YUSUF SURESİ

İniş Sırası: 53 • Mushaf Sırası: 12 • Mekki Sure • 111 Ayettir

Yusuf kuyuya atılıyor (Joseph being lowered into the well), Ressam : Claes Cornelisz Moeyaert, Tarih : 1625

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Elif-Lâm-Râ! Bunlar apaçık olan[*] Kitab’ın ayetleridir.

Kur’an-ı Kerim, muhkem /hüküm bildiren ve müteşabih/muhkemlerin benzeri olup onların ayrıntılarını ortaya koyan ayetlerden oluşur. Bu metot sayesinde Kitab’ın tamamı ayrıntılı olarak açıklanmış (mufassal), böylece kendisi de apaçık (mübin) hale gelmiş olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

2. Aklı kullanasınız / ilişkileri doğru kurasınız diye, biz onu Arapça kur’anlar / ayet kümeleri halinde[*] indirdik.

Kur'ân, karaa (قرأ) fiilinin mastarı olan kur (القُرْء) veya kar (القَرْء)’dan türetilmiştir; anlamı, toplama ve birleştirmedir. Mastar olarak kullanıldığı gibi bütünlük ve küme anlamında isim olarak da kullanılır. Allah’ın kitabına Kur’an denmesi, bütün sureleri toplayıp bir araya getirmesi sebebiyledir (Lisanu’l-Arab). Arapçada Kur’ân (قُرْآنً)’ın çoğulu olmadığından tekil için de çoğul için de kullanılır. Bu sebeple kur’ân (قُرْآن) kelimesine, bağlamına göre, kur’ânlar diye de anlam verilebilir.Taha 20/113-114, Zümer 39/28, Fussilet 41/3, Şura 42/7, Zuhruf 43/1-3, Ahkaf 46/12. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

Bu ayet, Arapçanın da diğer diller gibi normal bir dil olduğunu ancak Kur’an’ın ilk muhataplarının Arapça konuşmasından dolayı vahyin bu dille geldiğini anlatıyor. Anlaşılmayan bir şey zaten topluma istikamet veremez. Allah, Tevrat’taki hükümleri Kur’an’da tekrar inzal buyururken ve Hz. Musa’nın hadislerini aktarırken onların dilini Arapçaya çevirerek aktarıyor. İncil’deki direktiflerini ve Hz. İsa’nın hadislerini naklederken yine Arapçayı kullanıyor. Çünkü vahyin birinci muhataplarının dili Arapçadır. Kur’an evrensel de olsa vahiy hareketinin ilk nüvesini oluşturanların dili Arapçaydı. Arapça konuşan bir topluma başka bir dille kitap göndermek düşünülemezdi. “Kur’an’ı yabancı dilde okunan bir kitap olarak gönderseydik: ‘Hayata geçirilebilmesi için ayetleri ayrıntılı bir şekilde açıklanmalı değil miydi? Arapça konuşan bir peygambere, yabancı dilde bir kitap mı gönderilir?’ diyeceklerdi.” (Fussılet 41/44) Bu ayetten de anlaşılıyor ki; Kur’an mesajının anlaşılması ve hayata geçirilmesi için Kur’an’ın ulaşmak istediği toplumlara kendi dillerinde tercüme edilerek ulaştırılması gerekir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

3. Vahyettiğimiz bu ayet kümeleriyle en güzel kıssayı sana tam olarak anlatacağız.[*] Daha önce sen bundan tamamen habersizdin.

Bu ayetten itibaren Hz. Yusuf’un ibret dolu hikâyesi anlatılmaktadır. Hz. Yusuf, Hz. Yakup’un oğludur, Hz. Yakup Hz. İshak’ın, Hz. İshak da Hz. İbrahim’in oğludur. Hz. İbrahim hem Kureyş boyu Araplarının hem de İsrailoğullarının atasıdır. Araplarla İsrailoğulları köken itibariyle kardeştirler. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

4. Bir gün Yusuf babasına şöyle demişti: “Babacığım rüyamda on bir gezegeni[1*], Güneş’i ve Ay’ı gördüm. Onları bana secde eder halde[2*] gördüm.”

[1*] Ayette geçen kevkeb (كوكب) kelimesi gezegen anlamına gelir. Kur’an’da yıldız için necm (نجم) kelimesi kullanılır. Nitekim Kıyamet /mezardan kalkış öncesinde yıldızların söneceğinden (Mürselat 77/8, Tekvir 81/2), gezegenlerin de dağılacağından (İnfitar 82/2) bahsedilerek iki kavramın farklı olduğu ortaya konmuştur. Yıldızların sönecek olması, ışıklarının kendilerinden olduğunu vurguladığı gibi gezegenlerin kendi ışıklarının olmadığını da gösterir.

[2*] Secdenin kök anlamı, eğilme ve boyun eğmedir (Müfredat). Bakara 2/58, Nisa 4/154, A’raf 7/161, Yusuf 12/4 ve 100. âyetlerde bu anlamdadır. Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızlar gibi gök cisimlerinin eksenlerinin birbirlerine göre eğim yapmaları secde olduğu gibi (Hac 22/18) gölgenin uzayıp kısalması da secdedir (Ra’d 13/15, Nahl 16/48, Furkan 25/45-46). Namaz kılarken yapılan secde, yere yapışmaya benzer şekildedir (Nisa 4/103). Evren; gökler, yer ve bunların arasındaki varlıklar olmak üzere üçe ayrılır (Hicr 15/85). Gökler yedi kattır. Gezegenler, göğün bize en yakın olan katında yer alır (Saffât 37/6). Bu ayet, 11 gezegenin olduğunu bildirmektedir. Tevrat’da bu konu şöyle geçer: “Yusuf bir düş daha görüp kardeşlerine anlattı. “Dinleyin, bir düş daha gördüm” dedi, “Güneş, ay ve on bir yıldız önümde eğildiler (Yaratilis 37/9)” (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

[2*] Sâcidîn, sözlükte “saygı duydu, boyun eğdi, alttan aldı, bağlandı” anlamlarına gelen secdenin ism-i falidir (Mekâyîs). Kur’an’da rüku’ ve kıyam da, tıpkı secde gibi hem şer’î anlamıyla hem de lügat anlamıyla kullanılır ve her üçünün de lügat anlamları farklı düzeylerde “saygı ve bağlılığı” içerir. Kıyam yalnızca “saygı”, rüku’ saygıdan dolayı “boyun eğme ve itaat”, secde ise itaatin son noktası olan “tam teslimiyet” vurgusuna sahiptir. Namazın sembol rükünlerinden olan kıyam, rüku ve secde, saygıyla başlayıp varlığını adayışla biten bir teslimiyet sürecine tekabül eder. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

5. "Yavrucuğum," dedi, "rüyanı kardeşlerine anlatma; sonra sana bir oyun oynarlar.[*] Hiç kuşkusuz şeytan, insan için açık bir düşmandır.

Hz. İbrahim oğlu İshak oğlu Yakub, bu rüyanın oğlu Yusuf için bir müjdenin habercisi olduğunu hissetmişti. Yaşadığı peygamberlik atmosferi, ayrıca atası İbrahim ve onun soyundan gelen mü'minlerin Allah tarafından kutsandığını bilmesi hasebiyle, sözkonusu müjdenin; din, kurtuluş ve bilgi bağlamında olabileceğini düşünmüştü. Onun tahminine göre, Hz. İbrahim'in soyundan gelen oğulları arasından seçkin kılınıp kutsanacak, böylece Hz. İbrahim'in soyundan gelen kutlular zincirine eklenecek kişi, böylesi bir rüya görmesi sebebiyle Yusuf olmalıydı... Bu yüzden ona şöyle dedi: (Seyyid Kutub Tefsiri)

6. Zira bunun anlamı, Rabbinin seni seçmesi, sana olayların altında yatan gerçeği öğretmesi[1*] ve tıpkı daha önceden ataların İbrahim ve İshak`a olan nimetini tamamladığı gibi, sana ve Yakub oğullarına da nimetini tamamlaması demektir. Gerçekten de senin Rabbin Alîm’dir; her şeyi bilir, Hakîm’dir; kararları doğru olandır."[2*]

[1*] Zımnen ilk muhataba mesaj: Ey Mekke’nin Yusuf’u! Olana bakma, onun altında yatan hakikate bak! Te’vîl, bir şeyi hakikatine ircadır. Te’vîli’l-ehâdîs, “olayların özünü kavramak için onları illet ve sebeplerine irca etmek” demektir. Rüya, âlem-i mülke ait beden ile âlem-i ervâha ait ruh arasında bir perde olan âlem-i misale yansıyan görüntülerdir. Bu görüntüler “hakikî” değil “temsilî” bir mânaya sahip olduğu için “tasdik” edilmezler, “tabir ve tevil” edilirler. Hz. Yakub oğlu Yusuf’un gördüğü rüyayı tabir ve tevil ederek ulaştığı sonuçları aktarıyor.

[2*] Kur’an’da onlarca kullanımdan sadece burada ‘alîmun hakîm sıfatları, bir özneye (ke: senin) muzaf kılınmış Rabb’i niteler. Bu şunu gösterir: Birbirinin tekrarı gibi görünen her ilâhî isim, aslında içerisinde yer aldığı ibarenin bütününde anlamını bulan özel bir vurguya sahiptir. Bu âyetin sonundaki Allah’ın ‘alîm ve hakîm sıfatları, bir önceki âyetin sonundaki şeytanın ‘aduvvun mubîn vasfına karşı bir kalkan iması taşır. Zımnen: İnsan, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Rabbi sayesinde, apaçık düşman olan şeytanla baş edebilir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 2
7. Gerçek şu ki, Yûsuf ve kardeşlerinin haberlerinde, gerçekleri arayanlar için çıkarılacak nice dersler vardır.[*]

Ayetleri irdeleyen, arayan ve ilgilenen kimseler için Yusuf ve kardeşleri olayında birçok gerçeğe ilişkin nice ibret, nice ders bulunmaktadır. Böylesi bir ifade kullanılarak tüm dikkatler, olayın üzerine çekiliyor. Deyim yerindeyse perde bu sözle açılmaktadır. Artık olaylar başlayacaktır. Karşımızdaki tabloda, Yusuf'a karşı bir şeyler yapabilme hazırlığı içerisinde olan kardeşlerini görmekteyiz.

"Eski Ahid" yazarlarının ileriye sürdükleri gibi, Yusuf onlara rüyasını anlatmış mıydı acaba? Ayetlerin ifadesine . göre hayır! Nitekim onların konuşmalarından, Yakub'un Yusuf ile onun öz kardeşinin üzerine daha fazla düşmekte olduğunu anlıyoruz. Gerçekten onların Yusuf'un rüyasından haberleri olsaydı,konuşmalarında bundan da söz etmeleri, kıskançlıktan ötürü ona dil uzatmaları gerekirdi. Hz. Yakub'un, oğlu Hz. Yusuf'un rüyasını kardeşlerine anlatması durumunda meydana gelmesinden korktuğu şey, onların bambaşka bir noktadan hareket etmeleriyle gündeme gelecekti. Onlar, babalarının Yusuf'un üzerine titremesini çekememekteydiler. Yusuf'un kaderinde belirlenmiş olan, onu yeni bir yaşama hazırlayacak, ailesinden ayrı düşürecek, babasının yaşlanmasıyla tekrar onu ona kavuşturacak olan yeni koşulların ortaya çıkması için bu perdedeki olayların meydana gelmesi gerekiyordu. Özellikle babanın yaşlı olması durumunda en küçük çocuğun diğer çocuklardan daha çok sevgi görmesi aslında normaldi. Nitekim Yusuf, onun öz ve üvey kardeşlerine baktığımızda bu olguyla karşılaşıyoruz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

8. Bir vakit [Yusuf’un kardeşleri kendi aralarında şöyle] konuşuyorlardı: “Sayımız bu kadar çok olduğu halde bile, Yusuf ve kardeşi [Bünyamin][*] babamızın gözünde daha değerli / daha sevgili; gerçek şu ki, babamız açık bir yanılgı içerisinde!”

Hz. İbrahim’in 2 oğlu vardır. Hz. İshak ve Hz. İsmail. Hz. İshak Hz. İbrahim’in birinci eşinden (Sare’den), Hz. İsmail ise ikinci eşinden (Hacer’den) doğmuştur. Hz. İshak’ın oğlu Yakup İsrail adıyla anılır ve onun 12 evladı, İsrail oğullarının on iki boyunu oluşturur. Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman ve Hz. İsa bu soydan gelen ve Kur’an’da ismi geçen peygamberlerdir.

Hz. Yakup’un İbrahim peygamberin oğlu olduğunu söyleyenler ve bunu aşağıdaki ayetlere dayandıralar da vardır. Hz. İbrahim, İsmail, İshak ve Yakup peygamberlerin birlikte anıldığı Bakara, 2/136 ve A. İmran, 3/84 ayetleri, “Biz O’na İshak’ı ve Yakup’u da armağan ettik” (Enbiya, 21/72; Meryem, 19/49; Ankebût, 29/27).

Hz. Yakub’un çocuklarından Bünyamin Hz. Yusuf’un anne-baba bir, yani öz kardeşi; ötekiler (baba bir, anne ayrı) üvey kardeşleriydiler. Diğer anadan olan çocukları babalarının her zaman kendilerine üvey evlat muamelesi yaptığı zannıyla Yusuf ve Bünyamin hakkında kötü düşünüyorlardı. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

9. Yûsuf`u öldürün veya onu bir yere atın ki babanızın sevgi ile yönelişi yalnız size kalsın! Ondan sonra da tövbe ederek iyi kimseler olursunuz.”[*]

Ardından içlerindeki çekemezlik duygusu kabarıyor. Şeytan yüreklerine sızıveriyor. Böylece realiteyi görebilme yeteneklerini kaybetmiş hale geliyorlar. Yüreklerindeki kıskançlığın baskısı altında o an tüyler ürpertici eylemleri bile normalmiş gibi görüyorlar. Kendi kardeşleri durumundaki birinin canına, kendini savunmaktan aciz masum bir çocuğun canına kıymak gibi iğrenç bir eylem bile, onlara son derece basit görünebiliyor. Peygamber olmasalar da en azından peygamber çocukları olmalarına karşın yine de bu eylemi son derece sıradan bir iş biçiminde düşünebiliyorlar. Babalarının Hz. Yusuf'a olan sevgisi ise gözlerinde giderek büyüyor ve onları Yusuf'u öldürmeyi -Allah'a şirk koşmanın ardından yeryüzündeki en büyük günah durumundaki bir eylemi gerçekleştirmeyi- düşünmeye sevk ediyor.

Ama onlar babalarının yüreklerindeki sevgiye talipseler, Yusuf buna engel değil ki... Babaları sanki Yusuf'u artık göremediğinde, yüreğinde ona karşı beslediği sevgi de uçup gidecek ve tüm yüreğini böylelikle diğer oğullarına açacaktır! Ancak ya işleyecekleri bu suç? Bu da önemli değildir! Tevbe ediverirler! Böylece bu suçtan ötürü kendilerine yazılan günahları siliverip, yeniden iyi birer insan oluverirler! (Seyyid Kutub Tefsiri)

10. İçlerinden sözü dinlenen biri de şöyle dedi: “Yusuf’u öldürmeyin! Bir şey yapacaksanız, derin bir su kuyusunun dibine bırakın da oradan geçen kafilelerden biri onu bulup alsın.”[*]

Zımnen, “ve o’nu uzak diyarlara götürür” (karş. önceki ayet). “Kuyu” sözcüğüyle aktardığımız cübb terimi, özellikle çölde basit bir biçimde toprakta ya da kayalarda açılan ve taşla örülmeyen kuyular için kullanılır: sözü geçen kuyunun bu tür bir kuyu olması onun, Hz. Yusuf’u gözden saklayacak ya da tırmanıp çıkmasına engel olabilecek kadar derin ama onu boğmaya yetmeyecek kadar suyu az bir kuyu olduğunu düşündürmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)

11. Babalarına şöyle dediler: "Ey babamız! Yûsuf hakkında bize neden güvenmiyorsun?[*] Hâlbuki biz onun iyiliğini isteyen kişileriz.

İğneli, gizli bir kınama yüklü bir soru! Hz. Yakub'u, sorunun taşıdığı anlamını silmeye, yani isteklerinin tam tersine Hz. Yusuf'u kendilerine teslim etmeye çağıran bir soru! Oysa Hz. Yakub, Yusuf'un kendi yanında kalmasından yanaydı. Yusuf'unu sevdiğinden, onun başına bir şey gelmesinden çekindiğinden, onu kardeşleriyle de olsa, diğer oğullarının sürekli gittikleri çayırlara ve ıssız yerlere salmak istemiyordu. Zira diğer oğullarının hepsi büyüktü. Oysa Hz. Yusuf oralarda bir tehlike sözkonusu olursa, kendini koruyamayacak denli küçüktü. Yoksa Hz. Yakub'un Yusuf'u salmak istemesinin nedeni, diğer oğullarına güvenmemesi değildi. Ne var ki, oğulları bu tür bir soruyla kendisine, babaları olmasına karşın kardeşleri Hz. Yusuf'u onlara emniyet etmek istemediğini ima ediyorlardı. Onların bu kanaatleri doğru değilse, Hz. Yakub, Yusuf'u onlara teslim ederek bunu kanıtlamalıydı. Nitekim Hz. Yakub, onların kendisine bunca yüklenmeleri sonucunda, Hz. Yusuf'u kendi yanından hiç ayırmama düşüncesinden ister istemez ödün verecektir. Gerçekte ise onların bu sorusu, iğrenç bir tuzak girişiminden başka bir şey değildir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

12. Bırak o’nu yarın bizimle gelsin, gezip oynasın; o’na göz kulak olacağımızdan en küçük bir şüphen olmasın!"
13. (Babaları / Yakub) dedi ki: “Doğrusu onu götürmeniz beni üzer, siz ondan habersiz iken onu kurt yer diye korkuyorum.”
14. "Eğer biz bu kadar kalabalık ve güçlü iken, onu bir kurt kapıp yerse, yazıklar olsun bize" dediler.
15. Kardeşleri Yusuf’u kıra götürüp onu bir kuyunun dibine atmayı kararlaştırdıklarında, kendisine "İlerde, hiç beklemedikleri bir sırada, sana yaptıkları bu işi kardeşlerine hatırlatacaksın" diye vahyettik.[*]

“Evhayna” fiili, burada ilham anlamında kullanılmıştır. Tıpkı Hz. Musa’nın annesine (Kasas 28/7), Hz. İsa’nın Havarilerine (Maide, 5/111) ve arıya ilham edilmesi (Nahl 16/68) gibi.“…Allah insanla ancak vahiy/ilham yoluyla konuşur…” (Şura 42/51) cümlesindeki “vahiy” kelimesi yine ilham anlamında kullanılmıştır. “Yüklemek” (Fussılet 41/12), “emretmek” (Enfal 8/12) ve “talimat vermek” (Zilzal 99/5) örneklerinde de olduğu gibi “vahiy” sözcüğü sadece peygamberler için kullanılmamıştır. Kendisine ilham edildiğinde Hz. Yusuf henüz peygamber olmamıştı. Allah’ın Hz. Yusuf’a kuyuya atıldığı zamanki bu vaadi gerçekleşmiş ve Hz. Yusuf kuyudan çıkarıldıktan belli bir zaman sonra önce Mısır’a vezir olmuş, daha sonra da kendisine peygamberlik verilmiştir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

16. Akşam üstü ağlaya ağlaya babalarına geldiler.
17. "Ey babamız!" dediler, "Yarış yapma amacıyla uzaklaşmıştık. Yusuf`u da eşyalarımızın başında bırakmıştık. Bir de baktık ki onu kurt yemiş.[*] Ama biz ne kadar doğruyu söylersek söyleyelim, yine de sen bize inanmayacaksın!"

Yüreklerindeki o korkunç kıskançlıklarından başka bir şey düşünemediklerinden, doğru düzgün bir yalan bile uyduramamışlardır. Oysa, daha işin başında bulundukları sırada, Hz. Yakub'un Yusuf'u yanlarında götürmelerine izin verdiği anda, içlerindeki o korkunç dürtüleri denetleyip gemlemeyi başarabilselerdi, tüm bunları yapmamış olabilirlerdi. Ancak, bir daha bu fırsatı ele geçiremeyiz korkusuyla, iki ayaklarını bir pabuca sokmayı yeğleyerek hemen bu işi bitirmekten başka bir şey düşünmemişlerdi. Onların ne denli acele ettikleri, kurt yalanından başka bir şey uyduramamalarından da anlaşılıyor. Hz. Yakub onlara, Hz. Yusuf'u kurtların yemesinden korktuğunu, bu konuda özellikle dikkatli olmalarını daha dün söylemişti! Onlar da böyle bir şeyin asla olamayacağını belirtmişlerdi! Böyle bir tasayı, akıldan bile geçirilemeyecek denli yersiz bulmuşlardı! Babaları kendilerine daha dün tembihlemiş olmasına karşın, hemen ertesi gün Yusuf'u kurtlara yem etmiş olmaları, hiç de akla yatkın bir kılıf değildi.

Yine aynı acelecilikle, Hz. Yusuf'un gömleğine -hiç de inandırıcı olmayacak biçimde- biraz kan sürmüşlerdi. Yalanları bile adeta, onların yalan söylediklerini bas bas bağırarak ele vermektedir... (Seyyid Kutub Tefsiri)

18. (Delil olarak) Yusuf’un gömleğine sürülmüş (Yusuf’a ait olmayan) aldatıcı bir kan getirdiler. Yakup dedi ki: “Hayır! Nefisleriniz sizi bir işe sürüklemiş.[*] Artık bana düşen güzel bir sabırdır! Anlattığınız bu kurgu karşısında yalnız Müsteân; yardım dilenilen yegane yardım mercii olan Allah’tan yardım istenir."

Nefs (lügat anlamı için bkz: 4:1, not 2) ve nufûs şeklindeki kullanımların ötesinde, enfus’un bu sûredeki kullanımları, belirgin bir biçimde diğerlerinden farklılaşmaktadır. (Krş: Âyet 23, 26, 30, 32, 53 vd.) Sanki bu farklılaşma anlam daralması biçiminde olmakta ve nefis kavramı bizim kimi yerde “ters dönmüş tasavvur” kimi yerde “ayartıcı sahte benlik” olarak karşıladığımız özel anlamlarıyla öne çıkmaktadır. Nefis kavramındaki bu anlam farklılaşması, zihnimizde Kur’an’ın indiği dönemdeki insan tasavvurundan farklı olarak, bu olayların yaşandığı Hermetizm’in vatanı olan Eski Mısır’da carî olan insan tasavvurunu çağrıştırmaktadır. Bu durumda Kur’an’ın, eşsiz bir anlatım tekniğiyle olayları, kahramanlarının kendi zamanlarına dair temel tasavvurlarıyla birlikte aktardığı gibi bir sonuç çıkar. Bu konuda hiçbir metin Kur’an’la kıyaslanamaz. Bununla amaçlanan tarihsel bir aklı ve o aklın temellerini yansıtmanın da ötesinde, bu olaydan çıkarılacak ahlâkî derslerin ve ilâhî yasaların daha net ve doğru bir biçimde çıkarılmasını temin etmektir.

Tesvil, (Müfredât se-e-le, Muhtar ise se-ve-le maddesine yerleştirmiş) insan tasavvurunun, çirkini güzel göstererek sahibini yanıltması (Râğıb). Bu, hakikate müdâhaleye girişen tasavvurun, sahibine kurduğu bir tuzaktır. Bu tuzağın en bariz özelliği, gerçeğin fark edilmesini zorlaştıran albenili gerekçelerle bezenmiş olmasıdır. Aynı ifade, bu sûrenin 83. âyetinde de yer almaktadır (Krş: 47:25). Bu ve 83. âyet, Hz. Yakub’un kalbinin bu senaryoya yatmadığını îmâ etmektedir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

19. Bir kervan geldi, sucularını su almaya gönderdiler. Adam kovasını kuyuya sarkıtınca "Müjde, işte size bir oğlan çocuğu" dedi. Kervandakiler onu satmak üzere sakladılar. Oysa Allah ne yaptıklarını biliyordu.
20. Onu ucuz bir fiyata, birkaç dirheme sattılar.[*] Zaten ona değer vermiyorlardı.

Çünkü onlar, bir çocuğu köleleştirip satmak gibi bir suçlamayla yüz yüze gelmek istemedikleri için, onu bir an önce ellerinden çıkarmak istiyorlardı... Böylece, Hz. Yusuf'un yaşamındaki ilk sıkıntı son bulmuş oluyordu. Kıssamızın ikinci perdesinde bir köle olarak satılan Yusuf, Mısır'a varmış bulunmaktadır. Onu satın alan kişi, onun iyi bir karakter taşıdığının farkına varmış ve hanımına da ona iyi bakmasını öğütlemiştir. -Bu çocuğun iyi bir insan olacağı nurlu yüzünden, özellikle de erdemli karakterinden zaten besbelliydi.- İşte bu olay,rüyanın gerçekleşmesindeki olaylar örgüsünün ilk ilmeğini oluşturuyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 3
21. Onu satın alan Mısırlı, karısına şöyle dedi: "Ona iyi bak, kendisine güzel bir yer hazırla. Bize yararı dokunabilir. Belki de evlat ediniriz onu." İşte bu şekilde biz Yûsuf’a yeryüzünde imkân verip o toprağa yerleştirdik ki, ona olayların / haberlerin yorumunu öğretelim.[*] Allah, kendi emrine Gâlib’dir; murad ettiği işi başarıyla sonuçlandırandır. Ama insanların çokları bilmiyorlar.

Hz. Yusuf’u köle pazarından satın alan Aziz’in bu sözü daha sonraki dönemlerde Hz. Musa’yı nehirden alan Firavun’un hanımının dilinden de dökülmüştür. Demek ki peygamberlerin başına gelen bu türden olaylarda da büyük benzerlikler söz konusuydu. Ayet için bkz. Kasas 28:9.,Aslında Hz. Yusuf’un yaşadığı bu olay onun toplumsal hayatta savrulmasına neden olacak bir durumda olmasına rağmen Yüce Allah çok önemli bir planın gereği olarak şehrin yöneticisi konumundaki kişinin onu satın almasını ve evlatlık edinmesini sağlamıştır. Demek ki Hz. Yusuf’un hayat akışında Yüce Allah’ın müdahaleleri yaşanmıştı; nitekim daha sonra ele alınacak olan onun Maliye Bakanlığı görevinde de benzer bir durum söz konusu olmuştur. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

22. Yusuf ergin hale gelince ona hikmet / doğru karar verme yeteneği ve ilim verdik. Biz, güzel davrananları işte böyle ödüllendiririz.[*]

Hz. Yusuf'a, her meselede sağlıklı bir hüküm verebilme, olayların nasıl noktalanacağını kestirip bilebilme, rüyaları yorumlayabilme yeteneği ya da daha kapsamlı bir deyimle yaşamı ve yaşam süresince karşılaşılabilecek olayları gerçek yüzüyle kavrayabilme yeteneği verilmişti. Bu noktada ayetin ifadesi, pek çok olguyu kapsayabilecek denli geniştir. Bunlar, iyi davranan bir kimse olmasının, inancıyla ve ahlâkıyla iyi bir kimse olmasının ödülüydü: "Biz iyi davranışlıları işte böyle ödüllendiririz." (Seyyid Kutub Tefsiri)

23. Derken, evinde bulunduğu kadın arzusunu onunla tatmin etmek için ona baştan çıkarmak istedi. Ve (bir gün) kapıları sıkı sıkıya kapatıp dedi ki: "Hadi, seninim!" (Yusuf): "Allah`a sığınırım" dedi, "çünkü O benim Efendim; bana güzel bir konum kazandırdı! Şu da bir gerçektir ki, zalimler asla başarıya ulaşmaz."[*]

Rab” aynı zamanda efendi demektir. Ayetteki “o benim Rabbimdir” cümlesindeki “rab” Allah’ı değil, hanımın kocasını, Yusuf’un efendisini anlatmaktadır. Yani “kocan benim efendimdir, beni öz evladı gibi bağrına basmıştır, ona nasıl ihanet eder, nankörlükte bulunabilirim.”

Namahrem olan yani birbirlerine nikâhı düşen bir erkekle bir kadının yanlarında yakınları olmaksızın tenha bir mekânda bulunmaları doğru değildir. Bu konuda Hz. Yusuf ile ilgili anlatılan kıssadan alınacak büyük hisseler bulunmaktadır. İnsan, kendisini günaha götürecek yollardan uzak durmalı ya da o yolları kullanmamaya özen göstermelidir. Zira İsra 17/32. ayetinde “zina yapmayın” demiyor özellikle “Zinaya yaklaşmayın” diyor yani, zinaya götürecek olan bütün yolların kapalı tutulması isteniyor. Küçük günahlar büyük günahların öncüleridir. Zinaya götürecek en küçük bir çıkış zinanın geleceğinin habercisidir. Onun için bu duruma yol açacak bütün davranışlardan uzak durmak gerekir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

24. Kadın onu gerçekten arzuluyordu. Eğer Rabbinin burhanını[1*] görmemiş olsaydı Yusuf da onu gerçekten arzulamıştı. Böyle olması, kötülüğü ve fuhşu ondan uzaklaştırmamız içindi. O, samimiyeti onaylanmış kullarımızdandır[2*].

[1*] Yüce Allah, tüm insanlarla; vahiy (ilham) yoluyla, perde arkasından ve Allah’ın vahyini iletmekle görevli bir elçi aracılığıyla olmak üzere üç yolla konuşur (Şûrâ 42/51). Bu ayette Yusuf (a.s.)’a gösterildiği bildirilen “burhan” bu konuşma yollarından ilkiyle ilgilidir. Allah, insanların yapıp ettiklerinin iyi ya da kötü olduğunu onların içine ilham eder (Şems 91/8). Bu duygular insanın kalbine doğar. Kötü bir işe niyetlenen yahut bunu yapan kişinin içinde hissettiği sıkıntı ve vicdan azabı, Allah’ın ona olan ilhamıdır. Yûsuf aleyhisselamı kötü işe bulaşmaktan alıkoyan “burhan” (kesin delil), Allah’ın ona, yaptığının kötü olduğunu ilham etmesi, onun da bu düşünceyi içinde hissetmesidir. Yûsuf aleyhisselamın içine doğan ilham onu kendine getirmiş olmalıdır. Bu tür uyarılar herkese yapılır. Sıkıntı ve huzur türünden bu tecrübeyi mümin veya kafir her insan yaşar (Tevbe 9/110, Hicr 15/2). Bu duyguyu içinde hisseden kişi, kötü işi yapmaya devam ederse, bunu bilerek yapmış olur ve bu bilgi Allah’ın huzurunda onun aleyhine delil olur. Yanlış bir işten sonraki iç sıkıntısı da Allah’ın kullara bir ilhamıdır. Bu ilham, kişiyi tevbeye çağırır. Dolayısıyla doğru ya da yanlış yolda olmanın ikisi de bilinçli davranışlardır. Kur’ân’da, Mûsâ aleyhisselamın annesine vahyedildiği (Tâ Hâ 20/38, Kasas 28/7), henüz bir çocuk iken Yûsuf aleyhisselamın kuyuda vahiy aldığı (Yûsuf 12/15) bildirilir. Ancak içe doğan her şey Allah’ın ilhamı değildir; şeytan vesvesesi de olabilir (En’âm 6/121). Çünkü insan ve cin şeytanları, insanlara vesvese verir, zihinleri bulandırır. Hatta bunların vesveselerini ifade etmek için Kur’ân’da “vahiy” kelimesinin kullanıldığı da olur (Nâs 114/4-6; En’âm 6/112, 121). Bunlar, nebî ve rasûlleri de yanlış davranışlara sürüklemeye çalışmıştır (En’âm 6/112-113, Hacc 22/52). Allah’ın ilhamı ile vesveseyi ayırabilmek için içimize doğan düşünceleri Allah’ın kitabıyla denetlemeliyiz.

[2*] Samimiyeti onaylanmış anlamı verdiğimiz ‘muhlas’ kelimesinin mastarı ihlastır. İhlas sözlükte bir şeyi kirlilikten, bulanıklıktan temizleyip arındırmak, saflaştırmak, katıksız, arı, duru hale getirmektir. Bu kelime Kur’an’da, dini Allah’a has kılan yani Allah’ın dinine bir şey katmayıp kulluğu sadece ona yapan, riyadan ve şirkten uzak olan samimi insanların ortak vasfını ifade etmek için kullanılır. Bu vasfa sahip olana “muhlis”, bu vasfı Allah tarafından onaylanmış olana da “muhlas” denir. İblis, bu özelliğe sahip olanları yoldan çıkaramaz. (Hicr, 15/40; Sad, 38/83). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

25. Her ikisi de -Yusuf önde, kadın peşinde olmak üzere- kapıya koştular. Kadın, Yusuf’un gömleğini arkasından yırttı; kapıda kadının kocası ile karşılaştılar. O sırada kadın, kocasına "Eşine kötülük etmek isteyenin cezası herhalde hâpsedilmekten ya da ağır işkenceye çarpılmaktan başka bir şey olamaz" dedi.[*]

Sağduyusunu toplayan Hz. Yusuf, kaçıp kurtulmayı yeğlemişti. Halâ o hayvani dürtüsünün depreşimlerini yaşayan kadın ise, onu yakalayabilmek için yerinden fırlamış bulunuyordu. "Kadın Yusuf'un gömleğini arkasından yırttı." Hz. Yusuf'u kapıdan geriye içeriye çekebilmek için tutup asıldığında, onun gömleğini yırtmıştı. Ve tam bu sırada bir sürpriz: "Kapıda kadının kocası ile karşılaştılar." Burada, kadının deneyimliliği tüm çıplaklığıyla karşımızda. Bu dehşetengiz sahnenin beraberinde getirdiği soruya, anında bir cevap bularak, Hz. Yusuf'u suçlamaya geçtiğini görüyoruz: "Kadın, kocasına: `Eşine kötülük etmek isteyenin cezası ne olmalıdır?' dedi." Ama kadın Yusuf'a aşık ve onun adına korkmaktadır. Bu nedenle de güvenceli bir ceza verilmesini istemektedir. "Cezası, hapsedilmekten ya da ağır işkenceye çarpılmaktan başka bir şey olamaz." (Seyyid Kutub Tefsiri)

26. Yusuf "Beni yatağına çağıran odur" dedi. Kadının akrabalarından biri olaya ilişkin şöyle bir çözüm önerdi, "Eğer Yusuf’un gömleği ön tarafından yırtılmış ise, kadın doğru söylüyor, Yusuf ise bir yalancıdır.
27. Yok, eğer Yusuf’un gömleği arka tarafından yırtılmış ise, kadın yalan söylüyor ve Yusuf’un dediği doğrudur."
28. Kadının kocası Yûsuf’un gömleğinin arkadan yırtıldığını görünce, dedi ki: "Şüphesiz bu, siz kadınların tuzağıdır. Şüphesiz sizin tuzağınız çok büyüktür.
29. Yusuf sen bunu unut, kadın sen de günahına tevbe et, çünkü sen hata işleyenlerdensin."[*]

Olayın mantığı üzerine oturtulan söz konusu şahitlik doğrultusunda, Yusuf'u kendisine çağıranın kadın olduğunu, ve yine kadının Yusuf'a iftira attığını açıkça anlamıştı. Burada binlerce yıl öncesindeki cahiliyenin sosyete sınıfına ilişkin bir kesit çıkıyor karşımıza. Bu kesit, bugün bile adeta somut bir biçimde karşımızdadır. Bu kesitte, cinsel skandallar karşısında rahatlığı, bunları toplumdan gizleyebilmek için örtbas etme eğilimini gözlüyoruz. Zira onlar için en önemli Şey, bu skandalların duyulmamasıdır.

Adam, gömleğin arka tarafından yırtılmış olduğunu görünce karısına "Bu iş, siz kadınlara özgü bir komplodur, sizin komplolarınız yamandır" dedi.

İşte böyle... Doğrusu bu, o kadınların bir hilesidir. O kadınların fendi büyüktür... Bu tavır, kam damarları zorlayacak denli hiddetle doldurabilecek denli böylesi vahim bir olay karşısında ustaca bir vurdumduymazlıktır. Suçu tüm kadınlara genelleyerek, -kadının bu tavrını neredeyse överek- işi bir tür şakaya bağlamaktır. "Sizin komplolarınız yamandır!" cümlesinde söz konusu kadına yönelik olumsuz bir dokundurma yapılmamaktadır. Tam tersine, söz konusu kadının davranışıyla, dişiliğiyle büyük fentler açabilecek denli dört dörtlük, mükemmel bir dişiliğe sahip olduğu ima edilmektedir.

Adam, daha sonra masum olan Hz. Yusuf'a dönüp eklemektedir. "Sen ona bakma, kapat bu olayı." Yani bu meseleyi kapat! Kendi kendine önemseyip hatırlamaktan vazgeç! Kimseye de açma! .. Önemli olan da budur zaten! Görüntüyü kurtarmak yeterlidir! Ardından, Yusuf'un olmak isteyen, onu yakalayıp suçuna ortak etmek isterken gömleğini yırtan kadına dönerek öğüt veriyor: "Sen de günahından ötürü af dile, çünkü sen bir günahkârsın."

İşte, tüm cahiliye toplumlarında rastlanan, hizmetçiler ve köleler karşısında aristokrat sınıfın konumunun, en yakından erilmiş bir görüntüsüdür bu. Perdenin kapanmasıyla birlikte tüm sahnenin ve olayların gözden kaybolduğunu görüyoruz... Ayetlerde o anın, tüm görüntüleri, tüm tepkileri bize aktarılmış bulunuyor. Ancak o anın, pornografik hayvani fantazilerden bir bölüme ya da iğrenç cinsel bataklıktan bir gölete dönüştürülmesi yoluna asla gidilmiyor! (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 4
30. Şehirdeki bazı kadınlar şöyle dedi: “Vezirin karısı hizmetindeki genci elde etmeye çalışıyormuş! Kara sevdaya tutulmuş. Biz onu gerçekten açık bir yanılgı içinde görüyoruz.”[*]

Adam, hanımıyla kölesi arasına girmiyor. Mesele, zamanın akışına bırakılıyor. Saraylarda bu tür meseleler, hep zamanın akışına bırakılmaz mı zaten! Ama sarayda da olsa yerin kulağı vardır. Aynı çatı altında hizmetçiler ve uşaklar var. Dolayısıyla saraylarda, olup bitenleri örtbas edebilmek mümkün değildir. Özellikle de kadınların çevrelerinde olup bitenlerin dedikodusunu yapmaktan başka bir şey istemedikleri aristokrat ortamlarda, bu iş daha da güçtür. Bu sebeple sözkonusu türden skandalların, sohbetlerde, partilerde ve ziyaretlerde, kulaktan kulağa yayılıp herkesin diline düşmesi kaçınılmazdır.

Bu söz, tüm cahili çevrelerde kadınların bu tür meselelerde söyledikleri sözlere tıpatıp benzemektedir. Burada haberin kentte yayılması sonucunda söz konusu skandalın açıkça anlatılıp duyurulması sırasında ilk kez, kadının baş vezirin hanımı olduğunu, dolayısıyla Yusuf'u Mısır`dan satın alan adamın da -Mısır'ın baş veziri- Aziz olduğunu da öğrenmiş bulunuyoruz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

31. Hanım o kadınların kendisi aleyhindeki bu dedikodularını işitince onları konağına dâvet etmek üzere dâvetçi gönderdi. Onlar için mükellef Eksiksiz, özenli bir biçimde yapılmış. bir sofra hazırlattı. Sofrada, ikram edilen meyveleri soysunlar diye, her misafir için bir de bıçak koydurmuştu. Onlar meyvelerini soyup kesmekle meşgul oldukları sırada, beriden de Yusuf’a: "Çık şimdi onların karşısına!" dedi. Kadınlar onu görünce hayran kaldılar, onun güzelliğine dalıp gittiklerinden, farkında olmadan kendi ellerini kestiler ve: "Hâşâ! Allah için bu, bir insan olamaz! Bu sadece yüce bir melek! Başka bir şey olamaz!" dediler.[*]

Baş vezirin eşi onlar için, kendi sarayında bir parti düzenledi. Bu nedenle onların, sosyete sınıfına mensup olan, saraylardaki partilere davet edilen, son derece görkemli ve ihtişamlı bir biçimde ağırlanan kadınlar olduklarını anlıyoruz. Yine onların o dönemde, doğu işi şilte ve yastıklarla donatılmış koltuklar üzerine oturarak yemek yedikleri görülüyor. Baş vezirin eşi bu koltukları onlar için hazırladı. Yemekte kullanmaları için her birine de birer bıçak getirdi. Buradan, o dönemin Mısır'ında maddi uygarlığın yüksek bir düzeye ulaştığı, saraylardaki konforun da son derece görkemli olduğu anlaşılıyor. Binlerce yıl öncesindeki bù dönemde, yemek sırasında etleri kesebilmek ve meyveleri soyabilmek için bıçak kullanılması, konfor ve maddi uygarlık düzeyi açısından, son derece anlamlıdır.

"Kadınlar Yusuf'u görünce güzelliği karşısında büyülendiler." "Allah'ım sen ne büyüksün, dediler." Bu bağlamda, "Allah'ım sen ne büyüksün" demeleri, Allah'ın eseri olan bu harikulâde güzellik karşısında duydukları dehşetin ifadesidir. Nitekim ardından, hemen eklediler: "Bu bir insan değil, olsa olsa saygın bir melektir." Surenin giriş bölümünde de belirttiğimiz üzere kadınların bu sözü, o dönemde tevhid dininin kırıntılarının az da olsa bulunduğunun göstergesidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

32. Kadın dedi ki: “Kendisi yüzünden beni kınadığınız kişi işte bu! Onu elde etmeyi çok istedim ama o hep kendini korudu. Yine de istediğimi yapmazsa kesinlikle hapse atılacak ve küçük düşenlerden olacak.”[*]

Vahiy tam da burada, şu soruyu sorup yüreğimizde doğru cevaplamamızı istiyor: Mânevî kölelik mi, fizikî kölelik mi: hangisi daha büyük onursuzluktur? Zımnen: asıl kölelik, aklın duygu tarafından tutuklanıp içgüdülerin insanı esir almasıdır. Sonsöz: Yusuf zindanda özgür, Züleyha sarayda tutsaktır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

33. Yusuf "Rabbim! Hapis bu kadının bana teklif ettiği (gayri meşru ilişki) den daha hayırlı. Eğer sen onların hilelerinden beni korumazsan, ben onlara uyabilirim ve o zaman da cahillerden[*] olurum" dedi.

Ayette geçen (جَهَالَةٍ) cehâlet”in Türkçesi “cahillik” veya “cahillik etmek”tir. Cahillik, bilmemek; cahillik etmek de kendini tutamayıp yanlış iş yapmaktır. Züleyha ve diğer kadınların onu elde etmeye çalışmaları karşısında Yusuf aleyhisselamın söylediği sözler, cahillik etmekten korktuğunu göstermektedir. Çünkü o, kendine hakim olamamaktan korkmaktadır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

34. Rabbi onun duasını kabul etti de kadınların tuzaklarını ondan uzaklaştırdı.[*] Çünkü O Semî'dir; her şeyi dinler, ve Alîm'dir; her şeyi bilir.

Hz. Yusuf, yüce Allah'ın lütfu ve gözetimiyle, ikinci sınavı da böylece atlatıyor. Onun bu başarı ve kurtuluşuyla, bu yaman kıssanın ikinci perdesi de böylece sona eriyor... (Seyyid Kutub Tefsiri)

35. Sonra adamlar, Yusuf’u belirli bir süre için hapse atmayı gerekli gördüler.[*] Oysa onun masum olduğunu kanıtlayan bunca delil gözleri önünde duruyordu.

İşte saraylardaki atmosfer! İşte zorba sistemin atmosferi! İşte aristokrat çevrelerdeki atmosfer! İşte cahiliye atmosferi! Yusuf'un suçsuzluğuna ilişkin şüpheye en ufak yer bırakmayacak kanıtlar bulunduğunu görmüşlerdi... Kibirinden kimseyi görmez hale gelen başvezirin eşi, kendisi için yanıp tutuştuğu kölesini kadınlara göstermek üzere, onlara bir parti düzenlemişti. Partide, bu köleye vurulduğunu açıkça söylemiş, diğer kadınlar da bu köleye vurulup onu baştan çıkarmaya çalışmışlardı. O ise tüm bunlar karşısında, kendisini kurtarıp koruması için Rabbinden yardım istemişti. Üstelik başvezirin eşi, tüm kadınların huzurunda -utanmaksızın ve arlanmaksızın- bu kölenin, ya emrini yerine getireceğini ya da hapse tıkılıp kahra uğrayacağını açık açık söylemişti. Ama tüm bunlara karşı sonuçta Yusuf, emrolunduğu üzere hapse atılıyor!

Kadın, tehdit sonrası gösterdiği çabalardan da umudunu kesmiş; bu mesele iyice dallanıp budaklanarak belki de sokaktaki halkın bile diline düşmüş olmalıydı... Artık, "aristokratlığın" onurunu korumak gerekiyordu! Aristokrat hatunların beyleri, ailelerine ve hanımlarına sahip çıkamasalar da, "soylu sınıf (!)"a mensup, abayı yakmış, aşkı ayyûka çıkmış, halk arasında bile dilden dile anlatılır olmuş bir kadının isteğini yapmadı diye, hiçbir suçu bulunmayan bir genci hapse tıkıvermekten de aciz değiller ya! (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 5
36. Hapse onunla beraber iki genç daha girdi. Onlardan biri: "Rüyamda, şaraplık üzüm sıktığımı gördüm," dedi. Diğeri "Başımın üstünde, kuşların yediği bir ekmek taşıdığımı gördüm" dedi. Senin iyi birisi olduğunu görüyoruz. Bize bunu yorumla.
37. [Yusuf:] “Daha yiyeceğiniz günlük azığınız önünüze konmadan rüyalarınızın gerçek anlamını size haber vereceğim,[*] [ki başınıza gelecek olanı] vuku bulmadan önce [bilesiniz]; çünkü bu bana Rabbimin öğrettiği şeylerdendir. (Önce) bilin ki, ben, Allah’a inanmayan, ve ahiret gerçeğini tanımaktan ısrarla kaçınan bir toplumun izlediği yolu terk ettim;

Bu ifadenin mahiyeti tartışılmıştır. Bazıları bunun rüyada görülen yiyecek olduğunu söyler (Taberî; Süddi’den naklen Râzî). Bu yiyeceğin normal günlük tayın olmadığında ısrarlı olanlar “Yönetim, birine ölüm cezası vereceği zaman, ona zindanda zehirli bir yemek yedirerek cezayı infaz ederdi” şeklindeki sıhhati kuşkulu bir açıklamaya dayanır (Râzî). Yine Taberî kable en ye’tiyekuma (size gelmeden önce) ibaresini ise, öncesinin aksine “uyanıkken” notuyla verir. Bunu yaparken o ve onun gibi düşünenler (Msl: R. Rıza), “Rüyalarınızda size yemek ikram edilmeden önce onların altında yatan anlamı size bildireceğim” şeklindeki bir anlayışı reddetmiş olmaktadır. Bu anlama problemi, la-ye’tîkumâdaki gizli zamirin nereye gittiğiyle alâkalıdır. Eğer bu gizli zamir “yemeğe” giderse anlam “yiyeceğiniz yemek size gelmeden önce” olur, yok “rüyalara” giderse “rüyada gördükleriniz (gerçek hayatta) başınıza gelmeden önce” olur. Bunun hangisinin isabetli olduğu ise, bi-te’vilihideki açık zamirin adresine bağlıdır. Bu zamirin adresi Zemahşerî’ye göre “anlatılan (rüya)lar”dır. Bizce isabetli olan da budur. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

38. Atalarım İbrahim, İshak ve Ya’kub’un dinine uydum. Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmak bize yakışmaz; bu tevhid inancı bize ve insanlara Allah’ın bir lütfudur. Ama insanların çoğu, bu lütfun değerini bilmez de onun için şükretmezler.
39. Ey hapishane arkadaşlarım! Birbirinden farklı birden fazla ilaha (inanmak) mı daha makul, yoksa Vâhid; eşsiz benzersiz bir tek ve Kahhâr; kendisine dikleneni ezen, daima yenen Allah`a (inanmak) mı?[*]

Her şeyden üstün olan tek Allah, evrendeki hiçbir şeye en ufak bir gereksinim duymayacak denli güçlüdür. O kullarının, erdemliliğinden, kurtuluşundan; çalışmasından ve belirlediği ilkeler doğrultusunda ilerleme kaydetmelerinden başka hiçbir şey istememektedir. Onların bu yoldaki tüm çabalarını, kendisine ibadet olarak saymaktadır. Kullarını yükümlü kıldığı ibadetlerde bile amaç, onların yaşamlarını ve durumlarını en iyi düzeye getirebilmek için, yüreklerini ve duygularını ıslah edebilmektir... Yoksa Allah'ın kullara hiçbir ihtiyacı yoktur. "Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsızın, Allah ise müstağnîdir, övülmeye lâyık olandır..." (Fâtır Suresi 15) İşte, her şeyden üstün tek Allah'a boyun eğmek ile çeşitli uydurma rabblere boyun eğmek arasında böylesine büyük bir farklılık vardır... (Seyyid Kutub Tefsiri)

40. Allah ile aranıza koyup kulluk ettikleriniz; Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerdir. Hüküm, sadece Allah’ındır. O, sadece kendisine kulluk etmenizi emreder. Dosdoğru din işte budur. Ancak insanların çoğu bunu bilmezler.[*]

Bu noktada Yusuf, bu çürük inanç sistemini yere sermek üzere son darbesini indirerek, doğruyu açıklıyor: Otorite kimin olmalıdır? Hüküm koyma yetkisi kimin olmalıdır?! Kime boyun eğilmelidir?! Bir başka deyişle, kime "kulluk" edilmelidir?!

"Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir. Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor."

Hüküm koyma yetkisi, sadece ve sadece Allah'ın olmalıdır. İlahlığının her şeye egemen olması gereğince hüküm, sadece Allah'a özgüdür. Zira egemenlik tanrılığın niteliklerindendir. Egemenliğin kendisine ait olduğunu ileri süren, ister bir birey, bir sınıf, bir parti, ister bir grup, bir ulus, isterse uluslararası bir örgüt şemsiyesi altında tüm insanlar olsun- tanrılığın nitelikleri noktasından herkesten önce Allah'a savaş açmış demektir. Tanrılığın baş niteliği durumundaki egemenlik noktasında yüce Allah'a savaş açan ve egemenliğin kendisine ait olduğunu ileri süren, yüce Allah'ı apaçık bir biçimde inkâr etmiştir. Böyle bir kimsenin kâfir olduğu noktasında dinin kesin hükmü için, sadece bu ayetteki ifade bile yeterlidir!

Kişiyi dosdoğru dinin çerçevesinin dışına çıkaran, tanrılığın baş niteliği konusunda Allah'a savaş açmış bir konuma getiren böylesi bir iddia için, sadece putperestlikte tek bir kalıp yoktur. Bir başka deyişle böylesi bir iddiaya kalkışan kişinin ille de, "Sizin için, kendimden başka bir tanrı tanımıyorum!" ya da -tıpkı Firavun gibi açıkça- "Sizin en yüce rabbiniz benim!" demiş olması şart değildir. Sadece, Allah'ın şeriatını egemen kılmayıp, bir kenara iterek, yasaları başka bir temele dayandırmak ya da sadece Allah dışında egemen konuma gelmiş makamdakileri, otoritenin kaynağı olarak görmek bile bu türden bir iddiaya kalkışmış bir konuma sürüklenmeye yeterlidir. Bunu yapan, tüm uluslar ya da bir grup insan bile olsa, durum değişmemektedir... İslâm sisteminde ümmet, kendisine bir yönetici seçerek ona Allah'ın şeriatının hükümlerini uygulama yetkisini verir. Ancak bu, yasalara meşruluk kazandıran egemenliğin temelinde ümmetin bulunduğu anlamına gelmez. Tam tersine egemenliğin kaynağı sadece Allah'ındır. Ne var ki, İslâm araştırmacılarından bile pek çok kimse, hükümet eden yani yöneten ile otorite kaynağını birbirine karıştırmaktadır. İnsanlar bir bütün olarak, egemenlik yani hüküm koyma hakkına sahip değildirler. Bu hak sadece, bir olan Allah'a aittir. İnsanlar sadece, Allah'ın şeriatında bildirdiği hükümleri uygulamak durumundadırlar. Allah'ın şeriatında yer almamış bir hükmün ne doğruluğu sözkonusudur, ne de meşruluğu! Doğru olan, sadece Allah'ın koyduğu hükümlerdir...

Hz. Yusuf, hüküm koyma hakkının sadece Allah'a ait olduğunu açıklamasının ardından şöyle diyor: "O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir."

Bu açıklamayı Arap insanının anladığı biçimiyle anlayabilmemiz için öncelikle, sàdece bir olan Allah'a özgü kılınan "tapmanın, kulluk etmenin" anlamını iyice kavramamız gerekmektedir...-

Ayette bunu ifade için kullanılan "a-be-de" fiilinin sözlük anlamı: itaat etmek, boyun eğmek, onurunu yenip alçakgönüllü olmaktır... Başlangıçta bu fiilin, İslâmdaki terminolojik anlamıyla dinin gereklerini yerine getirmeyi içermesi sözkonusu değildi. Sadece, sözlük anlamıyla alınması söz konusuydu... Zaten bu ayet ilk indiği sırada, dinin gerekleri tümüyle henüz bildirilmediğinden, sözkonusu fiilin o anda terminolojik anlamını da içerebilmesi mümkün değildi. Dolayısıyla bu fiille ifade edilmek istenen, o an için sözlük anlamındaki kapsamdır. Ki bu aynı zamanda, terminolojik anlamda da aynen yer alacaktır. Bununla anlatılmak istenen; gerek kulluk noktasında, gerek yasalar ve ahlâki davranışlar noktasında, sadece Allah'a itaat etmek, sadece O'na boyun eğmek, sadece O'nun buyruklarını benimsemektir. Dolayısıyla kulluğun gerçek göstergesi, tüm bu konularda sadece Allah'a boyun eğmektir. Zira Allah, yaratıklarından herhangi bir kimseye değil, sadece kendisine kulluk edilmesini istemiştir.

Tapınmanın, kulluk etmenin anlamını bu şekilde kavramamızın ardından Yusuf'un, hükmü sadece Allah'a özgü kılmayı, neden sadece yüce Allah'a kul etmekle açıkladığını da daha iyi anlıyoruz. Zira, hüküm yüce Allah'dan başkasına ait olması durumunda, O'na kulluk edebilmek, O'na boyun eğebilmek gerçek anlamda mümkün değildir. Yüce Allah'ın, gerek insanların yaşamı, gerekse varlıklar düzeni için kaderde belirlediği karşı konulamaz hükümlerinde de; insanların yaşamlarına ilişkin belirlediği ve seçimi onların iradesine bıraktığı şeriatındaki hükümlerinde de aynı olgu geçerlidir. O'na boyun eğmek, ancak O'nun tüm hükümlerinin benimsenmesiyle gerçekleştirilebilir.

Burada bir kez daha yineliyoruz: Hüküm noktasında Allah'la çekişmeye kalkışmak, buna cüret edenin Allah'ın dininden çıkması demektir. -Bu, dinin mutlak ve açık bir hükmüdür!- Çünkü. böylesi bir eylem kişiyi, sadece Allah'a kulluk etme çizgisinin bütünüyle dışına çıkarmaktadır... Hüküm noktasında Allah'la çekişmeye kalkışmak, buna cüret edenlerin Allah'ın dininden kesinkes çıkmasına neden olan düpedüz bir şirktir! Buna cüret edenin iddiasında haklı olduğunu düşünenler; böyle bir kimseye itaat edenler; onun Allah'a ait otorite ve nitelikleri gaspetmesini yüreklerinde de olsa kınamayanlar da, onunla aynı akıbete düşmüşlerdir! Allah'ın tartısına vurulduklarında, sonuçta hepsinin durumu aynıdır!

Yusuf, gerçek dinin, hükmü Allah'a özgü kılarak sadece O'na kulluk etmek olduğunu belirtiyor: "Dosdoğru din, işte budur."

Bu sözle bir sınırlama ifade ediliyor: Hükmü Allah'a özgü kılarak sadece O'na kulluk etmeye çağıran bu din dışında, dosdoğru olan hiçbir din yoktur!

"Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor."

Bilmediklerinden ötürüdür ki Allah'ın bu dosdoğru dinine uymamaktadırlar. Bu noktada hiçbir şey bilmeyen bir kimsenin, ne inanması beklenebilir, ne de gerekenleri yapması!.. Dinin özünü ve gerçeğini bilmeyen birtakım kimseleri, onlar da bu dine mensup diye nitelemek ne akla sığar, ne de realiteye! Bu tür kimseleri müslüman olarak niteleyip eksikliklerinin faturasını da bilgisizliklerine çıkarmak geçerli bir mazeret değildir. Zira bilgisizlik ya da bilmemek, sözkonusu niteliği taşıyabilmeyi anında engellemektedir. Aslında bir şeye inanmak, o şeyi bilip öğrenmiş olmanın sonucudur... Akla da mantığa da uygun olanı budur. Bunun böyle olduğu zaten kendiliğinden apaçık ortadadır.

Hz. Yusuf, harikulâde, net mi net, aydınlatıcı birkaç cümleyle bu dinin genel niteliklerini, bu inanç sisteminin temel prensiplerini mükemmel bir biçimde çizmiş bulunuyor. Öte yandan cahiliye sisteminin temellerini de şiddetli bir biçimde sarsmış durumda..

Tağut, ilahlığın en başta gelen niteliği durumundaki "rabblik" iddiasında bulunmadıkça yeryüzündeki varlığını koruyamaz. Bu amaçla o, insanları kendi buyruğu ve hükmüne köleleştirebilme; kendi düşüncesine ve yasalarına boyun eğdirebilme peşindedir. Dolayısıyla, sözkonusu iddiasını, gerçek düzlemde pratiğe dökebilme sevdasındadır. Bunu diliyle açıkça söylememiş olabilir belki ama, uygulamaları bu noktada sözden çok daha güçlü bir kanıt ve gösterge durumundadır.

Tağut ancak, insanların yüreklerinde dosdoğru din ve gerçek inançtan eser kalmadığı sırada ortaya çıkıp varlığını sürdürebilir. Hükmün sadece Allah'a ait olduğu; zira kulluğun sadece bir olan Allah'a yapılması gerektiği; kulluğun hükme boyun eğmek anlamına geldiği; bunun aslında kulluğun bir göstergesi olduğu vb. esaslar insanların inançlarında gerçekten yer ettiği zaman tağutun varlığını sürdürebilmesi asla mümkün değildir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

41. Ey hapishane arkadaşlarım! Rüyalarınızın yorumuna gelince, biriniz eskisi gibi efendisine şarap sunmaya devam edecek, diğeri ise asılacak ve et yiyici kuşlar onun başını didikleyecek. Benden yorumlamamı istediğiniz şey, Allah tarafından bu şekilde karara bağlanmış bulunuyor."
42. Yusuf, kurtulacağını tahmin ettiği arkadaşına "Efendinin yanında benden söz et" dedi. Fakat şeytan, efendisine Yusuf’tan söz etmeyi adama unutturdu; bu yüzden Yusuf, birkaç yıl daha hapiste kaldı.[*]

Yusuf, kralın araştırıp soruşturmaksızın verdiği bir emirle suçsuz yere yatıyordu. Bu tür çevrelerde sık sık rastlandığı gibi, kralın çevresindeki kimi jurnalciler, Yusuf'un başvezirin eşi ve diğer kadınlarla olan meselesini bütünüyle çarpıtarak aktarmış ve böylece kralı dolduruşa getirmiş olmalıydılar. Yusuf krala, davasının gerçekten soruşturulması için meselesini iletebilmek istiyordu.

Efendinin yanında, benim durumumu, halimi, meselemin gerçek yüzünü ı! O ki, onun şeriatını benimsemen, onun hükümlerine boyun eğmen nedeniyle senin hüküm koyucu yöneticin ve efendin; dolayısıyla rabbin durumundadır! Nitekim ayette "efendi", "rabb" sözcüğüyle ifade ediliyor! Rabb sözcüğü, efendi, yönetici, egemen ve yasa koyucu demektir... Buradaki ayette, bir islâmi terim olarak "rabbliğin" anlamı noktasında bir pekiştirme sözkonusudur. Burada dikkat çekici bir husus var: "Çoban" kralları, Firavunlar gibi bizzat sözle rabbliklerini iddia etmiş değildirler. Yine, Firavunlar gibi kendilerini tanrı ya da tanrılar olarak da nitelemiş değildirler. Ama egemenlik ve hüküm belirleyicilik noktasında, bir rabb görünümüne bürünmüşlerdir! Oysa bu da, rabblığın anlamına dahil bulunmaktadır!

Ayette Hz. Yusuf'un yaptığı yorumun gerçekleştiği, olayların Yusuf'un yorumladığı biçimde geliştiği aktarılmıyor. Bundan hiç söz edilmeksizin geçilmesinden, tüm bunların gerçekleştiğini anlıyoruz. Yusuf'un, kurtulacağını sanmış olduğu kimse kurtulmuştur. Gerçekten kurtulmuş ama, Yusuf'un ricasını yerine getirmemiştir.. Zira Yusuf'un kendisine söylediği sözleri unutmuştur. Yeniden kavuştuğu saray yaşamının yoğunluğu ve şatafatı arasında, Yusuf'u efendisine hatırlatmayı unutmuştur. Hapisten kurtulmasının ardından, bir daha ne Yusuf'u hatırlamıştır, ne de Hz. Yusuf'un meselesini:

"Fakat şeytan, efendisine Yusuf'tan söz etmeyi unutturdu." "Bu yüzden Yusuf daha birkaç yıl hapiste kaldı."

Ayetteki "le-bi-se (kalmak)" fiilinin öznesi Yusuf'tur. Yüce Allah Yusuf'un sorununun, bir kulun yardımıyla ya da bir kulun parmağının karıştığı bir vesileyle çözümlenmesine izin vermiyor. Böylece Yusuf'a; O'nun dilerse tüm vesileleri işlemez hale getirebileceğini, çözümün sadece O'nun elinde bulunduğunu öğretmek istiyor. Bu, Yusuf'un O'nun seçkin kıldığı, nimetler bahşettiği bir kimse oluşundan ötürüydü.

Kuşkusuz yüce Allah'ın gerçek kulları, O'na tam bir içtenlikle yönelmek, tüm meselelerinde bütünüyle sadece O'na teslim olmak, attıkları her adımda O'nun denetimini arzulamak durumundadırlar. İnsanı zaaflarından ötürü bu tutumlarını bir an için sergileyememe durumu ortaya çıkınca, yüce Allah yine lütfederek onları, söz konusu tutumlarını yine koruyabilecek bir bilince kavuşturur. Bu bilinci kazandıktan, zevkini tadıp kuşandıktan sonra onların yüce Allah'a karşı itaat, rıza, sevgi ve özlem içerisinde olduklarını görürüz... Böylelikle, Allah'ın onlar üzerindeki nimeti de tamamlanmış olur... (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 6
43. Bir gün kral dedi ki; "Ben rüyamda yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yediğini, ayrıca yedi yeşil ve bir o kadar da kuru başak gördüm. Efendiler, eğer rüya yorumlamayı biliyorsanız, bu rüyamın ne anlama geldiğini bana söyleyiniz."[*]

Şu ana dek üç rüyayla karşılaştık. Hz. Yusuf'un rüyası, onun iki hapishane arkadaşının rüyası ve kralın rüyası... Herbirinde de rüyanın yorumu arandı. Bu rüyalara bu denli önem verilmesi, -daha önce de belirttiğimiz üzere- gerek Mısır'da gerek Mısır dışında o dönemin karakteristiğinden bizlere bir kesit sunmaktadır. Dolayısıyla Hz. Yusuf'a bahşedilen bu ilahi yetenek, -peygamberlerin mucizelerinde de gördüğümüz gibi, kendi çağının atmosferi ve karakteristiğiyle bütünüyle uyuşmaktadır. Acaba Hz. Yusuf'un mucizesi de bu mudur? Ancak bu araştırmanın yeri, "Fï Zılâl-il Kur'an" değil. Biz şimdi kralın rüyası meselesini tamamlamaya bakalım. (Seyyid Kutub Tefsiri)

44. Dediler ki: “Bunlar karma karışık düşlerdir. Biz böyle düşlerin yorumunu bilmiyoruz.”
45. Yusuf’un hapishaneden kurtulan ve kendisini ancak uzun bir süre sonra hatırlayan arkadaşı krala "Ben bu rüyanın ne anlama geldiğini sizin için öğrenirim, yalnız bana izin verin de bir yere kadar gideyim" dedi.
46. Böylece hapishanede Yûsuf`un yanına gitti ve ona, “Ey Yûsuf, ey özü sözü doğru arkadaş!” dedi. “Rüyada görülen yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yemesi ve yedi yeşil başakla bir o kadar kurumuş başak ne anlama gelir, bunu bana yorumla! Ümit ederim ki bu soruyu soran insanların yanına dönerim de belki onlar da doğruyu öğrenirler.”
47. [Yusuf şöyle] cevapladı: “Yedi yıl boyunca her zamanki gibi ekip biçin ama hasad ettiğiniz ekini, yemek için ayıracağınız az bir miktar dışında, öylece başağında bırakın;
48. Sonra, bunun peşinden yedi kurak yıl gelecek, tohumluk olarak saklayacağınız az bir miktar dışında, önce biriktirdiklerinizi yiyip tüketirsiniz.
49. Sonra onun arkasından bir yıl gelecek ki halk bol yağmura kavuşacak, sıkıntıdan kurtulacak, bol meyve sıkıp hayvanları sağacaklar."
BÖLÜM 7
50. Kral "O adamı bana getiriniz" dedi. Yusuf, yanına gelen kralın elçisine dedi ki; "Efendinin yanına dön ve ellerini yemek bıçakları ile kesen kadınlara ilişkin olayın içyüzünü kendisine sor. Gerçi Rabbim, o kadınların bana kurdukları tuzağı iyi bilir."[*]

Burada üçüncü kez yine ayetlerde, kralın bu isteğinin nasıl uygulandığı gibi ayrıntılara yer verilmeksizin geçildiğine tanık oluyoruz. Birden, kralın elçisine yanıt vermekte olan Yusuf çıkıyor karşımıza. Bu elçi, daha önce gelip Yusuf'la görüşmüş olan aracı mı? Yoksa bu tür durumlarla görevli yetkili bir başka elçi mi? Bunu bilemiyoruz. Ancak, yıllardır hapiste olan Yusuf'un kurtulmak için hiç de acele etmediğini görüyoruz. Tam tersine o öncelikle meselesini halletmek; kendi durumuna ilişkin gerçeği tümüyle açığa çıkarmak; karanlık bir biçimdeki dedikoduların, komploların ve jurnallerin hiç de doğru olmadığını -tanıklar huzurunda- ortaya koyarak beraat etmek istemektedir... Zira O, Rabbince eğitilip terbiye edilmiş durumdadır. Bu eğitim, bu terbiye sonucudur ki, yüreği rahatlık, güven ve huzur doludur. Bu nedenle böylesi bir. olay karşısında aceleciliğe ya da tezcanlılığa gerek yoktur!

Yusuf'un iki tutumu arasındaki farklılık, söz konusu ilahi terbiyenin izini somut bir biçimde ortaya koymaktadır. Daha önce hapishane arkadaşına, "Efendinin yanında benden söz et." demiş olan Yusuf.. Şimdi ise, "Efendinin yanına dön ve ellerini yemek bıçakları ile kesen kadınlara ilişkin olayın içyüzünü kendisine sor!" diyen Yusuf... Bu iki tutum arasında, dağlar kadar fark vardır...

"Yusuf dedi ki; `Efendinin yanına dön ve ellerini yemek bıçakları ile kesen kadınlara ilişkin olayın içyüzünü kendisine sor. Gerçi Rabbim, o kadınların bana kurdukları tuzağı iyi bilir..."

Hz. Yusuf, kralın kendisini huzura çağıran buyruğunu reddetmişti! Reddetmişti, çünkü bir şartı vardı! Öncelikle kral, meselesini gerçek yüzüyle bilmeli; kadınların ellerini neden kestiklerini soruşturup öğrenmeliydi... Bu sözüyle aynı zamanda olayı ve görünümlerini, kadınların birbirlerinin kuyusunu kazdıklarını, sonuçta da bir hileyle kendisinin kuyusunu kazdıklarını hatırlatıyordu... Dolayısıyla bu davanın soruşturulması, Hz. Yusuf'un bulunmadığı ve tartışmalara girişmediği bir ortamda yapılmalıydı ki, gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıksın! .. Zira Yusuf kendine güveniyordu, suçsuzluğundan emindi. Gerçeğin ve hakkın uzun süre örtbas edilemeyeceğinden, gerçeğin ve hakkın uzun süre çarpıtılamayacağından kesinkes emindi o!

Hz. Yusuf'un gerek kendisiyle, gerekse kralın elçisiyle ilgili olarak kullandığı "rabb/efendi" kelimesiyle, bu sözcüğün içeriğini Kur'an bütünüyle bize aktarmış bulunuyor. Kral, sözkonusu elçinin rabbidir. Zira bu kimse kralı, otoritesine boyun eğdiği bir hüküm koyucu olarak benimsemiş durumdadır. Yüce Allah da Yusuf un Rabbidir. Zira O, otoritesine boyun eğilecek hüküm koyucu olarak yüce Allah'ı benimsemiş durumdadır. Elçi dönüp gitti ve durumu krala aktardı. Kral da bunun üzerine kadınları, huzuruna çağırarak sorguya çeker. (Seyyid Kutub Tefsiri)

51. Kral o kadınlara dedi ki “Yusuf’u ısrarla elde etmeye çalıştığınızda nasıl bir karşılık aldınız?” Kadınlar: “Allah için çok farklı biri! Ondan bir kötülük görmedik” dediler. Vezirin karısı da şöyle dedi: “Şimdi bütün gerçek ortaya çıktı. Onu ısrarla elde etmeye çalışan bendim. O gerçekten özü sözü doğru olanlardandır.”[*]

Ayetteki özgün sözcüğüyle "el-hatb": Başa gelen önemli bir iş demektir. Bu sözüne bakılırsa kral, kadınlarla yüz yüze konuşmazdan önce gerekli tahkikatı yapmış ve onların ne yapmış olduklarını anlamış durumdadır. Böylesi durumlarda bu, son derece olağandır. Bunun sonucunda kral, olaya ilişkin ipuçlarını toplamış ve olayı suçlularla tartışmazdan önce bunun hangi koşullar altında yaşandığını anlamış bulunmaktadır. Bu sebeple onların önemli ve etkili bir durumla karşı karşıya geldiklerini işaret ediyor.

Bu bağlamda bizler, baş vezirin evindeki tanışma partisinde olup bitenler; kadınların Yusuf'a söyledikleri sözler, attıkları anlamlı bakışlar, davetiye çıkartırcasına yaptıkları hareketler; onun olmayı arzulamaya dek varan ayartma çabalan hakkında az çok da olsa bir şeyler biliyoruz. Buradan hareketle, tarihin derinliklerine gömülüp giden söz konusu dönemin panoramasını ve kadınların karakterini çıkartabiliyoruz. Cahiliye nerede ve ne zaman olursa olsun, sürekli aynı cahiliyedir. Nerede bir konforlu yaşam varsa, nerede saraylar ve yardakçılar varsa orada aristokratlık yaftası altında bir çözülme, bir kokuşma ve cinsellik rezaletleriyle karşılaşıyoruz! (Seyyid Kutub Tefsiri)

52. Yûsuf dedi ki, kadınlara gerçeği itiraf ettirişim şunun içindi: "vezir bilsin ki, hakîkaten ben ona, gıyâbında hainlik yapmadım ve muhakkak ki, Allah hainlerin hilesini muvaffakıyete Başarı ulaştırmaz.
53. Ben nefsimi yanlışlardan uzak saymam; çünkü nefis -Rabbimin ikram edip uyardığı zaman hariç- sürekli kötülüğü emreder durur.[*] Rabbim Gafûr’dur; çok bağışlar ve Rahîm'dir; ikramı boldur.”

Lafzen, “kötü olanı emretmeye alışıktır/yatkındır”. -yani, çoğu zaman akıl ve sağduyunun ahlaken iyi ve olumlu bulmadığı yöne sürükleyen güdülerle doludur. Bu ifade, 24. ayetteki “kadın ona karşı arzu doluydu, o da kadını arzuluyordu; öyle ki, [bu ayartma karşısında] eğer Rabbinin burhanı içine doğmasaydı [bu arzuya yeniliverecekti]” ifadesine ve ayrıca 33. ayette geçen “Sen onların tuzaklarını benden uzak tutmasan, ben onların ayartmalarına kapılırdım” şeklindeki Hz. Yusuf’un duasına açık bir atıf taşımaktadır. (Bkz. ayrıca yukarıda 23. not.) Hz. Yusuf’un insan yapısındaki bu zayıflığı dile getiren sözleri, bizzat bu zayıflığı yenmesini bilmiş birinin tevazuunu yansıtan yüce gönüllüce sözlerdir; çünkü ayetin devamı göstermektedir ki, Hz. Yusuf ahlakî zaferini kendisine değil, sadece Allah’ın lütuf ve merhametine bağlamaktadır. (Muhammed Esed Tefsiri)

54. Kral dedi ki: "Onu bana getirin, onu kendime özel danışman edineyim." Onunla konuşunca: "Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin," dedi.[*]

Hz. Yusuf un suçsuzluğunu, rüyaları yorumlama bilgisini, kadınlarla ilgili meselenin içyüzünü araştırma noktasındaki isteğinin hikmetini, onun onurluluğunu ve kimseye minnet etmezliğini, kral kesinkes anlamış bulunuyordu. O ki hapisten kurtulmak için ya da koskoca Mısır kralı gibi bir kralla görüşebilmek için can atmamıştı! Tam tersine, söylentilere dayanarak suçlanmış ve haksızca tutuklanmış onurlu bir insana yaraşır biçimde, bedeninin çektiği hapis cezasının kaldırılmasını istemekten önce, söylentilere dayalı bir suçlamanın kaldırılmasını istemişti. Yine kralın huzuruna varmayı istemekten önce, kendi kişiliğine ve savunduğu dine saygı gösterilmesini istemişti.

Tüm bunlar kralın yüreğinde, Yusuf'a karşı bir saygı ve bir sevgi duymasına yol açmıştı. Bu nedenledir ki kral şöyle diyordu:

"Getirin o adamı bana, onu yakın çevreme alayım."

Kralın, Yusuf'u hapisten kendi huzuruna getirmesindeki amacı, ne onu serbest bırakmak içindi; ne de "kral hazretlerinin memnuniyeti"ni ifade ederek onu sevinçten uçurabilmek için!.. Kralın amacı bunların hiçbiri değildi. Yusuf'u huzuruna getirtmesindeki tek amacı, onu yakın çevresine alabilmek; onu kendisi için bir danışman, bir kurtarıcı, bir dost olacağı bir mevkiye getirmekti.

Öte yanda bizler ise, yöneticiler karşısında onurlarını beş paralık eden insanlar görürüz! Üstelik ne suçlulukları söz konusudur ne de tutuklulukları! Boyunlarına kendi elleriyle boyunduruk geçirirler! Yöneticilerin dikkatlerini kendi üzerilerine çekebilmek ya da onlardan bir övgü sözcüğü koparabilmek için adeta yırtınırcasına deli olurlar! Üstelik seçkin bir dost konumunda bile değildirler, sadece yardakçılık ve borazanlık peşindedirler. Bu tür kişileri görünce, ister istemez keşke diyor insan. Keşke bu Kur'an'ı, şu Yusuf kıssasını okusalardı da onurluluğun, minnet etmezliğin ve haysiyetin -maddi açıdan bile- gösterişten, yaranmadan ve sevgi gösterileri yapmaktan çok daha yarar sağlayıcı olduğunu anlayabilselerdi! (Seyyid Kutub Tefsiri)

55. Yusuf: “Beni ülkenin hazine işlerinden sorumlu bakan olarak görevlendir, dedi. Çünkü ben malları iyi korur, işletme ve yönetimi iyi bilirim ” dedi.

Hz. Yusuf tarıma önem verdi. Üretimi artırdı. İhtiyaç fazlasını ambarlara doldurttu. Kıtlık yılları gelince ambardan yiyip ihraç etmeye bile gittiler. Civardan herkes tayinat almaya geldiler. (Suat Yıldırım Tefsiri)

56. Böylece ona, o ülkede iyi bir makam verdik. İstediği her yerde, yetkisini kullanabilirdi[*]. Biz ikramımızı, gerek gördüğümüz kişiye yaparız. Güzel davrananların ödülünü zayi etmeyiz.

Önceki ayette (Yusuf 12/55) Yusuf aleyhisselam kraldan kendisini hazinelerin başına geçirmesini istemişti. Bu ayetten anlaşıldığına göre kral onu, her konuda yetkili yapmıştır. Bu surenin 78 ve 88. ayetlerinde ona “aziz” denmesinin sebebi budur. Bu ayetler Tevrat’taki şu pasajları tasdik eder: “Sarayımın yönetimini sana vereceğim. Bütün halkım buyruklarına uyacak. Tahttan başka senden üstünlüğüm olmayacak. Seni bütün Mısır’a yönetici atıyorum.” “Firavun Yusuf’a, “Firavun benim” dedi, “Ama Mısır’da senden izinsiz kimse elini ayağını oynatmayacak.” (Yaratılış 41: 40, 41, 44) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

57. İman edip takvaya[*] sarılanlar için âhiretteki ödül elbette daha değerlidir.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

BÖLÜM 8
58. Nihayet Yusuf’un kardeşleri (tahıl yardımından pay almak için Mısır’a) geldiler ve onun huzuruna çıktılar.[*] O onları derhal tanıdı, fakat onlar onu tanıyamadılar.

Kıtlığın gelip çattığı bölgede, Mısır’da ihtiyaç fazlası ürünün dünya pazarına açıldığını duyan çevre halkı, oraya akın etmeye başladılar. O dönemde Kenan Diyar’ında (Filistin’de) yaşayan Hz. Yakup ve ailesi de kıtlıktan etkilendiği için çocuklarını yani Hz. Yusuf’u kuyuya atan kardeşlerini erzak satın almak için Mısır’a göndermişti. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

59. Ve onların yüklerini yüklettikten sonra, kendilerine: “(Bir dahaki gelişinizde) o baba bir (üvey) erkek kardeşinizi (Bünyamin'i) de getirin bana. Görmüyor musunuz, tartıyı tam tuttum ve (size karşı) son derece iyi bir konukseverlik gösterdim.”

Hz. Yusuf stokların talebi karşılaması için kişi başına belli bir ölçü ile bir deve yükü erzak veriyordu. Hz. Yusuf’un kardeşleri kendisini tanımadıklarından üvey kardeşleri Bünyamin için de erzak istemişlerdi. Onları tanıdığı halde tanımamazlıktan gelen Hz. Yusuf bu talebi kabul etmiş ancak bir daha gelişlerinde onu da beraberlerinde getirmeyi şart koşmuştu. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

60. Fakat (gelecek sefer) onu da getirmezseniz, o takdirde benden ne bir ölçek alabilirsiniz, ne de yanıma yaklaşabilirsiniz.”
61. Yusuf’un kardeşleri "Babasından onun için izin koparmaya çalışacağız, herhalde bunu başarırız" dediler.
62. (Yusuf) yardımcılarına da dedi ki: “Yaptıkları ödemeyi (erzak bedellerini) yüklerinin içine geri koyun.[*] İhtimal ki ailelerine döndüklerinde bunun farkına varırlar da (kendilerine iyilik yapıldığını anlayarak) belki geri dönerler.”

Bu arada Hz. Yusuf, kardeşlerinin zahire ve hayvan yemine karşılık olarak ödemek üzere yanlarında getirdikleri bedel nitelikli malların yükleri arasına saklanması yolunda àdamlarına emir veriyor. Bu bedel nitelikli mallar, bir miktar paranın yanısıra, çöle özgü tarım ürünleri, çöl ağaçlarından elde edilmiş çeşitli meyvalar, deriler, yünler gibi, o günün pazarlarında takas usulü ticaret yaparken bedel olarak kullanılması adet olan çeşitli mallar olabilir. Hz. Yusuf, bu malları kardeşlerinin yüklerine, saklı biçimde yerleştiriyor ki, evlerine döndüklerinde ödedikleri bedellerin kendilerine geri verilmiş olduğunu anlasınlar ve bu cömertlik karşısında içlerinde geri dönme arzusu uyansın. (Seyyid Kutub Tefsiri)

63. Babalarına döndüklerinde “Ey Babamız! Bundan sonra (bizimle kardeşimizi göndermezsen) bize ihtiyaçlarımız verilmeyecek. Bizimle birlikte kardeşimizi gönder de ihtiyaçlarımızı alalım. Biz kardeşimizi koruruz” dediler.
64. Ya'kub dedi ki: Daha önce kardeşi (Yusuf) hakkında size ne kadar güvendiysem, bunun hakkında da size ancak o kadar güvenirim! (Ben onu sadece Allah'a emanet ediyorum); Allah en hayırlı koruyucudur. O, acıyanların en merhametlisidir.[*]

İmtihanın tamamlanması için Hz. Yakub’un bittim noktasına dayanması gerekiyordu. Bunun için Bünyamin’i de kaybetmesi lazımdı. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

65. Eşyalarını açtıklarında, ödedikleri bedelin kendilerine geri verildiğini gördüler. Dediler ki: “Ey babamız! Daha ne istiyoruz. İşte sermayemiz de bize geri verilmiş. Yine onunla ailemize erzak getiririz, kardeşimizi koruruz ve bir deve yükü de fazla alırız. Çünkü bu getirdiğimiz, az bir miktardır.”
66. (Yakub) dedi ki: “Her tarafınızdan kuşatılıp tüm imkânlarınız tükenmedikçe onu bana geri getireceğinize dair Allah adına sağlam bir yemin edip söz vermedikçe, onu sizinle birlikte asla yollamam!” Onlar yemin ettiklerinde ise (Yakub), “Allah bütün bu konuştuklarımıza müdahil olan bir şahittir!”[*] dedi.

Vekil: Şahid ve kefilden farklı olarak birini bir şeye vekil kılmak, şahit olduğu konuya aktif ve aktüel katılımını istemektir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

67. Ve “Oğullarım!” diye ekledi, “[Şehre] hepiniz tek bir kapıdan girmeyin; her biriniz ayrı ayrı kapılardan girin. Bununla beraber [eğer başınıza yine de bir hal gelirse, bilin ki] Allah’a karşı sizin için elimden bir şey gelmez: çünkü hüküm yalnızca Allah’a aittir. Ben O’na güven duyuyorum. Ve [O’nun varlığına] inananlar da yalnız O’na güvensinler!”
68. Nihayet babalarının istediği yerlerden şehre girdiler. Bu, Allah’tan gelecek hiçbir şeyi onlardan engelleyecek değildi; sadece Yakup içindeki bir isteği dile getirmiş oldu.[*] Aslında o, kendisine öğrettiğimiz şeylerden ötürü ilim sahibiydi. Ama o insanların çoğu bunu bilmiyordu.

Hz. Yakup, gayretin takdire, takdirin ise tedbire mâni olmayacağını ancak tedbirin de takdiri engelleyemeyeceğini biliyordu ama o da görevini yapıyordu. Buradan anlıyoruz ki; ne kendi gayret ve tedbirlerimize güvenerek Allah’a tevekkülü bırakacağız ne de Allah’a tevekkül ederek yan gelip yatacağız. Yani hem çalışacağız hem de tevekkül edeceğiz. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 9
69. Ve Yusuf’un yanına vardıklarında, [Yusuf] kardeşi [Bünyamin]i bağrına bastı ve ona [gizlice]: "Ben senin kardeşinim, artık onların geçmişte yaptıklarına üzülme!" dedi.
70. Yûsuf onların yüklerini hazırlatırken su kabını öz kardeşi Bünyamin’in yüküne koydurdu[*] ve böylece onlar, bundan habersiz şehirden ayrılırken bir çağırıcı şöyle seslendi, "Ey kervan durun! Siz hırsızlarsınız!"

Burada hareketlerle, tepkilerle ve sürprizlerle dolu dehşetli bir sahne karşısındayız. Öyle ki, bundan daha hareketli, daha canlı ve daha yoğun tepkili bir sahne düşünülemez. Yalnız bu sahne, pratik gerçeği somutlaştıran bir realiteler yumağıdır. Kur'an, bu realiteler yumağını son derece canlı ve çekici bir anlatımla gözlerimizin önüne getiriyor.

Perde arkasında Hz. Yusuf, kralın tasını, maşrapasını bir çuvala koyduruyor. Bu tas, normal olarak altından olmalıdır. Kimi rivayetlere göre o bir içecek kabı olarak kullanılmaktadır. Fakat öte yandan geniş ve derin bir hacme sahip olduğu için o günlerde buğday ölçeği olarak kullanılıyor. Çünkü o açlık yıllarında buğday son derece az bulunur, değerli bir nesnedir. İşte Hz. Yusuf, perde gerisinde bu tası öz kardeşinin payına düşen hayvanın yüküne gizlice koyduruyor. Maksadı yüce Allah'ın kalbine ilham ettiği bir planı yürütmektir. Bu planın ne olduğunu az sonra öğreneceğiz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

71. Yakup’un oğulları, onlara dönerek "ne kaybettiniz" dediler.
72. Dediler ki: “Kralın su kabını bulamıyoruz. Onu getirene bir deve yükü ödül var. (Tellal dedi ki) Ben buna kefilim.”
73. "Allah’a yemin olsun ki, biz ülkede fesat çıkarmak, nizamı bozmak için gelmedik, siz de bunu biliyorsunuz. Hele hırsız, hiç değiliz!" dediler.
74. Görevliler; "Peki eğer yalan söylüyorsanız, size göre hırsızlığın cezası nedir?" dediler.
75. Ya'kub'un oğulları: “Bunun cezası, su kabı kimin yükünde çıkarsa, yaptığının cezası olarak o kimse tutuklanır. İşte suç işleyen, yaratılış gayeleri dışında yaşamaya çalışanları biz böyle cezalandırırız.”[*]

İşte bu noktada yüce Allah'ın Hz. Yusuf'a ilham etmiş olduğu planın ucu görünüyor. Çünkü Hz. Yakub'un şeriatine göre hırsız, çaldığı mala karşılık rehin, tutsak ya da köle olarak alıkonabiliyordu. Hz. Yusuf'un kardeşleri suçsuzluklarından emin oldukları için yakalanacak olan hırsızın kendi şeriatlerinin hükümlerine göre cezalandırılmasını kabul ediyorlardı. Böylece yüce Allah'ın Hz. Yusuf'a ve öz kardeşine ilişkin planı gerçekleşme yoluna giriyordu. (Seyyid Kutub Tefsiri)

76. Yusuf, kardeşinin çuvalından önce diğerlerinin çuvallarında arama yapmaya başladı. Sonra su kabını kardeşinin çuvalından çıkardı. Biz Yusuf’a böyle bir çözüm yolu gösterdik. Allah bir çıkış yolu yaratmasaydı[1*] kralın kanununa[2*] göre Yusuf, kardeşini alıkoyamazdı. Allah, desteklediği kişiyi kat kat yükseltir. Her bilenin üstünde bir bilen vardır.

[1*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Burada yaratması beklenen ilk şey farklı çıkış yolu, ikinci beklenen de Allah’ın desteğidir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

[2*] "Biz Yusuf'a böyle bir plana başvurmayı ilham ettik. Çünkü kralın yasalarına göre, kardeşini alıkoyamazdı..."

Burada, kralın yasaları denilirken "yasalar", ayetin orijinalinde "din" sözcüğüyle ifade ediliyor. Böylece bu ayette, "din"in hangi anlamları içerdiği özenle ve kesinkes belirlenmiş bulunuyor. Bu ayette "din" sözcüğü, kralın koyduğu sistem ve yasaları ifade etmek için kullanılıyor. Bu sistem ve yasalara göre hırsızı, hırsızlığının cezası olarak alıkoymak mümkün değildir. Ancak Hz. Yakub'un dininin sistem ve yasalarına göre, alıkoyma cezası mümkündü. Nitekim Hz. Yusuf'un kardeşleri bu olayda daha baştan, kendi dinlerinin yasalarına göre yargılanmayı kabul etmişlerdi. Yusuf da tası kardeşinin yükleri arasında bulduğunda, onların kendi dinlerinin yasalarına göre hüküm vermişti... Görülüyor ki Kur'an'da "din" sözcüğü, sistem, şeriat ve yasaları ifade etmek için kullanılıyor.

"Din" sözcüğünün Kur'an'daki bu apaçık anlamını, yirminci yüzyılın cahiliye ortamında tüm insanlar unutmuş görünmektedir. Cahiliye yanlıları da kendilerini müslüman olarak niteleyen bazı kimseler de bu gerçekten tümüyle habersiz durumdadırlar!

Bu tipler "din" dediklerinde, sadece inanç ve ibadet esaslarını anlıyorlar... Ve bir kimse Allah'ın birliğine, peygamberi Hz. Muhammed'e, meleklerine, kitaplarına, diğer peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, iyiliğin de kötülüğün de Allah'dan olduğuna inandığını söyleyip belirli ibadetleri de yerine getiriyorsa, onu hemen "Allah'ın dini"ne girmiş bir kimse olarak kabul ediyorlar! .. Bu tipler için bir kimsenin, -her ne kadar yukarıda sözü edilenleri yapsa da- yeryüzünde Allah dışında başka rabbler edinip onların otoritesini kabullenmesi, onlara itaat edip boyun eğmesinin zerre kadar önemi yoktur! .. oysa buradaki ayette kralın koyduğu sistem ve yasalar, "dinu'l-melik (kralın dini)" biçiminde ifade edilerek, "din"in anlamı kesinkes belirlenmiş bulunuyor. Dolayısıyla "Allah'ın dini" denildiğinde de, yüce Allah'ın koyduğu sistem, şeriat ve yasalar anlaşılmalıdır...

Bu sözcüğün anlamı o denli yozlaştırılıp daraltılmış ki, cahiliye sistemi altındaki kitleler artık "din" denildiğinde, inanç ve ibadet esasları dışında hiçbir şey anlamıyor!.. Oysa Hz. Adem'den, Hz. Nuh'dan tutun da Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- varana dek "din"in hiçbir zaman için böylesine güdük bir anlam ifade etmesi asla söz konusu olmamıştır...

Tarih boyunca "din", hep şu anlamda kullanılmıştır: Allah'ın koyduğu hükümleri benimseyip, O'nun dışındaki kimselerin koydukları hükümleri reddederek sadece yüce Allah'a boyun eğmek! Yeryüzünde de göklerde de O'nun ilahlığını birlemek! O'nun insanların biricik ve tek rabbi olduğunu kabul etmek! Yani sadece O'nun egemenliğini, hükümlerini, otoritesini ve buyruklarını benimsemek! Nitekim "Allah'ın dini"nde olanlar ile "kralın dini"nde olanlar arasındaki yolların ayrılış noktası da bu konuydu. Birinci gruptaki insanlar, sadece Allah'ın sistemine, şeriatına ve yasalarına boyun eğiyorlardı. İkinci gruptakiler ise, kralın koyduğu sistem ve yasalara boyun eğiyorlardı. Ya da inanç ve ibadet konularında yüce Allah'a boyun eğmiş olsalar da, sistem ve yasalar noktasında yüce Allah'dan başka kimselere boyun eğdiklerinden, sonuçta yüce Allah'a ortak koşmakla müşrik konumuna düşüyorlardı!

Bu, dinin son derece açık, İslâm inancının son derece net olan bir hükmüdür.

Bugün insanlarla iyi geçinme peşinde olan bazı kimseler, onlar "Allah'ın dini"nin hangi anlamları içerdiğini bilmiyorlar diyerek, insanları mazur göstermeye çabalıyorlar. Ancak bu tipler, "din"in Allah'ın şeriatı demek olduğunu öğretme ve sadece Allah'ın şeriatını hakim kılma noktasında da ne çaba gösteriyorlar ne de didiniyorlar! İnsanlar dinin ne anlama geldiğini bilmiyorlar ya sanki bu cehaletlerinden ötürü sonuçta onlar cahili ya da müşrik kimseler konumuna düşmekten kurtuluvereceklerdir!

Daha işin başı demek olan dinin bu gerçeğinden habersiz insanları, bu dinin sınırları içerisinde değerlendirebilmek nasıl mümkün olabilir, bunu bir türlü anlayamıyorum!

Bir gerçeğe inanmak, o gerçeği bilip tanımış olmanın bir ifadesidir. İnanç sisteminin gerçeğinden bile habersiz insanlar, nasıl bu inanç sistemini kabullenmiş kimseler olarak değerlendirilebilirler? Daha baştan dinin ne anlama geldiğinden bile haberleri yoksa, nasıl bu dine mensup olarak nitelenebilirler? Bunu bir türlü havsalam almıyor!

İnsanların bu konudaki bilgisizlikleri onları ahiretteki hesaptan kurtarabilir ya da orada görecekleri azabı hafifletebilir ve günahlarının faturası orada, dünyadayken bilen bir kimse sıfatıyla bu dini onlara öğretmiş olanlara yüklenebilir... Ancak bu, Allah'ın bileceği, gayba ait bir meseledir. Ahirette verilecek ceza ve mükafatlar konusunda tartışmak, genelde cahiliye insanlarının yaptığı bir iştir. Bunu tartışmanın bize kazandıracağı bir şey yoktur. Üstelik bu, yeryüzünde insanları İslâm'a davet eden bizleri de ilgilendirmemektedir!

Bizi ilgilendiren, bugün insanların genelde benimsedikleri biçimdeki dinin gerçek yüzünü ortaya koymaktır. Bu biçimdeki bir din, kesinlikle Allah'ın dini değildir. Zira "Allah'ın dini", O'nun Kur'an'daki apaçık ayetlerle belirlemiş olduğu sistem, şeriat ve kuralları demektir. Allah'ın belirlediği sistem ve kurallar çerçevesinde hareket eden kimse, "Allah'ın dini"ne mensup demektir. Kralın koyduğu sistem ve kurallar çerçevesinde hareket eden kimse ise, "kralın dini"ne mensup demektir! Bu nokta, en ufak bir tartışma götürmeyecek denli nettir!

Dinin hangi anlamları içerdiğinden habersiz kimselerin, bu dine inanmış olabilmeleri mümkün değildir. Çünkü bu noktada gözlemlenen bilgisizlik, bu dinin temel gerçeğine ilişkindir. Bu dinin temel gerçeğinden bile habersiz bir kimseyi, bu dine inanmış olarak kabul edebilmek ne gerçekte mümkündür, ne mantığa uygundur. Zira inanmak, kavramış ve bilmiş olmanın ifadesidir... Bu, gün gibi ortadadır...

Ne dersiniz? Bu tür insanları -Allah'ın dini dışında olmalarına karşın- yine de savunmamız, onların bu durumlarına mazeretler bulmamız, onlara karşı dininin anlamını ve sınırlarını kesinkes belirlemiş- Allah'dan bile merhametli olmamız, daha mı iyi sizce?

Doğrusu yapabileceğimiz en iyi iş, "Allah'ın dini"nin gerçekten ne anlama geldiğini bugünden itibaren hemen diğer insanlara anlatmaya başlamaktır. Onlara anlatalım ki ya bu dine girsinler, ya da bu dini reddetsinler!

Böylesi bizim için de, onlar için de daha hayırlı ve daha iyidir. Böyle yaparsak bizler, bu dini bilmemelerinden ötürü gerçeğe yapışmayan, dolayısıyla da bu dinden aslında habersiz olan cahillerin sapıklıklarının sonucundan kendimizi sıyırmış oluruz. Yine böyle yaparsak onlar da içinde bulundukları konumun gerçek yüzünü görecekler; "Allah'ın dini"ne değil de aslında "kralın dini"ne mensup olduklarını anlayacaklardır! Ola ki bunu öğrendiklerinde yaşayabilecekleri muhtemel bir sarsıntı onların da cahiliyeyi bırakıp İslâm'a, "kralın dini"ni bırakıp Allah'ın dinine girmelerine vesile olur!

Tüm peygamberler hep bu yolu izlediler. Hangi zaman ve hangi mekânda olursa olsun, cahiliye karşısında insanları Allah'ın yoluna çağıran davetçiler de hep aynı yolu izlemek durumundadırlar... (Seyyid Kutub Tefsiri)

77. Yakub’un oğulları; "Bu kardeşimiz hırsızlık yaptı ise daha önce de onun öz kardeşi hırsızlık yapmıştı" dediler. Yusuf kardeşlerinin bu iftirasını duymazlıktan geldi, onu yüzlerine vurmadı. İçinden "Asıl kötü durumda olan sizlersiniz, Allah sizin uydurma sözlerinizin içyüzünü herkesten iyi bilir" dedi.[*]

Eğer o hırsızlık yaptıysa zaten daha önce onun kardeşi de hırsızlık yapmıştı.. Kimi rivayetçilerin ve tefsircilerin, hemen efsanelere ve hikâyelere yapışarak, onların söylediği bu sözü doğrulayabilecek veriler bulabilmek için çırpındıklarını gözlemledim! Oysa, daha önce babalarına Yusuf konusunda resmen yalan söyleyenler yine bunların ta kendileri değil miydi?! Dolayısıyla burada da, kendilerini güç duruma sokan suçlamayı bertaraf etmek, Yusuf ve onun öz kardeşini kendilerinden dışlayabilmek, Yusuf ve onun öz kardeşine ilişkin eski kinlerini yeniden kusabilmek için, Mısır'ın baş veziri önünde bir yalan uyduramayacaklar mıydı?! Nitekim görüldüğü üzere, suçu hemen Yusuf'a ve onun öz kardeşine yıkıverdiler!

Onların böyle davranmalarına üzüldü. Ama bunu kendi içine gömdü. Onlara bu söylediklerinden dolayı üzüldüğünü belli etmedi. Elbette ki kendisinin de öz kardeşinin de suçsuz olduğunu çok iyi biliyordu. Nitekim onların bu sözlerine sadece şöyle demekle yetindi. "Asıl kötü durumda olan sizlersiniz." (Seyyid Kutub Tefsiri)

78. Yakub’un oğulları dediler ki; "Ey vezir, bu kardeşimizin ileri derecede yaşlanmış, ihtiyar bir babası var. Onun yerine içimizden birini alıkoy. Görüyoruz ki, sen iyiliksever bir adamsın."
79. Yusuf: "Biz malımızı kimin yanında bulmuşsak ancak onu alıkoyarız. Başkasını tutmaktan Allah’a sığınırım. Çünkü biz öyle yaparsak zalimler arasına girmiş oluruz!"
BÖLÜM 10
80. Yakub’un oğulları Yusuf’tan umut kesince, aralarında konuşmak üzere bir kenara çekildiler. En büyükleri dedi ki; Babanızın Allah adına sizden bağlayıcı bir güvence aldığını ve daha önceki Yusuf’a ilişkin ihmalinizi bilmiyor musunuz? Bu yüzden babam bana izin vermedikçe ya da hüküm verenlerin en hayırlısı olan Allah, hakkımda bir hüküm vermedikçe buradan ileriye adım atmam!
81. Babanızın yanına dönün de şöyle deyin: 'Baba, senin oğlun hırsızlık yaptı! Biz sadece bildiğimize şahitlik ederiz. Bizden habersiz yaptığı bir şeye karşı onu koruyamazdık.
82. (İnanmazsan) İçinde bulunduğumuz kente ve beraber geldiğimiz kervana sor. Biz doğru söylüyoruz!'
83. Ve babalarının yanına dönüp, olup biteni ona anlattıkları zaman Ya'kub: “Yoo, benlikleriniz ve hayalleriniz size yeni bir iş kurdurdu. Bana düşen yalnızca güzelce sabredip bu acıya da katlanmaktır. Belki de Allah onların hepsini birden bana geri getirecektir. Çünkü Allah Alîm'dir; her şeyi bilir ve Hakîm'dir; kararları doğru olan O’dur."
84. Onlardan yüz çevirdi ve, “Vah! Yûsuf’a vah!” dedi ve üzüntüden iki gözüne ak düştü. O artık acısını içinde saklıyordu.
85. Oğulları; "Vallahi, Yusuf Yusuf diye diye ya yatağa düşeceksin, ya da helâk olacaksın" dediler.[*]

Oğullarının yüreklerindeki çekemezlik öyle bir noktaya varmıştı ki, babalarının bu durumuna bile acımıyorlardı. Babalarının Hz. Yusuf özlemi, onun gizliden gizliye halâ üzülmesi bile onların yüreklerini sızlatmıyordu. Ne onunla konuşup rahatlatmaya çalışıyorlar, ne teselli ediyorlar, ne de ona umut veriyorlardı! Tam tersine, Hz. Yakub'un yüreğiyle yakaladığı son umut ışığını bile silmek istiyorlardı. (Seyyid Kutub Tefsiri)

86. Yakup dedi ki: “Ben acımı ve hüznümü yalnız Allah’a açarım.[1*] Sizin bilmediklerinizi Allah’ın bildirmesiyle biliyorum.[2*]

[1*] Burada Allah'a imanın; Hz. Yakub'un Allah'ı bu denli tanımasının; gözle görüyorcasına bilmesinin; O'nun gücünü ve yazgısını, merhametini ve görüp gözeticiliğini yaşamasının; ilah olarak, O'nun salih kullarıyla nasıl bir ilişki içinde olduğunu kavramasının ne denli paha biçilmez bir değer ifade ettiğini görüyoruz.

Hz. Yakub; "Ben Allah hakkında sizin bilmediklerinizi biliyorum" diyor. Bu gerçeği daha iyi ifade edebilecek, başka bir söz bulamıyoruz. Bu sözlerdeki, ancak onu tadanın, dolayısıyla da bu salih kul Hz. Yakub'un yüreğinde bu sözün neler çağrıştırdığını kavrayabilenin tadacağı zevki aktarabilme noktasında bizim sözcüklerimiz yetersiz kalıyor.

Bu zevki tatmış bir kalbe, sıkıntılar -hangi boyuta ulaşırsa ulaşsın-, ondaki gözle görürcesine imanın verdiği duygu ve zevki arttırmaktan başka bir şey yapamaz.

Daha fazla söyleyebilecek bir şey bulamıyoruz. Sadece Allah'ın bu noktadaki lütuflarına şükretmekle yetiniyoruz. Bizlerle Allah arasındaki ilişkiyi ise O'nun bilgisine ve görüp gözeticiliğine bırakıyoruz... (Seyyid Kutub Tefsiri)

***

[2*] Yusuf 12/4, 5. ayetlerde Yusuf aleyhisselamın gördüğü rüya ve Yakub aleyhisselamın yorumu anlatılmaktadır. O, Yusuf’la tekrar buluşacaklarını bu rüyadan dolayı bilmekteydi. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

87. Ey oğullarım! Mısır’a gidin de, Yûsuf ile kardeşini araştırıp bulmaya çalışın ve Allah’ın lütfundan ümit kesmeyin. Ancak Allah’tan gelen gerçekleri örtbas eden[1*] toplumlar, O’nun lütfundan ümitlerini keserler."[2*]

[1*] Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)

***

[2*] “Ümitsizlik” imanla çelişen en kötü hastalıklardan ve en büyük günahlardan bir tanesidir. Zümer, 39/53 ayetinde “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!” buyruluyor. Hayat her zaman istenildiği gibi gitmez. Sıkıntılarla, acılarla, ıstıraplarla, kederlerle donatılmış bir serüvendir hayat. İnsan ne zaman bir sıkıntıya, bir çıkmaza, bir zorluğa, bir üzüntüye maruz kalsa arkasından Allah mutlaka bir çıkış yolu gösterir. Nitekim İnşirah, 94/5-6 ayetlerinde; “Muhakkak ki her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” buyrulmaktadır. Arka arkaya iki defa tekrarlanan “her zorlukla beraber bir kolaylık vardır” söyleminden de anlıyoruz ki, hayatta zorluklar, sıkıntılar olacak ama bunlar üstesinden gelinemeyecek ve giderilemeyecek şeyler değildir. Ayrıca zorluk ve zahmetin olmadığı, engelin ve yokuşun bulunmadığı bir dünyada insan nasıl kemale ererek cennet nimetlerine varis olacak? Sıradan mesleklere aday olmak için bile bir sürü testten ve birçok badireden geçmek gerekirken; ebedi nimetlere mazhar olmak için dünyaya gelen insan diğer canlılar gibi sadece yaşamını sürdürmekle bu vazifesini yapmış oluyor mu? (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

88. Onlar Mısır’a varıp Yusuf’un huzuruna girerek "Aziz vezir! dediler, biz de, ailemiz de yine darlık ve sıkıntıya düştük, biz bu sefer pek az bir meblağ getirebildik. Lütfen bize tahsisatımızı tam ölçek ver de, parasını veremediğimiz kısmı da sadakanız olsun. Şüphesiz ki Allah tasadduk Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek. edenleri fazlasıyla ödüllendirir."
89. [Yusuf:] “Hatırlıyor musunuz” diye karşılık verdi, “[doğrudan, eğriden] henüz habersiz olduğunuz zaman Yusuf’a ve o’nun kardeşine neler yapmıştınız?"[*]

İşte Allah’ın Hz. Yusuf’a verdiği söz böylece tecelli etmiş oluyor: “Andolsun ki, gün gelecek sen, onların bu yaptıklarını (senin kim olduğunu) kavrayamayacakları bir anda kendilerine hatırlatacaksın!” (Yusuf 12/15) (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

90. “Yoksa sen Yûsuf musun?” dediler. “Ben Yûsuf'um, bu da kardeşim” dedi. Doğrusu, Allah bizi nimetlendirdi. Çünkü kim takvalı[*] olur ve sabrederse, o zaman Allah, kesinlikle iyilerin yaptığını karşılıksız bırakmaz.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

91. Dediler ki: “Vallahi Allah seni bize üstün kılmış.[*] Biz gerçekten hatalıydık.”

Ayette geçen [âsera] fiili “üstün kılmak, tercih etmek” gibi anlamlar içermekte, kardeşleri Hz. Yusuf’un Yüce Allah tarafından kendilerine üstün kılındığını dile getirmişlerdi. Onun üstün kılınması önceki ayette belirtilen “[takvâ] sahibi olmak, sabırlı davranmak ve muhsinlik yapmak” şeklinde özetlenmiştir. Tercih edilmek veya üstün kılınmak bir “sonuç”tur; bunun “sebebi” ise [muttakî] olup sabır göstermek, bir anlamda muhsince davranmak yani işini düzgün yapmaktır. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

92. Bunun üzerine Yûsuf, “Bugün size kınamak yok,[*] Allah sizi bağışlar. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir” dedi.

Bu ifade, Mekke’nin fethi günü Hz. Muhammed tarafından Mekkelilere yönelik olarak dile getirilmişti. Böylece peygamberlerin aynı değerlerin insanları oldukları ve sonrakilerin öncekileri takip ettiği anlaşılmaktadır. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

93. Şimdi benim şu gömleğimi götürün, babamın yüzüne koyun, gözleri görür hale gelecektir[*] ve sonra hepiniz, ailenizle birlikte bana gelin" dedi.

Hz. Yusuf, gömleğine sinmiş kokusunun, babasının körelmiş gözlerini tekrar sağlığına kavuşturabileceğini nereden bilmişti? Bu, Allah'ın kendisine öğrettiği bilgilerdendir. Pek çok durumda, şok etkisi yaratabilecek bir sürpriz, olağanüstü şeylerin gerçekleşmesine neden olur... Hem Hz. Yusuf da Hz. Yakub da birer peygamber olduklarına göre, böylesi bir mucizenin gerçekleşmesi de son derece normal değil midir? (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 11
94. Kervan yola çıkınca, babaları yanındakilere; "Eğer bana bunak demeyecekseniz, söyleyeyim ki, burnuma Yusuf’un kokusu geliyor"[*] dedi.

Şimdi merak edenler olabilir; “Tâ Filistin’den Mısır’daki gömleğin kokusun alan Hz. Yakup, neden yakınında bulunan kuyudaki oğlu Yusuf’u görememişti?” İşte Allah, bir taraftan peygamberlerin de diğer insanlar gibi, kaybolan oğlunun nerede olduğunu bilemeyecek kadar aciz olduğunu gösteriyor, diğer taraftan da ağır bir imtihandan geçirdiği elçisine Mısır’daki gömleğin kokusunu ulaştırıyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

95. "Allah şahittir ki, sen yine eski şaşkınlığında devam ediyorsun!" diye karşılık verdi yanındakiler.
96. Müjdeci gelip gömleği yüzüne koyunca Yakup tekrar görmeye başladı. Dedi ki: “Ben size; sizin bilmediklerinizi Allah’ın bildirmesiyle bilirim,[*] demedim mi!”

Vahiy, ilâhî kudret delîli olan bir olayın ardından kendine has bir ‘rasyonellik’ üretiyor: olağanüstü ile bilgi arasında ince bir bağ kuruyor. Vahyin ürettiği bu kendine has rasyonelliğin olmazsa olmaz temeli Allah’a kayıtsız şartsız teslimiyettir. Evet teslimiyet, rasyonelliğin ulaşabileceği son sınırdır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

97. Oğulları; "Ey babamız! Bizim adımıza Allah’tan günahlarımızı affetmesini dile, biz kesinlikle suçluyuz" dediler.
98. (Yakup) dedi ki: "Sizin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim.[*] Muhakkak ki O, Gafûr’dur; çok bağışlar, Rahîm’dir; ikramı boldur."

Ancak Hz. Yakub'un, açıkça söylemese de bu oğullarına karşı kalbinin az da olsa halâ kırgın olduğu anlaşılıyor. Onlara Allah'dan günahlarını affetmesini dileyeceğine ilişkin söz veriyor ama bu işi, içindeki kırgınlık iyice geçtikten, iyice sakinleşip kendine geldikten sonra yapacağını belirtiyor. Nitekim ayetin orijinaline baktığımızda Hz. Yakub'un, "af dileyeceğim" derken, fiili -Arapça'da uzak gelecek zaman ifade eden- "sevfe" edatıyla kullanarak, bu işi "daha sonra" yapacağını özellikle belirttiğini görüyoruz. Bu olgu, Hz. Yakub'un kalbinin o an için bile halâ sızladığı biçiminde pekalâ yorumlanabilir... (Seyyid Kutub Tefsiri)

99. Hep beraber Yusuf’un yanına vardıklarında, anasını babasını bağrına bastı, “Mısır’a girip yerleşin, inşaallah güven içinde olursunuz” dedi[*]

Yusuf aleyhisselamdan sonra, onun ve kardeşlerinin soyları çoğalmış, İsrailoğulları kavmi oluşmuştur. Yusuf’un (a.s.) itibarını tanımayan yeni bir Kral tahta çıkıp İsrailoğullarına eziyet etmeye başladığında ise, onları Mısır’dan çıkaracak nebi Musa (a.s.) gönderilmiştir. Tevrat’ta bu süreçten bahsedilir:

“Zamanla Yusuf, kardeşleri ve o kuşağın hepsi öldü. Ama soyları arttı; üreyip çoğaldılar, gittikçe büyüdüler, ülke onlarla dolup taştı. Sonra Yusuf’u tanımayan yeni bir kral Mısır'da tahta çıktı.” (Çıkış 1:6-8)

İncil’de de bu konu şöyle anlatılmıştır:

“Sonunda Yusuf’u tanımayan yeni bir kral Mısır’da tahta çıktı. Bu adam, halkımıza karşı haince davrandı, atalarımıza kötülük etti. Onları, yeni doğan çocuklarını açıkta bırakıp ölüme terk etmeye zorladı.” (Elçilerin İşleri 7:18-19) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

100. Yusuf, anasını babasını tahtına çıkardı. İkisi de kardeşleriyle birlikte Yusuf’un karşısında saygıyla eğildiler. Dedi ki: “Babacığım! İşte bu, vaktiyle gördüğüm rüyamın gereğidir. Rabbim onu gerçekleştirdi.[*] Hapisten çıkardığı zaman da bana iyilikte bulunmuştu. Şeytan kardeşlerimle aramı iyice bozduktan sonra Rabbim sizi çölden buraya getirdi. Benim Rabbim lütufkârdır. Çünkü Alîm; her şeyi bilen ve Hakîm; kararları doğru olan odur.

Hz. Yusuf’un çocukluk rüyasının gerçekleşmesi, kendisine Mısır’da sağlanan yüksek onur ve itibardan ve o’nun sayesinde ana-babasının ve kardeşlerinin Kenan’dan göçerek Mısır’a yerleşmelerinden ibarettir: “çünkü sağduyu sahibi hiç kimse, sembolik anlamı dışında, bir rüyanın bütün içeriğiyle olduğu gibi gerçekleşmesini bekleyemez” (Râzî; surenin 4. ayetinde sözü edilen on bir yıldızın, güneşin ve ayın Hz. Yusuf’un önünde sembolik olarak yere kapanmalarını işaret ederek). (Muhammed Esed Tefsiri)

101. Rabbim, sen bana mülk ve saltanattan bir nasip verdin. Olayların ve düşlerin yorumundan bana bir ilim öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Benim dünyada da âhirette de Velî’m[*] sensin. Beni müslüman / sana teslim olmuş olarak öldür ve beni barışsever hayırlı kullar arasına kat."

Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)

102. Ey Rasûlüm, bu kıssa, sana vahy ile bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Yoksa o Yûsuf’un kardeşleri, işlerine karar verip hile yaparlarken sen yanlarında değildin.
103. Sen ne kadar istesen de insanların çoğu inanmayacaktır.[*]

Peygamberimiz, -salât ve selâm üzerine olsun- yaşadığı toplumdaki herkesin imana gelmesi için ısrarla çabalayan bir kimseydi. O, kendileri için getirmiş bulunduğu gerçek, hayır ve iyiliği onların herbirine benimsetebilme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Onlara duyduğu merhametten ötürü hiç kimsenin, dünyada perişanlıktan, ahirette de azaptan kurtulamayacak olan müşriklerin akıbetine uğramasını istemiyordu. Ancak Allah, insanların yüreklerini en iyi bildiği gibi, onların doğalarından, iç dünyalarından da en iyi biçimde haberdardır. Bu nedenle de Peygamberimizi, ne kadar uğraşıp çabalarsa çabalasın, çoğunluk durumundaki müşriklerin imana yanaşmayacakları noktasında uyarıyor. Çünkü onlar, Allah'ın ayetlerinden yüz çeviren ve bunları zerre kadar umursamayan kimselerdir. Bu yüz çevirmelerinden ötürüdür ki, bir türlü iman edecek bir düzeye gelemezler. Yine bundan ötürüdür ki bir türlü kendilerini çepeçevre kuşatmış Allah'ın ayetlerinden yararlanarak gerçeği yakalamasını bilemezler! (Seyyid Kutub Tefsiri)

104. Halbuki sen bu tebliğ karşılığında onlardan herhangi bir ücret de istemiyorsun. Kur’ân, sadece bütün insanlar için bir derstir, evrensel bir mesajdır.[*]

Kur’an bütün insanlık için bir öğüttür.“Bu (Kur'an) senin ve halkın için bir öğüttür.” (Zuhruf 43/44) Bir şeyin öğüt/nasihat olması için anlaşılması lazım. Anlaşılmayan bir şeyin öğüt olması düşünülemez. Müslümanlar her şeyden önce Kur’an’ı anlamalı, kendi dillerine çevirerek toplumlarına mesajın içeriğini ulaştırmalı. Tarihi eser gibi onun metinlerini, yapraklarını, hattını ve estetiğini koruma altına almakla yetinmemeli; öğretilerini, hükümlerini bozmadan ve asıl amacından saptırmadan muhafaza etmeli ve hayata geçirmelidir. Günümüzde Kur’an, Müslümanların elinde dokunulmazlığı olan kutsal tarihi bir esere dönüştürülmüştür. Müslümanlar Kur’an’ı hayata geçirmeleri gerekirken, onu ilahi bir muska, Kâbe gibi mukaddes bir değer, abdestsiz sayfalarına dahi tutulamayan, mesajlarından faydalanılamayan mucize bir kitap, yaşayanlar için değil de ölenler için bir rahmet kaynağı, kıraat edenler ve hat sanatını geliştirenler için sanat ve bilim yapıtı olarak görüyorlar. Bu da onu gerçek amacının dışına taşıyor. Kur’an’a yapılabilecek en büyük saygısızlık onun amacının dışında kullanmaktır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 12
105. Göklerde ve yerde, nice ayetler vardır ki, (insanlar) onların önünden / üzerinden yüzlerini çevirerek geçip giderler![*]

Zımnen: Nankör insanlar mucize mi arıyorlar? Kâinata basiretle baksınlar, mucizeden başka bir şey göremeyecekler. Ne var ki, bakışı muhteşem olmayan, baktığındaki ihtişamı göremez. Kâinat âyetlerine sırt dönenlerin kitabın âyetlerine sırt dönmeleri sürpriz değildir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

106. Onların çoğu ancak ortak koşarak[*] Allah’a iman ederler.

Olayları, olguları ya da kişileri değerlendirirken, yeryüzü kökenli değer ölçütlerini benimseyerek Allah'a ortak koşarlar! Yarar da zarar da Allah'ın elinde olmasına karşın, bunları sadece nedenlere bağlayarak bir tür determinizmle O'na, Allah'a ortak koşarlar! Tek bir olan Allah'ın şeriatını temel almamış bir yönetici ya da yönlendiriciye itaat ederek; Allah'ın gücü dışında bir güce boyun eğmek suretiyle O'na ortak koşarlar! Allah'ın dışında, O'nun kullarından birine umut bağlamakla Allah'a ortak koşarlar! Aslında diğer insanların bir tür beğenisini kazanabilmek amacıyla kendilerini feda ederek Allah'a ortak koşarlar! Bir yarar sağlamak ya da bir zararı bertaraf etmek için cihada katıldıklarında, Allah'dan başkasının rızasını gözeterek Allah'a ortak koşarlar! İbadet sırasında Allah'ın yanısıra, başkalarının da hoşnutluğunu kazanmaya çalışarak Allah'a ortak koşarlar! .. Bu nedenledir ki Peygamberimiz: "İçinizdeki şirk, karıncanın ayak seslerinden bile sessizdir!"

Hadislerde bu gizli şirke ilişkin, başka örnekler de yer almaktadır: Tirmîzî'nin, İbn Ömer'den aktardığına göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

"Allah'dan başkasının adına üstüne yemin eden, Allah'a ortak koşmuştur!" İmam Ahmed, Ebu Davud ve diğer hadis imamlarının, İbn Mesud'dan aktardıklarına göre Peygamberimiz: "Büyücülük ve muskacılık, şirktir!" buyurmuştur.

İmam Ahmed'in Müsned adlı eserinde, Ukbe bin Amir'den aktardığına göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Muska ya da nazarlık taşıyan, Allah'a ortak koşmuştur!".

Ebu Hureyre'den de şu şekilde bir hadis aktarılır: "Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle dedi: "Allah buyuruyor ki: "Ben ortaklara en muhtar olmayan en uluyum. Kim işlediği herhangi bir amelde başkasını bana ortak koşarsa, onun bana koştuğu ortakla başbaşa bırakırım."

İmam Ahmed, Ebu Said bin Ebı Fedale'den şu hadisi aktarır: "Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle dediğini duydum: "Hakkında en ufak bir kuşkuya yer bulunmayan kıyamet gününde Allah, ilk insandan son insana varana dek herkesi biraraya topladığında bir münâdî; `Allah için yaptığı bir işte O'na ortak koşmuş kimse varsa, yaptığının karşılığını gitsin o ortak koştuğundan istesin! Çünkü Allah, ortaklara en muhtaç olmayan en uludur..." diye seslenecektir.

Yine İmam Ahmed, Mahmud bin Lebid'den şöyle bir hadis aktarmaktadır: "Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- "Sizin adınıza en çok korktuğum, küçük şirktir" buyurdular. Çevresindekiler bunun üzerine: "Ey Allah'ın elçisi! Küçük şirk nedir?" diye sordular. O da buna cevap olarak dedi ki: "Riyâdır! Kıyamet gününde insanlar yaptıklarıyla birlikte huzura geldikleride Allah onlara: `Hadi şimdi dünyadayken kendilerine riya yapıp gösterişte bulunduğunuz kimselerin yanına gidin! Bakalım onlar size yaptıklarınızın mükafatını verebilecekler mi!' buyuracaktır."

İnananların kendilerini kollayıp imanlarını koruyabilmeleri için sürekli dikkatli olmaları gereken gizli şirk işte budur.

Bir de gözle görülür apaçık şirk vardır. Bu da yaşama ilişkin herhangi bir meselede Allah dışında herhangi bir kimseye boyun eğilmesidir! Allah'ın şeriatı dışında bir şeriatla yargılanmayı kabul etmektir! -Bunun şirk olduğu tartışma götürmeyecek denli kesindir!- Allah'ın belirlemediği bütünüyle insanların çıkardığı bayramları ya da törenleri benimsemek vb. biçimde herhangi bir geleneği kabullenmektir! Allah'ın bırakacak, Allah'ın buyruğuyla çelişecek bir kıyafet modelini benimsemektir!..

Bu tür konularda, kulların Rabbinin apaçık buyruğunu bir yana bırakarak, kulların çıkardıkları yaygın sosyal bir geleneği benimseme ve kabullenme sözkonusu olduğundan, yanlış hareket etme suretiyle işlenen günah sınırlarının da ötesine geçmektedir... Zira böyle bir durumda sözkonusu eylem, günah değil, düpedüz şirktir! Neden diye sorulacak olursa, bu tür bir eylem, Allah'ın buyruğunun tam tersine, Allah dışında bir otoriteye boyun eğmenin göstergesidir! Bu açıdan sözkonusu türden bir eylem, oldukça korkunç ve tehlikeli bir iştir... Nitekim bu noktada Allah'ın sözü de açıktır: "Onların çoğu Allah'a ortak koşmaksızın O'na inanmazlar."

Bu ayet, Arap Yarımadası'nda Peygamberimizle bizzat karşılaşmış bulunan kimseler için geçerli olduğu gibi, daha sonraki zamanlarda yaşayan ve dünyanın neresinde olursa olsunlar, tüm insanları kapsamı içine alan bir tespittir.

Varlıklar dünyasının dört bir yanında karşılaştıkları Allah'ın ayetlerini umursamayan; hiçbir ücret istenilmeksizin kendilerine sunulmuş bulunan Kur'an ayetlerinden yüz çeviren bu insanlar, daha neyi beklemektedirler acaba?

Evet, neyi beklemektedirler? (Seyyid Kutub Tefsiri)

107. Onlar, kendilerine Allah’ın azabından kuşatıcı bir belânın gelmeyeceğinden yahut farkında olmadıkları bir zamanda kıyametin ansızın gelip çatmayacağından güvende midirler?[*]

Acaba onlar, hepsini birlikte çarpacak, yaygın bir ilahi azaba uğramayacaklarından ya da hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın kıyametin başlarına kopmayacağından emin midirler?" Bu, onları aymazlıklarından (gafletlerinden) uyandırıp kendilerine getirebilmek, bu aymazlıklarının beraberinde taşıyacağı kötü sondan onları sakındırabilmek için, sözkonusu kimselerin duygularına yönelik güçlü bir dokundurmadır. Hiç kimsenin ne zaman gerçekleşeceğini bilemediği Allah'ın azabı, bir anda başlarında kopu verebilecek kıyametle, onların tümünü birden kasıp kavurabilir elbet. Kimbilir, belki de gelip kapıya dayanmış durumdadır kıyamet. O dehşetengiz, o korkunç gün belki de gelip ansızın kapılarına dayanmıştır, ama onlar bunun farkında bile değildirler. Gayb, bir başka deyişle, yarının neye gebe olduğu, sözcüğün tam anlamıyla kapalı bir kutudur! Bu bağlamda ne göz işe yarar, ne de kulak! Bir anda neler olup biteceğini hiç kimse bilemez! Dolayısıyla o aymazların, böyle bir konuda nasıl güven içindedirler!

Bir yanda Kur'an'da Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberliğini açıkça kanıtlayan ayetler ve de insanlar görsün diye evrenin dört bir köşesine serpiştirilmiş durumdaki Allah'ın diğer ayetleri... Bir yanda da, yanlarından geçip durdukları halde tüm bu ayetleri umursamayarak yüz çeviren; Allah'a ama gizli, ama açık bir biçimde ortak koşan kimseler... Varsın bu tür kimseler çoğunlukta olsunlar! Peygamberimiz ve onun gösterdiği doğru yolun yolcuları, yollarına devam etmektedirler! Onlar sapıtmadıkları gibi, sapıklardan da zerre kadar etkilenmemektedirler. (Seyyid Kutub Tefsiri)

108. Ey Resulüm de ki: "İşte benim yolum budur! Ben insanları Allah’ın yoluna, düşünmeksizin, taklit yolu ile değil, delile dayanarak, idrâklerine hitab ederek dâvet ediyorum. Ben de, bana tâbi olanlar da böyleyiz. Allah’ı bütün eksikliklerden tenzih ederim. Ben asla müşriklerden değilim."[*]

Bizler Allah ve O'nun ışığı sayesinde doğru yoldayızdır. Yolumuzu iyi biliriz. Bu yolda her adımımızı görerek, anlayarak, bilerek atarız. Ne kösteklenir, ne düşer, ne de sendeleriz! Bizim için net mi net apaydınlık bir yoldur bu.

Allah'ı, O'nun ilahlığına yaraşmayacak niteliklerden uzak tutarız. Kendimizi, Allah'a ortak koşanlardan ayırır ve uzak tutarız:

"Ben, Allah'a ortak koşanlardan değilim."

Şirkin, Allah'a ortak koşmanın açığına da gizlisine de yer yoktur bende! İşte benim yolum budur! Dileyen gelsin katılsın! Gelip katılmayanlara gelince, arzuları bilir! Onlar katılmasa da ben, dosdoğru yolumda yürümeye devam ediyorum..:

Allah yolunun davetçisi konumundaki insanlar, işte bu ayrımı mutlaka yapmak durumundadırlar. Kendilerinin tek bir ümmet olduklarını; inançlarını kabullenmeyenlerden, kendileri gibi hareket etmeyenlerden, liderlerinin buyruklarını yerine getirmeyenlerden ayrı olduklarını mutlaka açıkça duyurmak durumundadırlar! Kısacası kendilerini net bir biçimde ayırmak, kendileri dışındaki kimselerle içiçe bulunmamak durumundadırlar. Bu dine mensup insanların, cahili toplum içerisinde eriyip gitmiş bir biçimdeyken, başkalarını kendi dinlerine davet etmeleri yeterli değildir! Zira böylesi bir davetle, kıyamet-i harbiyesi olan hiçbir sonuç elde edilemez! Bu insanların daha ilk günden itibaren yapacakları birinci iş, kendilerinin cahiliyeden bütünüyle farklı apayrı bir grup olduklarını açıkça söylemek; kendilerini başkalarından ayırıp İslâm inancının kaynaştırdığı ve İslâmcı liderlerin yönettiği özel bir topluluk haline getirmektir... Özetle Allah yolunun davetçileri, kendilerini cahiliye toplumundan ayırmak zorunda oldukları gibi, yöneticilerini de cahiliye toplumunun yöneticilerinden ayırmak zorundadırlar!

Aksi taktirde, onların cahiliye toplumu arasına karışmaları, bu toplumla kaynaşmaları, cahiliye yönetiminin şemsiyesi altında kalmaları durumunda sonuçta, inanç sistemlerinin tüm gücü, çağrılarının yaratabileceği tüm etki, bu yeni çağrı için söz konusu olabilecek tüm çekicilik korkunç bir erozyona uğrayarak silinip gidecektir.

Bu gerçek, sadece müşrikler arasında çağrıda bulunan Peygamberimizin durumuyla sınırlı değildir. Cahiliye hortladığı ve insanların hayatına egemen olduğu her dönemde ve her durumda geçerlidir... Üstelik yirminci yüzyıl cahiliyesinin, temel öğeler ve ayırıcı nitelikler açısından, İslâm çağrısının tarih boyunca yüz yüze geldiği diğer cahiliye sistemlerinden farklı olduğu da söylenemez!

Kimileri cahiliye toplumuna ve cahiliye çevrelerine karışarak; bu tür toplumlara ya da çevrelere yavaşça sızarak sonuçta İslâm'a davet noktasında bir şeyler yapabileceklerini sanıyorlar... Bu biçimde düşünenler, İslâm inancının özünü kavrayamadıkları gibi, insanların yüreklerine nasıl girilebileceğinden de habersizdirler!.. Tanrıtanımaz (ateist) hareketler bile kendi kimliklerini, düşüncelerini ve yaklaşımlarını bizzat ortaya koymaktadırlar! Yani, İslâm'ın davetçisi müslümanlar mı kendi gerçek kimliklerini ortaya koymayacaklar? Müslümanlar mı kendi yollarını; cahiliye yöntemlerinden büsbütün farklı kendi sistemlerini açıkça ortaya koymayacaklar? (Seyyid Kutub Tefsiri)

109. Senden önce gönderdiğimiz elçiler, o kentlerin halkından vahyettiğimiz erkeklerdi. Bunlar yeryüzünde dolaşmadılar mı ki kendilerinden öncekilerin sonunun ne olduğuna baksınlar! Ahiret yurdu yanlışlardan sakınanlar için elbette daha iyidir. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?[*]

Geçmişteki bu insanların bıraktıkları izleri gözlemlemek, yürekleri tir tir titretecek, en katı insanların yüreklerini bile ürpertecek bir iştir. Geçmişteki bu insanların hareketlerini, barınaklarını ve telaşlarını bir film şeridi gibi gözünüzün önüne getirin! Düşünün onlar da bir zamanlar hayattaydılar! Bu yerlerde gidip gelip dolaşıyorlardı. Korkuyorlardı, umutlar taşıyorlardı. Onlar da hırs doluydular. Kendilerince bir yerlere varabilmek için didiniyorlardı... Ama derken, derin bir sessizliğe gömülüp gidiverdiler. Ne duyguları kaldı, ne de hareketleri! Bakın, onlardan kalan şu harabelerde, in-cin top oynuyor şimdi! Yokluğa karışıp gidiverdiler! Kendileriyle birlikte duyguları, kafalarında çizdikleri dünyaları, düşünceleri, hareketleri ve barınakları da yok olup gidiverdi! Gözlerde büyüyen, gönüllerde ve duygularda taht kuran dünyaları, kendileriyle birlikte yokluğa karışıverdi!.. İnsan gaddarın, aymazın, acımasızın teki bile olsa, tüm bunları ibret gözüyle düşündüğünde, yüreği ister istemez ürperip titreyecektir. Bu nedenledir ki, Kur'an yer yer insanları ellerinden tutarak, onları geçmiş toplumların akıbetlerini ibret gözüyle seyrederek şöyle bir düşünmeye özendirmektedir.

Kendi sonlarının da onların sonlarından farksız olacağını kafalarına yerleştirsinler! Daha önceki toplumların bıraktıkları izlerde apaçık görülen Allah'ın yasası, onlar için de aynen geçerli olacaktır. Onların da yeryüzündeki akıbetleri, bir gün buradan çekip giderek tarihe gömülmek olacaktır. "Bunu düşünemiyor musunuz?" Allah'ın geçmiş toplumlara ilişkin yasasını hiç düşünmüyor musunuz? Bunu bir türlü anlayamıyor musunuz ki, halâ üçbeş günlük dünyanın sınırlı güzelliklerini, ahiret yurdunun bitimsiz güzelliklerine yeğlemekte direniyorsunuz? (Seyyid Kutub Tefsiri)

110. Ne zaman ki elçilerimiz umutlarını keser, anlarlar ki yalancı sayılmışlar, o zaman onlara yardımımız gelir, tercih ettiğimiz kurtarılır. Baskınımız suçlular topluluğundan geri çevrilmez.[*]

Peygamberlerin yaşamındaki dayanılmazlığın, üzüntüleri ve sıkıntının dozu canlı olarak gözlerimizin önüne seren korkunç bir tablodur bu. O peygamberler ki inkârcılıkla, bağnazlıkla, inatçılıkta direnmekle yüzyüze gelirler. Onlar çağrılarını sürdürürken günler gelip geçmekte ve çağrılarına çok az bir insan topluluğu dışında hiç kimse olumlu bir cevap vermemektedir. Yıllar gelip geçmektedir ama batıl halâ güçlüdür, batıl yanlıları halâ çoğunluktadır. Mü'minler ise, sayıca az oldukları gibi, güç açısından da halâ zayıftırlar.

Zor mu zor bir dönemdir bu. Batıl azıtmakta, azgınlaşmakta, kudurmakta ve acımasızlaşmaktadır. Peygamberlerse, yeryüzünde kendileri için henüz gerçekleşmemiş Allah'ın vaadinin bekleyişi içindedir. Yüreklerinde kuşkular kımıldamaya başlamıştır. Bir yalancı konumuna mı düşecekler ne? Bu dünya hayatında zafer umma noktasında hiç bir ümit kalmadı mı ne?

Üzüntü, darlık ve sıkıntılar bir insanın asla güç yetiremeyeceği bir noktaya ulaşmadıkça peygamberlerin böylesi bir tutum içine düşmeleri düşlenemez! Bu noktada, bir başka ayeti daha hatırlıyorum ister istemez: "Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla birlikte mü'minler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı"... Gerek bu ayeti, gerekse şu an açıklamasını yaptığımız ayeti ne zaman okumuşsam, hep aynı ürpertiyi yaşamışımdır. Peygamber de bu denli bir noktaya varan o dehşetengiz korkuyu; ayette sözü edilen türden duyguların satır aralarında gizli o korkuyu; peygamberi bile bu denli sarsabilen o çökertici üzüntüyü; peygamberin o andaki psikolojik durumunu; yaşadığı dayanılmaz acıları düşlemek tüylerimi diken diken etmiştir hep...

Karamsarlığın ve üzüntünün iyiden iyiye çöreklendiği, peygamberlerin bütünüyle dara düştükleri, tüm enerjilerini son damlasına dek tükettikleri bir andır bu! İşte tam o anda Allah'ın yardımı tümüyle, kesinkes ve belirleyici bir biçimde geliverecektir! Evet, işte tam böylesi bir anda:

"Kendilerine yardımımız erişiverdi de, dilediklerimiz orta azaptan kurtarıldı, fakat hiç kimse ağır suçlulardan azabımızı savamaz."

İşte davet konusunda Allah'ın yasası budur. Sıkıntılar mutlaka olacaktır. Üzüntüler sonucunda ümitlerin yitirildiği anlar mutlaka olacaktır. Çabaların, enerjilerin son damlasına varana dek harcandığı, artık takatin hiç kalmadığı bir noktaya mutlaka gelinecektir. İnsanların ilgisini çeken tüm görünürdeki nedenlerden ümit kesildiği anda Allah'ın yardımı yetişiverecektir. Allah'ın yardımı gelecek ve kurtuluşu hak edenleri kurtaracaktır. Onlar, artık yalanlayanların başına musallat olan mahvolma tehlikesinden kurtulacaklardır. Zorbaların onlara yönelik baskı ve sindirme girişimlerinden kurtulacaklardır. O ağır suçluları, Allah'ın şiddetli azabı yakıp kavuruverecektir. Allah'ın şiddetli azabı karşısında ellerinden hiçbir şey gelmeyecektir. Bu sayede yerle bir olacaklar ve kökleri kazınacaktır. Hiç kimse, hiçbir yardımcı onları Allah'ın azabına uğramaktan kurtaramayacaktır.

Bu, zaferin öyle son derece ucuz olmaması içindir. Zafer böylesine ucuz olsaydı, dava için çalışmak da bir çocuk oyuncağı olurdu. Zafer bu denli ucuz olsaydı, her gün bir yığın sahte dava adamı türerdi. Mahiyet sıfır ya da çok az olacağı için, bir yığın insan dava adamı kesiliverirdi! Oysa İslâm davasının bu denli anlamsız ya da çocuk oyuncağı olabileceği düşünülemez. Zira İslâm davasının içeriğinde, insanlık yaşamı için kurallar ve bir sistem vardır. Bu davanın sahte dava adamlarından özenle korunması gerekir. Zira sahte dava adamları, bu davanın sıkıntılarını omuzlayamazlar. Bu sebepledir ki, onlar dava için çalışma noktasında son derece çıtkırıldım tiplerdir. Biraz çalışıp bu işi göremeyeceğini anladıklarında, davayı falan bir kenara bırakıverirler. Dolayısıyla kimin haktan, kimin batıldan yana olduğunu ayırdetme noktasında, ayetlerde sözü edilen sıkıntılar sözcüğün tam anlamıyla bir mihenk taşıdır. Zira bu sıkıntılara, ancak davalarına gerçekten yapışmış, gerçekten samimi insanlar katlanabilirler. O insanlar ki, İslâm davası için mücadele etmekten, her ne olursa olsun geri kalmazlar. Bu dünyada zafere ulaşamayacaklarını bile düşünseler, mücadelelerini yılmaksızın sürdürürler!

İslâm davası, "Bakarsınız şu yeryüzünde belirli de olsa biraz bir şeyler kazanabiliriz! Ama baktık ki olmadı, bu işten vazgeçer, daha çabuk ve daha iyi kazanabileceğimiz başka bir işe atılırız!" vb. türden hesaplar yapmaya elverişli, kısa vadeli bir ticaret değildir! Hangi zaman ve hangi mekânda olursa olsun, Allah'ın dışında bir otoriteye boyun eğip tabi olmayı yeğlemiş cahiliye toplumlarında insanları Allah yoluna davet etmeye soyunan bir kimse, daha işin başındayken kendisini hiç de rahat bir yolculuğun beklemediğini kafasına koymalıdır. Kısa vadeli maddi bir ticaret peşinde olmadığını da kafasına yerleştirmelidir! Gücü ve parayı ellerinde bulunduran tağutlarla mutlaka karşı karşıya geleceğini bilmelidir! O tağutlar ki, kitleleri dolduruşa getirmeyi, onlara karayı ak, akı da kara göstermeyi çok iyi becerirler. Onlar ki, kitlelerin cinsellikleriyle oynayarak; kitleleri bu İslâmcıların amaçları sizi tüm bu cinsel zevklerden yoksun bırakmaktır diyerek korkutarak, İslâm davetçilerine karşı herkesi doldurmakta son derece ustadırlar!.. Yine İslâm davetçileri, İslâma davetin pek çok zorluğu omuzlamayı gerektirdiğini, cahili direnişe karşı böyle bir misyon üstlenmenin birçok sıkıntıya katlanmayı gerektirdiğini bilmek durumundadırlar. Her kuşakta gözlendiği üzere, başlangıçta bu davaya ezilenlerin kitlelerin değil, ancak ve ancak bu dinin gerçeklerini kendi rahatlarına ve bu dünyanın tüm nimetlerine yeğleyen bir avuç seçkin insanın gireceği de unutulmamalıdır. Başlangıçta bu davayı üstlenen söz konusu seçkin grubun sayısı ise, öteden beri hep azdır. Ancak, ama uzun ama kısa süren bir cihadın ardından Allah, onlar ile toplumları arasında hak olarak kendi hükmünü verecektir. İşte o gün kitleler de akın akın Allah'ın dinine gireceklerdir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

111. Andolsun ki, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır. Kur’an, uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi ayrı ayrı açıklayan ve inanan bir toplum için de bir yol gösterici ve bir rahmettir.[*]

Kıssa bu surede başladı ve yine bu surede bitti. Çünkü kıssanın yapısı, bu tarz bir üslubun seçilmesini zorunlu kılıyor. Görülen bir rüyanın yavaş yavaş, günbe gün, aşama aşama aynen gerçekleşmesi söz konusu. Dolayısıyla, sanatsal uyumun mükemmelliği açsından 'olduğu gibi, kıssanın taşımış olduğu ibretin tamamıyla verilebilmesi açısından da, aktarımda baştan sonuna dek kıssadaki olaylar zincirinin izlenmesinden başka bir yol düşünülemezdi. Kıssanın bir bölümü başka bir yerde başlı başına anlatılsaydı, saydığımız amaçların gerçekleştirilmesi açısından bu pek bir şey ifade etmezdi. Süleyman'ın Belkıs'la olan öyküsü, Meryem'in doğum öyküsü, İsa'nın doğum öyküsü, Nuh ve Tufan öyküsü vb. türden diğer peygamberlere ilişkin kıssalarda, kıssanın sadece bir bölümünü başlı başına aktarmak, istenen amacı gerçekleştirebilmek için yeterlidir. Bu bölümlerin aktarıldıkları yerlere bakılırsa, anlatılmak isteneni ifade için, kıssadan sadece ilgili bölümün tamamen yeterli olduğu gözlenir. Ancak Yusuf kıssası buna elverişli değildir. Yapısı gereği, aşamalar ve sahnelerin sırası gözlenerek kıssanın baştan sona dek anlatılmasını zorunlu kılmaktadır. Hiç kuşkusuz Allah, doğru söylemiştir:

"Biz bu Kur'an'ı vahyetmekle sana kıssaların, eski milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz. Oysa daha önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun." (Seyyid Kutub Tefsiri)