Sizi karada ve denizde gezdiren O`dur. Dahası (tutun ki) sizler gemide bulunuyosunuz, tatlı bir rüzgarda onunla yol alıyorsunuz, üstelik tam da bunun sevinciyle mest olmuşsunuz; derken bir fırtına yakalıyor gemiyi ve dalgalar her yandan yolcuları kuşatıyor. Artık onlar dört bir yandan (ölümle) sarıldıklarına kanaat getirmiş vaziyetteler; tüm içtenlikle Allah`a yönelip yalnız O`nun nizamına sığınarak; "Eğer bizi bu beladan kurtarırsan yemin olsun ki şükredenlerden olacağız!" diye yalvarıp yakarıyorlar. Sonunda (ne oluyor, biliyor musunuz): kurtarmasının hemen ardından bu kimseler, yeryüzünde hak hukuk dinlemeden azgınlık yapmaya başlıyorlar. Ey insanlık! Yaptığınız azgınlıkların neticesi gelip yine sizi bulacaktır. Dünya hayatının zevkleri gelip geçicidir. Sonunda Bize döneceksiniz ve Biz yaptıklarınızı bir bir size haber vereceğiz. (Yunus 22-23)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Elif Lâm Râ! Bunlar, bütün hüküm ve bilgileri doğru olan Kitab’ın ayetleridir.
2.
İçlerinden bir kişiye: “İnsanları uyar, inananlara da Rableri katında doğruluklarına karşılık bir mertebenin olduğu müjdesini ver!” diye vahyetmemiz insanlara tuhaf mı geldi? Kafirler, “Bu, tam bir büyücüdür!” dediler.[*]
Bu soru onların çirkin bir yaklaşımda bulunduklarını göstermektedir. Kur'an, peygamberlerin gönderildikleri ilk günden beri insanların vahiy gerçeğini algılamada ortaya koydukları bu tuhaf karşılamaları reddetmektedir.
Her peygamberin karşılaştığı değişmez soru şu olmuştur: "Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi?" Aslında bu sorunun kaynağı, "insan"ın değerinin sağlıklı bir biçimde kavranmamasıdır. İnsanların, bizzat kendilerini temsil edecek "insan"ın değerini anlamamalarıdır. Onlar bir insana Allah'ın elçisi olmayı, yüce Allah'ın vahiy yolunu kullanarak elçisiyle irtibat kurmasını, insanlara yol gösterme görevini bu elçilerine vermesini çok görmektedirler. Onlar, Allah'ın bir meleği veya Allah katında insandan daha yüksek bir dereceye sahip bulunan başka bir varlığı peygamber olarak göndermesini beklemektedirler. Halbuki onlar bu arada Allah'ın insanı onurlandırmış bulunduğunu, bu onurlandırılmış halı ile insanın Allah'ın mesajını yüklenecek ve iletecek bir ehliyet kazandığını, kendi aralarından bazı fertlerin seçilerek bu çok özel biçimde Allah ile irtibata geçebileceğini gözardı etmektedirler.
Hem Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- devrinde ve hem önceki asırlarda yaşayan peygamberlik misyonunu yalan sayan kâfirlerin temel şüphesi bu olmuştur. Şu anki modern asırda ise, birtakım insanlar kendi kendilerine , başka şüpheler üretiyorlar, fakat tutarsızlıkta öncekilerden hiç de farklı değillerdir! Onlar diyorlar ki: "Maddi bir yapıya sahip olan insan ile, yarattığı hiçbir şeye benzemeyen, hiçbir eşi ve benzeri bulunmayan Allah arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?"
Bu soruyu ancak, yüce Allah'ın gerçek mahiyetini, ilahi olan zatının tabiatını gerçek bir biçimde bilen ve yüce Allah'ın insanın bünyesine yerleştirdiği bütün özellikleri de en kuşatıcı şekilde kavrayan birisi sorabilir. Bu kadar kuşatıcı bir bilgi sahibi olmayı iddia etmek ise, aklına saygı gösteren ve bu aklın sınırlarını bilen bir insanın harcı değildir. Bugün açıkça biliniyor ki, insanın keşfedilebilecek özellikleri pek çoktur. Ve bunlar gün geçtikçe yeni yeni keşfedilmektedir. Bugün ilim, kesin sonuca ulaşmış değildir ki; "İnsanda bulunan keşfedilebilecek bütün yetenekler keşfedilmiştir" denilebilsin! Kaldı ki, ilim ve aklın ulaşabileceği saha ne kadar genişlerse genişlesin, onların ötesinde kalan bilinmezlik ufukları daha da uzaklara gideceklerdir.
Şu halde insanda Allah'dan başka hiç kimsenin bilemediği meçhul güçler, enerjiler vardır. Yüce Allah, bu peygamberlik misyonunu yüklenebilecek güce sahip olan insana bu görevi yüklerken, elbette peygamberliğini kime vereceğini en iyi bilendir. Allah tarafından bilinen bu güç, insanlar tarafından bilinmeyebilir. Hatta peygamberlik görevini yüklenecek insanın kendisi de bu gücünün farkında olmayabilir. Fakat insana kendi ruhundan bir soluk üflemiş olan yüce Allah, her hücrede, her bedende ve her yaratıkta neler gizli olduğunu bilir. Yine yüce Allah, insan için bu özel ilişkiyi, özel bir şekilde sağlayabilir. İsterse onun nasıl meydana geldiğini, o şerefin tadına varan ve kendisine bu makam verilen insandan başkası kavramasın.
Çağımızın bazı tefsircileri meseleyi anlaşılır hale getirmek için vahyi, bilim yolu ile ispata çalışmışlardır. Biz bu metodu temelden kabul etmiyoruz. Çünkü ilmin kendisine hoş bir alanı vardır. Bu alan, ilmin vasıtalarına sahip olduğu alandır. İlmin bir de ufukları vardır. Bu ufuklar, ilmin keşifleri ve kontrolleri için gereken vasıtalara sahip olduğu ufuklardır. Fakat ilim, ruh hakkında gerçek bir bilgiye sahip olduğunu iddia etmiştir. Çünkü ruh, ilmin çerçevesi içine girmez. Zira o, ilmin vasıtalarına sahip olduğu laboratuarlarda deneylerinden geçirilebilecek maddi bir varlık değildir. Bu nedenle, bilimsel metoda bağlı olan ilim, ruhun alanına girmekten sakınmıştır. Fizik ötesi
bilimler" diye bilinen çalışmalara gelince, bunlar verimsiz çalışmalardır. Aslında özleri ve hedefleri açısından şüpheler ve kuşkular peşinde sürüklenmekten öteye geçemezler. Bu alanda Kur'an ve Sünnet gibi kesin bir kaynaktan gelen bilgilerin dışında kesin bir bilgiye ulaşma imkânı yoktur. Bu kesin kaynaklardan gelen bilgiler alanında, herhangi bir şeyi arttırma, eksiltme veya kıyasta bulunma sözkonusu değildir. Zira arttırma, eksiltme ve kıyas yapma aklı eylemlerdir. Akıl ise, burada kendi sahasının dışındadır. Yanında kullandığı vasıtaları da yoktur. Çünkü akıl, bu meydanda çalışmanın vasıtaları ile donatılmamıştır.
"Bizim aralarında bir kişiye, "insanları uyar" ve "mü'minlere, Rabbleri katında sarsılmaz bir derecenin sahibi oldukları müjdesini ver" diye vahyetmemiz insanların tuhafına mı gitti?"
İşte vahiy gerçeğinin özü budur. İnsanları karşı koymanın acı akıbetinden sakındırmak, mü'minlere de bağlılığın sonunu müjdelemek. Bu da yerine getirilmesi zorunlu yükümlülüklerin ve kaçınılması zorunlu yasakların açıklanmasını kapsamına alır. İşte uyarma ve müjdeleme ve bunların gerekleri öz itibariyle budur.
Yüce Allah'ın, insanların kendisini tanıdıkları, onun da insanları tanıdığı ve yine insanların güvenle kendisine baktıkları, sıkıntı, korku ve zorlukla karşılaşmadan alışveriş yaptıkları içlerinden birine vahiy göndermesinin hikmeti açıktır. Allah'ın peygamberlerini göndermesinin hikmeti ise daha açıktır. İnsan tabiatı, yapısı itibarı ile hem iyiliğe,
hem de kötülüğe elverişlidir. İnsanın aklı, iyiliği ve kötülüğü ayırması için kendisine verilen vasıtadır. Fakat bu akıl da gerçekten sağlıklı bir kritere muhtaçtır. işte akıl bu sağlıklı ölçü ile karmaşık meselelerin içinden çıkabilecek, kendisini kuşatan şüphelerin etkisinden, akımların ve ihtirasların cazibesinden, insan bedenine, sinirlerine ve bünyesine (mizacına) arız olan faktörlerin etkisinden kurtulabilecektir. Böylece akıl, kendi ölçülerine göre farklı farklı, değişik değişik hükümler verip çelişkiden çelişkiye sürüklenmeyecektir. Yani akıl sağlıklı bir kritere muhtaçtır. Ta ki, bu tür faktörlerin etkisinden kurtulup Allah'a dönebilsin. O'nun yol göstermesine kulak versin ve bu doğru yolda gerçeğe ulaşsın. Bu değişmez ve adil kriter Allah'ın yolu ve Allah'ın yasasıdır.
"Kâfirler, "Bu adam açık bir büyücüdür" dediler."
`Büyüleyicidir, çünkü onun söylediği şeyler muhataplarını aciz bırakıyor.' Eğer az bir şey düşünmüş olsalardı, şöyle demeleri daha yerinde olurdu: "Bu kendisine vahiy gönderilmiş bir peygamberdir, çünkü söylediği şeyler muhataplarını aciz bırakıyor." Büyü, evrenin büyük gerçeklerini, hayatın ve hareketin metodunu, ileri bir toplum oluşturacak ve eşsiz bir düzeni kuracak direktifleri ve yasaları kapsayamaz.
Müşrikler vahiy ile büyüyü birbirine karıştırıyorlardı. Çünkü bütün putperest toplumlarda din ile büyü birbirine karışıktır. Ayrıca onlar, bir müslümanın Allah'ın dininin özünü kavradığında bu putperest anlayışlardan, bu anlayışların kuruntularından ve efsanelerinden kurtulduğu gibi net bir anlayışa sahip değillerdi. (Seyyid Kutub Tefsiri)
3.
Sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da Arşı[1*] üzerinde hükümrân olan, her işi yerli yerince çekip çeviren Allah'tır. Kendisinden izin çıkmadıkça, O'nun katında hiçbir şefaatçi iş bitiremez.[2*] İşte Rabbiniz, bu vasıflara sahib olan Allah'tır. Öyleyse O'nu bir tanıyarak, yalnız O'na ibadet ediniz.[3*] Hâlâ gerçekleri düşünmeyecek misiniz?
[1*] Kur’an, halkın diliyle inmiştir (İbrahim 14/4). Halk dilinde arş, “saltanat koltuğu”dur (Yusuf 12/100, Neml 27/23). Arşa istiva ise “yönetimin başına geçme” anlamındadır. Türkçede de bu anlamda, “padişah tahta çıktı”, “falan kişi cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu” gibi ifadeler kullanılır. Dolayısıyla “Allah arşa istiva etti.” sözü de kâinatın yönetiminin Allah’ın elinde olduğunu ifade eder (A'raf 7/54, Ra’d 13/2, Taha 20/5, Furkan 25/59, Secde 32/4, Hadid 57/4).
[2*] Şefaat, birinin eşlik etmesini istemek, eşlik etmek veya arka çıkmaktır. (El-Ayn, Müfredât). Mahşer günü kimseye şefaat edilmeyecektir (Bakara 2/48). Dünyada insanlar birbirlerine destek verebilirler (Nisa 4/85). Cennete gitmiş biri, şirk günahı ile değil de diğer günahlarından dolayı cehennemde olan bir yakınını yanına isteyebilir (A’raf 7/46-49, Meryem 19/86-87, Tur 52/21). İster dünyada ister cehenneme gitmiş biri için olsun, şefaat ancak Allah’ın onayıyla olabilir (Bakara 2/255, Ta Ha 20/109, Sebe 34/23). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
[3*] Daha önce, ilahlık meselesinin müşrikler tarafından ciddi biçimde inkâr konusu yapılmadığını, yüce Allah'ın yaratan, rızık veren, dirilten öldüren, idare eden, tasarrufta bulunan ve her şeye gücü yeten ilah olduğunun inkâr edilmediğini belirtmiştik. Fakat onlar, bir ilahın varlığını kabul etmelerinin sonucunda yapılması gerekenleri yapmıyorlardı. Allah'ın ilahlığını bu düzeyde kabul etmelerinin gereği olarak, kendi hayatlarında yalnız O'na rububiyet hakkı tanımaları gerekirdi. Allah'ın rububiyetini kabul etmek, yalnız O'na bağlanmakla somutlaştırılabilir. İbadet niteliği taşıyan bütün eylemlerini yalnız O'na takdim etmeleri ve bütün işlerinde O'ndan başkasını hakim kabul etmemeleri gerekirdi. İşte yüce Allah'ın aşağıdaki sözünün anlamı budur:
"İşte budur Rabbiniz olan Allah; o halde O'na kulluk ediniz."
İbadet, kulluk yapmaktır. Kulluk da, boyun eğmektir. Bu da bağlılık ve itaattir. Bununla beraber yüce Allah'ı, tüm bu özelliklerde eşsiz kabul etmektir. Çünkü bu itaat, uluhiyeti (ilahlığı) kabul etmenin kaçınılmaz şartlarından birisidir.
Bütün cahili sistemlerde ilahlık sahası dar alanlara sıkıştırılır, insanlar bir ilahın varlığını kabul etmekle iman ettiklerini, insanların Allah'ın kendi ilahları olduğunu kabul ettiklerinde, ilahlığın şartlarına yani rububiyete bağlılık göstermeden hedefe ulaşacaklarını sanmaya başlarlar... Rububiyet ise, kendisinden başka Rabb bulunmayan Allah'ı, Rabb olarak kabul etmek, kendi otoritesine dayanılmadan hiç kimseye otorite tanımayan Allah'ın hakimiyetine girebilmek için, yalnız O'na boyun eğmektir.
Cahiliye sisteminde "ibadet"in anlamı da daraltılır. Öyle ki, ibadet, sadece dar anlamda ibadet niteliği taşıyan eylemlerin sunulması ile sınırlandırılır. Buna bağlı olarak insanlar, ibadet niteliği taşıyan eylemlerini yalnız Allah'a takdim ettikleri zaman ortaksız olarak Allah'a kulluk ettiklerini sanırlar. Halbuki ibadet terimi bu yozlaştırma girişimlerinden önce "abede" kökünden türetilmiş olması hasebi ile "boyun eğme ve eğilme" anlamlarına geliyordu. "İbadet niteliği taşıyan eylemler" ise, boyun eğmenin ve eğilmenin görünümlerinden sadece birisini oluştururlar.
Boyun eğme gerçeğinin bütün boyutlarını ve tüm görünümlerini kapsayamazlar.
Cahiliye, belli bir zaman dilimi veya belli bir tarih aşaması değildir. Cahiliye, ilahlık anlamının ibadet anlamının bu şekilde daraltılması demektir. Bu kavramların anlamlarının daraltılması insanları, kendilerini Allah'ın dininde sandıkları halde şirke götürür! Nitekim bugün dünyanın bütün ülkelerinde karşılaşılan problem budur. Bu ülkelerin kapsamında, halkı müslüman ismi taşıyan ve ibadet nitelikli eylemlerini Allah için yapan ülkeler de vardır. Halbuki buna rağmen onların Rabbleri Allah'tan başkalarıdır. Zira onların gerçek Rabbi, otoritesi ve yasası ile onlara hükmeden kimsedir. Kendisine boyun eğdikleri, emrine ve yasağına teslim oldukları, kendileri için çıkardığı yasalarına uydukları kimsedir. İnsanlar böyle yapmakla bu ilahlara ibadet etmiş olurlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)
4.
Hepiniz topluca O’na döneceksiniz. Bu Allah’ın gerçekleşmesi kaçınılmaz olan sözüdür, yaratmayı ilk başlatan ve devamlı sürdüren O’dur. İman edip doğru ve faydalı işler yapanlara, adaletle karşılık vermek için yeniden yaratacak olan da Allah’tır. Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenlere[*] gelince, Allah’tan gelen gerçekleri örtbas etmeleri dolayısıyla, onlar için kaynar sudan bir içki ve can yakıcı bir azap vardır.
Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)
5.
Güneşi ziyâ[1*], Ay’ı nûr[2*] yapan odur. Yılların sayısını ve hesabı bilesiniz diye onu menzil menzil / evre evre[3*] ölçülendirmiştir. Allah bütün bunları, gerçek varlıklar olarak yaratmıştır. Ayetlerini, bilen bir topluluk için ayrıntılı olarak açıklamaktadır.
[1*] Işık kaynağı
[2*] Işık kaynağının sebep olduğu aydınlık
[3*] Bu ayetle beraber iki ayette aya nur denmiştir (Nuh 71/16). Nur’a ‘ışık’ ve ‘ışığı yansıtan’ anlamları verilebilir. Furkan 25/61’deki “ışık yansıtan ay” (قَمَرًا مُّنِيرًا) ifadesi o iki ayetteki nur kelimelerinin de bu anlamda olduğunu gösterir. Güneş “ısı ve ışık yayan bir kandil” (Nebe 78/13) olduğu için ay, ışığını ondan alır. Furkan 25/61, ayın gözlenen ışığıyla anladığımız evreleri (menâzil) olduğunu ve bu sayede yılların sayısının ve hesabın bilineceğini ifade eder. Kamerî ay, güneşin batmasının ardından batan hilal ile başlar. Ayın her gün şekil değiştirmesi onu gökyüzündeki takvim gibi yapar. Öyleyse ayetlerdeki iniş yerleri (menâzil), ışığın aya iniş yerleri olur (Yasin 36/39). Yoksa ay, her zaman aynı aydır. Onu bize farklı gösteren ona inen bu ışıklardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
6.
Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, Allah'ın yarattığı göklerde ve yerde, takva[1*] sahibi bir halk için nice ayetler[2*] vardır.
[1*] Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
***
[2*] Onların kalplerini, kendine özgü olan bu özel duyarlılık, yani takvaya dayalı duyarlılık harekete geçirir. Takvaya dayalı olan bu duyarlılık, onların kalplerini yumuşatır, coşturur. Çabuk etkilenmelerini sağlar. Kudretin tecellilerine, üstün yaradılışın manzaralarına, gözlere ve kulaklara sunulan yaradılış mucizelerine hemen cevap verebilmelerine zemin hazırlar.
İşte bu, Kur'an'ın, insanın fıtratına bu evrende, onun etrafına serpiştirilen Allah'ın evrensel ayetleri ile hitap etmede kullandığı metoddur. Yüce Allah, bu ayetler ile insan denen varlığın fıtratı arasında özel bir iletişim ve duyulabilen mesajların olduğunu bilmektedir!
Kur'an metodu, asrı saadetten sonraları kelamcılar ve filozoflar arasında yaygınlık kazanan diyalektik yöntemine başvurmamıştır. Çünkü yüce Allah, bu yöntemin kalplere ulaşamadığını, hiçbir harekete sürüklemeyeceğini, zihnin soğuk alanı dışına çıkamayacağını çok iyi biliyordu. Soğuk bir zihinde meydana gelen bir kımıldama, çok kısa bir zaman sonra havada uçuşup kaybolur!
Fakat Kur'an metodunun bu yönteme bağlı olarak sunduğu deliller, hem kalbi, hem de aklı ikna eden en güçlü delillerdir. Zaten Kur'an'ın kullandığı delillerin özelliği de budur. Her şeyden önce bu evrenin varlığının kendisi ve ikinci olarak bu evrenin düzenli, ahenkli ve disiplinli hareketi... İnsanlar tarafından keşfedilmeden önce bile tesir gücüne sahip oldukları apaçık olan yasalar tarafından disiplin altında tutulan değişmeler ve gelişmeler... Evet bütün bu olayları, idare eden bir gücün varlığı düşünülmeden açıklayabilmek mümkün değildir.
Bunda şüphe edenler, gerçekten de sağlıklı bir delil sunamıyorlar. Onlar, `'`Evren işte bu şekilde, kendi kanunları ile varolmuştur. Onun varlığını bir nedene bağlamak gerekmez. Onun varlığı, kanunlarını da kapsamına alır!" demekten öteye gidemiyorlar. Eğer bu sözler gerçekten anlaşılan veya akla uygun olan sözler ise, pes doğrusu!
Bu söz, Avrupa'da Allah'tan kaçmak için kullanılıyordu. Çünkü onların kiliseden kaçışları, Allah'tan da kaçmalarını gerektirmiştir! Sonraları bu söz, şurada-burada gündeme gelmeye başladı. Çünkü bu, Allah'ın ilahlığını kabul etmenin zorunlu olan şartlarından kurtulmalarının vasıtasıydı. Zira eski cahiliyelerde müşriklerin büyük çoğunluğu Allah'ın varlığını kabul ediyordu. Fakat O'nun Rububiyetinde şüphe ediyorlardı. Kur'an'ın, ilk olarak muhatap aldığı Arap cahiliyesinde bunun bir örneğini görmüştük. Kur'an'ın kesin delili, onların kendi mantıkları ve Allah'ın varlığına ve sıfatlarına ilişkin inançları ile kuşatıyordu. Aynı mantık gereği olarak onlardan yalnız Allah'ı ilah olarak kabul etmelerini, hem ibadet niteliği taşıyan eylemlerde, hem de yasalarda; bağlılık ve itaatleri ile yalnız O'na boyun eğmelerini istiyordu. Yirminci asrın cahiliyesi ise, bizzat ilahlığı kökten reddederek bu mantığın yükünden kurtulmak istemektedir!
Tuhaf olan şudur ki, sözde müslüman ülkelerde gizli-açık bütün çarelere başvurularak bu yüz kızartıcı kaçışın,
`bilim' ve `bilimsellik' adına yaygınlaştırılmasıdır! Deniliyor ki, `Gaybiliğin', (Metafiziğin-Fizik ötesinin) `bilimsel' sistemlerde yeri yoktur. İlahlık ile ilgili her şey gaybın kapsamına girer... Kaçaklar, bu arka kapıyı kullanarak Allah'dan kaçmaya çalışıyorlar. Bunlar, Allah'dan korkmuyorlar. Yalnız insanlardan korkuyorlar. Onun için, onların başlarına bu çorabı örmeye çalışıyorlar!
Bugün halâ evrenin varlığı, düzenli, ahenkli ve disiplinli hareketi kesin bir delil olarak dünyanın her yerindeki Allah'dan kaçanları kuşatmaktadır. İnsan fıtratı tümüyle kalp akıl, duyu ve vicdan olarak bu deliller ile karşılaşmakta ve onları benimsemektedir. Kur'an-ı Kerim bu fıtrata tümüyle, en kısa yoldan, en geniş ve en derin çapta hitap etmektedir... (Seyyid Kutub Tefsiri)
7.
Öldükten sonra dirilip bize kavuşmayı beklemeyenler, dünya hayatına razı olup onunla rahat bulanlar ve ayetlerimizi umursamayanlara gelince,
8.
İşte kazandıkları işlerden ötürü onların varacakları yer, ateştir![*]
Evrenin etkileyici düzeni üzerinde durarak, bu evrenin yaratan ve idare eden bir sahibi olduğunu düşünmeyenler, ahiretin, bu düzenin kaçınılmaz zaruretlerinden biri olduğunu, orada hakkın yerini bulacağını ve adaletin gerçekleşeceğini, ayrıca insanların orada en yüce ufuklarına kavuşacaklarını anlayamazlar. Bu nedenle onlar, Allah'ın huzuruna çıkarılmayı da beklemezler. Bu temel yanlışlıklarının sonucu olarak eksikliklerine ve basitliğine rağmen dünya hayatına takılıp kalırlar, ona razı olurlar. Dünya hayatına bütünü ile dalarlar, bu hayatın hiçbir eksikliğine karşı çıkmazlar. İşledikleri iyiliklerin ödülünü almadan ve kötülüklerinin cezasını tam olarak çekmeden, bir insan olarak varmaları planlanan olgunluğa ulaşmadan bırakıp gidecekleri bu dünya hayatının insan için son amaç olmaya elverişli olmayacağını anlayamazlar. Dünyanın sınırlarına takılmak ve onları benimsemek, insanları sürekli olarak uçuruma doğru sürükler. Çünkü bu durumda onlar, başlarını yukarı kaldıramazlar. Göklerini ufuklara dikemezler.
Allah'ın kalbi uyaran, duyarlılığı arttıran, öğrenmeye ve olgunluğa hazırlayan evrensel ayetlerinden habersiz olarak sürekli biçimde başlarını ve gözlerini bu yeryüzüne ve onun üzerindeki değerlere dikerler!
İşte bunların varacakları yer, işlediklerinin karşılığı olarak cehennemdir."
Ne kötü bir sığınak, ne kötü bir varış yeri! Karşı tarafta, iman edenler ve iyi işler yapanlar yeralmaktadır. İman edenler ve bu dünya hayatından daha önemli, daha değerli bir hayatın olduğunu kavrayanlar... Bu imanın gereği olarak iyi işler yapanlar... Allah'ın iyi işlerin yapılmasına ilişkin emrini olduğu gibi yerine getirenler... Güzel olan ahireti bekleyenler... Ki, bu güzel ahiretin yolu da, iyi işler yapmaktır... Evet işte bunlar: (Seyyid Kutub Tefsiri)
9.
İman edip hayra ve barışa yönelik amel sergileyenlere gelince, Rableri onları imanlarıyla doğruya ve güzele iletir. Nimetlerle dolu cennetlerde onların altlarından ırmaklar akacaktır.
10.
Onların oradaki duaları: “Allah`ım, seni anar ve seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz”, birbirlerine yönelik iyilik dilekleri, “Selâm” ve dualarının sonu da: “Âlemlerin Rabbi olan Allah`a hamdolsun” sözleri olacaktır.
BÖLÜM 2
11.
Allah, insanlara iyiliklerinin karşılığını verdiği çabuklukta kötülüklerinin karşılığını verseydi ömürleri bitirilirdi.[*] Ama o, kendi huzuruna varacağını beklemeyenleri, taşkınlıkları içinde bırakır da onlar bocalar dururlar.
Sözlükte eğmek/bükmek/çevirmek anlamındaki left (لفت) kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır: ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
12.
İnsan bir sıkıntıya mâruz kalınca gerek yan yatarken, gerek otururken veya ayakta iken, Bize yalvarıp yakarır. Fakat biz sıkıntısını giderdik mi, sanki uğradığı dertten dolayı Biz’e yalvaran kendisi değilmiş gibi eski haline döner. İşte (hayat sermayelerini boşuna harcayıp) haddini aşanlara, yaptıkları işler, kendilerine böyle süslenmiş, hoşlarına gitmiştir.[*]
Emaneti mülkiyet sanmanın doğal sonucu budur. Sahibine ihanet eden akıl kötüyü iyi gösterir. İsrâfın büyüklüğü, kaybedilen imkândan çok imkânı doğru harcamadığı için kaybettiği nimetin büyüklüğüyle ölçülür. Burada kaybedilen Allah rızası ve onun karşılığı olan cennettir. İlâhî rızayı ve cenneti kaybedenin kaybını gösterecek bir rakam da yoktur. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
13.
Andolsun ki, sizden önce (gelip geçen) nice nesilleri, resulleri onlara apaçık deliller getirdiği hâlde zulmettiklerinden dolayı helâk ettik. Onlar zaten inanacak değillerdi.[*] İşte biz suçlu toplumu böyle cezalandırırız.
“İman etmemişlerdi, edecek de değillerdi...” ifadesi “zulmettiler”
ifadesine ma‘tūf olabileceği gibi bir ara cümle de olabilir. Ve mâ kânû li yu’minû‘daki Lâm
ise olumsuzluğu pekiştirmekte olup, “Gerçek anlamda iman etmezler” demek
istemekte ve iman etmeyeceklerini, zira küfürde ısrar edeceklerini ve
imanın kendilerinden çok uzak olduğunu Allah’ın bildiğini vurgulamaktadır.
Mâna şöyledir: Bunları helâk etmesinin sebebi, peygamberlerini yalanlamaları
ve Allah’ın peygamber göndererek önlerine kesin deliller koyduğu
halde kendilerine artık daha fazla mühlet vermekte bir fayda olmadığını
bilmesidir. “İşte” bütün mücrimleri “böyle” bu ceza -yani helâk- gibi “cezalandırırız!”
Bu ifade, Hazret-i Peygamber’i yalanlayarak cürüm işleyen
Mekkeliler için bir tehdittir. (Zemahşeri Tefsiri)
14.
Onlardan sonra da bakalım nasıl hareket edeceksiniz diye yeryüzünde sizi hüküm ve kudret sâhibi kıldık.
15.
Böyle iken, âyetlerimiz kendilerine, açık deliller halinde okunduğunda, âhirette huzurumuza varacaklarını ummayanlar, “Bize bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir!”[*] derler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem asla olacak bir şey değil. Çünkü ben sadece bana vahyedilene tâbi olurum ve eğer sizin arzunuza uyar da Rabbime isyan edersem, o müthiş günün azabından korkarım. ”
Müşriklerin bu talebi açıkça gösteriyor ki, onlar mesajını, hedefini ve inşâ etmek istedikleri dünyayı çok iyi bildikleri bir Kur’an’a karşı çıktılar. İtirazları Kur’an’ın getirdiği öğretinin özüne, içeriğine yönelikti. Onlar esasen iyi ve kötüyü belirleme yetkisinin ellerinden çıkmasına itiraz ediyorlardı. “Değiştir” demekle, itirazlarının Hz. Muhammed’e değil vahyin kaynağına yönelik olduğunu itiraf ediyorlardı. Bununla zımnen “hayat tarzımıza dokunmayacak bir içeriğe razıyız” demiş oluyorlardı. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
16.
De ki: “Allah, farklı tercihte bulunsaydı[1*] onu size okumazdım, o da size onu bildirmezdi. Bunun (Kur’an’ın) öncesinde aranızda bir ömür geçirdim. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?”[2*]
[1*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
[2*] Zira bundan önce bu kadar sene sizin aranızda ömür sürdüm durdum. Yani Kur'ân vahyolunup, peygamberlik verilmeden önce bütünüyle bir ömür denecek uzunca bir süre, yani kırk yıl kadar sizin içinizde, sizinle birlikte yaşadım, içinizde bir ömür geçirdim, Ta çocukluğumdan beri bütün ayrıntıları ile hayatımı nasıl geçirdiğimi bilirsiniz, ve pekâlâ bilirsiniz ki, ben bütün o süre içinde birşey okuyor muydum? Kur'ân'ın gerek icazkâr nazmına, gerek içindeki mânâ ve hakikatlere ait size birşey söylüyor muydum? Nazım veya nesir olarak edebiyat ile hiç meşgul olduğum var mıydı? Size şairlik, hatiplik, müelliflik taslıyor muydum? Okuma-yazma bilmeyen fakat şiir ve inşa ile uğraşan cahiliyye şairleri kadar olsun şiirle uğraşıyor muydum? Bir gün gelip âleme meydan okumak ve müsabakaya davet etmek için hazırlanıyor muydum? Kimseye tahakküm etmek, didişmek, saldırmak gibi huylarımı hiç gördünüz mü? Yalan söylemek şöyle dursun, hakkımda bir şüphe veya şaibe uyandıracak bir davranışımı gördünüz mü? Hepinizce iffet, doğruluk, dürüstlük, sadakat ve emanet sahibi olarak bilinen Muhammedü'l-emin ben değil miydim? Hiç aklınız yok mu? Bir kerre akıl edip düşünmez misiniz? Yani bana ve Allah'ın âyetlerine karşı şimdi söylediğiniz sözler, ettiğiniz tarizler, yaptığınız işler ve ileri sürdüğünüz teklifler hep akılsızlık eseridir. Yoksa başka hiç bir delil, belge ve kanıt olmadan, hiçbir habere gerek bulunmadan, yalnızca aklınızı başınıza alsanız, benim bundan önce içinizde geçirdiğim o uzun süre boyunca hayatımı ve ahlakımı bir düşünseniz hiç şüphesiz beni tasdik edersiniz. Allah şimdi de önceki halimde kalmamı dileseydi, bana vahiy ve peygamberlik vermese idi benim bunları size okumam ve Allah tarafından bildirmem ve ilan etmem ihtimali yoktu. Ben kendi kendime ne böyle bütün belağat ve edebiyat sahiplerine meydan okuyan bir kitap meydana getirebilirdim, ne de bütün insanlara karşı böyle bir inzar ve tebşir görevinin, böyle hiç kimsenin tek başına yapamıyacağı ağır yükün altına girebilirdim. Lâkin işitiyorsunuz ki, şimdi ben bunları size okuyorum ve tebliğ ediyorum. Bundan da anlamanız gerekir ki, Allah Teâlâ öyle değil böyle olmasını istedi: Bana eğitim ve öğretim ile elde edilemiyecek vahiy ve nübüvvet ihsan etti ve bunları bildirdi. Bunlar size şahsen benim değil, Rabbimizin bildirisi ve öğretisidir. Ve ben O'nun vahyine uymaktan başka birşey yapamam. Bütün güçlerin ve sebeplerin üstünde işleri tedbir eden ve merci-i küll (herşeyin mercii) olan "O'nun izni olmadan hiçbir yardımcının söz konusu olmadığı" Allah Teâlâ'nın emir ve iradesine müdahele, O'nun âyetlerine itiraz yine hakkın âyetlerinden biri olan akıl ile asla bağdaşabilir birşey değildir. Siz nasıl oluyor da Allah'ın vahyini tebdil etmemi, onu değiştirip başka bir şekle sokmamı teklif ediyorsunuz? Hiç Allah'dan korkmadan yalana ve iftiraya cür'et ediyorsunuz? (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
17.
Artık (Bu bilgilere sahip olduğu halde) kim Allah adına yalan uydurursa (konuşursa) yahut Allah’ın ayetlerini yalanlarsa, ondan daha zalim kim vardır. Elbette ki Allah, günahkâr olanları kurtuluşa erdirmez.
18.
Allah’ın yanında bir de kendilerine zarar veremeyen, yarar sağlayamayan şeylere kulluk ediyorlar ve şöyle diyorlar: "Bunlar bizim Allah katındaki şefaatçılarımızdır." De onlara: "Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği şeyleri mi haber veriyorsunuz?"[*] Şanı yücedir O’nun, ortak koştuklarından arınmıştır O.
“Kendilerine ne fayda ne de zarar verebilen şeylere” yani fayda ve
zarar vermeye gücü yetmeyen cansız putlara. Denilmiştir ki; onlara tapsalar
kendilerine bir fayda sağlayamazlar, tapmaktan vazgeçseler kendilerine
bir zarar veremezler. Oysa tapılan bir varlığın taate karşılık ödüllendiren,
masiyet durumunda ise cezalandıran biri olması gerekir. Tā’ifliler Lât’a,
Mekkeliler ise Menat, Hübel, İsâf ve Nâile’ye tapıyorlar ve “Bunlar Allah
nezdinde bizim şefaatçilerimizdir” diyorlardı. Nadr b. Hâris’in “ Kıyamet
günü geldiğinde Lât ve ‘ Uzzâ bana şefaat edecek” dediği nakledilmiştir.
“Allah’ın bilmediği bir şeyi siz mi O’na bildiriyorsunuz!?” Yani
Allah nezdinde bunların şefaatçi olduğunu O’na siz mi haber mi veriyorsunuz!?
Bu, Allah’ın ilmine konu olmayan bir şeyi haber vermek demektir;
bir şey Allah’ın ilmine konu olmuyorsa -ki O, zatıyla bilen ve bilmeye konu
olan her şeyi ihata edendir- o şey “var” olamaz; çünkü şey; bilinen ve kendisinden
haber verilen demektir. O halde bu iddia, ‘haber verilen’in olmadığı
bir ‘haber’dir. “Peki, Allah’a bunu nasıl haber vermiş oluyorlar?” dersen
şöyle derim:“Bu ifade onlarla ve -putların şefaati gibi- muhal bir şeyi iddia
etmeleriyle alay etmekte ve haber verdikleri şeyin sahih olmaktan uzak boş
bir iddia olduğunu bildirmektedir. Zira güya Allah’a ilminin taalluk etmediği
bir şeyi haber vermektedirler! Tıpkı bir kimsenin bir başkasına onun
bilmediği bir şeyi haber vermesi gibi. (Zemahşeri Tefsiri)
19.
İnsanlık başlangıçta aynı duygu, düşünce ve ideal etrafında toplanmış bir topluluktan oluşuyordu; fakat sonradan ayrı görüşlere saptılar. Ve eğer Rabbin tarafından daha önceden bir yasaya bağlanmamış olsaydı, onların kendi aralarında tartıştıkları konularda (daha başından) hüküm verilip iş bitirilirdi.[*]
“İnsanlar tek bir ümmetken” herhangi bir ihtilafa düşmeksizin,
bir tek dinde ittifak etmiş birer hanifken. Bu durum Hazret-i Âdem döneminde
Kābil, Hâbil’i öldürünceye kadar söz konusuydu. Bunun tufandan
sonra Allah Teâlâ’nın yeri yurdu olan hiçbir kâfir bırakmadığı dönemde
olduğu da söylenmiştir.
“Rabbinin daha önce verilmiş bir sözü olmasaydı…” Bu söz, aralarında
verilecek hükmün kıyamet gününe tehir edilmesidir. “Çoktan aralarında
hüküm verilmiş olurdu.” Yani, ihtilaf ettikleri konuda derhal hüküm
verilir ve hak yoldaki ile bâtıl yoldakiler birbirinden ayrılırdı. Allah’ın daha
önceden erteleme tarzında bir hüküm vermesi, bu yurdun yükümlülük,
o yurdun ise mükâfat ve ceza diyarı olmasını gerekli kılan bir hikmetten
dolayıdır. (Zemahşeri Tefsiri)
20.
Bir de: “Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya!” diyorlar. De ki: “İnsan idrakini aşan şeylerin bilgisi ancak Allah`a mahsustur. Bekleyin bakalım, ben de sizinle beraber (başınıza gelecekleri merakla) bekleyenlerdenim.”[*]
Ayette mucize ile gaybın bilgisinin birlikte işlenmesi; her ikisinin de Allah’ın takdirinde olmasındandır. Mucize doğrudan Allah’ın fiilidir, peygamberler kendiliklerinden mûcize gösteremezler. Gaybın bilgisi de sadece Allah’a aittir, insan idrakini aşan şeylerin bilgisini Allah’tan ve Allah’ın bildirdiklerinden (Cin 72/26, 27) başka hiç kimse bilemez. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 3
21.
İnsanların başlarına gelen sıkıntılardan sonra kendilerine bir rahmet, bir rahatlık tattırdığımızda bakarsın ki, ayetlerimize karşı hemen gizli bir plan kurarlar. Onlara de ki: “Allah'ın planlarınıza karşılık vermesi daha çabuktur.[*] Şüphe yok ki, elçilerimiz (olan melekler) kurduğunuz planları kaydetmektedir.”
İnsan gerçekten tuhaf bir yaratıktır. Ancak dara düşünce Allah'ı hatırlar. Ancak felâket anlarında fıtratına döner, fıtratının etrafını kuşatan pisliklerden ve sapıklıklardan silkinir. Güvene kavuştuğunda yapacağı şey; ya unutmak ya da isyan etmektir... İşte insanın karakteri budur. Ancak, doğru yola girenin fıtratı; her an temiz, canlı, müsbet ve sürekli olarak iman cilası ile pırıl pırıldır.
Firavun'un kavmi de Hz. Musa'ya karşı böyle yapmıştı. Ne zaman başlarına bir felâket gelmişse, O'ndan yardım dilemişler ve içinde bulundukları sapıklıktan vazgeçeceklerine söz vermişler. Allah'ın rahmeti ile bu felâketi atlattıklarında Allah'ın ayetlerine karşı (mucizelerine) oyun oynamışlar ve onları olduğundan başka şekilde yorumlamışlardır. "Ancak şu şu nedenlerden d olayı bu beladan kurtulduk" demişlerdir. Kureyşliler de aynı şekilde davrandılar. Kıtlık geldiğinde yok olmaktan korktular. Hz. Muhammed'e geldiler. Allah'a dua etmesi için yalvardılar. O da, dua etti. Duası kabul oldu. Yağışlar imdada yetişti... Fakat Kureyş yine de, Allah'ın ayetine karşı oyun oynadı.
Eski halini sürdürmeye devam etti! İman insanı korumadığı sürece, bu her zaman görülebilecek bir olaydır.
Yüce Allah onların bu tutumlarına karşı önlem alabilir ve onların oyunlarını boşa çıkarabilir. Onların oyunları Allah tarafından bilinmekte ve deşifre edilmektedir. Deşifre edilen bir oyunun bozulacağı ise garantilidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
22.
Sizi karada ve denizde gezdiren O`dur. Dahası (tutun ki) sizler gemide bulunuyosunuz, tatlı bir rüzgarda onunla yol alıyorsunuz, üstelik tam da bunun sevinciyle mest olmuşsunuz; derken bir fırtına yakalıyor gemiyi ve dalgalar her yandan yolcuları kuşatıyor. Artık onlar dört bir yandan (ölümle) sarıldıklarına kanaat getirmiş vaziyetteler; tüm içtenlikle Allah`a yönelip yalnız O`nun nizamına sığınarak; "Eğer bizi bu beladan kurtarırsan yemin olsun ki şükredenlerden olacağız!" diye yalvarıp yakarıyorlar.
23.
Sonunda (ne oluyor, biliyor musunuz): kurtarmasının hemen ardından bu kimseler, yeryüzünde hak hukuk dinlemeden azgınlık yapmaya başlıyorlar. Ey insanlık! Yaptığınız azgınlıkların neticesi gelip yine sizi bulacaktır.[*] Dünya hayatının zevkleri gelip geçicidir. Sonunda Bize döneceksiniz ve Biz yaptıklarınızı bir bir size haber vereceğiz.
Bu gerçekten mükemmel bir sahnedir. Hiçbir hareketini, hiçbir duygusunu kaçırmış değildir... Bu bir olayın manzarasıdır... Fakat bütün nesiller boyunca insanların çoğunluğunu oluşturan bir insan tipinin, bir karakterin ve bir ruh halinin manzarasıdır... Bu nedenle arkasından gelen değerlendirmede, bütün insanlara uyarıda bulunuluyor:
"Ey insanlar yapacağınız taşkınlıklar aslında kendi aleyhinizedir." (Seyyid Kutub Tefsiri)
24.
Dünya hayatı, tıpkı şu örnek gibidir; gökten indirdiğimiz su insanların ve hayvanların yediği bitkilerin yapısına karışır. Bu durum, yeryüzünün süslenip bezendiği ve halkının da artık doğaya egemen olduklarını sandıkları ana kadar sürer. Nihayet geceleyin veya gündüzün ona emrimiz gelir. Sanki bir önceki gün hiç bir şeye sahip değilmiş gibi onu kökünden biçilmiş bir duruma sokarız. Düşünen bir toplum için ayetleri böyle açıklarız.[*]
İşte dünya hayatının örneği. İnsan ona gönül bağladığında, ona takılıp kaldığında, oradan daha değerli, daha onurlu, daha kalıcı bir hayatın perdesini aralamaya yönelmediğinde, bu hayatın yalnız nimetlerine sahip olabilir, başka hiçbir şeyine sahip olamaz.
İşte bak, bu gökten iniyor. İşte bitki onu emiyor. Onunla kaynaşıyor. Bereketleniyor ve gelişip güzelleşiyor. İşte yeryüzü! Bütün güzelliklerini takınmış, bir gelin gibi, gelin olmaya süsleniyor ve açılıp saçılıyor. Sahipleri onunla övünüyorlar. Sanıyorlar ki, yeryüzü kendi çabaları ile böyle güzelleşiyor, iradeleri ile süsleniyor. Orada yetki sahiplerinin kendileri olduklarını, bir başkasının yeryüzünü istemedikleri biçimde değiştiremeyeceğini, hiç kimsenin bu konuda kendilerine karşı gelemeyeceğini sanıyorlar!
Onlar, bu bereketlenmiş bolluk ve şatafatlı, rahatın sevinci, güven verici huzurun sarhoşluğu içindeyken: "Derken bir gece ya da gündüz sırasında yok etmeye ilişkin emrimiz o yöreye geldi de orayı biçilmiş, çıplak bir arazi parçasına dönüştürdük."
Bir anda, bir çırpıda ve toptan olarak... Süsler, bereket ve bolluk sahnesinin uzun uzadıya sunuluşundan sonra, böyle bir ifade kasıtlı olarak seçilmiştir. İşte bazı insanların içine dalıp durdukları, onun bir nimetini elde etmek için ahiretlerinin tümünü feda ettikleri dünya budur.
Dünya budur işte. Orada güven ve huzur yok. Yerinde kalma (sebat) ve yerleşme (istikrar) yok. İnsanlar sınırlı şeylerin dışında onun hiçbir nimetine sahip olamazlar. İşte budur dünya... (Seyyid Kutub Tefsiri)
25.
Allah esenlik ve güvenlik yurduna (cennete) çağırır ve gereğini yapanı[*] doğru yola yöneltir.
Şâe (شاء) fiili ile ilgili detaylı bilgi için bkz Yunus 10/16. ayetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
26.
İyi ve yararlı işler yapmakta sebatlı olanları (karşılık olarak) daha iyisi ve ondan da fazlası beklemektedir. [Kıyamet Günü’nde] onların yüzlerini ne bir kararma, ne de bir aşağılanma gölgelemeyecektir: İşte bunlardır cennetlikler; orada ebedî kalacak olanlar.
27.
Kötülükleri yapanlara gelince, her bir kötülüğün karşılığı / cezası kendi dengi iledir. Onları bir zillet kaplar. Onları Allah’a karşı koruyacak hiç kimse yoktur. Onların yüzleri sanki karanlık geceden parçalara bürünmüştür! İşte onlar ateş halkıdır. Orada sürekli kalıcıdırlar.
28.
Hepsini bir araya topladığımız gün şirke girmiş olanlara: “Siz ve bana ortak saydıklarınız, yerlerinize!” der ve sonra aralarını ayırırız. Ortak saydıkları, şöyle derler: “Siz bize kulluk etmiyordunuz ki![*]
Zımnen: Aslında siz kendi heva ve hevesinize, kendi benliğinize taptınız. Kulluk edeceği tanrıyı seçme ya da Allah’a ait bir niteliği başka bir varlığa verme yetkisini kendisine tanıyan bir akıl, gerçekte kendisini tanrılaştırmıştır. İnsanın tanrısını ya da onun yetki ve sınırlarını kendisinin belirleyeceğini düşünmesi, sahte tanrılara kul köle olmasından daha vahim bir sapmadır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
29.
Şüphe yok, bizimle sizin aranızda Allah tanıktır ki sizin kulluğunuzdan haberimiz bile yoktu."[*]
Böylece Kur’an, ölümlerinden sonra, ortada bunu gerektirecek hiçbir sebep olmadığı halde, sempatizanları tarafından tanrılaştırılan velîlerin, peygamberlerin, kendilerine yöneltilen bu sapık tapınma eyleminden sorumlu tutulmayacaklarını açıklamış oluyor (karş. 5:116-117); ayrıca, put, ikon, tasvir gibi cansız tapınma nesnelerinin de kendileriyle onlara tapınan kimseler arasında herhangi bir ilgi ya da bağın bulunduğunu sembolik olarak reddedeceklerdir. (Muhammed Esed Tefsiri)
30.
İşte o an ve orada herkes geride bıraktıklarından sınav verir, (yaptıklarının sonucunu görür); en nihayet Allah`a, o yüceler yücesi gerçek sahipleri olana döndürülürler ve (çarpık tasavvurlarının) ürettiği sahte ilahlar kendilerini yüzüstü bırakır.[*]
İnsan, dünyada yaşadıklarının filmini önünde hazır bulur ve bu filmi en ince ayrıntısına kadar seyredecektir. Günümüzde insanın yaşadıklarının Allah’ın koyduğu sistemde filme alınması konusunda insanları ikna etmeye çalışmanın bir anlamı kalmadı, çünkü insanlar bunun örneğini daha dünyada iken zaten yaşıyor. Gün geçmiyor ki yeni bir teknolojik gelişme ile karşılaşmayalım. Geçmişte sadece bilim kurgu filmlerinde görülebilen sahnelerin çoğu günümüzde gerçekleşiyor. Bu gelişmelerden bir tanesi de sınırsız bilginin, görüntünün, videonun en ince ayrıntısına kadar Hard disklerde kayıt altına alınabilmesidir.
Bu ayetler, mahşeri bütün gerçekliğiyle özet olarak ortaya koyuyor. Olacak olanları bütün etkileriyle, realiteleriyle daha şimdiden gözle önüne seriyor. Kur’an’da daha pek çok ayet, insanın dirilmesinden mahşerde hesap vermesine ve oradan da ikamet edeceği yere kadar diyalektik etkileri olacak çok çarpıcı örnekler sunuyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 4
31.
De ki: "Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da işitme ve görme yetisi üzerinde kim mutlak hâkimdir? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşleri kim yürütüyor?" "Allah" diyecekler. De ki: "O hâlde, Allah’a karşı gelmekten sakınmayacak mısınız?"[*]
Daha önce Arap müşriklerinin Allah'ın varlığını, O'nun yaratıcı, rızık verici, idare edici olduğunu inkâr etmediklerini belirtmiştik. Onların ortaklar edinmeleri, Allah'a daha yakın olmak içindi. Veya Allah'ın kudretinin yanında, onların da bir kudreti olduğuna inanıyorlardı. İşte burada Kur'an, onları bizzat kendi inançları açısından ele alıyor. Onların bilinçlerini, düşüncelerini ve fıtri olan mantıklarını harekete geçirme yolu ile bu karma inancı ve sapıklığı düzeltmeye çalışıyor.
"Onlara de ki; "Gökten ve yerden size rızık veren kimdir?" Yeri dirilten, ekinleri bitiren kimdi? Yeryüzünün bitkileri, yağmurları, kuşları, balıkları ve hayvanları ile yeryüzünün besinlerinden kendilerini ve hayvanlarını yerden elde ettikleri ürünlerden rızıklandıran kimdir? İçinde yaşadıkları şartlar nedeniyle o gün insanlar, gök ve yerin rızkından bunları anlıyorlardı. Yer ve göğün rızkı elbette ki bundan çok daha geniş kapsamlıdır. Bugün halâ insanlar evrenin yasalarını keşfettikçe göklerin ve yerin rızıklarını daha iyi anlamaktadırlar. Allah'ın bu rızkım, nimetini, inançlarının sağlıklı veya sakat oluşlarına göre bazen iyilik yolunda, bazan kötülük yolunda kullanmaktadırlar. Bunların hepsi de, insanların hizmetine verilen Allah'ın rızkıdır. Yeryüzünde rızıklar... Yeraltında rızıklar var... Suyun üzerinde rızıklar... Suyun derinliklerinde rızıklar var... Güneş ışınlarında, ay ışığında rızıklar var... Hattâ kokuşmuş çürümüş toprakta bile birtakım ilaçlar ve panzehirler olduğu keşfedilmiştir!
"Kulaklara ve gözlere işlerini görme yeteneğini kim verdi? Görevlerini yerine getirmeleri için göze ve kulağa güç veren veya gücünü geri alan bu organları sağlığa kavuşturan veya hasta eden, çalışmaya iten veya çalışmaz hale getiren, hoşlandığını veya hoşlanmadığını onlara işittiren ve görmelerini sağlayan kimdir? İşte onların o zamanlar, işitme ve görmeye sahip olmaktan anladıkları buydu. Bu kadarcık bir anlama da, bu sorunun nereye vardırmak istendiğini, hangi tarafa yöneltmek istendiğini kavramaları için yeterliydi... İnsanlar bugün halâ işitme ve görmenin yapısını keşfetmeye devam ediyorlar. Yüce Allah'ın bu iki organa yerleştirdiği ince gerçekleri ortaya koyarak bu sorunun kapsamını ve alanını genişletiyorlar... Gözün yapısı, damarları, görülen varlıkları algılama şekli veya kulağın yapısı, bölümleri ve ses dalgalarını ve titreşimlerini algılama yöntemi başlı başına başdöndüren bir dünyadır. Bunlar, modern çağda insanlar tarafından icad edilen bilimum mucizeleri ile ortaya konan en hassas cihazlarla karşılaştırıldığında akılları durdurmaktadır! İnsanlar, insan yapısı bu cihazlardan ürperse de, dehşete kapılsa da, onlarla övünse de, bunlar Allah'ın yarattıkları ile karşılaştırılabilecek cihazlar değildir. Allah'ın yarattığı varlıklarla kıyaslanmayacak olan, insanlar tarafından icadedilen bu cihazlar karşısında insan ürperiyor, irkiliyor, onlarla övünüyor. Oysa insanlar, Allah'ın evrendeki ve iç dünyalarındaki ilahi, eşsiz cihazların yanından sanki hiç görmüyorlarmış, anlamıyorlarmış gibi aldırmadan geçip gidiyorlar!
"Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkaran kimdir?" Onlar duran şeyleri ölü, gelişen veya hareket eden şeyleri canlı sayıyorlardı. Dolayısıyla onlar, tohumdan bitkinin, bitkiden tohumun, civcivin yumurtadan, yumurtanın yavrudan meydana gelmesinden ve buna benzer manzaralardan sorunun anlamını kavrıyorlardı. Bu onlara göre gerçekten tuhaf bir şeydi. Gerçekten de bunlar, bugün tohumun, yumurtanın ve benzeri varlıkların aslında ölü değil canlı oldukları öğrenildikten sonra bile ilginçliğini korumaktadır. Çünkü bunlarda gizli bir hayat ve yetenek vardır. Zira hayatın bütün yetenekleri, kalıtım yolu ile geçen genleri, çehreleri, nakışları ve özellikleri ile böyle bir varlıkta gizlenmesi, Allah'ın kudreti tarafından yaratılan oldukça ilginç ve hayret verici bir olaydır.
Hiç şüphesiz tohumdan bitkinin, hurma çekirdeğinden hurma ağacının çıkışını veya yumurtadan civcivin, hücreden insanın oluşumunu bir an için seyretmek, koca bir hayatı, ürperti ve bilinçli bir düşünce içinde geçirmeye yeterlidir!
"Evrenin işlerini kim çekip çeviriyor?" Buraya kadar sözü edilen ve edilmeyen evrenin işlerini, hayatın işlerini düzenleyen ve idare eden kim? Evrenin içinde yer alan gezegenlerin yörüngelerindeki hareketlerini bu kadar ince hesaplarla düzenleyen, evrensel yasayı belirleyen ve idare eden kim? Kendisi için belirlenen yolda, bu kadar ince ve derin boyutlara varan düzenle yoluna devam eden bu hayatın hareketini idare eden kim? İnsanın hayatına hükmeden ve bir kere olsun şaşmayan ve eğilip-bükülmeyen, toplumsal yasaları belirleyen ve idare eden kim? Kim?.. Kim?..
"Sana, `Allah' diyeceklerdir." Müşrikler, Allah'ın varlığını veya O'nun büyük işlerde eli olduğunu inkâr etmiyorlardı! Yalnız fıtratları doğru yoldan saptığı için, Allah'ın varlığını kabul etmelerine rağmen Allah'a ortak koşuyorlardı. İbadet niteliği taşıyan eylemlerini (Şeâir) O'ndan başkasına sunuyorlardı. Bunun yanında Allah'ın izninden kaynaklanmayan yasalara uyuyorlardı!
"O zaman onlara, `Allah'dan korkmuyor musunuz?' de." Size gökten ve yerden rızık gönderen, kulaklara ve gözlere hükmeden, diriyi ölüden, ölüyü diriden çıkaran, bu
işlerde ve başkalarında bütün işleri düzenleyen, idare eden Allah'dan korkmaz mısınız? Bunların hepsine sahip olan kesinlikle Allah'dır. İşte gerçek ilah sadece O'dur. O'ndan başkası değil... (Seyyid Kutub Tefsiri)
32.
İşte sizin gerçek Rabbiniz olan Allah budur. Gerçeğin dışında sapıklıktan başka ne vardır? Öyleyse nasıl (gerçekten) döndürülüyorsunuz?
33.
İşte böylece Rabbinin yoldan çıkanlar hakkında, "Onlar inanmayanlardır" diye söylemiş olduğu sözü, gerçekleşmiş oldu.
34.
De ki: “Ortak saydıklarınız arasında başlangıçta yaratmayı yapan, sonra onu tekrarlayacak olan biri var mı?” De ki: “Başlangıçta yaratmayı yapan ve sonra onu tekrarlayacak olan Allah’tır. Öyleyse nasıl yalana sürükleniyorsunuz?”
35.
De ki: “Ortak saydıklarınız arasında gerçeğe yöneltecek biri var mı?” De ki: “Gerçeğe yönelten Allah’tır. Öyleyse, gerçeğe yönelten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa kendisine gösterilmedikçe gerçeği bulamayacak olan mı? Size ne oluyor? Ne biçim karar veriyorsunuz?”[*]
“Ortak koştuklarınızdan doğru yolu gösterecek olan var mıdır?” sorusu bilginin kaynağına
işarettir. Yani “onlardan bilginin kaynağını ve varlığın hakikatini gösterebilecek olan var mı?”
demektir. Evet bilginin kaynağı ve mahiyeti nedir? Neyi, ne kadar bilebiliyoruz ya da bilmemiz
gerekiyor? Bildiklerimizin ne kadarı doğru ne kadarı yanlış? Duyularımız bize bilgi sağlayabilir
mi? Aklımızın bilgi ile ilişkisi nasıldır? Varlığın hakikatini, gerçeklerin neler olduğunu ve ilâhi
meselelerin esasını Allah’tan başka bize öğretebilecek birileri var mı?
Aklı işleterek ve düşünceyi harekete geçirerek, duyu, gözlem ve deneyler üzerinde durarak,
sezgi ve kalbin inkişafını bekleyerek bilginin ana kaynağına inemeyiz. Zira bilginin ana kaynağı
Allah’tır. Salt akıl, sezgi ve duyumlar doğru bilginin kaynağı olamaz. Doğru bilgi vahiy ve ilahi
buyruklardır. Onun için akıl ile vahyin uzlaşması sonucunda doğru habere ulaşmak mümkün olur.
Bu yüzden Allah insanları aydınlatmak ve hakkı tesis etmek için Kur'an’ı göndermiştir. “Sen
yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur...” (Bakara 2/32) “…Onları
Allah'tan başka kimse bilemez.” (En’am 6/59) “Gerçekten, onlara inanan bir toplum için yol
gösterici ve rahmet olarak, bilgiye dayalı ayrıntılı açıklamalarda bulunduğumuz bir kitabı
ulaştırdık.” (A’râf 7/52) Kur'an, insanların akıllarını nasıl yürüteceğini, kalp ve duyu organlarını
nerede ve nasıl kullanacağını gösteren İlâhi bir kaynaktır. Bize düşen bu bilgi kaynağına ve bilgi
araçlarına gereken değeri verip o doğrultuda hareket etmektir.
Ancak, fizik, kimya, biyoloji yasaları sayesinde kazanılan başarılardan etkilenerek diğer
alanlarda olduğu gibi bilimi putlaştırmak da şirktir. Bilim insanın pek çok konuda önünü açmış
ama birçok engeli de beraberinde getirmiştir. Sosyal bir varlık olan insan bilime kör bir inatla
bağlanmış ve hiç ara vermeden ona kulluk etmeye devam etmektedir. Bilime kul olanların
nezdinde bilimin ortaya koyduğu herşey gerçektir ve reddettiği herşey de sahtedir anlayışı çok
tehlikelidir. Biz buna “bilimin putlaştırılması” diyoruz ki, bu da çağın en dinamik şirklerinden
biridir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
36.
Onların çoğu sadece zanna (asılsız bilgiye / kuruntuya) dayanırlar. Oysa zan, hiçbir şekilde gerçeğin yerini tutmaz. Hiç şüphesiz Allah onların yaptıklarını hakkıyla bilendir.
37.
Bu Kur`ân, Allah`tan başka varlıklar tarafından uydurulabilecek bir kitap değildir. Kur`ân, kendinden öncekini tasdik etmekte ve onu açıklamaktadır.[*] Onda şüphe yoktur; o, alemlerin Rabbindendir.
Yukarıdaki pasajın anlamı iki yönlüdür: İlki, Kur’an’ın bir bütün olarak ortaya koyduğu hikmet ve tutarlılık onun bir insan, bir ölümlü tarafından uydurulmuş olmasını bütünüyle imkansız kılmaktadır; ve ikincisi de, Kur’an bütün öteki peygamberler aracılığıyla insanoğluna ulaştırılan küllî ve değişmeyen gerçekleri doğrulamak ve onlara son bir ifade biçimi kazandırmak üzere vahyedilen bir mesajdır. Sözü geçen gerçekler öyle gerçeklerdir ki, soyut planda aslında hep değişmeden kalmışlardır ama sonraları insanlar tarafından ya yanlış yorumlanarak, ya ekleme ve kısaltmalarla tahrif edilerek ya da orijinal ifade biçimleriyle yazılı bulundukları metinler kısmen ya da tamamen kaybedilerek gölgelenmiş, üzerleri örtülmüş, anlaşılmaz hale gelmişlerdir. (Muhammed Esed Tefsiri)
38.
Yoksa onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru sözlü kimselerseniz, haydi siz de onun benzeri bir sure getirin ve Allah`tan başka, çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın!”[*]
Bu meydan okuyuş ve bu meydan okuyuş karşısındaki acizlik daha önce kesinleşmiştir. Bugün de devam etmektedir. Sonsuza kadar da devam edecektir. Bu dilin güzel ve etkili ifade gücünü anlayanlar, sanat güzelliğinin ve ses tonundaki ahenginin zevkine erenler, bir insanın ifade sanatında bu kadar üstün bir ahenge ulaşamayacağını kavrayabilirler. Aynı şekilde sosyal düzenleri ve yasama metodlarının etüdlerini yapanlar, bu Kur'an'ın öngördüğü sosyal düzeni tetkik edenler, Kur'an'ın insan topluluklarını düzenlemeye, toplum hayatının her alanına ilişkin ihtiyaçlarına, gelişmeleri ve değişiklikleri rahatlıkla ve esnek bir biçimde karşılamaya ilişkin saklı bulundurduğu fırsatlara getirdiği bakış açısını anlayacaklardır. Yine kavrayacaklardır ki, bütün bunlar, bir tek insan aklı tarafından kuşatılamayacağı gibi, bir kuşağın ya da bütün kuşakların akılları tarafından da kuşatılamaz. İnsan psikolojisini, insanların üzerinde etkili olmanın ve onları yönlendirmenin ana ilkelerini ve vasıtalarını inceleyip sonra da, Kur'an'ın vasıtalarını ve yöntemlerini tetkik edenler, bu üstünlüğü görebileceklerdir.
Kur'an'ın sunuş metodu çok büyük meseleleri ve konuları ele almakla eşsiz bir anlatıma sahiptir. İnsanın, bu tür önemli meselelerden söz ederken, o kadar kapsamlı boyutlarda meseleyi ele alması mümkün değildir. Kur'an'ın anlatımı, geniş anlamı, ifadedeki inceliği, güzelliği ve canlılığı ile de eşsizleşir! Bunun yanında ne güzellik inceliğini, ne de öncelik güzelliğini bastırmaz. Böylece öyle bir vecizlik seviyesine ulaşır ki, hiçbir insanın ona ulaşması düşünülemez. Edebiyat ile uğraşan insanlar bunu daha rahat kavrayabilirler. Zira, bu sahada insan gücünün hangi sınırlara kadar varabileceğini en iyi anlayanlar onlardır. Bu nedenle onlar, bu seviyenin kesinlikle insan gücünün çok üstünde olduğunu net ve açık biçimde anlarlar.
Kur'an anlatımının, sahneleri canlandırmada ve doğrudan hitap etmede gerçekten güçlü ve eşsiz bir özelliği vardır. Olayı öyle sahneliyor ki, gözlerimiz önünde cereyan ettiğini zannederiz. Bu kesinlikle insanların ifade yöntemlerinde kullandıkları bir metot değildir. İnsanlar bu ifade üslubunu taklit bile edemezler. Zira böyle bir şeyi yapmaya kalkışmak işi daha da bozacak, normal yazının üslubu ile bağdaşmaz hale getirecektir! Mesela, insanın edebi ifadesi Kur'an'ın üslubunu kullanarak aşağıdaki konuları nasıl işleyebilecektir?
"İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri saldırı ve düşmanlık amacı ile peşlerine düştüler. Sonunda Firavun boğulmanın eşiğine geldiğinde, "İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına inandım, ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim" dedi. Ayetin buraya kadar olan bölümünde bir hikâye anlatılıyor. Hemen ardından gözler önündeki bir sahnede doğrudan hitaba geçiliyor."
"Şimdi mi aklın başına geldi? Daha önce Allah'a hep karşı gelmiş ve bozgunculardan biri olmuştun."
"Bugün senden sonra geleceklere ibret olasın diye cansız vücudunu bozulmaktan kurtaracak, onu sahilde bir tepeye atacağız." Sonra gözler önüne serilen sahneye ilişkin bir değerlendirme yapılıyor. "Gerçi insanların çoğu bizim ibret verici belgelerimizin farkına varmazlar." (Yunus Suresi, 90-92)
"De ki; "En büyük şahitlik kimindir?" De ki; "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an gerek sizi, gerekse unlaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi." (En'am Suresi, 19)
Buraya kadar peygambere yöneltilen bir emir var ve peygamber onu alıyor. Sonra birden bakıyoruz ki, peygamber topluluğa soruyor:
"Sizler Allah ile birlikte başka ilahlar olduğuna mı şehadet ediyorsunuz?"
Bir de bakıyoruz ki, peygamber tekrar kavminin sorduğu ve kendi görüşlerine göre cevaplandırdıkları bu soru için emir almaya yöneliyor:
"De ki, "Ben buna şahitlik etmem. De ki; "O, tek bir ilahtır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım."
Aşağıdaki ayetlerde tekrarlanan, şahıs zamiri değişiklikleri de bunun gibidir!
"Allah insanlar ile cinleri bir araya topladığı gün, "Ey cinler, çok sayıda insanı ayarttınız" der. Cinlerin insandan yardakçıları da, "Ey Rabbimiz, birbirimizi kullanarak bizim için belirlemiş olduğun süreyi doldurduk" derler. O da; "Barınağınız orada sürekli kalmak üzere cehennem ateşidir. Yalnız, Allah'ın affetmeyi diledikleri müstesna' der. Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi bilir..."
"İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız."
"Ey insanlar ve cinler, size ayetlerimi anlatan ve bugünle karşılaşacağınıza ilişkin sizi uyaran içinizden peygamberler gelmedi mi? Onlar da, "Kendi aleyhimize şahitlik ederiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı da, kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
"Bu şunu kanıtlar ki, Rabbin gerçeklerden habersiz olan bir kentin halkını haksız yere asla helâk etmez." (En'am Suresi, 128-131)
Kur'an'da buna benzer örnekler pek çoktur ve bu insanların üslubundan tamamen ayrı bir üsluptur. Yok, böyle değil diyen ve dolayısıyla boyunun ölçüsünü almak isteyen varsa, buyursun bu şekilde bir ifade kullansın. Ve kullandığı bu ifade hem anlaşılır ve doğru bir söz olsun, hem de göz alıcı güzelliğin, gönüllerde ağırlığını hissettiren etkinin ve mükemmel ahengin parmakla gösterilen örneği olsun!
Kur'an bazen inanç sistemi ile ilgili gerçekleri öyle açılardan ele alır ki, o şekilde onları ele almak insanın aklından bile geçmez. Zira bu tür konular ve olanlar normalde insanın düşünebileceği veya dikkatini çekebileceği sahalar değildir.
En'am süresinin şu ayetinde yer alan ilahi ilmin gerçekliğini ve alanlarını tasvir eden ifadeler de bu türden konulardır.
"Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır, onu, yalnız O bilir. Mutlaka O'nun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin karanlık deliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır." (En'am Suresi, 59)
Konusu açısından baktığımızda bu sözü bir insanın söyleyemeyeceğini, üzerinde insan damgası bulunmadığını, daha karşılaşır karşılaşmaz duyduğumuz o ürpertiden anlayıveririz. Çünkü insan düşüncesinin böyle bir konuyu -ilmin kapsayıcılık ve kuşatıcılığı konusunu- araştırmasının sonucu, böylesine geniş ufuklara ulaşamadığını görmek olacaktır. Bu alanda ortaya konan insan fikrinin, ürünlerinin ve çalışmalarının değişik bir özelliği ve belli bir sınırı vardır. İnsan, dile getirdiği düşüncesini ilgi alanından çekip çıkarmaktadır. Yeryüzünün her köşesindeki ağaçlardan kopan yaprakları gözetip saymak, insanın ilgi alanına giren bir konu mudur? Bu nokta, ilk anda insanın aklına gelebilecek bir sorun değildir. Yeryüzünün her köşesinde dalından kopmuş yaprakları izlemek ve saymak, insanın aklına gelmez. Bu yüzden böyle bir yola başvurmaz da, kapsamlı bir bilgiye dayanarak konuyu dile getirmesi de beklenemez. Çünkü dalından kopmuş yaprağın sayısını bilmek ve bunu dile getirmek yüce yaratıcının işidir.
İnsan düşüncesinin yerin karanlıklarında gizlenmiş bir tohumla ne ilgisi vardır? Kuşkusuz insanoğlunun en fazla yapabildiği, toprağın altında bizzat gizlediği tohumun gelişmesini gözetmektedir. Ancak toprağın karanlığında gizlenmiş her taneyi izleme konusu, insan aklının ilgilenebileceği, varlığını düşüneceği ve kapsamlı bir bilgiye dayanarak sözünü edebileceği bir konu değildir. Toprağın karanlıklarında örtülü tanenin sayısını ancak yaratan bilir, bundan söz etmek de O'na yakışır. "Yaş-kuru ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır" ifadesindeki bu kesinlikle, insan fikrinin ilgisi nedir? Bu konuda insan fikrinin en fazla yapabildiği elindeki yaş ve kuru şeylerden yararlanmaktır.
Ancak kapsamlı bilgiye kanıt olarak bundan söz etmek insanın yeltendiği bir şey olmadığı gibi, böyle bir ifade tarzına başvurduğu da görülmemiştir. Yaş-kuru her şeyin sayısını bilen ve bundan söz eden, ancak yüce yaratıcıdır.
İnsan, dalından kopmuş her yaprağın, gözlenmiş her tohumun, yaş-kuru her şeyin açık bir kitapta, korunmuş bir kütükte kaydedilmiş olmasını düşünmez. Neden böyle bir şey yapsın ki? Bundan yararı ne olacaktır? Bir kütükte kaydetmeye neden önem versin? Ancak bunları sayan, kaydeden mülkün sahibidir. Mülkündeki hiçbir şey, bilgisinin dışında değildir. Bu konuda küçük de, büyük gibidir. Ve basit de önemli gibidir. Örtülü olanla, açıkta olan fark etmez. Bilinmezle bilinen, uzakla yakın hep aynıdır.
Kuşkusuz bu kapsamlı, geniş, derin ve parlak sahne... Bütün yeryüzünün ağaçlarından kopan yaprağın, yerin her katmanında örtülü tohumun ve yeryüzünün her köşesindeki yaş-kuru her şeyin içinde yer aldığı bir sahne... Evet insan düşüncesi nasıl bu sahneye yönelemiyor ve onunla ilgilenemiyorsa, aynı şekilde insan gücü de bunu ne algılayabilir, ne de kuşatabilir. Bu sahne bir bütün olarak sadece Allah'ın bilgisine açılır. O'nun bilgisi her şeyi kapsamış ve kuşatmıştır. Her şey O'nun koruması altındadır. Dilemesi ve takdiri, büyük-küçük, basit-önemli, örtülü- açık, bilinmez-bilinen ve uzak-yakın her şeyle yakından ilgilidir.
Belli bir bilinç düzeyine ve ifade gücüne sahip insanlar, insan düşüncesinin ve ifade etme yeteneğinin sınırını çok iyi
bilirler. İnsan olarak yaşadıkları deneyimlere dayanarak, buna benzer bir sahnenin insanın hatırına gelemeyeceğini ve bu şekil bir ifadenin insandan kaynaklanamayacağını bilirler. Bu konuda tartışmak isteyenler, tüm insan sözlerine baksınlar. Bunun gibi bir yönelişle karşılaşacaklar mı bakalım?
Bu Kur'an'ın ilahi olan damgası, dış görünüş itibarı ile küçük olan fakat etkili varlıkları ve olayları, aslında delil getirdiği önemli konuya denk düşecek büyük gerçekleri taşıdıkları için, delil gösterme metodunda da ortaya çıkar... Aşağıdaki ayetler buna örnektir:
"Biz sizi yarattık, tasdik etmeniz gerekmez mi? Attığınız meniyi gördünüz mü? Siz mi onu yaratıyorsunuz? Yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve bizim önümüze geçilmiş değildir! Böyle yaptık ki, sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yaratalım. Andolsun ilk yaratmayı biliyorsunuz.
Düşünüp ibret almanız gerekmez mi? (Vakıa Suresi, 57-62)
"İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?" "Çaktığınız ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık." "Öyleyse ulu Rabbinin adını yücelt." (Vakıa Suresi, 57-62)
Gerçek odur ki, Kur'an-ı Kerim insanın alışageldiği şeylerden ve sürekli gözlemlenebilecek olaylardan önemli evrensel yargılara varır. Bu yargılarda, varlık alemindeki ilahi yasalar açığa çıkar. Ve bu yasalarla varlık alemine ilişkin kapsamlı, büyük bir inanç sistemi ve mükemmel bir düşünce meydana gelir. Ayrıca bu yasalardan bir düşünce ve inceleme metodu, ruhlar ve kalpler için bir hayat, hisler ve duygular için bir uyanıklık meydana getirir. Evet, sabah akşam gözleri önünde cereyan ettiği halde, insanların kendisinden habersiz oldukları bu varlık aleminde meydana gelen olaylara karşı bir uyanıklık, kendi iç dünyalarına ve orada meydana gelen hayretengiz ve harika olaylara karşı bir uyanıklık...
Kur'an-ı Kerim insanları, eşsiz ve harika olaylara, çok nadir olarak meydana gelen özel mucizelere havale etmez. Kendi iç dünyalarında ve alıştıkları hayatta bilinmeyen, yakınlarında bulunan evrensel olaylara uzak düşen harikalar, mucizeler, ayetler ve deliller araştırmakla insanları yükümlü tutmaz. Kur'an insanları, karmaşık felsefi düşüncelerle, anlaşılmaz, anlamsız zihinsel problemlerle, herkesin elde edemeyeceği bilimsel deneyimlerle realiteden uzaklaştırmaz... Evet Kur'an, insanların iç dünyalarında bir inanç sistemi, bu inanç sistemine dayalı evren ve hayata ilişkin bir düşünce meydana getirmek için insanları böyle uzaklara götürmez.
İnsanların kendileri Allah'ın sanatının eserleridir. Çevrelerini kuşatan kâinatın gerçekleri ve olayları, O'nun kudreti tarafından yaratılmıştır. Allah'ın elinden çıkan her şeyde mucize gizlidir. Bu Kur'an da, O'nun Kuran'ıdır. Bu nedenle insanların dikkatlerini kendi benliklerinde gizli olan ve çevrelerindeki evrene serpiştirilen bu mucizeler üzerine çeker. Gördükleri, fakat onlardaki vecizliğin gerçek değerini kavrayamadıkları alışılagelen bu harikalara dikkatleri çeker.
Çünkü insan, her zaman karşılaştığı gerçeklerdeki veciz yönlerden habersiz kalabilir. Kur'an onların dikkatlerini bu harikaların üzerine çekiyor ve böylece gözlerinin açılmasını, orada gizli olan dehşetli sırları görmelerini sağlamaya çalışır. Kur'an, yoktan var eden kudretin sırrını, eşsiz olan birliğin sırrını, çevrelerini kuşatan evrende işlediği gibi bizzat kendi bünyelerinde de faaliyet gösteren imanın delillerini, inanç sisteminin kesin gerçeklerini gözler önüne seren, bunları bünyelerine yerleştiren veya daha doğru bir ifade ile fıtratlarında harekete geçiren ezeli yasanın sırrını anlamalarını sağlamaya çalışıyor.
İşte Kur'an bu metodu izler. Yaratıcı kudretin bizzat kendi bünyelerinde, kendi elleriyle ektikleri ekinlerinde, içtikleri suda, yaktıkları ateşte, görülen ayetlerini, delillerini onların gözleri önüne serer. Bunlar, insanların aynı zamanda alışageldikleri hayatta, gözleri önünde meydana gelen en basit olaylardır. Kur'an aynı metoda bağlı olarak varılacak son anı da, bu yöntemle açıklıyor. Bu yeryüzünde hayatın sona erişini, başka bir dünyada hayatın tekrar
başlamasını da bu yolla tasvir ediyor. Herkesin mutlaka karşılaşacağı günü, her türlü çarenin sona erdiği anı, bütün canlı varlıkların, hiçbir çırpınmanın ve hiçbir kurtuluş yolunun kalmadığı, bütün maskelerin düştüğü ve bütün üstünlük taslamaların iptal edildiği günde sınırsız güç, kudret ve yetki sahibi yüce Allah'ın huzurunda onunla
yüz yüze gelecekleri günü de aynı şekilde anlatmaktadır.
Kur'an'ın insanın fıtratına hitap metodu bile, O'nun ana kaynağını gösteren bir delildir. Bu kaynak evrenin de kendisinden meydana geldiği kaynaktır. Kur'an'ın diziliş metodu aynen evrenin kuruluş metodudur. Evrenin en basit maddelerinden en girift şekiller ve en büyük varlıklar meydana gelir. Kâinatın ana maddesinin atom olduğu, hayatın ana maddesinin de hücre olduğu sanılmaktadır. Atom o kadar küçük olmasına rağmen, aslında bir mucizedir. Hücre onca küçüklüğüne rağmen, aslında apaçık bir mucizedir. Burada Kur'an, insanın gözlemlediği alışılagelen basit olayları, dini inancın en önemli meselesini, evrenin en kapsamlı düşüncesini açıklamanın ana maddesi olarak alıyor. Bunlar, her insanın deneyiminin kapsamına giren gözlemlerdir... İnsanlık neslinin çoğalması! Ekin... Su... Ateş...
Ölüm... Yeryüzünde yaşayan hangi insanın deneyimleri arasına girmez bu sahneler? Mağarada bile yaşayan hangi insan, bir ceninin (embriyonun) hayatının ve bir bitkinin hayatının nasıl meydana geldiğini, suyun nasıl düştüğünü, ateşin nasıl yandığını, ölüm anının nasıl olduğunu görmemiştir? İşte Kur'an-ı Kerim, her insanın gözlemlediği bu olaylardan inanç sistemini meydana getirir. Çünkü Kur'an her çevredeki, her insana hitap eder. Aslında bu basit ve normal sahneler, kâinatın en önemli gerçeklerini, ilahi sırların en büyüklerini oluşturur. Bu manzaralar basit olmalarına rağmen, her insanın fıtratına hitap ederler. Aslında bunlar, en uzman bilginlerin sonsuza dek üzerinde çalışmaları gereken gerçeklerdir.
Kur'an'ın kaynağını da gösteren bu açıklamayı bundan daha ileriye götürecek güçte değiliz. Bu kadar açıklama da yeter zaten. Şimdi tekrar surenin akış seyrine dönelim... (Seyyid Kutub Tefsiri)
39.
Hayır, bilgisini kavrayamadıkları ve (daha önceki yalanlayanların başlarına gelen) sonucu henüz onların başına gelmediği için Allah’ın ayetlerini yalanladılar. Bunlar gibi daha önceki toplumlarda yalanlamıştı. Bak bakalım, Allah’ın ayetlerini yalanlayarak kendilerine zulmedenlerin sonları nasıl olmuş?
40.
Onlardan inanan da var, inanmayan da ve Rabbin bozguncuları daha iyi bilir.
BÖLÜM 5
41.
Seni yalanlarlarsa de ki: "Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız ise size! Siz benim yaptığımdan sorumlu değilsiniz, ben de sizin yaptığınızdan sorumlu değilim."
42.
İçlerinden seni dinleyenler de vardır. Ama sen sağırlara (sağırlık edenlere) dinletebilir misin? Hele bir de akıllarını kullanmıyorlarsa!
43.
İçlerinden sana bakanlar da vardır. Ama sen (bakar) körlere yol gösterebilir misin? Hele bir de basiretsizlik[1*] ediyorlarsa![2*]
[1*] Ayetten anlaşılacağı üzere görme duyusu olmayan insanlar bile basiretli olabilirler. Basiret arka planını görme, akıl gözü ve vizyon olarak Türkçeye çevrilebilir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
[2*] Evet bu tür insanlar, her zaman ve her yerde, pek çoktur. Bu durumdaki insanlara Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bir şey yapamaz. Zira onların duyguları ve organları, akılları ve kalpleri ile sağlıklı bir diyalog içinde değildir. Sanki bu organlar, gerçek görevlerini yapmayacak biçimde dumura uğramışlardır. Görevlerini bu nedenle yapamamaktadır. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- sağır olanı işittiremez! Kör olana gösteremez! Bunu yalnız yüce Allah yapabilir. Yüce Allah da, değişmez bir yasa koymuştur. Ve insanları da, bu yasa ile baş başa bırakmıştır. Onlara göz, kulak ve akıl vermiştir ki, onunla doğru yolu bulsunlar. Eğer onlar, bu imkânlarını kullanmazlarsa, değişmeyen ve farklılık gözetmeyen Allah'ın yasası onları yakalayacak, adaletin gereği olarak cezalarını çekeceklerdir. Böylece Allah, onlara zulüm etmiş olmayacaktır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
44.
Gerçek şu ki, Allah (hiçbir konuda) insanlara en küçük bir haksızlık yapmaz; fakat insanların yine kendileridir kendilerine haksızlık yapan.
45.
Ve o Gün gelip de Allah onları bir araya topladığı zaman, onlara (dünyada) sanki birbirleriyle tanışmalarına yetecek kadar, yalnızca gündüzün bir saatinde kalmışlar (gibi gelecek); doğrusu, Allah`ın huzuruna çıkarılacakları gerçeğine yalan gözüyle bakan ve doğru yola yönelmemekte ısrarcı davranan kimseler (o gün) hepten kaybetmiş olacaklar.[*]
Bu, bir göz açıp kapatacak kadar kısa sürede geçen yolculukta bir de bakıyoruz ki, toparlanmış ve birden kıskıvrak yakalanmış olan insanlar dünya yolculuklarının gerçekten çok kısa olduğunu kavramışlardır. Sanki bütün dünya hayatı tanışmakla geçen birkaç saate iniyor ve hemen ardından perde kapanıyor.
Yahut da bu dünya hayatının ve bu dünya hayatına gelip-gidenlerin halinin, karşılaşma ve tanışmadan öte hiçbir şey yapmaya fırsat bulamayan insanların haline benzetilmesidir!
Gerçekten de bu bir teşbihtir. Fakat bu, aynı zamanda gerçeğin ta kendisidir. Yoksa insanlar bu yeryüzünde tanışma faslının ötesine geçebiliyorlar mı? Onlar geliyorlar ve gidiyorlar. Fakat bir kişi dahi diğerleriyle tam tanışma imkânı elde edemiyor. Bir topluluk diğer toplulukları tanımadan, zaman doluyor ve gidiyorlar...
Acaba bu birbirleriyle boğuşanlar, savaşanlar, hep yanlış anlamadan kaynaklanan aralarında çıkmış kavgalarla çatışanlar... Evet bütün bu eylemleri yapan insanlar, olması gerektiği kadar birbirlerini tanıyabilmiş midirler?
Şu birbirleri ile savaşan milletler, birbirine düşmanlık yapan devletler gerçekten birbirlerini tanımışlar mıdır? Bu milletler ve devletler evrensel bir hak için, sağlıklı bir sistem için savaşmazlar. Sadece zenginlik kaynakları ve dünya malı için savaşırlar. Bunlar daha bir savaştan kurtulmadan, başka bir savaşa girişmektedirler.
Bu ayet dünya hayatının kısalığını ortaya koymak için verilen bir benzetmedir. Fakat bu, dünya hayatında insanlar arasında meydana gelen daha köklü bir gerçeği tasvir etmektedir... Evet bundan sonra insanlar göçüp gitmektedirler!
İşte bu manzaranın ışığı altında ortaya çıkıyor ki, bütün güçlerini ve enerjilerini bu kısacık yolculuğa harcayanlar, Allah'ın huzuruna çıkarılmayı yalanlayanlar, ahirete önem vermeyip bu kısacık yolculuğa, dahası bir çırpıda başlayıp- biten hayata gömülenler, Allah'ın huzuruna çıkarılmaya ve O'nu razı etmeye hazırlanmayanlar, sürekli olan ahiret yurdunda uzun süre yaşamaları için bir çalışma yapmayanlar, kesin biçimde hüsrana uğrayacaklardır: "Allah ile karşılaşacaklarını yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır, onlar doğru yolu bulamamışlardır." (Seyyid Kutub Tefsiri)
46.
Onlara söz verdiğimiz azabın bir kısmını sana göstersek de, seni vefat ettirsek de sonunda onların dönüşü huzurumuzadır. Sonra Allah onların yaptıklarına şahittir.
47.
Her bir toplum için bir elçi vardır. Elçileri geldiği zaman adaletle yargılanırlar ve hiç zulmedilmezler.[*]
Lafzen, “ve elçileri geldiğinde, artık onların arasında bütünüyle hakça bir karar verilir”. Bu ayet başlıca iki hususun altını çizmektedir: (a) vahyin insanlık tarihi boyunca sürekliliğini; uzun süre hiçbir toplumun, çağın ya da uygarlığın (ki ümmet terimine verilebilecek anlamlardan biri de budur) peygamberî rehberlikten yoksun bırakılmadığını ve (b) Allah’ın, “bir toplumu ya da bir ümmeti, fertleri [doğru ile yanlışın anlamından] habersiz olduğu sürece cezalandırmadığı; çünkü yargılamanın ancak onların [bilinçli] eylemlerinden dolayı yapıldığı” (bkz. 6:131-132) yolundaki doktrin ya da ilke. (Muhammed Esed Tefsiri)
48.
Diyorlar ki: "Doğru sözlülerseniz bu vaat ne zaman?"
49.
De ki: “Allah’ın onayladıkları dışında kendime herhangi bir fayda sağlamaya da kendime gelecek bir zararı gidermeye de gücüm yetmez. Her toplumun bir eceli vardır. Ecelleri gelince bir an bile erteleyemezler. Onu, öne de alamazlar.
50.
De ki: "Baksanıza! Tutun ki O`nun azabı bir gece ya da bir gündüz çıkageldi; günaha batmış olanlar ne (elde edeceklerini umarak) onu çabuklaştırmak istiyorlar?"[*]
Lafzen, “Günaha gömülüp gitmiş bir toplum (mücrimûn) (azabın gelmesinden) ne (umarak) acele ediyor”; bu ifadenin anlamı Zemahşerî’ye göre: “(Allah’ın vereceği) her türlü ceza müthiş ve çetindir; insana ancak kaçıp kurtulma duygusu vermesi gerekir; dolayısıyla onu tezlikle istemek için ortada hiçbir sebep olamaz”. Böyle bir istek, olsa olsa, inkarcıların, Son Saat’in bir gün gelip çatacağı yolundaki gerçeği, ona inanma eğilimi duymaksızın sadece tecessüs sonucu olarak test etmeğe kalkmalarının (yukarıda 48. ayet) ve ayrıca Muhammed (s)’in peygamberlik görevinin kanıtı olmak üzere Allah’ın kendilerini hemen cezalandırması yolundaki alaycı taleplerinin bir ifadesidir (karş. 6:57-58 ve 8:32, ayrıca ilgili notlar). -“Gece vakti ya da güpegündüz” ifadesi, Hesap Günü’nde zalimlerin başına çökecek olan felaketin ansızın ve beklenmedik bir biçimde karşılarına çıkacağını vurgulamak içindir. (Muhammed Esed Tefsiri)
51.
(Onlara şöyle denir:) Gerçekleştikten sonra mı o azaba inandınız? Şimdi mi? Hani bir an önce olsun istiyordunuz.
52.
Sonra o zalimlere:[*] "Ebedî azabı tadın bakalım! Siz dünya hayatında neyi hak ettiyseniz, sadece onun karşılığını göreceksiniz" denir.
Zımnen: “bilinci ters dönmüş kişiler”. Zira zulüm, bir şeyi yerinden etmektir (bkz: 7:148, not 109). Burada, “başkasına haksızlık yapmak” anlamında bir zulüm söz konusu değildir. Pasajı oluşturan 31-55. âyetler, sahibini “bitimsiz azabı” hak eden eylemlere sürükleyen alt-üst olmuş bir bilince atıf yapmaktadır. Söz konusu bilinç, bir sonraki âyette, hakikati nasıl tersinden okuduğunu açıkça ele vermektedir. Âhireti dünya ile, kalıcıyı geçici ile, değerliyi değersizle ve hayrı hazla takas etmek, ters dönmüş bilincin sahibine oynadığı en tehlikeli oyundur. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
53.
"Sahi doğru mu bu?" diye senden haber sorarlar. De ki: "Evet! Rabbime yemin ederim ki o elbette gerçektir ve siz bundan yakayı kurtaramazsınız."
BÖLÜM 6
54.
Yanlışa dalan herkes, azabı görüp içten içe pişman olunca yeryüzünün bütün mallarına sahip olsa kendini kurtarmak için onu tereddüt etmeden verir. Aralarında hakka uygun hüküm verilir ve kimseye haksızlık edilmez.
55.
Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Açın gözünüzü, Allah’ın vaadi muhakkak ki, haktır, gerçektir. Lâkin onların çoğu bunu bilmezler.
56.
Hayatı veren de, öldürüp geri alan da O’dur. Ve sonunda hepiniz O’nun huzuruna götürüleceksiniz.
57.
Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, kalplerdeki hastalıklara bir şifa, inananlara yol gösterici ve rahmet gelmiştir.[*]
Kendisinden şüphe ettiğiniz bu Kitap'ta size, "Rabbinizden" öğütler gelmiştir. Yani o Kitap uydurulmuş bir şey değildir. Orada yeralan şeyler, herhangi bir insanın görüşleri değildir. Size bu Kitap öğüt olarak geldi, kalplerinizi diriltmek için... Gönüllerinizi dolduran saçma şeylerden temizlesin... Kalplerinize egemen olan kuşkudan kurtarsın. Onları hasta eden pisliklerden, şaşkınlığa düşüren krizlerden uzaklaştırsın. Bu öğüt geldi ki, kalplerinize iman ile beraber, şifa, afiyet, kesin inanç, güven ve huzur versin. Bu öğüt, imandan nasibini almış olan insanlar için hedefe ulaştırıcı yolun kılavuzudur. Sapıklık ve azaptan kurtaran bir rahmettir: (Seyyid Kutub Tefsiri)
58.
(Size gelen bu öğüt) Rabbinizin lütfu ve size olan merhameti iledir. O halde (insanlar) sevinsinler (bu öğütün kıymetini bilsinler) . Zira o öğüt, topladıkları her şeyden daha hayırlıdır.[*]
İşte yüce Allah'ın kullarına bağışladığı bu lütuf ile, imanlarından dolayı kendilerine bahşedilen bu rahmet ile... Evet işte yalnız bunlarla sevinsin onlar... Çünkü gerçekten sevinilmesi gereken nimet budur. Bu dünya hayatının malları, eşyası değildir. Bu öyle yüce bir sevinçtir ki, insanı yeryüzünün basit arzularından, geçici menfaatlerinden kurtarır. Bu tür nimetleri, hayatın hizmetçisi kılar, hizmet edileni değil. İnsanı onlardan yararlanan bir varlık düzeyine yükseltir, onlara boyun eğen bir kul değil. Bununla beraber islâm, dünya hayatının nimetlerini horlamaz. İnsanların onları terketmelerine ve onlardan yararlanmalarını öngörmez. İslâm bu nimetlere ağırlıkları kadar değer verir.
İnsanların, özgür bir irade ile serbestçe kullanarak onlardan yararlanmalarını ister. İslâmın öngördüğü şekilde bakıldığında, insanların bu nimetlerden daha üstün idealleri vardır. Onların ufukları, yeryüzünden oluşan dünya ufuklarından daha yücedir. Müslümanlara göre asıl nimet imandır. İmanın gereklerini yerine getirmek amacın kendisidir. Bundan sonra dünya onların kölesidir, onlar üzerinde hiçbir etkinliği yoktur.
Bu dinde somut olarak görülen en büyük değişik, kulları kullara kulluktan kurtarması, onları bu kulluktan kurtarıp, yalnız Allah'a kul yapması ve bütün hayatlarını bu özgürlük ilkesine dayandırmasıdır. Düşüncelerini, değerlerini, ahlâklarını ve hayatlarını bir bütün olarak kulluktan kurtarıp özgürlüğe kavuşturmasıdır...
Maddi rızıklar, maddi kolaylıklar ve maddi imkânlar, bu özgürlükten ve bağımsızlıktan sonra gelir. Nitekim müslüman topluluğun tarihinde meydana gelen de budur. İslâm toplumu bir taraftan etrafını kuşatan cahiliyeleri
silip süpürürken, yeryüzündeki egemenlik ve güç odaklarının dizginine de hakim olur. İnsanlığı Allan yoluna yöneltir. Böylece insanların da kendisi ile birlikte Allah'ın lütfundan yararlanmasını sağlar.
Bütün güçleriyle maddi değerler ve maddi üretim üzerinde yoğunlaşanlar, bu yüce ve köklü değerleri hesaba katmayanlar, onlara boş verenler, insanlığın doğrudan düşmanlarıdır. İnsanlığın, hayvanların düzeyinden ve hayvanların arzularından daha yüce bir düzeye yükselmesini istemeyenlerdir.
Onlar bu tür görüşleri samimi, masum bir görüş olarak ileri sürmüyorlar. Bu görüşlerle imani değerlere, insanların kalplerini, onların zaruri olan ihtiyaçlarını gözardı etmeyen, hayvani arzulardan daha yüksek değerlere bağlayan, hayvansal ihtiyaçlarını oluşturan, yeme barınma ve cinsel ihtiyaçlarının yanında daha köklü ihtiyaçlara yönelten inanç sistemine gölge düşürmek ve onu yok etmek istiyorlar!
Sürekli olarak maddi değerlere, maddi üretime önem vermeye yönelik bu çığırtkanlık insanın hayatını, düşüncesini, değerlendirmesini her yönden kuşatmakta, onu bu maddi değerleri peşinde sürüklenen bir makineye dönüştürmekte, bu maddi değerlerin hayatın en büyük değerleri olarak görmesine neden olmakta ve dolayısıyla üretim çığlıklarından oluşan fırtınada manevi ve ahlâki bütün değerlerini unutmasına yol açmaktadır. Bu yüce
değerlerin hepsi maddi üretim uğrunda ayak altına alınmaktadır... İşte insanları bu hale sokan böyle bir çığırtkanlık, masum olamaz. Bu en azından, klasik cahiliye putları yerine kendisine tapılan modern putlar yapmak için
planlanmış bir plan-komplo olabilir. Bu plan ile modern putlara, bütün değerlerin üstünde yüce bir egemenlik sağlanmış olmaktadır!
Maddi üretim, putların kutsallığına büründüğünde, insanlar onun için alın teri döktüğünde ve bu putun etrafında dört döndüklerinde, artık onun uğrunda ahlâk, aile, namus, özgürlük, hak ve güvence (teminat) gibi diğer değerler ve kutsal olgular bütünüyle feda edilir ve ayak altına alınır... Bütün bunlar eğer üretimin arttırılmasına engel oluyorlarsa, hemen ayak altına alınmalıdırlar!
Bu durumda üretim ilah ve put değilse, o zaman put ve ilah nedir ki? Putun ille de bir taş ve odun parçası olması zorunlu değildir. Bazen bir değer, bir dünya görüşü, bir arma, bir slogan, bir ünvan bile put olabilir!
En yüce değerin Allah'ın lütfuna ve rahmetine verilmesi gerekir. Allah'ın lütfu ve rahmeti, O'nun gönüllere şifa veren, insanları özgür kılan, insanın insani değerlerini yücelten Allah'ın gösterdiği doğru yolda somutlaşmaktadır. Ancak bu yüce değerin gölgesinde insan, Allah'ın bu yeryüzünde insanlara bağışladığı rızkından yararlanma imkânı elde eder. Böylece maddi üretimin sağladığı sanayileşmeden, uğrunda verilen zahmetlerle gittikçe artan maddi kolaylıklardan, rahattan ve cahiliyenin ve bu yeryüzünde etrafında çığlıklar kopardığı diğer değerlerden yararlanma fırsatını bulabilir! (Seyyid Kutub Tefsiri)
59.
De ki: Baksanıza, Allah size rızık olarak ne indirdiyse, tuttunuz onun bir kısmını haram, bir kısmını da helal yaptınız. De ki: Allah mı size böyle izin verdi, yoksa siz Allah'a mı iftira ediyorsunuz?[*]
Bu Kur'an-ı Kerim'de sık sık gündeme getirilen bir meseledir. Zaman zaman cahiliye sistemini bu mesele ile yüzyüze getirir. Çünkü bu mesele, "Allah'dan başka ilah olmadığına şehadet getirme' ilkesini hayatta bir realite olarak uyguladığımızda, kelime-î şehadetin kendisi olur.
Allah'ın yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul etmenin hemen arkasından zorunlu olarak Allah'ın ibadet edilen varlık olması ve insanların bütün işlerine hükmeden varlık olması gelir. O'nun hükmü altında bulunan meselelerden sadece birisi, insanlara rızık vermesidir. Onlara rızık vermek, Allah'ın yerde ve gökte verdiği bütün nimetleri kapsar.
Cahiliye döneminde Araplar, yüce Allah'ın varlığını kabul ediyorlardı. O'nun yaratıcı ve rızık verici oldu unu da...
`Müslüman olduklarını söyleyen bugünkü insanlar da böyledir. Cahiliye Araplar'ı bunları kabul etmelerine rağmen, Allah'ın kendilerine verdiği rızıklar konusunda helâl sayma ve haram kılma yetkisini kendileri kullanıyorlardı. Nitekim bugün `müslüman' olduklarını söyleyenler de böyle yapmaktadırlar. Kur'an onların bu çelişkilerini yakalıyor. Çünkü onlar Allah'ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlar. Bununla beraber, kendi hayatlarında Rububiyet (ilahlık) yetkisini, yani yasama yetkisini kendilerinden birine veriyorlar! Bu apaçık bir çelişkidir ve onları "şirk" ile damgaladığı gibi, bugün, yarın ve kıyamete kadar bu çelişkiye düşecek olan herkesi de `şirk'le damgalamaktadır. İsimler ve yaftalar ne kadar değişirse değişsin, farketmez. Çünkü islâm, sırf bir etiket değildir, realiteye dayalı bir gerçekliktir!
Bundan ayrı olarak yüce Allah rızkı, fazileti ve rahmeti ile de insanlara yardımcı olmaktadır. Kendi yolunu göstermişse, onlara doğruyu, gönüllerini rahatlatan bir sistemi göstermiş bulunmaktadır. Böylece onları doğru ve sağlam olan bir hayat sistemine iletmektedir. İnsanlar bu hayat yolu ile, insanlıklarının en hayırlı nimetlerini elde ederler. Güçlerini enerjilerini, duygularını ve yönelişlerini düzeltirler. İnsanlar bu yolla, dünya mutluluğu ile ahiret mutluluğu arasında bir ahenk kurarlar. Aynı şekilde kendi fıtratları ile, içinde yaşadıkları ve kendileriyle ilişki içinde bulundukları evrenin doğası arasında uyum sağlarlar.
Fakat insanların çoğu, ne bu rızka, ne ötesine şükretmezler. Bir de bakarsınız ki, Allah'ın yolundan ve yasasından yüz çeviriyorlar. Bir de bakarsınız ki, onlar, başkasını Allah'a ortak koşuyorlar... Sonuçta bütün bunlarla mutsuz oluyorlar... Mutsuz oluyorlar, çünkü onlar gönüllere şifa veren bu Kur'an'dan yararlanmıyorlar! (Seyyid Kutub Tefsiri)
60.
Peki, bu kendi yalanlarını Allah’a yakıştıranlar, Kıyamet Günü [başlarına gelecek olan] hakkında acaba ne düşünüyorlar? Gerçek şu ki, Allah insanlara karşı sınırsız cömertlik göstermektedir; ama (ne yazık ki) onların çoğu şükrünü bilmez.
BÖLÜM 7
61.
Ne ile uğraşırsan uğraş. Kur’an’dan hangi parçayı okursan oku, hangi işi yaparsanız yapınız, işinize daldığınızda mutlaka davranışlarınızın tanığı, gözeticisiyiz.[*] Ne yerde ve ne de gökte bulunan zerre ağırlığınca bir şey Rabbinizden saklı kalmaz. Gerek bundan daha küçüğü ve gerekse daha büyüğü mutlaka apaçık bir Kitap’ta yer alır.
Hem huzur verici, hem ürpertici, hem sevindirici ve hem de korkutucu bir bilinçtir. Herhangi bir iş ile meşgul olurken Allah'ın kendisi ile beraber işini gözettiğini, işinin başında hazır bulunduğunu... Bütün büyüklüğü (azameti), bütün heybeti, bütün ihtişam ve bütün kuvveti ile kendisini gözlemlediğini kavrayan bu insan denen yaratığın hali ne olur acaba? Bu evrenin yaratıcısı olan Allah'ın kendisini gözetlemesi ona basit mi gelir? Bütün evrenin dizginini elinde bulunduran Allah'tan ürpermez ve O'nun karşısında erimez mi? Yüce Allah bu insan denen varlıkla beraberdir. Allah'ın yardımı onu elinden tutmaz ve korumazsa, o şu feza boşluğuna fırlatılmış bir zerreden öte bir değer ifade edemez! Evet bu gerçekten ürpertici bir bilinçtir! Bununla beraber sevimli ve huzur veren bir bilinçtir. Fezaya fırlatılan bu zerre korumasız, yardımsız ve desteksiz olarak bırakılmış değildir... Allah onunla beraberdir:
"Ne ile uğraşırsan uğraş, Kur'an'dan hangi parçayı okursan oku, hangi işi yaparsanız yapınız, işinize daldığınızda mutlaka davranışlarınızın tanığı, gözeticisiyiz."
Bu sadece kuşatıcı bir bilgi değildir. Bilginin yanında kuşatıcı bir korumanın ve kuşatıcı bir gözetmenin ifadesidir:
"Ne yerde ne de gökte bulunan zerre ağırlığında bir şey Rabbinizden saklı kalmaz. Gerek bundan daha küçüğü ve gerekse daha büyüğü mutlaka apaçık bir Kitap'ta yeralır."
İnsanın hayali, yerde ve gökte yüzmekte olan ve yüce Allah'ın bilgisiyle beraber bulunan zerreciklerle genişleyip gidiyor. Bundan daha küçük varlıklar da, daha büyükleri de, Allah'ın ilminde kontrol altında bulunuyor... İnsanın
hayatı daha fazla ürperiyor ve dehşete kapılıyor. Saygı ve takvasından dolayı kalp teslimiyet gösteriyor. Korku ve ürperti içinde iman devreye giriyor. Titremekte olan kalp, Allah'a yakın olmanın sevinciyle huzura kavuşuyor.
İşte bu sevginin gölgesinde, bu yakınlığın huzur ortamında apaçık ilan geliveriyor: (Seyyid Kutub Tefsiri)
62.
İyi bilin ki, Allah’ın dostları için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de![*]
"Haberiniz olsun ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur, onlar hiç üzülmeyeceklerdir de." "Onlar Allah'a inanmış ve kötülüklerden sakınmışlardır."
"Onlar için dünya hayatında da, ahirette de müjde vardır. Allah'ın verdiği sözlerin değişmesi söz konusu değildir. Büyük kurtuluş, büyük başarı işte budur."
Bu şekilde bütün işlerinde, eylemlerinde, hareketlerinde ve duruşlarında Allah onlarla beraber olduğu halde, Allah'ın dostları nasıl korkuya kapılır veya üzülürler? Çünkü onlar Allah'ın dostlarıdırlar. O'na iman ederler, O'ndan korunurlar, gizli-açık her yerde O'nun kontrolü altında olduklarını bilirler:
"Onlar Allah'a inanmış ve kötülüklerden sakınmışlardı."
Onlar Allah'ın dostları oldukları için ve sürekli olarak O'nunla ilişki içinde oldukları halde neden korksunlar, neden üzülsünler? Neye üzülsünler? Neden korksunlar? Çünkü hem dünya hayatında, hem de ahirette müjde onlarındır. Bu değişmeyecek olan Allah'ın gerçek sözü, taahhüdüdür:
"Allah'ın verdiği sözlerin değişmesi söz konusu değildir." "Büyük kurtuluş, büyük başarı işte budur."
Burada kendilerinden söz edilen Allah'ın dostları, gerçek anlamda iman eden mü'minler, gerçek anlamda takva sahibi muttakilerdir. İman ise, kalpte iyice yerleşen ve eylemle desteklenen bir gerçektir. Eylem ise, Allah'ın emrettiklerini yerine getirmek, Allah'ın yasakladıklarından kaçınmaktır. Allah'ın dostu olmayı bu şekilde anlamamız gerekir. Sıradan halkın anladığı şekilde değil! Çünkü halk deli-divane kimselere, "veli" demektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
63.
Onlar, iman eden ve takva[*] sahibi olan kimselerdir.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
64.
Dünyâ hayâtında da, âhirette de müjde onlara! Allâh’ın kelimeleri değişmez (O’nun verdiği söz, mutlaka yerine getirilir). İşte bu, büyük kurtuluştur.
65.
(Ey Resul!) O (inanmaya)nların sözü seni üzmesin. İzzet ve şeref tümüyle Allah'ındır.[*] O, Semî'dir; her şeyi işitir ve Alîm'dir; her şeyi bilir.
Yücelik, kuvvet ve hürmet anlamlarına gelen “izzet” kelimesi burada insanlar arasında belli bir seviyeye gelme, üstün olma, saygı görme ve hürmete layık olma manasında kullanılmıştır. Başkalarının gösterdiği saygının dayandığı kişisel değer anlamına gelen “şeref” kelimesi ise itibarlı olma, manevi ve maddi anlamda ihsana kavuşma manasında kullanılmıştır. Nisa, 4/139 ve Fatır, 35/10 ayetlerinde de ifade buyrulduğu gibi izzet ve şerefin tamamıyla Allah’a ait olması, bu değerlerin Allah’ın takdiri ile ve O’nun yolundan gidilmesi durumunda alınması gerektiğini ortaya koymaktadır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
66.
Unutmayın ki, göklerde ve yerde kim varsa hepsi ister istemez Allah’a aittir; hal böyleyken, peki, Allah dışında tanrısal nitelikler yakıştırılan varlıklara[*] yalvarıp yakaran kimseler (böyle yapmakla) neye uyuyorlar? Sadece zanna uyuyorlar; yalnızca tahmine dayanıyorlar.
Lafzen, “ortaklara”, yani Allah’a yakıştırılan ortaklara (bkz. 6. sure, 15. not.) Bu ayetin başında iki kere geçen men (“her kim”) zamiri, müşriklerin tanrısal güçler ve nitelikler yakıştırdığı canlı ve akıl sahibi varlıklara işaret etmektedir. Kur’an, insan olsun, melek olsun bütün akıl sahibi varlıkların tâbiyet olarak Allah’a ait olduğunu (yani, evrende var olan başka her şey gibi, onların da varoluş şartı ve sebebi olarak bütünüyle Allah’a bağlı olduklarını), bu itibarla hiçbir tanrısal nitelikleri ve dolayısıyla, kendilerine tapınmayı gerektirecek bir mahiyetleri olmadığını belirterek bu kabil müşrikçe anlayışlara karşı çıkıyor. (Muhammed Esed Tefsiri)
67.
Geceyi dinlenmenize elverişli ve gündüzü aydınlık yapan O’dur. Hiç şüphesiz bu sözlerde, onlara kulak verenler için birçok ibret dersi vardır.[*]
Kur'an-ı Kerim'in metodu, ilahlık (uluhiyet) ve kulluk (ubudiyet) konularından söz ederken çoğu zaman kâinattan aldığı manzaraları kullanır. Çünkü bu evren, varlığı ve manzaraları ile fıtrata seslenen bir şahittir. Onun bu dile gelişini fıtrat reddedemez. Kur'an'ın metodu insanlara, bu dünya hayatlarında ve gözleriyle gördükleri bu evrenle ilişkilerinde görülen ahenk ve uyumla da hitab eder.
Gerek içinde rahata kavuştukları geceler, gerekse etraflarını görmelerini sağlayan gündüz, insanların hayatları ile sıkı ilişkileri bulunan evrensel iki realitedir. İki olaydır. Bu evrendeki dehşet verici olayların insanların hayatları ile ahenk içinde bulunduğu; araştırmada ve bilim'de derinleşenlerin rahatlıkla algılayabildikleri bir gerçektir. Çünkü onların içlerinde bulunan fıtratları, bu evrenle gizli bir diyalog içindedir! Onunla anlaşmaktadır!
Böylece anlaşılıyor ki, "Modern Bilimler" ortaya çıkmadan önce insanlar bu evrenin dilinden habersiz değillerdi! Onlar yapıları gereği olarak bu dili anlıyorlardı. Bu nedenle her şeyden haberi olan, her şeyi bilen yüce Allah, bunca asır önce bu dille onlara hitabetmiştir. Bu dil, bilginin yenilenmesiyle yenilenen bir dildir. İnsanlar bilgide (marifet) ilerledikçe, onu daha iyi anlayacaklardır. Yeter ki, kalplerini iman ile açmış ve bu ufuklara Allah'ın nuru ile bakmış olsunlar! (Seyyid Kutub Tefsiri)
68.
"Allah çocuk edindi!" dediler.[*] O bundan çok yücedir. O, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Sizin bu konuda hiçbir kanıtınız yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?
Yahudiler, “Uzeyr, Allah’ın oğludur”, diyorlardı. Hıristiyanlar da İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia ediyorlardı. Oysa çocuk edinmek neslin devamı için insani bir ihtiyaçtır. Allah’ın nesli yok ki devam etmesine ihtiyaç duysun. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
69.
De ki: “Kendi yalanlarını Allah’a mâl edenler, umduklarına kavuşamayacaklardır.”
70.
Olsa olsa dünyada az bir zevk alır, ama sonunda Bizim huzurumuza dönerler. Sonra Biz de inkâr ve nankörlüklerinden ötürü o çok şiddetli azabı onlara tattırırız.
BÖLÜM 8
71.
Onlara Nuh’la ilgili şu haberi anlat! O, halkına şöyle demişti: “Ey Halkım! Benim duruşum ve Allah’ın ayetleriyle bilgilendirmem size ağır geliyorsa (bilin ki) ben sadece Allah’a güvenip dayandım. Öyleyse siz ve ortaklarınız ne yapacağınıza birlikte karar verin, işiniz gizli saklı da olmasın. Sonra işimi bitirin, hiç göz açtırmayın.
72.
Eğer çağrıma sırt dönüyorsanız, ben sizden herhangi bir ücret istemiş değilim, benim çabamın karşılığını verecek olan sadece Allah’dır; bana müslümanların, Allah’ın buyruklarına teslim olanların ilki olmam emredildi.[*]
Zımnen: İlk rasul olan Nûh da müslümandı; yani “Allah’a kayıtsız şartsız teslimiyeti din olarak seçmişti”. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
73.
Derken, onu yalanladılar; bunun üzerine Biz de onu ve onunla birlikte gemide bulunanları kurtardık ve onları (yeryüzünün) vârisleri kıldık.[*] Âyetlerimizi ısrarla yalan sayan kimseleri ise boğulmaya terk ettik. Dön de bir bak: uyarılan (ama uyanmayan) kimselerin akıbeti nice olurmuş?
Yapılan araştırmalar, Avustralya Aborijinlerinden Guatamala yerlilerine, Seylan halkından Eskimolara kadar, kapalı havza toplumları da dahil tüm dünya halklarının ortak hafızasında bir “tufan” kıssası olduğunu ortaya koymuştur. Bu iki ihtimale de delâlet edebilir: 1) Ya tufanın dünya çapında olduğuna. 2) Ya da o dönemde insan neslinin bugünkü gibi dağınık bir hâlde olmayıp tufan bölgesinde yaşadığına. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
74.
Sonra Nuh’un ardından birçok elçiyi kendi halkına gönderdik. Onlara açık belgeler getirdiler. Ama önceden yalan saydıklarına inanmaya yanaşmadılar. Sınırları aşanların kalpleri üzerinde işte böyle bir yapı oluştururuz.
75.
Sonra onların ardından Musa ve Harun`u Firavun`a ve konseyine ayetlerimizle / mucizelerimizle gönderdik. Fakat (onlar da iman etmek konusunda) büyüklük tasladılar ve günahkâr bir topluluk oldular.
76.
Onlara katımızdan gerçek gelince: "Şüphesiz bu, apaçık bir sihirdir" dediler.
77.
Musa dedi ki: "Size gerçek gelince böyle mi diyorsunuz? Bu bir sihir midir? Oysa sihirbazlar umduklarına eremezler."
78.
Dediler ki: "Bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan döndüresin[*] de yeryüzünde hâkimiyet (devlet) ikinizin eline geçsin diye mi bize geldin? Biz ikinize de inanmıyoruz."
“Babalarımızı üzerinde bulduğumuz” ifadesi Kur’an’da en çok karşılaştığımız cümlelerdendir. Mekkeli müşriklerin de Hz. Peygambere karşı çıkmasının en büyük gerekçesi ve bahanesi buydu. Bugün de aynı durumla karşılaşmıyor muyuz? Ne zaman Kur’an’dan bahsedilse ve ne zaman hurafeleri ortadan kaldıracak bir faaliyet gösterilse hemen birileri çıkıp; “doğruyu siz mi biliyorsunuz, bugüne kadar yaşananlar yanlış mıydı, şimdiye kadar herkes yanlış anladı da bir tek siz mi doğru anladınız? atalarımız bunları bilmiyor muydu?” şeklinde tepkilerle Kur’an’ın getirdiği hakikati boğmaya kalkıyor. Üstelik bunu da Hz. Muhammed’in peygamberliğini istismar ederek uydurma hadislerle yapmaya çalışıyor. Kur’an’ı saf dışı etmeye çalışanların söylemlerinden sadece bir örnek: “Herhangi bir konuda yüzlerce ayet olsa, eğer o konuda bir hadis bulunuyorsa ve bu hadis zayıf da olsa, âyetlere değil, Hadis’e itibar edilir.” Bu söylemleri görünce insan düşünmeden edemiyor; “Hz. Peygamber galiba Kur’an’ı tebliğ için değil de onu ortadan kaldırmak için görevlendirilmiş.” İşte dalaletin zirveleşmesi buna derler. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
79.
Firavun: "Ne kadar usta sihirbaz varsa, hepsini bana getirin!" emrini verdi.
80.
Sihirbazlar gelince, Musa onlara: "Atacağınızı atın" dedi.
81.
Onlar (ellerindeki ipleri ve değnekleri) atınca Musa (Firavun ve hanedanına) dedi ki: “Asıl sihir / göz boyama sizin getirdiğinizdir. Allah onu mutlaka boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah bozguncuların işini düzeltmez.
82.
Suçlular istemese de Allah, sözleriyle gerçeği ortaya çıkaracaktır!”
BÖLÜM 9
83.
Firavun ve onun seçkinler çevresi kendilerine zulmeder korkusuyla [başkaları geri dururken] kavminden ancak birkaç kişi Musa’ya olan inançlarını açıkladılar: çünkü Firavun ülkede gerçekten de nüfuz ve iktidar sahibiydi, ve üstelik ölçüsüz, acımasız biriydi.
84.
Musa dedi ki: "Ey kavmim! Eğer Allah'a iman ettiyseniz, hakkıyla teslim olduysanız O'na güvenin."
85.
(Onlar da) şöyle dediler: “Biz yalnız Allah`a güvendik. Ey Rabbimiz! Zalim bir topluluğun zulmüne uğratmakla bizi imtihan etme!
86.
Rahmetinle bizi kâfirler[*] topluluğundan kurtar."
Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)
87.
Musa ile kardeşine şunu vahyettik: ‘Siz ikiniz Mısır’da halkınız için evler hazırlayın. Evlerinizi, kıbleye yönelik yapın; namazınızı düzgün ve sürekli kılın[*]. (Musa sen de) inanıp güvenenlere (bu sıkıntıların geçeceğine dair) müjde ver.”
İşte bu sistemli, sosyal düzenlemenin hazırlığı yanında, manevi (ruhi) hazırlığın da, ta kendisidir. Bu iki hazırlık hem bireyler, hem de topluluklar (cemaatler) için zorunludur. Özellikle zorluklardan ve savaşlardan önce böyle bir hazırlık kaçınılmaz bir zarurettir. Bazı insanlar bu manevi hazırlığı hafife alabilirler.
Şu kadar var ki, şu ana kadar elde edilen deneyimler savaşlarda ilk ve en önemli silahın inanç olduğunu göstermektedir. İnancını yitirmiş bir askerin elindeki savaş araç-gereçlerinin çarpışma esnasında fazla bir önem taşımadıklarını göstermektedir.
Yüce Allah'ın örnek alsınlar diye mü'min topluluğa sunmuş olduğu bu deneyim, sırf İsrailoğulları'na has değildir. İman kafilesinin elde ettiği pürüzsüz iman deneylerinden biridir. Bir gün başka mü'minler de cahili toplumda kendilerini dışlanmış bulabilirler. Başlarına gelen musibet yaygınlık kazanabilir ve içinde bulundukları çevre kokuşabilir. Zaten bu dönemde Firavun'un iktidarı sırasında durum bundan ibaretti. İşte böyle bir durumla karşılaşan mü'min topluluğa yüce Allah, şu şekilde yol göstermektedir:
1- Mümkün olduğu kadar bütün pislikleriyle, bozukluklarıyla ve kötülükleriyle cahiliyeden ayrılmak. Bu tür pisliklerden tertemiz olan seçkin mü'min grubun oluşturduğu kitleye katılmak. Böylece kendisini arındırıp tezkiye etmek ve eğitip düzene koymak, Allah'ın va'di gelip çatıncaya kadar sistemli bir düzene girmek.
2- Cahiliyenin ibadethanelerini terketmek, müslüman topluluğun evlerini mescid (cami) edinmek. Böylece orada cahiliye toplumundan ayrı olduğunu bütün atmosferi ile hissetmek ve orada sağlıklı bir şekilde kendi Rabbine ibadet etmek. Bu tertemiz ibadet atmosferi içinde bizzat bu ibadetle bir tür örgütlenmeyi gerçekleştirmek. (Seyyid Kutub Tefsiri)
88.
"Ey Rabbimiz! Sen Firavun’a ve adamlarına, dünya hayatında süs ve mallar verdin. Ey Rabbimiz! İnsanları, senin yolundan saptırmaları için mi (verdin)? Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kalplerini de bağla ki, o acıklı azabı görünceye kadar iman etmesinler!"
89.
Allah, “İkinizin de duası kabul edilmiştir. O halde siz doğruluğa devam edin ve sakın o bilmezlerin yoluna gitmeyin!” dedi.
90.
Derken İsrailoğullarını, denizin öte yakasına geçirdik; bunun üzerine Firavun ve ordusu, zulüm ve saldırıyla onların ardına düştü, denizin dalgaları onları örtüp de, Firavun boğulmak üzereyken "Şu anda inandım, İsrailoğullarının inandığı ilahdan başka gerçek ilah yok ve ben de artık kendimi O’na teslim edenlerdenim"[*] dedi.
Diktatör, zorba, azgın ve taşkın olan Firavun'un bütün maskeleri düştü. İçinde kurulduğu kendisine ve milletine karşı onu heybetli, korkunç bir güce sahip biri gösteren bütün kılıkları indirildi. Şimdi o sönükleşmiş, bayağılaşmış ve horlanmış biriydi. İsrailoğulları'nın iman ettiği ilahtan başka ilah olmadığına inandığını açıklamakla yetinmiyor, daha da ileri giderek tam bir teslimiyeti dile getiriyor:
"Ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim" dedi. Tamamı ile teslim olanlardanım!
Hiçbir seçeneğin ve hiçbir kaçışın olmadığı şu anda mı? Bundan önce hep karşı koymuş ve reddettiğin halde şimdi mi? Şimdi mi anladın? (Seyyid Kutub Tefsiri)
91.
(Allah şöyle dedi:) “Şimdi mi? Halbuki az öncesine kadar isyan içindeydin, bozguncunun biri idin.”
92.
Bugün senden sonra geleceklere ibret osun diye cansız vücudunu bozulmaktan kurtaracak,[*] onu sahilde bir tümseğe atacağız. Gerçi insanların çoğu bizim ibret verici belgelerimizin farkına varmazlar.
Lafzen, “Seni bedensel olarak kurtaracağız”: Bununla muhtemelen, eski Mısırlıların, krallarının ve seçkinlerinin cesetlerini mumyalayarak gelecek kuşaklar için saklamak yolundaki gelenekleri îma ediliyor. Bazı eski Mısır uzmanları Kur’an’da ve Kitâb-ı Mukaddes’de sözü geçen “zalim Firavun”un II. Ramses (M.Ö. 1324-1258 dolayları) olduğunu ileri sürerken, bazıları da onu talihsiz selefi Tut-ankh-amen’le ya da M.Ö. 15. yüzyılda yaşamış olan III. Thotmes (yahut Thutmosis)’le özdeşleştirmektedirler. Ama bütün bu “özdeşleştirmeler” yalnızca zan ve tahmine dayanmakta olup tarihsel olarak belgelenmemiştir. Akılda tutulmalıdır ki, Kur’an’da geçen “Firavun” (Kur’an’da fir‘avn) tabiri bir özel isim olmayıp Eski Mısır’da bütün krallar için kullanılan bir ünvandan ibarettir. (Muhammed Esed Tefsiri)
BÖLÜM 10
93.
Biz İsrailoğullarını güzel bir yerde yerleştirdik, onlara helâl hoş rızıklar verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar ihtilafa düşmediler, fakat ondan sonra ihtilafa başladılar. Elbette Rabbin, aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda kıyamet günü hükmünü verecektir.[*]
Bu ayeti tefsir ederken Râzî şunları yazıyor: “Tevrat’ı okuyup incelemeye başladıkları güne kadar Hz. Musa kavmi aralarında çekişmeye düşmeden, tek bir dinî inanç ve görüş üzerindeydiler (‘alâ milletin vâhide); ne zaman ki Tevrat’ı incelemeye başladılar, o zaman [muhtelif] meselelerin, yükümlülüklerin farkına vardılar ve bunların yorumunda aralarında görüş ayrılıklarına düştüler. Bu anlamda, [yukarıdaki Kur’an ayetiyle] Allah açıklamaktadır ki, bu kabil görüş ayrılıkları kaçınılmazdır (lâ-budd) ve bu dünya hayatında hep olacaktır”. Râzî’nin psikolojik vukuf arzeden bu isabetli yorumu, zihinsel planda başka açılar kullanıp başka görüşler benimseme yatkınlığının, yani ihtilaf ve çekişmenin insan tabiatının ayrılmaz bir parçası olduğunu açıkça dile getiren Kur’ânî söylemle de bağdaşmaktadır (Muhammed Esed Tefsiri)
94.
Sana indirdiklerimiz konusunda ikilemde kaldıysan senden önceki kitapları okuyanlara sor[*]. Rabbinden sana da aynı gerçek gelmiştir. Sakın tartışmaya girenlerden olma.
Şayet “kâfirler hakkında ‘Her ne kadar bundan yana kaygı verici bir
şüphe içinde iseler de...’ [ Hûd 11/110; Fussilet 41 /45]) buyrulmuş olmasına rağmen,
Hazret-i Peygamber hakkında nasıl ‘Sana indirdiğimizden şüphe ediyorsan…’
denilmiştir?” dersen şöyle derim: Kâfirlerin şüphe içinde olduklarını
te’kitli şekilde ve kesin olarak ifade eden “Her ne kadar bundan yana kaygı
verici bir şüphe içinde iseler de...” âyeti ile, farazâ ve meselâ kabilinden olmak
üzere; “Eğer şüphe ediyorsan” buyrulan âyet arasında büyük fark vardır. Sanki
bir misal olmak üzere ve farz ederek “Eğer sana bir şüphe vâki olacak ve şeytan
sana bir vesvese verecek olursa, ‘kitapları okuyanlara sor.’” denilmiştir. Mâna
şöyledir: Allah Teâlâ önce İsrailoğullarından söz ederek –ki bunlar kitap okuyan
kimselerdi- onları ‘kendilerine ilim gelen kimseler’ olarak niteledi; çünkü
Hazret-i Muhammed’in durumu yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı idi ve
onlar Peygamber (s.a.)’i oğullarını tanıdıkları gibi tanıyorlardı. Bundan dolayı
Allah Teâlâ onların Kur’ân’ın ve Hazret-i Muhammed’in peygamberliğinin
gerçek olduğuna dair ilimlerini desteklemek ve bu hususu pekiştirmek isteyerek
şöyle buyurdu: “Farazâ ve meselâ, sana bir şüphe ârız olursa –ki dinle ilgili
olarak kendisine şüphe ârız olan kişinin yapması gereken, ya din kurallarına
ve delillerine müracaat etmek veya hakka çağıran ulemaya danışmak suretiyle
onu derhal halletmeye ve ortadan kaldırmaya çalışmaktır- işte o takdirde,
Ehl-i Kitap ulemasına sor. Demek istiyor ki; bunlar sana indirilenin sıhhatine
dair kesin bilgiye sahip oldukları için, senin dışındakiler bir yana, (hātem-i
enbiyâ olan) senin gibi birinin bile müracaat edip soru sormasına elverişlidirler.
Dolayısıyla, burada maksat Resulullah’ı şüpheyle tavsif etmek değil, Ehl-i
Kitap âlimlerini Peygamber (s.a.)’e indirilen kitabın sıhhatini kesin bir şekilde
biliyor olmakla nitelemektir. (Zemahşeri Tefsiri)
95.
Sakın Allah’ın ayetlerini yalanlayanlardan da olma.[*] Yoksa hüsrana uğrayanlardan olursun.
Yüce Allah daha sonra şöyle buyurmuştur: “Evet, bu gerçek sana
Rabbinden gelmiştir,” yani sana gelen kitabın hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak
şekilde hakikat olduğu senin açından mucizeyle ve kesin delillerle
sabittir. “O halde sakın şüphecilerden olma. Sakın Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan
olma!” Yani (zaten değilsin de,) şüphe etmeme ve Allah’ın âyetlerini
yalanlamama halini sürdür ve bunda sebat göster. Bu ifade, teşvik etmek ve
heyecan vermek için de olabilir. “O halde sakın kâfirlere arka çıkma. Allah’ın
âyetleri sana indirildikten sonra, sakın seni bu âyetlerden alıkoymasınlar!”
[Kasas 28/86-87] âyetinde olduğu gibi. Ayrıca bu, Peygamber’i iyice desteklemek
ve korumak için de olabilir. Nitekim Hazret-i Peygamber bu âyet nazil
olunca “Ne şüphe ediyorum ne de soru sorarım! Aksine, onun hak olduğuna
şahidim!” buyurmuştur. İbn Abbâs [v. 68/688] da “Hayır! Vallahi! O ne bir an
için olsun şüphe etti ne de herhangi bir kimseye soru sordu” demiştir. (Zemahşeri Tefsiri)
96.
Rabbinden aleyhlerinde karar çıkmasını hak edenler, ona inanıp güvenmezler.
97.
Onlara bütün âyetler gelmiş olsa bile, elem verici azabı görünceye kadar inanmazlar.[*]
Acıklı azabın geldiği sırada iman etmeleri onlara fayda vermez. Çünkü böyle bir inanç, bilinçli bir tercihten kaynaklanmış olamaz. Sonra bu imanın gereğinin hayatta gerçekleşmesi için bir fırsat da kalmamıştır. Zaten bundan az önce, bu realiteyi destekleyen bir sahne gözlerimizin önüne getirilmişti: Firavun'un suda boğulmak üzere iken, "İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına inandım. Ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim" demesi sahnesi... Orada kendisine karşılık verilmişti:
"Şimdi mi aklın başına geldi? Daha önce Allah'a hep karşı gelmiş ve bozgunculardan biri olmuştun."
İnsanın bilinçli tercihi sonucunda, Allah'ın genel yasalarının kesin biçimde hareket ettiğini, kendileri için belirlenmiş olan sonuca doğru sistemli bir şekilde işlediklerini ortaya koyan bu açıklamadan sonra, son kurtuluş umutlarını,n kendisinden süzülüp geldiği bir pencere açılıyor. Yeter ki, azabın ve cezanın gerçekleşmesinden az önce yalanlayıcılar kendi yalanlamalarından vazgeçsinler. (Seyyid Kutub Tefsiri)
98.
Keşke söz konusu yıkıma uğramış şehirlerden herhangi biri iman etseydi de, imanının yararını görseydi! Yalnız Yunus’un soydaşları hariç. Onlar iman edince, dünya hayatında burun buruna geldikleri perişan edici azabı başlarından kaldırdık ve kendilerine belirli bir süre daha yaşama fırsatı tanıdık.[*]
Biraz önce sözü edilen şehirlerden biri. Fakat şehirler iman etmediler. Onlardan ancak çok küçük bir grup iman etmişti. Dolayısıyla o şehirlerin onların egemen sıfatı, imansızlık sıfatıdır. Bu kuralın dışına tek bir kasaba çıkabilmiştir. Burada kasabadan maksat, toplumdur. Toplumun burada kasaba şeklinde adlandırılması gösteriyor ki, peygamberlik misyonunu taşıyan peygamberler, göçebe hayatı yaşayan kitlelere değil, uygar kentlerde yaşayan toplumlara gönderilmişlerdir. Surenin akışı içinde Yunus ve toplumun kıssasına detaylı olarak yer verilmiyor. Sadece sonucuna bu şekilde işaret ediliyor. Çünkü burada önemli olan ve gösterilmek istenen, sadece onun sonucudur. Dolayısıyla biz de, bu olayın detayına girmeyeceğiz. Bu konuda Yunus toplumunun Allah'ın horlayıcı azabı ile tehdit edildiğini, fakat onların son anda azabın gerçekleşmesine ramak kala iman etmelerinin Allah'ın cezasını başlarından savdığını, belirlenen süreye kadar hayat nimetinden yararlandıklarını, şayet iman etmeyecek olsalardı, Allah'ın insanların eylemleri üzerinde etkileri işleyen yasalarına uygun olarak cezaya çarptırılacaklarını anlamamız yeterlidir. Allah'ın bu yasaları, insanların eylemlerine göre etkisini gösterecek biçimde belirlenmiştir. İşte bu anlayış iki önemli gerçeği anlamamıza yetecektir.
1- Yalanlayıcıları son anda da olsa kurtuluşun iplerine sarılmaya yöneltmek için ürpertmek. Umulur ki, Hz. Yunus'un milletinin son anda Allah'ın dünya hayatındaki horlayıcı azabından kurtulduğu gibi kurtulurlar. İşte surenin bu bölümünde de, bu kıssaya yer verilmesinin temel amacı budur.
2- Bu azabın kaldırılması ile Allah'ın yasası durdurulmamış ve iptal edilmemiştir. Hz. Yunus'un kavmine bir süre daha yaşam hakkı tanımıştır, ama ilahi yasalar aynen işlemiş ve uygulanmaya devam etmiştir. Yüce Allah'ın işleyen yasasına göre eğer onlar Allah'ın azabı gelinceye kadar yalanlamakta ısrar etselerdi, yok edileceklerdi. Fakat onlar daha ceza gelmeden dönüş yaptıkları için, bu dönüşün bir sonucu olarak yasalar onların kurtulması yönünde işlemiştir. Öyleyse insanın eylemlerinde herhangi bir dış zorlama sözkonusu değildir. Sadece insanın bu eylemlerinin sonuçlarına katlanması bir zorunluluktur.
İşte bunun için küfür ve imanla ilgili kapsamlı bir kurala yer verilmektedir: (Seyyid Kutub Tefsiri)
99.
Tercihi (size bırakmayıp da) Rabbin yapsaydı[*] yeryüzünde olanların tamamı, kesinlikle inanırdı. Durum böyleyken, mümin olsunlar diye bu insanları sen mi zorlayacaksın?
Bkz. Yunus 10/16. ayetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
100.
Allah’ın onayı olmadan kimse inanıp güvenmiş (mümin) sayılmaz.[1*] Allah, aklını kullanmayanların üzerinde pislikler oluşturur.[2*]
[1*] İman kalpte olduğu için kişinin inancının doğru olup olmadığı ile ilgili onayı Allah’tan başkası veremez (İbrahim 14/4, Nahl 16/93, Kasas 28/56). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
[2*] Aklını kullanmamak, tüm sapmaların çıkış noktası olarak gösteriliyor. Vahyin amacı insana aklını doğru kullanmayı öğretmektir. Yani, insanın kendini pisliğe mahkûm etmesine mani olmaktır. İç dünyasını vahye inşâ ettirmeyenler, değdiği her şeyi önüne katıp sürükleyen bir sel gibi gürül gürül akan duyguların ve güdülerin dünyasına teslim olurlar. Akıl, kalbin duygu selini kontrol altına almak için verilmiştir. Bu yüzden akıl kalbin bağı hükmündedir. Kalbine akılla ferman dinletemeyen kimse, bir müddet sonra eline, ayağına, gözüne, kulağına, diline, dudağına da sahip olamamaya başlar. Nihayet kendine sahip olamaz hâle gelir ve kendini kaybeder. Can alıcı soru şudur: Kendini kaybeden neyi kazanabilir? (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
101.
De ki: "Göklerde ve yerde var olanlara bakın da düşünün!"[*] Ne var ki, inanmayacak olan bir topluma ne ayetlerin, ne de uyarmaların bir yararı dokunabilir!
Kur'an ile ilk defa muhatab olanlar, göklerde ve yerde bulunan varlıklar hakkında bilimsel değer ifade eden çok az şey biliyorlardı. Fakat defalarca işaret ettiğimiz gibi, insanın fıtratı ile içinde yaşadığı bu evren arasında gizli, fakat yeterli bir anlaşma dili vardır. Bu değişmeyen bir realitedir. İşte bu realiteye bağlı olarak insanın fıtratı açılır ve uyanırsa, bu evrenin sesine kulak verir ve ondan çok şey öğrenir.
Kur'an-ı Kerim'in insanın zihninde islâm düşüncesini oluşturmada kullandığı metod, göklerdeki ve yerdeki gerçeklere dayanmaktadır. Evrenden birtakım mesajlar almaya çalışmaktadır. İnsanın gözünü kulağını ve aklını ona yöneltmektedir. Fakat bunu yaparken ondaki ahengin ve dengenin yapısını bozmaz. Bu evreni, insanda Allah'ın etkisini yapacak bir ilah konumuna da sokmaz! Kırık kanatlarla uçmaya çalışan gözleri kapalı materyalistlerin durumuna düşmez. Onlar bu kırık kanatla uçmayı "bilimsel" bir görüş olarak adlandırıyor ve bunun üzerine sosyal bir düzen kurmaya çalışıyorlar! Buna da, "Bilimsel Sosyalizm" adını veriyorlar! Doğal olarak gerçek bilim bu tür yakıştırmaların hepsinden uzaktır!
Göklere ve yeryüzü üzerindeki varlıklara bakmak, insanın kalbini ve aklını birtakım duygular ve düşüncelerle besler. Birtakım kabullenmeler ve etkilenmeler başlar. Varlığı daha geniş bir şekilde algılama ve bu varlıkla karşılıklı bir sevgi ve uyuma girmekle besler... Bunların hepsi insanın bünyesini; Allah'ın varlığını, Allah'ın yüceliğini, Allah'ın idaresini, Allah'ın otoritesini, Allah'ın hikmetini ve Allah'ın ilmini, bilgisini aşılar, kâinatın etkili mesajları ile doldurur.
Zaman geçiyor. İnsanın bu evrene ilişkin bilimsel kültürü de gelişiyor. Eğer insan bu bilimsel kültürün yanında, Allah'ın nuru ile doğru yolu bulan birisi ise, bu bilgiler ve evrene ilişkin düşünceden, onunla tanışmasından, yakınlık kurmasından, onunla beraber deneyimler edinmesinden ve birlikte Allah'a hamdedip O'nu tenzih etmesinden, insan bünyesinin elde ettiği ürüne bir azık ilave edecektir: "Kâinatta hiçbir varlık yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Şu kadar var ki, siz onların tesbihlerini anlamazsınız." (İsra Suresi, 44) Her şeyin Allah'ı övdüğünü ve O'nu kutsadığını, kalbi Allah'a ulaşan insandan başkası anlayamaz. Yok eğer bu bilimsel kültür imanın aydınlığı ve şenliği ile beraber değilse, o zaman kötü-sapık olan insanların sapıklığını daha da arttırır. Onları daha fazla Allah'tan uzaklaştırır. İmanın şenliğinden, aydınlığından, açık yürekliliğinden, doyumundan mahrum eder! (Seyyid Kutub Tefsiri)
102.
Onlar, kendilerinden önce gelip geçenlerin uğradıkları felaket günlerine benzer günlerden başka bir şey mi bekliyorlar? De ki: Bekleyin bakalım, şüphe yok ki ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.
103.
O sırada[1*] elçilerimizi ve inanıp güvenenleri ayırıp kurtarırız. Bu böyledir, boynumuza borçtur, biz müminleri kurtarırız[2*].
[1*] (Sümme = ثمَ) edatı sonra anlamına geldiği gibi “birlikte, aynı zamanda, o sırada” anlamlarına da gelir. (Hud 11/1, 3; Beled 90/17)
[2*] Yusuf 12/110, Enbiya 21/7-9. Kurtarmak anlamına gelen (نجو) ‘ncv’ kelimesi ayette hem if’âl hem de tef’il bâbında geçmektedir. Kelimenin tef’îl bâbındaki kullanımında, “ayırarak kurtarma” şeklinde, kurtarmanın keyfiyetine işaret eden bir anlam bulunduğu için bu durum meale yansıtılmıştır. Çünkü Yunus 10/98. ayete göre insanlık tarihinde topyekün iman eden tek toplum Yunus Aleyhisselamın halkıdır. Bu sebeple onların üzerinden azabın kaldırıldığı bildirilmektedir. Bunun dışındaki toplumlara azap geldiğinde elçileriyle birlikte iman edenlerin inanmayanlardan ayrılarak kurtarıldığı bu ayette ortaya konmaktadır. Nitekim Lut Aleyhisselam ve ailesi ile Nuh Aleyhisselam ve gemiye binen müminler bu durumun örneklerinden ikisidir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 11
104.
De ki: “Ey insanlar! Benim dinim hakkında ikilem içindeyseniz bilin ki ben sizin Allah ile aranıza koyup kulluk ettiklerinize kulluk etmem ama sizi vefat ettirecek olan Allah’a kulluk ederim. Bana müminlerden olmam emredildi.”
105.
Sen yüzünü dosdoğru bu dine çevir. Sakın müşriklerden olma.
106.
Sana yarar sağlamayacak ve zarar da veremeyecek şeyleri Allah ile arana koyup da onlara yalvarma. Eğer öyle yaparsan kesinlikle yanlış yapanlardan olursun.
107.
Allah sana bir zarar verecek olursa onu ondan başka giderebilecek olan yoktur. Sana iyilik etmek isterse onun lütfunu engelleyebilecek olan da yoktur. Allah, lütfunu kullarından tercih ettiğine ulaştırır. O Gafûr'dur; çok bağışlayandır ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
108.
De ki: "Ey insanlar, size Rabbinizden gerçek (Kur’an) gelmiştir. Artık kim doğru yola girerse, ancak kendisi için girer. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Ben sizden sorumlu değilim."
109.
Sana vahyedilene uy ve Allah hüküm verinceye kadar sabret. O, hâkimlerin en hayırlısıdır.