Onlara misal olarak, kendilerine elçilerin geldiği şu kent halkını anlat: Onlara iki elçi gönderdik, ikisini de yalanladılar. Biz de onları üçüncü biriyle destekledik. Dediler ki: "Şüphesiz biz size gönderilen elçileriz." Kent halkı dedi ki: "Siz, bizim gibi birer insandan başka şey değilsiniz. Rahman hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz." ... (Yasin 13-15)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Yâ Sîn.
2.
Hikmetlerle[*] dolu Kur`ân`a yemin olsun.
Hakîm, hikmetli demektir. Hikmet, Allah’ın indirdiği ve yarattığı ayetlerden çıkarılan doğru bilgidir. Allah Teâlâ, Kur’ân’dan hikmet çıkarma yöntemini ayrı bir ilim olarak ortaya koymuştur. (A’raf 7/52) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
Yüce Allah Kur'an üstüne yemin ederken, onu "Hakim Kur'an" diye nitelemekte... Oysa hikmet, akıllı varlıkların niteliğidir. Fakat ifade Kur'an'a, hayat, canlılık, amaç ve irade nitelikleri kazandırmakta... Bunlar da, bu nitelikler de, Kur'an'ın hakim olmasının gerektirdiği şeylerdir... Gerçi bu ifade mecaz olarak söylenmiştir, ama bir gerçeği de çağrıştırmakta ve ifade etmektedir. Gerçekten bu Kur'an'ın bir ruhu vardır. Ve çünkü, eğer kalbin ona karşı saf olur, ruhun ona kulak verirse, duygu alış-verişinde bulunduğun canlılarda olan nitelikler bulursun onda... Ve çünkü kalbini ona açtığın ve gönlünü bütün benliğinle ona verdiğinde, Kur'an penceresinden ne sırlar ve ne hazineler görürsün. Ve sen, onun güzelliğini ve havasını özlersin. Tıpkı bir süre arkadaşlık edip de kendisine alıştığın ve yanında huzur duyduğun bir arkadaşının yüzünü ve havasını özlediğin gibi... Resulullah başkalarından Kur'an dinlemeyi severdi. Yoldan geçerken, bir kimsenin içinden bu Kur'an'ın okunduğunu duyarsa, onu dinler ve hatta kapıların önünde dururdu. Bir aşığın, heyecanla sevgilisinin hayatını dinlediği gibi.
Evet Kur'an hakimdir. Herkese gücüne göre hitab eder. Herkesin kalbindeki o hassas tele dokunmasını bilir. Her insana bir ölçüye göre hitab eder ve ona yararına uygun olan ve onu yönlendiren bir hikmetle seslenir...
Kur'an hakimdir. Dosdoğru akli ve ruhi bir sistem uyarınca hikmetle eğitir insanı... İnsanın tüm enerjisini doğru ve faydalı yöne kanalize ederek serbest bırakan bir sistemdir bu... Hayata düzen veren ve böylece insanın bütün faaliyetlerine bu hikmetli sistemin çizgisinde kalmak koşulu ile izin veren bir sistemdir... (Seyyid Kutub Tefsiri)
3.
Hiç kuşkusuz, sen, gönderilen elçilerdensin;
4.
Dosdoğru bir yol üzerindesin.
5.
Bu Kur`ân, Azîz; daima üstün ve Rahîm; ikramı bol olan Allah tarafından indirilmiştir.
6.
Bu sayede ataları uyarılmamış, dolayısıyla haktan gafil[1*] kalmış bir topluluğu uyarabilesin.[2*]
[1*] Gaflet kalpleri karartan bir haslettir. Gafil olan bir kalp görevini savsaklar. Algıdan, etkilenmekten ve hakkı kabul etmekten çok uzaktır. Böyle birinin karşısına hidayetin delilleri çıkar veya kendisi ona rastlarsa onları algılayıp kavrayamaz. Bu deliller karşısında kılı kıpırdamaz ve onları kabul etmez. Bundan dolayı, Hz. İsmail'in soyundan gelen, onun arkasından hiçbir peygamber görmeyen ve nesiller boyu bir uyarıcı ile karşılaşmayan böyle bir topluluk için en uygun olan ikazdır. O halde kendilerine ve atalarına bir önder gelmemiş gözleri kapalı gafilleri ancak ikaz uyandırabilir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
***
[2*] Mekke’ye, Muhammed aleyhisselamdan önce gelen nebi, İsmail aleyhisselamdır. Allah ona kitap indirmiştir.
Siz şöyle söyleyin: Biz Allah’a inanıp güvendik; bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilmiş olana, Rableri / Sahipleri tarafından bütün nebilere verilenlere inandık. Onlardan birini diğerinden ayırmayız. Biz sadece Allah’a teslim olmuş kimseleriz. (Bakara 2/136)
Ama o kitap Mekkelilere ulaşmadığı ve Muhammed aleyhisselama kadar kendilerine başka bir nebi de gelmediği için onlar, uyarılmamış bir toplum sayılmıştır (Al-i İmran 3/20, Kasas 28/46, Secde 32/3, Sebe 34/44, Cuma 62/2). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
7.
Onların çoğu için o söz / cezalandırma sözü hak oldu, çünkü onlar inanıp güvenmiyorlar[*].
Kur’ân’ın Allah’ın sözü olduğunu anlayan ona inanır, ama hayat tarzını ve beklentilerini değiştirmek istemeyen, Kur’ân’ı görmezlikte direnerek kâfir olur. Arapçada bir şeyin üstünü örtene kâfir denir. Kafirler doğruları bilirler ama hesaplarına uymadığı için görmezlikten gelirler (Al-i İmran 3/106, En’am 6/109, A’raf 7/146, Yunus 10/33, 96-97, Şuara 26/201). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
8.
(Sanki) boyunlarına, çenelerine kadar dayanan halkalar takmışız da başları dikili haldedirler[*].
Bu ifade, kibrinden dolayı ayetlere boyun eğmeyen insanların durumunu temsili olarak anlatmaktadır (Bakara 2/6-7, En’am 6/25, İsra 17/45-46, Kehf 18/57, Lokman 31/7, Fussilet 41/4-5, Casiye 45/7-8). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
9.
(Sanki) Önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip kendilerini kuşatmışız da göremiyorlar[*].
Bu iki ayette, Mekkelilerin, Kur’ân karşısındaki tavırları, temsili istiare (alegori) denen sembollerle canlandırılmıştır. Mecaz çeşitlerinden olan istiarede gerçek anlamı kastetme ihtimali olmadığı için benzetme edatı kullanılmaz. Türk okuyucular, bu gibi ayetlerde geçen ifadeleri (bizim dilimizde alışılmamış anlam kalıpları olduğundan) mecaz değil, gerçek sanabileceği için benzetme edatı olarak “sanki” kelimesini kullanma zorunluluğu doğmuştur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
[7-9. âyetler] inkârcılıktaki ısrarlarının ve asla geri dönemeyecek
olmalarının temsil ile anlatılmasıdır; hakka iltifat etmemeleri, boyunlarını o tarafa çevirmemeleri, hakka baş eğmemeleri bakımından, boynuna
halka geçirilip de başı yukarı dikilen kimselere benzetilmektedirler. Yine,
düşünmemeleri, görmeye çalışmamaları ve Allah’ın âyetleri hakkında kör
gibi davranmaları konusunda da, iki set arasında kalıp da önünü arkasını
göremeyen kimseler gibi yapılmışlardır.
Şayet “Çenelerine varan’ sözünün anlamı nedir?” dersen şöyle
derim: Zincirler çenelerine ulaşmakta, oraya yapışmaktadır. Bu da zincirlenen kimsenin boynundaki zincirin tasmasının, çenenin altındaki iki ucunun
birleştiği yerde olan halkadaki en üst zincirin halkadan çeneye doğru çıkmış
olması şeklindedir. Bundan dolayı zincir bu kimsenin başını oynatmasına
izin vermediği gibi sağa-sola çevirmesine de imkân tanımamakta; bu yüzden,
başları yukarı kalkık olmaya devam etmektedir. el-Mukmah başını kaldıran ve
gözünü kısan kimsedir. Suya kanıp da başını kaldıran deve için kameha’l-baî-
ru fe-huve kāmihun denilir; şehrâ kımâhin terkibi bu anlamdan gelmektedir;
çünkü develer, iki Kânûn ayında su soğuk olduğundan, su içtikten sonra
başlarını kaldırmaktadırlar. Yine iktehamtü’s-sevîk (kavutu başım hafif kalkık
vaziyette ağzıma atıp yuvarladım) ifadesi buradan gelmektedir. (Zemahşeri Tefsiri)
10.
Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için fark etmez[*], inanıp güvenmiyorlar!
Ayetleri görmezlikte direnenler için fark etmese de Müslümanların onları uyarmaya devam etmesi gerekir (A’raf 7/164, Hicr 15/94). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
11.
Sen ancak o zikire / Kur’an’a uyan ve görmediği halde Rahman’dan korkan kimseyi uyarırsın. Böylesini, bir bağışlanma ve seçkin bir ödülle müjdele!
12.
Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi ve bıraktıkları her eseri yazarız.[*] Biz, her şeyi apaçık bir kitapta kaydederiz.
“Yazmaktayız;” yani gerçekleştirdikleri salih ve kötü amelleri; [i]
öğrettikleri ilim, tasnif ettikleri kitap, vakfettikleri vakıf, inşâ ettikleri mescit,
kervansaray, köprü ve benzeri geride bıraktıkları güzel eserleri de, [ii] bazı
zalim yöneticilerin Müslümanlar aleyhine verdikleri görevler, onları zarara
uğratacak züyuf akçeler basmak, Allah’ın zikrinden alıkoyacak oyun ve eğlenceler
ihdâs etmek gibi kötü amelleri de yazmaktayız. Ayrıca, ihdas edilip
de başkalarınca izlenen bütün iyi ve kötü yollar da yazılmaktadır. Bunun
benzeri “O gün insana yaptıkları ve geride bıraktıkları” -yani yaptığı ameller
ve geride bıraktığı eserler- “haber verilecek.” [Kıyâme 75/13] âyetidir. Bu eserlerin,
mescitlere çokça yürüyen kimselerin ayak izleri olduğu da söylenmiştir.
Câbir (r.a)’ın [v. 78/697] şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Mescide yakın bir
yere taşınmak istedik; etrafı boştu. Bu durum Peygamber (s.a.)’e intikal etti.
Bunun üzerine bizim yurtlarımızın olduğu yere geldi ve ‘Ey Seleme oğulları!
Mescide taşınmak istiyormuşsunuz?’ dedi. Biz de ‘Evet, mescit bize uzak; etrafı
da boş’ dedik. Bunun üzerine ‘Yurtlarınızda kalın! Şüphesiz ayak izleriniz
yazılmakta’ dedi. Peygamber (s.a.)’in bu sözünden dolayı bir daha mescide
yakın bir yere taşınmayı istemedik.” [Müslim, “Salât”, 280; benzer lafızlarla]. Ömer
b. Abdülaziz’in [v. 101/720] de şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah Teâlâ bir
şeyi ihmal edecek olsaydı rüzgârların sildiği izleri ihmal ederdi.” (Zemahşeri Tefsiri)
BÖLÜM 2
13.
Onlara misal[1*] olarak, kendilerine elçilerin[2*] geldiği şu kent[3*] halkını anlat:
[1*] Mesel, muhatapların ibret ve örnek almalarını amaçlayan bir anlatım tekniğidir. Tarihsel açıdan yaşanmışlık ifade etmesi zorunlu değildir. Mesel anlatımının darabe (vurdu) kökünden bir kelimeyle karşılanmış olması, anlatılan şeyin muhatabı üzerinde yumruk ve tokat etkisi yapama beklentisini îmâ eder. Dolayısıyla, kafaya vura vura hakikati anlatmayı çağrıştırır.
[2*] Ya da: “(elçinin) elçileri” anlamına “davetçiler”. Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderen Rasulullah’ın onu “Allah’ın Elçisi’nin elçisi” diye nitelemesine benzemektedir. Dolayısıyla murselûn “Allah’ın elçileri” değil “elçinin elçileri” anlamına da gelir. Kur’an’a göre aynı anda ve aynı topluma Musa ve Harun örneğinde olduğu gibi birbirini destekleyen iki elçi gönderildiği istisnaî durumlar olmuşsa da, üç elçiden ismen hiç söz edilmez (Krş: 14. âyet). Yok eğer tercih ettiğimiz gibi bu kelime “elçiler” olarak anlaşılırsa, bu durumda olayın Antakya’ya nisbeti kabul edilemez. Kitab-ı Mukaddes’te elçilerin Antakya’ya gönderilişine ayrıntı verilmeden değinilir (R. İşleri, 11). İbn Kesir Antakya olmasına şiddetle itiraz eder. Buna ilave bir itiraz da Antakya’nın ilk Hıristiyan olan şehir kimliğidir. Fakat bu, Antakya’da ilk anda böyle bir karşı koyuşun gerçekleşmediğine mesnet teşkil edemez. En doğrusunu Allah bilir.
[3*] Katâde ve İkrime bu şehri Antakya olarak yorumlar. İbn Kesir bu tür yorumlara itiraz eder. Fakat pasajın devamı (20-32) Antakya merkezli okumayı destekler gibidir. Bu âyeti bir sonraki 14. âyetin ışığında okuyarak bu şehri dünya, elçileri de Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed olarak anlamak da mümkündür. (Muhammed Esed Tefsiri)
14.
Onlara iki elçi gönderdik, ikisini de yalanladılar. Biz de onları üçüncü biriyle destekledik. Dediler ki: "Şüphesiz biz size gönderilen elçileriz."
15.
Kent halkı dedi ki: "Siz, bizim gibi birer insandan başka şey değilsiniz.[*] Rahman hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz."
Peygamberlerin insan olmasına karşı tekrarlanıp duran bu itirazda peygamberin görevini bilmemenin yanında, düşünce ve algılamanın da ne kadar sığ ve basit olduğu apaçık görülmektedir. İnsanlar daima öteden beri peygamberin kişiliğinde gizemli bir sır olduğunu onun ve yaşantısının mitolojilerin ardında gizli olacağını tahmin ediyorlardı. O kişi göğün yeryüzüne gönderdiği peygamber değil midir? O halde onu ütopik efsanevi perdeler nasıl olur da perdelemez? Bir peygamber nasıl olur da, sade, açık, sır ve gizemden uzak bir kişilik sahibi olur?
Çarşılarda, pazarlarda ve evlerde benzerlerine hep rastlanabilen normal kişilik sahibi bir insan, nasıl olur da peygamber olabilir?
İşte düşünce basitliği ve sığlığı buna denir. Sır ve muammalar peygamberlik ve elçiliğin ayrılmaz niteliği değildir ki. Peygamberlik gerçeği böylesine basit ve çocukça değildir. Ortada büyük ve dehşet dolu bir gerçek vardır. Fakat bu korkunç gerçek, yalın ve yaşanılan hayat içinde canlanmaktadır. Bu gizemli gerçek şu insanlar arasından birine - Yüce Allah kendisini bu hayret verici vahyi alması için seçtiği zaman- göğün vahyini alabilecek ilâhi yeteneğin verilmesidir. Bu bir peygamberin onların teklifi gibi melek olmasından çok daha ilginçtir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
16.
(Elçiler onlara şöyle) dediler: "Rabbimiz biliyor ki, biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz.
17.
Bizim görevimiz, açıkça duyurmaktan ibarettir."
18.
(Kentliler) Dediler ki: "Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık.[*] Eğer bu işten vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve bizden size acı bir azâb dokunur."
Herhangi bir çağrının veya konunun uğursuz olduğunu söylemek cahiliye safsatalarından biridir. Peygamberler ise gönderildikleri topluma bu anlayışın hurafe olduğunu, başlarına gelen iyilik veya kötülüğün dışlarından gelmediğini aksine bunun kaynağının içlerinde olduğunu, kendi düşüncelerinin ve davranışlarının bir sonucu olduğunu, bu sebeple uğradıkları iyilik veya kötülüğün kendi ellerinde olduğunu ifade etmektedirler. Çünkü yüce Allah'ın bu konudaki iradesi kulun kendisinin, tutumunun ve davranışlarının kanalından geçer ve bu yolla gerçekleşir. Şu halde kul kendi bedbahtlılığını kendisi ile birlikte taşır. İşte değişmez ve sağlam temele oturan gerçek budur. Bazı insanları veya birtakım yerleri, ya da sözleri uğursuz saymak... Bütün bunlar anlaşılabilir bir temele dayanmayan birer hurafeden ibarettir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
19.
Elçiler dediler ki; "uğursuzluk kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi oldu? Hayır, siz aşırı giden bir kavimsiniz."
20.
Kentin öte ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: “Ey kavmim elçilere uyun!
21.
Sizden bir karşılık istemeyen[*] bu kişilere uyun! Bunlar doğru yoldalar!
Hiçbir ücret istemeden, hiçbir kazanç beklemeden böyle bir çağrıda bulunan bir kimse elbette doğrudur. Bir düşünelim. Bu kimse eğer yüce Allah'ın kendisine verdiği görevi yerine getirmiyor değilse o halde nedir onu bu sıkıntıya iten faktör. Çağrının çilesine katlanmaya nedir onu iten? Alışmadıkları bir inanç sistemi ile insanların karşısına dikilip mücadele etmeye nedir onu sevk eden?
Bu işten bir çıkar elde etmediği, onlardan bir ücret istemediği halde eziyetler, desiseler, alaylar ve işkencelere katlanmayı göze aldıran nedir? "Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar?"
Onların doğru yolda olduğu çağrılarının niteliğinden belli... Çünkü onlar bir tek ilâha çağırıyorlar. Apaçık bir sisteme çağırıyorlar. İçinde ne hurafe ne de belirsizlik olan bir inanç sistemine çağırıyorlar. Buna göre kendileri, sağlam bir çizgi ve dosdoğru bir yol tutmuşlardır. Sonra bu adam onlara kendinden ve iman ediş nedenlerinden söz etmeye başlıyor. Kendi içinde uyanan ve yalın delilleri mesajı ile ikna olan fıtratın, sesine çağırıyor onları. (Seyyid Kutub Tefsiri)
22.
Ben niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Siz de O’na döndürüleceksiniz.
23.
Ben onunla arama ilahlar mı koyacağım? Rahman bana bir zarar vermek istese onların şefaati bir işime yaramaz. Onlar beni kurtaramazlar.
24.
İşte o zaman ben apaçık bir sapıklık içinde olurum.
25.
"Şüphesiz ben Rabbinize iman ettim. Beni dinleyin (sizde iman edin)" dedi.[*]
Eğer “şehrin en uzağından gelen adam” bu sözü, toplum kendisini öldürmek için üzerine yürüyünce elçilere dönerek söylemişse açılımı şöyle olur: “İşte ben sizin Rabbiniz olan Allah’a iman ediyorum! Siz de benim (şehadetimi) duyun (ve bana şahit olun)!” Veya her iki tarafa birden söylenmiş olması da mümkündür (Râzî). Tercihimiz inkârcı kavme söylendiği yönündedir. Sözün sonu “Sözümü dinleyin, şeytana uymayın!” vurgusu taşır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
26.
(Adamı öldürdüler) Ona: “Şu bahçeye gir!” denildi. (Orayı görünce) şöyle dedi: “Ah, keşke halkım bilseydi[*]!.
Bu şahıs, insanları Allah'ın yoluna davet ederken öldürüldüğü için şehit olmuştur; Allah katında bir bahçede rızıklandırılmaktadır (Âl-i İmran 3/157, 169-171). Allah yolunda öldürülenler ölü değil, diridirler ama biz onların durumunu kavrayamayız (Bakara 2/154).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
Öldürüldüğünde kendisine “Cennet’e gir denildi.” Katâde’nin [v.
117/735] şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah onu Cennet’e koymuştur;
orada yaşamakta ve nasiplendirilmektedir.” Bununla şu âyeti kastetmektedir:
“Aksine, diridirler; mutlu mutlu Rableri katında rızıklandırılıyorlar.”
[Âl-i İmrân 3/169]. Âyetin mânasının, bu kimsenin Cennet’e gireceğine ve
oranın ehlinden olacağına dair bir müjde olduğu da söylenmiştir.
Şayet “Bu ifade Beyân ilmine göre nasıl açıklanabilir?” dersen
şöyle derim: İsti’naf olarak açıklanabilir; çünkü bu, rabbiyle karşılaştığında
durumunun sorulması düşünülecek yerlerdendir. Sanki birisi “Dinine yardım
uğruna çektiği bu zorluklardan ve rabbinin rızası uğruna canını cömertçe
verdikten sonra rabbiyle karşılaşması nasıl oldu?” demekte ve ona “Cennet’e
gir, denildi” diye cevap verilmektedir. Ayrıca, “Kendisine denildi” de buyrulmamıştır;
çünkü amaç, kime söylendiği üzerine değil söylenen söz ve bunun
yüceliği üzerine kurulmuştur. Kaldı ki, kime söylendiği malumdur. “Keşke
kavmim de bilmiş olsaydı” ifadesi de böyledir. Bu büyük kurtuluş esnasında
bu zatın ne dediğine dair birinin soru sorduğu takdir edilerek söylenmiştir.
Adeta, Habib kavminin halinden haberdar olmasını temenni etmektedir;
çünkü bunu bilmeleri kendileri hakkında da benzer bir durumu, yani inkârcılıktan
dönerek -her Cennet’e götürecek olan- imana ve salih amele girişi
kazanmalarına sebep olacaktır. Merfû bir hadiste şöyle geçmektedir: “Habib,
kavmine hem diriyken hem de ölüyken nasihat etti.” (Zemahşeri Tefsiri)
27.
Rabbimin beni neye karşılık bağışladığını ve ikram görenlerden biri yaptığını (keşke bilselerdi!)”
28.
Onun vefatından sonra, kavminin üzerine, gökten bir ordu indirmedik, zaten bu âdetimizden de değildi.
29.
Tek bir yüksek ses yetti[*], onlar hemen alevi sönmüş ateşe döndüler.
Onlardan her birini işlediği günah yüzünden yakaladık. Kimine taş-toprak savuran kasırga gönderdik, kimini yüksek bir ses yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara asla yanlış yapmadı; yanlışı onlar, kendilerine yapıyorlardı. (Ankebut 29/40) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
30.
Yazık şu kullara![*] Kendilerine gelen her elçi ile mutlaka alay ederlerdi.
Bu ayetteki "Hasret" sözcüğü, çok zor bir durum karşısında insanın elinden üzülüp yakınmaktan başka bir şey gelmediği zaman duyduğu iç tepkiyi, psikolojik durumu ifade eder. Yüce Allah'ın kulları için üzülüp yanması düşünülemez. Fakat O, bu gibi kulların durumlarının, hayıflanmayı gerektirecek nitelikte olduğunu ifade etmektedir. Çünkü onlar gerçekten sonu tehlikeli olan ve büyük belaları içeren esef verici durumdadırlar.
Ey yakınma ve pişmanlık! Gel şu kulların üstüne! Ellerine kurtulma fırsatı geçip de onu değerlendirmeyen, kendilerinden önce helak olanların akıbetlerini görüp de ibret almayan ve faydalanmayan kimselerin üzerine zaman zaman yüce Allah rahmet kapılarını açıp da kendilerine peygamber gönderdiği halde, bu bağıştan yüz çevirip yüce Allah'a karşı edepsizce davranan bu kulların gel üstüne... (Seyyid Kutub Tefsiri)
31.
Kendilerinden önce kaç nesli yok ettiğimizi; [ve] bu [yok olup gide]nlerin bir daha onlara dönüp gelemeyeceklerini görmüyorlar mı?*]
Onlar bir daha kendilerine dönüp gelmezler." Akıp giden yıllar boyu ve uzun çağlar geçtiği halde geri dönmeyen o insanların helak olmalarında, evet bunda düşünen kimse için öğüt vardır... Fakat bu zavallı kullar aynı sona doğru ilerledikleri halde düşünmüyorlar. Halbuki bu acıklı durum gibi hayıflanmaya değer başka ne vardır ki?
Bir hayvan bile yanı başında kendi cinsinden birisinin ölümünü görünce sarsılır, korkusundan yerinde duramaz ve elinden geldiğince ondan kendini sakınmaya çalışır. Ne oluyor bu insana ki, ard arda meydana gelen yok oluşları gözüyle gördüğü halde aynı helak yoluna isteyerek gidiyor. Gurur onu oyalıyor ve korkunç akıbeti görmesine engel olup aldatıyor.
Çağlar boyu süregelen bu uzun felaketler zinciri gözler önüne serilmiş durumda, fakat kullar sanki kör gibi bunları görmüyorlar.
Helak olup gidenler, arkalarından gelen nesiller, tekrar geri dönmüyorlarsa, bu demek değildir ki, artık onların yakaları bırakılmış ve bir müddet sonra hesaba çekilmekten kurtulmuşlardır.
"Hepsi toplandığı zaman huzurumuza getirileceklerdir." (Seyyid Kutub Tefsiri)
32.
Ama elbet hepsi Bizim huzurumuzda toplanacaklar.
BÖLÜM 3
33.
Ölü toprak, onlar için bir ayettir, (ölüleri nasıl dirilteceğimize işarettir): Biz onu dirilttik, ondan dane çıkardık da ondan yiyorlar.[*]
Hem bir âyet, yani Allah Teâlâ'nın kudretinin büyüklüğüne ve ölüleri diriltebileceğine açık bir delil ve alamettir. Onlara, o gafillere ve inkârcılara o ölü arz, arz, toprak bilinmektedir ki cansızdır. Hatta Hıcr Sûresi'nde "Yeryüzünü sönmüş kül halinde görürsün." (Hacc, 22/5) buyurulduğu üzere sönmüş bir taş halinde, hayat ile tamamen zıt bir durum ölüdür. Hele bir öğle sıcağında bir Arabistan çölünün manzarası düşünülürse onun hayattan ne kadar uzak olduğu görülür. Eğer tabiata kalsaydı o ölü toprakta bir ot bile bitmezdi. Fakat biz ona hayat verdik. Onda hayat yarattık, bitkisel ve hayvansal organlarla dirilik, şenlik meydana getirdik.
Hayatın önce bir hücreden başladığını göstererek de buyuruluyor ki: ve ondan, yani yerden bir dâne çıkardık.
HABB: "Habbe" (dâne)nin cins ismidir ki, azına da çoğuna söylenir. Çoğulu "hubûb", onun çoğulu "hubûbat"tır. Dilimizde olduğu üzere özellikle buğday, arpa, pirinç, susam gibi yenen dânelerde yaygın olmakla beraber, genellikle ot ve çiçek tohumlarında da bilinmektedir. Kamus sahibi "Besâir"de der ki: "Hubub"un bir tekine "habbe" denilmesi, şey'in aslı ve öz maddesi olması itibarıyladır." Bu bakımdan bir "habbe" (dâne), hayatın ilk başlangıcı olan bir hücre (cellule) demektir. Burada da bu cinse işaretle "ondan bir dâne çıkardık" buyurulmuştur. Fen ilimleri açısından düşünüldüğü zaman yerin unsurlarından bir hayat hücreciğinin oluşumu, bir habbe (dâne)nin çıkması tabiî değildir. Tohumsuz bir hayat hücreciği tabiî olarak teşekkül edemez, (genration spontane'e olmaz). Gerçekten bir eksinin, kendiliğinden bir artı oluvermesi akla da uygun gelmez. Bununla beraber yerde hayat işi meydana geldiği için, yine fen ilimleriyle uğraşanlar derler ki: Fakat başlangıçta ilk tohumun, ilk hücrenin tabiat dışı olarak meydana gelmiş olduğunu kabul etmek zorunludur. İşte bu nokta doğrudan doğruya tabiatlar üzerinde hakim olan yüce yaratıcının ölülere hayat veren ilâhî kudretini gösterir. Bunun bir seçim olduğunu söylemek de aynı mânâyı ispat etmektir. Çünkü seçimin (insanın peygamber olarak gönderilmesinin) her derecesi tabiat üstü bir gelişme arzeder. (En'am Sûresi, 6/95. âyetinin tefsirine bkz.) Bu şekilde ölü toprağa bitkisel hayattan başlayan bir hayat verilip ondan dâneler çıkarıldığı ve böyle tek hücrelerden başlayan bu hayatın, insan hayatına doğru yetiştirilip geliştirildiği ince bir imtihan tarzında edebî bir vecize ile hatırlatılarak buyuruluyor ki: Ondan bir dâne çıkardık da şimdi ondan yiyorlar. Belli ki bu şöyle demektir: O insanları da yarattık da o dânelerden yiyip duruyorlar. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
34.
Yeryüzünde hurmalardan ve üzümlerden bahçeler yaptık ve su kaynakları çıkardık.
35.
(Bunu), Onun ürününden ve kendi elleriyle yaptıklarından yesinler diye (yaptık). Hâlâ şükretmeyecekler mi?[*]
Hayat öyle bir mucizedir ki, insan eli ona ulaşamaz. Ancak yüce Allah'ın kudret elidir ki, mucizeler yaratabilir ve ölü olan şeylerde canlandırmayı sağlayabilir. Gerçekten yetişen bir ekini, hoş bahçeleri ve olgunlaşmış meyveleri görmek yüce Allah'ın yoktan var eden kudret elini görmek için insanın gözünü ve kalbini açar. Bu öyle bir eldir ki, özgürlüğe ve ışığa çıkmak isteyen tohumun önündeki, toprağı yaran bu eldir. Körpe dalları yaprak ve meyvelerle süsleyen, çiçeği açtırıp meyveleri olgunlaştıran ve "Ki, onun ürününden ve ellerinin emeğinden yesinler" koparılıp işlenmeye hazırlayan yine bu kudret elidir. İnsana çalışma gücü veren sadece yüce Allah'ın elidir. Nitekim ekinlere de hayat ve gelişme gücü bahşeden yine O'nun elidir. "Hala şükretmiyorlar mı?"
Bu yumuşak ve nazik dokunuştan sonra yüce Allah onları kendi vicdanları ile baş başa bırakıyor ki, çeşitli bitki ve bahçeleri gözlerinin önüne koyup bilgi sahibi yapan; ekinleri tıpkı insanlar ve hakkın da kendisinden başka hiçbir kimsenin bilgisi olmadığı daha nice varlıklar gibi çift çift yaratan Allah'ı tesbih etsinler diye... (Seyyid Kutub Tefsiri)
36.
Toprağın verdiği her türlü ürünü, insanların bizzat kendilerini ve hakkında [henüz] bilgi sahibi olmadıkları şeyleri çift çift yaratan[*] Allah ne yücedir!
el-Ezvâc cinsler ve sınıflardır; “bilmedikleri daha başka şeylerden”
yani Allah’ın kendilerini muttali kılmadığı, ilmin yollarından herhangi
biriyle bilgisine ulaşamadıkları cinslerdir. Allah’ın, insanlara bilme
imkânı vermediği canlı-cansız mahlûkları yaratmış olması uzak bir ihtimal
değildir; çünkü insanların bu gibi şeyleri bilmeye dinî ve dünyevi işlerinde
ihtiyaçları yoktur; bu gibi şeyleri bilmeye ihtiyaçları olsaydı, bilmedikleri
şeylerin var olduğunu onlara bildirdiği gibi bu varlıkları da onlara bildirirdi.
İbn Abbasın “İsimlendirmediği şeyler” şeklinde yorumladığı nakledilmiştir.
Hadiste de şöyle geçmektedir: “Sizlere, sizi muttali kıldıklarımı
bırakın, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın
aklına gelmeyen şeyler [hazırladım]!” [Buhārî, “Bed’u’l-halk”, 8] Bizlere bunların
var olduğunu ve hazırlandığını bildirmekte, ancak ne olduğunu bildirmemektedir.
Bunun benzeri “Kendileri için saklanmış bulunan mutluluk vesilelerini
hiç kimse bilmez.” [Secde 32/17] âyetidir. Bildikleri ve bilmedikleri
onca şeyi yarattığını bildirmesinde, kendisinin muazzam kudretine ve engin
saltanatına delâlet eden bir yön vardır. (Zemahşeri Tefsiri)
37.
Gece de onlar için bir delildir. Gündüzü ondan soyup alırız, birden onlar karanlıkta kalıverirler.
38.
Güneş de yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, Azîz; daima üstün ve Alîm; bilgili olan Allah’ın kanunudur.
“Güneş, kendi yörüngesinde akıp gitmektedir” ifadesi, Güneş’in sadece kendi ekseni etrafında dönmediğini, Samanyolu ile birlikte döndüğünü ve aynı zamanda uzayda bir boşluğa doğru gittiğini haber veriyor. Güneş de diğer gök cisimleri gibi kendi ekseni etrafında dönmektedir. Fakat güneş bir gaz kütlesi olduğundan her bölgesindeki dönme hızı birbirinden farklıdır. Dönme yönü, yerin kendi ekseni etrafındaki dönme yönü gibi soldan sağa doğrudur. Kendi ekseni etrafındaki hareketinin ekvatorunda 24,65 gün, 40 ° enlemlerde 27,50 gün, kutuplarda ise 34 gün olduğu gözlenmiştir. Ayrıca, yapılan gözlemler sonucunda Güneş Sisteminin Vega Yıldızına doğru 19,5 km/sn.lik bir hızla yaklaştığı tespit edilmiştir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
39.
Ay’ı da kurumuş bir hurma salkımı sapı gibi olana kadar menzil menzil / evre evre[*] ölçülendirdik.
İki ayette aya nur denmiştir (Yunus 10/5, Nuh 71/16). Nur’a ‘ışık’ ve ‘ışığı yansıtan’ anlamları verilebilir. Furkan 25/61’deki “ışığı yansıtan ay” (قَمَرًا مُّنِيرًا) ifadesi o iki ayetteki nur kelimelerinin de bu anlamda olduğunu gösterir. Güneş “ısı ve ışık yayan bir kandil” (Nebe 78/13) olduğu için ay, ışığını ondan alır. Bu ayette geçen menazil, menzilin çoğuludur. “Menzil”, iniş yeri demektir. Ay’ın menzil menzil /evre evre ölçülendirilmesi, Güneşten alıp yansıttığı ışığın her evrede değişmesidir. Ayetteki “kuru hurma salkımı sapı” sözü ise hilal görüntüsünü ifade eder. Ay, bu evreden sonra, birkaç gün çıplak gözle görülemez. Kamerî ay hesabı, güneşin batmasının ardından batan hilal ile başlar. Ayın her gün şekil değiştirmesi onu, gökyüzündeki takvim gibi yapar. Yoksa ay, her zaman aynıdır. Onu farklı gösteren, üzerine inen ışıklardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
40.
Güneş Ay’a erişemez, gece de gündüzü geçemez.
Ve her biri, kendisi için belirlenmiş bir yörüngede akar gider.[*]
İnsan soyunu, dolu gemilerde taşımamız da onlar için bir ayet / göstergedir[*].
İfadenin akışında yıldızlar ve yörüngelerinde yüzen gezegenlerle Ademoğlunun neslini taşıyan ve suda yüzen dolu- dolu gemiler arasında çok hoş bir uyum vardır... Görünümlerinde bir uyum vardır... Her ikisinin de yüce Allah'ın emrine boyun eğmelerinde ve hem denizde hem de uzayda yüce Allah'ın kudreti ile onları yüzdürmesinde bir ilişki vardır.
Bu da önceki gibi insanların görüp de üzerinde iyice düşünmeden geçtiği ayet ve delillerden biridir. Hatta eğer gözlerini bu olay ve delillere açsalar, kendilerine daha yakın ve anlaşılması daha kolaydır. Herhalde burada sözü edilen dolu gemi, insanlığın ikinci atası olan Nuh'un gemisi olsa gerek. Ki, o gemi Hz. Adem'in neslini taşımıştı. Sonra yüce Allah onun benzeri olan ve deryaları yara yara yol alan şu gemileri verdi onlara...
Bütün bunlar, yüce Allah'ın kudreti, evrene hükmeden, onu yöneten ve gemileri suyun yüzünde yüzdürmek için belirlemiş olduğu tabiat kanunlarıdır. Gemileri suda yüzdüren etmenler; o gemilerin özellikleri, suyun özellikleri, rüzgarın ve buharın özellikleri, atomdan veya atom dışı güç kaynaklarından çıkan enerjidir. Bütün bunlar yüce Allah'ın emri ve yaratması sayesindedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
42.
Onlar için gemilere benzer, binecekleri başka şeyler de yarattık.
43.
Gerek görürsek[*] onları suda boğarız. Ne onlar için yardım isteyecek biri çıkar ne de kurtarılabilirler.
Bu ayetteki “neşe’ (نشأ) fiili, şâe’nin şimdiki zaman kipinin birinci çoğul şahsıdır. Şâe (شاء ), “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
44.
Ama katımızdan bir ikramda bulunmak ve belli bir süreye kadar yaşatmak için (kurtardıklarımız) başka.
45.
Kendilerine “Sizi bekleyen (âhiret) ve geride bıraktığınız (hayattan) dolayı[*] sorumluluktan titreyin ki, ilâhî merhamete mazhar olabilesiniz” denildiğinde (yüz çevirdiler):
Said b. Cübeyr ve Mücahid yoluyla İbn Abbas’ın yorumunun ışığında. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
46.
Ne zaman Rab’lerinin âyetlerinden bir âyet, gelse, yüz çevirirler...[*]
Başlı- başına bu ayetler, onların kalplerinde bir ilgi, yönelme duyarlılık ve korku uyandırmıyor. Oysa sadece bu ayetler, açık olan bir kalbin titremesine ve sarsılmasına yol açabilir ve o kalbi bu varlığa, her sayfası yaratıcının büyüklüğüne, ince takdir ve idaresine işaret eden bu varlık kitabına bağlar. Fakat gözleri kapàlı olanlar bunları görmezler. Görseler bile düşünmezler. Bununla birlikte yüce Allah -rahmetinin bir eseri olarak- kendilerini ikaz eden, eğiten ve şu evrenin ve şu varlık dünyasının Rabb'ına çağıran bir peygamberden yoksun bırakmaz onları... Ancak onlar bu delillere dikkat etmezlerse attıkları her adımda o tehlikenin içinde bulurlar kendilerini... Ancak nereye yönelseler kendilerini çepeçevre kuşatan kainat ayetlerine ek olarak Kur'an ayetleri de peş peşe gelmektedir onlara... Fakat onlar bununla birlikte basiretsizliklerine şaşkınca devam etmektedirler... (Seyyid Kutub Tefsiri)
47.
“Allah’ın size verdiği rızıktan hayra harcayın” denildiğinde, kafirlik edenler, inanıp güvenmiş olanlara şöyle derler: “İstediği takdirde yiyeceğini Allah’ın vereceği kimselere biz mi yiyecek vereceğiz! Siz açık bir sapkınlık içindesiniz!”[*]
Onların bu konuyu böylesine kupkuru ve duygudan yoksun bir şekilde algılamaları yüce Allah'ın hayatlarında geçerli olan kanunlarını bilmediklerini gösteriyor. Oysa yüce Allah'dır herkesi doyuran, O'dur herkesin rızkını veren kulların yeryüzünde elde ettikleri rızıkların tümü O'nun yaratmasının sonucudur. Onlar kendileri için o rızıklardan hiçbir şey yaratamadıkları gibi, aslında hiçbir şeyi yaratmaya da güçleri yetmez... Fakat bu yeryüzünde hayatın düzenli olması için yüce Allah'ın iradesi şöyle tecelli etmiştir: İnsanların bir takım ihtiyaçları olacak, bu ihtiyaçlarını ancak çalışıp çabalamakla, toprağı ekip biçmekle, yeryüzünün ham maddelerini işlemekle, yeryüzünün servetlerini bir yerden diğerine nakletmekle, toprağın bereket ve ürünlerini elden ele değiştirip karşılığında, mal para ya. da zamanı ve yerine göre değişik olan değerlerin alış-verişi ile gidereceklerdir... Yine yüce Allah'ın iradesi, uyarınca şu yeryüzünde halifeliğin ihtiyaçlarının tam ve mükemmel olmasının gereği, insanlar farklı kabiliyet ve yeteneklerde yaratılmışlardır. Bu halifelik sadece mal ve rızık toplamak yeteneğine muhtaç değildir. Aksine yeryüzünde insan cinsinin halifeliğinin temel gereklerini gerçekleştirmek için başka yeteneklere de muhtaçtır. Mal ve rızık toplama kabiliyeti olmasa. da olur.
Yüce Allah'ın insanoğluna bahşettiği halifeliğin ihtiyaçları ve gerçekleri için, sonra da her ikisinin sonucu olarak menfaat ve rızıkların el değiştirdiği, üretimden elde edilen pay ve hisselerin birbiriyle çeliştiği ve birbiriyle mücadele ettiği bu engin hayat sahnesinde... İşte bu sahnede insanların sahip olduğu rızıklar, aynı oranda değildir... Aslında insanoğlunun yeryüzünde halifeliğinin doğal bir sonucu olan bu farklılığın hayat ve toplumu sarsma noktasına varmaması içindir. İşte bu gaye ile İslam zorunlu ve kişisel olarak ortaya çıkan bir takım aksaklıkları servet sahiplerinin mallarından bir kısmını alıp yoksullara vermek ve onların yiyecek ve ihtiyaçlarını karşılamak sureti ile düzeltmiştir. Bu kadarcık bir yardımla birçok fakir ve zenginin gönlü eşit olarak ıslah olmakta ve düzelmektedir.
İslam bu alınan miktara zekât demiştir. Ve zekata, temizlik anlamı vermiştir. Ve yine onu bir ibadet kabul etmiştir. Ve İslam orjinal olarak kurmuş olduğu erdemli toplumunda zenginlerle fakirleri bu zekâtla birbiriyle kaynaştırmıştır.
Yüce Allah'ın hayattaki gizli hikmetlerini anlamaktan mahrum olanların
"Allah dileseydi, doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım?" demeleri,kendilerini harcamaya çağırılanlara "Siz gerçekten sapıtmış kimselersiniz" diyerek dil uzatmaları ... İşte asıl onların bu sözleri yüce Allah'ın kanunun
içyüzünü kavramaktan, hayatın hareketini; bu hareketin büyüklüğünü; insanların kabiliyet ve yeteneklerinin birbirine benzemediği ve bu sebeple ellerindeki mal ve rızıkların farklı-farklı olduğunu anlayamamaları, o gayenin yüceliğini kavramaktan uzak ve derin bir sapıklık içinde olduklarını gösterir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
48.
Ve şöyle devam ederler: “Bu [yeniden dirilme] vaadi ne zaman gerçekleşecek? Eğer doğru söylüyorsanız [buna cevap verin!]”
49.
Onların beklediği: Sadece bir ses! Çekişip dururlarken kendilerini çarpacak bir ses...
50.
Artık (o zaman) ne birbirlerine tavsiyede bulunabilecekler ne de ailelerine dönebilecekler!
“Eyvah! Bizi uyuduğumuz yerden kim kaldırdı?”[*] diyecek (ve cevabı kendileri verecek)ler: “Rahmân’ın vaad ettiği bu olsa gerek; demek ki gönderilen elçiler doğru söylemişler!”
Veya Hz. Ali ve İbn Abbas’ın min ba‘sina okuyuşuna dayanarak: “Dirilişimizden dolayı vay halimize!” Merkad, “uyuma yeri”, “uyunulan mekân” demektir. Sadece bu âyet bile, tarih öncesinden kalma mebzul miktardaki “höyük” ve “tümülüs”lerden de açıkça anlaşılacağı gibi, dünyanın tüm animist inanışlarının ortak akidesi olan “kabir fetişizmi”nin İslam inancına dahil edilmiş tortularından kurtulmaya yeterlidir. Kabir fetişizminin iç çelişkisini fark eden bir mü’min şu soruyu sormuştu: “Kabirde meleklerle karşılaşan biri ‘Elçiler doğru söylemiş; âhiret varmış’ der mi?” İşte mü’minin imanının konusu olan âhiret hayatına ilişkin aslı faslı olmayan spekülasyonları ‘akide’ diye insanlara sunmanın zararı budur. Âhiret, imanın konusu olan ve hakkında konuşma tekeli Allah’a ait olan bir konudur. Bu konuda mü’mine düşen edeb Allah’ın verdiği bilgiyle yetinmek ve “gaybı taşlama” anlamına gelen spekülasyonlarla, imana şaibe bulaştırmamaktır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
53.
Bütün olay, bir çağrıdan ibâret! İşte hepsi duruşma için toplanmışlar.[*]
Bu sesleniş, duyulur duyulmaz... Birden şu aklı başından gitmiş, şaşkın, perişan ve dehşet içinde kalmış bir durumda, insan yığınları hızlı adımlarla Rabb'inin huzuruna gitmektedirler. "Sadece bir tek nara olur, hemen onların hepsi huzurumuza getirilirler." Ve saflar düzenlenir. Göz açıp kapayıncaya kadar ses hızıyla ilâhi huzurda herkes hazır hale gelir. Ve birden yüce karar mahşerin havası, hesaba çekilménin ve gerekli karşılığı görmenin dehşeti içinde herkese ilan edilir: "O gün hiç kimseye haksızlık yapılmak ve siz ancak yaptığınızın cezasını çekersiniz." (Seyyid Kutub Tefsiri)
54.
İşte o gün hiçbir kimseye herhangi bir haksızlık yapılmayacaktır. Siz ancak yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz.
55.
Elbet cennet ehli o gün, keyif veren bir meşguliyet içinde olacak;[*]
Usanç ve can sıkıntısına neden olan bir boşluk olmayacak (35:35). Fâkihûn’un (bir okuyuşta fekihûn) türetildiği fekih, “sevinç, sürur, neşe, refah” anlamlarına gelir (Mekâyîs). Sonradan “meyve” anlamını kazanan fâkihe, sofranın son halkasını, dolayısıyla refahın kemal düzeyini temsil eder. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
56.
Onlar ve eşleri (bu huzurun) gölgesi altında mükemmel yataklar[*] üzerinde uzanacaklar;
Erîke, gelin odasına kurulan görkemli yataktır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
57.
Orada her tür refaha sahip olacaklar ve arzuladıkları her şey onlara sunulacak:[*]
Yedde‘un filî, “arzu edileni dile getirmeye gerek kalmaksızın” anlamını îmâ yollu içerir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
58.
Rahmeti sonsuz Rabbin sözüyle gelen tarifsiz bir mutluluktur bu.[*]
Selâm, “kurtuluş”, “rahat” ve “iç barışı” ifade ettiği için, bunların tümünü ifade eden “mutluluk”la karşılanmıştır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
59.
"Ey suçlular bugün siz şöyle ayrılın!"
60.
Ey âdemoğulları![*] Ben, size “Şeytana kulluk etmeyin, o sizin için apaçık düşmandır, diye uyarıda bulunmadım mı?
Burada onlara "Ey Ademoğulları" diye hitab edilmesinde ne büyük bir azarlama vardır. Çünkü şeytan babalarını cennetten çıkarmıştır, sonra onlar şeytan kendilerine apaçık bir düşman olduğu halde tutup ona uymuşlardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
61.
Ve yalnız Bana kulluk edin, dosdoğru yol budur!
62.
Şeytan, içinizden nice nesilleri saptırdı. Bunu düşünmeli değil miydiniz?
63.
İşte tekrar tekrar uyarıldığınız cehennem:[*]
“İşte ... cehennem” ifadesi, münkirlerin, peygamberler tarafından defalarca uyarılmalarına rağmen doğruluktan saptıklarını anlamalarının, öteki dünyadaki şiddetli ‘azâbın bizzat bir kaynağı olacağı gerçeğine işaret eder. Devamlılık ve ısrar unsuru, burada ve bundan sonraki ayette, kuntum yardımcı fiilinin kullanılması ile vurgulanmaktadır. (Muhammed Esed Tefsiri)
64.
Hakkı ısrarla inkar etmenizin sonucu olarak bugün oraya girin!”
65.
O gün ağızlarına mühür vururuz da, bizimle elleri konuşur ve yapmış olduklarına da ayakları tanıklık eder.[*]
Böylece onların kendi parçası kendilerini rezil eder ve organları aleyhlerine tanıklık eder. Ve bütün benliği parça parça olup, birbirini yalanlamaya başlar. Her organ tek başına Rabb'ine döner ve her organ yaratıcısına teslim olmak üzere O'na döner.
Bu gerçekten hayret verici, korkunç bir tablodur. Bunu hissedebilen kalpler korkudan yerinden oynar. (Seyyid Kutub Tefsiri)
66.
(Sapmalarını) Biz tercih etseydik[*] elbette gözlerini büsbütün yok ederdik. O zaman yolu bulmak için koşuşurlardı ama onu nasıl göreceklerdi ki!
Şae (شَاء) fiili ile ilgili olarak bkz. Yasin 36/43. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
67.
Biz tercih etseydik onları elbette oldukları yerde başka bir varlığa dönüştürürdük. Artık ne ileri ne de geri gidebilirlerdi.
BÖLÜM 5
68.
Ve kimin ömrünü uzatırsak yaratılışta âdeta geriye döndürürüz onu, çocuklaşır; hâlâ mı akıl etmezler?[*]
Yani insan, ahlakî tercihinin gereğini yapmayı asla ertelememelidir. -Çünkü, eğer insanlar doğruyu yanlıştan ayırd etme yeteneğine ve geniş bir irade serbestisine sahip olmalarından dolayı üstün yaratıklar ise, o zaman, “insanın zayıf yaratıldı”ğını (4:28), yaşlılığında daha da çökeceğini ve hükmedeceği ömrün kısalmış olacağını da unutmasınlar. (Muhammed Esed Tefsiri)
69.
Biz ona (Muhammed’e) şiir öğretmedik, (şiir) ona yakışmaz da. O(na vahyedilen) sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.[*]
Bu söylenenleri bir şiir saymamalıdır. Kur'ân'ın ne söz olarak, ne de mânâ olarak şiir olmadığı açıktır. Bir kere Kur'ân'ın sözlerinde şiir sözünün vezin ve kafiyesi yoktur. Mânâ bakımından ise şiir, gerçek olup olmadığı aranmaksızın hoşlandırmak veya tiksindirmek, coşturmak veya küstürmek gibi hisleri gıcıklayan hayalî kuruntulara, zanna dayanan kıyaslara, duygu oyunlarına aittir. Kur'ân ise Hakk'ın doğru yolunu gösteren hikmetler ve hükümler ile irfan nuru, kesin iman rehberi bir ilâhî yadigârdır. Fakat kâfirlerin birçokları onu bir şiir gibi düşünmek ve düşündürmekte ısrar ettikleri ve bu şekilde peygamberi bir şair gibi tanıttırmak istedikleri için buyuruyor: Biz ona şiir öğretmedik. Hem o , ona yaraşmaz da. Çünkü "Şairlere gelince onlara da azgınlar uyar." (Şuara, 26/224). Ne peygamberlik makamına şairlik yaraşır, ne de Kur'ân'a şiir demek.
O Kur'ân başka değil, ancak bir zikir; sırf Allah tarafından bir öğüt ve irşad ve apaçık bir Kur'ân'dır. İbadetlerde ve ibadethanelerde okunacak Allah kelâmıdır. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
70.
(Bu), diri olanları uyarmak[*] ve kâfirlere de azab sözünün hak olması içindir.
Daha çok cenazelerde ve cenaze evlerinde ölülere faydası olur ümidiyle okunan Yasin suresindeki bu ayet; Kur’an mesajının hayatta olanları uyarmak için gönderildiğini vurgulayan en etkili ayetlerdendir. Yasin sûresinde ölüleri ilgilendiren ve onlara fayda sağlayan herhangi bir mesaj bulunmamasına rağmen bu sûre asırlardan beri ölülere okunmaktadır. Bu ve bunun gibi ayetlerle tanıştıktan sonra anlıyoruz ki; İslâm toplumu bu tür yanlış gelenekler yüzünden Kur’an’ın gerçek yüzüyle tanışamamıştır. Yani Müslümanlar öğretileriyle istikamet bulması gereken ve ahlakıyla ahlaklanması icabeden ama kendi ellerinde âdeta esir hayatı yaşatılan bir kitabın sadece Arapça metinlerini okuyarak aldanmış ve oyalanmıştır. Böylece Müslümanlar hayat kitabı olan Kur’an’ın hayat hakkını elinden alarak onu ölülere teslim etmiştir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
71.
Görmezler mi, kendi ellerimizle onlar için çiftlik hayvanlarını yarattık da onlara sahip olmaktadırlar?
72.
Onları kendilerine boyun eğdirdik, onlardan bazıları binekleridir ve onlardan bazılarını da yerler.
73.
Onlarda kendileri için nice faydalar ve içecekler vardır.
Hâlâ şükretmiyorlar mı?
74.
Ama [tam tersine,] onlar, kendilerine yardım edecekleri [ümidiyle] Allah’tan başka ilahlar[*] edindiler, [oysa bilmezler ki]
Ayette kastedilen “Allah’la beraber başka ilahlar”; hayali güçler, çaput bağlanan ağaçlar, yatırlar, tanrılaştırılan kişiler, azizler, para, mal mülk, makam, evlat vb.dir. Bunun acı örneklerine maalesef günümüzde çok sık rastlanılmaktadır. Küçücük bir dünya menfaati için dininden taviz verenler, başkalarına tanrısal nitelikler yükleyerek onlardan medet umanlar, makam ve mansıp için kul köle olmaya hazır olanlar, derdine yatırda derman arayanlar; hastalığına şifa bulmak, seçimi kazanmak, imtihanda başarılı olmak, müşteri çekmek, para kazanmak, iyi bir makama gelmek, gelinen makamda kalmak ve başarılı olmak için türbelere akın edenler, ağaçlara çaput bağlayanlar; mal için, evlat için her şeyini feda edenler, her türlü yolsuzluğa, hırsızlığa başvuranlar bu ayeti düşünerek hayatlarını sorgulamalı. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
75.
Bunların onlara yardıma asla güçleri yetmez; aksine kendileri bunlar için[*] hazır kıta askerdirler.
Veya zamirlerin aidiyetine göre: “onlar kendileri için..” Tercihimiz, şirkin yasaklanmasının en temel nedenine dayanmaktadır. O da şirkin, şirk koşan kimseyi şirk koşulan karşısında nesneleştirmesidir. Allah’a ait bir niteliği bir başka varlığa yakıştıran insan, o andan itibaren tanrılık yakıştırdığı şirk nesnesinin “emre âmâde askeri” durumuna düşer. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
76.
Artık onların sözü seni üzmesin! Biz onların sır olarak tuttuklarını da açıkladıklarını da biliyoruz.
77.
İnsan kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi? Bir de bakarsın ki, karşımıza çekişen ve düşman olarak çıkıvermiş.
78.
Kendi yaratılışını unutarak Bize bir örnek verdi;
“Şu çürümüş haldeki kemikleri kim diriltecek?!” dedi.[*]
Rivayete göre Übeyy b. Halef el-Cumahî, Ebû Cehl, Âsî b. Vâil
ve Velîd b. Muğîre’nin de içlerinde bulunduğu bir grup Kureyş kâfiri bu
konuda konuşurlarken Übeyy; “Muhammed’in ‘Allah ölüleri diriltecek’
sözü hakkında ne düşünüyorsunuz? Lât ve Uzzâ’ya yemin ederim ki ben
onun yanına varıp kendisiyle tartışacağım!” demiş ve eline çürümüş bir
kemik alarak; “Ey Muhammed! Allah’ın şu çürümüş kemiği dirilteceğini
mi düşünüyorsun?!” demişti; bir yandan da kemiği ufalıyordu. Hazret-i
Peygamber (s.a.); “Evet… Seni de diriltecek ve cehenneme atacak!” dedi. (Zemahşeri Tefsiri)
***
Lafzen, “Bize bir örnek (mesel) getirir” -“hakikatı inkar edenler”in, insanın duyguları ve düşünceleri ile kavrayabileceği her şeyden köklü biçimde ayrılan ve yaratılmış varlıkların sahip olabilecekleri vasıflar ile karşılaştırılamayacak nitelikte güçlere sahip bulunan aşkın bir varlığı kabul etmekteki isteksizliklerine işaret eden bir îma. (Karş. 42:11, “Hiçbir şey O’na benzemez” ve 112:4, “Hiçbir şey O’na denk tutulamaz”.) Bu tür insanlar, materyalist bir dünya görüşünü benimsediklerinden -ayetin öncesi ve sonrasından da anlaşılacağı gibi- her türlü yeniden dirilme ihtimalini reddederler ki bu da Allah’ın yaratıcı güçlerinin ve son tahlilde Allah’ın varlığının inkarına varır. (Muhammed Esed Tefsiri)
79.
De ki: “Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı çok iyi bilir.”[*]
Burada “halk”, mef’ul mânâsında olmayıp, masdar mânâsınadır. Yani “Allah, yaratmanın her türlüsünü, hayale bile gelmez şekillerini, mekanizmalarını bilir.” demektir. (Suat Yıldırım Tefsiri)
80.
Yeşil ağaçtan[*] sizin için ateş yaratan da O’dur. İşte o (ağaç)tan tutuşturuyorsunuz.
Daha sonra, yaratmasındaki eşsizliğe örnek olarak yeşil ağaçtan
ateşin parlamasını zikretti. Hâlbuki su ile ateş zıt şeylerdir ve ateş su ile söner.
Buradaki “ateş” bedevilerin ateş yaktıkları çakmaktır. Genelde Merh ve
Afâr ağaçlarından elde edilir. Arapların fî külli şecerin nâr ve’stemcede’l-merhu
ve’l-‘afâr (Ateş her ağaçta var; ama asıl1 Merh ve Afâr) şeklinde bir deyim
vardır. Kişi bu ağaçlardan misvak büyüklüğünde yemyeşil iki dal keser; bunlardan
su damlamaktadır. Erkek olan Merh, dişi olan Afâr üzerine çakılır ve Allah’ın izniyle ateş yanar. İbn Abbas’ın “İğde ağacı hariç, içinde ateş
olmayan hiçbir ağaç yoktur” dediği rivayet edilmiştir). Nitekim derler ki:
“İşbu sebeple, bez ağartıcı çırpıcıların [elbiseyi üzerinde dövdükleri] kuzeynik
aleti iğde ağacından yapılır.” (Zemahşeri Tefsiri)
81.
Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratamaz mı? Elbette yaratır. O, Alîm'dir; her şeyi bilir, Hallâk'tır; mükemmel bir Yaratıcıdır.
82.
“O, bir şeyi yaratmak istediği zaman, O`nun işi, sadece o şeye ‘ol` demektir; o da hemen oluşmaya başlar.”[*]
Fakat yüce Allah, şunu, bunu, ve başkalarını külfetsiz ve zahmetsiz yaratır. Ona göre büyüğün yaratılması ile küçüğün yaratılması arasında fark yoktur. "Bir şey dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye "Ol" demektir. Hemen olur."
Bu şey, ister gök olsun, ister yeryüzü. İster sivrisinek olsun, ister karınca, bu ve o, yüce Allah'ın sözü karşısında eşittir. "Ol" Hemen oluverir.
Ortada zor ve kolay diye bir şey yoktur. Uzak yakın diye de bir şey yoktur. Bir şeyin yaratılması için o şey ne olursa olsun, yüce iradenin onun yaratılmasına sadece yönelmesi yeterlidir. Ancak yüce Allah konuları birtakım yollarla insanlara yaklaştırıyor ki, o konuları kendi insani ve sınırlı ölçülerine vurup anlayabilsinler... (Seyyid Kutub Tefsiri)
83.
Her şeyin yönetimi elinde olan Allah, bütün noksanlıklardan uzaktır ve dönüşünüz O’na dır.