Buddha Dhatu Jadi Bandarban Altın Tapınağı olarak da bilinir, Bangladeş'in Bandarban Şehrindeki Balaghata kasabasına yakın bir yerde bulunur. Dhatu, kutsal bir kişinin maddi kalıntılarıdır ve bu tapınaktaki kalıntılar Buda'ya aittir. Bangladeş'teki en büyük Theravada Budist tapınağıdır ve ülkedeki en büyük ikinci Buda heykeline sahiptir. Dhatu, Budistler arasında gönül rahatlığı ve mutluluk sağladığına inanılan temel inançtır.
Eğer bütün insanlar (kâfirlere verdiğimiz nimetlere bakıp küfürde birleşen) bir tek ümmet olacak olmasalardı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler yapardık. Evleri için birçok kapı, üzerine kurulacakları koltuklar,
bir de altın işlemeler yapardık. Bütün bunlar, sadece dünya hayatının menfaatleridir. Ahiret (hayatının menfaatleri) ise Rabbinin katında yalnızca müttakiler / yanlışlardan sakınanlar içindir (Zuhruf 33-35)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Hâ, Mîm.
2.
Açık olan ve gerçekleri açıklayan bu kitaba yemin olsun.
3.
Düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kur’an yaptık.
4.
Şüphesiz o, katımızdaki Ana Kitap’tadır[1*]; elbette pek yücedir, doğru hükümler içerir[2*].
[1*] Bu kitap, her varlık ve olaya ilişkin ilâhî bilginin kayıtlı bulunduğu kitaptır (Ra’d 13/39, Hicr 15/4, Vakıa 56/77-78, Hadid 57/22).
[2*] Doğru olan hükme “hikmet” denir. Kur’an’ın “hakîm” yani hikmetli olması doğru hükümler içerdiği anlamına gelir (Hud 11/1).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
5.
Siz, haddi aşanlardan / zulme sapanlardan oluşan bir toplumsunuz diye, o zikri / Kur’an’ı sizden uzak mı tutalım?
6.
Daha önce gelip geçmiş nesillere nice nebîler[*] gönderdik!
Nebi kendisine Kitap verilen kişidir. Allah Enam suresinde on sekiz nebisini anlatır ve 89 ayetin ilk cümlesinde şöyle der; "İşte bunlar kendilerine kitap, hikmet ve nebilik verdiğimiz kimselerdir..." Aynı şekilde Bakara 213'te de Allah nebilere kitap verdiğini söyler. "İnsanlar tek bir toplumdu. Allah, müjde veren ve uyarılarda bulunan nebiler görevlendirdi. Ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye nebilerle birlikte, gerçekleri içeren kitaplar da indirdi. İhtilafa düşenler, daima kendilerine kitap verilenler oldu. Bu da açık ayetler geldikten sonra birbirlerine üstünlük kurma gayretlerinden kaynaklandı. Sonra Allah, ayrılığa düştükleri gerçekler konusunda, inanıp güvenenleri, kendi onayıyla doğruya yöneltti. Allah, gereğini yapanı doğru yola yöneltir." Gelenekte resullere kitap verildiği söylenir ama Kur'an'da açıkça nebilere kitap verildiğini görüyoruz. Maide 99. ayet resulün görevini açıklar; Resule düşen, tebliğden başka bir şey değildir. Allah sizin açığa vurduklarınızı da gizlediklerinizi de bilir. Nebiler aldıkları Kitabı / vahyi insanlara iletmekle görevli olduğu için her nebi aynı zamanda resuldür. (Onur)
7.
Onlara ne zaman bir nebi gelse mutlaka hafife alırlardı.
8.
Sonunda, şunlardan daha güçlü kuvvetli oldukları (halde) onları da helâk ettik; öncekilerin meselleri daha önce geçmişti.[*]
Veya: “geçmişten geriye kalan ibretlik bir anı oldular”. Tercihimiz, söz dizimiyle daha uyumludur. Daha önce geçmesinden maksat, bundan önce indirilen Fussılet 13-18. ve daha başka sûrelerde söz konusu kavimlerin helâk sürecinin anlatılmasıdır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
9.
Yemin olsun, eğer onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, kesinlikle şöyle diyeceklerdir: "Onları, Azîz; daima üstün olan ve Alîm; her şeyi bilen yarattı!"
10.
O Allah ki, yeryüzünü size bir çeşit
beşik yapmış[*] ve (istediğiniz yere,) doğru varasınız diye orada size yollar meydana getirmiştir.
Yeryüzünün insanlar için beşik kılınması gerçeğini her kuşaktan akıllar değişik biçimde algılar. Bu Kur'an'la ilk önce
muhatap olanlar belkide yeryüzünün beşik kılınması gerçeğini yeryüzünün ayaklarının altında yürümeye, önlerinde
ekip biçmeye, kısacası yaşayıp gelişmeye elverişli oluşu şeklinde algılamışlardı. Ama bugün bizler -şayet teorilerimiz
ve değerlendirmelerimiz doğru ise yeryüzünün yapısına ve uzak yakın tarihine ilişkin bilgilerimizin düzeyi ölçüsünde
bu gerçeği daha geniş boyutlu ve daha derin algılıyoruz. Bizden sonra gelecek olan kuşaklar da bu gerçeğe ilişkin
olarak bizim algılayamadığımız şeyleri algılayacaklar. Dolayısıyle bu ayetin ifade ettiği anlamın boyutları daha fazla
genişleyecek, daha fazla derinleşecektir. İnsanların deneyimleri ve bilgi düzeyleri arttıkça yeni ufuklar açılacak,
mesele yeni boyutlar kazanacaktır, insanın önünde bilinmezliklerin kapısı açılacaktır.
Bugün bizler, yeryüzünün insan türünün yaşama imkanı bulacağı bir beşik kılınması gerçeğine ilişkin olarak bu
gezegenin ardarda çeşitli evrelerden geçtiğini sonuçta insanların yaşamasına elverişli bir beşik haline geldiğini
biliyoruz. Bu evreler sürecinde yeryüzünün sert, kuru kayalık yüzeyi tarıma elverişli bir toprağa dönüşmüştür.
Hidrojen ve oksijenin birleşmesi ile yeryüzünde su meydana gelmiştir. Dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi ile,
ısısını dengeleyecek, yaşamaya elverişli olmasını sağlayacak günler oluşmuştur. Dönüş hızı da üzerindeki canlı ve
cansız varlıkların dengede durmasına, dağılıp saçılmamasına, uzay boşluğuna uçmamasına elverişli bir hal almıştır.
Yine bir gerçeğe ilişkin olarak yüce Allah'ın bu gezegene çekim gücü gibi bazı özellikler verdiğini biliyoruz. Bu
sayede yaşamaya elverişli bir hava tabakası korunmuştur. Şayet bu gezegeni saran hava tabakası gezegenin çekim
gücünden kurtulacak olursa yüzeyinde hayatı sürdürmek mümkün olmayacaktır. Nitekim çekim gücü yeterli olan,
dolayısıyle çevrelerindeki hava tabakası dağılan ay gibi bazı gezegenlerde hayat yoktur. Yüce yaratıcı bizzat bu
çekim gücünü yine yeryüzünün hareketinden kaynaklanan itim gücünü dengeleyici bir unsur olarak varetmiştir.
Böylece canlı ve cansız varlıklar dağılmaktan, boşluğa uçmaktan korunmuşlardır. Bu denge unsuru insanların ve
diğer canlıların yeryüzünde hareket etmelerine de imkan hazırlamıştır. Şayet dünyanın çekim gücü olması gereken
düzeyden fazla olsaydı canlı ve cansız varlıklar yere yapışacaklardı, hareket etmeleri imkansızlaşacaktı veya
zorlaşacaktı. Öte yandan dünyaya yönelik hava basıncı da artacaktı. Bu da insanların yere yapışmalarına neden
olacaktı. Veya zaman zaman bizim sinekleri, böcekleri elimiz değmeden üzerlerine basıncı yoğunlaştıran bir darbe ile
ezdiğimiz gibi bu durumda hava basıncı tüm canlıları ezecekti. Eğer dünya üzerindeki hava basıncı şimdiki
düzeyinden biraz daha hafiflese, o zaman göğüsler ve damarlar patlayacak içindekileri dışarı atacaklardır.
Aynı şekilde yeryüzünün beşik kılınması ve içinde yaşamaya elverişli imkanların bulunması gerçeğine ilişkin olarak,
herşeyden üstün ve herşeyi bilen yüce yaratıcının şu yeryüzüne birbiriyle uyuşan çeşitli faktörler bahşettiğini
biliyoruz. Bunlar hep birlikte insanın varolmasına, hayatını sürdürmesine yardımcı oluyorlar. Eğer bu faktörlerden
biri ortadan kalkacak olursa insanın yaşaması imkansız hale gelecek veya zorlaşacaktır. Sözünü ettiğimiz bu uyumlu
faktörlerden biri, yeryüzünde okyanuslardan ve denizlerden oluşan büyük su kitlesinin, yeryüzünde gerçekleşen çok
sayıdaki kimyasal reaksiyonlar sonucu açığa çıkan gazları emecek nitelik olması, dolayısıyle dünyanın atmosferini
sürekli canlıların yaşamasına elverişli durumda tutmasıdır. Yine bu uyumlu faktörlerden biri, bitkilerin, canlıların
yaşamak için solunum yoluyla içlerine çektikleri oksijen ile bitkilerin gerçekleştirdikleri fotosentez olayı sonucu
dışarıya verdikleri oksijeni dengeleyici bir rol üstlenmeleridir. Eğer bu denge olmasaydı, bir süre sonra canlılar
boğulacaklardı.
Böyle, böyle... "O, size yeri beşik kılan ve doğru gitmeniz için yeryüzünde size yollar gösterendir" gerçeğinin ifade
ettiği birçok anlamı gün geçtikçe görme imkanına kavuşuyoruz. Ve bunlar ilk kez bu Kur'an'la muhatap olanların
algıladıkları anlamlara ekleniyorlar. Hiç kuşkusuz bunların tümü gökleri ve yeri yaratan üstün iradeli ve herşeyi
bilen yüce Allah'ın gücüne ve bilgisine tanıklık etmektedir. Nereye bakarsa baksın, neyi düşünürse düşünsün insan
kalbine herşeye gücü yeten, herşeyi yönlendiren ilahi eli göstermektedir. Boşuna yaratılmadığını, başıboş
bırakılmadığını, bu ilahi elin kendisini tuttuğunu, adımlarını attırdığını, dünya hayatında, bu hayattan tince ve sonra
attığı her adımı onun yönlendirdiğini düşünmesini sağlıyor.
"doğru gitmeniz için.." Çünkü bu evrenin planı ve evrene egemen olan birbiriyle uyumlu yasalar sistemi insan
kalbinin bu evrenin yaratıcısı ve evrendeki bu ince ve akıllara durgunluk veren düzenin kurucusu yüce Allah'a doğru
yol almasının garantisidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
11.
O, gökten bir ölçüye göre su indirendir. Onunla ölü bir beldeyi canlandırır. Siz de (öldükten sonra topraktan) aynı şekilde çıkarılacaksınız.[*]
Gökten inen suyu herkes biliyor, herkes görüyor. Ne var ki çoğu insan, uzun süre alışmış olmaktan, sık sık
tekrarlanmaktan dolayı bu hayret verici olayı, ürpermeden, uyanmadan bakıp gidiyor. Fakat Hz. Muhammed -salât
ve selâm üzerine olsun- gökten inen suyun damlalarını sevgiyle, sevinçle, coşkuyla, mutlulukla karşılardı. Çünkü bu
damlalar ona Allah'ın katından geliyorlardı. Çünkü onun diri kalbi, bu yağmur damlaları içinde yüce Allah'ın canlı
sanatını algılıyordu, onun harikalar yaratan elini görüyordu. Zaten Allah'a bağlı olan ve Allah'ın varlık alemine
egemen kıldığı yasalar sistemi ile iletişim kuran bir kalp bu olayı bu şekilde algılamalıdır. Çünkü o da bu evrende
yürürlükte olan yasalar sisteminin bir ürünüdür. Yüce Allah'ın gözü her an bu yasaların üzerindedir, her seferinde
ve her damlasında Allah'ın eli işin içindedir. Gökten inen suyun aslının yeryüzünden yükselen ve gökyüzünde
yoğunlaşan buharın olması bu gerçeğin etkisini yok etmez, sıcaklığını kaybettirmez. Şu yeryüzünü yaratan kimdir?
Kim yeryüzünde suyu var etmiştir? Sıcaklığı yeryüzüne yansıtan kimdir? Suya sıcaklığın etkisiyle buharlaşma
özelliğini kim vermiştir? Buhara yükselme ve uzayda yoğunlaşma yeteneğini kim bahşetmiştir? Şu evrene,
yoğunlaşan buharın elektrikle yüklenmesini, bu elektriklerin sürtüşüp ayrılmalarım dolayısıyle yağmurun yağmasını
sağlayan diğer özellikleri kim yerleştirmiştir? Sonra nedir bu elektrik? Elbirliği ile suyun yağmasını sağlayan şu
özellikler, şu sırlar nedir? Bu konularda elde edilen bilgiler şu dehşet verici evrenin mesajını algılamamızı önleyen bir
perdeye dönüşmüştür. Oysa bu bilgi sayesinde daha duyarlı hale gelmeliydik, kalbimiz daha çok incelmeliydi.
"Gökten bir ölçüye göre suyu indiren O'dur."
Buna göre yağmur, bir ölçüye, bir plana göre yağıyor. Ne bütün canlıları boğacak kadar çok, ne de toprağı
kurutacak, dolayısıyle hayatı zorlaştıracak kadar az... Biz akıllara durgunluk veren bu dengeyi, bu uyumu bizzat
gözlemleyebiliyoruz ve bugün yüce Allah'ın dilediği şekilde hayatın ortaya çıkıp süreklilik kazanması için bunun ne
kadar zorunlu olduğunu anlıyoruz.
"Biz onunla kupkuru ölü bir memlekete hayat verdik."
Canlıların yaratılışı ve hayatın ortaya çıkışı suya bağlıdır. Çünkü her canlı varlık canlılığını suya borçludur.
"Siz de böyle tekrar diriltileceksiniz:'
Çünkü hayatı ilk kez meydana getiren, aynı şekilde bu işlemi tekrarlayacaktır. ilk kez ölü topraktan canlı varlıklar
çıkaran yüce Allah kıyamet günü tekrar bu canlıları topraktan çıkaracaktır. Çünkü bir şeyi tekrar yapmak ta ilk kez
yapmak gibidir. Yüce Allah'a göre bunun zor bir tarafı yoktur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
12.
Yeryüzündeki her şeyi çift (erkekli, dişili) yaratan, sizin binek olarak kullandığınız gemileri ve hayvanları var eden de O dur.[*]
Surenin akışı burada insanlara yüce Allah'ın kendilerini yeryüzüne halife tayin etmekle, bu amaçla hizmetlerine
çeşitli güç ve enerji kaynaklarını vermekle ne büyük bir lütufta bulunduğunu hatırlatıyor. Sonra, bu nimete ve bu
seçime karşılık bir şükür ifadesi olarak takınılması zorunlu olan edep tavrına dikkatlerini çekiyor. Hayat alanındaki
her harekette kalplerin yüce Allah a bağlı kalması için nimetle karşılaştıkları her anda bu nimeti vereni
hatırlamalarını sağlıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
13/14.
Ta ki onların üstüne binerken Rabbinizin nimetini hatırlayasınız ve şöyle diyesiniz: "Bunları bizim hizmetimize veren Allah yüceler yücesidir, her türlü eksiklikten münezzehtir. O lütfetmeseydi biz buna güç yetiremezdik. Muhakkak ki biz sonunda Rabbimize döneceğiz.”[*]
Nimetleri bahşeden yüce Allah hakkında takınılması zorunlu olan edep tavrı budur. Bize bahşettiği herhangi bir
nimetinden yararlandığımızda onu hatırlamamız için yüce Allah buna dikkatimizi çekiyor. Oysa biz bu sayısız
nimetler arasına dalıp dilediğimiz gibi yararlanıyoruz ama nimetleri vereni unutuyoruz.
Bu meseleye ilişkin olarak islamın öngördüğü edep tavrı, halkın terbiyesi ile, vicdanın canlandırılması ile sıkı sıkıya
bağlantılıdır. Çünkü bu, sadece hayvanların sırtına, gemileri üzerlerine kurulmakla bir anda gelip kaybolan
geleneksel bir ifadedir. Sadece dille söylenen ama kalpte gerçekliği bulunmayan kuru bir söz de değildir. Bu, yüce
Allah'ı gerçek anlamda hissetmek, onunla kulları arasındaki bağın gerçek mahiyetini kavramak, insanı kuşatan her
şeyde, yüce Allah'ın karşılıksız olarak, sırf onlara yönelik lütfunun, bağışının bir belirtisi olarak hizmetlerine sunduğu
herşeyde onun elini hissetmek için duyguların canlanması amacına yönelik bir uyarıdır. Çünkü insanlar, yüce Allah'ın
kendilerine yönelik lütfuna hiçbir şekilde karşılık veremezler. Bir de, kalplerin sürekli sonunda Allah'ın huzurunda
hesap vereceklerinin ürpertisi içinde olmaları amaçlanmaktadır. Bütün duygular, insan kalbinin sürekli uyanık
kalmasının, duyarlı olmasının, Allah'ın gözetimini bir an bile unutmamasının, unutkanlık, gaflet ve hareketsizlik
sonucu duyarsızlaşmamasının, donuklaşmamasının garantisidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
15.
Bazı kullarını, Allah’ın bir parçası (evladı) saydılar[*]. Gerçekten insan apaçık nankördür.
Öyle iken tuttular da O'na kullarından bir parça isnad ettiler. Bu âyet, yukarıdaki "Celalim hakkı için sorsan onlara o gökleri ve yeri kim yarattı? Elbette diyecekler: Onları o güçlü ve herşeyi bilen yarattı." (Zuhruf, 43/9) âyeti ile ilgilidir. Allah'ın bütün göklerin ve yeryüzünün yaratıcısı olduğunu ikrar ve itiraf ederlerken çelişkiye bak ki bir de tutarlar Allah'a kullarından bir parça yaparlar. Burada birkaç mânâ vardır. Önce bu, "Hulûl"ü (Allah'ın kulların cesetlerine girdiğini) ibtaldir. Çünkü Hulûliyye Allah'ı kullarından bir cüz yapmış olur. İkincisi "veled" (çocuk) isnad edenleri kınamadır. Çünkü çocuk, babasının parçasından hasıl olduğu için onun parçasıdır. Üçüncüsü müşrikler her mabuda bir hisse vermekle Allah'a kullarının bütünü değil, yalnız bir parçasını tanımış, yalnız bir hisse vermiş oluyorlar. Diğer hisseler diğer taptıklarının sayılmış olur. Çünkü insan apaçık çok nankördür, çünkü inkar ve şirk nankörlüğün en açığıdır. Allah'ın hepsini yaratmış olduğu malum iken sonra dönüp yaratıcıyı yaratılmıştan veya yaratığı yaratıcıdan parça yapmak veya yaratıcının yaratığını tamamen kendinin saymayıp şirk koşmak apaçık küfür ve nankörlüktür. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
BÖLÜM 2
16.
Ne o, yoksa O, yaratıklarından, aklınız sıra kızları Kendisi evlat edindi de, o değerli oğulları size mi ikram etti?[*]
Madem ki yüce Allah evlad edinmiştir, niye kızları kendisine, oğulları da onlara ayırmıştır? Kendileri kızlarının
olmasından hoşlanmazken, böyle bir durumda üzülürken Allah'ın kızlarının olduğunu ileri sürmeleri doğru mudur? (Seyyid Kutub Tefsiri)
17.
O müşriklerden her biri, Rahman’a yakıştırdığı kız çocuğunun dünyaya geldiği haberini alınca, birden yüzü mosmor kesilir, kederinden yutkunur durur.
18.
O, açığa vurmadığı bir çatışma içine girer: (Şöyle der:) “Süsler içinde yetiştirilecek biri ha!”[*]
"Fakat Rahman olan Allah'a isnad ettiği kız evlat kendilerinden birine müjdelenince, o kimsenin yüzü simsiyah
kesilir, öfkesinden yutkunup durur." Kendilerine müjdelendiği zaman öfkelendikleri bir şeyi Allah'a nisbet etmemek
takınılması gereken zorunlu bir edep tavrı değil miydi? Uygun olanı bu değil miydi? Oysa onlardan birine kız evladın
oldu diye haber verildiği zaman, öfkesinden yüzü simsiyah kesilir. Öfkeleri yüzlerinden okunur. Kızar, kız çocuğunun
olduğunu gizlemeye çalışırlar. Kızgınlıktan parçalanacak gibi olurlar. Şu halde süs içinde, nazla, şefkatle büyüyen
kızları Allah'a nispet etmeleri yakışık alıyor mu? Edep tavrına uyuyor mu? Bilindiği gibi kızlar kavgaya, savaşmaya
güç yetiremezlerdi. Fakat onlar toplum olarak savaşçılardan ve söz ustalarından hoşlanırlardı. Kur'an-ı Kerim onları
kendi mantıklarını kullanarak suçüstü yakalıyor. Nefret ettikleri şeyleri yüceltip Allah'a dayandırmalarından dolayı
onları utandırıyor. Mutlaka böyle bir şey yapmak zorundaydılarsa hoşlandıkları, sevindikleri şeyleri seçip Rabb'lerine
dayandırsalardı ya. (Seyyid Kutub Tefsiri)
19.
Rahmanın kulları olan melekleri dişi (kız) olarak nitelediler. Peki! Onlar meleklerin yaratılışına şahit mi oldular? Onların bu şahitlikleri kayda alınacak ve (hesap günü) onlara sorulacak.
20.
Bir de şöyle dediler: “Rahman farklı bir tercihte bulunsaydı[*] onlara (meleklere) kulluk etmezdik.” Bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece delilsiz konuşurlar
Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
21.
Yoksa biz onlara yazılı bir belge verdik de, onlar bu belgelere dayanarak mı bu iddiaları söylüyorlar?
22.
Hayır (onların aklî ve naklî hiç bir delilleri yoktur, ancak) şöyle dediler: "Biz, atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerince giderek hidayet buluruz."[*]
Hiçbir güce dayanmayan tutarsız, çelişkili olmasının ötesinde insanı gülünç duruma düşüren saçma bir sözdür bu.
Düşünmeden, taşınmadan, bir kanıt, bir delil isteme gereği duymadan sadece taklit etmenin, papağan gibi
söylenenleri tekrar etmenin belirtisidir. Nereye gidiyoruz? diye sormadan, yoldaki işaretleri bilmeden, nereye
sürüklenirse o tarafa doğru giden hayvan sürüsünü andıran aşağılayıcı bir tablodur bu.
İslam fikir özgürlüğünü, serbest düşünceyi öngören bir dindir, bu yüzden bu tür aşağılayıcı bir taklitçiliği, günah ve
ihtiraslarla övünmek amacıyla babaları, ataları körü körüne izlemeyi onaylamaz. Bir dayanak olmalıdır, bir kanıt
olmalıdır, düşünüp değerlendirmek gerekir. Sonra kesin bir inanca, net bir anlayışa dayalı özgür bir seçim
zorunludur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
23.
İşte böyle senden önce hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın ileri gelen zenginleri: "Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız" dediler.[*]
"Böylece doğru yola girmekten kaçınanların, burun kıvıranların karekterlerinin aynı olduğu, sürekli aynı kanıtı ileri
sürdükleri ortaya çıkıyor: "Biz babalarımızı bu din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz" veya "onların
izlerine uyuyoruz..." Sonra bu taklitçilikten dolayı kalpleri kilitleniyor, akılları köreliyor. Daha doğru, daha üstün ve
kanıtla kesinleşse bile yeni birşeyi düşünemez oluyor. Sonra görmek için gözlerini, hissetmek için kalbini, anlamak
için aklını açmak istemeyen bu tiplerin yok olmaları, tarih sahnesinden silinip gitmeleri kaçınılmaz oluyor.
İşte bu tip insanların kaçınılmaz akıbetleri Kur'an-ı Kerim, izledikleri yolup nereye varacağını belki görürler diye bu
akıbeti gözlerinin önüne seriyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
24.
Gönderilen uyarıcı; "Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmişsem de mi bana uymazsınız?" deyince, onlar: "Gerçekten biz sizin tebliğ için gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz" dediler.
25.
Bunun üzerine, Biz de onlara yaptıklarının acısını tattırdık: Bak(ın) işte, hakikati yalanlayanların sonu nasılmış gör(ün)!
BÖLÜM 3
26.
Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım.
27.
Ancak beni yaratana kulluk ederim. Çünkü O bana doğru yolu gösterecektir."
28.
Onun bu sözünü, ardından geleceklere sürekli kalacak bir ilke olarak bıraktık ki, insanlar Rabblerine dönsünler.
29.
Doğrusu bunları ve babalarını kendilerine apaçık gerçeği ortaya koyan, bir elçi gelinceye kadar yaşatıp geçindirdim.
30.
Ama bu gerçek kendilerine gelince: "Bu sihirdir, biz bunu kabul etmeyiz" dediler.[*]
Gerçek ile büyü kesinlikle birarada olmaz. Çünkü gerçek açıktır, nettir. Ama büyü göz boyayıcılıktır, asılsızdır.
Büyünün saçma olduğunu, batıl olduğunu en başta kendileri bilirlerdi. Öte yandan Kureyş kabilesinin ileri
gelenlerinin bu Kur'an'ın gerçek oldu unu bilmemeleri imkansızdı. Ne var ki onlar peşlerine takılan kitleleri
kandırıyorlardı ve "Bu Kur an büyüdür diyorlardı. Kelimelerin üstüne basa basa onu inkar ettiklerini duyuruyor "Biz
onu tanımayız" diyorlardı. Amaçları, halk kitlelerinin kafasına kendilerinin söyledikleri sözlerden emin oldukları
düşüncesini yerleştirmekti. Böylece çeşitli hareketlerle. işaretlerle onları da peşlerine takmaktı. Kitleleri kandırmak
amacı ile bu tür yollara tüm zorba yönetimlerde başvurulur. Yönetim kadrolarının üst düzeyinde yer alanlar halk
kitlelerinin kendi kontrollerinden çıkıp tevhide (yani Allah'ın birliği ilkesine) sarılmalarından korkarlar. Çünkü bu
durumda büyüklük taslayanların birer birer haksız yere işgal ettikleri makamlardan yuvarlanacaklarım, herşeyden
yüce ve herşeyden büyük olan Allah'tan başka kimseye kulluk sunulmayacağını, O'ndan başkasından
korkulmayacağını bilirler. (Seyyid Kutub Tefsiri)
31.
Şunu da dediler: “Bu Kur’an, iki kentin birinden bir büyük adama indirilseydi ya!”[*]
İki şehirden kasıtları Mekke ve Taif'ti. Kuşkusuz Peygamber efendimiz Kureyş kabilesinin, ardından Haşimoğullarının
en seçkin ailesine mensuptu. Bunlar da Araplar arasında üstün bir konuma sahiptiler. Ayrıca Peygamberimizin
kendisi de peygamber olarak gönderilmeden önce çevresinde üstün ahlâkı ile tanınırdı. Ancak kabile yapısından
kaynaklanan değerlerle övünen bir ortamda bir kabile lideri, bir aşiret başkanı değildi. "Bu Kur'an iki şehrin birinden
bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" diyerek O'nun peygamberliğine itiraz edenler bunu kastediyorlardı.
Oysa yüce Allah peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. O, bu göreve en fazla lâyık olduğunu
bildiği kişiyi seçmiştir. Belki de yüce Allah bu dinin, kendi tabiatının dışında bir dayanağının, kendi gerçekliğinden
başka bir gücünün olmasını istememiştir. Bu yüzden bu görev için, en büyük ayrıcalığı, meziyeti, ahlâkî olan birini
seçmiştir. Bu ise bu dinin tabiatına uygun bir meziyettir. Bu görev için, en belirgin özelliği her türlü maddi
dayanaktan soyutlanmak, maddi değerlere önem vermemek olan bir kişiyi seçmiştir. Bu da davanın gerçekliğinde
önemli yeri bulunan bir özelliktir. O'nun bir kabile lideri, bir aşiret başkanı, bir makam sahibi, bir servet sahibi
olmasını istememiştir. Gökten inen bu davaya yeryüzü menşeli tek bir değer karışmasın diye. Her türlü maddi
değerden soyutlanmış kişiliğinin yanısıra davanın tabiatına ters düşen bir başka etken sözkonusu olmasın diye. Bu
davanın özüne ihtiraslar bulaşmasın, iffetli görünmek isteyenler ondan kaçınmasın diye.
Ne var ki, dünya zevklerine, yeryüzü kaynaklı değerlere yenik düşen bu toplum, gök menşeli davanın tabiatını
kavrayamayan bu millet, Peygamber efendimizin bu görev için seçilmiş olmasına itiraz ediyordu.
"Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" Kur'an-ı Kerim onların Allah'ın rahmetine
yönelik bu itirazlarını olumsuz karşılayarak, çirkin bir tutum olarak nitelendirerek cevap veriyor. Çünkü ilahi rahmet
kullarından dilediğini bu görev için seçer. Bunun yanısıra onların yeryüzü kaynaklı değerler ile gök menşeli değerleri
birbirine karıştırmalarına da tepki gösteriyor ve onların övündükleri değerlerin gerçek mahiyetlerini ve Allah'ın
ölçüsündeki ağırlıklarını açıklıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
32.
Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Asıl onlar arasında, bu dünya hayatındaki geçimlerini paylaştıran ve bir kısmı diğer kısmını istihdam etsin diye birbirlerine farklı oran ve alanlarda üstün kılan Biziz: Rabbinin rahmeti var ya: onların biriktirdiği her şeyden daha değerlidir.
33.
Eğer bütün insanlar (kâfirlere verdiğimiz nimetlere bakıp küfürde birleşen) bir tek ümmet olacak olmasalardı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler yapardık.
34.
Evleri için birçok kapı, üzerine kurulacakları koltuklar,
35.
bir de altın işlemeler yapardık. Bütün bunlar, sadece dünya hayatının menfaatleridir. Ahiret (hayatının menfaatleri) ise Rabbinin katında yalnızca müttakiler[*] / yanlışlardan sakınanlar içindir.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
BÖLÜM 4
36.
Kim Rahman’ın Kur’an’ından yüz çevirirse ona, bir şeytanı arkadaş veririz ve o şeytan artık onun ayrılmaz dostudur.[*]
(Ona bir şeytan sardırırız) yani onunla şeytanları arasından çekilir, onu kendi hâline bırakırız! Tıpkı “Biz onların başına birtakım (şeytanî) yoldaşlar sardık” [Fussilet 41/25] ve “Bilmiyor musun ki, inkârcı
nankörlere onları kışkırttıkça kışkırtan ‘şeytan’lar göndermekteyiz?” [Meryem
19/83] âyetlerindeki gibi. (Zemahşeri Tefsiri)
37.
Bu şeytanlar onları yoldan çıkarırlar, ama onlar kendilerinin hâlâ doğru yolda olduklarını sanırlar.
38.
Nihayet kıyamet günü bize gelince, arkadaşına: "Keşke seninle benim aramda doğu ile batı arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı. Sen ne kötü arkadaşmışsın!" der.
39.
Yakınmanızın bugün size bir yararı olmayacak, çünkü yanlış yapmıştınız. (Bilin ki) Siz bu azabı birlikte çekeceksiniz.
40.
Ey Muhammed! Sen mi sağırlara işittireceksin, yahut kör ve apaçık sapıklıkta olanı doğru yola ileteceksin?[*]
Aslında onlar ne sağırdırlar ne de kördürler. Sadece sağır ve körler gibi sapıklıkta yüzüyorlar. Hidayete yönelik
çağrıya kulaklarını tıkıyorlar. Doğru yolun işaretlerini görmemek için gözlerini kapıyorlar. Peygamberin görevi ise
dinleyene dinletmektir. Görene göstermektir. Onlar organlarını devre dışı bırakıyorlarsa, kalplerinin ve ruhlarının açık
pencerelerini tıkıyorlarsa, peygamberin onları doğru yola iletmesi mümkün olmayacaktır; sapıklık içinde yüzmelerinin
sorumluluğu da peygambere ait değildir. Çünkü peygamber elinden geldiği ve gücünün yettiği kadariyle görevini
yerine getirmiştir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
41.
Seni (onların arasından) alıp götürürsek hak ettikleri cezayı onlara elbette veririz
42.
Veya onları tehdit ettiğimiz şeyi (azaba uğradıklarını) senin görmeni sağlarız. Onların üzerinde elbette tam hakimiyetimiz vardır
43.
Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl, çünkü sen doğru yoldasın.
44.
Doğrusu o Kur’an, senin için de, kavmin için de bir öğüttür ve siz ondan sorguya çekileceksiniz[*].
Bu ayet, şu iki anlama da gelebilir:
Birincisi: Bu Kur'an sana ve kavmine yönelik bir hatırlatmadır. Kıyamet günü bu hatırlatma esas alınarak sorguya
çekileceksiniz. Bu hatırlatmanın dışında bir gerekçeye de ihtiyaç yoktur.
İkincisi: Bu Kur'an senin ve senin kavminin adını, şanını yükseltmektedir. Nitekim bu anlam fiilen gerçekleşmiştir.
Bin dörtyüz yıldan beri sabahtan akşama kadar milyonlarca dudak peygamber efendimize salat ve selam
okumaktadır, sevilen, özlem duyulan bir dost gibi adını anmaktadır. Uzun zamandan beri milyonlarca gönül onun
özlemiyle, onun sevgisiyle çırpınmaktadır. Bu durum kıyamet gününe kadar sürecektir.
Peygamber efendimizin kavmi olan Araplara gelince, bu Kur'an geldiği zaman dünya onların varlıklarının farkında
bile değildi. Farkında olsalar bile hayat içinde sıradan bir toplum olarak algılanırlardı. İnsanlık tarihinde en büyük
rolü üstlenmeleri bu Kur'an sayesinde olmuştur. Dünyanın karşısına bu Kur'an'la çıkmış, bununla tanınmışlardı, bu
Kur'an'a sıkı sıkıya sarıldıkları sürece uzun zaman dünyaya hükmetmişlerdi. Fakat bu Kur'an'dan uzaklaşınca
yeryüzü onları tanımaz oldu. Dünya onları küçümsedi. Daha önce kafilenin önünde giden önderler konumundayken
şimdi kafilenin en gerisine düşmüşlerdir.
Hiç kuşkusuz bu, ağır bir sorumluluktur. Yüce Allah dininin taşıyıcıları, paramparça olmuş insanlık kafilesinin
öncüleri olarak seçtiği bir ümmeti emanetin gereğini yerine getirmezse bu sorumluluğundan dolayı hesaba
çekecektir. "Sorumlu tutulacaksınız..."
Bu son anlam daha geniş boyutlu ve daha kapsamlıdır. Ben de bu ikinci anlama eğilimliyim. (Seyyid Kutub Tefsiri)
45.
Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize sor:[*] Rahmân’dan başka kulluk edilecek ilâhlar var etmiş miyiz?
‘Peygamberlere sormaktan maksat gerçekten sorma değildir; çünkü bu muhaldir; ancak bu soru, onların dinleri üzerinde düşünüp şeriatlerini gözden geçirmektir. Peygamberlerin dinlerinden herhangi birinde putlara
tapınmak var mıdır? Allah’ın önceki kitaplarını doğrulayan mu‘cize kitabına
bakmak ve onda insanların, Allah’ın hiçbir delil indirmediği -kendisi dışındaki varlıklara taptıklarını bildirdiğini görmek bu düşünce ve araştırma için yeterlidir. Hatta bu konuda bizzat bu âyet bile başkasına ihtiyaç bırakmaksızın
yeterlidir! Sorunun, gerçek anlamda anlaşılmasının doğru olmadığı yerlerde
‘düşünüp araştırmak’ anlamında mecaz olarak kullanılması pek çoktur. Şairlerin (ıssız) yurtlara, sevgiliden kalan iz ve nişanlara soru sorması bu kabildendir. Şöyle diyen kişinin ifadesi de bu kabildendir: “Toprağa sor! Irmaklarını
kim kazdı, ağaçlarını kim dikti, meyvelerini kim derdi?” Toprak sana konuşarak cevap vermese de ibret almanı sağlayarak cevap vermiş olur. (Zemahşeri Tefsiri)
BÖLÜM 5
46.
Biz Musa’yı açık delillerle Firavun’a ve onun seçkin yöneticilerine göndermiştik ve onlara "Ben alemlerin Rabbinin elçisiyim" demişti.
47.
Fakat ardından, onların önüne mucizevi ayetlerimizi sürünce, onlar hemen alay etmeye başladılar.
48.
Oysa ki onlara gösterdiğimiz her mucizevi ayet bir öncekinden daha büyüktü: Bir de onları, belki dönerler diye bela(lar)la kuşattık.
49.
Bunun üzerine dediler ki: “Ey sihirbaz! Seninle yaptığı sözleşmenin hatırına bizim için Rabbine dua et; çünkü biz artık doğru yola gireceğiz.”
50.
Ama cezayı kaldırır kaldırmaz derhal sözlerinden caydılar.[*]
Görüldüğü gibi Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- gösterdiği mucizeler onların inanmalarını sağlayamıyor. Üstelik
bu ayetler peşpeşe gösteriliyor ve herbiri diğerinden daha büyük ve daha etkileyicidir. Hiç kuşkusuz onların bu
tutumu yüce Allah'ın birçok surede geçen ve somut mucizelerin doğru yolu bulmaya yatkın olmayan bir kalbi
hidayete getiremeyeceği, peygamberin sağırlara mesajım işittiremeyeceği, gerçeği körlere gösteremeyeceği
anlamına gelen sözünü doğrulamaktadır.
Burada ilginç olanı Kur'an-ı Kerim'in aktardığı Firavun ve devlet erkanının şu sözleridir: "Ey büyücü, bizim için
Rabbine dua et, sende bulunan ahdin hürmetine bizi bağışlamasını dile, artık yola geleceğiz." Musibetle yüzyüze
gelmişler. Başlarındaki belayı kaldırması için Musa'dan yardım istiyorlar, ona yalvarıyorlar. Buna rağmen ona "Ey
büyücü" diyorlar. Aynı şekilde "Bizim için Rabbine dua et, sende bulunan ahdin hürmetine..." diyorlar. Oysa Musa,
onlara ben "alemlerin Rabbinin" elçisiyim, diyor. Alemlerin Rabbi, sadece onun Rabbi değil. Ne var ki, ne somut
mucize, ne de peygamberin sözleri onların taşlaşmış kalplerine etki etmiyor. "Artık yola geleceğiz" demelerine
rağmen, içlerinde imanın yumuşaklığından eser yok.
"Fakat biz onlardan azabı kaldırınca sözlerinden dönmeye başladılar."
Şu da var ki, kitleler somut mucizelerden etkilenebilirler. Gerçek, onların kandırılmış gönüllerine yol bulabilir. Bu
sırada Firavun tacıyla, tahtıyla, saltanatıyla, göz kamaştırıcı süsleri ve ihtişamı içinde görünüyor. Yüzeysel
mantığıyla sıradan halk kitlelerinin aklını çeliyor. Firavunun mantığı yüzeyseldir ama, baskıcı zorba yönetimlerde
kul-köle haline getirilmiş, kibire, şatafata konan kitlelér nezdinde geçerli olan bu mantıktır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
51.
Firavun, halkına seslendi: “Ey halkım! Mısır'ın egemenliği ve ayaklarımın altından akıp giden şu nehirler benim değil mi? Görmüyor musunuz?”[*]
Mısır mülkü ve Firavun'un ayaklarının altından akan nehirler halk kitlelerinin gözleriyle gördükleri ve görkeminden
etkilenip büyüklendikleri şeylerdi. Onlara işaret edilmiş olması kitleleri etki altına alıp isteneni kabul ettirmek için
yeterliydi. Fakat göklerin, yerin ve her ikisinin arasındaki varlıkların oluşturduğu olağanüstü mülkü -ki Mısır mülkü
bu mülk içinde hiçbir değer ifade etmez- hissetmek için, onunla Mısır'ın basit ve değersiz mülkünü yerli yerine
koymak, gerçek değerlerini vermek için mü'min kalpler gereklidir.
Görkemli, şatafatlı yıldızlı şeyler, köleleştirilmiş, tağutların kulu haline getirilmiş, çeşitli entrikalarla aldatılmış halk
kitlelerinin gözünü kamaştırır. Aklını ve kalbini bunların aldatıcı etkisinden kurtarıp ta uçsuz bucaksız evren mülkünü
düşünemez, olurlar.
Bu yüzden Firavun bu gönüllerin tellerine nasıl dokunacağını, onları yalın, yaldızlı ve şatafatlı mülküyle baştan
çıkaracağını bilmişti. (Seyyid Kutub Tefsiri)
52.
Ben, ne demek istediğini bile anlatamayan şu zavallı adamdan daha iyi değil miyim?[*]
Bununla Hz. Musa'nın bir kral, bir emir, gözle görülür bir servet ve güç sahibi olmadığını kastediyor. Belki de
bununla, onun kul-köle haline getirilmiş, horlanmış halka, yani İsrailoğullarına mensup olduğuna işaret ediyor.
"Neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adam" sözüyle de Mısır'dan çıkmadan önce, Musa'nın dilindeki
tutukluğu istismar etmek istiyor. Yoksa Hz. Musa yüce Allah'a dua edip "Ya Rabbi gönlümü genişlet, görevimi
kolaylaştır. Dilimin düğümünü çöz." (Taha suresi, 25-27) diye yalvarınca yüce Allah duasını kabul etmişti. Dilindeki
düğüm çözülmüş, açık ve meramını anlatabilecek şekilde konuşur olmuştu.
Kuşkusuz kandırılmış, sıradan halk kitlelerine göre, Mısır'ın mülküne sahip olan, ülkesinde baştan başa nehirler akan
Firavun, gerçek sözü söylemesine, peygamberlik makamında olmasına ve insanı azaptan kurtulmaya çağırmasına
rağmen Musa'dan -selâm üzerine olsun- daha hayırlı olacaktır(!). (Seyyid Kutub Tefsiri)
53.
Sonra, neden ona hiç altın bilezikler verilmemiş ve neden onunla birlikte bir melek gelmiş değil?"[*]
Eski Mısır’da altın bilezik ve künyeler bir soyluluk nişanı (karş. Tekvîn xli, 42) yahut, en azından yüksek sosyal statünün bir işareti olarak görülürdü. Bu, yukarıda 31. ayette işaret edilen, müşriklerin Muhammed (s)’e itirazlarının bir uzantısıdır: “Bu Kur’an, neden iki şehrin bazı ileri gelenlerine inmedi?” Aynı şey, daha sonra geçen “meleklerin bulunmayışı” atfı için de geçerlidir. (Muhammed Esed Tefsiri)
54.
Böylece Firavun, kendi toplumunu aşağıladı; ama onlar ona gönülden boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir toplumdu[*].
Ve sınama, uyarma, gerçekleri gösterme aşaması sona eriyor. Artık yüce Allah onların inanmayacaklarını biliyor.
Mü'minlere yönelik baskılar artmış, halk kitleleri, büyüklenen, gurura kapılan Firavun'a boyun eğmiş, Allah'ın
ayetlerinden, gerçeği gösteren belgelerden, nurdan kaçınmış, gözlerini koparmıştır. Böylece yüce Allah'ın sözü
yerine gelmiş; tehdidin gerçekleşme zamanı gelmiştir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
55.
Onlar bizi üzüp kızdırınca[*] biz de onlara hak ettikleri cezayı verdik ve hepsini suda boğduk
Allah, Firavun ve halkının yola gelmesi için her şeyi yaptı ama bir türlü yola gelmediler (A’raf 7/134-135, Taha 20/43-44). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
56.
Onları geçmişten kalan bir hatıra ve sonrakiler için bir ibret örneği kıldık.
BÖLÜM 6
57.
Şimdi, ne zaman bir örnek olarak Meryem oğlu anlatılsa, kavmin hemen ondan ötürü feryat ediyor![*]
Tarihçi İbn-i İshak Peygamber efendimizin hayatına ilişkin kitabında şunları anlatır: Bana ulaşan haberlere göre
birgün Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Mescitte (Kabe'de) Velid b. Muğire ile birlikte
oturuyordu. O sırada Nadr b. Haris de gelip onların yanına oturdu. Mescitte birden çok Kureyşli de bulunuyordu.
Peygamber efendimiz konuşuyor Nadr b. Haris de ona karşı çıkıyordu. Peygamberimiz onu susturuncaya kadar
konuştu. Sonra da hem ona hem de diğerlerine şu ayeti okudu: "Siz ve Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız sözde
ilahlar cehennem odunusunuz. Hepiniz oraya gireceksiniz." (Enbiya suresi, 98) Sonra peygamberimiz onlardan
ayrılıp gitti. Bu sırada Abdullah b. Ze'barî et Temimî gelip onların yanına oturdu. Velid b. Muğire ona şunları söyledi:
"Vallahi Nadr b. Haris Abdulmuttalib'in oğlu karşısında konuşamadı! Muhammed bizim ve tanrılarımızın cehennem
yakıtı olduğunu ileri sürüyor." Bunun üzerine Abdullah b. Zeb'ari "Vallahi onu bulursam tartışırım ve kesinlikle onu
yenerim" dedi. Sonra şunları ekledi: Sorun Muhammed'e Allah'tan başka tapılan herkes tapanlarla birlikte ateşte
midir? Çünkü biz meleklere tapıyoruz, Yahudiler Üzeyre, Hristiyanlar da Meryemoğlu İsa'ya tapıyorlar. Abdullah b.
Zeb'ari'nin bu sözleri Velid b. Muğire ve orada bulunanların hoşuna gitti. Onlara göre Abdullah, Peygamber
efendimize karşı iyi bir delil bulmuştu, onu yenecekti(!) Gidip bu söylenenleri Peygamber efendimize anlattılar.
Peygamberimiz de şöyle dedi: "Allah'tan başka kendisine tapılmasını isteyen herkes tapanlarla birlikte ateştedir.
Yahudi ve Hristiyanlara gelince onlar sadece şeytana ve ona ibadet etmelerini isteyen kişilere tapıyorlar." Bunun
üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Daha önce akıbetlerinin iyi olacağım takdir ettiğimiz kimselere gelince, onlar
cehennemden uzak tutulacaklardır" (Enbiya suresi, 101) Yani İsa, Üzeyr ve ikisi ile birlikte kafirlerce ibadet edilen,
ama yüce Allah'a kulluk sunmaya devam eden Hahamlar ve papazlar cehennemden uzak tutulacaklar. Çünkü
onlardan sonra gelen sapıklar onları Allah'tan başka Rabbler edinmişler. Ardından, Hz. İsa'dan sözedilmesi, Allah'ın
dışında ona da ibadet edildiği meselesi, bundan dolayı Velid'in memnun olması orada bulunanlarla birlikte bunu
tartışmada ileri sürülecek susturucu bir kanıt olarak algılaması üzerine şu ayet iniyor: "Meryemoğlu İsa, bir misal
olarak anlatılınca hemen kavmin yaygarayı bastı." Yani senin durumuna gelmeye, keyiflenmeye başladılar.
Keşşaf'ın yazarı Zemahşeri şöyle der: Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Kureyşlilere "Siz ve
Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız sözde ilahlar cehennem odunusunuz" ayetini okuyunca Kureyşliler korkunç bir
moral bozukluğuna uğradılar, çok öfkelendiler. Bunun üzerine Abdullah b. Zeb'ari: "Ya Muhammed bu dediğin
sadece bize ve tanrılarımıza mı özgüdür, yoksa bütün milletler i in de mi geçerlidir?" dedi. Peygamber efendimiz:
"Sizin, tanrılarınız ve tüm milletler için geçerlidir" dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Zeb'ari "Ka'be'nin Rabbine
andolsun ki, şimdi seni mat ettim. Sen değil misin Meryemoğlu İsa'nın peygamber olduğunu ileri süren, onu ve
anasını iyilikle anan? Sen de biliyorsun ki Hristiyanlar ona ve anasına kulluk sunuyorlar. Üzeyr'e de tapılıyor. Ayrıca
meleklere de tapılıyor. Eğer bu saydıklarım cehenneme gideceklerse, bizim ve tanrılarımızın onlarla birlikte olmasına
razıyız" dedi. Bu sözler üzerine müşrikler neşelendiler, gülmeye başladılar. Peygamberimiz de sustu. Bunun üzerine
yüce Allah "Daha önce akıbetlerinin iyi olacağını takdir ettiğiniz..." (Enbiya suresi, 98) ayeti ile birlikte sözkonusu
olan bu ayeti de indirdi. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Abdullah b. Zeb'ari Meryemoğlu İsa'yı örnek göstererek,
Hristiyanların O'na kulluk sunmaları hususunda Hz. Peygamberle tartışmaya girince "senin kavmin" yani Kureyşliler,
bu örnekten dolayı "yaygarayı bastı". Hz. Peygamberin tartışma sırasında susup cevap verememesinden duydukları
memnuniyetin, sevincin, mutluluğun ifadesi olarak çılgınca bağırdılar, sevinç naraları attılar. Tıpkı ileri sürülen güçlü
bir kanıt karşısında zor durumda kalıp ta bir çıkış yolu bulunca sevinçten çığlık atan insanlar gibi yaygarayı bastılar.
Ayette geçen Yesiddûne" kelimesi "yesuddûne" şeklinde okuyanlar; -ki bu durumda "sudûd" mastarından türetilmiş
olur- ayete şu anlamı vermiş olurlar: Senin kavmin bu örnekten dolayı gerçeğin ortaya çıkmasına engel oluyor,
ondan yüz çeviriyorlar... Bazıları da bu kelimenin "sadid" mastarından türediğini söylemişlerdir. Bu ise, zırh, cübbe
demektir. Bu iki kelime "Ye'kufu" ve "Ye'kifu" gibi iki türlü de çekilebilen fiillerdendi. "bizim tanrılarımız mı hayırlı
yoksa o mu?' dediler." Bununla şunu kastediyorlar: Sana göre bizim tanrılarımız İsa'dan daha hayırlı değildirler.
Şayet İsa da cehennem yakıtı olacaksa, o zaman bizim tanrılarımızın işi daha kolaydır.
Keşşaf'ın yazarı bu bilgiyi nereden edindiğini anlatmıyor. Fakat söyledikleri İbn-i İshak'ın anlattıkları ile genellikle
uyuşuyor.
Hem İbn-i İshak'ın hem de Zemahşeri'nin anlattıklarından, müşriklerin tartışırken kaypakça davrandıkları, gerçeği
bulmak yerine yanlışta ısrar ettikleri, inatçılık yaptıkları anlaşılıyor. Yine bu anlatılanlardan Kur'an'ın onlara ilişkin
(Enbiya suresi, 101) şu yargısı da somut biçimde ortaya çıkıyor: "Onlar kavgacı bir toplumdur." Düşmanlıkta aşırı
giden, tartışmayı ısrarla sürdürmede uzmanlaşmış bir toplumdurlar. Çünkü onlar daha baştan itibaren Kur'an-ı
Kerim'in ve Hz. Peygamberin ne demek istediklerini anlamışlardı. Ama sözlerini çarpıtmış, genellik ifade edişinden
yola çıkarak zihinleri bulandırmaya, birtakım kuşkular ortaya atmaya çalışmışlardı. Buradan hareketle şu inatçı
tartışmaya girmişlerdi. Nitekim, samimiyetten yoksun, yönünü kaybeden, gerçek karşısında büyüklenen, bir
sözcükte, bir ifadede bulunan bir kuşkuya ve gerçeğe ters düşen bir açığa dayanan herkes bu yola başvurur. Bu
yüzden Peygamber efendimiz amacı gerçeği ortaya çıkarmak olmayan, sadece nasıl olursa olsun üstünlük sağlamayı
hedefleyen tartışmaya girmeyi şiddetle yasaklamıştır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
58.
Diyorlar ki: "Bizim ilâhlarımız mı (tapındığımız melekler mi) daha iyi, yoksa o mu (İsa mı?)"[*] Bunu sana ancak tartışmak için misal verdiler. Doğrusu onlar düşmanlık eden bir topluluktur.
"Bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa o mu?" ayetinin açıklaması açısından şöyle bir ihtimal de var. Onların meleklere
ilişkin efsanelerini sözkonusu eden ayetlerin akışı içinde bu anlam zihinde belirebilir. Şöyle ki: Onlar kendilerinin
meleklere kulluk sunmalarının, hristiyanların Meryemoğlu İsa'ya kulluk sunmalarından daha iyi olduğunu ileri
sürüyorlardı. Çünkü -efsanelerine göre- melekler hem yaratılışları, hem de soyları itibariyle yüce Allah'a daha
yakındırlar. Hiç kuşkusuz yüce Allah onların yakıştırmalarından uzaktır, yücedir. Bu durumda, onların sözlerinin
üzerine bir değerlendirme cümlesi olarak yeralan "Bunu sana ancak tartışmak için söylediler. Öyle ya, onlar kavgacı
bir toplumdur." ayeti, daha önce işaret ettiğimiz İbn-i Zeb'ari'nin sözlerine bir cevap niteliğini kazanır. Aynı şekilde
onların hristiyanların Hz. İsa'ya kulluk sunmalarını örnek göstermelerinin yanlış olduğunu ifade eder. Çünkü
hristiyanların bu davranışı tıpkı kendileri gibi tevhidden, yani Allah'ın birliği gerçeğinden sapmak için bir gerekçe
olamaz. Bu görüş ve eylemlerin tümü de sapıklıktır. Nitekim bazı tefsirciler de ayeti bu şekilde açıklamışlar. Hiç
kuşkusuz bu da ayetin içeriğine yakın bir anlamdır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
59.
Meryem’in oğlu, kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek yaptığımız bir kuldu.[*]
Yoksa doğruluktan sapıp ona kulluk sunan bazı hristiyanların sandıkları gibi ibadet edilmesi gereken bir tanrı
değildir. O, yüce Allah'ın kendine büyük lütufta bulunduğu bir kuldur. Doğru yoldan ayrılmış hristiyanların O'na
kulluk sunmalarından o sorumlu değildir. Sadece yüce Allah ona büyük lütufta bulunmuştur; İsrailoğulları için örnek
olsun, ona bakıp, durumlarını düzeltsinler diye.. (Seyyid Kutub Tefsiri)
60.
İsteseydik içinizden, yeryüzünde yerinize geçecek melekler var ederdik.
61.
(De ki:) “İsa, o saat / yeniden diriliş saati için kesinlikle bir ilimdir[*]. Sakın o saat hakkında tartışmaya girmeyin! Siz bana uyun; bu dosdoğru bir yoldur.
Allah Teâlâ, İsa aleyhisselamın kıyamet için bir ilim /bilgi olduğunu bildirmekte, kıyamette yeniden dirilişin nasıl olacağını sorgulayanlara, bunun İsa’nın (a.s.) yaratılışı gibi olacağını söylemektedir. İsa’nın (a.s.) yaratılışı hakkında şöyle buyurulur: “Allah katında İsa’nın durumu tıpkı Adem’in durumu gibidir. Adem’i topraktan yarattı sonra “Ol!" dedi; o da oluştu.” (Al-i İmrân 3/59) dem (a.s.) için anne görevini toprak, İsa (a.s.) için Meryem (r.a.) görmüştü. İkisinin de ortak yönü, babasız dünyaya gelmeleriydi. İşte ahirette insanların yeniden yaratılışı da böyle babasız ama anne vasıflı topraktan olacaktır. İsa’nın (a.s.) yeniden diriliş için bir ilim olması, onun aynı zamanda bir mucize olmasına engel değildir (Meryem 19/21, Enbiya 21/91, Mü’minun 23/50) Ayrıca bkz. Al-i İmran 3/37’nin dipnotu.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
62.
Sakın şeytan sizi yoldan çevirmesin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.
63.
İsa, apaçık mucizeleri getirdiği zaman şöyle demişti: "Ben size hikmeti getirdim ve hakkında ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Öyle ise, Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.
64.
Şüphesiz Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O’na kulluk edin, işte bu doğru bir yoldur."
65.
İçlerinden bazı kesimler anlaşmazlığa düştü. Yanlışa dalanların, acıklı günün azabından dolayı vay haline[*].
Hz. İsa gerek yüce Allah'ın kendisi aracılığı ile gerçekleştirdiği somut mucizelerden, gerekse doğru yola iletici söz ve
direktiflerden oluşan açık ve anlaşılır belgeler getirmişti kavmine. Hz. İsa soydaşlarına "Size hikmet getirdim"
demişti. Kendine hikmet verilen biri, birçok iyiliklere sahip demektir. Ayağı kaymaktan ve düşmekten korunmuş,
aşırılıktan ve eksikliklerden emin olmuş demektir. Yolda kendine güvenir bir şekilde ölçülü ve aydınlık bir
istikamette adımlarını atar. Bunun yanısıra Hz. İsa soydaşlarının içine düştükleri bazı görüş ayrılıklarını açıklığa
kavuşturmak için gelmişti. Çünkü soydaşları Hz. İsa'nın getirdiği hayat sistemi (şeriat) hakkında farklı görüşlere
sahiptiler. Bu farklı görüşlere bağlı olarak gruplara, fraksiyonlara bölünmüşlerdi. Hz. İsa bu grup ve fraksiyonları
Allah tan korkmaya, ve Allah katından getirdiği kitaba uymak suretiyle ona kulluk sunmaya çağırdı. Bu amaçla
hiçbir kapalılığa yer vermeden, karanlık bir nokta bırakmadan, gerçeği olanca çıplaklığı ile sunma hususunda hiçbir
taviz vermeden katışıksız tevhid mesajını (yani Allah'ın birliği gerçeğini) açıkça duyurdu: "Allah benim de Rabbim
sizin de Rabbinizdir:' Hz. İsa, kesinlikle "Ben ilahım" dememiştir. Asla "Allah'ın oğluyum" dememiştir. Kendisinin
kulluğu ve alemlerin Rabbi olan Allah'ın Rabblığı dışında uzaktan, yakından Rabbi ile aralarında bir başka bağın
varlığına işaret etmemiştir. Onlara: İşte doğru yol budur, dolambaçsız, zikzaksız yol budur. Bu yolda ayaklar
kaymaz, sağa sola sapılmaz demiştir. Ne var ki ondan sonra gelenler, tıpkı ondan önceki soydaşları gibi gruplara
bölündüler. Bir gerekçeden, yahut bir kuşkudan dolayı değil, tamamen zalim oluşları nedeniyle bölündüler: "Acı bir
günün azabı kaysında vay o zalimlerin haline!" (Seyyid Kutub Tefsiri)
66.
Onlar kıyametin, kendilerinin hiç farkında olmadıkları bir sırada, ansızın başlarına gelmesini mi bekliyorlar?
67.
Dostlar o gün birbirine düşman kesilirler. Ancak takvaya[*] sarılanlar böyle değildir.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
BÖLÜM 7
68.
Allah müttakilere şöyle buyurur: "Ey Benim kullarım! Bugün size herhangi bir endişe yoktur. Sizi üzen bir durum da olmayacaktır.
69.
Ayetlerimize güvenen ve tam teslim olan (kullarım)...
70.
Siz ve eşleriniz, sevinç ve mutlulukla cennete girin!”
71.
Çevrelerinde altın tepsiler ve testiler dolaştırılır. Orada, canların çektiği, gözlerin (bakmaktan) hoşlandığı her şey vardır. Siz orada ölümsüz olarak kalacaksınız.
72.
Geçmişte yaptıklarınıza karşılık mirasçı kılındığınız cennet işte budur.[*]
Bir şeye mirasçı olmak için ondan sonra yaşamış olmak gerekiyor. Oysa cennet bizim henüz ulaşamadığımız bir âlemde bulunmaktadır. Demek Allah kulunu cennetteki ebedi nimetlere mazhar olsun diye halife olarak dünyaya getirmiştir. “Geçmişte yaptıklarınıza karşılık” demek, “dünyada yaşadıklarınıza mukabil” demektir. İnsan öyle bir hayat ortaya koymalı ki karşılığında miras olarak cenneti almalıdır. Geçici dünyalıklara varis olmak için bile kan bağı gerekirken, ebedî cennet nimetlerine varis olmak için kuru bir hayat yeterli olmaz. Cennete varis olmak amellerin güzel ve hayırlı olmasından, mücadeleden, çalışmaktan, dik durmaktan, doğrulara sahip çıkmaktan, Haktan yana olmaktan geçer. Ateşe varis olanlarla aynı hayatı yaşamak, onların zulmüne alkış tutmak, kötülüklerini görmezlikten gelmek, zararlı davranışlarına karşı susmak, hak ve özgürlükleri engellemelerine razı olmak, Allah’ın hayata müdahalesine karşı çıkan söylemlerine tepkisiz kalmak cennete varis olmaya mâni olur. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
73.
Sizin için orada çok meyvalar vardır; onlardan yiyeceksiniz.
74.
Suçlular ise cehennem azabında ebedî kalacaklar.
75.
Bu azap, onlardan hiç hafifletilmeyecek ve onlar azapta umutsuz bir halde olacaklardır.
76.
Böyle yapmakla Biz onlara haksızlık etmedik, ama asıl kendileri öz canlarına zulmettiler.
77.
Ve şöyle yalvaracaklar: "Ey cehennemin bekçisi! Rabbine söyle de bizim işimizi bitirsin!" O şöyle cevap verecek: "Şunu kafanıza sokun: siz, kalıcısınız!"[*]
"Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin..."
Çok uzaklardan, derinden yükselen bir feryattır bu. Oradan, cehennemin kapalı kapılarının ardından yükseliyor. Bu
yükselen, o suçlu zalimlerin feryadıdır. Kurtulmak için, yardım istemek için bağırmıyorlar. Çünkü bu konuda
herşeyden ümitlerini kesmişler, tamamen karamsardırlar. Tek istedikleri yok olmak. Bir an önce yok olup rahat
etmek. Bu şiddetli azap karşısında ölüm onlar için bir arzudur! Bu feryad, sahneye yoğun bir karamsarlık ve sıkıntı
havasını veriyor: Biz bu feryadın ötesinden azab içinde çırpman, insan gücünü aşan acılarla kıvranan bedenleri
görüyor gibi oluyoruz. İşte bu dayanılmaz azabın acısı ile basıyorlar bu canhıraş feryadı: "Ey Malik! Rabbin bizim
işimizi bitirsin..."
Fakat daha beter içlerini karartan, kendilerini aşağılayan bir cevap alıyorlar. Kendilerine önem verilmediğini
öğrenmenin ezikliği içinde kalakalıyorlar: "Malik de "Siz böyle kalacaksınız' der."
Kurtuluş yok, ümit yok... Ölmeniz söz konusu değil. İşiniz bitirilmeyecek, böyle kalacaksınız! (Seyyid Kutub Tefsiri)
78.
Size gerçeği getirdik; ancak çoğunuz gerçekten hoşlanmıyorsunuz.[*]
Onların Hz. Peygambere uymayışlarının nedeni haktan hoşnut olmayışlarıdır. Yoksa peygamberin sunduğu mesajını
hak içerikli olduğunu kavramadıklarından veya saygın peygamberin doğruluğundan kuşku duyduklarından
kaynaklanmıyor bu tutumları. Çünkü onun insanlara yalan isnat ettiğine tanık olmamışlardı. Böyle biri nasıl Allah
adına yalan söyleyebilir? Ona iftira atabilir?
Gerçeğe karşı savaş açanlar, genellikle onun gerçek olduğunu bilmiyor değildirler. Onlar gerçekten hoşlanmazlar.
Çünkü gerçek onların arzuları ile, heves ve hevesleri ile çatışır. Azgın ihtiraslarının yoluna dikilir. Onlar da arzularını,
azgın ihtiraslarını frenleyemeyecek kadar zayıftırlar. Fakat hakka ve hak davetçilerine karşı çok cesurdurlar.
Dolayısıyle heva ve hevesleri ve azgın ihtirasları karşısındaki zayıflıklarından hakka ve hak davetçilerine karşı bir
güç, bir cesaret alıyorlar! (Seyyid Kutub Tefsiri)
79.
Ey Resulüm! Onlar size hile kurmakta işi sağlama aldıklarını mı düşünüyorlar? İşte Biz de işi sağlam tutuyoruz.[*]
Onların yanlışta ısrar edip Hakka karşı olumsuz tavır takınmalarına karşılık yüce Allah'ın kesin emri ve Hakkın üstün
gelmesine ve desteklenmesine ilişkin iradesi yeralıyor. Onların karanlıkta buluşup komplolar kurup planlar
hazırlamalarına karşılık yüce Allah'ın gizli açık herşeyi bildiği vurgulanıyor. Zayıf, güçsüz ve yetersiz yaratıklar
herşeyden güçlü, ve herşeyi bilen yaratıcıya karşı çıktığında akıbet önceden bellidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
80.
Yoksa onlar, kendilerinin sırlarını ve
gizli, gizli konuşmalarını Bizim gerçeken işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır! Yanlarındaki elçilerimiz de (Hafaza meeklerimiz o gizli, gizli konuştuklarını) yazıyorlar.
81.
De ki: "Eğer Rahman’ın bir çocuğu olsaydı, ona kulluk edenlerin ilki ben olurdum."[*]
“De ki: Rahmân’ın bir çocuğu olsaydı” bu doğru olsaydı; yani ileri
süreceğiniz sağlam bir delil ve ortaya koyacağınız açık bir belgeyle sabit olsaydı,
o çocuğu yüceltenlerin “ilki ben” olur, babasına olan saygısından dolayı hükümdarın oğlunu yücelten kişi gibi ona itaat edip boyun eğmekte sizi geçerdim.
Bu, bir amaca yönelik olarak söylenmiş farazî ve temsilî bir sözdür.
Burada gözetilen amaç ise Allah’ın çocuk sahibi olmasını reddetmekte son
noktaya ulaşmak ve bu hususu uzun uzadıya vurgulayarak, böyle bir iddiada bulunacak kişiye hiçbir şüphe bırakmayıp tamamını çürütmek, böylece
tevhid konusunda ayağını sağlam basarak maksadı iyi ifade etmektir; çünkü
kulluğu çocuğun olmasına bağlamıştır. Çocuğun olması ise özünde imkânsızdır. Dolayısıyla, konunun bağlandığı ‘başkasına kulluk etme’ de aynı şekilde
imkânsızdır. Bu söz, çocuğun varlığının ve ona tapılmasının kabulü suretinde
onların her ikisini de reddetmekte en etkili ve en güçlü bir ifadedir. Bu, Ehl-i
‘Adl ve’t-Tevhid [yani Mu‘tezile]’ye mensup birinin bir Cebrî’ye şöyle demesi
gibidir: “Allah hem kalpteki inkârı yaratıyor hem de bu yüzden inkârcıya
ebediyen azap ediyor ise ‘Onun tanrı değil, şeytan olduğu’nu söyleyeceklerin
ilki ben olurdum!” Bu sözün anlamı ve onun için seçilmiş olan üslûp ve sözdizimi, Allah Teâlâ’nın küfrün yaratıcısı olmasını reddetmek, O’nu böyle bir
şeyden arındırıp tenzih etmektir. Ancak bu arındırma zikrettiğimiz şekilde
bir abartı yoluyla yapılmaktadır. Aynı zamanda Cebriyye mezhebinin yüzeyselliğini ve o görüşe yönelen kimsenin sapkınlığını göstermekte, [yukarıdaki
cümleyi söylediği varsayılan kişinin, Cebriyye’nin bahsi geçen görüşünün] doğru olmasının imkânsızlığına kesin bir şekilde şahitlik edip ondan uzak olduğunu açıklamakta; böyle bir fikri benimsemeyi son derece nefret ve tiksintiyle karşıladığına işaret etmektedir. Sa‘îd b. Cübeyr’in (v. 94/713), kendisine “Bilmiş ol,
Allah’a yemin olsun ki, dünyayı sana karşı tutuşmuş bir ateşe çevireceğim!”
diyen Haccâc’a verdiği “Senin bunu yapabileceğini bilseydim, senden başka
bir tanrıya tapmazdım!” şeklindeki cevap da bu tarzdadır. (Zemahşeri Tefsiri)
82.
Göklerin ve yerin Rabbi, arşın Rabbi onların nitelendirmelerinden arınmıştır, yücedir.
83.
Artık sen onları bırak; kendilerine
vaat olunan günlerine kavuşuncaya değin boş hayatlarına dalsınlar ve oynayıp
(oyalanıp) dursunlar.
84.
Gökteki İlâh da, yerdeki İlâh da O’dur. O, Hakîm'dir; doğru kararlar verir ve Alîm'dir; her şeyi bilir.
85.
Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin mülkü / yönetimi kendine ait olan o Allah’ın şanı yücedir. Kıyamet saatine ilişkin bilgi O’nun katındadır. Siz de O’na döndürüleceksiniz.
86.
(O zaman) bunların Allah ile aralarına koyup yardıma çağırdıkları, şefaat hakkına sahip olamayacaklar ama bilerek doğruya şahitlik edenler hariç[*].
Şefaat, birine eşlik etmek veya arka çıkmaktır (El-Ayn, Müfredât). Dünyada insanlar birbirlerine şefaat edebilir, yani arka çıkıp destek olabilirler (Nisa 4/85); ama mahşer günü kimse kimseye şefaat edemez (Bakara 2/48, 254; İnfitar 82/17-19). Cennete gitmiş biri, şirk günahı ile değil de diğer günahlarından dolayı cehenneme girip cezasını çekmiş olan bir yakınına, Allah’ın onayıyla şefaat edebilir yani onu yanına alabilir (A’raf 7/46-49, Meryem 19/86-87, Tur 52/21). Çünkü Allah’ın onayı olmadan şefaat olmaz (Bakara 2/255, Taha 20/109, Secde 32/4, Sebe 34/23).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
87.
Eğer onlara kendilerini kim yarattı? diye sorsan, elbette; "Allah" derler. O halde bu sapkınlık neden?
88.
Ve Elçinin: "Ya Rab, bunlar inanmayan bir kavimdir," demesini de (Allâh biliyor).
89.
Ey Muhammed! Sen şimdilik onlardan yüz çevir ve esenlik dile; yakında bileceklerdir.