Tekvîrin ne anlama geldiği hususunda iki görüş vardır: 1) Kevvertu’l-‘amâmete (sarığı sardım) sözünden alınma olup sarığı sardığın vakit söz konusu olmaktadır; “Güneşin ışığı bütünüyle dürülüp, ufuklardaki yayılması ve dağılması gittiği vakit.” demektir ki güneşin zeval bulup yok olmasından ibarettir; çünkü güneş kalmaya devam ettikçe, ışığı yaygın olup dürülmeyecektir. Yahut güneşin dürülmesi kaldırılıp örtülmesinden ibarettir; zira elbise kaldırılmak istendiğinde dürülüp katlanır. Tıpkı “Gökyüzünü, yazı tomarını rulo hâline getirircesine düreceğimiz gün...” [Enbiyâ 21/104] âyetindeki gibi.) Ta‘anehû fe-cevverahû ve kevverahû (Onu vurup düşürdü ve dürüp attı.) sözünden alınma olup bu da birisi bir başkasını atıp bıraktığı vakit söz konusudur; “Güneş yörüngesinden sökülüp atıldığında” demektir. Tıpkı yıldızların inkidâr [dökülüp saçılmak]la vasfedildiği gibi. (Zemahşeri Tefsiri)
2.
Yıldızlar kararmış,
3.
Dağlar yürütülmüş,
4.
Birlikte yaşama şartları ortadan kaldırılmış[*]
Gelenekte, işâr = الْعِشَارُ kelimesi, on aylık hamile deve anlamına gelen uşerâ = عشراء’nın çoğulu sayılarak âyete: “gebe develer salıverildiğinde” meali verilir. Güneşin dürüldüğü, yıldızların karardığı ve dağların yürütüldüğü bir ortamda bütün canlılar ölmüş olacağından bu anlam buraya uymaz. İşâr, âşere = عاشر fiilinin mastarı olduğundan ona muâşeret yani birlikte yaşama anlamını vermek gerekir. Çünkü Kıyamet günü “Kimse, üzerine titrediği bir yakınını bile sormaz. Bunlar onlara gösterilir. Suçlu kimse o günün azabından kurtulmak için fidye olarak oğullarını vermek ister. Karısını, kardeşini; kendini barındırmış sülalesini de vermek ister. Hatta yeryüzünde kim varsa hepsini verip kendini kurtarmak ister.” (Meâric 70/10–14) Böylece birlikte yaşamanın bütün şartları ortadan kalkmış olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
5.
Yabani hayvanlar (tekrar diriltilip) bir araya getirilmiş[*]
Sadece yabani hayvanlar değil, bütün hayvanlar tekrar yaratılacak ve bir araya getirilecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Yerde kıpırdayan bütün hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşlar sizin gibi topluluklardır. Bu Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık, Sonra onlar Rablerinin huzurunda toplanacaklardır.” (En’âm 6/38)
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
“Sana dağları soruyorlar. De ki “Rabbim, onları un ufak edip savuracak! Yerlerini dümdüz, bomboş bırakacak. Orada ne bir çukur, ne de tümsek göreceksin.” (Taha 20/105–107) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
7.
Ruhlarla bedenler[*] birleştirilmiş,[*]
Ruh ve beden, her insanda bulunan iki nefistir. Ruh, bedeni ev gibi kullanır; beden uykuya dalınca çekip gider, uyanınca gelir. Ölen beden yıkılan ev gibidir; yeniden dirilinceye kadar ruh oraya dönmez (Zümer 39/42). Ruhun bedenle birleşmesi, bedenin yapısının tamamlanmasından sonradır. Bir âyet şöyledir: “Yarattığı her şeyi güzel yaratan ve o insanı (Âdem’i) yaratmaya çamurdan başlayan O’dur. Sonra onun soyunu bir özden; zayıf bir sudan yaratmıştır. Sonra (organlarını tamamlamış) dengesini kurmuş ve ona ruhundan üflemiş; (böylece) size dinleme, ileri görüşlü olma (basiret) yeteneği ve gönüller vermiştir. (Bu yetenekleri) Ne kadar az değerlendiriyorsunuz!” (Secde 22/7-9) Şu âyete göre, ruhun üflenmesiyle oluşan yetenekler cinlerde de vardır: “Cinlerin ve insanların çoğunu sanki Cehennem odunu olsunlar diye yetiştirdik#. Onların kalpleri vardır ama (gerçeği) kavramazlar; gözleri vardır ama ilerisini görmezler; kulakları da vardır ama (söz) dinlemezler. Onlar en’âm (koyun, keçi, sığır ve deve) gibidirler. Aslında daha düşük seviyededirler. Onlar tam bir gaflet içindedirler.” (Araf 7/179) Bu yüzden Ahirette yeniden dirilen, kendini uykudan uyanmış sanır. “Sura üflenmiştir. İşte o zaman kabirlerinden Rablerine doğru koşup giderler. ‘Yazık oldu bize! Bizi uyuduğumuz yerden kim kaldırdı?’ derler.” (Yasin 36/51-52) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
8.
Diri diri gömülen kıza da sorulmuş
9.
Hangi suç yüzünden öldürüldün diye.
Barbarca bir gelenek olan kız çocuklarını diri diri gömme, çoğunlukla zannedildiği kadar olmasa da, İslam öncesi Arabistan’da oldukça yaygın bulunmaktaydı. Bunun sebepleri iki yönlüydü: kız çocukları sayısındaki bir artışın ekonomik yükümlülükleri ağırlaştıracağı korkusu ve kızların sık sık düşman kabileler tarafından esir alınmaları ve sonunda kendilerini esir alanları ailelerine ve kardeşlerine tercih etmelerinin yarattığı aşağılanma korkusu. İslam’dan önce bu geleneğe muhalif olanların önde gelenlerinden biri, Ömer b. Hattâb’ın akrabası ve Muhammed (s)’in manevî habercilerinden biri olan Zeyd b. ‘Amr b. Nufeyl idi (karş. Buhârî, Fezâilu Ashâbi’n-Nebî, Abdullah b. Ömer’den rivayet): bu zat Muhammed (s)’in nübüvvetinden kısa süre önce ölmüştü (Fethu’l-Bârî VII, 112). Başka bir adam, Sa‘sa‘ah b. Nâciye et-Temîmî -şair Ferazdak’ın dedesi- bu şekilde ölüme mahkum edilen kız çocuklarının kurtarıcısı olarak şöhret yaptı. O da sonra İslam’ı kabul etti. İbni Hallikân (II, 197), Sa‘sa‘a’nın yaklaşık otuz kızı ailelerine fidye ödemek suretiyle kurtardığını zikreder. (Muhammed Esed Tefsiri)
10.
Defterler dağıtılmış,[*]
İnsanın amel defteri ölümünde dürülüp kapatılır, sonra hesaba çekileceği vakit açılır. Katâde’den rivayet edilmiştir: “Ey Âdemoğlu! Amel defterin ameline göre dürülüp kapatılır, sonra kıyamet günü açılacaktır. Şu hâlde bir kimse amel defterine ne doldurduğuna dikkat etsin!” Rivayete göre Ömer (r.a.) bu âyeti okuduğunda “Ey Âdemoğlu; iş sana sevk edilmektedir!” dermiş. Rivayete göre; Peygamber (s.a.) “İnsanlar (kıyamet günü) çıplak ve yalın ayak vaziyette haşredileceklerdir.” deyince, Ümmü Seleme (r.a.) “Kadınların durumu ne olacak peki?” diye sormuş, Hz. Peygamber de “Ey Ümmü Seleme! insanların (o gün) yoğun meşguliyeti olacak!” buyurmuş. Ümmü Seleme “Ne meşguliyetleri olacak ki?” diye sorunca, Hz. Peygamber “Zerre mikdarınca, hardal tanesi kadar ağırlıkları bile barındıran amel defterlerinin ortaya saçılması!” diye cevap vermiştir [Bkz. Buhārî, “Enbiyâ, 8, 48; “Rikāk”, 45; Müslim, “Cennet”, 56, 59]. (Zemahşeri Tefsiri)
11.
Gök sıyrılıp açılmış,[*]
KEŞT, kesilmiş bir hayvanın derisini yüzmek ve ağacın kabuğunu soymak ve yüzden örtüyü sıyırmak gibi, örtülü bir şeyi bürüyen örtüyü yüzünden atıp açmaktır. Göğün böyle sıyrılması da hayvanın derisi soyulur gibi sökülüp, yok edilmesiyle tefsir olunmuştur. Bundan ilk bakışta "O gün göğü, kitapların sahifelerini dürer gibi düreceğiz."(Enbiya, 21/104) gibi yüce âlemin harap edilmesi ile tam yokoluş mânâsı akla gelirse de, bu mânâ, güneşin dürülmesi ve yıldızların bulanması sözlerinden de anlaşılmış olduğu için bundan muradın, göğün dürülmesinden sonra yüce Allah'ın "İlk yaratışa başladığımız gibi yine onu iade edeceğiz."(Enbiya, 21/ 104) buyurduğu üzere yeni kurulacak olan âlemde örtünün kaldırılarak tam arz ile her hakikatın tecelli etmesi mânâsının olması ifadenin akışına daha uygundur. Nitekim Nisâburî bunu tefsirinde, "gök açılıp giderilerek üstünde cennet ve Arş ortaya çıkacak" meâlinde ifade etmiştir.
Demek ki o gün o âlemde, bu dünyanın kütle ve cisimlerinden bir şey kalmayacağı gibi, hakikati örten hiç bir şey de kalmayacak, Hakk'ın Arş'ı ortaya çıkıp her hakikat, kendisinde hiçbir şüphe olmayacak şekilde açılacaktır ki bu mânâ, "Andolsun sen bundan gaflette idin, şimdi senden perdeni açtık, artık bugün gözün keskindir."(Kâf, 50/22), "O gün arz olunursunuz. Öyle ki gizli bir şeyiniz kalmaz." (Hâkka, 69/18), "Ogün yeryüzü başka yeryüzüne çevrilir. Gökler de değişir. Hepsi, o tek ve her şeye üstün olan Allah'ın huzurunda toplanacaklar."(İbrahim, 14/48) ve "O gün onlar ortaya çıkarlar. Allah'a hiçbir şeyleri gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Tek ve her şeye üstün olan Allah'ın."(Mümin, 40/16) âyetleriyle beyan olunan mânâdır. Bundan sonraki sûrede (İnfitar suresin) de göğün yarılması ile başlanıp "O gün kimse, kimse için bir şeye malik olamaz. Emir o gün yalnız Allah'ındır." (İnfitar, 82/19) sözü ile bitirilmek suretiyle bunun din günü olduğu beyan olunarak bu mânâ izah edilecektir.
Gök bu surette sıyrılıp örtü kaldırıldığı vakit Hakk'ın Arş'ı ortaya çıkacak, insan nefisleri Hakk'ın şu iki tecellisi arasında bulunacaktır. Bir taraftan bütün dehşet ve azametiyle ilâhî öfkenin tecellileri, bir taraftan da bütün güzellik ve enginliğiyle ilâhî rahmetin tecellileri: (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
12.
Cehennem körüklenmiş,
13.
Cennet yaklaştırılmış olunca[*],
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Göğü, kitap için kâğıt dürer gibi düreceğimiz gün, onu, ilkin yaratmaya başladığımız hale çevireceğiz. Bu bizim vaadimizdir; yerine getireceğiz.” (Enbiya 21/104) Göklerin dürülünce, yedinci kat göğün üstünde, Sidret’ül-münteha’nın yanında bulunan Cennet (Necm 53/14-15), Dünya’dan görülecek hale gelmiş, hatta daha da yaklaştırılmış olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
14.
Herkes ne getirdiğini öğrenecektir.[*]
Her insan bu korkunç günde ne getirdiğini, neyin lehinde, neyin aleyhinde olduğunu bilir. Bu korkuyu kendisini kuşatıp üzerini bürüdüğü zaman bilir, öğrenir. Fakat önceden hazırladığı şeylerin hiçbirini değiştiremez. Ne onları arttırabilir ne de eksiltebilir. Öğrenir fakat artık o alıştığı, hayatında ve düşüncesinde beraber olduğu her şeyden ayrılmıştır. Kendi dünyasından ayrılmış, dünyası kendisinden kopmuştur artık. Her şey değişmiş, her şey başkalaşmıştır. Değişmeyen ve başkalaşmayan Allah'ın yüce yüzü dışında hiçbir şey kalmamıştır. Gönüllerin Allah'ın yüce yüzüne yönelmeleri ve bütün bir kainatın değişip başka şekil aldığı bir sırada onun yüce yüzünü bulmaları ne güzel olurdu. (Seyyid Kutub Tefsiri)
15.
Hayır Hayır! Yemin ederim gizlenip geri gelenlere,[*]
HUNNES, "hânis" kelimesinin çoğuludur. Hans ve hunûs, büzülüp sinmek veya gerilemek ve geri kalmak mânâlarına lazım (geçişsiz) ve müteaddi (geçişli) olduğuna göre hânis; sinen, gaip olan veya sindirip gaip eden yahut geri kalan veya gerileten demek olur. "Ha"nın ve "nun"un fethiyle "hanes" de, sığır ve ceylanların burunlarında olduğu gibi, burunun ucu dudaktan geride biraz kalkık ve gerisi basık olmaya denir ki, bu, "fatas" denilen "yass"dan yakışıklıca olur. Onun içindir ki ceylanlara ve yanaklarına ve sığırlara "hunüs" denilir. Burada hans, çoğunlukla lazım (geçişsiz) mânâda kullanılarak geri dönmek ve sinmek demek olur. Dolayısıyla "hunnes", sinenler veya geri dönenler mânâlarıyla tefsir edilmiştir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
16.
O akıp akıp yuvasına gidenlere,[*]
Cereyan kökünden türetilmiş olan "câriye"nin çoğulu, akanlar demek olup "el-Hunnes"in sıfatı veya ondan bedeldir. "Yuvasına girenler" Bu kelime, "kânis" kelimesinin çoğuludur. Kânis, süpürmek mânâsına kens'ten türemiş olması durumunda süpüren; künûs mastarından türemiş olmasına göre de kinas (kümes)a giren demektir. Kinâs, ceylanların ağaçlık ve ormanlık aralığında gizlendiği yatağına, yuvasına denir ki, kumu toprağa kadar süpürüp açtığı için böyle denmiştir. Çokları bu "cevâri"nin gezegenler, özellikle "beş yıldız" adı verilen Zühal, Müşteri, Merih, Zühre ve Utarid gezegenleri olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bunlar güneş ile beraber akıp gider, sonra geri dönmüş görünür, sonra da güneşin ışığında gizlenirler. Görme itibariyle geri dönüşleri hunûs; güneşin ışığında gizlenişleri künûs'tur, demişlerdir ki eski yıldız falcıları bu beş yıldıza "hamse-i mütehayyire" yani "beş gezegen" adını vermişlerdi. Birçokları da genel olarak bunların yıldızlar olduğunu nakletmişlerdir. Bunun şu şekilde izahı yapılmıştır: Çünkü yıldızlar gündüzleyin siner, gözlerden kaybolurlar. Geceleyin de künûs eder, yani yataklarındaki ceylanlar gibi ortaya çıkar, doğarlar. Fakat künûs'un böyle yalnız ortaya çıkmak, görünmek şeklinde tefsir edilmesinde bir kapalılık vardır. Onun için daha doğru olmak üzere şöyle denilmiştir: Çünkü yıldızlar, gündüzleyin ufuk üstünde oldukları halde bile gözlerden gizlenirler. Bu sinmelerine hunûs denilir. Doğduktan sonra da batarak ceylanların yuvalarına girdikleri gibi, ufkun altına girerler. Buna da künûs denilir. âyetinin bu şekilde genel mânâda yıldızlar diye tefsiri Hasen ve Katâ'de'den rivayet edildiği gibi Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Bununla beraber "beş gezegen" şeklinde tefsir edilmesinin de Hz. Ali'den rivayet edildiği söylenmiştir. İkisinde de "kens" ile nitelenmesi, sığır ve geyik gibi ceylanlara benzetme yoluyla istiâre demektir. Çünkü "hans" gibi, künûs ve kinâs da vahşi sığır ve ceylanlar hakkında kullanılan sıfatlardandır. Bundan dolayı İbnü Abbas, Saîd b. Cübeyr ve Dahhâk'ten, zıba yani geyik; İbnü Mesud'dan ise vahşi sığır demek olduğu da rivayet edilmiştir. İbnü Cerir'in bir rivayetine göre İbrahim ile Mücahid bu âyetini müzakere etmişler. İbrahim Mücahid'e: "bunun hakkında işittiğini söyle" demiş. Mücahid: "Biz bir şey işitiyorduk. Bazı insanlar da bunlar yıldızlardır diyorlar" demiş; İbrahim de (Nehaî olacak): "Onlar bunu Hz. Ali diye ona yalan isnat ediyorlar" demiş.
Fakat geyik ve vahşi sığır gibi ceylan kısmından burada bir mecaz ve istiâre düşünülmediği takdirde, bu âyetlerden önce ve sonra zikredilenlere göre bunlara yemin edilmesinde açıkça bir münasebet görülmez. Bu olsa olsa onların yırtıcı hayvanlardan kaçmaları halinde develerin ve vahşi hayvanların toplanması manzarasına bir işaret olabilir.
Gezegenlerin güneşle irtibatlarına göre gidiş ve hareketlerindeki farklılığı düşünmede bir mânâ varsa da, bu gezegenlerin sadece beş tane olduğunu söylemede açık bir mânâ yoktur. Genel olarak yıldızlara yemin etmede ise, âlemde yer işgal eden bütün kütlelerin "Herbiri belli bir vakte kadar yürür gider." (Ra'd, 13/2) âyetinin ifade ettiği mânâya göre belli bir zamana doğru akıp gittiğini haber vererek sûrenin başında söz edilen sona doğru gitmekte bulunduklarını hatırlatmak için önce mekanla ilgili şeylere, ikinci olarak da gece ve sabah ile zamanının akışına yemin edilmiş olmakta açık bir münasebet vardır.
Bununla beraber İbnü Cerir rivayetleri naklettikten sonra hiçbirinin doğrusu şudur diye belirlenmeyip genelliği üzere bırakılmasının daha iyi olacağı görüşüne varmış ve şöyle demiştir: Yüce Allah, bazan hunûs eden yani kaybolan ve bazan akıp giden sonra da yerlerine dönen birtakım şeylere yemin etmiştir. Kinâs, meknis ve mekânis, Arap dilinde vahşi sığır ve geyiklerin girdikleri yerlere denir. Bununla beraber yıldızların bulundukları yerlere istiâre olunması da reddedilebilecek bir şey değildir. Âyette sadece bunlardan biri olduğunu gösteren bir delil bulunmadığından bu sıfatları taşıyanların hepsine genelleştirilmesi daha doğru olur. Fakat bu durumda genelleme yapmak, genel mecaz olmuş olur. Oysa hakiki mânâyı vermek mümkün olur, mecaz olduğunu gösteren bir karine de (ipucu da) bulunmazsa genelleme yapmak nasıl doğru olur? Genelleme yapmanın doğru olduğunu söyleyebilmek için de mecazı gösteren bir karine bulunduğunu itiraf etmek gerekir ki o da söylediğimiz gibi yıldızların kaybolmak ve yerlerine girmek ile akıp gidişlerinin âyetlerin akışına uygun olmasıdır. Bu karine ile rivayetleri toplayıcı olmak üzere genel mecazın daha iyi olduğuna hükmedilebilir. Genel mecaz olarak mânânın özeti, "kaybolmak, akıp gitmek ve yerlerine geri dönmek şeklinde ifade edilebilen vasıflarla hakikat veya mecaz olarak nitelenebilen şeyler" demek olur. Bu ise gaybta sinen ve sonra şu gördüğünüz âlemde hareket edip de yine gayb âleminde karar kılacağı yere varıp gözlerden gizlenen her şeyi kapsar ki bu da âlemin sonradan yaratılması ve yok olması ile "Bütün işler Allah'a döndürülür." (Bakara, 2/210; Âl-i İmran, 3/109; Enfal, 8/44; Hacc, 22/76; Fâtır, 35/4; Hadid, 57/5) mânâsı üzere başlangıç ve sona bir delil olur. Bunu düşündürmek için özellikle ahuların vasıflarının düşünme âleti olarak alınmış olmasında da hayvanî ve insani hayat bakımından düşünülecek incelikler vardır.
Bu rivayetlerde görülüyor ki "el-Künnes" vasfı hep kinasa girmek yani ceylanların ağaçlık ve ormanlık aralığında gizlendiği yataklarına girmesi demek olan "künüs"tan olmak üzere düşünülmüş ve kelimenin aslı olan kens, yani süpürmek mânâsına hiç işaret olunmamıştır. Oysa bu kelimenin, asıl maddesine göre daha kapsamlı olmak üzere bu mânâya da ihtimali vardır. Bu durumda "kens"in müteaddi (geçişli) olan bu mânâsıyla hunûs'un geçişsiz olan iki mânâsından her birine göre şu meâlleri ifade eder.
Birincisi: "Yemin ederim o gayb âleminde gizlenenlere, o akıp akıp süpürenlere." demek olur ki, in "hunnes" kelimesinin sıfatı olarak bunda fesat âlemi olan dünyada temizlik yapma işini yerine getirmekle görevlendirilmiş olan meleklere yemin edilmiş olur.
İkincisi, "Yemin ederim o sinip sinip dönenlere, o akıp akıp süpürenlere." demek olur ki, bunda da "hunnes", dünyaya gelip gidenlere; "el-cevâri'l-künnes" de ondan bedel olarak onları alıp alıp ahirete götüren meleklere işaret olmuş olur. Başvurduğum tefsirlerde meleklere işaret olmasına dair bir nakil görmedim. Ancak "Kâmus"da: "Etrafında melekler dahi" denildiği yazılmıştır. Nazmın da buna ihtimali vardır. Şu halde İbnü Cerir'in dediği gibi, mecazın genelliği daha iyi olunca, "hakiki veya mecazî mânâ ile kendisine "kaybolan, akıp giden ve yerine dönen" denilebilen şeyler" sözünün ifade ettiği gibi bütün bu mânâların düşünülmesi daha iyi olur.
Bu geniş açıklamalardan şunu anlamış oluyoruz ki, iş bu yemininde âlemdeki değişiklik ve halden hale geçişleri anlatmak üzere "Ve'l-Mürselâti" ve "Ve'n-Nâziâti" sûrelerinin başındaki yeminleri de kısaca ifade eden bir kapsam vardır. Nitekim şu yeminlerde de zamanın uğradığı değişiklikler hatırlatılmak suretiyle açık bir korkutma ve müjde görülmektedir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
17.
Kararmaya başladığı zaman geceye,[*]
Gecenin başında ve sonunda alacakaranlık olur. Bunlar ikişer bölümdür. Gündüzün bittiği vakitte başlayan alacakaranlığın birinci bölümünde akşam, ikinci bölümü yatsı vaktidir. Sabahın alaca karanlığının birinci bölümü seher ve sahur vakti, ikinci bölümü de oruca başlama ve sabah namazı vaktidir. Akşam namazı vaktinde azalmaya başlayıp yatsı sonunda en düşük seviyeye inen gündüz sıcaklığı, seher vaktinde tekrar artmaya başlayınca tabiat uyanır, kuşlar cıvıldar, hayvanlar hareketlenir, insan bedeninde de fizyolojik bir uyanma gerçekleşir. Sabah namazı vakti girmeden önce seher yeli eser. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
18.
Teneffüs eden (seher yeli esmeye başlayan) sabaha ki,
19.
Kur’ân değerli bir elçinin ilettiği sözdür.[*]
Âyetlerimizi onlara, hem çevrelerinde hem de kendi içlerinde öyle göstereceğiz ki sonunda onun (Kur’ân’ın) gerçek olduğu, onlar açısından da iyice ortaya çıkacaktır. (Fussilet 41/53)
Elçinin sözü, onu gönderenin sözüdür. Bahsi geçen şeyler (gök cisimleri, gece-gündüz vb…) üzerinde düşünenler, bu kitabın Allah’ın kitabı olduğunu anlarlar. Âyetleri Nebi’ye getiren Cebrail’dir. “Görebildiklerinize ve göremediklerinize yemin ederim ki, Kur’ân şerefli bir elçinin (Cebrail’in) sözüdür. O, bir şairin sözü değildir; ne az inanıyorsunuz! O bir kâhinin sözü de değildir; ne kadar az düşünüyorsunuz! Kur’an, âlemlerin Rabbinden indirilmedir. Eğer o (Muhammed), bize karşı, bazı sözler uydursaydı, onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız.” (Hakka 69/38-47)
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
20.
O elçi güçlüdür, Arş'ın sahibinin yanında çok itibarlıdır.
21.
Orada kendisine itaat edilir, güvenilir.
22.
Sizin arkadaşınız (Muhammed) cinlerin etkisinde değildir.[*]
Peygamberimize (a.s) neden "mecnun-cinlenmiş" dediklerini anlayabilmek için o dönem Arapların Allah, melekler ve cinler hakkındaki inançlarını bilmek gerekir. O dönem Araplar Allah’a inanıyordu ama Allah’ı çok yüce kabul edip, insanları muhatap almayacağına inanırlardı. Alırsa da bu kişi o şehrin en zengin, en itibarlı, en sözü dinlenen insanı olmalıydı. O dönem Araplar Allah’ın gökyüzünün en üst katında ikamet ettiğine, meleklerin de kızları olarak etrafında Kendisini zikreden varlıklar olduğuna inanırdı. Melekler Allah’ın çevresinde olduğu için ilahi bilgiye sahiptir. Meleklerin altında da cinler vardır. Cinlerle melekler akrabalık bağı ile birbirine yakındır. Cin akrabalar meleklerin sahip olduğu ilahi bilgiyi kulak hırsızlığıyla çalarlar ve dünyaya şair ya da kâhin dostuna getirir anlatırlar. O dönem Araplar her şairin bir cini olduğuna inanırdı. Bu cin, şairin içini coşturur, şair bu sayede şiir yazar. Mecnun’nun cinlenmiş anlamına gelmesinin kökeni budur. O dönemde arrâf denen “kahinler” de vardı. Gelecekte ne olacağını haber veren kahinlerin de cinlerle bağlantısı olduğuna inanılırdı. Kahinlere gelecek bilgisini getiren de yine cinlerdir. Kur'an ayetleri de şiirsel vezne sahiptir. Peygamberimiz şiirsel vezni olan ayetleri okuyunca kendisine bu yüzden mecnun-cinlenmiş denmiş. (Onur)
23.
Cebrail’i, o açık ufukta (Hira dağında) görmüştür[*].
Hira Dağı, Kabe’nin etrafında binalar yokken, kolayca görülürdü. Allah Teala şöyle buyurmuştur: (Muhammed) O sözleri kendi arzusuna göre söylemiyor. O söz, kendine gelen vahiyden başkası değildir. Bunu ona, çok güçlü olan (Cebrail) öğretti. Sağlam yapılı olan (Cebrail) ona, kendi yapısıyla göründü. Muhammed, (Kâbe’ye göre) en yüksek ufukta (Hira Dağında) idi. Sonra (Cebrail) yaklaştı ve aşağıya süzüldü. (Muhammed ile) İki yayın yarısı gibi oldular; hatta birbirlerine daha da sokuldular. (Cebrail, Allah’ın) kendine vahyettiğini, (Allah’ın) kuluna (Muhammed’e) vahyetti. (Muhammed’in) Gördüğünü gönlü yalanlamadı. Onun gördüklerine yine de kuşkuyla mı bakacaksınız? (Necm 53/3-12) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
Ve Kur’ân, taşlanmış Şeytan’ın[*] sözü de değildir.
22. âyete göre Mekkeliler Muhammed aleyhisselamın cinlerin etkisinde kaldığını söylüyorlardı. Cinler, birinci kat göğe çıkar, Mele-i A’lâ’dan bazı dostlarına haberler getirirlerdi. (Cin Suresi 72/1-12) İnsanların ve cinlerin yoldan çıkmış olanına şeytan denir (En’âm 6/112). Muhammed aleyhisselam o sözleri, böyle bir şeytandan almamıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
26.
O halde, (ey insanlar), hakikat buyken nereye gidiyorsunuz?
Bu ifade onlar için bir sapkınlık tespitidir. Tıpkı ana yolu terk
edip, zor yürüyeceği patika yollara sapan kimseye “Nereye gidiyorsun!”
denmesi gibi. Böylece onların hakkı terk edip, bundan bâtıla dönmeleri
hususundaki durumları (anayoldan patika yola sapan kimsenin durumuyla)
örneklendirilmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)
27.
Kur’ân, herkes için akılda tutulması gereken doğru bilgidir.[*]
Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât ذكر md.). Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan âyetler ve indirilen âyetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24, En’âm 6/80). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder (Ra’d 13/28) Allah’ı zikretmek; onu, kitabını ve yarattığı ayetleri dikkate almak, akıldan çıkarmamak ve onların üzerine düşünmektir. İnsan bunlardan bildiği kadarıyla sorumludur (Bakara 2/209). Bu sebeple ilâhî kitapların ortak adı Zikir’dir (Enbiya 21/24). Bir âyet şöyledir: “Dikkat edin, kalpler ancak Allah'ın zikri (Kitabındaki bilgiler) ile yatışır.” (Ra’d 13/28)
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
28.
İçinizden doğru olmanın gereğini yapanlar için.
29.
Varlıkların Rabbi (Sahibi) olan Allah gerekli desteği vermezse[*] yapabileceğiniz bir şey yoktur.
Şâe = شاء fiilinin kökü, “bir şeyi var etme” anlamında olan şey =شيء’dir. Özne insansa “gereğini yaptı”, Allah ise “gereğini yarattı” anlamına gelir. Onun mutlaka bir gizli nesnesi/mef’ulü olur ve o nesne cümlenin akışından anlaşılır (Bkz. Müfredât). Bir şeyin olması için Allah’ın ‘Ol!’ emrini vermesi gerekir. (Yasin 36/82) Bu âyete göre, Allah’ın böyle bir emri olmadan hiçbir şey yapamayız. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)