ZARİYAT / SAVURAN RÜZGARLAR SURESİ

İniş Sırası: 67 • Mushaf Sırası: 51 • Mekki Sure • 60 Ayettir

Sûre, adını ilk âyette geçen “ez-zâriyât” kelimesinden almıştır. Zâriyât, esip savuran rüzgârlar demektir.

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Esip savuran rüzgârlara,
2. Yağmur yüklü bulutlara,
3. Kolayca akanlara,
4. İş bölümü yapanlara yemin olsun ki,
5. O size vaad edilen elbette doğrudur.
6. Ceza ve hesap günü şüphesiz olacaktır.
7. Yörüngelere sahip olan göğe yemin olsun ki,
8. (Ey müşrikler) siz (hesap verme konusunda) hakikaten farklı bir söylem içindesiniz[*].

Zımnen: Eğer Allah’ın yol göstermesi olmasaydı, insan sayısınca din olması mukadderdi. Özellikle de âhiret inancı konusunda, reenkarnasyon, ruh göçü, inkâr, yarı inkâr vs. gibi. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

9. Yalana sürüklenmiş kişi, (bu konuda da gerçekten) uzaklaştırılıp yalana sürüklenir[*].

Zımnen: Âhiretin varlığı, mantîken zorunlu bir sonuçtur; çünkü hayatın amaçlılığı ve anlamlılığı böyle bir sonucu gerekli kılar. Her savrulmanın nasılsa bir mazereti vardır. Fakat bunların hiçbiri savrulmayı mazur kılmaz. Burada dile gelen savrulmanın temel sebebi, akidedeki köksüzlüktür. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

10. Kahrolsun (o fikir adına) kendi tahminlerini ileri sürenler!
11. Onlar cehalet bataklığında ne yaptıklarından habersizdirler.
12. Sorarlar: "Ne zaman o din günü?"
13. Cehennem ateşinde kıvrandırılırken şüphelerinden arındıkları[*] gün (bunun cevabını alacaklar).

“Fitne”, altını içindeki yabancı maddelerden ayırmak için ateşe sokmaktır (Müfredat). Ayette geçen fitne kelimesine “kıvrandırılırken şüphelerinden arındıkları” anlamı bunun için verilmiştir. Bu anlamı destekleyen ayetler şunlardır: (En’am 6/27-30, Secde 32/12, Fatır 35/36-37, Mümin 40/10-11) (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

14. (İşlediğiniz günahlarla) “Yaktığınız ateşi tadın bakalım! Bu, bir an önce gelmesini istediğiniz şeydir” (denir).
15. Şüphesiz takva[*] sahipleri cennetlerde ve pınar başlarındadırlar.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

16. Rablerinin kendilerine verdiği tüm nimet ve ikramları, elde ederek huzurlu bir yaşantı içindedirler. Zaten onlar dünyada da iyilik ve güzelliği huy edinenlerdi.
17. Onlar geceleyin pek az uyurlardı.
18. Seherlerde bağışlanma dilerlerdi.
19. ve sahip oldukları her şeyden, [yardım] isteyenlere ve sıkıntı içinde bulunanlara bir pay [ayırırlardı].
20. İkna olmak isteyenler için, yeryüzünde Rabbinin pek çok ayetleri var.
21. Kendi iç âleminizde de âyetler vardır.[*] Gözlem yapmıyor musunuz?

Bu iki ayet bu kısacık işareti ile akılları yerinden oynatan şu iki fuara dikkat çekmektedir. Ama bu kısacık işaret, bu iki fuarın kapılarını onları görmek isteyenlere, ruhunu tatmin etmek isteyenlere, ardına kadar açmaktadır. Ve hayatın, nimet, sevinç, canlı ibretlerle dolup taşacak kadar anlamlı hale getirmek isteyenlere ayrıca hayatına kalpleri yücelten, ömürleri uzatan gerçek marifetin (bilginin) çok değerli hazinelerini doldurmak isteyenlere kapılarını ardına kadar açmaktadır!

Kur'an ayetleri her ortamda, her çevrede her hal ve şartta kendisi ile amel edilsin diye hazırlanmıştır. Her ruha, her kafaya ve her akla herbirinin alabileceği ve dayanabileceği kadar olmak üzere hazinelerinden belirli kısmını açabilir. İnsanlık bilgi basamaklarında yükseldikçe düşünce ufukları genişledikçe, bilgisi artıp tecrübeleri çoğaldıkça, kainatın ve ruhun sırlarını çözdükçe Kur'an-ı Kerim'den alacağı payı çoğalır, istifadesi o derece büyük olur. Ve Kur'an ayetlerinden elde edeceği azık, öğüt çeşit çeşit olur. Bu öyle bir Kitap'tır ki, onu Allah'tan alan, sırlarını tam olarak anlayan ve o sırlarla birlikte yaşayan Peygamberin, ondan bahsederken dediği gibi, "Bu kitabın harikaları bitmez tükenmez, tekrar tekrar okumakla yeniliğini kaybetmez: ' Peygamber bu sözleri kendi ruhunda bulunan canlı tecrübeye dayanarak söylemiş ve bu tecrübeyi bu ifade kalıplarına dökerek dile getirmiştir.

Bu Kur'an'ı ilk defa duyanlar, yeryüzünde ve ruhlarda Allah'ın varlığı ve kudretini gösteren delillerden kendi paylarına düşeni aldılar. Ve kendi bilgi, tecrübe ve yetenekleri oranında hazinelerini teslim aldılar. Aynen bunun gibi onlardan sonra gelen nesiller de kendi bilgi, tecrübe ve marifetlerine uygun olarak nasiplerine, paylarına düşeni aldılar. Bizler de kendi bilgi, marifet ve tecrübemizin genişliğine göre ve bu koca kainattaki bitmez tükenmez sırlardan keşfedebildiklerimiz oranda payımıza düşeni almaktayız. Bizden sonra gelecek nesiller de, henüz bizim için yeryüzünde ve ruhlarda açıklık kazanmamış olan delillerden hazır bekleyen nasiplerini alacaklardır. Ama bu kutsal ve görkemli olan iki fuar (yeryüzü ve ruhumuz) yenilikler ve harikalarla dopdolu olarak zamanın sonuna kadar devam edip gidecektir.

Şu yeryüzü, şu hayat için hazırlanmış, bütün özellikleri ile hayatı karşılamak ve devam ettirmek için hazırlanmış olan şu yeryüzü, akıllara durgunluk veren kainat okyanusunda nerde ise bizce bilinen yegane gezegendir. Yıldızlar ve gezegenlerle dopdolu olan şu kainatta sadece bilinen yıldızların sayısı -ki bilinenler kainatın gerçek yüzüne oranla söz edilemeyecek kadar azdır- yüz milyonlarca galaksidir. Her bir galakside de yüz milyonlarca sabit yıldız vardır. Gezegenler işte bu yıldızların uydularıdır. İşte yerküre bu yıldız okyanusu içinde hayat için elverişli tek gezegendir. Sayılara sığmayan bunca yıldız ve gezegene rağmen yeryüzü, bu çeşit bir hayatın oluşup devam etmesi için elverişli tek yerdir. Şayet yeryüzünün gerçekten çok olan özelliklerinden en ufak birisi zedelenecek olsa, üzerinde bu çeşit hayatın sürmesi imkansızlaşırdı. Şayet dünyanın hacmi değişip büyüse veya küçülse, güneşin karşısındaki durumu değişip güneşe yaklaşıp uzaklaşsa, güneşin hacmi ve ısı derecesi değişecek olsa, yeryüzünün şuradan veya buradan ekseni üzerindeki eğimi değişecek olsa, yeryüzünün kendi ekseni veya güneş çevresindeki hareketi değişip de daha hızlı ya da daha ağır dönecek olsa, dünyamızın uydusu olan ayın hacmi ya da dünyaya uzaklığı değişecek olsa, dünyamızdaki kara ve denizlerin birbirine oranları değişip de, bunlardan herhangi biri artıp eksilecek olsa, şayet, şayet, şayet... daha yeryüzünde hayatın oluşması ve devam etmesi için kendisinin uygunluğuna etki eden bilinen ve bilinmeyen binlerce dengeye kadar bu varsayım uzatılabilir.

Bütün bu sayılanlar şu kutsal fuarda sergilenen ve Allah'ın varlığı ve kudretini gösteren deliller değil midir?

Sonra... Yeryüzünde barınan canlılar için saklanmış ve depolanmış olan şu yiyecekler... Yerkürenin yüzeyinde barınan, havasında süzülüp uçan, veya sularında yüzen veya mağara ve oyuklarında gizlenen veya toprağın bağrında ve içinde gizlenen bunca canlılar... Bu basit ve bileşik yapıda olan, hazır yiyecekler sayılara sığmaz bunca canlıların yine sayısız gıdalarını temin etmek için çeşit çeşit şekil ve türlerde olabilen bu yiyecekler... Toprağın bağrında gizlenen, suyunda akan, havasında esen, yüzeyinde biten, yeryüzüne güneşten ve bazıları bilinen ve bazıları bilinmeyen alemlerden gelen, bu azıklar ve yiyecekler... Bütün bunlar, bu yeryüzünü hayat için elverişli bir yuva olarak kuran ve yeryüzünü sayılara sığmayan türde canlılar için hazırlayan yüce iradenin planlaması uyarınca fışkırıp, çıkmaktadır.

Yeryüzünün tablo ve manzaraları, hangi köşesinde göz atılırsa atılsın, neresine adım atılırsa atılsın, çeşit çeşittir. Bitip tükenmez harikalarla dopdolu bu manzaralar, bu ovalar, bu vadiler, bu alçak sahalar ve dağlar, bu deniz ve göller, nehir ve sular, birbirine komşu kimi verimli kimi verimsiz arazi parçaları, şu üzüm bahçeleri, tarlalar, şu tek ve iki gövdeli hurma ağaçları.. Bu manzaralardan her birisini, bir an olsun yaratma ve değiştirmeden geri durmayan sürekli yaratma ve değiştirmenin kutsal eli durmadan değiştirip türlü türlü şekiller verir. İnsan kurak bir yere varırbir başka manzara görür, otlarla bezeli bir yere rastlar bir başka tablo görür. Yemyeşil bitkiler varken gördüğü ayrı bir tablodur. Hasat zamanı gider karşılaştığı manzara sararmış solmuş bir başka haldir. Bir adım bile değiştirmemiştir seyrettiği yeri ama karşılaştığı farklı farklı manzaralardır.

Bu yeryüzünde yaşayan canlılar, bitkiler, hayvanlar, kuşlar, balıklar, sürüngenler ve haşereler... İnsanı bir tarafa bırakalım. Çünkü Kur'an insanlardan özel olarak söz etmekte, onları özel olarak ele almaktadır... Sayılarının ne kadar olduğunu belirlemek bir yana -çünkü imkansızdır- cins ve türlerinin sayısı, bile henüz keşfedilemeyen buncayaratıklar ve bunların içinden her bir yaratık başlı başına bir topluluktur. Herbiri başlı başına bir harika... Her hayvan, her kuş, her sürüngen, her haşere, her kurtçuk ve her bitki... Hatta ve hatta, bir kurtçuğun her kanadı, bir çiçekteki her yaprak, bir yaprağın her damarı harikaları bitmez tükenmez akıllara durgunluk veren bu kutsal fuarda sergilenmektedir.

İnsan, hatta insanların topyekün tümü böyle düşünmeye devam etseler ve yeryüzündeki harikalara ve bu harikaların gösterdiği delillere işaret etmeye çalışsalar, ne sözleri biterdi ne de işaretleri... Kur'an ayetleri, düşünsün ve ibret alsın diye beşer kalbini uyarmaktan bu gezegen üzerindeki seyahat boyunca bu dehşetli fuarda harikaları sergilemekten ve yolculuk boyunca bu sergilemenin sağlayacağı nimet. ve sevinci tattırmaktan başka bir şey yapmıyor. Fakat Kur'an insan kalbi gözlere ve basiretlere sergilenmekte olan bu ilahi müze ile gaflet uykusundan uyansın diye kalbine şöyle bir dokunup geçiyor. İnsan şu dünya denen gezegende yolculuğunu düşünerek ibret alarak geçirsin diye şöyle bir dokunup geçmektedir. Bu gezegende yolculuğunu, harikaları görerek, düşünerek ve kendi benliğinde gizli olan şu akıllara durgunluk veren yaratmayı düşünerek, büyük bir hazla sürdürsün diye şöyle bir dokunuyor. Ama insanoğlu bundan habersizdir, dikkati başka şeylerdedir.

Doğrusunu söylemek gerekirse, insan yaratıkların yüzlerini, özelliklerini, hareketlerini ve adetlerini en güzel yaratıcının yarattığı bir müzede dolaşan gezgin bir kul gözü ile düşününce ve yolculuğunu sürdürünce gerçekten de haz ve heyecan verici saniyeler geçirir. Ya bütün hayatını bu yüce hazlarla dolu alemde geçiren insanların duyacağı zevk ve sevinç nice olur?

İşte Kur'an-ı Kerim, bu tür dokunuşları ile insanı yeniden yaratıyor. Yeni bir duygu ile yoktan var ediyor. İnsanayeni bir hayat sunarak hak veriyor. Yeryüzünde düşünmesi imkansız ve eşi bulunmaz bir zevk ve sürur veriyor, insana.

İşte Kur'an bu tür düşünce ve idrak yüceliği istemektedir, insandan. Beşer kalbine bu hazineyi ancak iman verir. Bu yüce hazzı henüz yeryüzünde çamur ve toprak dünyasında iken ancak iman hazırlar insana.

İmdi... Birinci bakış yeryüzü sergisine idi. İkinci gezinti ruhlardaki harikaların fuarında idi. Bunlardan sonra, perdelerle örtülü yüce gaybın, görülmez alemin fuarı gelmektedir. Ki bu belirlenmiş rızık ve yazılmış olan nasiplerin yer aldığı fuardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

22. Sizin rızkınız da size vaad edilen sevap ve ceza da göktedir.[*]

Yani: “Rızık veya belanız”, ya da “saadet veya felaket haberleriniz gökten geliyor”. Sondaki “size vaad edilen şeyler” ile, âhiret ve daha özelde cennet ve cehennem anlaşılmıştır. Vaad hem tehdit hem ödüle delâlet eder. Maddî rızkınız sudan, mânevî rızkınız vahiyden. Bu bağlamda tehdide delâlet ettiğini, 24-46 arasındaki helâk kıssalarından yola çıkarak söyleyebiliriz. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

23. Göğün ve yerin Rabb’ine andolsun ki, size vaad edilenler, tıpkı sizin konuşmanız gibi gerçektir.[*]

20. âyetteki “yeryüzü” 22. âyetteki “gökyüzü” ile birlikte bir karşıtlık oluşturur. 23. âyetle birlikte bu karşıtlıktan yola çıkarak, muhatabın, dünya-âhiret çiftine zihnî intikali istenmektedir. Konuşma yeteneği ile yeniden diriliş arasında benzerlik kurulması, zımnen, “âhiretin gerçekliğini adınız gibi biliniz” mânasına gelir. Bu benzetmenin iki unsuru (âhiret ve konuşma yetisi) arasında farklı benzerlikler de kurulabilir: Nasıl ki, konuşma düşünme sürecinin kaçınılmaz sonucuysa, âhiret de yaşama sürecinin doğal sonucudur. Nasıl ki, kişisel düşüncelerimiz ve yargılarımız ifade kalıplarına dökülünce gerçek değerimizi ele veriyorsa; yaşama süreçlerinin son aşaması olan âhiret de, her birimizin gerçek değerini ortaya koyacaktır. Konuşma nasıl düşünmenin âhiriyse, yeniden diriliş de yaşamanın âhiridir. Nasıl ki, nesnelerin zihindeki tasavvurlarının aslı o nesnelerin fizikî varlıklarıysa, bu fizikî varlıkların aslı da öte âlemdeki hakikatlerdir. Pasajın başından itibaren alınırsa: Yer nasıl göksüz düşünülemezse, dünya da âhiretsiz düşünülemez. Yer içkin olanı gök aşkın olanı, yer maddî olanı gök mânevî olanı temsil eder. İnen yağmur nasıl bu hayat için kaçınılmazsa, inen vahiy de öbür hayat için kaçınılmazdır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 2
24. Sana İbrahim’in ikramlarda bulunduğu misafirlerinin haberi geldi mi?
25. Onlar, İbrahim’in yanına girip "Selam sana" demişlerdi, İbrahim de: "Selam size" demişti. İçinden de, onların "tanınmamış bir topluluk"[*] olduklarını geçirmişti.

Lafzen, “tanınmayan kimseler” -yani, onların melek olduklarını fark etmemişti. (Muhammed Esed Tefsiri)

26. Hissettirmeden ailesinin yanına gidip, (pişirilmiş) semiz bir buzağı getirdi.
27. Önlerine koydu; “Yemez misiniz?” dedi.
28. Yemediklerini görünce içine bir korku düştü. "Korkma" dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler.[*]

Hz. İbrahim konukların yemeğe ellerini uzatmamaları ve biraz sonra yiyeceklerini gösteren bir davranış içinde bulunmamaları yüzünden soruyor bu soruyu. "Yemediklerini görünce içine bir korku düştü." Bunun iki nedeni olabilir: Birincisi ev sahibinin sunduğu yemeği yemeyen bir yabancı konuğun bu hareketi o konuğun içinde kötü niyet ve hıyanet beslediği anlamına gelmesindendir. Ya da Hz. İbrahim onların davranışında tuhaf şeyler görmüştür bundan dolayıdır. İşte bu esnada konuklar ona gerçek kimliklerini açıklıyorlar veya onu yatıştırıyorlar ve kendisine müjde veriyorlar. "Korkma' dediler. Ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler." Bu müjde kısır eşinin Hz. İshak peygamberi doğuracağına dairdir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

29. Karısı hayretle çığlık içinde geldi. Yüzünü kapayarak "Ben kısır bir kocakarıyım" dedi.[*]

Bu nasıl olur? "Kısır bir kocakarıyım" diye bağırmaya başlamıştı. Böylece kendisi yaşlı bir kocakarı olduğu için bu müjde karşısında dehşetini dile getirmişti.Çünkü o aslında kısır birisiydi. Hiçbir zaman beklemediği bu çarpıcı müjde karşısında kendisinden geçmiş ve unutmuştu müjdeyi meleklerin getirdiğini. İşte o sırada melekler onu ilk gerçeğe, kendisini hiçbir şeyin kayıtlayamıyacağı ve her işi hikmet ve ilim ile idare eden kudret gerçeğine döndürürler. (Seyyid Kutub Tefsiri)

30. Onlar dediler ki: "İş, sana dediğimiz gibidir. Bunu Rabbin buyurdu.[*] Şübhesiz ki O, Hakîm’dir; doğru kararlar verir ve Alîm’dir; her şeyi bilir."

Yüce Allah ol demiştir. O halde onun sözünden sonra neye gerek var bir şeyin olması için. Ancak ne var ki alışkanlık ve adetler beşerin kavramasını sınırlandırıyor, düşüncelerini daraltıyor ve bu yüzden insan alışageldiği şeye aykırı bir şeyin olduğunu görünce dehşete kapılıyor ve nasıl olacağına hayret ediyor. Zaman zaman da şımarıklık ederek onun oluşunu inkara yelteniyor. Oysa mutlaka dileme (yüce irade) yoluna devam etmektedir, beşerin küçük ve sınırlı olan alışkanlıkları ile kayıtlı değildir. Dilediğini hiçbir kayıt ve sınır tanımadan yoktan var eder. (Seyyid Kutub Tefsiri)

31. İbrahim: “Sonraki hedefiniz nedir, ey elçiler?” dedi[*].

İbrahim aleyhisselam misafirlerinden karısının doğum yapacağını öğrenince, o anda aslında onların melek olduğunu anladı. Kendisine çocuk müjdesi getirmişler. Bu ayette de meleklere "bundan sonra ne yapacaksınız" diye başka görevleri olup olmadığını soruyor. (Onur)

32. “Biz, suçlu bir topluma[*] gönderildik" dediler.

Yani, Hz. Lût halkına. (Muhammed Esed Tefsiri)

33. "Üzerlerine (pişmiş) balçıktan taş yağdırmak için görevlendirildik.
34. Rabbinin katında, haddi aşanlar için işaretlenmiş taşlar."
35. Orada bulunan mü’minleri[*] çıkardık.

Yani, Hz. Lût’un ailesi. (Muhammed Esed Tefsiri)

36. Zaten orada -bir ev haricinde- hiçbir müslüman da bulamadık.
37. Ve elem verici azaptan korkacak olan kimseler için orada bir işaret, bir mesaj bıraktık.[*]

Yani, Sodom ve Gomore’nin tamamen yıkılmasında. (Muhammed Esed Tefsiri)

38. Musa ve Firavun kıssasında da, aynı ibretli mesajı verdik. Çünkü biz O’nu; Firavun’a apaçık bir delille göndermiştik.
39. Firavun, iktidarına dayanarak ona sırt çevirdi ve “Bu, ya sihirbaz ya da cinlerin etkisine girmiş biri.” dedi.
40. Biz de hem onu, hem ordularını yakalayıp denizin dibine geçiriverdik. Boğulurken, pişmanlıkla kendi kendini kınıyordu.[*]

Bu, zalimlerin başına bu dünyada veya öteki dünyada yahut da her ikisinde gelecek belanın yalnızca kendi yaptıklarının bir sonucu olduğu şeklindeki Kur’an ilkesinin bir tasviridir. (Muhammed Esed Tefsiri)

41. Aynı (mesaj) Ad kıssasında da var: Hani onlara da köklerini kurutan bir fırtına göndermiştik.
42. Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.
43. Semud da öyle... onlara: "vakit gelene kadar yaşayın denilmişti."
44. Onlar ise Rabblarının emrine başkaldırmışlardı, buyruğundan çıkmışlardı. Bunun üzerine kendilerini göz göre göre yıldırım çarpmıştı.
45. Oldukları yerde çöke kaldılar, ne doğrulabildiler, ne de yardım gördüler.
46. Daha da önce Nuh’un kavmi...[*] Onlar da yoldan çıkmış bir toplum idi.

Lût kavmi pişirilmiş toprak ile, Nûh kavmi ve Firavun su ile, ‘Âd kavmi rüzgâr-hava ile, Semud kavmi ateş ile helâk edilmiştir. Toprak, su, hava ve ateş kadim hikmette maddî varlığın dört ana unsuru kabul edilir. Allah zulmü, her zaman görüp de ilâhî bir kudret delîli oluşunu fark etmediğimiz bu unsurlarla ortadan kaldırdı. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 3
47. Göğü gücümüzle biz kurduk; şüphesiz biz onu genişleticiyiz.[*]

Veya: “Buna gücü kudreti geniş olan da Biziz”. Fakat “geniş olmak” vâsidir, mûsi’ “genişletmektir. Sırf modern bilime uydurmak için âyetleri zorlamak ne kadar abes ise, modern bilimin verileriyle uyuşuyor, “o zamanın insanları bilmezdi, ne yapıp yapıp o zamanın insanlarının malumatına indirgeyelim” endişesiyle görünen anlamdan kaçınmak da o kadar abestir. Kur’an’ın “aydınlık” aklı, cahiliyyenin “karanlık” aklıyla eşitlenemez. Bu bakış, Kur’an’ı nüzul ortamına mahkûm etmektir. Bu tarihselci bir bakış açısıdır. Kur’an, cahiliyye Arabının kültür ufkuna mahkûm edilemez. Vahyin nüzul ortamındaki verili durum mutlaklaştırılamaz. Kaldı ki, bu kozmolojik hakikatin, birçok paralel kozmolojilerin bir arada yaşadığı o günün dünyasında bilinmediği de bir varsayımdan, daha doğrusu “ilerlemeci” batının kibirli iddialarından biridir. Bu iddiayı Kur’an yorumunun olmazsı olmazı ilan etmek de, en az ‘bilimsel tefsir’ anlayışı kadar zaaflı ve önyargıya dayalıdır. Gelelim âyete: Bu âyet, Modern kozmolojinin ‘genişleyen evren’ modelini teyit eden bir âyettir. Üstelik âyetin bu anlama geldiği de yeni keşfedilmiş değildir. Tabiinden İbn Zeyd, müfessirlerden Râzî ve İbn Kesir âyeti böyle anlamışlardır (Taberî). (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

48. Yeri biz döşedik biz ne güzel döşeyiciyiz.
49. Her şeyden iki çift (erkek dişi) yarattık[*] ki düşünüp öğüt alasınız.

Bu ifade, şu yeryüzünde belki de şu evrende var olan yaratma kuralını gösteren, akıllara durgunluk verecek bir gerçektir. Çünkü ifade, yaratıklarda çift cinslilik kuralını sadece yeryüzüne özgü kılmıyor. Yaratılışta çift olmak kuralı canlılarda apaçık ortadadır. Ancak ayette geçen "şey" sözcüğü, cansızları da kapsamına alır. Yani bu ifade, canlı varlıklar gibi eşyanın da "çift cinslilik" prensibine göre yaratıldığını işaret etmektedir.

Bu ayetleri insanlığın on dört asırdan beri bildiğini göz önüne alırsak ve yine her şeyde "çift" olma prensibi bir yana, canlılarda bile çift yaratılma prensibinin o zamanlar bilinmediğini bir düşünürsek, evet bütün bunları düşünürsek çok büyük ve hayret verecek bir durumla yüz yüze buluruz kendimizi. İşte Kur'an-ı Kerim, kainata dair gerçekleri,herkesten önce asırların ötesinden akıllara durgunluk verecek bir biçimde bizlere haber vermektedir.

Ayrıca bu ayet bizlere, modern bilimsel araştırmaların gerçeklere ulaşma yolunda oldukları izlenimini vermektedir. Öte yandan bu modern bilimsel araştırmaların kainatın temel yapısının atom olduğunu, atomun ise artı ve eksi yüklü çift kutuplu elektronlardan oluştuğunu belirttiğini göz önüne alırsak, bu araştırmaların akılları hayrette bırakan ayetin ışığı altında gerçeği yakalama yolunda olduğunu söyleyebiliriz.

Bu kısa ifadeli fakat akılları yerinden söküp oynatacak kadar geniş boyutlu, bu dokunuşların ışığı altında, göklerin kucağına, yeryüzünün en sonuna ve yaratıkların iç dünyalarının derinliklerine kadar yapılan bu gezintilerden sonra ayet insanlara seslenerek göklerin ve yerin yaratıcısına koşmalarını istiyor. Ruhlarına ağırlık veren ve sınırlayıcı her engelden sıyrılarak, eşsiz ve ortaksız olarak bu kainatı yaratan Allah'ı birleyerek O'na koşmalarını istiyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

50. O hâlde Allah’a koşun.[*] Şüphesiz ben, size O’nun katından gönderilmiş açık bir uyarıcıyım.

Burada "koşma" sözcüğünün yer alması gerçekten hayret vericidir. Bu ifade insanın ruhunu şu yeryüzüne bağlayan, serbest kalmaması için üzerine ağırlık gibi çöken, ruhu her yönden kuşatan, tutsak eden ve kelepçeye vuran, ağırlıkları, kayıtları, bu ağları ve kementleri ima etmektedir. Ve özellikle de rızık ve ihtiras ile va'dedilen payların (rızkın) gözle görülen ağaçları ile oyalanma tuzaklarını ima etmektedir... Bundan dolayı, silkinip harekete geçmek, bu yüklerden ve kayıtlardan kurtularak Allah'a koşmak için yapılan sesleniş güçlü olmaktadır. Her türlü şirkten uzaklaşarak sadece bir olan Allah'a koşmak için yapılan sesleniş güçlü olmaktadır. İnsanlara delillerinin olmayacağı ve özürlerinin kalmayacağı hatırlatılması için güçlü seslenişte bulunulmaktadır. "Ben size O'nun tarafından görevlendirilmiş apaçık bir uyarıcıyım." Yanyana iki ayette bu uyarının tekrar edilmesi uyarma ve sakındırmayı daha da artırmak içindir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

51. Allah’ın yanına başka bir ilah koymayın! Ben size O’ndan gelmiş açıklayıcı bir uyarıcıyım.
52. Hep böyle olmuştur; bunlardan öncekiler de kendilerine gelen her elçiye mutlaka ya “sihirbaz” ya da “cinlerin etkisine girmiş” demişlerdir[*].

Tıpkı şu müşriklerin dediği gibi. Ve sanki çağlar boyu bu çeşit karşılamayı birbirlerine öğütlemişlerdir. Gerçekte onlar birbirlerine bir şey öğütlememişlerdir. Böyle bir şey yoktur. Ama azgınlığın ve doğru yoldan sapmanın özelliği var ya bu hep aynıdır. İşte eskilerle yenilerin ortak özellikleri budur. (Seyyid Kutub Tefsiri)

53. Birbirlerine tavsiye mi ettiler, aralarında anlaştılar mı ki hep aynı şeyleri söylediler? Hayır, böyle bir tavsiye yok ama, onlar azgınlıkta müşterekler. İşte ondan, böyle söylerler.
54. Artık onlara aldırma. (Davete uymamalarından dolayı) sen kınanacak değilsin.
55. Sen doğru bilgi ver. Çünkü doğru bilgi inananlara yarar sağlar.
56. Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.[*]

Şayet “Onların ibadet etmelerini istemiş olsaydı, hepsi de kesinlikle ibadet ederdi. [Oysa böyle olmamış]” dersen şöyle derim: Allah onların, özgür iradeleriyle, yani ibadete mecbur bırakılmayarak kulluk etmelerini istemiştir; çünkü onları bu konuda imkân sahibi olarak yaratmıştır. Bu sebepledir ki bazıları Allah bunu irade ettiği hâlde ibadeti terk etmeyi seçmiştir. Eğer [kulluk etmelerini] mecbur etme ve zorlama biçiminde irade etmiş olsaydı hepsinin kulluk ettikleri görülürdü. (Zemahşeri Tefsiri)

***

O halde, bütün akıl sahibi varlıkların yaratılmasındaki temel amaç, onların Allah’ın varlığını tanımaları (ma‘rifet) ve bundan dolayı, kendi var oluşlarını bilinçli olarak O’nun iradesi ve planı ile uyumlu hale getirme isteği duymalarıdır. İşte bu iki aşamalı tanıma ve isteme (cognition and willingness) kavramlarıdır ki Kur’an’ın “kulluk” (‘ibâdet) olarak tanımladığı şeye derin anlamını verir. Bir sonraki ayetin de gösterdiği gibi, bu manevî çağrı, hiçbir şeye muhtaç olmayan ve sınırsız güç sahibi olan Yaratıcı’nın herhangi bir farazî “ihtiyac”ından doğmuş değildir; tersine, her şeyi kuşatan ilahî iradeye bilinçli olarak kendini teslim etmek suretiyle bu iradeyi kavramayı ve böylece bizâtihî Allah’a daha yakın olmayı ümid eden kulun ruhî gelişmesinin bir aracı olarak öngörülmüştür. (Muhammed Esed Tefsiri)

57. Onlardan ne bir rızık bekliyorum ne de beni beslemelerini:
58. Hiç kuşkusuz, Allah Rezzâk’tır, bol bol rızık verir. Kuvvet sahibidir, Metîn’dir, güçlü ve dayanıklıdır.
59. Yanlışa dalanların (azaptan) alacakları pay, (kendileri gibi yanlışa dalan) arkadaşlarının payına denk olacaktır; benden bunu acele istemesinler.
60. Kendilerine vaat edilen günlerden dolayı kafirlerin vay haline!