TA HA SURESİ

İniş Sırası: 45 • Mushaf Sırası: 20 • Mekki Sure • 135 Ayettir

Altın Buzağı Hayranlığı (The Adoration of the Golden Calf), Ressam : Nicolas Poussin, Tarih : 1633-1637, Bulunduğu Yer : Ulusal Galeri, Londra

Halk altın buzağı heykeli etrafında dans ederken, beyaz elbiseli olan Musa aleyhisselam kardeşi Harun aleyhisselama "ben yokken burada neler oldu, bu nedir" diye soruyor.

(Allah Tur'da /Sina dağında Musa’ya şöyle dedi:) “Ey Musa! Seni halkından ayırıp vaktinden önce buraya getiren neydi?” Dedi ki: "Onlar benim peşimde(yolum üzere)ler. Rabbim, razı olman için Sana acele geldim." Buyurdu: Doğrusu biz, senden sonra kavmini sınadık ve Samiri de onları saptırdı. Mûsâ derhal son derece kızgın ve üzgün olarak halkına döndü: "Ey milletim!" dedi, "Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Verilen sözün üzerinden çok uzun süre mi geçti, yoksa Rabbinizin gazabının tepenize inmesini mi istiyorsunuz ki bana olan vâdinizden caydınız?" Dediler ki: “Sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Üzerimize Firavun halkından kalan ziynet eşyaları yüklendi. Onları (eritmek için ateşe) attık. Samiri de aynı şekilde attı.” Derken Sâmiri onlara böğüren bir buzağı heykeli (döküp) çıkardı. Sâmiri ve arkadaşları, "işte bu sizin de tanrınızdır, Musa’nın da tanrısıdır, ne var ki o bunu unuttu" dediler. Fakat onlar görmüyorlar mı ki, bu (heykel) kendilerine tek kelime cevap veremez; dahası, kendilerine ne zarar verebilir ne de yarar sağlayabilir? (Taha 83-89)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Tâ, Hâ.
2. Ey Muhammed! Biz sana bu Kur'ân'ı, üzülüp sıkıntı çekmen için indirmedik.[*]

Yani “Mümin olmuyorlar diye nerede ise kendini paralayacaksın!” [Şu‘arâ 26/3] âyetinde ifade edildiği üzere inanmamalarından duyduğun aşırı üzüntüden kendini yorasın diye [Kur'ân'ı indirmedik]. Şekā kelimesi yorulma anlamında da kullanılır. Nitekim bu mânada eşkā min râidi mührin (Tay terbiyecisinden daha perişan / yorgun) şeklinde bir deyiş vardır. Ayette, “Sana düşen görev, tebliğ etmek ve atırlatmaktan ibarettir, sana bunları mutlaka iman ettireceksin diye bir görev yazılmış değildir; yeter ki elçilik ve güzel öğüt vazifesinde kusurlu olma” buyrulmuş olmaktadır. (Zemahşeri Tefsiri)

3. Yalnızca Allah’ın sevgisini yitirmekten korkan kimselere bir uyarı olsun için (indirdik): [*]

Allah’tan korkmak, korku terbiyesine sahip olmaktır. Korkuya tutsak olmamanın en iyi yolu budur. İnsanın korkusunu sadece Allah istismar etmez. Bir önceki âyette bahsedilen mutluluğa ulaşmanın bedeli işte bu haşyettir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

4. Yeri ve yüce gökleri yaratan Allah tarafından indirilmiştir.
5. Rahman / İyiliği sonsuz olan Allah, Arş’ın[*] / yönetimin başındadır.

Kur’an, halkın diliyle inmiştir (İbrahim 14/4). Halk dilinde arş, “saltanat koltuğu”dur (Yusuf 12/100, Neml 27/23). Arşa istiva ise “yönetimin başına geçme” anlamındadır. Türkçede de bu anlamda, “padişah tahta oturdu”, “falan kişi cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu” gibi ifadeler kullanılır. “Allah arşa istiva etti.” sözü de aynıdır. Kâinatın yönetiminin Allah’ın elinde olduğunu ifade eder. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

‘Arş kralın tahtı olduğu ve krallığının ayrılmaz parçası olduğu için, tahta kurulmak / oturmak ifadesi, mülk sahibi olmak, kral olmak anlamında kinaye olarak kullanılmıştır. Nitekim “Falanca tahta çıktı” dedikleri zaman, onun fiilen bir tahtın üzerine oturmuş olmasa da kral olduğunu kastederler. Bu tarz kullanım, “Kral oldu, malik oldu” anlamında meşhur olduğu ve aynı mânayı ifade ettiği için de böyle söylenir. Haddizatında bu şekilde ifade etmek (yani kral oldu demektense ‘tahta çıktı’ demek) daha açıklayıcı ve güçlüdür. Bunun bir benzeri, “Falancanın eli bağlıdır”, “Filanın eli açıktır” gibi ifadelerin cimrilik ve cömertlik anlamında kullanılmasıdır ki bu örneklerde de iki ibare arasında ifade şekli dışında herhangi bir fark bulunmamaktadır. Hatta elini hiç açmamış olan, hatta hiç eli olmayan kimse hakkında bile “eli açık” ifadesi cömert anlamında kullanılır. Çünkü bu ifade Araplar nezdinde “cömert” ifadesi ile aynıdır. Nitekim “ Yahudiler ‘Allah’ın eli bağlıdır’ dediler!” [Maide 5/64] ifadesinde de kastedilen “O cimridir” mânasıdır. Aynı şekilde, “Aksine, O’nun iki eli de açıktır.” [Mâide 5/64] ifadesinde de “O cömerttir” mânası kastedilmiştir. Bu ifadelerde ne ‘el’ ne ‘açıklık’ ne de ‘kapalılık’ kavramları tasavvur edilmektedir. [Eli açık / kapalı olma ifadelerini] nimet anlamında tefsir edip “el”in tesniye olarak (iki el şeklinde) kullanılmış olmasını da buna gerekçe göstermek, çapsızlıktan ve (Ma‘ânî ve) Beyan ilminden hiç nasiplenmemiş olmak ve ondan fersah fersah uzak olmaktandır. (Zemahşeri Tefsiri)

6. Göklerde ne var, yerde ne varsa O’nundur. Bu ikisi arasında olan, yerin altında olan da O’nun’dur.
7. Düşünceni[1*] ister yüksek sesle dile getir (ister getirme); unutma ki O, gizli (düşünceleri) bildiği gibi, ondan daha gizli (duyguları) da bilir.[2*]

[1*] Kavl bu bağlamda “düşünce” vurgusu taşır (Krş: 18:39).

[2*] Sırr, insanın “bilip de gizledikleri” olduğuna göre, “daha gizli-saklı” anlamına gelen ahfâ, sırrdan daha derinlerde olmalıdır. Âyetin girişiyle birlikte ele aldığımızda birinci tür gizleri dile getirilmesi kolay olan düşünceye, ikincisini dile getirilmesi çok daha zor olan duyguya hasretmek yanlış olmayacaktır. Zımnen: Allah seni senden iyi bilir ve bu yüzden seni senin şerrinden de korur. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

8. Allah O'dur ki, O'ndan başka ilah yoktur. En güzel isimler / sıfatlar O'nundur.[*]

el-Esmau’l-Husnâ kullanıldığı dört yerde de tahsis lâm’ı ile gelir. Mükemmelliğin Allah’a mahsus olduğunu ifade eder (Diğerleri için bkz: 17:110; 7:180 ve 59:24). Terkipteki esmânın tekili olan ism, vesm (işaret) ve sumuv (yücelik) köküne nisbet edilir. Birincisi İlâhî esmanın teşbîhî boyutuna, ikincisi tenzîhî boyutuna delâlet eder. “Yüceltme” mânasındaki sumuv, aslında soyutlamayı da ifade eder. Zira soyutlama, şeyleri idrak düzeyine yüceltmedir. Elbet bu içkin varlıklar için geçerlidir. Ama sonsuz ve Mutlak Varlık Allah hakkında konuşmanın önündeki en büyük engel dildir. Dilin katı mekaniği, Mutlak Varlık hakkında konuşmayı sınırlar. Bunu aşmanın tek yolu vardır: mecaza başvurmak. İşte vesm kökü burada devreye girer ve Allah’ın esmasının O’nun niteliklerine ancak mecazen delâlet edebileceğine işaret eder. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

9. Musa’nın haberi sana ulaştı (değil) mi?[*]

İlk surelerde rastlanan (53:36 ve 87:19) kısa atıfların dışında, bu surenin 9. ayetiyle başlayarak 98. ayetin sonuna kadar devam eden bu anlatım, Hz. Musa’nın hayatı hakkında Kur’an’da verilen ilk mufassal anlatımdır. Kıssanın bu bölümde anlatılması surenin baş tarafında geçen (2-4. ayetler) vahiy meselesiyle ve vahyî dinlerin temelindeki ilke birliği konusundaki Kur’ânî öğretiyle bağlantılıdır. (Muhammed Esed Tefsiri)

10. Bir ateş görmüştü ve ailesine, "Burada durun, ben bir ateş gördüm. Olur ki size ondan bir kor getiririm, yahut ateşin yanında bir yol gösterici bulurum" demişti.[*]

Şimdi Hz. Musa ile karşı karşıyayız. Hikâyemizin baş kahramanı, Medyen Mısır yolu üzerindeki Tur dağının yanı başındadır. Yüce Allah'ın peygamberinden biri olan Hz. Şuayb ile arasındaki anlaşma süresinin bitmesi üzerine ailesini yanına almış, tekrar Mısır'a dönüyor. Hz. Şuayb ile yapmış olduğu anlaşma uyarınca kızlarından biri ile evlenme karşılığında ona sekiz yada on yıl boyunca hizmet etmişti. Bu anlaşma süresinin on yıl olması ihtimali daha güçlüdür. Anlaşma süresi dolunca Hz. Şuayb'ın yanından ayrılmayı kararlaştırır. Artık eşi ile birlikte ayrı ve bağımsız bir hayat yaşamak istiyor. Bu hayatı doğup büyüdüğü ülkede, yani Mısır'da kurmay tercih ediyor. İşte bu amaçla yoldadır. Çünkü soydaşları olan İsrailoğulları Mısır'da, Firavun'un kamçısı ve baskısı altında çile dolu bir hayat yaşamaktadırlar. (Hikâyenin bu bölümü, bu sureden önce inen Kasas suresinde anlatılmıştır.)

Acaba niçin Mısır'a dönüyordu? Oysa oradan bir kaçak olarak ayrılmıştı. Çünkü İsrailli soydaşı ile kavga ederken gördüğü bir kıptiyi öldürmüş ve bu yüzden ülkesini kaçarak terketmek zorunda kalmıştı. Üstelik soydaşları olan İsrailoğulları işkenceler altında inlerken kendisi Medyen'de, kayınbabası Hz. Şuayb'ın yanında huzur ve güven içinde yaşıyordu.

Sebep yurt ve aile çevresi özlemi idi. Yüce Allah'ın dileği, Hz. Musa için hazırladığı rollere bu duyguyu siper etmişti. Bizim hayattaki bütün hareketlerimiz de aynı niteliği taşır. Bizleri çeşitli özlemler, esinler, içgüdüler, arzular, acılar ve idealler harekete geçirir. Oysa bunların hepsi, asıl gizli amacın gerçekleşmesini sağlayan görünür nedenlerdir, gözlerin göremediği ve bakışların kavrayamadığı güçlü elin, her şeyi çekip çeviren, her şeye egemen olan, üstün iradeli yüce Allah'ın elinin dıştan görülebilen perdeleridirler.

Bilindiği gibi geleneklere göre, çöllerde yaşayanlar, geceleri tepeciklerde, tümsekler üzerinde ateş yakarlar. Böylece gece yolcuları çölde ateşi görerek yollarını belirler. Ya da ateşin yanına varınca konuk olacakları bir yerleşim birimi veya kendilerine yolu tarif edecek yerli bir rehber bulurlar.

Hz. Musa çöl ortasında yanan bir ateş görünce sevindi. Hemen ateşin yandığı yére gitmeye koyuldu. Amacı öncelikle oradan getireceği bir korla ateş yakarak ailesini ısıtmaktı. Çünkü gece soğuktu. Bilindiği gibi çöl geceleri buz gibi soğuk ve kapkaranlık olur. Başka bir amacı da uzakta yanan ateşin yanında kendisine yolu tarif edecek bir kılavuz bulmaktı, o da olmazsa ateşin yığından yararlanarak kendisi de yolunu belirleyebilirdi.

Hz. Musa bir kor parçası bulmaya, ya da karanlıkta yolunu belirlemeye gitmişti. Ama büyük bir sürprizle karşılaştı. Evet aradığı ateşi bulmuştu. Ama bu ateş, vücutları değil, ruhları ısıtan bir ateşti. Bu ateş de yol bulmaya yarıyordu. Fakat karanlıkta yolunu yitirenlere değil, "büyük yolculuğun" yolcularına ışık tutuyordu. (Seyyid Kutub Tefsiri)

11. Ateşin yanına gelince kendisine şöyle seslenildi; "Ey Musa!
12. Hiç kuşkusuz ben senin Rabbi’nim. Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen kutsal Tuva vadisindesin.
13. Ben seni seçtim, şimdi sen vahyedilecekleri dinle!
14. Ben Allah’ım, benden başka ilah yoktur. Bana kulluk et ve beni zikir[*] için namazı düzgün ve sürekli kıl!

Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât). Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan ayetler ve indirilen ayetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24, En’âm 6/80). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder. (Ra’d 13/28) Allah’ı zikretmek; onu, kitabını ve yarattığı ayetleri dikkate almak, akıldan çıkarmamak ve onların üzerine düşünmektir. İnsan bunlardan bildiği kadarıyla sorumludur (Bakara 2/209). (Hicr 15/9) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

15. Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye kıyamet mutlaka gelecektir. Neredeyse onu gizleyecek ve geleceğinden hiç söz etmeyecektim (ki herkes her an ahirete hazır olsun).
16. Buna inanmayanlar, nefsinin arzu ve ihtiraslarının peşine düşenler, sakın seni ona inanmaktan vazgeçirmesin, sonra sen de helâk olursun![*]

Çünkü ihtirasların tutsağı olmak, kıyamet gününü inkâr etmeye yolaçan başlıca faktördür. Oysa sağlıklı insan fıtratı, samimi olarak inanır ki, dünya hayatında ne insana yaraşır olgunluğa erilebilir ve ne de eksiksiz adalet idealine ulaşılabilir. Bu yüzden mutlaka başka bir hayat biçimi olmalıdır ki, o hayatta insan için belirlenen olgunluğun doruğuna tırmanılabilsin ve bütün davranışlara dengeli karşılıklar biçen mutlak adalet ideali gerçekleşebilsin. (Seyyid Kutub Tefsiri)

17. Sağ elindeki nedir, Ey Musa?[*]

Soru bir şeyi, ya öğrenmek ya da kabul ettirmek için sorulur. Öğrenmek için sorulana tasavvur, diğerine tasdik sorusu denir. Mesela “Hasan mı geldi?” sorusu, gelenin kim olduğunu öğrenmek için sorulabileceği gibi Hasan’ın gelip gelmediğini onaylatmak için de sorulabilir. Daha farklı amaçlarla da soru sorulabilir. Bunların en yaygın olanları şunlardır: Bir şeyin varlığını pekiştirmek için soru (İstifham-ı takrîrî): Babanın oğluna, “Ben senin baban mıyım?” diye sorması böyledir. Bir şeyin yokluğunu pekiştirmek için soru (İstifham-ı inkârî): Yabancı birine, “Ben senin baban mıyım?” diye sorulması böyledir. Bu ayetteki soru istifham-ı takriridir. Bu tarz bir sorunun amacı, bilmediğini öğrenmek değildir. Allah Musa aleyhisselamın elindekinin ne olduğunu elbette biliyordu. Ona bu soruyu sorması onun sıradan bir değnek olduğunu vurgulamak içindir. Allah bu soruyu sormadan direk değneğini yere at deseydi, onun yılana dönüşen ve vurulduğunda denizi ikiye bölen farklı bir değnek olduğu sanılır, Allah’ın bir mucizesi olarak algılanmayabilirdi. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

18. Dedi ki: "O benim asamdır; ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Onun bana başka yararları da vardır."
19. Buyurdu: "Yere at onu ey Mûsa!"
20. Hemen bıraktı. Bir de ne görsün: Hızla kıvrılıp sürünen, kocaman bir yılan oldu!
21. Buyurdu: "Tut onu korkma. Biz onu yine eski durumuna çevireceğiz."
22. Elini koynuna sok, bir başka mucize olarak kusursuz, bembeyaz çıksın.
23. Bunları sana en büyük mucizelerimizden (bir kısmını) gösterelim diye yaptık.
24. Haydi, Firavun’a git; o taşkınlık etti.
BÖLÜM 2
25. Mûsâ, dedi ki: "Rabbim! Gönlüme ferahlık ver
26. İşimi kolaylaştır.
27. Düğümü çöz dilimden;
28. Çöz de sözlerimi iyi anlasınlar.
29. Ailemden bana bir yardımcı ver:
30. Kardeşim Harun’u.
31. Onunla gücümü artır.
32. O’nu görevime ortak et.
33. Böylece sana daha çok ibadet edelim.
34. Ve seni çokça zikredelim.
35. Sen, elbette bizi Görensin."
36. Buyurdu: "İstediğin sana verildi, ey Mûsa."
37. Sana bir defa daha iyilikte bulunmuştuk.
38. Bir gün annene şunları vahyetmiştik[*]:

Kasas 28/7. Bu ayette, Musa (a.s.)’ın annesine vahyedildiği bildirilmektedir. Buradaki vahiyle kastedilen, Allah’ın insanlarla konuşma yollarından biri olan ilhamdır (Şûrâ 42/51). Muhatabın algı ve yorumuyla ilgisi sebebiyle ilham, muhatapları için kesinlik taşımaz. Başkaları için bağlayıcı da değildir. Mûsâ (a.s.)’ın annesinin yaşadığı tereddütler bunu göstermektedir. Kendisine gelen ilham ile çocuğunu emziren ve suya bırakan anne (Kasas 28/7), daha sonra yaptığının doğru olup olmadığı hususunda şüpheler yaşamıştır. Yaptığını açık etmekten son anda yine kalbine doğan bir ilhamla kurtulmuştur (Kasas 28/10). Çocuğu suya bırakmakla ilgili ilhamın doğruluğunu çocuk kendisine döndükten sonra anlamıştır (Kasas 28/12-13). Detaylı açıklama için Nahl 16/68. ayetin dipnotuna bakınız. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

39. “Musa’yı şu sandığa koy da suya / Nil nehrine bırak, nehir onu kıyıya atsın, benim ve onun düşmanı olan biri onu alsın.” Seni sevimli bir çocuk kıldım ki gözümün önünde yetiştirilesin.
40. Kız kardeşin de orada dolaşıyordu, (seni alanlara) şöyle demişti: “Buna bakacak birini size göstereyim mi?” Böylece seni tekrar annene kavuşturduk ki mutlu olsun, artık üzülmesin. (Bir gün) birini öldürmüştün de seni o tasadan da kurtarmıştık. Seni, çeşitli sıkıntılarla imtihan etmiştik. Yıllarca Medyen halkı arasında kalmıştın. Sonra bir plan dâhilinde buraya geldin, ey Musa![*]

Asiye çocuğu evlat edinmesine edinir ama daha sonra çocuğun İbrani (İsrailoğullarından) olduğu anlaşılır. Firavun bir İbranî olduğu gerekçesiyle çocuğu istemez, ancak daha sonra bu durumu kabullenir. Derken çocuğa süt annesi ararlar, bunun üzerine Musa'nın ablası onu emzirecek bir İbranî aile bildiğini söyler ve onu gerçek annesine geri götürür. Böylece Musa Firavun’un sarayında büyür. Olgunluk yaşına henüz gelmişken bir kavgaya karışarak kazaen birinin ölümüne sebep olur ve böylece Mısır’dan Medyen’e kaçmak zorunda kalır. Orada Hz. Şuayb’ in kızıyla evlenir ve daha sonra Mısır’a peygamber olarak geri döner. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

41. Seni kendim için yetiştirdim.
42. Sen ve kardeşin ayetlerimle git. İkiniz de Beni zikretmede gevşek davranmayın. [*]

Musa aleyhisselam Allah Teala’ya, Harun’u kendine yardımcı yapması halinde çokça zikir konusunda söz vermişti. Allah burada onun verdiği sözü hatırlattı (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

43. Firavun’a gidin, çünkü o, gerçekten de azdı.
44. Fakat ona konuşurken yumuşak bir üslup kullanın![*] (O zaman) belki söz dinler, ya da en azından (daha ileri gitmekten) çekinir.

Bkz. 26/20-22, 28/15Tebliğde esas olan, Allah’ın mesajının, ruhlara tesir edecek şekilde muhataplarına inanç ve tutumlarını, kabiliyet ve yeteneklerini dikkate alarak samimi bir tavır içerisinde ulaştırılmasıdır. Tarihsel süreçte tevhid gerçeğini toplumsal yaşama yaymakla ve kitlelere ulaştırmakla sorumlu kılınan bütün peygamberler bu esasa dikkat etmişlerdir. Bu ayetlerde görüldüğü gibi Firavuna gönderilen Hz. Musa ve Harun’a da aynı yolu takip etmeleri tavsiye edilmektedir. Nitekim yozlaşmanın ve yanlış algıların tavan yaptığı cahiliye çağında hayatının her safhasını mücadele ile geçiren Hz. Peygambere izleyeceği yol konusunda da “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel yöntemlerle mücadele et!” (Nahl, 16/125) emri verilmiştir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

45. Musa ve Harun, şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz, onun bize kötülük etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz!”
46. Buyurdu: "Korkmayın! Ben sizinle beraberim; işitiyorum, görüyorum.
47. Hadi gidin ona! Deyin ki; "Biz senin Rabbinin iki resulüyüz. İsrailoğullarını bizimle gönder, onlara işkence etme! Rabbinden sana bir mucize getirdik. Selam, hidayete uyanlaradır.
48. Bize gelen vahye göre Allah’ın ayetlerini yalanlayarak gerçeğe sırt çevirenler azaba uğrayacaklardır."
49. [Fakat Allah’ın mesajı kendisine iletilince, Firavun:] “Ey Musa, sizin Rabbiniz de kimmiş?” dedi.
50. Musa "Bizim Rabb’imiz, her varlığı farklı niteliklerle donatarak yaratan, sonra da bu varlıkları nitelikleri doğrultusunda yönlendiren Allah’dır."
51. Firavun: Öyle ise, önceki milletlerin hali ne olacak? dedi.
52. "Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim ne yanılır ne de unutur!"[*]

Yargıç değil davetçi olduğunu aklından çıkarmayan Hz. Musa Firavun’un tuzağına düşmüyor. Allah’ı tanıyor, O’nun yanılmaz ve unutmaz oluşunun kendisine yettiğini söylüyor. Krş: “Kuşkusuz benim Rabbim dosdoğru bir yol üzeredir” (11:56). Bu diyalog vahiyle gücün karşılaşmasını temsil eder. Bu türden bir karşılaşma bu âyetlerin indiği zaman diliminde Fatıma bt. Hattab ve kocası Said b. Zeyd ile, gücü temsil eden Ömer b. Hattab arasında geçti. Birincilerin Musa rolü oynadığı bu karşılaşma, Ömer’in teslim oluşuyla sonuçlanmıştı. Bu sonuçta en büyük pay işte bu sûrenindi. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

53. (Rabbimiz) Yeryüzünü sizin için bir beşik yapan, orada size yollar açan, gökten su indiren ve onunla erkekli dişili, çeşit çeşit bitkiler çıkarandır[*].

Sözlükte eğmek /bükmek /çevirmek anlamındaki left (لفت) kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır: ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

54. Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için ayetler vardır.
BÖLÜM 3
55. Sizleri topraktan yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve tekrar dirilterek oradan çıkaracağız.[*]

Bu âyette insanın yaratılışı bitkilere benzetiliyor. Bu benzetmenin daha açık yapıldığı bir âyet için bkz: 71:17. Bu pasajın özeti şudur: Allah her şeyi bir amaç için yaratsın da, en güzel kıvamda yarattığı insanı amaçsız mı bıraksın? (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

56. And olsun ki, biz, Firavun’a mucizelerimizin hepsini gösterdik. Böyle iken o yine onları yalan sayıp kabulden çekindi.
57. (Firavun) dedi ki: "Sihrinle[*] bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi bize geldin Ey Musa?

“Sen, bizi sihrinle yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin!?” bu ifadenin derinliğinden Firavun’un Mûsâ Aleyhisselâm’ın getirmiş olduğu şeyden duyduğu korku sebebiyle dizlerinin titrediği anlaşılmaktadır. Çünkü Mûsâ Aleyhisselâm’ın hak üzere olduğunu kesin olarak biliyordu. Üstelik hak üzere olan kimsenin dilese dağları dize getirebileceğini, böyle bir kimsenin asla yüzüstü bırakılmayacağını ve nice destekçisi olacağını, önünde sonunda muhakkak kendi saltanatına da sahip olacağını biliyordu. “Sihrinle…” Bu, bir bahane ve şaşkınlık ifadesidir. Yoksa bir sihirbazın kendisi gibi bir hükümdarı sihirle alt edemeyeceğini ve ülkeden çıkaramayacağını bilmemesi, anlamaması nasıl mümkün olabilir ki? (Zemahşeri Tefsiri)

58. Biz de sana, seninki gibi bir sihir getireceğiz.[*] Şimdi aramızda, uygun bir yerde, senin de bizim de karşı çıkmayacağımız bir buluşma zamanı belirle."

İşte zorbaların, diktatörlerin geleneksel mantığı budur. Onlara göre inanç sahiplerinin mücadelelerinin arkasında mutlaka dünyaya ilişkin bir amaç yatar. Onların savundukları dava, iktidar ve koltuk ihtirasını gizleyen bir maskeden başka bir şey değildir. Sonra onlar dava adamlarında bazı kozlar, bazı haklılık kanıtları görürler. Bu kanıtlar, kimi zaman Hz. Musa'nın mucizeleri gibi, olağanüstü uygulamalar olur. Kimi zaman da olağanüstü bir nitelik taşımamakla birlikte insanların kalplerini yavaş yavaş etkileyen önlemler olur. O zaman diktatörler hemen bu önlemlere görünüşte onlara denk düşen, benzer önlemlerle karşılık verirler. Bize karşı büyü ile mi karşı çıkılıyor? Biz de ona büyü ile karşı koyarız. Bize sözle mi karşı çıkıldı? Biz de ona aynı türden sözlerle karşılık veririz. Bize karşı reformculuk, aksaklıkları düzeltme silahı ile mi çıkılıyor. Biz de bu kampanyaya karşı sözde reformcu ve aksaklıkları düzeltici gibi görünürüz. Bize yararlı bir iş yapılarak mı karşı konuluyor? Biz de başka bir iyi iş yapıyormuşuz gibi sahneye çıkarız. İşte zorbaların zihniyeti, iktidarlarını koruma yöntemlerinin özü budur. Fakat onlar bilmezler ki, inanç sistemlerinin "iman" kaynaklı birikimleri ve yüce Allah'ın yardımı biçiminde cephaneleri vardır. İnanç sistemleri düşmanlarını bu birikimler ile ve bu cephanelerle yenerler. Yoksa görünüşlerle ve şekilci önlemle değil. (Seyyid Kutub Tefsiri)

59. (Mûsâ): "Buluşma zamanınız, Süs (bayram) günü ve insanların toplanacağı kuşluk vakti olsun" dedi.[*]

Ayrıca halkın o gün kuşluk vakti toplanmasını önerdi. Böylece karşılaşma, hem herkese açık bir alanda olacak ve hem de günün aydınlık, güneşli bir diliminde yapılacaktı. Görülüyor ki, Hz. Musa, Firavun un meydan okumasına aynen karşılık verdiği gibi üstelik daha cesurca davranarak bir bayram gününün en aydınlık, en bol güneşli ve en kalabalık olmaya elverişli bir zaman dilimini seçti. Sabah vaktini seçmedi, çünkü o saatlerde halkın çoğu henüz evlerinden çıkmamış olurdu. Öğle vaktini seçmedi, çünkü halkın toplanmasını ayrı sıcak engelleyebilirdi. Akşam saatlerini de seçmedi, çünkü bu saatlerde hava kararacağı için halk toplantı yerinde kalmaz, dağılmaya başlar, ya da dağılmasa bile olup bitecekleri iyi göremezdi. (Seyyid Kutub Tefsiri)

60. Firavun işlerini ayarlamaya girişti, bütün çare ve hilelerini, en usta sihirbazlarını toplayıp buluşma yerine geldi.
61. Musa onlara: "Yazıklar olsun size!" dedi, "Allah’a karşı (böyle) yalan uydurmayın; yoksa O müthiş bir azapla sizin kökünüzü kazır; zaten (böyle) bir yalan uyduran kimse baştan kaybetmiş demektir!"
62. [Firavun ve adamları] yapacakları şey konusunda aralarında tartıştılar, fakat konuşmalarını gizli tuttular;
63. (Firavun ve adamları sihirbazlara) dediler ki: “Bu ikisi (Musa ile Harun) kesinlikle sihirbazdırlar. Sizi sihirleriyle yurdunuzdan çıkarmak ve örnek düzeninizi ortadan kaldırmak istiyorlar.
64. Bunun içindir ki, [ey Mısırlı sihirbazlar] düzenleyeceğiniz oyuna iyi karar verin ve tek bir güç olarak boy gösterin; çünkü, bugün üstün gelen gerçekten başarmış olacaktır!”
65. Onlar: "Mûsâ! İstersen hünerini önce sen ortaya koy, istersen biz ortaya koyalım!" dediler.
66. "Hayır, siz ortaya koyun!" dedi. Bir de ne görsün: onların sihirleri sayesinde, ipleri ve sopaları, kendisine gerçekten hareket ediyormuş gibi geldi.
67. Mûsâ’nın içine bir korku düştü.[*]

İfade söz konusu büyü gösterisinin müthişliğini ve çarpıcılığını açığa vuruyor. Öyle ki, her şeyi işiten ve her şeyi gören yüce Rabbi yanı başında olduğu halde rakiplerinin büyü gösterisi, Hz. Musa'nın içine korku düşürüyor. Hz. Musâ'nın içine korku düşebilmesi için, kendisine daha güçlü olduğunu bir an için unutturan müthiş bir olay meydana gelmiş olmalıdır. Bunun üzerine yüce Allah'ın kendisine, onun yanında olduğunu ve asıl ezici gücün kendinde olduğunu hatırlatması gerekmiştir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

68. "Korkma" dedik, "Sen üstün geleceksin."
69. [Şimdi] sağ elindeki [asâyı] at, bu [senin attığın] onların düzenlediği her şeyi yutacaktır: [çünkü] onların bütün yaptığı sihirden ibaret; ve zaten sihirbaz, hangi amacı güderse gütsün, asla başarıya ulaşamaz!”[*]

Hz. Musa elindeki değneği yere atar atmaz, büyük sürpriz meydana geldi. Ayet,bu sürprizin büyüklüğünü, büyücülerin vicdanlarında meydana getirdiği etkinin sarsıcılığı yolu ile anlatıyor. Bu büyücüler en ateşli bir kazanma hırsı ile bu karşılaşmaya çıkmışlardı. Yarışmaya çıkmaya hazırlandıklarından beri sürekli biçimde birbirlerini yüreklendirmişler, hatta birbirlerini kışkırtmışlardı. Üstelik hepsi de sanatlarının seçkin ustalarıdır. Hatta bu yüzden Hz. Musa'nın gönlüne gizli bir korku salmayı bile başarmışlar, bir peygamber olmasına rağmen yere attıkları değneklerini ve sopalarını sürüngen yılanlarmış gibi görmesini sağlamışlardır.

Ayet, büyücülerin vicdanlarında meydana gelen bu sürpriz sarsıntıyı köklü bir duygu değişikliği ve tam bir başkalaşım olarak ifade ediyor. Öyle ki, adamlar bu durumlarını sözlere dökemiyorlar, neye uğradıklarını anlatacak söz bulamıyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

70. Bu olaydan sonra sihirbazlar hemen secdeye kapandılar ve "Biz Musa ve Harun’un Rabbine iman ettik" dediler.[*]

Pazarlıksız imanın tarihî örneklerinden biri. Bu imanın farkı bilgiye dayalı olması. Onlar büyüyü mucizeden, yalanı gerçekten, imajı hakikatten ayırabilecek bir bilgiye sahip oldukları için gerçeğe tereddütsüz teslim oldular. Aynı olaya şahit olan Firavun ile bilgin-sihirbazlar arasındaki tepki farkının sebebi buydu. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

71. (Firavun) "Demek siz, benden izin almadan ona inandınız ha?" dedi; "Öyle anlaşılıyor ki size sihri öğreten baş ustanız bu olmalı. Fakat dönekliğinizden dolayı kesinlikle ellerinizi ve ayaklarınızı keseceğim; ve topunuzu götürüp hurma kütüklerine asacağım: böylece hangimizin cezasının daha şiddetli ve kalıcı olduğunu iyice anlamış olacaksınız!"
72. "Şu bize gösterilen apaçık mûcizelere karşı artık yaradanımıza tercîh edemeyiz seni" dediler, "elinden geleni yap, zâten ancak şu dünyâ yaşayışında hükmünü yürütebilirsin."
73. Şu kesin ki biz, hatalarımızı ve senin bizi icra etmeye zorladığın sihir türü şeyleri bağışlaması için Rabbimize gönülden inanıp güvenmişiz:[*] Zira Allah (güven duyulanların) en hayırlısı ve en kalıcısıdır."

Firavun (Mısır’ın yerli hükümdarlarına verilen ortak bir isimdir) bir “tanrı-kral” olarak görülürdü ve buna bağlı olarak da, gizli-batınî uygulamaların ve büyünün çok önemli bir yer tuttuğu Mısır dininin ekseni durumundaydı; bunun içindir ki, büyüyü hayatın ayrılmaz bir parçası olarak benimsemek, onun uyruklarından her biri için bir vecîbe, bir görev durumundaydı. (Muhammed Esed Tefsiri)

74. Ve her kim Rabbine günaha batmış bir vaziyette gelirse, cehennem onun içindir. Orada ne ölür, ne de diri kalır.
75. Kim de inanmış ve iyi ameller yapmış olarak Allah`ın huzuruna gelirse, işte böyleleri için de yüksek dereceler vardır.
76. İçlerinde sonsuza kadar yaşayacakları, vadilerinde derelerin, ırmakların çağıldadığı asude hasbahçeler!.. İşte budur, kendini arındıranları bekleyen karşılık.
BÖLÜM 4
77. Yemin olsun, Mûsa’ya şöyle vahyetmiştik: "Kullarımı geceleyin yürüt! Denizde onlar için kuru bir yol aç! Size yetişecekler diye korkma, endişelenme.!"
78. Musa, İsrailoğullarıyla beraber yola koyulunca, Firavun, ordularıyla onların peşine düştü, deniz de onları, tamamıyla kuşatıp kapladı, boğulup gittiler.
79. Firavun kavmini saptırdı ve onlara doğru yolu göstermedi.
80. Ey İsrailoğulları! Böylece sizi düşmanınızdan kurtarmış, Tur’un / Sina dağının sağ yanında sizinle sözleşmiş, üzerinize men / ekmek[*] ile bıldırcın indirmiştik.

Tevrat’ta “men” ile ilgili şu ifadeler vardır: “Rab Musa’ya, “Size gökten ekmek yağdıracağım” dedi, “Halk her gün gidip günlük ekmeğini toplayacak. Böylece onları sınayacağım: Benim yasama göre yaşıyorlar mı, yaşamıyorlar mı, göreceğim.” (Çıkış 16/4-5)

“Akşam bıldırcınlar geldi, ordugahı sardı. Sabah ordugahın çevresini çiy kaplamıştı. Çiy eriyince, toprakta, çölün yüzeyinde kırağıya benzer ince pulcuklar göründü. Bunu görünce İsrailliler birbirlerine, “Bu da ne?” diye sordular. Çünkü ne olduğunu anlayamamışlardı. Musa, “Rabbin size yemek için verdiği ekmektir bu.” dedi” (Çıkış 16/13-15). İsrailoğulları, Allah’ın men ve selva ikramı için “Tek çeşit yemeğe katlanamayacağız” diye yakınmışlardı (Bakara 2/61). Buna göre men ve selvâ bir arada tek çeşit yemek sayılmaktadır. Bu da men için Tevrat’ta geçen “ekmek” tanımının uygun düştüğünü gösterir. Nitekim men ile ilgili şu bilgiler de mevcuttur: “Menin kırağı şeklinde küçük ve yuvarlak, kişniş tohumu gibi beyaz ve ak günnük görünüşünde olduğu, lezzetinin ballı yufkaya benzediği belirtilmektedir (Çıkış, 16/14, 31). Men hiçbir işleme tâbi tutulmaksızın tabii haliyle yenebildiği gibi ondan çeşitli yiyecekler de yapılıyordu. İsrâiloğulları men’i toplar, değirmende öğütür veya havanda döverek tencerede haşlar, pide yaparlardı ve bu taze yağ tadında olurdu (Sayılar, 11/8).” (DİA) (Bakara 2/57, A’râf 7/160). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

81. Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin! Bu konuda azgınlık etmeyin! Yoksa öfkem üzerinize çöker. Ve kimin üstüne öfkem inerse o uçuruma gider.
82. Şurası kesindir ki tevbe eden /dönüş yapan, inanıp güvenen, iyi iş yapan ve bunların yanı sıra[*] doğru yola girmiş olanı ben daima bağışlarım.

Ayetteki sümme (ثمَ)'ye mutlak beraberliği ifade eden “bunların yanı sıra” anlamı verilmiştir. Çünkü “sümme” dört türlü kullanımı olan bir edattır. Bu kullanımlardan biri, sıralama veya öncelik-sonralık kastedilmeksizin mutlak beraberliği ifade eder (Mu’cemu'l-Lugati'l-Arabiyyeti'l-Muasıra, lem-ül Kutub; 1429 h., 2008; c:1, s:328; Yunus 10/103; Hud 11/3, 52; Beled 90/17). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

83. (Allah Tur'da / Sina dağında Musa’ya şöyle dedi:) “Ey Musa! Seni halkından ayırıp vaktinden önce buraya getiren neydi?”[*]

Lafzen, “Seni halkından çabuk olmaya iten nedir?” -Özgürlüğe daha yeni kavuştukları bir dönemde onlara bizzat rehberlik yapmaktan geri durarak onları yalnız bırakmaması gerektiğini îma eden bir ifade. Bu taklit götürmez vecîz ifade tarzı içinde Kur’an, yüzyıllarca süren bir tutsaklıktan sonra siyasî ve toplumsal bağımsızlığına kavuşan bir halkın geçmişinin yozlaştırıcı etkisinden daha uzun bir süre kurtulamayacağı ve özlenen manevî ve toplumsal düzen ve disiplini tek başına ve bir anda gerçekleştiremeyeceği gerçeğini dile getirmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)

84. Dedi ki: "Onlar benim peşimde(yolum üzere)ler.[*] Rabbim, razı olman için Sana acele geldim."

Klasik müfessirler bu cümleyi maddî ve somut anlamıyla tefsir etmişlerdir; yani: “onlar benim hemen peşim sıra geliyorlar ve şimdi bu yakındalar”. Bununla birlikte, Hz. Musa’nın Sina Dağı’na çıkarken yalnız olması istendiğine göre, bizce, o’nun Allah’a cevabı mecaz mahiyetindedir ve o’nun yokluğunda da İsrailoğulları’nın, tebliğ ettiği doğru yol öğretisine bağlı kalacakları inancını ifade anlamındadır; ne var ki, sonraki ayetlerde görüleceği üzere, olaylar Hz. Musa’nın bu kanaatini boşa çıkaracak yönde cereyan edecektir. (Muhammed Esed Tefsiri)

85. Buyurdu: Doğrusu biz, senden sonra kavmini sınadık ve Samiri[*] de onları saptırdı.

Sâmirî’nin özel isim olmadığı açık. Kelimenin sonundaki nisbet yâ’sı, kişinin kavim ya da ülke kökenine işaret eder. Filistin’de Nablus civarındaki bir yerleşim birimi olan “Sâmire’ye (Samaritain) veya Sâmiriyye’ye mensup” anlamında bir nisbet ismi olabilir. Veya eski Mısır dilinde “yabancı” anlamına gelen şimir’in Arapçalaşmış şekli de olabilir. Bu veriler, sözkonusu kişinin, İsrailoğullarıyla birlikte çıkan Mısır yerlisi mü’minlerden biri olmadığını, daha farklı bir etnik kimliğe ait olduğunu akla getirmektedir. O, farklı düşündüğünü ve inandığını, Hz. Musa’nın getirdiği inanca itibar etmediğini ifade etmektedir (96. âyet). Buna rağmen İsrâiloğullarının arkasına takılarak Mısır’ı terk etmiş olması, onun Mısırlıların baskısından kurtulmak isteyen küçük bir göçmen azınlık mensubu oluşuyla açıklanabilir. Zira o doğrudan Mısırlıların tanrısı Apis öküzü heykeli yapmak yerine, onun bir alt türevi olan ve Hindularca da kutsal sayılan inek yavrusu heykeli (Hotor) yapmıştı. İşte bu noktada, Eski Mısır’daki Apis öküzü ve onun alt türevi olan inek kültünün, Hind putperestliğiyle bağlantısı gündeme gelmektedir. İlk Batılı sömürgecilerin dili olan Portekizce’de eski Kalküta/Hind hükümdarlarına “Sâmirî” adı verildiği bilinmektedir. Mısır’daki en eski kavramların Hint kökenli olduğunu söyleyen Hamidullah Mısr-ji kelimesinin Hintliler tarafından “din adamı sınıfına verilen isim” olduğunu tesbit eder. Mısır adının Araplardan önce de kullanıldığının delili, Eski Ahid’de özel bir isim olarak yer almasıdır (Mısrayim, Yaratılış 10: 6). Daha ilginç olan ise Güney Hind dillerinde Nil’in “su” anlamına gelmesidir. Taberî de eski çağlarda eski Hind ile İsrâiloğulları (dolayısıyla Eski Mısır) arasındaki ilişkilerden söz eder. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

86. Mûsâ derhal son derece kızgın ve üzgün olarak halkına döndü: "Ey milletim!" dedi, "Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Verilen sözün üzerinden çok uzun süre mi geçti, yoksa Rabbinizin gazabının tepenize inmesini mi istiyorsunuz ki bana olan vâdinizden caydınız?"
87. Dediler ki: “Sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Üzerimize Firavun halkından kalan ziynet eşyaları yüklendi. Onları (eritmek için ateşe[*]) attık. Samiri de aynı şekilde attı.”

İsrailoğulları Mısır’dan çıkarken, Allah onlara, Mısırlı komşularından altın ve gümüş süslerini/eşyalarını istemelerini emretmiştir. Mısırlılar, İsrailoğullarından ve onlar yüzünden başlarına gelen afetlerden kurtulmak için bunları vermiş, İsrailoğulları da yanlarında bu ziynetlerle yola çıkmıştır (Tevrat/Mısır’dan Çıkış 12:29-37). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

88. Böylece Samiri onlara böğürebilen bir boğa heykeli çıkardı. (Samiri ve taraftarları) “Bu sizin ilahınızdır, Musa’nın da ilahıdır ama o, onu unuttu” dediler.[*]

Kendilerine soykırım uygulayan düşmanları gözlerinde öyle büyümüştü ki, kendilerini onların taptığı putun anasına değil ancak danasına tapmaya lâyık gördüler. Sonuç: düşmanına âşık olan, kendine düşmanlık eder. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

89. Fakat onlar görmüyorlar mı ki, bu (heykel) kendilerine tek kelime cevap veremez; dahası, kendilerine ne zarar verebilir ne de yarar sağlayabilir?
BÖLÜM 5
90. Doğrusu, Harun onlara, bundan önce: "Ey milletim!" dedi, "siz bu heykel ile imtihana tâbi tutuldunuz. Şu kesindir ki sizin Rabbiniz Rahman’dır (çok şefkatli ve merhametlidir). O halde beni izleyin ve emrime itaat edin!"
91. Onlar ise “Musa dönüp gelene kadar boğa heykelinin karşısında saygıyla durmaktan vazgeçmeyeceğiz” demişlerdi.
92. (Musa dönünce) "Ey Harun!" dedi, "Onların sapıttıklarını gördüğün halde neden engel olmadın?
93. Bana uyman gerekmiyor muydu? Şimdi sen emrime karşı gelmiş olmadın mı?"
94. Hârûn, “Ey anamın oğlu!” dedi, “Saçımı sakalımı yolma! Emin ol ki ben senin; ‘İsrâiloğullarının arasına ayrılık düşürdün, sözümü tutmadın!' demenden korktum.”
95. Bu sefer Samirî’ye dönerek: "Samirî! peki senin derdin nedir?" dedi.
96. Dedi ki, "Onların görmediğini gördüm, elçinin öğretisinden bir kısmını alıp attım. Böyle uygun gördüm."[*]

Samiri bu ifadesiyle, Musa aleyhisselamın yolunun tevhid yani Allah’tan başka ilah olmadığı ile ilgili kısmını kabul etmediğini söylemiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

97. Musa: “Defol!” dedi. “Artık bu hayatta sana düşen: 'Kimse kimseye dokunmasın!' demendir. Ayrıca senin için kaçılamayacak bir gün de var. Şimdi, karşısında saygıyla durmaya devam ettiğin ilahına bak! Onu, kesinlikle yakıp eritecek, sonra denize savuracağız.
98. "Size gelince ey İsrailoğulları! Sizin biricik ilahınız, kendisinden başka gerçek ilah olmayan Allah’tır. Sınırsız bilgisiyle her şeyi kuşatan O’dur."
99. Sana katımızdan bir zikir / kitap vererek eskilerin haberlerinden böyle bölümler aktarıyoruz.
100. Bu zikirden yüz çevirenler, kıyamet / mezardan kalkış günü ağır bir günah yüklenecek,
101. Onlar o günahın cezası içinde ebediyen kalacaklardır. Sûra üfürüleceği gün, bu ağır yük onlar için ne kötü bir yüktür!
102. (Bunlar) Sura üflendiği gün olacaktır. O gün suçluları gözleri donuklaşmış[*] bir halde toplayacağız.

Kıyamet günü insanlar mezarlarından kalktigi an, ta hisab yerine gelip, hükmünü alıncaya kadar gozler iyi gorer, ya’ni gercekleri iyi gorecek. Artik gormemek istese de Allah'ın var ve bir olduğunu, Ondan başka ilah olmadigini iyi anlar. Onlara melekler seslenip, “Bugun gozlerin iyi goruyor” der (Kaf 50/21-22, İsra 17/71). Kafirler ondan önce kendilerini bu gunden gaflette iken seni söyler (Enbiya 21/98). Musrikler kendilerinin akibeti kotu olacagini bildikleri icin, alacak hukum ve ceza oncesinden gozleri buyuk korku icinde olacak (Kalem 68/41-43). Hesaba gelince de, onlar’a “bundan önce gaflette idin, gozundeki perdeyi (bile-bile gormemek istegini) kaldırdık, artik gercekleri iyi gorursun!” (Kaf 50/22) denir, onlar da gercekleri iyice gordugunu soylerler ve arkaya donmelerini rica ederler (Secde 32/12). Ama ayetlere inaip, müslüman olanlar o gün asla korkmazlar (Zuhruf 43/66-68). Aynen ayetleri göremezlikte direnen kafirler ise mezarlarindan gozleri kor olarak dirilirler (Taha 20/124). Hesaba geldiklerinden sonra gozleri acilir (Furkan 25/11-12), İbrahim 14/42-43). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

103. Aralarında “Dünyada sadece on (gün) kaldınız” diyerek fısıldaşacaklar.

Gizlice konuşmalarının sebebi içlerini dolduran korku ve dehşettir. Dünyada kaldıkları süreyi kısa bulmalarının sebebi ise ya orada gördükleri zorlukların, kendilerine dünyada geçirdikleri nimet ve huzur dolu günleri hatırlatması, o günlerin ne kadar kısa ve çabuk geçtiğini düşünüp hayıflanmalarıdır. Çünkü huzur ve sevinç dolu günler insana kısa gelir. Ya da o huzur dolu günler geçip gitmiş olduğu için böyle düşünmüşlerdir. Çünkü geçip gitmiş olan şey, zamanında uzun sürmüş olsa da sona ermiş olduğu için kısadır. Nitekim [Abbâsi halifelerinden] Abdullah b. el-Mu’tezz’in [v. 296/908] (kendisi hakkında yazılan) “Allah bâkîliğini uzatsın!” ifadesinin altına, “Sonunun gelecek olması kısa sayılmak için yeter” diye imza atması da buna örnektir. Bir diğer ihtimal de onların bu sözü ahiret hayatının uzun ve ebedî olduğunu gördüklerinde, dünya hayatının ona kıyasla çok kısa olduğunu, dünya ehlinin dünyada kaldıkları sürenin ahirette kalınan süreye kıyasla çok çok az olduğunu ifade etmek üzere söylemiş olmalarıdır. Nitekim Allah Teâlâ da bu kimseler arasında dünya hayatının süresini en kısa olarak ifade eden kişinin sözlerini hatırlatmış ve şöyle buyurmuştur; “En makul olanları bile ‘Sadece bir gün kalmışsınızdır’ der.” Bunun bir benzeri de “Siz yeryüzünde yıl sayısı olarak ne kadar kaldınız?’ buyurur. ‘Bir gün veya daha az bir süre kaldık. Sayabilenlere sor’ derler.” [Mü’minûn 23/112-113] âyetleridir. (Zemahşeri Tefsiri)

104. İçlerinden en kavrayışlısı: “[Orada] sadece bir tek gün kaldınız!” dediği zaman onların birbirlerine (şaşkınlıktan) neler diyeceklerini de, şüphesiz en iyi Biz biliriz.
BÖLÜM 6
105. O gün dağlar ne olur diye soruyorlar sana; de ki: Rabbim onları un ufak eder, kuma döndürür de savurur.
106. Yeryüzünü dümdüz bir hâle getirir.
107. Orada ne bir eğrilik, ne de bir tümsek görmeyeceksin.
108. O gün insanlar, hiç sağa sola sapmaksızın, kendilerini toplamaya çağıran görevlinin adımlarını izlerler. Rahmeti bol olan Allah’ın korkusu ile tüm sesler kısılmıştır. Bu yüzden fısıltıdan başka bir şey duyamazsın.[*]

Daha sonra her şeyi unufak yapıp savuran ve dümdüz hale getiren fırtına diniyor. Toplanıp mahşer alanına getirilen topluluklar sessizliğe gömülüyor. Canlılık ve hareketin izine bile rastlanmıyor. Sürüler gibi sessiz ve teslim olmuş bir halde, sağa-sola bakmadan ve geride kalmadan mahşer yerinde toplanmaya çağıran görevliyi dinliyor ve onun direktiflerine uyuyorlar. -Halbuki onlar daha önce doğru yola çağırıldıklarında geri duruyor ve yüz çeviriyorlardı. Onların teslim oluşlarını şu cümle ifade ediyor. "O gün insanlar hiç sağa-sola sapmadan kendilerini toplanmaya çağıran görevliye uyarlar." Böylece insanların durumlarını sunan sahneyle hiçbir engebesi kalmamış ve dümdüz hale getirilmiş dağlar sahnesi birbiriyle uyum içinde anlatılmıştır.

Sonra korkunç bir sessizlik ve yıldırıcı bir bekleyiş bütün alanı kaplıyor. "Rahmeti bol olan Allah'ın korkusuyla tüm sesler kısılmıştır. Bu yüzden fısıltıdan başka bir ses duyamazsın. O gün bütün yüzler, diri ve tüm varlıkları yönetip gözeten Allah'ın karşısında öne eğiktir."

Böylece Allah'ın yüceliği bütün bir alanı kuşatıyor. Gözün göremeyeceği kadar engin bir alanı korku, sessizlik ve ürperten bir bekleyiş kaplıyor. Konuşmalar fısıltı şeklindedir. Sorular gizlice sorulur. Herkes sessizlik içinde sonucu beklemektedir. O gün başlar öne eğilmiştir. Hayat ve dirlik veren Allah'ın yüceliği, kudreti bütün gönülleri derin bir yücelikle dolduruyor. Burada Allah'ın kendisine söz hakkı verdiği kimsenin dışında şefaat etme yetkisi yoktur. İlmin tamamı Allah'a aittir. İnsanların bilgisi asla O'nu kuşatamaz. Burada zalimler zulümlerinin cezasını yüklenirler. Hüsrana uğrarlar. İman edenler ise güven içindeler. Hesaptaki herhangi bir haksızlıktan veya adaletsizlikten endişe etmiyorlar. Zira zamanında iyi işler yapmışlardı. (Seyyid Kutub Tefsiri)

109. O gün[1*] şefaat, Rahman’ın onay verdiği ve lehine söz söylenmesine razı olduğu kişilerden başkasına fayda sağlamaz[2*].

[1*] O gün, yeniden dirilme ile başlayıp sonsuza kadar devam edecek olan Kıyamet /mezardan kalkış günüdür (Araf 7/32).

[2*] Allah’tan başkasının şefaat yetkisi olmadığı için (En’âm, 6/51; Secde 32/4; Zümer, 39/43-44) şefaati ancak onun yetki vereceği kişiler yapabilirler. Ahirette kimileri doğrudan cennete gideceklerdir. Bunlar, büyük günah işlemedikleri (Nisa 4/31, Necm 53/31-32) veya sevapları günahlarından fazla olduğu için (A’raf 7/8, Karia 101/6-7). cehennemin hışırtısını dahi duymayacaklardır (Enbiya 21/101-103). Bilerek şirk günahı işlemediği halde (Al-i İmran 3/105-106, Nisa 4/115-116) günahı sevabından fazla olanlar ise cehennemde cezalarını çektikten sonra (Karia 101/8-11) cennete gireceklerdir (Meryem 19/68-72). Cennet ile cehennem arasında bir sur olacaktır (Hadid 57/12-15). Surun yüksek yerleri A’raf’tır (Fahrettin er-Razi). Cennete gidenler oradan cehenneme bakabileceklerdir (Saffat 37/50-59). A’raf üzerinde, herkesi yüzlerinden tanıyan değerli şahsiyetler olacaktır (A’raf 7/46). Çünkü o gün kafirlerin yüzü kara, müminlerininki ak olur (Al-i İmran 3/106-107). Allah’ın şefaatten yararlanma hakkı verdikleri, yüzleri ak olanlardır (Meryem 19/87). Onlara kimin şefaat edeceğini de Allah belirleyecektir (Taha 20/109, Sebe’ 34/23). Bunlar, şefaatten sonra cennete girecekler (A’raf 7/46-49) ve oradaki yakınlarının yanlarına yerleştirileceklerdir (Tur 52/21). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

110. Allah, önlerinde[*] olan ve arkalarında kalan ne varsa hepsini bilir. Ama onlar bilgileriyle Allah’ı kavrayamazlar.

Önlerinde olan, o anda var olandır. Arkalarında kalan daha önceden yapıp ettikleridir. (Sebe 34/9, Yasin 36/9, Hadid 57/12). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

111. (O gün) bütün yüzler, Hayy; her zaman diri ve Kayyûm; sürekli işinin başında olan Allah`a boyun eğmiştir. Zulüm yüklenerek gelen gerçekten perişan olmuştur.
112. Kim de inanmış olarak salih ameller işlerse; o, zulümden ve hakkının yenmesinden korkmaz.
113. İşte böylece biz, onu Arabca bir Kur'an olarak indirdik. Onda tehdidlerden nice türlüsünü tekrar tekrar beyan ettik ki, belki sakınır ve takva yolunu tutarlar; yahud o (Kur'an'daki nasihat ve tehditler), onlara bir ibret ve uyanış verir.
114. Gerçek hükümdar olan Allah yücedir! Sana vahyi tamamlanmadan, o Kur’an ile (hüküm vermede) acele etme! De ki; "Rabbim, ilmimi / bilgimi artır!"
115. Doğrusu bundan önce Âdem'e (bu ağaçtan yeme diye) emrettik, fakat unuttu ve biz onda bir azim (bir kararlılık) bulmadık.
BÖLÜM 7
116. Hani meleklere, "Âdem için saygı ile eğilin" demiştik de, İblis’ten başka melekler hemen saygı ile eğilmişler; İblis bundan kaçınmıştı.
117. "Adem" dedik, "Bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi bahçeden çıkarmasın, yoksa perişan olursun.
118. Burada ne acıkırsın, ne de açıkta kalırsın.
119. Burada susuzluk çekmez, güneş altında da kalmazsın.
120. Ne var ki, Şeytan o’na sinsice fısıldayarak: "Ey Adem!" dedi, "Sana sonsuzluk ağacını ve (dolayısıyla) hiç çökmeyecek bir hükümranlığı(n yolunu) göstereyim mi?"
121. Ve böylece her ikisi de o ağac[ın meyvesin]den yediler; bunun üzerine çıplaklıklarının farkına vardılar ve bahçeden topladıkları yapraklarla üzerlerini örtmeye çalıştılar. Ve [böylece] Âdem Rabbine karşı geldi ve dolayısıyla ciddî bir hataya düşmüş oldu.
122. Sonra Rabbı onu seçti de tevbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.
123. (Allah, Âdem ile Havvâ’ya) dedi ki: “İkiniz birlikte o bahçeden inin. Herbiriniz diğerine düşmandır[1*]! Tarafımdan bir rehber / Kitap gelir de kim rehberime uyarsa ne yanlış yola girer ne de mutsuz olur.”

Düşman anlamı verdiğimiz kelimenin kökü olan adv (عدو), haddini aşmak ve uyumsuzluk anlamındadır (Müfredât). Burada ikil zamirden çoğul zamire geçilmiştir. Arapçada çoğul en az üçü ifade ettiğinden buradaki üçüncü varlık İblis’tir. Şeytan insana muhaliftir. Muhalefet eşler ve çocuklar arasında da olur (Teğabun 64/14). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

124. Kim de benim [zikr]imden (Kur’an’dan) yüz çevirirse, şüphesiz ki onun için sıkıntılı bir hayat olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak dirilteceğiz.”
125. Böyle biri kıyamet gününde: “Rabbim ben dünyada gören biri iken, beni niçin kör olarak burada topladın?” diye soracak.
126. Allah da ona, şunun için diye cevap verecek: “Sana mesajlarımız gelmişti de, sen onları gözardı edip unutmuştun. Bu gün de sen, aynen öylece gözardı edilip, unutulacaksın.”[*]

“Sen onları unutmuştun, bugün de sen unutuldun” ifadesi, “sen ayetlerimizi ciddiye almamıştın, öğretilerimizi umursamamıştın, mesajlarımızı gözardı etmiştin, istediğimiz hayatı yaşamayı kendine yakıştıramamıştın ve bugün de aynen öyle umursanmayacaksın, ciddiye alınmayacaksın, gözardı edileceksin ve erdemli insanlar için takdir edilen cennet nimetlerinden yoksun bırakılacaksın!” demektir. Yoksa Allah’ın unutması (hâşâ) söz konusu olamaz. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

127. Çünkü, kendi elindekileri boşa harcayan ve Rabbinin mesajlarına inanmayan kimseleri Biz işte böyle cezalandıracağız; ve [böylelerinin] ahirette [çekeceği] azap, gerçekten de, (azapların) en zorlusu olacaktır!
BÖLÜM 8
128. Kendilerinden önceki nesillerden nicelerini helak etmiş olmamız, onları doğruya yöneltmedi mi? (Oysa bugün kendileri) onların kaldıkları tarihi kalıntıları üzerinde gezinip duruyorlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için ibretler vardır.
129. Eğer Rabbin tarafından daha önce verilmiş bir söz[*] ve tayin edilmiş bir vâde olmasaydı, azap onlara çoktan gelmiş olurdu!

“Verilmiş söz” cezalarının ahirete kadar erteleneceğine dair vaattir; bu vaat olmasaydı, tıpkı ‘Âd ve Semûd’u helâk ettiğimiz gibi bu kâfirlere de helâk hak olurdu, yakalarına yapışırdı buyrulmaktadır. (Zemahşeri Tefsiri)

130. Onların söylediklerine sabret / duruşunu bozma. Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de her şeyi güzel yapmasına karşılık Rabbine ibadet et[1*]. Gece saatlerinde[2*] ve gündüzün bölümlerinde[3*] de ibadet et ki memnun kalasın[4*].

[1*] Güneşin doğmasından önce akşam, yatsı ve sabah namazları, batmasından önce de öğle ve ikindi namazları kılınır.

[2*] Gece, 3 ana bölümden oluşur. Eşite yakın uzunlukta olan birinci ve üçüncü bölümü alacakaranlık, ikisinin arası ve en uzun bölümü, gecenin ortasıdır (Müzzemmil 73/20). Akşamın alaca karanlığı iki bölümden oluşur. Birinci bölümü akşam namazı, ikincisi yatsı namazı vaktidir. Sabahın alaca karanlığı da ikiye ayrılır, birinci bölümü fecr-i kazib yani seher ve sahur vakti, ikincisi de fecr-i sadık yani sabah namazı vaktidir. Yatsının sonundan sabah namazı vaktine kadar olan kısım teheccüd namazı vaktidir (İsra 17/79). O vakitte farz namaz kılınmaz.

[3*] “Gündüzün bölümleri” anlamı verilen etraf’en-nehar (أطراف النهار) ifadesindeki etraf kelimesi çoğuldur. Arapçada çoğul en az üçü gösterdiğinden ayetin bu bölümü gündüz kılınacak nafile namazların en az üç vakitte olacağını gösterir. Bunlar kuşluk namazı ile öğle ve ikindinin sünnetleridir.

[4*] Farz namazların vakitlerini gösteren iki ayet “Namazı kıl!” emriyle başlar (Hud 11/114, İsra 17/78). Farz ve nafile namazların vakitlerini birlikte ifade eden ayetlerde ise “tesbih et” ifadesi kullanılır (Rum 30/17-18, Kaf 50/39-40, Tur 52/48-49,, İnsan 76/26). Türkçede tesbih etme fiili yalnızca belli sözlerin tekrar tekrar söylenmesi şeklinde anlaşıldığı için bu sözcük yerine “ibadet et” fiili kullanılmıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

131. Sınavdan geçirmek amacı ile bazı kâfirlere verdiğimiz dünya hayatına ilişkin çekici nimetlere sakın göz dikme.[*] Rabb’inin katındaki rızık daha değerli ve daha süreklidir.

Bu, hayatın güzel nimetlerinden el-etek çekme çağrısı değildir. Daha kalıcı, köklü değerlerle onurlanmaya, Allah ile sürekli bir bağ içinde bulunmaya ve ondan razı olmaya davet eden bir çağrıdır. Böylece servetin güzelliği karşısında insanların ruhları alçalmaz. Yüce değerlerle onurlanma duygusunu yitirmez. Gözleri kamaştıran sahte güzelliklerin üstüne çıkma özgürlüğünü sürekli olarak korur. (Seyyid Kutub Tefsiri)

132. Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et! Senden rızık istemiyoruz; biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takvâ[*] sahiplerinin olacaktır.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

133. Müşrikler "Muhammed bize Rabb’inden bir mucize getirseydi ya" dediler. Onlara daha önce inen kutsal sayfalara ilişkin açıklamalar gelmedi mi?
134. Kur’an gelmeden önce onları bir azap ile yok etseydik, derlerdi ki: “Rabbimiz! Böyle rezil hale düşüp sürünmeden önce keşke bize bir elçi gönderseydin de senin ayetlerine uysaydık.”
135. De ki: "Herkes (hak ettiği akıbeti) beklemektedir; o halde siz de bekleyiniz! Nasıl olsa, doğru dürüst bir yol seçenlerin kimler olduğunu; ve (bu tercih sonucunda Allah`ın) kimleri doğru yola yönelttiğini, günü gelince öğreneceksiniz.