Gerçekleşmesi kesin olan o korkunç olay gerçekleştiği zaman,
2.
kimse kalmayacak onun gerçekliğini yalanlayan!
3.
O kimini alçaltır, kimini de yükseltir.
4.
Yer şiddetle sarsıldığı,
5.
Dağlar darmadağın edilip parçalandığı.
6.
Toz toprak haline geldiğinde.
7.
Sizler de üç sınıfa ayrılırsınız:[*]
Dehşet saçan bir olayı sunan bu girişte korku salma amacı son derece belirgindir. Okuduğumuz ayetlerde bu amacı gözeten ve anlamla uyum kuran özel bir üslup kullanılıyor. Her şeyden önce iki yerde "ne zamanki" anlamına gelen "iza" şart edatı kullanılıyor. Bu edatın arkasından şart cümlesi geldiği halde cevap cümlesine yer verilmiyor. Ayetleri bir daha okuyalım da görelim:
"Kıyamet koptuğu zaman, Onu hiç kimse yalanlayamayacaktır. O kimini alçaltır, kimini yükseltir." Görüldüğü gibi "Hiç kimse tarafından yalanlanamayacak olan, kiminin derecesini düşürürken kiminin değerini yükseltecek olan o olay gerçekleştiği, yani kıyamet fiilen koptuğu zaman" ne olacağı belirtilmiyor. Bunun yerine yeni bir söze geçiliyor. Şöyle ki:
"Yeryüzü şiddetle sarsıldığı zaman. Dağlar paramparça olup,Toz halinde boşluğa dağıldığı zaman: 'Bu büyük dehşet anının gerçekleşmesinden sonra ne olacağı burada da belirtilmiyor. Sanki bu dehşet tablosu, sonucu açıklamasız bırakılan bir giriş, bir ön-alârm niteliğindedir. Açıklamasız geçiştirilmektedir. Çünkü bu ön- alârmın sonu korkunçtur. bu özel üslup, korkunçluğu ve dehşet saçıcı özelliği girişteki bu ayetler tarafından belgelenen surenin genel havasına uygun düşer. Mesela "vakıa" sözcüğü hem anlamı ve hem de hecelerinin titreşimleri ile insanın kafasında şu çağrışımı uyandırıyor: Yukardan düşen kocaman bir kütle kendisine bir yer bulup dengeye kavuşmuştur. Artık ne sarsılacak, ne. de yerinden kayacaktır. Yani "Onu hiç kimse yalanlayamayacaktır."
Ayrıca insan zihninin bu büyük kütlenin düşüşüne, bu sürpriz olayın meydana gelişine ilişkin bir beklentisi var. İnsan zihni bu düşüşün arkasından birtakım sarsıntıların, birtakım alt-üst oluşların meydana geleceğini bekliyor. Ayetlerin akışı da bu beklentiye cevap veriyor. Çünkü bu olay Kimini alçaltır, kimini de yükseltir." Yani bu sarsıntı o güne kadar dünyada yüksek tutulan bazı değerleri alçaltırken, düşük sayıla gelmiş olan bazı değerleri de yükseltir. O gün ölçüler ve değerler önce sarsılır, sonra yüce Allah'ın terazisinde yeni dengelere kavuşur.
Sonra bu dehşet yeryüzünün, insanların alışageldikleri algılarına göre dengeli ve sarsıntısız olan yeryüzüne sıçrıyor. Bir de bakıyoruz ki, bu yeryüzü şiddetle sarsılıyor. Bu gerçek kıyametin kopması imajı ile uyumlu bir ifade dile getiriliyor. Sonra bu müthiş olayın etkisi ile onca sert bir yapıya sahip olan koca dağlar boşlukta toz bulutu gibi uçuşan parçalara dönüşüyor: "Dağlar paramparça olup toz halinde boşluğa dağıldığı zaman: '
Yeryüzünü şiddetle sarsan ve dağları paramparça edip toz bulutu halinde boşluğa salan bu dehşet, ne kadar korkunçtur. Daha önce ahireti yalanlamış ve yüce Allah'a ortak koşmuşlarken şimdi yeryüzünü ve dağları bu hale dönüştürmüş bu müthiş olayla karşılaşan inkarcılar ne kadar cahildirler!
Sure işte böylesine kâfirler tarafından inkar edilmiş ve Allah'a ortak koşanlara yalanlanmış, insanı tepeden tırnağa titreten, duygu dünyasını korku fırtınasına tutturan müthiş bir olayla başlıyor. Kıyametin kopmasını tasvir eden bu sahne burada noktalanıyor. Amaç bu müthiş sarsıntı sonunda meydana gelen alçalmaları ve yükselmeleri, insanların değerlerine ve akibetlerine ilişkin değişiklikleri gözlerimiz önüne sermektir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
8.
Sağ tarafta olanlar… Kimlerdir sağ tarafta olanlar[*]?
9.
Sol tarafta olanlar… Kimlerdir sol tarafta olanlar[*]?
10.
Bir de ileri geçen öncü seçkinler vardır.[*]
Ashâbu’l-meymene amel defterleri sağlarından verilenlerdir. Ashâbu’l- meş’eme ise amel defterleri sollarından verilenlerdir. (ii) Yahut yüce makam sahipleri ile alçak konumdaki itibarsız kimselerdir; fulânun minnî bi’l-yemîn, fulânun minnî bi’ş-şimâl (Falan benim sağımdadır, yani itibarlıdır; filan da benim solumdadır, yani itibarsızdır) dersin. Bu nitelemeyi onların senin yanındaki değerlerine göre yapar, itibarlı iseler sağımda, itibarsızsalar solumda dersin. Bu Arapların, sağı uğurlu, solu da uğursuz görmeleri sebebiyledir. Onlar sânihi -yani yolda giderken önünden soldan sağa doğru geçenleri- uğurlu, tersi hâli de uğursuz sayarlardı. Bu sebepledir ki, sağ için [uğur ve bereket anlamındaki] yumnden bir isim türetmişler; kuzeydekileri de şu’mî (uğursuz) diye adlandırmışlardır. (iii) Denilmiştir ki shâbu’l-meymene uğur ve meymenet sahipleri; Ashâbu’l-meş’eme ise uğursuz, meymenetsizlerdir. Çünkü cennettekiler itaatleri sayesinde birbirlerine meymenetli gelmekte, cehennemdekiler ise masiyetleri yüzünden birbirlerine meymenetsiz gelmektedir. (iv) Şu da söylenmiştir: Cennetlikler sağ tarafa, cehennemlikler ise sol tarafa (kuzeye) alınacaklardır.
“Öncüler” Allah Teâlâ’nın davet ettiği hayırlı işlerde öncü olan
ve Allah rızasını tahsilde zorlu yolları aşan ihlâslı kimselerdir. Denilmiştir ki insanlar üç çeşittir: Erken yaşlarından itibaren hayırlı işler yapmış ve dünyasını değiştirene kadar hayatını hep o minval üzere geçirmiş kimseler. Bunlar ‘öncü’ ve ‘önde gelen’ kimselerdir. İkincisi hayatına günahla başlamış ve uzun zaman gaflet içinde yaşamış sonra tevbe edip dönmüştür. Bu da ‘sağ cenahtadır [yani hayırlı, uğurlu biridir]. Üçüncüsü ise hayatına günah ile başlamış ve dünyasını değiştirene kadar da hayatını bu şekilde şer üzere sürdürmüştür. İşte bu da sözü edilen ‘sol cenahtaki [hayırsız, uğursuz kimse]lerdendir. (Zemahşeri Tefsiri)
11.
İşte onlardır (Allah'a) yaklaştırılanlar.[*]
Görülüyor ki, bu mutlu gruba bağışlanan nimetler sayılırken en başta bu nimetlerin en büyüğü, en değerlisi olan "Allah'a yakın olma" nimeti anılıyor; "Onlar Allah'a yakındırlar ve bol nimetli cennetlerdedirler" buyuruluyor. Aslında bol nimetli cennetlerin tümü terazinin bir kefesine konsa yüce Allah'a yakın olma nimetine denk gelemez, bu en yüce armağanla asla boy ölçüşemez. (Seyyid Kutub Tefsiri)
12.
Nimetlerle dolu bahçelerdedirler.
13.
Bir çoğu öncekilerden,
14.
Birazı da sonrakilerdendir.[*]
Denilmiştir ki ‘öncekiler’den maksat bu ümmetin önden gidenleri,
‘sonrakiler’den maksat da yine bu ümmetin sonradan gelenleridir.
Hazret-i Peygamber’in “Her iki grup da benim ümmetimdendir!” dediği de rivayet edilmiştir. “Ama [14. âyette] ‘sonrakilerden de biraz’ dedikten sonra, [40’ta] ‘sonrakilerden de pek çok’ buyuruyor” dersen şöyle derim: Bu (14), ‘öncüler’ hakkında, o (40) ise ‘sağ cenahtakiler’ hakkındadır ve onlar hem evvelkilerden hem de sonrakilerden pek çokturlar. Şayet “Bu (14) nâzil olduğu zaman Müslümanların ağırına gitmiş; bunun üzerine Hazret-i Peygamber Allah’a müracaata devam etmiş ve sonunda “Öncekilerden de pek
çok; sonrakilerden de pek çok…” [39-40] âyetleri inmiş; buna ne dersin?” dersen şöyle derim: Bu iki sebepten dolayı doğru olamaz. 1) Bu âyet çok açık ve seçik olarak ‘öncüler’ hakkındadır. Aynı şekilde, ikinci âyet de ‘sağ cenahtakiler’ hakkındadır. Dikkat edersen, ‘sağ cenahtakiler’e onları ‘öncüler’e ve onlara yapılan vaade atfederek vaatte bulunmaktadır. 2) Haberlerde
nesih caiz olmaz. Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: “Önceki ümmetlerin ‘öncüler’i bizim ümmetin ‘öncüler’inden çoktur. Önceki ümmetlerin tâbileri ise (sayıca) bu ümmetin tâbileri gibidir.” (Zemahşeri Tefsiri)
15.
Süslü, nakışlı tahtlar üzerinde,
16.
karşılıklı olarak onlara yaslanacaklar.
17.
Ölümsüzleştirilmiş erkek hizmetçiler çevrelerinde dolaşacak,
18.
Kaynağından doldurulmuş, testiler, ibrikler ve kadehlerle.
19.
İçtikleri şeyden dolayı ne başları ağrıtılacak ne de sarhoş olacaklar.
20.
Beğendikleri meyveler,
21.
Canlarının çektiği kuş eti.
22.
Bir de ceylan gözlü huriler[1*] (dolaşacak)[2*].
[1*] Huriler, cennete giden kadının ve erkeğin yakın çevresinde olan dişi hizmetçilerdir. Vücutları, kabuğunda saklı inciler gibi örtülü olan, gözlerini hizmet ettikleri kişilerin üzerinden ayırmayan huriler (Saffat 37/48-49, Rahman 55/56,72; Vakıa 56/22-23), ilk kez cennette yaratılmış olacak (Vakıa 56/36), üst seviyede hizmet sunacak ve birbirleriyle aynı yaşta olacaklardır (Nebe 78/33). Hurilerle ilgili olarak Duhan 44/54 ve Tur 52/20’de geçen “(وَزَوَّجْنَاهُم بِحُورٍعِينٍ) “Ceylan gözlü hurileri onların yanına vermiş oluruz.” ifadesindeki “zevvece” fiilinden dolayı hurilerin, cennete giden erkeklere odalık veya eş olarak verileceği iddia edilir ama ayete bu anlamı vermek hem bağlam hem gramer açısından yanlıştır. Çünkü “onlar” zamiri ile işaret edilen “önde olanlar”ın içinde hem erkekler hem de kadınlar vardır (Duhan 44/51, Tur 52/17). "Zevvece (زوج)" fiili, tek mef’ul /nesne alırsa “birbirini tamamlayan iki şeyi birleştirme” (Şûrâ 42/49-50); iki nesne alır da ikinci nesne, fiile doğrudan bağlanırsa "evlendirme" anlamına gelir (Ahzab 33/37). Ama ikinci nesne fiile, huriler kelimesinden önceki “bâ (بِ)” harfi gibi harf-i cer ile bağlanırsa “onun çok yakına alınması” anlamını ifade eder (Müfredat). Bu sebeple ayetlerde geçen “Ceylan gözlü hurileri onların yanına vermiş oluruz.” ifadesinin tek anlamı, hurilerin yakın hizmetçiler yapılacağıdır.
[2*] Bu ayetin bir önceki dipnotunda anlatıldığı gibi huriler, cennetteki erkeklere verilecek eşler değil, kadın ve erkek ayrımı olmadan cennete giden tüm insan ve cinlere (Rahman 55/72-74) hizmet edecek dişi varlıklardır. Bu nedenle, bu ayetteki “huriler” sözcüğü ancak 17. ayetteki dolaşma fiilinin fâili olan “vildan” yani “erkek hizmetçiler” sözcüğüne ma’tuf olur. Arap dili açısından da doğru
olan budur.
23.
Sanki onlar kabuğunda saklı inci gibidir.
24.
(Bütün bunlar) Yaptıklarına karşılık onları ödüllendirmek içindir.
25.
Orada ne boş bir söz ve ne de günâha sokan bir laf işitirler.
26.
Sadece denilecek ki: "Mutluluklar!.. Mutluluklar!.."
Defteri sağından verilenlerin hepsi cennete gider ve oranın nimetlerinden yararlanırlar (İsra 17/71, Vakıa 56/90-91, Hâkka 69/19-24, Müddessir 74/39-40, İnşikak 84/7-9). Ancak hepsi aynı konumda olmazlar (İsra 17/21). Allah, kendi yolunda malı ve canıyla elinden geleni yapanları, özürsüz olarak oturup kalanlarla bir tutmayacak, vereceği büyük bir ödülle diğerlerinden üstün kılacaktır (Nisa 4/95-96).
28.
Dikenlerinin yerini meyvelerin aldığı[1*] upuzun Sidr ağaçları[2*] arasında,
[1*] Yani: her şeyin mükemmel ve kusursuz hali (Krş: 55:68). Mahdûd, hem “dikeninden arındırılmış” hem de “meyve çokluğundan dalları yere ağmış” olarak tefsir edilmiştir. Rivayetlerden, bunun kiraza benzer bir tür olduğu, cennette dikenlerinden arındırılarak yerine meyve ikame edileceği anlaşılmaktadır (Taberî ve Râğıb).
[2*] İki cinsi vardır. Nebik adı verilen üzüme benzeyen sarı renkli kekre veya mayhoş meyvesi olan bir ağaç. Bir de kara sidri (sedir) vardır ki pelit ağacıdır. Acı ve kekre olan meyvesi boğazdan geçmez, bir işe yaramaz. Yaprağı, yiyen hayvana sahte bir tokluk hissi verir (İbn Âşûr). Yemişi böylesine yararsız bir ağaç, kalıcı güzelliğin merkezi olan cennette can alıcı bir güzellikte arz-ı endam edecektir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
29.
yine çok gövdeli, misk kokulu ve parıltılı Muğaylan ağaçları,[*]
Hicaz ağaçlarından, uzun boylu, kalın ve çok dallı, sağlam, az ve büyük yapraklı, koyu yeşil, büyük gölgeli, dikenli, kaliteli bir zamk salgılayan, misk kokulu bir ağaçtır (İbn Âşûr). el-Mendûd, “muz ağaçları, bazı cins hurma ve palmiye türleri gibi kökten dallı, belirgin bir ana gövde taşımayan” anlamına gelir (İbn Âşûr). Kur’an’ın üslubu gereği sidr ve talh arasında “zıtların uyumu” adını verebileceğimiz bir durum olsa gerektir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
30.
Uzayan gölgeler.
31.
Çağlayarak akan sular.
32.
Birçok meyveler arasındadırlar.
33.
Tükenmeyen ve yasaklanmayan!
34.
Ve yükseltilmiş döşekler üstündedirler.
35.
Onları[*]/ hizmet eden hurileri biz oluşturup geliştirdik.
“Onları” diye anlam verdiğimiz (هن) zamirine, bazı tefsir ve meallerde “cennetliklerin eşleri” anlamı verilir. Bunun için 34. âyetteki “yüksek döşeklerde olacaklar (وَفُرُشٍ مَّرْفُوعَةٍ)” ifadesine, Arap diline aykırı olarak “onlara, pek değerli eşler vereceğiz” şeklinde anlam vermişlerdir. Oysa 34. ayetteki ifade, 27. ayetle başlayan ve oradaki “fî (في)” harfi cerri nedeniyle mekan belirttiği açık olan bir dizi yer zarfının sonuncusudur. 27-34 arasındaki tüm ayetlerde defteri sağdan verilenlerin kalacakları yerler anlatılmaktadır. Ayete “onlara, pek değerli eşler vereceğiz” anlamını verebilmek için, zarf olan kelimelere mef’ul /nesne muamelesi yapılması gerekir ki bu, Arap dili açısından mümkün değildir. Zaten “eşler” diye anlam verdikleri furuş (فُرُش) kelimesi, Rahman Suresinin 54. âyetinde, “cennetliklerin yaslandıkları döşekler” anlamında kullanılmıştır ve ona “döşekler” dışında bir anlam veren de olmamıştır. Bu ayette de furuş kelimesi aynı anlamdadır. Bundan üç ayet sonra:“Onlar, defteri sağdan verilenler içindir." (Vakıa 56/38) ifadesi tekrarlanmaktadır. Bu sebeple, zamirin gidebileceği tek yer, Vakıa 56/22. âyetteki hurilerdir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
36.
Onları ilk olarak (orada) yarattık[*].
“İlk olarak” diye anlam verilen kelime “(بكر) bikr”in çoğulu olan “(أبكار) ebkâr”dır. Bikr’in kök anlamı, bir şeyin ilki ve başlangıcı olmaktır (Mekâyîs’ul-luğa (بكر) md.). Bu kelime, bâkire kadınlar için de kullanılır. Tefsir ve mealler, “(فَجَعَلْنَاهُنَّ أَبْكَارًا)” ayetine “onları ilk defa (orada) yarattık” yerine “onları bâkireler yaptık” anlamı vermişlerdir. Halbuki hurilerle ilk defa cennette karşılaşılacağını söyleyen başka ayetler de vardır (Rahman 55/56, 72-74).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
37.
Güler yüzlü, içleri temiz[*] ve birbirlerine yaşıtlar yaptık.
“Güler yüzlü ve içi temiz” anlamı verdiğimiz kelime (عروب) ‘arûb’un çoğulu olan (عرب) ‘urub’dur. (el-Ayn).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
ve zifirden bir gölge kömür veya kurum gibi kararıp duran sisli, boğucu bir gölge içindedirler. Yahmûm, kömür gibi simsiyah olan şey, zifir ve kara duman mânâlarına gelir. Buna zulmet denilmeyip de gölge isminin verilmesi alay içindir. İbnü Abbas'tan gelen bir rivayette de, cehennem halkını her taraflarından kaplayıp, kuşatan perdenin ismi olduğu zikredilmiştir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
44.
ne serinleten, ne de rahatlatan [bir gölge].
45.
Çünkü onlar; bundan önce refahla şımarmışlardı.
46.
Büyük günahı (Allah’a ortak koşmayı) işlemekte ısrar ediyorlardı.
47.
Ve diyorlardı ki: Biz öldükten, toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?
48.
Gelip geçmiş atalarımız da mı?"
49.
De ki: "Daha önce yaşamış olanlar da, sonrakiler de
50.
belli bir günün, belli bir vaktinde bir araya getirileceksiniz.
51.
Ve o zaman, siz ey yoldan sapmış ve hakikati yalanlamış olanlar.
52.
Kesinlikle zakkum ağacından[*] yiyeceksiniz.
Zakkum ağacının ne olduğunu hiç kimse bilmiyor. Ona ilişkin tek bilgimiz şudur: Yüce Allah, başka bir surede bu ağacın tomurcuklarının şeytanın başına benzediğini belirtiyor. Gerçi hiç kimse şeytanın başını görmemiştir. Fakat sadece sözü bile insana çok şeyler anlatıyor. Üstelik "zakkum" sözcüğü, tırmalayıcı ses yapısı aracılığı ile insanın zihninde yapışkan, sert, tırmalayıcı batıcı bir imaj uyandırıyor. İnsan bu sözcüğü telaffuz ederken avuçlarının, hatta gırtlağının tırmalandığını hissediyor. Zakkum ağacı, defterleri sağdan verilecek olanlara sunulacak olan "dikensiz sedir ağaçları" ile "meyva yüklü muz ağaçları"nın karşılığıdır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
53.
Karınlarınızı onunla dolduracaksınız!
54.
Üstüne de kaynar su içeceksiniz!
55.
Üstelik suya kanmayan susamış develerin içişi gibi içeceksiniz.[*]
Mâna şöyledir: Onlara öyle bir açlık musallat edilir ki maden
eriyiği gibi olan zakkumu yemek zorunda kalırlar. Karınlarını onunla doldurduklarında ise bu kez başlarına öyle bir susuzluk musallat edilir ki bağırsaklarını parça parça eden kaynar suyu içmeye mecbur kalırlar ve onu suya kanmak bilmeyen bir devenin içtiği gibi içerler!
Şayet “İçenlerin yine içenler üzerine atfı nasıl sahih olabilir;
çünkü bunlar aynı tatlar ve aynı sıfatlardır. Bu durumda atıf, bir şeyin kendisi üzerine atfedilmesi anlamına gelmez mi?” dersen şöyle derim: Hayır, aynı değillerdir; çünkü onların kaynar suyu hararetinin en son noktasında ve bağırsakları parçalar hâldeki özelliği ile içmiş olmaları şaşılacak bir durumdur; onu suya kanmaz devenin içişi gibi içmeleri ise ayrıca şaşılacak bir durumdur. Bu itibarla bu iki özellik, farklı iki sıfat olmaktadır. (Zemahşeri Tefsiri)
56.
Bu, her şeyin karşılığını bulacağı[1*] günde onlara verilen ziyafettir[2*]!
[1*] Din, “âdet, durum; yapılan işe karşılık vermek ve verilen karşılık, itaat /boyun eğme” anlamlarına gelir (es-Sıhâh). Din, Kuran’da insanın kabul edip ona göre yaşamaya söz verdiği sistem anlamına da gelir (Al-i İmran 3/19, Kafirun 109/6). Eğer bu din Allah’ın dini ise boyun eğilen yalnızca Allah’tır ve karşılığı ondan beklenir. “Din günü” de dünyada yapılanların karşılığının alınacağı Ahiret günüdür (Fatiha 1/4, Nûr 24/25, Saffat 37/19-20, Sad 38/78, Zâriyât 51/6-12-13, Mearic 70/26, Müddessir 74/46, İnfitar 82/9,15-19). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
[2*] Bu, onlara o din (ceza) günü sunulacak ziyafettir. Nüzul, konuk, misafir gelince kahve veya kahvaltı gibi ilk sunulan yiyecek ve içeceklerdir. Konuklara ilk defa böyle şeyler takdim edilince, artık daha sonraki azabın nasıl şiddetli olacağı düşünülmelidir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
57.
Sizi yaratan Biziz. [ey insanlar:] Öyleyse neden hakikati kabul etmezsiniz?[*]
Bu beyandan sonra inkârcıları susturmak ve azarlamak için değişik bir hitab tarzı ile buyuruluyor ki biz sizi yarattık, hâlâ tasdik etmeyecek misiniz? Bunu daha açık ifade etmek için de şöyle buyuruluyor: (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
58.
Akıttığınız meniyi gördünüz mü?
59.
Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz?
60.
Aranızda ölümü planlayan biziz. Bu konuda bize engel olacak yoktur.
61.
Bunu, görüntünüzü değiştirmek ve bilmediğiniz bir görüntüde sizi yeniden yapılandırmak için yazdık.
62.
Andolsun ki, birinci yaratılışınızı biliyorsunuz. O hâlde (yeniden yaratılacağınıza dair) düşünmeniz gerekmez mi?[*]
Herhalde ilk yaratmayı öğrendiniz. Yani insanın bu dünya hayatında topraktan, sonra nutfe, alaka, mudğa gibi tavırdan tavıra tekamül ettirilerek nasıl gerçekleştiğini gerek müşahede ve tecrübeden ve gerek Kur'ân'ın açıklamalarından öğrenmiş bulunuyorsunuz. O halde düşünseniz ya! Yani düşünseniz de bildiğiniz bu tarzı değiştirip ve tekamül ettirerek sizi peyderpey yaratıp bulunduğunuz duruma getiren ve aranızda ölümü takdir etmiş bulunan yaratıcınız Allah Teâlâ'nın sizi değiştirip, şimdi teferruatını bilemeyeceğiniz yeniden diriltmeye kâdir olduğunu anlasanız ya! (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
63.
Ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü?
64.
Siz mi onları ekin haline getiriyorsunuz yoksa biz mi?
65.
Onları kuru ota dönüştürmeye gerek görsek[*] dönüştürürüz, o zaman da şaşırıp kalırsınız.
Şâe = شاء fiilinin kökü, “bir şeyi var etme” anlamında olan şey =شيء’dir(Müfredât). Allah, gerek gördüğü şeyi yapar. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
66.
Derdiniz ki; "Biz borca battık.
67.
Daha doğrusu her şeyimizi kaybettik."
68.
Ya içtiğiniz suya ne dersiniz?
69.
Siz mi indiriyorsunuz onu bulutlardan, yoksa Biz miyiz indiren?
70.
Gerek görsek o suyu, tuzlu ve acı yapardık. Keşke sorumluluklarınızı yerine getirseniz!
71.
Peki, yakmakta olduğunuz ateşe ne dersiniz?
“Tutuşturduğunuz” yani zinâd adı verilen usulle yaktığınız
“ateş.” Araplar üsttekine zend, alttakine zende dedikleri iki çöpü birbirine sürtmek suretiyle ateş yakıyorlardı. Onlar ateşi tutuşturdukları bu iki çöpü erkek ile dişiye benzetirler idi. (Zemahşeri Tefsiri)
72.
Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?
73.
Biz onu hem düşündürücü, ibret verici bir uyarıcı, hem de ihtiyacı olanlar için bir yararlanma kaynağı olarak yarattık.[*]
“Hatırlatıcı” yani cehennem ateşini hatırlatmak üzere… Şu alâka
ile ki; biz ateşi hayatın idamesi için gerekli, herkesi de ona muhtaç kıldık. Böylece, insanlar hayatlarının içinde ve gözlerinin önünde olan ateşe ibretle baksınlar da uyarıldıkları cehennemi hatırlasınlar istedik. Ya da biz onu bir andıç (tezkire) ve cehennemden bir numune kıldık. Nitekim hadiste bu anlamı çağrıştıran şekilde şöyle kullanılmıştır: “Şu Âdemoğullarının yakmakta olduğu ateş var ya onun harareti cehennemin sıcaklığının yetmiş cüzünden sadece biri kadardır!” [Müslim, “Kitâbü’l-Cenne”, 30] (Zemahşeri Tefsiri)
74.
Öyleyse Yüce Rabbinin adını her türlü eksiklikten uzak tut.[*]
O halde Rabbini azîm ismiyle tesbih et. Yani bu nimetleri ihsan edip duran Rabbin çok büyüktür, şirk ve noksanlıklardan münezzehtir (berîdir). Onun için Allah'ı "Yüce Rabbimi tesbih ederim" diye tenzih ederek tesbih et, yahut namaz kıl. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
BÖLÜM 3
75.
Hayır, yıldızların yerlerine yemin ederim!
76.
Bilirseniz, bu gerçekten büyük bir yemindir.
77.
(Yıldızların bulundukları yerde olan) değerli bir Kur’an’dır.
Yani: “Onu kaynağında tahrif etmek için hiçbir şeytan ona el uzatamaz”. Bu âyet Şu’arâ’ 211-212 ışığında anlaşılmalıdır. Bu âyetin mushafa abdestli dokunmanın hükmüyle herhangi bir alâkası yoktur. Çünkü: 1) Bu âyet indiğinde henüz elde “kitap” denilebilecek bir “mushaf” bulunmamaktadır. 2) O dönemde henüz abdesti farz kılan Mâide 6 inmemişti. 3) Âyetin hitap bağlamı mü’minler değil kâfirlerdir. 4) Âyetin konusu insanlar değil cin ve melek gibi görünmeyen varlıklardır. 5) Âyetteki temizlik de maddî değil 3:55, 8:11, 9:103 gibi birçok âyette kullanıldığı üzre mânevî temizliktir ki, vahyin sayfaları da “temiz sayfalar” olarak anılır (98:2). 6) Inşâ değil haber cümlesidir. Yani; “dokunmasın” değil, istese de “dokunamaz” denilmektedir. 7) Âyet ahkâm âyeti değildir, çünkü Mekkîdir. 8) Meknûn kitap, yani “korunmuş/saklanmış kitap” elle tutulup gözle görülemez. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
80.
Âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.
81.
Şimdi böyle bir habere küçümseyerek mi bakıyorsunuz?
82.
Söylediğiniz yalanları geçim kaynağı haline mi getiriyorsunuz?
83.
Peki ama, ya can boğaza gelince ne olacak?
84.
O sırada sizler gözlerinizi o can çekişen adama dikersiniz.[*]
Bizler "Canın boğaza dayandığı an var ya" ayetini okurken can çekişen adamın göğsündeki hışırtıları işitir, yüz hatlarının gerilmelerini görür, çektiği ızdırabı ve sıkıntıyı hisseder gibi oluyoruz. Tıpkı bunun gibi "O sırada sizler gözlerinizi o can çekişen adama dikersiniz" ayetini okurken de adamın yakınlarının çaresiz bakışlarını ve yüzlerinde beliren umutsuzluğun gölgesini görür gibi oluyoruz.
O anda ruh dünyadaki konukluk süresini doldurmuş, yeryüzünü ve yeryüzü ile ilgili her şeyi arkada bırakmış, bilmediği bir aleme yönelmiştir. Bu alemde biriktirmiş olduğu amelden, elde ettiği iyilikten ve kötülükten başka hiçbir tutanağı, hiçbir güvencesi yoktur.
O anda bu ruhun sahibi çok şeyi görür, fakat gördüklerini anlatamaz. Çevresindeki canlı-cansız tüm varlıklardan kopmuştur artık. Çevresini saran eski dostları adamın sadece cesedini görüyorlar. Gerçi bakıyorlar, ama ne neler olup bittiğini görebiliyorlar ve ne de bir şey yapabiliyorlar. Bu noktada insanın gücü tükeniyor, insanın bilgisi duruyor, insanın at koşturduğu alan noktalanıyor. Bu noktada insanlar, hiç tartışmadan son derece güçsüz olduklarını, son derece yetersiz olduklarını anlıyorlar. Bu noktada insan görüşünün, insan bilgisinin, insan hareketinin önüne perde iniyor. Bu noktada yüce Allah'ın gücü ve bilgisi ortaksız biçimde egemen oluyor. Her şey kuşkusuz, tartışmasız ve demagojisiz bir kesinlikle yüce Allah'ın tekeline geçiyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
85.
O anda biz, ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz.[*]
İşte bu anda tabloyu yüce Allah'ın varlığı şereflendirir, ortalığı O'nun ürpertici saygınlığı kaplar. Gerçi O her an her yerde vardır. Fakat ayetin ifadesi insanların çoğu kere akıllarından çıkardıkları bu gerçek bilinci tazeler. Böylece ölüm meclisinin havasına yüce Allah'ın varlığının ürpertisi egemen olur. O ana kadar bu meclise egemen olan yetersizlik, güçsüzlük, ayrılık, korku, veda ve yas havası arka plâna düşer.
Bu sarsıcı, titretici, yasa ve acı yüklü duyguların gölgesi altında her sözü kesen ve her tartışmayı noktalayan bir meydan okuma ile karşılaşıyoruz. (Seyyid Kutub Tefsiri)
86.
Peki öyleyse, eğer (Bize) bağımlı olmadığınızı düşünüyorsanız,
87.
Eğer söylediğiniz doğru ise çıkmak üzere olan o canı geriye döndürsenize![*]
Eğer gerçekten sizin dediğiniz gibi hesaplaşma, ödül ve ceza yoksa o zaman sizler serbestsiniz; ne bir borcunuz var ne de verilecek bir hesabınız. O zaman ne duruyorsunuz? Şu adamın boğazına dayanan canı tutup geri çevirsenize! Baksanıza, adam hesaplaşma, ödül ve ceza yurduna gidiyor, onu geriye döndürsenize! Adam gözleriniz önünde, hareketsiz ve çaresiz bakışlarınız karşısında büyük hesaplaşma alanına doğru gidiyor!
Bu meydan okuma bütün demogojilerin maskesini düşürüyor, bütün delilleri çürütüyor, bütün tartışmaları kesiyor, bütün laf ebeliklerini geçersiz kılıyor. Bu büyük gerçek olanca ağırlığı ile insanın vicdanına üzerine çöküyor. Delilsiz,
dayanaksız ukalâlık yapma çıkmazına sapmadan bu gerçeğe karşı direnmek artık mümkün değildir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
88.
Eğer ölmek üzere olan kişi, Allah`a yakın olanlardansa,
89.
Huzur, güzel kokular ve nimetlerle dolu bahçeler onu bekler.
90.
Eğer defteri sağdan verilenlerden ise,
91.
(ona şöyle denir:) “Defteri sağdan verilenlerden olan kişi! Sana selam olsun!”
92.
Eğer yalanlayan sapıklardansa;
93.
kaynar sudan bir ziyafet
94.
ve yakıcı ateşte kızarma vardır.
95.
Şüphesiz bu anlatılanlar kesin gerçeklerdir.
96.
Öyleyse Yüce Rabbinin adını her türlü eksiklikten uzak tut.[*]
Böylece kesin gerçeğin "hak" terazisindeki baskınlığı ve ağırlığı surenin ilk ayetinde sözü edilen kıyamet olayının dehşeti ile buluşuyor, bütünleşiyor. Sure bu değişmez, kesin gerçeğin direktifi ile noktalanıyor. Direktifin içeriği saygı ile ve eksikliklerden uzak tutma bilinci ile yüce Allah'a yönelmektir. (Seyyid Kutub Tefsiri)