Kâfir olanlar grup grup cehenneme sevk edilecektir. Sonunda oraya geldikleri zaman kapıları açılacak ve bekçileri onlara “Size, içinizden Rabbinizin ayetlerini [tilavet] eden (okuyup aktaran) ve bugününüzle karşılaşacağınızı uyaran elçiler gelmemiş miydi?” diyecektir. Onlar “Evet (gelmişti)!” diyecekler ancak azap sözü kâfirler üzerine hak olmuştur. Onlara “İçinde [ebedî] kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin!” denecektir. Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür! Rablerine karşı [takvâ]lı (duyarlı) olanlar da grup grup cennete sevk edilecektir. Sonunda oraya geldikleri zaman kapıları zaten açılmış durumdadır ve bekçileri onlara “Selam size! Tertemiz geldiniz. Artık [ebedî] kalmak üzere girin oraya!” diyecektir. Onlar da şöyle mukabele edecekler: “Bize ettiği vaadi gerçekleştiren, bizi bu uçsuz bucaksız mekâna vâris kılan ve bizi cennette tercih ettiğimiz yere yerleştirecek olan Allah’a hamd olsun!” Bakın, çalışıp çabalayanların ödülü ne de güzelmiş. (Zümer 71-74)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Bu Kitap’ın indirilmesi Azîz; daima üstün ve Hakim; bütün kararları doğru olan olan Allah tarafındandır.
2.
Bu Kitab’ı sana gerçekleri içerir bir şekilde biz indirdik. Öyleyse sen de dine bir şey katmadan[*] kulluğu Allah’a yap!
“Bir şey katmadan” meali verdiğimiz ifade “muhlis olarak” anlamındadır. Muhlis, ihlaslı kişi demektir. İhlas; sözlükte bir şeyi kirlilikten, bulanıklıktan temizleyip arındırmak, saflaştırmak, katıksız, arı, duru hale getirmektir. Bu kelime Kur’an’da, dini Allah’a has kılan yani Allah’ın dinine bir şey katmadan kayıtsız şartsız olarak ona içten boyun eğen, riyadan ve şirkten uzak olan samimi insanların ortak vasfını ifade etmek için kullanılır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
3.
Bilin ki saf din Allah’ın dinidir[1*]. Allah ile aralarına veliler[2*] koyanlar şöyle derler: “Biz bunlara sırf bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.” Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah, yalancı ve nankör birini yola getirmez.
[1*] Nahl 16/52, Rum 30/30. Allah dinini tamamlamıştır (Maide 5/3); ona bir ekleme veya çıkarma yapılamaz. İçine Allah’tan başkasının söz ve hükümleri katılmış din, Allah’ın dini olamaz. Allah Teâlâ, kendisinden başkasına kulluk edilmemesi için, Kur’an ayetlerini birbirini açıklar şekilde indirmiş (En’am 6/114), bu açıklamalara erişilmesi için usul belirlemiş (Al-i İmran 3/7, A’raf 7/52, Zümer 39/23, Fussilet 41/3) ve bunun dışına çıkılmasını kabul etmemiştir (Hûd 11/1-2).
[2*] Aralarına başka bir şey girmeyecek şekilde birbirine yakın olan iki kişi veya şeyden her birine veli denir. Buradan hareketle akrabalık, dostluk, yardım ve inanç bakımından doğan yakınlık da mecazen bu kelimeyle ifade edilir (Müfredât). Allah ile arasına başka birini koymayan herkes Allah’ın velisi, Allah da onun velisidir (Bakara 2/257, Muhammed 47/11). Ayetler gayet açık olduğu halde tasavvufta bir velayet makamı oluşturulur, o makama veli veya evliya diye nitelenen kişiler yerleştirilerek onlar birer vesile/aracı konumuna getirilir. Böylece Allah ikinci sıraya konur ve tevbe edilmediği takdirde asla affedilmeyecek şirk günahına girilmiş olur (Bakara 2/257, Nisa 4/48, 116, A’raf 7/3, 30, Secde 32/4, Ahkaf 46/4-6). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
Arap müşrikleri, kendilerinin, göklerin ve yerin yaratıcısının yüce Allah olduğunu açıkça ifade ediyorlardı... Yalnız yaratıcıyı birleme ve sadece O'na kulluk yapma, O'na ortak koşmadan, dini yalnız O'na dayandırmak suretiyle arındırma konusunda fıtratın sağlam mantığının gereğini yapmıyorlardı. Meleklerin yüce Allah'ın kızları olduğu efsanesine inanıyorlardı. Ayrıca bu melekler adına birtakım heykeller yaparak onlar vasıtasıyla meleklere tapıyorlardı. Sonra dönüp meleklerin heykellerine tapmalarının aslında meleklere tapma anlamına gelmediğini, bunların Allah'a yaklaştıran, O'nunla kullar arasında aracı olan vasıtalar olduklarına inanıyorlardı. Bunların Allah katında kendilerine şefaat edeceklerini ve kendilerini O'na yaklaştıracaklarını sanıyorlardı. İşte Lat, Menat ve Uzza gibi ilahlar, melekler adına dikilen bu heykellerden bazılarıydı.
Bu anlayış ise, fıtratın normal bakış açısından ve doğru olan istikametinden sapıp, karmaşık ve aynı zamanda saçma bir inanca yönelmesinden başka bir şey değildi. Çünkü ne melekler Allah'ın kızlarıydı; ne de putlar ve heykeller melekleri temsil ediyorlardı. Yüce Allah böyle bir sapmaya razı değildi. Ne müşrikler hakkında herhangi bir şefaat kabul ediyordu, ne de onların bu yolla kendisine yaklaşmalarına izin veriyordu.
İnsanlık ne zaman islâm dininin ve ondan önceki tüm peygamberlere gönderilen ilahi inanç sisteminin öngördüğü kolay anlaşılan, arı-duru Tevhid'den sapmışsa, yaratılışın (fıtratın) doğal mantığından da ayrılmıştır. Bugün insanların dünyanın her yerinde, eski Araplar'ın meleklere -veya meleklerin heykellerine- yaptıkları ibadetlerine benzer bir şekilde azizlere ve ermişlere ibadet ettiklerini görüyoruz. Doğal olarak bu insanlar böylece Allah'a yaklaştıklarına veya Allah katında onların şefaatlarını elde edeceklerine inanıyorlar. Halbuki yüce Allah kendisine giden yolu belirlemiştir: Bu yol da, arı-duru biçimdeki Tevhid yoludur. Tevhid yolunda böyle akıl almaz efsanelerin ürettiği aracıların ve şefaatçıların yeri yoktur.
"Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru yola iletmez."
Onlar, Allah adına yalan söylüyorlar. Meleklerin O'nun kızları olduklarını söylemekle O'na iftira ediyorlar. Bu meleklere tapmanın, Allah katında kendilerine şefaatçı olacağını söylemekle de O'nun adına yalan uydurmuş oluyorlardı. Halbuki onlar böyle ibadet etmekle küfre giriyorlardı. Yüce Allah'ın apaçık ve kesin olan emrine karşı gelmiş oluyorlardı.
Yüce Allah, kendisi adına yalan uyduran ve kendisini inkâr edenlere doğru yolu (hidayeti) göstermez. Çünkü hidayet, Allah'a yönelişin, samimiyetin, kötülüklerden sakınmanın, doğru yolu arzu etmenin ve bu yolu araştırmanın bir karşılığıdır, mükafatıdır. İlahi mesajı yalan sayanlar ve inkâr edenler ise yüce Allah'ın hidayetine ve himayesine lâyık değillerdir. Zira onlar bu halleriyle kendileri için O'nun yolundan uzaklaşmayı tercih etmiş olmaktadırlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)
4.
Allah çocuk edinmek isteseydi elbette yarattıkları içinden beğendiğini seçerdi. Bu, ona yakıştırılamaz. O, Vahid’dir; tek olan Allah’tır, Kahhar’dır; karşı konulmaz bir güce sahiptir.
5.
O, gökleri ve yeri hak ile yarattı, geceyi gündüzün üstüne sarıyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıyor.[*] Güneşi ve ay'ı emrine âmade kılmış, her biri belli bir süreye kadar akıp gitmektedir. İyi bil ki, Aziz’dir O; daima üstündür, Gaffar’dır; çok bağışlayıcıdır.
Bu ifade hayret vericidir. Bu söze dikkat edenleri, son zamanlarda keşfedilen, dünyanın yuvarlaklığına ilişkin görüşü kabul etmeye zorlamaktadır. Ben, bu "Fi-zilâl" kitabında insanların keşfettikleri, ileri sürdükleri teorilerle Kur'an-ı Kerim'i açıklamamaya özen gösteriyorum. Zira insanların ileri sürdükleri teoriler yanlış da olabilir, doğru da. Bugün isbatı, yarın çürütülmesi mümkündür bunların. Kur'an ise değişmeyen bir gerçektir. Doğruluğunun belgesini bizzat kendi bünyesinde taşımaktadır. Basit ve zayıf insanların keşfettikleri şeylerin O'na uygun düşmesi veya aykırı düşmesi Kur'an'ın bu gerçekliğini değiştiremez.
Evet, ben bu konuda onca özen göstermeme rağmen Kur'an'ın bu ifadesi beni dünyanın yuvarlaklığı konusuna eğilmeye mecbur etmiştir. Bu ifade, yeryüzünde gözler önünde bulunan somut bir gerçeği tasvir etmektedir: Yuvarlak olan dünya kendi ekseni etrafında dönmekte ve güneşe bakan yüzü sürekli değişmektedir. Dünyanın güneşe bakan yüzeyini sürekli ışık kaplamakta ve orası gündüz olmaktadır. Yalnız, gündüz olan bu bölüm sürekli yerinde kalmamaktadır. Çünkü dünya dönmektedir. Dünya döndükçe, gece, daha önce gündüz olan yerlerin üzerini kaplamaya başlar. Dünyanın yüzeyi yuvarlak olduğu için onun üzerindeki gündüz gecenin üzerine yuvarlak bir aydınlık halinde düşer. İşte bu şekilde hareket sürekli devam eder. "Geceyi gündüzün üzerine örtüyor; gündüzü de gecenin üzerine sarıyor." Bu cümle, hareketin şeklini belirlemekte, konumunu sınırlandırmakta, dünyanın yapısını ve hareketinin türünü tayin etmektedir. Dünyanın yuvarlaklığı ve kendi ekseni etrafında dönüşü ile ilgili teori, Kur'an'daki ifadeyi, bu teoriyi benimsemeyen diğer açıklamalardan daha sağlıklı biçimde açıklamaktadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
6.
O, sizi (atanız Adem’i) bir tek nefisten (döllenmiş bir yumurtadan) yarattı. Sonra eşini de ondan (döllenmiş bir yumurtadan) oluşturdu. Sizin için sekiz eş en’am (koyun, keçi, sığır ve deveden birer erkek ve dişi) indirdi. Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık yerde şekilden şekle dönüştürerek yarattı[*]. İşte o Allah’tır, sizin Rabbiniz / sahibinizdir. Hakimiyet yalnız onundur. Ondan başka ilah yoktur. Nasıl oluyor da başka tarafa döndürülüyorsunuz?
Erkeğin tohumu /menisi kadının üreme organına bırakılınca karar-ı mekîn’de yani yumurtaya ulaşmasına imkan veren yerde nutfeye /döllenmiş yumurtaya dönüşür (Müminun 23/13, Abese 80/18-20). Çocuğun cinsiyeti ve diğer özellikleri bu sırada belli olur (Necm 53/45-46, Maide 5/32, Enbiya 21/35). Nutfe, yumurtaya ulaştığı karar-ı mekînden, bir süre kalacağı müstekarra yani rahim tüpüne, oradan da doğuma kadar kalacağı müstevdaa yani rahime geçer (En’âm 6/98). Böylece oluşum, üç karanlık yerde tamamlanmış olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
7.
(Ey insanlar!) Kâfirlik ederseniz / bütün bunları görmezden gelirseniz (bilin ki) Allah Ganî'dir; sınırsız zengindir, kimseye ihtiyacı yoktur. Kullarının kâfirlik etmesine de rıza göstermez. Şükrederseniz / görevlerinizi yerine getirirseniz şükretmenizden memnun olur. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Sonunda dönüp geleceğiniz yer Rabbinizin huzurudur; o size neler yaptığınızı bildirecektir. Çünkü o, içinizde olanları bilendir.
8.
İnsanın başına bir sıkıntı gelince, Rabbine yönelerek O'na yalvarır. Sonra Allah kendi katından ona bir nimet verince, önceden yalvarmış olduğunu unutur. Allah'ın yolundan saptırmak için O'na eşler koşar. De ki: “Küfrünle azıcık yaşa, sen ateş halkındansın.”
9.
Böyle birisi; gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden, ahiretten korkan, Rabbinin rahmetini uman biri gibi midir? De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu? Ancak gönül ve akıl sahipleri düşünüp ibret alır."
BÖLÜM 2
10.
De ki: “Ey Allah'ın inanan kulları! Rabbinize karşı gelmekten sakının! Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah'ın arzı geniştir. Yalnızca sabredenlere, ödülleri hesapsız ödenecektir.”
11.
De ki [ey Muhammed]: "İçten bir inançla Allah’a bağlanarak yalnız O’na kulluk etmekle emrolundum;
12.
Ve bana, müslümanların ilki olmam emredildi."
13.
De ki: "Eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım."
14.
De ki: “Ben, dinime bir şey katmadan sadece Allah’a kulluk ederim.
15.
Siz de Allah’ın dışında dilediğinize kulluk edin.” Onlara şunu da söyle: “Asıl hüsrana uğrayanlar, kıyamet / mezardan kalkış günü kendini ve ailesini hüsrana uğratanlardır. Bilin ki apaçık hüsran işte budur.”
16.
Onlar için üstlerinde ateşten katmanlar, altlarında (ateşten) katmanlar vardır. İşte Allah, kullarını bununla korkutur. Ey kullarım, bana karşı gelmekten sakının.
17.
Tağut’a[*] (insanları kendine kul edinene), kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var! Müjdele kullarımı!
Tağut: Azgınlık mânasına gelen bir masdardır. Belagatta sıfat yerine masdar kullanmak, o sıfatla nitelendirmenin pek ileri bir derecede olduğuna delalet eder. Biri hakkında “güzel” demekle, bir başkası hakkında “güzelliğin ta kendisi” demek arasındaki fark pek bârizdir. Allah’tan başkasına ibadet edene tağî (âsi, azgın)denir. Ama azgınlığın ta kendisi kesilmiş, kendisini tanrılaştırıp başkalarını kendisine kul yapmak isteyen ise “tağut” olur. (Suat Yıldırım Tefsiri)
18.
O kullarım, sözü dinleyip en güzeline uyanlardır[*]. Onlar, Allah’ın doğru yola kabul ettiği kimselerdir. İşte onlar, aklıselim sahibi olanlardır.
Demek ki “en güzel söz en güzelin sözüdür” ki o da “Kur’an”dır. Benzer mesaj: Zümer 39:55. Yüce Allah övdüğü yiğit kullarının söze dair her şeye kulak verdiklerini, bir anlamda sözden korkmadıklarını, düşünceden ürkmediklerini belirtmekte, fikir özgürlüğüne dair ilkesini belirlemektedir. Farklı fikirler de dinlenmeli ki sözler, görüşler arasında kıyaslama yapılabilsin, sonunda en güzele uyulabilsin. Başka sözlerden korkmak kendi sözüne güvenmemek ve taraftarlarını kaybetme endişesi taşımak demektir. Böylece hem kendisine, hem görüşüne hem de taraftarlarına haksızlık ettiğini fark edememek söz konusudur. (Mehmet Okuyan Tefsiri)
19.
Peki, aleyhinde azap hükmü kesinleşen biri (onlar gibi) midir? Ateşte olan birini sen mi kurtaracaksın?
20.
Fakat Rabb'lerine takvalı[*] olanlar için kat kat bina edilmiş, önlerinde nehirler akan köşkler vardır. Bu Allah'ın verdiği sözdür. Allah verdiği sözden dönmez.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
21.
Görmezler mi göklerden yağmur indiren ve onu su kaynakları şeklinde yeryüzünde akıtıp duran Allah’tır. Ve sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiştiren, sonra da onları kurutan O’dur. O zaman sen ekinlerin sarardığını görürsün; ve sonunda Allah onları toz haline getirir. Şüphesiz bunlarda akıl iz’an sahipleri için gerçek bir ders vardır![*]
Kur'an-ı Kerim'in, üzerinde düşünülmesi ve değerlendirme yapılması için dikkatleri çektiği bu olay, dünyanın her tarafında gözler önünde bulunan bir realitedir. Bunlar öyle çok rastlanan gerçeklerdir ki, bu çoklukları onları ciddiyetle ele almayı, her aşamasındaki hayret verici olgulara dikkat etmeyi engelleyecek bir alışkanlık meydana getirmektedirler. Kur'an-ı Kerim, hayatın her adımında, her aşamasında işleyen Allah'ın elini görmek ve O'nun etkilerini izlemek için sürekli olarak dikkatleri yönlendirmektedir.
İşte gökten inmekte olan su... Peki nedir o? Nasıl iner? Biz bu harika olay karşısında irkilmeden geçer gideriz. Zaman içinde ona alıştığımızdan ve sık sık tekrarlandığından... Suyun yaratılışı dahi başlı başına bir harikadır. Suyun, iki hidrojen ve oksijen atomunun belli şartlarda birleşmesinden oluştuğunu öğrenmemiz de bu harikanın değerini düşürmez. Aksine bu bilginin, kalplerimizi uyarıp bu evrenin içinde hidrojen ve oksijenin bulunmasına ve bunların birleşmesine müsait şartların oluşmasına elverişli biçimde yaratan Allah'ın yüce elini görmemizi sağlaması gerekir. Bu iki elementin birleşmesinden suyun oluşmasına ve bu suyun bulunması nedeniyle yeryüzünde hayatın oluşum şartlarını meydana getiren ilahi eli görmemize yol açması icab eder. Eğer su olmasaydı hayat da olmazdı. Suya ve hayata ulaşana kadar bir dizi planlı-programlı oluşumla karşılaşıyoruz. Bütün bu planların ardında yüce Allah vardır. Bunların hepsi O'nun ellerinin ürünüdür. Ayrıca bu suyun varolduktan sonra yere inişi bambaşka ve yepyeni bir harikadır. Bu harika, yerin ve evrenin, Allah'ın planlamasına uygun biçimde suyun oluşmasına ve yere inmesine elverişli bir düzene dayanmasından kaynaklanmaktadır.
Yağmurun yağmasından sonra ortaya çıkan bitkisel hayat ve bu hayatın canlanması ise insanın tüm gücünü aciz bırakacak nitelikte bir harikadır. Küçücük bir bitkinin, üzerindeki toprak tabakalarını yara yara, üzerindeki tortuların ağırlıklarını ata ata havaya, aydınlığa ve özgürlüğe doğru uzanması, yavaş yavaş havaya yükselmesi... Evet, işte bu manzara, mesajlara açık olan kalpleri ibretle doldurmaya yeterlidir. Bu kalpte, her şeyi yaratan ve sonra da yolunu gösteren yaratıcı ve yoktan var edici Allah'ın kudretini hissetme duygusunu harekete geçirmeye kâfidir. Bir tarlada yetişen rengarenk bir ekin, hatta bir tek bitki çeşidi ve daha ötesi tek bir çiçek dahi eşsiz ilahi kudretin bir sergisinden başka bir şey değildir. Bunların bir tanesi dahi insanın bu türden bir şeyi asla yapamayacağını göstererek sınırsız acizliğini kavratmaya yeterlidir!
Ama bir gün, şu gelişen, taze, sere serpe yayılmış, hayat dolu iken olgunlaşıyor, kıvamına geliyor ve günlerini dolduruyor. Varlığın yaşamasında, evrenin düzeninde ve hayatın aşamalarında kendisi için belirlenen en son aşamasına ulaşıyor; olgunlaşarak biçime hazır hale geliyor. Artık o, günlerini doldurmuş, fonksiyonunu icra etmiş ve hayatı kendisine bağışlayan Allah'ın belirlediği biçimde görevini tamamlamış oluyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 3
22.
Allah’ın, göğsünü İslam’a açtığı kimse, Rabbinden bir ışık üzerinde olmaz mı?[*] Allah’ın Zikri’ne / Kur’an’a karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte onlardır, açık sapıklık içindekiler.
Nasıl ki, gökten yağmur yağar ve onunla değişik renklerdeki ekinler yeşerirse, aynı şekilde "zikir" de gökten iner. Diri olan kalpler onu güzelce karşılar. Açılır, huzura kavuşur ve hayat dolu olarak harekete geçerler. Katılaşmış kalpler ise onu, içinde hayattan ve hareketten eser kalmayan yalçın kayalar gibi karşılarlar!
Yüce Allah, içinde hayır, iyilik bulunduğunu bildiği kalpleri İslam'a açar.
Onları O'na, nuruyla ulaştırır, okşar. O kalp de bununla parlar, aydınlanır. Bu niteliklere sahip olan kalpler ile diğer katı kalpler arasındaki fark, köklü bir farktır: (Seyyid Kutub Tefsiri)
23.
Allah en güzel sözü, (ayetleri) birbirine benzer, ikişerli yapıda[1*] bir kitap halinde indirmiştir. Rablerinden çekinenlerin bundan dolayı derileri ürperir, sonra derileri ve kalpleri Allah’ın zikri / kitabı karşısında yumuşar. İşte bu kitap, Allah'ın rehberidir. O, gereğini yapan[2*] kullarını bu rehberle hidayete erdirir. Allah’ın sapık saydığını yola getirecek kimse yoktur[3*].
[1*] “Birbirine benzeyen” anlamı verilen kelime “müteşabih”, “ikişerli yapıda” anlamı verilen kelime ise “mesânî”dir. İkişerli yapı, muhkem ve müteşabih ayetlerden oluştuğu için (Al-i İmran 3/7) bu kelimeler, burada, Kur’an’ın özelliğini anlatmaktadır. Allah Teala kitabını, bu yöntemle açıklar (A’raf 7/52, Hud 11/1-2, Fussilet 41/3).
[2*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır.
[3*] Onlar yola gelmeden Allah onları yola gelmiş saymaz (Ra’d 13/27, Kasas 28/ ( Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
24.
Zalimlere, "kazanmış olduğunuzu tadın!" denildiğinde, kıyamet günü o kötü azaptan yüzünü kim koruyabilir?
25.
Onlardan öncekiler de yalanladılar ve azap kendilerine farkına varamadıkları bir yerden geldi.
26.
Allâh, dünyâ hayâtında onlara rezillik taddırdı. Âhiret azâbı ise daha büyüktür, keşke bilselerdi!
27.
Biz bu Kur`ân`da insanlara, öğüt alsınlar diye her türlü örneği verdik.
28.
(Örnekleri), içinde bir eğrilik[1*] olmayan Arapça kur’anlar / ayet kümeleri[2*] halinde verdik, belki yanlışlardan sakınırlar.
[1*] Eğrilik anlamı verdiğimiz İvec (عوج), çok dikkat edilmedikçe anlaşılamayacak olan eğriliktir (Müfredat). Doğruya çok yakın görünecek şekilde anlamda yapılan çarpıtmalar, böyle eğriliklerdir. Kur’an’da herhangi bir ivec yoktur (Kehf 18/1); ancak insanlar Kur’an’a uymak yerine Kur’an’ı kendilerine uydurmak için anlamı çarpıtabilir yani ivec yapabilirler.
[2*] Kur'an, karae (قرأ) fiilinin mastarı olan kur (القُرْء) veya kar (القَرْء)’dan türetilmiştir; anlamı, toplama ve birleştirmedir. Mastar olarak kullanıldığı gibi bütünlük ve küme anlamında isim olarak da kullanılır. Allah’ın kitabına Kur’an denmesi, bütün sureleri toplayıp bir araya getirmesi sebebiyledir (Lisanu’l-Arab). Arapçada Kur’an (قُرْآنً)’ın çoğulu olmadığından tekil için de çoğul için de kullanılır. Bu sebeple kur’ân (قُرْآن) kelimesine, bağlamına göre, kur’ânlar diye de anlam verilebilir.
29.
İşte şimdi Allah bir temsil daha getiriyor: İki adam var, bunlardan birincisi, birbirine rakip, birbiriyle hep çekişen ortakların emrinde, diğeri ise sadece bir kişinin emrinde çalışıyor. Bu ikisinin durumu hiç bir olur mu?[*] Olmaz elhamdülillah! Fakat çokları bu gerçeği bilmezler.
Yüce Allah, mü'min bir kul ile müşrik bir kulun durumlarını bir örnekle açıklıyor: Müşrik olan kulun durumu, birbiriyle uyuşmayan, geçimsiz ortakların emrinde çalışan bir adamın durumu gibidir: Ortakların her biri onu bir tarafa çekmekte, her biri ayrı görevler vermekte, adam ise bu aykırı arzular, emirler arasında şaşırıp kalmakta, gücü ve enerjisi dağılmakta, bir proğram üzerinde karar kılamamakta, doğru-dürüst bir yola girememektedir.
Efendilerinin birbirleriyle çelişen, çatışan, boğuşan arzularını tatmin edememekte, onların hepsini razı edememekte, güçleri ve enerjileri darmadağın olup gitmektedir. Mü'min olan kulun durumu ise şöyledir: O, bir tek efendinin emrine bağlıdır. Efendisinin kendisinden ne istediğini, ne ile yükümlü bulunduğunu bilmektedir. Onun için o, huzur içinde, emin bir halde apaçık olan yolunda sağlıklı biçimde ilerlemeye devam eder.
Bu iki adamın durumu bir değildir. Bir efendiye bağlı olan adamın belli bir istikameti, bilgisi ve inancı vardır. Gücü bir noktaya toplanır, yönü birdir. Yolu apaydınlıktır. Geçimsiz efendilere bağlı adam ise, hep sıkıntı ve tereddüt içindedir. Bir işte karar kılamaz. Bırak hepsini razı etmeyi, efendilerinin birini dahi razı edemez.
Bu örnek, tevhid gerçeği ile şirk gerçeğini bütün yönleri ile tasvir etmektedir. Tevhid gerçeğine iman eden kalb, bu yeryüzündeki yolculuğunu doğru yolda giderek tamamlar. Zira onun gözü ufuktaki bir tek yıldıza bakar. Bu nedenle yolunu şaşırmaz. Hayatın, kuvvetin ve rızkın bir tek kaynağını tanır. Zarar veya fayda vermenin kaynağını bir bilir. Vermenin ve almanın tek kaynağına dayanır. Bu bir kaynağın doğrultusunda adımlarını doğru-düzgün atar. Yalnız ondan destek alır. Elini bir tek ipe atar. Onun halkasına sımsıkı yapışır. Yönünü bir tek hedefe doğru ayarlar.
Gözünü ondan ayırmaz. Bir tek efendiye hizmet eder. Onun neye razı olduğunu bilir; bu işleri yapar. Neden hoşlanmadığını bilir; ondan da sakınır... Böylece güçleri bir noktada toplanır ve aynı zamanda birleşir. Bütün güçlerini ve çabalarını değerlendirir, verimli hale getirir, yeryüzünde iki ayağı da sağlam şekilde yere bastığı halde gökte tek olan ilah ile bağını sağlamlaştırır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
30.
Sen de öleceksin, onlar da ölecek.
31.
Sonra siz kıyamet günü Rabbinizin huzurunda davalaşacaksınız.
BÖLÜM 4
32.
Uydurduğu yalanı Allah’a mâl eden, yahut yanına kadar gelen gerçeği yalan sayan kimseden daha zalim biri olabilir mi? Kâfirler için cehennemde yer mi yok?
33.
Ama, hak ve gerçeği getiren ve onu tasdik edenler var ya, işte her türlü fenalıktan korunanlar onlardır.
34.
Arzuladıkları her şey Rableri katında onları beklemektedir: Bu da iyi davrananların ödülüdür.
35.
Böylece Allah onların yaptıkları en kötü işi bile affeder ve yaptıkları makbul işlerin karşılığını en güzel şekilde verir.
36.
Allah kuluna yetmez mi! Bir de seni, Allah ile aralarına koydukları ile korkutuyorlar. Allah’ın sapık saydığını yola getirecek kimse yoktur.
37.
Allah’ın doğru yolda saydığını saptıracak kimse de yoktur. Allah daima üstün olan ve hak edilen cezayı veren değil midir?
38.
Andolsun onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, elbette "Allâh" derler. De ki: "O halde Allah’tan başka yalvardıklarınızı gördünüz mü, şimdi Allâh, bana bir zarar vermek istese, onlar O’nun vereceği zararı kaldırabilirler mi? Yahut (Allâh) bana bir rahmet (fayda) vermek dilese onlar O’nun rahmetini durdurabilirler mi?" De ki: "Allâh bana yeter. Tevekkül Herhangi bir işte elinden geleni yapıp sonrasını Allah'a bırakmak. edenler O’na dayanırlar."
39.
De ki: "Ey halkım, bildiğinizi yapın, ben de yapacağım. İleride bileceksiniz:"
40.
Rezil edici azap kime geliyor? Bitmeyen azap kimin üzerine iniyor?"
41.
İnsanlar için, gerçek doğruları içeren kitabı sana biz indirdik. Kim doğru yolu seçerse, faydası kendisi içindir. Kim de sapıklığı seçerse kendi zararınadır. Sen onlara vekil[*] değilsin.
Sözlükte “işinin görülmesini başkasına havale etmek” anlamındaki vekl (vükûl) kökünden türeyen vekîl “işin havale edildiği kimse” demektir. Terim olarak “bütün yaratıkların işlerinin görülmesinde güvenilip dayanılan, bu konuda tam yeterli olan varlık” mânasına gelir. Vekîl on dört âyette zât-ı ilâhiyyeyi nitelendirmekte, O’nun güvenilecek en güzel varlık olduğu, kendisine güvenen kimseyi koruduğu ve her şeyi gördüğü ifade edilmektedir. Vekîl ayrıca on civarındaki âyette Resûlullah’a nisbet edilerek onun insanlara karşı zor kullanacak ya da insanların kötü davranışlarına kefil olacak bir karakterde yaratılmadığı anlatılmaktadır. Kırk civarındaki âyette ise “tevekkül” kelimesi geçmekte, “Kendisi için ölümün söz konusu edilemeyeceği ebedî hayat sahibine güvenip dayan” âyetinde (el-Furkān 25/58) görüldüğü gibi Allah’a tevekkül emredilmekte, peygamberlerle müminlerin tevekkül, dua ve niyazları dile getirilmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “vkl” md.). İbnü’l-Cevzî, Kur’an’daki vekîl kelimesinin “koruyan, rab, zor kullanan, her şeyden haberdar olan” şeklinde dört mânaya geldiğini söyler (Nüzhetü’l-aʿyün, s. 607). (TDV İslâm Ansiklopedisi, Vekil maddesi) (Onur)
BÖLÜM 5
42.
Allah ruhları (nefisleri), bedenlerin (nefislerin) ölümü sırasında çeker alır[1*], ölmemiş bedenlerin (nefislerin) ruhlarını (nefislerini) uykularında iken alır. Ölümüne hükmettiği bedenlerin ruhlarını tutar, diğerlerini ise belli bir süreye[2*] kadar (bedenlerine) geri gönderir. Bunda, düşünen bir topluluk için âyetler / göstergeler vardır.
[1*] Bu ayete göre insan, biri beden diğeri ruh olmak üzere iki nefisten oluşur. Ruhun çoğunlukla can ile aynı şey olduğu zannedilir. Oysa ana rahminde canlılık döllenmeyle başlarken, ruhun üflenmesi bütün organların tamamlanmasından sonra olur. Ruh bedenle birleştiğinde insan, dinleyen, basiret ve gönül sahibi olan bir canlı türü haline gelir (Mü'minûn 23/12-14, Secde 32/7-9). Beden bir bilgisayarın donanımına; can, donanıma güç veren elektriğe benzer. Ruh ise bilgisayarın işletim sistemi gibidir. İşletim sistemi nasıl bütün bilgileri koruyorsa ruh da öyledir. Ruhun bedenden çekilip alınmasına “vefat ettirme” denir. Bu ayete göre Allah insanı iki şekilde vefat ettirir: biri uyuyunca, diğeri de ölünce olur. Allah, hem uyuyan hem de ölen bedenin ruhunu tutar. Ruh ve canın farklı şeyler olduğu, uyuyan insanın canlılığını korumasından da anlaşılır. Uyuyan insanın ruhu, uyandığında; ölen kişinin ruhu ise ahirette bedenler yeniden diriltildiğinde geri döner (Mü'minûn 23/100, Tekvîr 81/7).
[2*] Belirlenmiş ecel (ecel-i müsemma) için Bkz. En’am 6/2 ve dipnotu.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
43.
Yoksa (onlar) Allah'tan başka hayali şefaatçiler (aracı kuvvetler, şahıslar, otoriteler) mi buldular? De ki: “Onların hiçbir yetkileri olmasa, akıl ve şuurdan mahrum olsalar da mı onlara kulluk ve ibadet (etmeye devam) edeceksiniz?”
44.
De ki "Bütün şefaat etme yetkisi Allah’a aittir. Göklerde ve yerde olanların tümü ona aittir ve O’na döndürüleceksiniz."
45.
Ve Allah ne zaman tek başına anılsa, öteki dünyaya inanmayanların kalpleri keskin bir nefretle dolar. Halbuki O’nun yanı sıra başka [hayalî] güçler de anıldığı zaman hemen (yüzleri güler,) neşelenirler![*]
Bu ayet-i kerime her ne kadar Hz. Peygamberin zamanında yaşanan somut bir olayı anlatmak, müşriklerin kendi ilahlarından söz edildiğinde ferahladıklarını, keyiflerinden dört köşe olduklarını; Tevhid anlayışından söz edildiğinde ise keyiflerinin kaçtığını ve nefret ettiklerini ortaya koyuyorsa da işin aslına bakıldığında çeşitli ortamlarda ve zamanlarda gözlemlenebilecek psikolojik bir durumu sergilediği anlaşılmaktadır. Çünkü bazı insanlar ne zaman yalnız Allah'ı ilah, yalnız O'nun şeriatını kanun, yalnız Allah'ın programını hayat düzeni olarak kabul etmeye çağrılsınlar içleri burkulur, canları sıkılır. Yeryüzünün beşeri programlarına, beşeri düzenlerine, beşeri yasalarına söz geldiğinde ise neşelenir, keyifleri yerine gelir; bu sözle içleri açılır. Artık almak ve vermek için gönüllerini açarlar.
İşte bu ayette yüce Allah'ın, bir tip olarak kendilerinden söz ettikleri de bunların kendileridir. Bunlar, her yerde ve her zaman aynı tip insanlardır. Çevreleri ve çağları farklı da olsa, renkleri ve milletleri ayrı da olsa bu insanlar, fıtratları bozulmuş, karakterleri yozlaşmış kimselerdir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
46.
De ki "Ey göklerin ve yerin yaratıcısı, gizli ve açık olanları bilen Allah’ım! Kullarının ihtilaf ettiği konularda, aralarında hüküm verecek olan yalnızca sensin."
47.
Şâyet yeryüzünde bulunan her şey ve bununla birlikte bir o kadarı daha zâlimlerin olsaydı, kıyamet gününde o azabın kötülüğünden kurtulmak için kesinlikle onu fidye olarak verirlerdi. Onlara Allah tarafından, hiç hesaba katmadıkları şeyler gösterilecektir.[*]
Lafzen, “Allah tarafından onlara aşikar kılınacaktır (bedâ lehum)” -yani, insanın ahiretteki konumunun ve akibetinin bu dünyadaki davranışları ve eylemleri tarafından belirleneceği gerçeği: başka bir deyişle, öteki dünyadaki mutluluk yahut azap (temsîlî olarak “cennet” veya “cehennem” ve “mükafat” veya “ceza”), insanın bu dünyada yeteneklerini, fırsatlarını ve imkanlarını kullanmasının tabii sonuçlarından başka bir şey değildir. (Muhammed Esed Tefsiri)
48.
Onların kazandıkları kötülükler, o gün açığa çıkmış olacak ve alaya aldıkları şey de kendilerini çepeçevre kuşatacaktır.
49.
İnsana bir zarar dokunduğunda bize yalvarır. Sonra ona tarafımızdan bir nimet verdiğimizde, "Bu, bana ancak bilgim sayesinde verilmiştir" der.[*] Hayır, o bir imtihandır. Fakat onların çoğu bilmezler.
Burada “Ben buralara bilgimle, zekâmla, tecrübemle, yeteneğimle, tırnaklarımla kazıyarak geldim” diyenlere bir mesaj vardır. İster servet olsun ister şan ister şöhret olsun ister makam hepsi 52. Ayette de buyrulduğu gibi Allah’ın elindedir ve kullarına imtihan için verilmişlerdir. Esas olan bu nimetleri iyi yolda kullanarak sınavdan Rabbimizin rızasını kazanmış olarak çıkmaktır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
50.
Onlardan öncekiler de bunu söylemişlerdi ama kazandıkları şeyler kendilerine hiçbir yarar sağlamamıştı.
51.
Kazandıkları kötülüklerin cezası başlarına gelmişti. Aynı şekilde bunlardan zulmedenlerin de kazandıkları kötülüklerinin cezası başlarına gelecektir. Onlar buna asla engel olamayacaklardır.
52.
Bilmiyorlar mı, Allah, tercih ettiği kişi için[*] rızkı genişletir de daraltır da. İnanıp güvenen bir topluluk için bunda ayetler / göstergeler vardır.
Şâe (شاء) ile ilgili detaylı bilgi için bkz Zümer 39/23. ayetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 6
53.
De ki (Allah, şöyle buyuruyor[1*]): “Ey kendi aleyhinde aşırılıklar yapan kullarım![2*] Allah’ın iyilik ve ikramından ümidinizi kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. O Gafûr'dur; çok bağışlar, Rahîm’dir; ikramda bulunur.[3*]
[1*] Allah’ın Elçisi, Allah’ın sözünü ulaştırmakla görevli olduğu için ayete böyle meal vermek gerekir (Maide 5/99, Nahl 16/35, Nur 24/54).
[2*] Burada kast edilenler, yaptıkları aşırılıklardan dolayı günahkar olan insanlardır.
[3*] İşlenen günah ne olursa olsun, terk edilerek tövbe edilir ve doğru yola girilirse Allah, günahı bağışlamakla kalmaz, onu sevaba çevirerek ikramda da bulunur (Al-i İmran 3/135-136, Nisa 4/17, 48, 116, A’raf 7/153, Nahl 16/119, Taha 20/82, Furkan 25/68-71)
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
54.
Azap yakanıza yapışmadan Rabbinize dönüp O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.
55.
Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada size azap gelmeden önce Rabb’inizden size indirilen en güzel söze, Kur’an’a uyun.
56.
Ta ki kişi şöyle demeye mecbur kalmasın: "Rabbime karşı yaptığım bunca kusurdan dolayı yazıklar olsun bana! Yazıklar olsun bana ki ben O’nun diniyle, kitabıyla alay edenler arasında yer aldım!"
57.
Veya “Eğer Allah beni doğru yola iletseydi, elbet ben de müttakiler[*] arasında olurdum” demesin!
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
58.
Ya da azabı gördüğü zaman, “Keşke bana bir fırsat daha tanınsaydı da iyiler arasına girseydim” demesin!
59.
(Allah onlara şöyle diyecek): “Tam aksine sana âyetlerim gelmişti de, sen onları yalanlamış, küstahça büyüklenmiş ve hakkı inkâr edenlerden olmuştun.”
60.
Uydurduğu şeyleri Allah’a mal edip O’nun adına yalan söyleyen kimselerin kıyamet günü yüzlerinin kapkara kesildiğini görürsün.[*] Allah’a karşı böyle kibirli davrananlar, büyüklük taslayanlar için cehennemde yer mi yok?
İşte en son akıbet burasıdır. Burada bir grup insanın yüzü rezillikten, üzüntüden ve cehennemin alevlerinden kararmıştır. İşte bunlar, yeryüzünde büyüklük taslayanlardır. Bunlar, Allah'a çağrıldıkları ve bu çağrı, onca günaha girdikten sonra bile aralarında sürekli tekrar edildiği halde, kurtuluş çağrısına kulak asmayanlardır. Bugün onlar, yüzleri kapkara eden bir rezillik içindedirler. Diğer grup ise, kurtulmuştur. Başarıya ulaşmıştır. Onlara bir kötülük dokunmayacak ve onlar acı, keder çekmeyecekler. Bu, takva sahiplerinin oluşturduğu gruptur. Bunlar, ahiret endişesiyle yaşayanlardır. Allah'ın rahmetinden umudunu kesmeyenlerdir. Bugün onlar kurtuluşa, başarıya, güvene ve huzura kavuşmuş bulunuyorlar: "Onlara hiçbir kötülük gelmez, onlar üzülmezler."
Artık bundan sonra dileyen açık olan kapının ardındaki feyizli, huzur verici rahmet çağrısına kulak versin; dileyen de savurganlığında ve kötülükleri içinde kalsın; farkında olmadıkları bir halde azabın gelip kendilerini kıskıvrak yakalamasına kadar yoluna devam etsin! (Seyyid Kutub Tefsiri)
61.
Allah, takva sahiplerini, hak ettikleri kurtuluşa erdirecektir. Onlara kötülük dokunmaz. Onlar üzülmezler de.
62.
Allah Haalik’tir, her şeyin yaratıcısıdır. Her şey üzerine Vekil[*] olan da O’dur.
Sözlükte “işinin görülmesini başkasına havale etmek” anlamındaki vekl (vükûl) kökünden türeyen vekîl “işin havale edildiği kimse” demektir. Terim olarak “bütün yaratıkların işlerinin görülmesinde güvenilip dayanılan, bu konuda tam yeterli olan varlık” mânasına gelir. Vekîl on dört âyette zât-ı ilâhiyyeyi nitelendirmekte, O’nun güvenilecek en güzel varlık olduğu, kendisine güvenen kimseyi koruduğu ve her şeyi gördüğü ifade edilmektedir. Vekîl ayrıca on civarındaki âyette Resûlullah’a nisbet edilerek onun insanlara karşı zor kullanacak ya da insanların kötü davranışlarına kefil olacak bir karakterde yaratılmadığı anlatılmaktadır. Kırk civarındaki âyette ise “tevekkül” kelimesi geçmekte, “Kendisi için ölümün söz konusu edilemeyeceği ebedî hayat sahibine güvenip dayan” âyetinde (el-Furkān 25/58) görüldüğü gibi Allah’a tevekkül emredilmekte, peygamberlerle müminlerin tevekkül, dua ve niyazları dile getirilmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “vkl” md.). İbnü’l-Cevzî, Kur’an’daki vekîl kelimesinin “koruyan, rab, zor kullanan, her şeyden haberdar olan” şeklinde dört mânaya geldiğini söyler (Nüzhetü’l-aʿyün, s. 607). (TDV İslâm Ansiklopedisi, Vekil maddesi) (Onur)
63.
Göklerin ve yerin anahtarları O`na aittir.[*] Ve Allah`ın ayetlerini ısrarla inkar edenlere gelince: asıl kaybedenler işte onlardır.
“Göklerin ve yerin kilit (ve anahtar)ları tamamen O’nundur.”
Yani evrenin malik ve koruyucusu O’dur. Bu, kinaye kabilinden bir ifadedir;
çünkü hazinelerin koruyucusu ve idarecisi, onun kilitlerine sahip olan
kişidir. Fulânun elkaytü ileyhi mekālîde’l-mülk [Falancaya hükümdarlık mührünü
verdim] sözleri bu kabildendir ve kilitleri, anahtarları [verdim] anlamındadır.
Bu kelimenin aynı lafızdan tekili yoktur. Miklîd olduğu söylenmiş; ayrıca,
Farsça kökenli olup çoğulunun iklîd ve ekālîd geldiği de söylenmiştir. Şayet
“Apaçık Arapça olan kitabın Farsça ile işi ne?” dersen şöyle derim: Arapçalaştırma
(ta‘rîb) kelimeyi Arapça yapmıştır. Nitekim kullanım da mühmel
olan bir lâfzı mühmellikten çıkarır. (Zemahşeri Tefsiri)
BÖLÜM 7
64.
De ki: “Ey câhiller! Bana, Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?”
65.
Ant olsun ki, sana ve senden öncekilere şöyle vahyolundu: “Eğer Allah'a şirk koşarsan şunu iyi bil ki bütün yaptıkların boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun.”
66.
Asla böyle yapma; sen yalnız Allah`a kulluk et ve şükredenlerden ol!"
67.
Allah’a hak ettiği ölçüde değer vermediler. Kıyamet / mezardan kalkış günü yeryüzü bütünüyle onun avucundadır, gökler ise onun eliyle dürülmüş olacaktır.[*] O, onların şirk koştuklarından uzak ve yücedir.
İnsan azametli bir varlığı tam mânasıyla tanıyıp, içinden onu
takdir ederek gerçek değerini anlasa, ona karşı gerçek anlamda saygısı artar;
işte bu bağlantıyla; “Allah’ı hakkıyla takdir edememişlerdir” buyrulmuştur.
“O’nu layıkı veçhile yüceltememişlerdir” anlamında [kadderû şeklinde]
şeddeli de okunmuştur. (Takdir, bir şeyin değişik açılardan miktarlarını ortaya koymak, yani ölçüp biçmek anlamında olduğu için
böyle bir şey Allah Teâlâ açısından zaten mümkün değildir. O halde, Allah hakkında neden kullanılmıştır,
müfessir bunu açıklıyor. / ed.)
Allah Teâlâ sonra kendi azametini, şanının yüceliğini bildirmek
üzere dikkatlerini çekerek [muhatapların zihinlerinde canlandırabilecekleri bir üslûpla]
şöyle buyurmuştur: “Oysa Kıyamet günü Arz’ın tamamı O’nun ‘avuc’unun
içinde olacak, gökler de O’nun ‘sağ eli’nde dürülmüş olacaktır.” Bu ifadeyi
-kabza, sağ el gibi zikredilen hususlara takılmadan, onların mecaz mı hakikat
mı olduğu zehâbına kapılmadan - bir bütün olarak ele aldığın zaman,
anlarsın ki gözetilen asıl maksat O’nun azametini tasvir etmek ve yüceliğinin
künhüne vâkıf olmanın imkânsızlığını belirtmektir. Şu rivayetteki durum
da aynıdır: Cebrail Peygamber (s.a.)’e gelip dedi ki: “Ya Ebe’l-Kāsım!
Allah Teâlâ kıyamet günü gökleri bir parmağında, yerleri bir parmağında,
dağları bir parmağında, ağaçları bir parmağında, toprağı bir parmağında,
diğer mahlûkatı da bir parmağında tutar; sonra onları sarsar ve ‘Hükümdar
benim, ben!’ der.” [Buhārî, “Tefsir”, 40; benzer lafızlarla] Hazret-i Peygamber onun
söylediklerine hayret ederek güldü ve sonra onu tasdik etme bağlamında
“Buna rağmen, Allah’ı hakkıyla takdir edememişlerdir” âyetini okudu.
Arabın en fasihinin (s.a.) gülmesi ve taaccüp etmesi tutmak, parmak,
sarsmak ve benzeri unsurlardan hiçbirine takılmadan, sadece ve sadece
Beyan ulemasının anlamış olduğu şeyi anlamış olmasındandı. Bu anlama da,
başında ve sonunda sözün öz ve hülâsasına yönelik olmuştur; yani Allah’ın
yüce kudretine ve idrak ve zihinlerin şaşkına düştüğü, muhayyilelerin künhüne
eremediği büyük fiillerin O’na nispetle çok basit olduğunu gösteren sözün
özüne yönelik olmuştur. Böylesi konuların işitenin kulağında yer edebilmesi
için, işte bu kabil zihinde canlandırma [tahyîl] yollu anlatılması gerekmektedir.
Beyan ilminde bu konudan daha dakik, daha ince ve latif başka bir konu göremezsin.
Keza, Kur’an’da diğer semavî kitaplarda ve nebilerin kelâmlarında
yer alan müteşâbihlerin tevili konusunda bundan daha yararlı ve yardımcı bir
unsur bulamazsın; çünkü çoğu ve büyük kısmı tahyîlât (canlandırma) kabilindendir.
(Zemahşeri Tefsiri)
68.
Ve sura üflenecek: derken Allah’ın tercih ettikleri dışında göklerde ve yerde bulunan herkes (dehşetten çarpılmışçasına) düşüp bayılacaktır. Sonra sura bir daha üflenecek: o zaman onlar yerlerinden doğrulup (sonlarını) bekleyecekler.
69.
Ve yer Rabbinin nuruyla aydınlanacak, tutulan kayıtlar ortaya konulacak, nebîler ve (diğer) tüm şahitler huzura getirilecek; onlar arasında adâletle hükmedilecek ve kendileri asla zulme uğramayacaklar.
70.
Herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenecektir. Allah, onların ne yaptıklarını en iyi bilendir.
BÖLÜM 8
71.
Kâfir olanlar grup grup [*] cehenneme sevk edilecektir. Sonunda oraya geldikleri zaman kapıları açılacak ve bekçileri onlara “Size, içinizden Rabbinizin ayetlerini [tilavet] eden (okuyup aktaran) ve bugününüzle karşılaşacağınızı uyaran elçiler gelmemiş miydi?” diyecektir. Onlar “Evet (gelmişti)!” diyecekler ancak azap sözü kâfirler üzerine hak olmuştur.
Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)
72.
Onlara “İçinde [ebedî] kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin!” denecektir. Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!
73.
Rablerine karşı [takvâ]lı (duyarlı) olanlar da grup grup cennete sevk edilecektir. Sonunda oraya geldikleri zaman kapıları zaten açılmış durumdadır[*] ve bekçileri onlara “Selam size! Tertemiz geldiniz. Artık [ebedî] kalmak üzere girin oraya!” diyecektir.
Bu ayette kullanılan [ve fütihat] ifadesinin başındaki [vâv] harfi “hal/durum” bildiren bir anlam içerdiği için cennetin kapılarının açık hale getirilmiş olacağını, bir anlamda orada herhangi bir sıkışıklığın yaşanmayacağını anlama katmaktadır. Oysa aynı konunun işlendiği Zümer 39:71’de cehennemliklerin cehennemin kapılarına getirildiklerinde orada sıkışıklık olacağı ve Furkân 25:13’te belirtildiği gibi dar bir yerinden cehenneme atılacakları mesajı söz konusu olduğu için [vâv] harfi kullanılmadan doğrudan [fütihat] edilgen fiiline yer verilmektedir. Benzer mesajlar: Ra‘d 13:24; Nahl 16:32. (Mehmet Okuyan Tefsiri)
74.
Onlar da şöyle mukabele edecekler: “Bize ettiği vaadi gerçekleştiren, bizi bu uçsuz bucaksız mekâna vâris kılan ve bizi cennette tercih ettiğimiz yere yerleştirecek olan Allah’a hamd olsun!” Bakın, çalışıp çabalayanların ödülü ne de güzelmiş.
75.
Ve sen, meleklerin Allah’ın hükümranlık makamı çevresinde halkalanıp hamd ile Rablerinin sonsuz yüceliğini dile getirdiklerini görürsün. Ki (o gün) herkes hakkında adâletle hüküm verilmiş ve şöyle denilmiştir: “Hamd olsun âlemlerin Rabbi Allah’a!”[*]
Secde ederek emrine âmâde oldukları insan oğluna verilen ödül meleklerin dahi gözünü kamaştıracak ve bu manzara karşısında cûş u hurûşa gelecekler. Zımnen: İnsanın aldığı büyük ödülde paylarının olmasına sevinecekler ve şeytan gibi insana düşman olmadıkları için hamd edecekler (Bkz: 2:30-34). Zımnen: Ey insan! Hamdlerin tümüne neden sadece Allah lâyıkmış, şimdi anladın mı? (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)