ŞUARA / ŞAİRLER SURESİ

İniş Sırası: 47 • Mushaf Sırası: 26 • Mekki Sure • 227 Ayettir

Türk şairleri portresi

Şeytanların kime indiğini size haber vereyim mi? Onlar, tüm sahtekar günahkarlara inerler. Bunlar, şeytanlara kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar. Şairlere gelince ancak amaçsız, havai insanlar onların peşinden gider. Görmedin mi onlar, her sahada övgü ve yergiyi abartırlar. Ve yapmadıkları şeyleri söylerler. Fakat inanıp güvenen, iyi işler yapan, Allah’ı çokça anan ve bir de haksızlığa uğradıktan sonra karşılık veren şairler hariç. Haksızlık edenler ise yakında nasıl alt üst olacaklarını öğreneceklerdir. (Şuara 221-227)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Tâ Sîn Mîm
2. İşte sana gerçeği apaçık gösteren[*] Kitap’ın ayetleri...

Kur’an-ı Kerim, muhkem / hüküm bildiren ve müteşabih /muhkemlerin benzeri olup, onların ayrıntılarını ortaya koyan ayetlerden oluşur. Bu metot sayesinde Kitab’ın tamamı ayrıntılı olarak açıklanmış (mufassal), böylece kendisi de apaçık (mübin) hale gelmiş olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

3. Onlar iman etmiyor diye üzüntüden nerdeyse kendini yiyip tüketeceksin.[*]

Ayetlerin ifade üslubunda Hz. Peygamber -salat ve selam üzerine olsun- onların iman etmemelerine sıkıldığından ve üzüldüğünden azarlanıyor gibidir. İfade de bu özellik vardır. Ayeti kerimede geçen "Bahi'un-nefs" kavramı kendisini öldürmek demektir. Bu ifade Resulullah'ın -salat ve selam üzerine olsun- onların ilahi mesaj yalanlamalarına ne kadar üzüldüğünü tasvir etmektedir. Zira o bu yalanlamadan sonra onların başına gelecekleri kesin biçimde bilmektedir. Bu nedenle onlar adına içi yanmaktadır. Çünkü onları kendisinin ailesi, aşireti ve milletidir. İçi daralmaktadır. Bu durumda Rabbi ona acımakta, öldürücü üzüntüsünü hafifletmektedir. İşini kolaylaştırmakta ve ona demektedir ki: Onları imana getirmek senin görevin ve yükümlülüğün değildir. Eğer onları imana zorlamak isteseydik, biz zorlayabilirdik. Onun karşısında imandan başka bir çareye başvuramayacakları mağlup edici bir ayet indirirdik. Böyle bir durumda onların boyun eğiş halleri, somut bir tablo halinde ayette ifadesini bulmaktadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

4. Farklı tercihte bulunsak[*] gökten üzerlerine bir mucize indiririz de ona boyun eğip kalırlar.

Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

5. Her ne zaman Rahman’dan kendilerine yeni bir mesaj gelse, mutlaka ondan yüz çevirirler.
6. Nitekim işte bu mesajı da yalanladılar, ama alay edip durdukları şeylerin haberleri, yakında gelip çatacak onlara.
7. Peki bunlar, yeryüzüne hiç bakıp da düşünmediler mi: orada her çeşitten nice güzel (hayat) türleri çıkarmışız?[*]

İNBAT, görünüşte sadece bitkilere has gibi görünürse de hayvanlara ve insana işaret eder. Zira hepsinde artma gücü vardır. Bununla beraber yalnız bitkileri düşünmek de yeterlidir. Yani o yeryüzünde sınıf sınıf her türlüsünden ne kadar güzel ve faydalı bitkiler bitirmişiz ve bitirmekteyiz? Baksalar ya! Gerçekten yeryüzündeki o çeşit çeşit bitkileri güzel bir sınıflandırma ile gözden geçirmeli de bir bakmalı; o ne kadar hoş, ne kadar çeşitli, ne kadar faydalı çiftler? Aynı çevre içinde o türlü renkler, o türlü şekiller, türlü çiçekler ve meyveler türlü özellikleriyle o kadar değişik sınıflar, cinsler, neviler, çeşitler, o güzel çiftler nasıl tertip ve tanzim olunup çıkıyor? Hem ölüp kuruduktan sonra yeniden yeniye kaç kereler bitirilip bitirilip duruyor. Hiç bu mükemmel sanat, kör bir doğanın kendi kendine gelişmesi olur mu? (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

8. Elbet bunda da alınacak bir ders mutlaka vardır; fakat insanların çoğu yine de inanmayacaklardır:
9. Ve hiç kuşku yok, senin Rabbin Azîz'dir; daima üstündür ve Rahîm’dir; ikramı bol olandır.[*]

Yukarıdaki iki ayet bu surede sekiz kere geçmektedir. Bundan sonraki geçişlerinin her birinde bu ayetler, hemen aynı ifadelerle nakledilen önceki peygamberlere ait kıssalardan hemen sonra bir nakarat gibi gelmektedir. Böylece, hem bütün peygamberlerin ahlakî öğretilerinin temelde birbirleriyle aynı olduğu anlatılmak istenmekte, hem de, 5. ayetteki ifadeyi doğrulayıcı yönde, yarattığı canlı-cansız âlem Allah’ın varlığını gösteren apaçık delillerle dolu olduğu halde, Allah’ın mesajlarına karşı takınılan inkarcı tavrın insanlık tarihinde çok sık tekrarlanan bir olgu olduğuna işaret edilmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)

BÖLÜM 2
10. Bir gün Rabbin Musa’ya şöyle seslendi: “Yanlışlar içinde olan şu halka git.[*]

Hz. Mûsâ (a.s.)’ın durumu Hz. Muhammed (a.s.)’ın durumundan daha çetin idi. Zira o Firavun’un köleleştirdiği bir millete mensup idi. Hz. Mûsâ Firavun’un sarayında büyütülmüştü. Dünyanın en güçlü bir hükümdarını hakka dâvet etmekle görevli idi. Hz. Peygamber ise muhataplarına göre eşit konumda olup, Kureyş’in dünyevî güçleri, Firavun sultanlığı ile kıyas bile edilemezdi. İşte bu kıssa ile Kur’ân Kureyş’e ve herkese şu dersi vermek istiyor: “O zor şartlarda bile hak din galip geldi. Mekke kâfirlerinin bu dâveti engellemesi mümkün değildir.” (Suat Yıldırım Tefsiri)

11. Firavun’un kavmine!..[1*] (Ve sor onlara):[2*] Hâlâ Bana karşı sorumlu davranmayacaklar mı?”[3*]

[1*] A’râf 103’te bundan farklı olarak “Firavun ve önde gelen yakın çevresine” ifadesi yer alır. Zira orada vahyin muhataplarının durumuna, burada ise vahyi iletenlerin durumuna ve özellikle “Rasul Musa”ya, Kasas sûresinde ise “insan Musa”ya vurgu yapılmaktadır.

[2*] Söz geliminden rahatlıkla çıkarılabilecek bu geçiş ibâresi, sözün delâleti açık olduğu için lafzen yer almaz (Taberî). Bu aynı zamanda, Kur’an’ın veciz/eliptik diline güzel bir örnektir.

[3*] Veya: öncesiyle birlikte “..şu bana karşı sorumluluk duymayan Firavun’un kavmine git!” Ela yettekûnun, soru olmaktan daha çok durum bildiren bir işleve sahip olduğunu söyleyen Zemahşerî’ye dayanarak. Kısa bir iki atıf hariç, muhtemelen Kur’an’da Musa kıssasının anlatıldığı ilk sûredir. Buradaki anlatımla Medenî sûrelerdeki anlatım arasındaki esaslı fark şudur: Burada ve Mekkî sûrelerde Musa’nın Firavun’a karşı verdiği tevhid mücadelesi, Medenî sûrelerde ise kendi kavmi olan İsrâiloğullarına karşı verdiği ıslah ve yeniden inşa mücadelesi ele alınır. Bu da bu sûredeki anlatımın öncelikli amacının Allah Rasûlü’nün şahsiyetini inşâ olduğunu gösterir. Anlatımın özet halinde olması, detaylarının bölge Yahudilerinden dolayı nüzul ortamında bilindiğini gösterir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

12. Musa dedi ki: "Ya Rabbi, onlar beni yalanlayacaklar diye korkuyorum.
13. Gönlüm daralır, dilim açılmaz, sen Hârûn’u gönder.
14. Hem ben, onların gözünde suçluyum. Bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum."[*]

Hz. Musa’nın cinayetle suçlandığı ölümlü kavgaya ilişkin bir atıf (Bkz: 28:15 vd.) Burada çekinilen şey öldürülme korkusundan daha çok, verilen görevin bu yüzden akamete uğrama tehlikesidir. Allah Rasûlü’ne zımnen şu söylenmektedir: Musa’nın şartları daha zordu. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

15. Allah buyurdu: "Hayır (seni asla öldüremezler)! İkiniz mucizelerimizle gidin. Şüphesiz ki, biz sizinle beraberiz, (her şeyi) işitmekteyiz.
16. Firavun’a giderek deyin ki: Biz âlemlerin Rabbinin elçisiyiz.
17. İsrailoğullarını bizimle beraber gönder."
18. (Fakat Musa mesajını Firavun’a tebliğ edince, Firavun:) "Biz seni çocukken yanımızda yetiştirmemiş miydik?" dedi, "Ve sen ömrünün pek çok yılını bizim aramızda geçirmemiş miydin?
19. Ama en sonunda sen yine yapacağını yaptın[1*] ve nankörlerden biri olup çıktın!”[2*]

[1*] Bir sonraki âyetten da açıkça anlaşılacağı gibi, Prens Musa’nın neden olduğu ölümlü kazayı îmâ ediyor (Bkz: 28:15 vd.).

[2*] Bu iki âyette Hz. Musa’nın bütün bir hayatı özetlenmektedir: Saraya su yoluyla geliş… Evlat edinilerek prens olarak büyütülüş… Habeş ordusuna komuta edecek kadar yükseliş… Kaza cinayeti ve kaçış. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

20. “Evet o işi ben yaptım” dedi, “çünkü o sırada kendimi kaybetmiştim;[*]

19. âyette Hz. Musa’ya Firavun tarafından söylenen kâfirîn nasıl şer’î değil de lafzî olan “nankör” anlamını ifade ediyorsa, buradaki dâllîn de kök anlamı olan “kaybetme, yitme, yitirme” anlamını ifade eder. Zaten dilde ed-dalâl kasıtlı-kasıtsız, küçük-büyük olmak üzere sapmanın her türünü ifade eder. Buradan yola çıkan Râğıb, her tür hatanın dalâl olarak nitelendirilebileceğini ifade eder ve örnek olarak peygamberlere atfen kullanıldığı Duha 7; Yusuf 8, 30, 95 ve bu âyeti gösterir (Müfredât). Ona göre buradaki dalâl “yanılgı, kasıtsız hata” (sehv) anlamındadır ki, olayın anlatıldığı âyetten Hz. Musa’nın öldürme kastı taşımadığı anlaşılmaktadır (28:15-16; krş: Râzî). (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

21. Sizden korkunca da kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmeti bahşetti ve beni elçilerinden biri yaptı.
22. Başıma kaktığın o iyilik, İsrailoğullarını kendine köle yapman yüzündendir.”[*]

Yani: “İsrailoğullarını köleleştirip sömürdün ve onların sırtından zenginlik edindin. Şimdi de onları köle edinmiş olmayı bir lütufmuş gibi başıma kakıyorsun. Eğer İsrailoğullarının erkek çocuklarını öldürmeseydin, annem beni korkup Nil nehrine bırakmayacaktı ve böylece senin sarayında değil, kendi evimde büyüyecektim. Aslında her ne kadar sarayda yaşamış olsam da sen beni ailemden koparmakla bana iyilik değil zulmettin.” (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

23. Firavun şöyle dedi: "Âlemlerin Rabbi dediğin nedir ki?"[*]

Kapıdaki görevli Firavun’a, “Burada ‘âlemlerin rabbinin elçisi’ olduğunu iddia eden biri var!” deyince Firavun , huzuruna giren Mûsâ’ya “ Âlemlerin rabbi nedir?” dedi; bununla “ Âlemlerin rabbi ne tür bir şeydir!?” demek istiyordu. Bu soruyla ya “Görülebilen ve özellikleri bilinen şeylerden hangisidir?” anlamı kastedilir -ki “O’nun gibi bir Zât’ın benzeri olmaz!” [Şûrâ 42/11] âyetinde ifade edildiği üzere, O’nun bütün varlıklardan farklı olduğunu, görülen ve bilinen madde ve arazlardan olmadığını Firavun’a anlatmak için O’na özgü fiillerle cevap vermiştir- ya da herhangi bir kayıt konmadan O’nun özel hakikati soruşturularak, ‘ne tür bir varlık’ olduğu kastedilir. Mûsâ (a.s.) işbu soruya, O’na ulaştıran şey ile cevap vermiştir; zira O, kendisinin tanınması için sabit sıfatları olduğunu bilmenin yeterli olduğu bir varlıktır; bu sıfatları anlamanın yolu da kendisine özgü fiillerden yola çıkmaktır. O’nun ‘akılların fıtratını’ aşan özel hakikatini araştırmak ise anlaşılma imkânı bulunmayan bir şeyi araştırmak demektir ve [bu anlamda “ Âlemlerin rabbi ‘ne’dir?” diye] soran biri, gerçeğin peşinde olmayan bir inatçıdan başka bir şey değildir. Firavun’un durumuna uyan da -ilâhlık iddiasında bulunduğu için- bu soruyu “âlemlerin kendisinden başka bir rabbi” oluşunu inkâr ettiği için sormuş olmasıdır.

Mûsâ (a.s.) verdiği cevabı verince kavmi, rablığı Firavun dışında birine nispet ettiğinden dolayı bu cevaba şaşırdılar. Sözünü yineleyerek ikinci defa söyleyince Firavun , Mûsâ’yı [27. âyette] “kendilerine gönderilmiş bir elçi” diye nitelendirip kavminin [yani Mısırlıların] gözünde kaçık bir deli konumuna düşürmeye çalıştı. Kararlılıkla üçüncü kez söyleyince bu sefer sertleşip kızdı ve “Benden başka tanrı edinirsen..!” [Şu‘arâ 26/29] dedi. Bu, [yukarıdaki] son görüşün doğru olduğunu göstermektedir. (Zemahşeri Tefsiri)

24. (Mûsâ): "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer gerçekten inanan kimseler iseniz (bunu anlarsınız)" dedi.[*]

Onun için Hz. Musa, cevabta uslüb u hakim denilen tarzı seçip yalnız Rabbülâlemin ismini kavram mânâsıyla düşündürmek üzere "âlemin"i tefsir ederek Göklerin ve yerin ve bütün aralarındakilerin Rabbı, eğer düşünüp anlamaya ehil iseniz, dedi. Yani düşünüp anlamaya ehil değilseniz, anlamazsınız. Fakat eşyanın hakikatini araştırmış, sebepsiz bir hadise olmayacağına tam bir bilginiz var ise, bilirsiniz ki, bu üstünüzdeki gökler ve altınızda ki yer ile aralarındaki bütün bu varlıklar, meydana gelişleri, adetleri, şekillenmeleri, değişikliklere uğramaları ve bütün bu değişme kanunları ile bir Rabbın hükmü ve terbiyesi altında bulunduğuna ve bütün mümkünatının (olabilecek her şeyin) üstünde bir vâcibülvücûd'un (varlığı zorunlu olan bir zatın) ortağı, benzeri olamayacağından zatı, niteliği ile tarif edilmeyip ancak görünen eserleriyle bilinebileceğine tam bir bilgi edinirsiniz. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

25. (Firavun) çevresindekilere yönelerek "Ne diyor, duydunuz mu?" dedi.
26. Mûsâ onu hiç duymamış gibi sözüne devam ederek: "O sizin de, sizden önceki babalarınızın da Rabbidir."
27. Firavun: "Dikkat edin! Size gönderilen bu elçi kesinlikle bir deli!"
28. Musa devamla şöyle söyledi: "Şayet aklınızı kullansanız (anlarsınız ki), O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir."[*]

Şayet “Göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin zikredilmesi yaratılmışların tamamını içine alır. Bundan sonra onları, atalarını, doğuyu, batıyı zikretmenin anlamı nedir?” dersen şöyle derim: Önce genel olarak söylemiş; sonra açıklamak için onları ve atalarını özel olarak zikretmiştir; zira akıl sahiplerinin ilk baktıkları şey kendileri ve atalarıdır; sanatkârane Yaratıcıya kişiyi doğumundan ölümüne kadar şekilden şekle, halden hale sokan Zat’a delâlet eden şeylerdir. Sonra doğu ve batıyı da özel olarak zikretmiştir; zira güneşin yılın mevsimlerinde düzgün bir hesapla, doğru bir yol üzere gidişi, doğu ve batı ufkundan biri üzere doğup diğerinden batışı, delil getirdiği şeyin en açıklarındandır. Bu delilin açıklığından dolayı, Halîlullah İbrahim (a.s.) de, Nemrud b. Ken‘ân’a karşı ölülerle, dirilerle delil getirdikten sonra münazaraya işbu delille (yani güneşle) devam etmişti de söyleyecek söz bulamamıştı kâfir!

Şayet “Nasıl önce ‘yakînen inanan kimselerseniz’ sonra ise ‘kafayı çalıştırıyorsanız’ dedi?” dersen şöyle derim: Baştan yumuşak davrandı; sonra, inatları sebebiyle şiddetle direndiklerini ve sunduğu delillere hiç kulak vermediklerini gördüğünde ise sertleşip “Peygamberiniz delinin teki!” sözüne “Kafayı çalıştırıyorsanız!” sözüyle karşılık verdi. (Zemahşeri Tefsiri)

29. Firavun, “Eğer benden başka bir ilâh edinirsen, andolsun seni zindana atılanlardan[*] ederim.”

Şayet “Seni zindana tıkarım!’ ifadesi ‘Seni zindana tıkılanlardan eylerim!’ ifadesinden daha kısa değil mi, onunla aynı anlamı vermiyor mu?” dersen şöyle derim: Kısa olması açısından doğru, anlam açısından ise hayır. Zira bunun anlamı, “Seni benim zindanlarımdaki -hani şu [içler acısı] durumu bilinen- kimselerden yaparım!”dır. Firavun’un bir âdeti de şuydu: Zindana atmak istediği kişiyi alıp onu yerin derinliklerine inen bir deliğe tek başına attırır, orada artık o, ne duyulur ne de görülürdü! Bu ise ölümden daha zor ve ağır bir durumdur. (Zemahşeri Tefsiri)

30. Mûsa dedi: "Ya sana gerçeği gösteren bir şey getirmişsem!"
31. Firavun: "Eğer doğru söylüyorsan, haydi getir onu" dedi.
32. Bunun üzerine âsâsını bıraktı;[1*] fakat o da ne, bu besbelli ki kocaman bir yılan![2*]

[1*] Elkâ fiili “kaldırıp atmak” değil “almak için atmak”tır (Bkz: 20:87, not 69). Asâ bir çoban değneğidir ve Hz. Musa onu çobanlığı sırasında kullanmıştır. Sembolik olarak Firavunların ünlü kamçısına karşılıktır. Firavunlar günümüze kadar gelen heykellerinin istisnasız tümünde, göğüslerine çaprazlama kavuşturdukları ellerinden birinde kamçı, diğerinde güneşi sembolize eden halkalı haçla resmedilmişlerdir. Zımnî anlamı şudur: Gücünü Allah’tan alan bir çobanın asâsı, Firavun’un kamçısını yener.

[2*] Su‘bân, “kalın ip” anlamına gelir. Büyük yılanlara bu ad verilir. Fakat Kasas 31’de “çevik ve kıvrak ince yılan” anlamına gelen cânn kullanılır. Şu da var ki, bu kelimenin geçtiği cümle bir benzetme cümlesidir: “sanki o, küçük çevik ve kıvrak bir yılan gibiydi”. Bu iki farklı tasviri bir araya getirdiğimizde çıkan sonuç şudur: görünüşte büyük fakat harekette küçük bir yılan kadar çevik (Bkz: 20:20, not 19). (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

33. Ve elini çıkardı, fakat o da ne, bu bakanların (gözünü kamaştıracak) kadar beyaz![*]

“Bakanlar için” ifadesi, Mûsâ’nın elindeki beyazlığın, bakma ile gözetlemenin birlikte gerçekleştiği bir şey olduğuna delildir; çünkü nura benzer bir beyazlık idi. Rivayete göre Firavun ilk mu‘cizeyi gördüğünde “Daha başka var mı?” demiş; bunun üzerine Mûsâ elini çıkarmış ve Firavun’a “Bu ne?” demiş; o da “Senin elin! Ne var ki bunda?” deyince elini koltuğunun altına sokmuş, sonra da onu neredeyse insanların gözlerini kaplayacak, ufku kapatacak bir ışık hüzmesi olarak çıkarmıştır. (Zemahşeri Tefsiri)

BÖLÜM 3
34. Firavun, çevresindeki ileri gelenlere, "Şüphesiz bu, bilgin bir sihirbazdır" dedi.
35. Sizi, yaptığı sihirle, yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne dersiniz?"[*]

Firavunun bu sözlerinden anlaşılıyor ki, o, buna büyü adını verse de mucizenin büyüklüğünü kabul ediyordu. Çünkü o, bu mucizenin sahibini "bilgin" bir büyücü olarak niteliyordu. Yine anlaşılıyor ki, o milletin bu mucizeden etkilenmesinden endişe ediyor ve bu nedenle onları kışkırtıyordu. "Sizi büyücülüğü ile yurdunuzdan çıkarmak istiyor" Ayrıca burada Firavunun kendisini onlara ilah olarak takdim ettiği millete karşı ne kadar güçsüz, iradesiz, hale gelip yıkıldığı, zillete düştüğü açığa çıkmaktadır. Şimdi milletin emrini beklemekte ve onlara danışmaktâdır: "Ne buyuruyorsunuz?" Firavun kendisine uyanların buyurmalarını beklediği sırada, onlar kendisine secde ediyorlardı!

Bu ayaklarının altındaki yerin sarsıldığını hisseden azgın iktidar sahiplerinin değişmez karakteridir. O zamana kadar zorbalıkla işleri yönetirken kritik durumlarda yumuşarlar. Çizmeleri ile ezip geçtikleri uluslara sığınırlar. Daha önce kendi arzularını dikta ile kabul ettirirken, böyle durumlarda göstermelik olarak halka danışırlar. Tehlikeli bölgeyi geçinceye kadar böyle davranırlar. İşlerini düzeltince bir de bakarsın ki, onlar aynı zorbalar, diktatörler ve aynı zalimlerdir! Firavun'un oyununa gelen, hiçbir sağlıklı temele dayanmayan, iktidarlarında da ona ortak olan, kendilerini Firavun'un taraftarı ve yakınları haline getirip nüfuz ve otorite sahibi kılan mevcut statükonun değişmeden devam etmesinde kendilerinin büyük yararı bulunan kodamanlar Firavuna yol göstermişlerdir. Bunlar halk kitlelerinin Hz. Musa'nın iki mucizesini görüp onun sözüne kulak verdikleri taktirde Hz. Musa ve İsrailoğullarının kendi toprakları üzerinde bile kendilerine galip geleceğinden endişe etmişlerdir.. İmkanları birleştirip hazırlık yapıldıktan sonra Hz. Musa'nın büyüsüne aynen onunkisi gibi bir büyü ile karşılık verilmesini önermişlerdir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

36. “Onu ve kardeşini bir süre alıkoy” dediler, “bu arada, şehirlere haberciler gönder,
37. Ne kadar bilgisi derin sihirbaz varsa sana getirsinler."
38. Böylece sihirbazlar, belli bir günün belirlenen bir vaktinde bir araya getirildiler.
39. Halka da: "Sizler de toplanır mısınız?" denildi.[*]

Büyücülerin İsrailoğulları'ndan olan Musa'ya karşı zaferlerini gözetlemek için toplanır mısınız? Sakın o günden geri kalalım demeyin! Halk kitleleri sürekli olarak bu tür işler için toplatılırlar. Bu halk kitleleri zalim yöneticilerinin kendilerini aldattıklarını, kendileriyle oynadıklarını, bu tür yarışlar, törenler ve toplantılar ile kendilerini meşgul ettiklerini, böylece kendilerine uygulanan zulüm, baskı ve kötü hayat şartlarını unutturmak istediklerini anlamazlar. İşte Mısırlılar da bu şekilde toplandılar. Büyücüler ile Hz. Musa -selam üzerine olsun- arasındaki yarışı seyretmek için!

İfadeden halk kitlelerinin nasıl dolduruşa getirilip duygularının sömürüldüğü kendiliğinden ortaya çıkıyor. "Halka da dediler ki, haydi toplanın bakalım" "Toplanın da eğer büyücüler galip gelirlerse onların peşinden gideriz (Seyyid Kutub Tefsiri)

40. "Üstün gelirlerse herhalde sihirbazlara uyarız" dediler.[*]

İfadeden halk kitlelerinin nasıl dolduruşa getirilip duygularının sömürüldüğü kendiliğinden ortaya çıkıyor. "Halka da dediler ki, haydi toplanın bakalım" "Toplanın da eğer büyücüler galip gelirlerse onların peşinden gideriz.

Büyücülerin İsrailoğulları'ndan olan Musa'ya karşı zaferlerini gözetlemek için toplanır mısınız? Sakın o günden geri kalalım demeyin! Halk kitleleri sürekli olarak bu tür işler için toplatılırlar. Bu halk kitleleri zalim yöneticilerinin kendilerini aldattıklarını, kendileriyle oynadıklarını, bu tür yarışlar, törenler ve toplantılar ile kendilerini meşgul ettiklerini, böylece kendilerine uygulanan zulüm, baskı ve kötü hayat şartlarını unutturmak istediklerini anlamazlar. İşte Mısırlılar da bu şekilde toplandılar. Büyücüler ile Hz. Musa -selam üzerine olsun- arasındaki yarışı seyretmek için! (Seyyid Kutub Tefsiri)

41. Sihirbazlar geldiklerinde Firavuna “Eğer biz galip gelirsek bizim için mükâfat var mı?” diye sordular."
42. Firavun "Evet, galip geldiğinizde bana yakınlardan olacaksınız" dedi.[*]

İşte burada azgın Firavun'un kendilerinden destek aldığı ücretli topluluğun asıl kimliği de ortaya çıkıyor. Bunlar bütün ustalıklarını, maharetlerini kendilerini bekleyen ücret karşılığında satıyorlar. Bunların inançla, hiçbir ilgileri yoktur. Sorunla da ilgileri bulunmuyor. Ücret ve çıkar dışında, kendilerini ilgilendiren bir olay yoktur. İşte her yerde ve her zaman zalim, azgın iktidar sahiplerinin kullandıkları kişiler de bu tür kişilerdir!

Şimdi onlar insanları aldatmak için sergiledikleri oyunlarının, ustalıklarının ve emeklerinin karşılığını alacaklarını sağlama bağlamış bulunuyorlar. İşte Firavun da onlara ücretin fazlasını söz veriyor. Her birinin kendisinin yakınları arasına gireceklerini söz veriyor. Ki o hem kraldır hem de ilahlık iddiasında bulunan bir azgındır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

43. Yarışma başlayınca Mûsa: "Önce siz marifetinizi ortaya koyun, ne atacaksanız atın!" dedi.
44. Bunun üzerine onlar iplerini ve değneklerini attılar ve "Firavun’un gücüyle elbette bizler üstün geleceğiz" dediler.[*]

Büyücülerin kazanacaklarına dair bu güven duygusunun sebebi 7:116’da açıklanmaktadır (“insanların gözlerini büyüyle bağladılar ve onları korkuyla şaşkına çevirdiler”); ayrıca 20:66-67’de de bu hususa temas edilmektedir (“büyülerinin marifetiyle onların ipleri ve asâları yaptıkları sihir marifetiyle o’na (Hz. Musa’ya) hızla akıyorlarmış gibi gözüktü; bu yüzden Hz. Musa’nın içinde bir korku belirdi”). (Muhammed Esed Tefsiri)

45. Mûsa da asasını attı. Bir de ne görsünler, o onların hüner olarak ortaya getirdikleri şeyleri yalayıp yutuyor.[*]

Büyücülerin ileri gelenlerinin beklemedikleri dehşet verici olay meydana geliyor. O güne kadar içinde yaşadıkları ve tam anlamı ile öğrendikleri sanatlarının en büyük ürününü ortaya koymaya çalışmışlar, büyücülerin yapabileceklerinin en büyüğünü yapmışlardı. Üstelik onlar büyük bir gruptu. Her yerden toplatılıp getirilen büyük bir topluluktu. Musa ise tekti. Yanında sadece Asası vardı. Buna rağmen Asası onların uydurduklarını birden yutuvermişti. Yutuvermek, yemenin en çabuk şeklidir. Onlar şimdiye kadar büyüde göz boyamanın esas olduğunu biliyorlardı. Fakat şimdi bu Asa onların iplerini ve sopalarını gerçekten yutuyordu. Hiçbir izleri kalmıyordu. Eğer Hz. Musa'nın yaptığı da büyü olsaydı, onlara ve insanlara Hz. Musa'nın yılanının onları yuttuğu hayal halinde gösterildikten sonra ipleri ve sopaları ortada kalırdı. Fakat onlar bakıyorlar ve bunların izlerine bile rastlamıyorlardı!

İşte bu durumda artık tartışma götürmeyen apaçık gerçeğe boyun eğmemek için kendilerine hakim olamıyorlar. Çünkü onlar herkesten daha çok onun gerçek olduğunu biliyorlardı: (Seyyid Kutub Tefsiri)

46. Bunu gören sihirbazlar derhal secdeye kapandılar.
47. "Alemlerin Rabbine inandık" dediler.
48. "Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine."[*]

Onlar az önce paralı askerlerdi. Ustalıklarına karşı Firavun'dan karşılık bekliyorlardı. Bir inanç ve problem sahibi değillerdi. Yalnız kalblerine dokunan gerçek onları birden değiştirmişti. Benliklerini titreten bir sarsılıştı bu. Birden onları herşeyden vazgeçirmişti. Ruhlarının derinliklerine, kalblerinin merkezine ulaşmıştı. Oranın üzerini kaplayan sapıklığın tortularını silip götürmüştü. Onları tertemiz yapıp diriltmiş, Hakka boyun eğer hale getirmiş, imanla onarmıştı. Hem de kısa bir zaman diliminde. Bir de bakıyoruz ki, onlar gayri ihtiyari secdeye kapanıyorlar. Dilleri depreniyor. Apaçık yakın bir ifade ile iman gerçeğini haykırıyorlar. "Ve bütün varlıkların Rabb'ine inandık." "Musa ile Harun'un Rabb'ine dediler."

İnsanın kalbi gerçekten hayret edilecek bir varlıktır. Merkezine ulaşan tek bir dokunuş bile onu kökten değiştirebilir. Allah'ın peygamberi -salat ve selam üzerine olsun- doğru söylemiştir: "Her kalb Rahman'ın iki parmağı arasındadır. Dilerse onu düzeltir (doğrultur) dilerse eğriltir (saptırır)" (Buhari-Müslim) İşte bu şekilde paralı asker olan büyücüler, mü'minlere, seçkin mü'minlere dönüştüler. Hem de yığınlarca halk kitlelerinin, Firavun'un ve kurmaylarının gözleri önünde ve işitecekleri bir şekilde.. Azgın, zalim bir iktidarın karşısında apaçık iman etmelerinin ne gibi sonuçları ve cezaları olacağını düşünmeden, zorba iktidar sahibinin ne söyleyeceğine, ve ne yapacağına aldırmadan, bu imana gelmeyi gerçekleştirdiler.

Bu, Firavun'un tahtını tehdit eden bir değişiklikti. Zira bu tahtın üzerinde kurulduğu dini efsaneyi (mitolojiyi) ilahlık veya tanrıların oğlu olma efsanesini tehdit ediyordu. Bazı asırlarda bu tur dini efsaneler yaygınlık kazanmıştır. Bunlar da işte o dindeki büyücülerdi. Büyücülük kutsal bir meslekti. Bu sanat, ülke çapında, sadece tapınakların kahinlerine serbestti. İşte onlar da şimdi Alemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine iman ediyorlardı. Halk kitleleri inançları noktasında kahinlerin peşinde giderlerdi. Kahinler de böylece onları oyalarlardı. Artık Firavun'un tahtının dayanağı sadece bire inmişti. Bu da kaba kuvvetti. Bu kaba kuvvet ise, inanç olmadan bir tahtı ayakta tutamaz ve bir rejimi koruyamaz.

Biz Firavun ve etrafındaki kurmaylarının bu korku ve endişelerinin nedenini kestirebiliyoruz. Yeter ki, bu gerçeği doğru anlayıp değerlendirebilelim. Kahin ve büyücü olarak gelip böyle açık, net, etkileyici, bir biçimde iman etmeleri kabul ederek ve gönülden boyun eğip bağlanarak, secdeye kapanmadan edemeyen bu kitlenin iman etmelerini düşündüğümüzde, Firavun ve kurmaylarının korkusunu haklı buluruz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

49. Firavun haykırdı: "Ben size izin vermeden ona inandınız ha! Anlaşıldı, o sizin hepinize sihirbazlığı öğreten büyüğünüz.[*] Yakında bileceksiniz. Yemin olsun, ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlamasına keseceğim ve yemin olsun sizi toptan asacağım."

"Ben size izin vermeden ona inandınız öyle mi?" Siz ona inandınız dememiş, onların bu hareketini kendisi izin vermeden Musa'ya teslim olma şeklinde değerlendirmiştir. Bu iradesine sahip, hedefini bilen, sonucu kendisi hazırlayan, herşeyini kendisi planlayan birinin manevralarına benzer bir hareket tarzıdır. Onun kalbi büyücülerin kalbine dokunan mesajı hissetmemiştir. Zaten zorbaların, zalimlerin kalbleri ne zaman bu tür aydınlatıcı dokunuşları hissetmiştir ki? Sonra o, bu tehlikeli dönüşümü etkisiz bırakmak için, büyücüleri anında suçlamaya başlıyor. "Hiç kuşkusuz o size büyücülüğü öğreten elebaşınızdı." Bu gerçekten hayret edilecek suçlamadır. Yegane yorumu da şu olabilir: Aynı zamanda kahin olan bu büyücülerden bazıları, Firavun onu evlat edindiği için sarayda Musa'nın eğitimini üstlenmişlerdi. Veya Hz. Musa'nın bazen tapınaklarda onlarla başbaşa kaldığı oluyordu. İşte Firavun, Hz. Musa ile büyücüler arasındaki bu uzak ilişkiye sığınıyor. Ayrıca bu ilişkiyi de ters yüz ediyor: "O sizin öğrencinizdir" diyeceği yerde "O sizin elebaşınızdır" diyor. Böylece halk kitlelerinin gözünde işin önemini ve dehşetini arttırmaya çalışıyor! (Seyyid Kutub Tefsiri)

50. (İman eden sihirbazlar) "Ziyanı yok" dediler, "Nasıl olsa biz Rabbimize döneceğiz.
51. (Burada) ilk inananlar biz olduğumuz için şüphesiz Rabbimizin, hatalarımızı bağışlayacağını umuyoruz."[*]

Zararı yok. Sağlı sollu birer el ve ayağımızın kesilmesi önemli değil. Asılmanın ve işkencenin önemi yok. Öldürüleceğimize ve şehid edileceğimize aldırış etmiyoruz. Önemi yok, çünkü biz Rabbimize dönüyoruz.. Artık biz Rabbimize döndükten sonra bu yeryüzünde ne olursa olsun. Bizi ilgilendiren, olmasını umduğumuz tek şey: "Rabbimizin günahlarımızı bağışlamasıdır." "Müminlerin ilkleri olduğumuz için" Herkesten önce bu mesaja sarıldığımız için.

Aman Allah'ım! İman vicdanları aydınlatınca, ruhları coşturunca gönüllere huzur doldurunca, çamur balçığını yücelerin yücesine yükseltince, kalpleri zenginlik, bolluk ve azık ile doyurunca ne dehşet verici güce dönüşüyor, yeryüzündeki her şeyi ne kadar değersiz, basit ve önemsiz hale getiriyor.

Anlatımın seyri içinde bu parlak edebi güzelliğin üzerine, perde kapanıyor. Daha fazla birşey anlatılmıyor. Böylece sahnenin hayranlık veren güzelliği ve derin etkisi olduğu gibi kalıyor. Bu anlatım ile Mekke'de zorluğa, sıkıntıya ve işkenceye katlanan, bunlara göğüs geren ruhlar, gönüller eğitiliyordu. Azgınlığa, zulme ve işkenceye karşı koyan her inanç sahibi de onunla eğitilir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 4
52. Musa'ya: "Kullarımı geceleyin yürüt. Şüphesiz siz takib edileceksiniz" diye vahyettik.
53. Firavun ise onları takip etmek gayesiyle, bütün şehirlere asker toplamak üzere görevliler çıkardı.[*]

Olaylar ve zaman açısından bir boşluk var burada. Bunlar bu sırada ele alınmıyor. Bu yarıştan sonra Hz. Musa ve İsrailoğulları Mısır'da bir süre yaşadılar. Yüce Allah Hz. Musa'ya milletinin göçmesini bildirmeden önce A'raf suresinde anlatılan diğer mucizeler de bu süre içinde meydana gelmişti. Fakat buradaki ayetler onlara değinmiyor ki, surenin konusuna ve asıl yönelişine uygun düşen sonuca ulaşsın.

Firavun İsrailoğullarının aniden kaçtıklarını öğrenmişti. "Genel Seferberlik" diye adlandırılabilecek bir hal ilan étti. Şehirlere elçiler gönderdi. Kendisine ordular toplamalarını istiyordu. Hz. Musa ve milletini yakalamak onların planlarını başlarına geçirmek istiyordu, fakat o bu planın, plan sahibi olan yüce Allah tarafından planlandığını bilmiyordu!

Firavun'un kuklaları ona asker toplamaya koyulmuşlardı!.. Yalnız böyle bir toplama hareketi Firavun'un korktuğunu, Hz. Musa ve onunla birlikte olanların güçlülüğünü ve büyük bir tehlike olduklarını, bu nedenle sözde ilah bir kralın böyle bir genel seferberliğe girişmeye gereksinim duyduğu imajını verebilir. Öyleyse mü'minlerin halini basite indirgemek gerekmektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

54. Toplanan askerlerine dedi ki, "Bu adamlar, bir avuçluk, az sayıda bir toplulukturlar."
55. Fakat kalpleri bize karşı kin ve nefretle dolu;
56. Biz ise dikkatli davranan koca bir kitleyiz."
57. Bunun üzerine biz onları bahçelerinden, pınarlarından çıkardık.
58. Hazinelerden ve konforlu köşklerden de.
59. Her şey işte böyle olup bitti. Sonuçta Biz İsrailoğullarını, onlardan geriye kalanlara mirasçı kıldık.
60. Ve sonunda (Mısırlılar) gün doğarken onlara yetiştiler;
61. İki topluluk birbirini görünce, Musa’nın arkadaşları: "İşte yakalandık" dediler.
62. (Musa) "Hayır, asla!" dedi, "çünkü Rabbim benimledir, elbet bir çıkış yolu gösterecektir!"
63. Biz Mûsâ’ya: "Asânı denize vur!" diye vahyettik. Vurur vurmaz deniz yarıldı, öyle ki birer koridor gibi açılan yolun iki yanında sular büyük dağlar gibi yükseldi.
64. Arkadan gelenleri oraya yaklaştırdık.
65. Musa ve beraberinde bulunanların hepsini (yarıktan geçirerek) kurtardık.
66. Sonra da, arkalarından gelenleri suda boğduk.[*]

Mucize meydana geldi. İnsanların imkansız dediği şey, gerçekleşti. İnsanlar bunu söylerken, Allah'ın yasasını sürekli tekrar olunan ve alışageldikleri şeylere göre değerlendirmektedirler. Yasaları yaratan yüce Allah, dilediğinde iradesine uygun olarak onları işletme gücüne sahiptir.

Mucize meydana geldi. Suyun iki dalgası arasında bir yol açıldı. Su yolun her iki tarafında büyük dağ gibi durdu. Ve İsràiloğulları yola girdiler. Firavun ve askerleri, bu harika sahne ve hayret verici olay karşısında apışıp kaldılar. Şaşkın halde durup izlediler.

Orada şaşkın halde uzun boylu durmuş olması gerekir ki, askerlerine bu açılan hayret verici yoldan İsrailoğullarını izlemeye koyulmalarını emretmeden Hz. Musa ve milletinin denize açılan yoldan tamamen karşıya geçtiğini görebilsin. Allah'ın planı tamamlandı. İsrailoğulları karşı sahile çıktılar. Bu arada Firavun ve askerleri bütünü ile suyun dalgaları arasında kaldı. (Seyyid Kutub Tefsiri)

67. Şüphesiz bunda bir ibret vardır. Onların çoğu iman etmemişti.
68. Şüphesiz senin Rabbin Azîz'dir; daima üstündür ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
BÖLÜM 5
69. Onlara İbrahim’le ilgili şu haberi anlat.[*]

Önceki kıssa “hatırlatmayı” amaçlayan iz zaman zarfı ile başlamıştı. Zira maksat doğrudan Allah Rasûlü’nün şahsını inşâ idi. Fakat bu kıssa “aktar, naklet” ile başlıyor. Çünkü maksat müşrik muhatapları uyarıdır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

70. Bir gün babasına ve halkına şöyle dedi: “Siz neye kulluk ediyorsunuz?”
71. Dediler ki: “Putlara kulluk ediyoruz. Onların karşısında saygıyla durmaya da devam edeceğiz.”
72. (İbrahîm, onlara) dedi ki: "Dua ettiğiniz zaman, o putlar sizi işitiyorlar mı?"
73. Yahut size fayda veya zarar veriyorlar mı?
74. “Hayır ama...” dediler, “Biz, atalarımızı da böyle yapıyor bulduk![*]

Cümlenin başındaki bel takısı şaşkınlık ifade etmektedir. Bu şaşkınlık sebebiyledir ki, Hz. İbrahim’in halkı, o’nun puta-tapma konusundaki eleştirisine doğrudan cevap vermekten kaçınarak sadece bu tapınmanın geleneksel olduğunu, geçmişe dayandığını söyleyerek işin içinden sıyrılmak istemektedir; ve tabii, bunu yaparken de, Zemahşerî’nin belirttiği gibi, bir şeyin öteden beri yapılıyor olmasının o şeyin doğruluğunu göstermeye yetmeyeceğini unutmaktadır. Râzî, kendi adına, yukarıdaki ayetin, taklîd’in tabiatındaki gayriahlakîliği (fesâd) gösteren en kuvvetli Kur’ânî delillerden biri olduğunu ifade etmektedir. Burada taklîd derken, dinî anlayış ve uygulamaların, sorgulamadan, hiçbir tahkik ve kritiğe başvurmadan olduğu gibi, körü körüne benimsenmesi anlaşılmalıdır. (Muhammed Esed Tefsiri)

75. İbrahim: “Peki neye kulluk ettiğinizi hiç düşünüyor musunuz?” dedi.
76. Siz ve geçmiş atalarınız?
77. "O putlar, benim düşmanlarımdırlar. Benim tek dostum alemlerin Rabb’i olan Allah’tır.
78. Beni yaratan ve bana yol gösteren O’dur.
79. Beni yediren ve içiren de O’dur.
80. Hastalandığımda O şifa[*] verir bana.

Burada Allah’a Şâfî ismi değil, yeşfî fiili isnat edilmektedir. İsimler dilde sabitlik ve devamlılık ifade ederken, fiiller yenilenme ve kesintililik ifade ederler. İsimler zaman bildirmezken, filler zaman bildirirler. Kur’an’da şifa Allah’a hiç isim olarak isnat edilmez. Kur’an’daki esma-i hüsna içerisinde Şâfî diye bir isim yer almaz. Allah’a eş-Şâfî diye bir isim nisbet eden esma-i hüsna rivayetleri ise, hem metin hem de senet açısından sorunludur. Allah’a isnatla gelen kimi fiillerden isim türetenler, bu konuda ortaya tutarlı bir yöntem koyamamışlardır. Dolayısıyla Allah’ın zâtına isim olarak aldığı esmaya kanaat edip, O’na isnatla gelen fiilleri de ‘ef’âl-i hüsna’ kabilinden görmek, “O’nun isimleri konusunda doğru yoldan şaşmama” (7:180) emrine en uygun davranıştır (Bkz: M. İslamoğlu; Kur’an’a Göre Esma-i Hüsna, I, 72-86). (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

81. Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O’dur.
82. Hesap günü hatamı bağışlamasını umduğum da O’dur!"[*]

Rabb'ini bu şekilde tanıyan, bu anlayışla onun bilincinde olan, gönlünün derinliklerinde bu yakınlığı hisseden, hem Nebi, hem Resul olan Hz. İbrahim'in -selam üzerine olsun- en büyük umudu.. Evet en büyük arzusu kıyamet gününde Rabb'inin onun günahlarını bağışlamasıdır. O kendi nefsini: temize çıkarmamaktadır. Kendisinin bir günahı (suçu) olmasından endişe etmektedir.

Ameline güvenmemektedir. Kendi yaptıkları ile bir mükafatı hak ettiği kanısında değildir. Ancak O, Rabbinin lütfundan umutludur. Rahmetini ummaktadır. Affedilmesine ve günahlarının bağışlanmasına yönelik arzusunu kamçılayan tek sebep de budur.

İşte bu, takva bilinci, edep bilinci ve sakınma bilincidir. Bu aynı zamanda Allah'ın nimetlerini sağlıklı bir biçimde değerlendirme bilincidir. Ayrıca kulun amelinin değerini de ortaya koymaktadır. Allah'ın nimetleri gerçekten büyük mü büyük. Kulun ameli ise sönük mü sönüktür.

Böylece Hz. İbrahim Rabbinin niteliklerini verirken sağlıklı inancın ana ilkelerini özetlemektedir. Alemlerin Rabb'ı olan Allah'ı bir kabul etme, yeryüzünde insanın hayatına ilişkin en ince meselelere varıncaya kadar beşerin bütün tasarruflarını onun belirlediğini kabul etme, ölümden sonra diriltme ve hesaba çekme, Bunlar hem Hz. İbrahim'in milletinin hem de Mekke'li müşriklerin inkar ettiği olgulardır.

Sonra içini Allah'a açan tövbekar Hz. İbrahim, geniş ve uzun bir duaya başlıyor. Tam bir iman ve içten boyun eğiş ile Rabbine yöneliyor.(Seyyid Kutub Tefsiri)

83. Rabbim! Bana hikmet / doğru karar verme yeteneği ver ve beni iyiler arasına kat.[*]

İbrahim aleyhisselam bu mücadeleye, erginlik çağına girdiği sırada başladı. O zaman henüz nebi değildi. Eğer nebi olsaydı Allah ona kitap ve hikmet vermiş olacağından “Bana hikmet ver” diye dua etmezdi (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

84. Gelecek nesiller içinde iyi nam bırakmayı, hayırla anılmayı nasib eyle bana.
85. Beni nimetlerinle dolu cennetin mirasçılarından kıl!
86. Babamı da bağışla. Çünkü o, sapıklardandır.
87. İnsanların yeniden dirilecekleri gün beni mahcup etme."
88. Bir gündür ki o, ne mal fayda verir ne oğullar.
89. Yalnız temiz bir kalple[*] Allah'a varan kurtulur.

İfadenin açıklaması şudur: Sana “Zeyd’in malı ve çocukları var mı?” denilir. Sen de “Onun malı ve çocukları temiz kalbidir” dersin. Böylece, onun malının ve çocuklarının olmadığını, bunların yerine sadece temiz bir kalbi olduğunu söylemek istersin. [ii] Dilersen, cümleyi mânaya da hamledebilirsin; yani malı ve çocukları zenginlik anlamında kullanabilirsin. Bu durumda adeta “Allah’a kalb-i selîm ile gelenin zenginliği hariç, hiçbir zenginliğin fayda vermediği gün…” denilmiş olur; zira kişinin dünyevî zenginliği malı ve çocukları, dindeki zenginliği ise kalb-i selîmidir. [iii] Ayrıca, istisnayı munkatı‘ da yapabilirsin; ancak bu, mutlaka bir muzāf takdir edilmesini gerektirir; o muzāf da hâl kelimesidir ve ondan maksat kalp temizliğidir; çünkü kalp temizliği, mal ve çocuklar cinsinden değildir; o zaman anlam şuna çıkmaktadır: “Mal ve çocuklar fayda vermez, sadece kalp temizliği fayda verir.” Muzāf takdir edilmeseydi istisnadan bir anlam elde edilemezdi. "kim" kelimesi "fayda verir" fiilinin mef‘ûlü yapılmıştır; yani mal ve çocuklar, ancak -malını Allah’a itaatte harcamış olması ve evlatlarını dine yönlendirmiş, onlara ilâhî yasaları öğretmiş olması hasebiyle- kalbini selîm kılan kişiye fayda verir. Buna göre, “kalbi” mal ve evlât fitnesinden “selîm olarak Allah’a gelenler müstesna” şeklinde bir anlam çıkmaktadır. Kalbin selîm olması, inkâr ve isyanın afetlerinden uzak olması demektir. (Zemahşeri Tefsiri)

90. Cennet takva[*] sahiplerine yaklaştırılır.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

91. Cehennem de şımarıp azanların karşısına getirilir.
92. Azgınlara "Kulluk ettikleriniz neredeler?" diye sorulur.
93. Allah ile aranıza koyduklarınız nerede?[*] Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine bir faydaları oluyor mu?”

Kur’an’da mâ (“ki o” yahut “ki bütün o...”) ilgi zamirinin asılsız, düzmece tapınma nesneleri için kullanıldığı her yerde, bu zamir hem cansız nesnelere (put, fetiş, ikon gibi temsîlî ya da sembolik şeylere); hem, ölü ya da diri, tanrılaştırılan velî, azîz, peygamber gibi kimselere, tabiat güçlerine; hem de zenginlik, iktidar ve nüfûz, toplumsal statü gibi, insanların kendilerini tutsak ettikleri her türlü reel ya da hayal mahsulü şeylere işaret etmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)

94. Düzmece ilahlar ile sapıklar baş aşağı cehenneme atılırlar.
95. İblis’in bütün askerleri de.
96. Orada birbirleriyle çekişerek derler ki:
97. "Allah şahittir ki, biz apaçık bir sapıklık içindeydik,
98. Çünkü sizin gibi yaratılmış varlıkları, alemlerin Rabbıyla bir tutuyorduk.
99. Yine de bizi yoldan çıkaranlar, o günahlara gömülüp giden elebaşılarımız oldu.
100. Şimdi bizim ne şefaatçimiz var.
101. Ne de yakın bir dostumuz.
102. Ah keşke (dünyaya) bir kere daha dönebilsek de, müminlerden olabilsek.”[*]

Sonra Cehennemde onlara kulak veriyoruz. Onlar ilah diye taptıkları putlara diyorlar ki, "Vallahi bizler apaçık bir sapıklığa saplanmıştık. Çünkü sizleri alemlerin Rabb'ine denk tutmuştuk." Allah'a taptığımız gibi sizlere de taptık; ya Allah ile birlikte ve ya O'nu bir yana bırakarak. Şimdi zaman ve fırsat geçtikten sonra onlar böyle alıkoyanlara atıyorlar. Sonra ayrılıyorlar. "Artık iş işten geçmiştir", bunu anlıyorlar. Bundan sonra sorumlulukların yükümlülüklerin sonucunu paylaştırmanın bir yararı yok. "Şimdi bizim bir şefaatçimiz yok. Cana yakın bir dostumuz da yok." Ne yardımcı, aracı olabilecek ilahları ne de fayda verecek dostlar var artık. Geçmiş için bir aracı koymak mümkün olmadığına göre, acaba tekrar dünyaya dönüp orada kaçırdığımız fırsatları değerlendiremez miyiz? "Ah keşki bir daha dünyaya dönebilsek de mü'minlerden olsak." Bu bir temenni, dilek olmaktan öteye geçmiyor. Bu kıyamet günüdür. Artık ne dönüş ne de aracılık yok! (Seyyid Kutub Tefsiri)

103. Kuşku yok ki, bu olaydan alınacak dersler vardır. Onların çoğunluğu inanmamış kimselerdi.
104. Ve hiç kuşku yok, senin Rabbin Azîz'dir; daima üstündür ve Rahîm’dir; ikramı bol olandır.
BÖLÜM 6
105. Nuh’un halkı da elçileri[*] yalancılıkla suçlamıştı.

Bu ayette elçiler diye meal verdiğimiz mürselin (الْمُرْسَلِينَ) kelimesi çoğuldur. Arapçada çoğul en az üçü gösterir. Allah’ın o topluma elçi olarak gönderdiği sadece Nuh aleyhisselamdır. Diğer elçiler de ona inen ayetleri toplumlarına tebliğ eden müminlerdir (Yasin 36/13-27). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

106. Kardeşleri Nûh onlara: “Takva[*] sahibi olmayacak mısınız?” demişti.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

107. Şüphesiz ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim!
108. Öyleyse Allah için takva sahibi olun ve bana uyun.”

Bu ve önceki ayetten, kayıtsız şartsız itaatin resule/elçiye yapılacağı anlaşılır; çünkü elçi Allah’ın sözlerini olduğu gibi iletmekle sorumludur. Bu yüzden elçiye itaat Allah’a itaattir (Nisa 4/80). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

109. Ben bu çağrı hizmetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim çabamın karşılığını verecek olan alemlerin Rabb’idir.
110. Öyleyse Allah için takva sahibi olun ve bana tabi olun.”
111. Onlar şöyle cevap verdiler: Sana düşük seviyeli kimseler tâbi olup dururken, biz sana iman eder miyiz hiç![*]

Onlar ayak takımı derken fakirleri kastediyorlar. Fakirler, peygamberlere ve peygamberliklere, imana ve teslim oluşa herkesten önce sahiplenenlerdir. Boş bir böbürlenme, çıkar, makam ve statüko, bunlardan kaybedecekleri hiçbir şey onları "doğru yol" dan alıkoyamaz. Bu nedenle onlar hemen kabul edenler ve herkesten önce ilahi mesajı sahiplenenlerdir. İleri gelen bürokratları, teknokratları, aristokratları ise büyüklükleri böbürlenmeleri, sahte yapılanmalara dayalı, kuruntu ve efsane destekli, din maskesine bürünmüş çıkarları onları hep geri bırakır. Kıpırdanmalarını engeller.

Sonra onlar, arı-duru tevhid'in sonuçta kendilerini diğer insan kitleleriyle eşit duruma getirmesini, bütün sahte değerleri ayak altına alışını kabul edemezler. Zira tevhid inancında sadece bir değer bayraklaştırılır. Bu da iman ve iyi işler (amel-i salih) yapmaktır. Bu herhangi bir topluluğu yükseltecek, diğerlerini alçaltacak tek değerdir. Bütün insanlar artık bir ölçüye göre, inanç sistemi ve onun dürüst bir yaşantı kriteri ile değerlendirilirler, tartılırlar.

Onun içindir ki, Hz. Nuh onlara verdiği cevapta değişmez değerleri belirlemekte, peygamberin uzmanlık alanını sınırlandırmakta, insanların işlerini ve hesaba çekilişlerini ise Allah'a havale etmektedir. İşlediklerine göre onları sorguya çekecek kimsenin Allah olduğunu dile getirmektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

112. Nuh dedi ki; "Onların neler yaptıklarını ben bilemem.
113. Onların hesabını görmek, sadece Rabb’ime düşer. Keşke bu gerçeğin bilincinde olsanız.
114. Ben iman edenleri asla kovamam.[*]

Aristokratlar, ileri gelenler, sürekli olarak fakirler hakkında şu kânıya sahiptir: Fakirlerin alışkanlıkları ve ahlakları seçkinlerin hoşuna gitmez. Nezaket sahibi, ince ruhlu, tatlı zevkleri bulunan yüksek tabakanın bulunduğu ortamlarda onlara katlanmak mümkün değildir. Hz. Nuh onlara diyor ki: Ben insanlardan iman dışında başka birşey istemiyorum. Onlar ise iman etmiş bulunuyorlar. Bundan önce yaptıkları ise Allah'a havale edilmiştir: Bunları tartacak ve değerlendirecek, iyiliklerine ve kötülüklerine göre onları cezalandıracak, ödüllendirecek olan da O'dur. Allah'ın değerlendirmesi en sağlıklı değerlendirmedir: "Keşke bu gerçeğin bilincindé olsanız", keşki Allah'ın terazisinde ağır basan gerçek değerleri anlasaydınız. (Seyyid Kutub Tefsiri)

115. Ben sadece açıkça uyaran bir elçiyim."
116. "Ey Nûh" dediler, "bu işten vazgeçmezsen seni mutlaka taşlarız."[*]

Hz. Nuh -selam üzerine olsun- apaçık delilini ve sağlıklı mantığını onlara yönelttiğinde, onlar, apaçık delil ve red edilmesi mümkün olmayan delille O'nunla tartışmayı sürdürmekten aciz kalarak, azgınların, gayr-i meşru otoritelerin, delil açısından sıkıştıklarında, kesin delil aleyhlerine döndüğünde başvurdukları yöntème başvurdular. Maddi kaba kuvvet ile tehdit etmeye başladılar. Zaten gayr-i meşru otoriteler, delil açısından sıkıştırıldıkları, kesin delilin kendilerini aciz bıraktığı her yerde ve her zamanda böyle tehdit yoluna baş başvurmuşlardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

117. Nuh: "Rabbim!" dedi, "kavmim beni yalancılıkla suçladı.
118. Artık benimle onlar arasını iyice aç; beni ve beraberimdeki müminleri kurtar."
119. Böylece onu ve berberindekileri, yüklü geminin içinde kurtardık.
120. Bunun arkasından dışarda kalanları suda boğduk.
121. Kuşku yok ki, bu olaydan alınacak dersler vardır. Onların çoğunluğu inanmamış kimselerdi.
122. Ve hiç kuşku yok, senin Rabbin Azîz'dir; daima üstündür ve Rahîm’dir; ikramı bol olandır.
BÖLÜM 7
123. Âd (kavmi) de elçileri yalanlamıştı.
124. Kardeşleri Hûd onlara: “Takva sahibi olmayacak mısınız?” demişti.
125. Şüphesiz ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
126. Öyleyse Allah için takva sahibi olun ve bana tabi olun.
127. Ben bu çağrı hizmetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim çabamın karşılığını verecek olan alemlerin Rabb’idir.
128. Sizler her yüksek tepeye gösteriş amaçlı bir anıt dikerek boş işlerle mi oyalanıyorsunuz?[*]

Ayet-i kerimenin metninde geçen "Riğ" sözcüğü yeryüzünün yüksek yerleri demektir. Öyle anlaşılıyor ki, onlar yeryüzünün yüksek yerlerine binalar yapıyorlardı. Uzaktan bakan onları bir işaret biçiminde görüyordu. Bundan amaç da, güçlerini ve ustalıklarını ortaya koyup, bununla böbürlenip övünmekti. Bu nedenle Kur'an onların bu eylemlerini "boş bir eylem" olarak nitelemiştir. Eğer onlar bu binaları yolculara kılavuzluk yapmak ve yönlerini belirlemelerini sağlamak için yapmış olsalardı, kendilerine "Boş işlerle mi oyalanıyorsunuz?" denmezdi. Bu direktif de, çabaların, ustalıkların ve malların yararlı ve zorunlu olan işlerde harcanması gerektiğine dikkat çekmekte, sırf üstünlüğünü ve ustalığını ortaya koymak amacı ile lüks ve ziynet için harcanmaması gerektiğine parmak basmaktadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

129. Sonsuza kadar yaşayacağınız umuduyla sağlam yapılar mı ediniyorsunuz?
130. Ve [başkalarının hukukuna] el uzattığınız zaman, hiçbir sınır tanımadan, hep böyle zorbalık mı yapacaksınız?[*]

Cebbâr terimi, insan için kullanıldığında, kendisinden zayıf olanın hukuku konusunda hiçbir ahlakî sınır tanımaksızın ortaya konan haksız, kaba kuvvete dayanan, zorbaca olan anlamına gelmektedir. 11:59 yahut 14:15’de olduğu gibi, aynı terim bazan da kişinin olumsuz yöndeki ahlakî tutum ve tercihini ifade için kullanılır ve bu durumlarda bir başka dile “hakkın düşmanı” tabiriyle aktarılabilir. Yukarıdaki anlam akışı içinde, yine de vurgu, daha çok, ‘Âd kavminin başka insanlara ya da toplumlara karşı gösterdiği düşmanca davranışa, politika olarak benimsediği zorbalığa dikkat çekecek yöndedir; ve bu anlamda, bütün çağlarda geçerli olan ve savaşta gereksiz şiddeti yasaklayan, ahlakî kaygı ve sınırlara her türlü savaş eyleminden ve savaş temayülünden önce yer veren Kur’ânî tutumu dile getirmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)

131. Gelin Allah'a karşı takva sahibi olun. Ve bana tabi olun.
132. Bildiğiniz şeylerle[*] size yardım edene karşı takva sahibi olun.

Verdiği nimetlerle. (Erhan Aktaş Tefsiri)

133. O size, küçük ve büyükbaş hayvanlar ve evlatlar verdi.
134. Üstelik bahçeler, pınarlar...[*]

Bahçeyle suyun yan yana anılması, bu uygarlığın sulu tarım yaptıklarını gösterir. Kadim dünyada bu, kalkınmışlık ve gelişmişlik ölçütüydü. Bu ‘Âd toplumunun yakaladığı dünyevî refah düzeyini gösterir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

135. Müthiş bir günün azabının tepenize ineceğinden, gerçekten endişe ediyorum!"
136. Onlar da şöyle dediler: "Öğüt versen de vermesen de bizim için birdir.
137. Bu dediklerin eskilerin yalanlarından başka bir şey değildir.
138. Hem biz, azaba uğratılacak da değiliz."
139. İşte o’nu böyle yalanladılar; ve bunun üzerine Biz de onları yok ettik. Bu [kıssada da insanlar için] mutlaka, bir ders vardır,[*] onlardan çoğu [buna] inanmasa da...

Bu mesaj üç büyük günaha dikkat çekilmek suretiyle 128-130. ayetlerle ortaya konmuştur: İnsanın amaçsız ve ölçüsüz bir biçimde güç ve iktidar peşinde koşması yüzünden içine düştüğü şirk (Allah’tan başkasına kulluk); görkem ve gösteriş düşkünlüğü içinde sürüklendiği gurur, kendini beğenme ve bir de hemcinslerine karşı zorbalık ve şiddet. (Muhammed Esed Tefsiri)

140. Ve hiç kuşku yok, senin Rabbin Azîz'dir; daima üstündür ve Rahîm’dir; ikramı bol olandır.
BÖLÜM 8
141. Semûd (kavmi) de elçileri yalanlamıştı.
142. Hani! Kardeşleri Sâlih onlara: “Takva sahibi olmayacak mısınız?” demişti.
143. Şüphesiz ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim!
144. Allah için takva sahibi olun ve bana tabi olun.
145. Ben bu çağrı hizmetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum; benim çabalarımın karşılığını verecek olan, alemlerin Rabb’idir.
146. Burada güven içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?
147. Envai çeşit bahçeler içinde ve pınar başlarında...
148. Bu ekinler, bu zarif görünüşlü ince sürgünlü hurmalıklar arasında...
149. Bir de dağlardan ustalıkla evler yontuyorsunuz.
150. Allah için takvalı olun ve bana tabi olun.
151. Ölçüyü aşanların sözüne uymayın;
152. o ölçüyü aşanlar ki, yeryüzünde düzen ve uyum sağlayacaklarına bozgunculuk yaparlar!”
153. (Salih’in kavmi:) "Sen mutlaka büyülenmiş birisin!"[*] dediler.

Küstahlığın zirvesine ulaşmış bir refah toplumunda ahlâka çağrı ‘irrasyonel’dir. Bunu yapan kişi küçültücü sıfatlarla marjinalleştirilir. Böylece hem ahlâk çağrısı boğulmaya çalışılır, hem de ahlâksızlar rahat eder. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

154. Sen de sadece bizim gibi bir insansın.[*] Eğer, sözlerin doğruysa bize bir mucize getir bakalım."

"Sen sadece bizler gibi insansın." İşte ne zaman bir peygamber gelirse insanlığın aklına takılan şüphelerden biri de budur. İnsanlığın peygambere ilişkin düşüncesi sürekli olarak böyle sakat olmuştur. Peygamberin neden bir insan olarak gönderildiğini hikmetini, sırrını bir türlü kavramamıştır. Bunun insanlık için büyük bir şeref olduğunu anlamamıştır. İçlerinden peygamberlerin seçilmesiyle bu peygamberlerin insanlığı hidayet ve aydınlık kaynağına ulaştırmada öncülük ve önderlik yapacaklarını bilememişlerdir.

Peygamber gökten haber getirdiği, insanlara kapalı olan dünyadan gaybi haberler getirdiği için insan onun diğer insanlardan başka, farklı bir varlık olarak düşünmüş veya öyle olmaları gerektiği kanısına varmıştır. Çünkü insanlık tarih boyunca yüce Allah'ın bu peygamberlikle insana ne büyük bir değer verdiğini anlamamıştır. Ve yine insan anlamamıştır ki, yeryüzünde yaşadığı halde, yediği, içtiği, uyuduğu, evlendiği, çarşıda-pazarda dolaştığı, diğer insanların taşıdığı ve yaşadığı bütün diğer duyguları ve zaafları bünyesinde barındırdığı halde yüceler alemi ile sıkı ilişki içinde bulunabilir. Dünyada normal bir insàn olarak yaşarken bu büyük sır ile irtibatını sürdürebilir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

155. Salih, şöyle dedi: "İşte bir dişi deve! Onun (belli bir gün) su içme hakkı var, sizin de belli bir gün su içme hakkınız vardır.[*]

Şehrin suyunu bir gün halk, bir gün de deve içiyordu. Bir devenin, şehrin bütün suyunu içebilecek yapıda olması, onun bir mucize olduğunu açıkça gösteriyordu. Bu mucize, Salih aleyhisselamın elçiliğinin belgesiydi. A’raf 7/73, Kamer 54/27-29. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

156. Öyleyse, sakın ona bir kötülük yapmayın, sonra pek büyük bir günün azabı helak eder sizi."
157. Buna rağmen onlar, onu işkence yaparak vahşice katlettiler;[*] fakat sonunda pişman oldular;

‘Akara, işkence yoluyla vahşice katletmeyi ifade eder (7:77, not 60). Bu pasaj, Sâlih kavminin helâkini bir deveye yapılan işkenceye bağlar. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

158. çünkü [Salih’in önceden haber verdiği] azap onları kıskıvrak yakaladı. Şüphesiz bu [kıssada da insanlar için] bir ders[*] vardır; onlardan çoğu [buna] inanmasalar da…

Bizim kanaatimizce bu kıssayla verilmek istenen mesaj, en başta, (146-149. ayetlerde dile getirildiği yönde) kişinin, bu dünyadaki hayatın geçici ve sınırlı olduğu gerçeğini ve dolayısıyla öte dünyada kendisini bir hesabın/hesaplaşmanın beklediği gerçeğini gözönünde tutmak konusunda gösterdiği duygusal isteksizlik; ve ikinci olarak da, yaratılmış âlemin bir bütün olarak uyum içinde devamını amaçlayan gerçek ahlakî bir tercihe dayanarak, insanın şefkat ve merhamet sınırlarını öteki bütün canlıları da içine alacak şekilde geniş tutması gerektiği hususudur. (Muhammed Esed Tefsiri)

159. Ve hiç kuşku yok, senin Rabbin Azîz'dir; daima üstündür ve Rahîm’dir; ikramı bol olandır.
BÖLÜM 9
160. Lut kavmi de (gelen) elçileri yalanlamıştı.
161. Kardeşleri Lût onlara: “Takva sahibi olmayacak mısınız?” demişti.
162. Şüphesiz ki ben size gönderilen güvenilir bir elçiyim!
163. Öyleyse Allah için takva sahibi olun ve bana tabi olun.
164. Ben bu çağrı hizmetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum; benim çabalarımın karşılığını verecek olan, alemlerin Rabb’idir.
165. Sizler erkekler ile cinsel ilişki kuruyorsunuz, öyle mi?
166. Buna karşılık Rabb’inizin sizin için eş olarak yarattığı kadınları bırakıyorsunuz? Sizler doğal sınırları çiğneyen, sapık bir toplumsunuz.
167. "Ey Lût" dediler, "bu işten vazgeçmezsen seni mutlaka şehrimizden çıkarırız."
168. (Lût): “Bilin ki ben, bu yaptığınızdan dolayı sizi nefretle kınıyorum!” dedi.[*]

Kâlîn hem “nefretle kınama”yı, hem de bundan dolayı o toplumun bir üyesi olmayı reddetmeyi” ifade eder. Âyetin başındaki kâle ile sonundaki kâlîn arasında Mutarraf da denilen mükemmel bir cinas sanatı görünmektedir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

169. Rabbim, beni ve ailemi bunların yaptıklarından kurtar."
170. Biz de Lut’u ve ailesini kurtardık.
171. Ailesinden sadece yaşlı bir kadın,[*] sapıklar arasında kaldı.

“Yaşlı kadın” ifadesiyle Hz. Lût’un karısı kastedilmiştir. Bilindiği üzere, Hz. Lût’un karısı, kocasına ihanet ederek, kötü ve iğrenç alışkanlıkları olan Lût kavminden yana tavırlar sergilemişti. Hz. Lût ve Hz. Nuh’un karıları “ibreti âlem” kocalarına ihanet ettikleri için Allah’ın azabına uğramışlardır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

172. Sonra diğerlerini yerle bir ettik.
173. Üzerlerine bir yağmur (pişmiş balçıktan taş ve kül) yağdırdık; uyarılmış kişilerin yağmuru ne kötüydü!
174. Bu [kıssada da insanlar için] bir ders vardır; onlardan çoğu [buna] inanmasalar da...
175. Ve hiç kuşku yok, senin Rabbin Azîz'dir; daima üstündür ve Rahîm’dir; ikramı bol olandır.
BÖLÜM 10
176. Eyke halkı[*] da (bütün) elçileri yalanlamıştı.

İşte Hz. Şuayb'ın kıssası, bu surenin diğer kıssaları gibi ibret dersi bağlamında burada yer almaktadır. Tarihi süreç içindeki yeri ise Hz. Musa'nın kıssasından öncedir. Eykeliler-genellikle- Medyen halkıdır. Eyke; Sık birbirine girmiş (balta girmemiş) ağaçlık demektir. Öyle anlaşılıyor ki, Medyen'in etrafı böyle uzayıp giden ağaçlıklarla çevriliydi. Medyen'in coğrafi konumu ise, Akabe Körfezi civarında Hicaz ile Filistin arasına düşmektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

177. Hani! Şuayb onlara: “Takva sahibi olmayacak mısınız?” demişti.
178. Şüphesiz ki ben size gönderilen güvenilir bir elçiyim.
179. Allah için takva sahibi olun ve bana tabi olun.
180. Ben bu çağrı hizmetime karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum; benim çabalarımın karşılığını verecek olan, alemlerin Rabb’idir.
181. Ölçüyü tastamam yapın; (başkalarının hakkını) eksik verenlerden olmayın!
182. Doğru terâzi ile tartın.
183. İnsanların mallarına düşük değer biçmeyin! Yeryüzünde kargaşa çıkarıp düzeni bozmayın![*]

Bu milletin karakteri de, A'raf ve Hud surelerinde ifade edildiği gibi ölçüde ve tartıda hile yapmalarıydı. Haklarından daha fazlasını zorla ve gasbederek almalarıydı; İnsanlara haklarından daha az vermeleriydi; ucuza alıp fahiş fiyatla satmalarıydı. Öyle anlaşılıyor ki, onlar ticaret kervanlarının geçtiği bir kavşakta bulunuyorlar, ticaret borsalarına hükmediyorlardı. Peygamberleri, onlardan bütün işlemlerinde adalet ve doğruluğu ilke edinmelerini istiyordu. Zira sağlam bir sistemin ardından iyi ilişkiler devreye girer. İnsan bu inanca rağmen, insanlarla ilişkilerinde Hak ve adaletten sapamaz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

184. Sizi ve sizden önceki nesilleri yaratana karşı takva sahibi olun."
185. [Halkı Şuayb’a şöyle] dedi: “Sen düpedüz büyülenmiş birisin;
186. Sen de sadece bizler gibi bir insansın. Senin kesinlikle yalan söylediğin kanısındayız.
187. Eğer doğru sözlü biriysen, haydi, göğü parça parça başımıza indir (de görelim)!"
188. Şuayb: "Rabbim sizin yaptıklarınızı çok iyi biliyor" dedi.
189. Onlar Şu’ayb’ı yalanladılar. Derken gölge gününün azabı onları yakaladı. Şüphesiz o, büyük bir günün azabı idi.
190. Bu [kıssada da insanlar için] bir ders vardır; insanların çoğu [buna] inanmasalar da...
191. Ve hiç kuşku yok, senin Rabbin Azîz'dir; daima üstündür ve Rahîm’dir; ikramı bol olandır.
BÖLÜM 11
192. Hiç kuşkusuz Kur’an, Rabb’in tarafından indirilmiştir.
193. Onu Güvenilir Ruh (Cebrail) indirmiştir.
194. Senin kalbine... Uyarıcılardan biri olasın diye.
195. Apaçık Arapça ile..[*]

Bu âyetin gösterdiği şey Kur’an vahyinin açık ve anlaşılır olduğu gerçeğidir. Bunu hem ‘Arabiyyenin türetildiği ‘arab kelimesinin kök mânası hem de belirsiz olarak gelen bu sıfatın delâleti teyit eder (Bkz: 41:3; 43:3 ve 16:105 ilgili notlar). Vahyin sıfatı olan Arapça vahyin ruhunun içine indiği ceset mesabesindedir. Bir bakıma, ruhu cesetten ayırmak onu öldürmektir. Dolayısıyla vahiy tüm dillere çevrilir ve çevrilmek zorundadır. Fakat hiçbir çeviri Kur’an’ın aslî dilinin yerine ikame edilemez. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

196. Kur’an’ın temel ilkeleri, daha önceki ümmetlerin kutsal kitaplarında da yer almıştı.
197. İsrailoğullarına mensup alimlerin[*] bunu bilmeleri onlar için delil olarak yeterli değil miydi?

Zımnen, “Ve sonuçta Müslüman olmaları”: nitekim, Abdullah b. Selâm, Ka‘b b. Mâlik ve öteki bazı Medineli bilgin Yahudiler Hz. Peygamber’in yaşadığı yıllarda, Yemenli Ka‘bu’l-Ahbâr ve onun bazı hemşehrileri Halife Ömer zamanında ve dünyanın her yanından daha niceleri sonraki yüzyıllarda İslam’ı benimsemişlerdir. Yukarıdaki ayette Hristiyan bilginlerden değil de, Yahudi bilginlerden söz edilmesinin sebebi, muhtemelen, tahrif edilmiş şekliyle de olsa elde Tevrat nüshalarının bulunmasına karşılık, Hz. İsa’ya vahyedilen kitabın aslının kaybedilmiş olması (bkz. 3. sure, 4. not) ve dolayısıyla Hz. İsa’nın tebligatıyla Kur’an arasında temeldeki paralelliğin belgesel olarak ortaya konamamasıdır. (Muhammed Esed Tefsiri)

198. Kur’ân’ı Arap olmayanlardan birisine indirseydik de,
199. onlara okusaydı gene inanmazlardı.[*]

Hz. Peygamberin karşılaştığı inatçı inkârın bir şekli de şu idi: “O’nun getirdiği mesaj Arapçadır. Kendisi de Arap olduğu için bunu kendisinin hazırladığı söylenebilir. Şayet kendisinin de, bizim de bilmediğimiz bir dilden olsaydı ona inanabilirdik.” Oysa Allah onların dediği gibi yapsaydı, bu sefer şöyle diyeceklerdi. “Bu yabancıyı cin tutmuş! Başka izahı yok!” Allah Teâlâ onlara cevaben kolaylıkla anlamaları için kendi dillerinde gönderildiğini bildirmiştir [44,58]. Fakat onlar bunu anlamazlıktan gelmişlerdir. Aslında Arapça dışında bir dil ile gönderilseydi, yine onlar: “Şu tuhaflığa bakın: Arap milletinden bir resul gönderilmiş, ama ona öyle bir mesaj verilmiş ki ne kendisi anlıyor, ne de halkı!” (Krş. 41,44). Allah onların çaresizlik içindeki son bahanelerini, daha doğrusu sayıklamalarını da cevaplandırmıştır: “Vahyi gökten kâğıtlar halinde indirsek, onlar da elleriyle tutsalar dahi bu sefer de: “Bu bir büyüden ibaret, gerçek olamaz!” derlerdi [6,7]. (Suat Yıldırım Tefsiri)

200. İşte biz onu suçluların kalplerine böylece (yabancı bir dil gibi) sokarız.[*]

Mana şudur: Biz bu Kur’ân’ı bir Arap’a apaçık bir Arapça ile indirdik; onu işittiler, anladılar, ne kadar fasih olduğunu, benzeri sözlerle kendisine mu‘âraza edilemeyen bir mu‘cize olduğunu kavradılar. Daha evvel indirilen kitapları bilenlerin, bu kitabın ineceğiyle ilgili müjdeler, kitabın kendisine indirileceği kişinin nitelikleri ve bu kitaplardaki özellikleri konusundaki ittifakları da buna eklendi; [kadim kitaplar] Kur’ân’daki mâna ve kıssaları ihtiva etmekte idi; böylece bu [Kur’anî içeriğin], iddia ettikleri gibi efsane/mit olmayıp Allah katından olduğu ortaya çıktı. Buna rağmen, iman etmediler; bile bile inkâr ettiler ve onu kâh şiir, kâh sihir diye adlandırdılar; “Muhammed’in sağdan soldan alarak oluşturduğu uydurma bir şey!” dediler. “Biz Kur’ân’ı” -Kur’ân’dakine benzer bir nazım ortaya koyabilmeyi bırakın doğru dürüst Arapçası bile olmayan- “bir yabancıya indirmiş olsaydık ve o bunu onlara,” kendisi ile meydan okunan, fasih, âciz bırakıcı [mu‘ciz] bir metin olarak “okusaydı”, şu an inkâr ettikleri gibi yine inkâr ederler, inatçı inkârları için yine bir bahane bulurlardı, ona mutlaka sihir derlerdi. Allah Teâlâ daha sonra şöyle buyurdu: “Biz onu (kalplerine) bir kez böyle soktuk ya…” Yani Kur’ân’ı onların kalbine böyle bir sokuşla soktuk, böyle yerleştirdik ya… Kur’ân’ı hâl ve sıfatı bu olan [kat‘î ve inatçı] bir inkâr ve tekziple onların kalbine koyduk ya… Artık bunlara ne yapılırsa yapılsın, ne kadar mahirane anlatılırsa anlatılsın, hangi plân ve program yapılırsa yapılsın, Kur’ân’ı bile bile inkâr edip yadırgamalarını değiştirmenin yolu yoktur! Tıpkı şu âyette buyrulduğu gibi: “Şayet sana kâğıda/deriye yazılı bir kitap indirseydik ve ona bizzat elleriyle dokunsalardı, inkârcı nankörler mutlaka şöyle derlerdi: Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değil!” [En‘âm 6/7]

Şayet “Allah, birinin kalbine yalanlama özelliğini sokmayı nasıl kendi zâtına isnat edebilmiş?” dersen şöyle derim: Bununla, Kur’ân’ın ‘yalanlanan bir şey’ olarak son derece güçlü biçimde kalplerine yerleştiğini; yani onu orada Allah’ın sabitlediğini ve ‘fıtrat ve yaratılışlarına iyice yerleşmiş [adeta Allah’tan gelen] bir nesne’ konumuna getirdiğini anlatmak istemiştir. Dikkat edilirse, huve mecbûlün ‘ale’ş-şuhhi (O, yaratılıştan cimridir.) derler. Bununla, cimriliğin onda kalıcı bir karakter olduğunu kastederler; çünkü doğuştan gelen özellikler sonradan kazanılanlardan daha sabittir. Bunun delili de “ona iman etmezler” diyerek, mücrimlerin Kur’ân’a iman etmemelerini [Allah’a değil] insanlara isnad etmiş olmasıdır.

Şayet “Artık ona iman etmezler’ ifadesinin ‘Biz onu mücrimlerin kalbine bir kez böyle soktuk ya…’ ifadesi karşısındaki konumu nedir?” dersen şöyle derim: Açıklayıcı ve özetleyici konumundadır; çünkü Kur’ân’ın, ‘yalanlanmış ve bilerek inkâr edilmiş’ vaziyette kalplerinde bulunduğunu açıklamak için getirilmiştir. Nitekim ardından, yalanlama ve inkârlarının, tehdidi[n gerçekleştiğini] görünceye kadar devam edeceği mânasını pekiştiren bir ifade getirilmiştir. Bunun [yani “o can yakıcı azabı görene kadar ona iman etmezler” ifadesinin] hâl olması da mümkündür, yani Kur’ân’ı onların kalbine iman edilmemiş bir halde soktuk. (Zemahşeri Tefsiri)

201. Fakat yine de can yakıcı azabı görünceye kadar, O’na inanmazlar.
202. Azâb onlara öyle ansızın gelir ki, onlar hiç farkında olmazlar.
203. O zaman: Bize (iman etmemiz için) mühlet verilir mi acaba? diyeceklerdir.
204. Onlar yine de azabımızın çarçabuk gelmesini mi istiyorlar?
205. Diyelim ki yıllarca onları yaşattık, geçindirdik de.
206. Sonra tehdit edildikleri azap başlarına gelse;
207. Faydalandırıldıkları nimetler onlara hiç yarar sağlamayacaktır.[*]

Böylece bir tarafa azabın acele gelmesini istemeyi, diğer tarafa ise cezanın mutlaka gerçekleştiği anı koyuyor. Bir bakıyorsun onların içinde yaşadıkları nimet yılları sanki hiç yokmuş gibi birden hesaptan düşüyor. Onlara hiçbir yararı olmuyor. Azaplarını hafifletmiyor.

Sahih hadiste buyuruluyor ki: Kıyamet günü kafir getirilir, bir kere ateşe sokulur. Sonra ona denir ki: Hiç iyi günün oldu mu? Hiçbir nimetten yararlandığın oldu mu? Allah'a yemin ederek: Hayır, ya Ràbbi der. Sonra dünyada en büyük sıkıntıya düşen adam getirilir. Bir kere cennetin boyası ile boyanır. Sonra ona: Hayatında hiç zorlukla karşılaştın mı? diye sorulur. O da Allah'a yemin ederek Hayır ya Rabbi der (Bu hadisi ibn-i Kesir Tefsirinde rivayet etmiş ve "Sahih Hadis'te şöyle denmiştir" diye vermiştir.) (Seyyid Kutub Tefsiri)

208. Kaldı ki, Biz hiçbir toplumu önceden uyarmadan yok etmemişizdir.
209. Öğüt verilip hatırlatma yapılmıştır. Biz hiçbir zaman zalim olmadık.

Yüce Allah, yaratılış sırasında bütün bir insanlıktan, kendisini birlemeleri ve kendisine kulluk yapmaları hususunda söz almıştır. Zaten insan bizzat yaratılışı (fıtratı) gereği yaratıcı ve bir olan Allah'ın varlığını hisseder. Yeter ki fıtratları bozulmasın ve sapmasın. Yüce Allah imanın delillerini evrene serpiştirmiştir. Bu delillerin hepsi de bir olan yaratıcıyı göstermektedir. İnsanlar yaratılış sırasındaki sözleşmeyi unutup ve imanın delillerinden habersiz hale geldiğinde kendilerine bir peygamber gelir. Unuttuklarını kendilerine hatırlatır. Habersiz kaldıkları konular karşısında onları uyarır. Peygamberlik bir hatırlatmadır. Unutanların hatırına getirir. Habersizleri uyandırır. Bu da Allah'ın adalet ve merhametinin bolluğundandır. "Biz zalim değiliz" Buna rağmen şehirlerin halklarını yok etmiş ve cezalandırmışsak artık onlara zulmetmiş olmayız. Zira doğruluk çizgisinden ve iman yolundan ayrılmalarının bir cezası olarak kendilerini bu şekilde cezalandırıyoruz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

210. Kur’an’ı şeytanlar indirmedi.
211. Bu onların yapabilecekleri bir şey değildir, zaten güçleri de yetmez.
212. Çünkü onlar, (iniş sırasında vahyi) dinlemekten bile uzak tutulmuşlardır.[*]

Önceki gezide Kur'an'ın Alemlerin Rabb'i tarafından gönderildiği Ruhul Emin (Cebrail) tarafından getirildiği belirtilmiş buna ilave olarak onların Kur'an'ı yalanladıkları, kendilerinin tehdit edildiklerini azabın hemen gelmesini istedikleri ifade edilmişti.. İşte şimdi Kur'an'ın şeytanlar tarafından kahinlere dikta edilen bir kitab olduğuna ilişkin iddiaları red ediliyor. Bu toplumda insanlar sanıyorlardı ki, şeytanlar onlara gaybten haberler getirirler, kulaktan dolma bilgiler edinerek bu konuda ileriye dönük kehanetlerde bulunabilirler.

İnsanları doğru yola, yanlışlarını düzeltmeye ve iman etmeye çağıran Kur'an'ın şeytanlarla ilgisi olamazdı. Çünkü şeytanlar sapıklığa bozgunluğa ve küfre çağırırlar.

Sonra şeytanlar Kur'an'ı getirebilecek güce de sahip değiller. Onların Allah'tan vahiy işitmesi, almaya çalışması engellenmiştir. Onu sadece Ruhl Emin olan Cebrail Alemlerin Rabbinin izni ile getirebilir. Bu şeytanların yapabileceği bir iş değildi. (Seyyid Kutub Tefsiri)

213. Öyle ise sakın Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarma! Sonra azaba uğratılanlardan olursun![*]

Burada hitap peygamberimize -salat ve selam üzerine olsun- yöneltiliyor. Şirkten en uzak insan olmasına rağmen ondan sakındırılıyor ki, diğer insanların haydi haydi uzak durmalarını gerektiği ifade edilsin. Yine peygamberimize en yakın çevresini uyarması emrediliyor, sürekli olarak kendisini koruyan ve düşünen Allah'a tevekkül etmesi isteniyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

214. Sana en yakın olan insanları uyar.[*]

Bu iki şekilde açıklanabilir: İlk yorum, Peygamber’in (s.a.), kavmini en yakınındakilerden başlayarak uyarmakla memur olmasıdır; yani kendileriyle başlanmaya en lâyık olanlarla, sonra yakınlıkta bunları izleyenlerle uyarması; [hâsılı] akrabalarını diğer insanlardan önce uyarmasıdır. Nitekim Mekke’ye girdiğinde Peygamber’in (s.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Cahiliye dönemindeki her türlü riba şu iki ayağımın altındadır. Kaldırdığım ilk faiz de (amcam2) Abbas’ın ribasıdır.” [Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân”, 9] İkinci yorum, akrabanın akrabaya gösterdiği şefkat ve merhameti yakınlarına göstermemekle ve uyarı ve tehditte onlara karşı toleranslı davranmamakla memur olmasıdır. Rivayete göre âyet inince Peygamber (s.a.), Safa’ya çıkmış; en yakın akrabasına, en yakınından başlayarak en uzağına kadar seslenip şöyle demiştir: “Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Hâşim oğulları! Ey Abdümenâf oğulları! Ey Peygamberin amcası Abbas! Ey Allah Resulünün halası Safiye! Benim malımdan dilediğiniz kadar isteyebilirseniz ama sizin için Allah katında hiçbir şey yapamam!” [Buhārî, “Tefsîru’l-Kur’ân”, 26] Rivayete göre Peygamber, o gün kırk kişi olan Abdulmuttalip oğullarını bir kuzu bacağı ve büyük bir süt kabı etrafında toplamıştı; kuzu etinden yiyor, kadehlerle süt içiyorlardı. Gece yarısına kadar yemişler, içmişlerdi… Sonra onları uyardı ve “Ey Abdulmuttalip oğulları! ‘Bu dağın arkasında size hücum edecek bir ordu var!’ desem bana inanır mısınız?” dedi, onlar “Evet!” deyince, “İşte ben sizleri büyük bir azaba karşı uyarıyorum!” dedi. Rivayete göre “Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Hâşim oğulları! Ey Abdümenâf oğulları! Kendinizi ateşten kurtarmaya bakın! Ben size hiçbir şekilde yardımcı olamam” demiş, sonra şöyle demişti: “Ey Ebû Bekr’in kızı Âişe! Ey Ömer’in kızı Hafsa! Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Ey Muhammed’in halası Safiye! Kendinizi ateşten kurtarmaya bakın!.. Sizin için hiçbir şey yapamam!” (Zemahşeri Tefsiri)

215. İnananlardan sana tabi olanları koruman altına al.
216. Eğer sana karşı gelirlerse, "Şüphesiz ben sizin yaptığınız şeylerden uzağım" de.
217. Sen Azîz; daima üstün olan ve Rahîm’; ikramı bol olana güvenip dayan.
218. Kalktığında seni görene,
219. Ve boyun eğenler arasında dönüp dolaşmanı görene (dayan)!
220. Çünkü O; Semî'dir; her şeyi dinler, Alîm'dir; bilir.
221. Şeytanların kime indiğini size haber vereyim mi?
222. Onlar her günahkâr iftiracıya inerler.
223. Bunlar, şeytanlara kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar.[*]

Arap toplumunda cinlerin kendilerine haber getirdiklerini iddia eden kahinler vardı. İnsanlar bunlara sığınıyor ve onların haberlerine güveniyorlardı. Bunların çoğu yalancıydı. Onlara inanmak ise, kuruntulara ve yalanlara paçayı kaptırmaktı. Herhalde kahinler insanları doğru yola çağırmıyorlardı, Allah'tan korkmalarını istemiyorlardı. Onları imana iletmiyorlardı. İnsanları Kur'an- Kerim ile sağlıklı bir hayat yoluna çağıran peygamberimiz ise -salat ve selam üzerine olsun- onlar gibi bir insan değildi.

Onlar bazan Kur'an'a şiir diyorlardı. Hz. peygamberin de -salat ve selam üzerine olsun- şair olduğunu söylüyorlardı. Bununla beraber, insanların kalplerine inen, duygularını harekete geçiren, karşı koyamayacakları bir şekilde onların iradelerine egemen olan eşine asla rastlamadıkları bu sözü nasıl karşılayacaklarını kestirmemenin şaşkınlığı içindeydiler. (Seyyid Kutub Tefsiri)

224. Şairlere gelince ancak amaçsız, havai insanlar onların peşinden gider.
225. Onların her sahada övgü ve yergiyi abarttıklarını görmedin mi?
226. Ve yapmadıkları şeyleri söylerler.[*]

Şairler yapmadıkları şeyleri söylerler. Zira kendi hayallerinin ve duygularının ürünü olan dünyalarda yaşarlar. Kendilerine çekici gelmeyen gerçek hayatın bu hayal ürünü dünyalarını tercih ederler! Bu nedenle çok şeyi söylerler. Fakat onları yapmazlar. Çünkü bunları kuruntu alemlerinde yaşarlar. İnsanların görülen dünyalarında bunların bir gerçekliği, bir pratiği yoktur.

İslam yapısı hayat pratiğinde uygulanmaya müsait, hazır, eksiksiz bir hayat programıdır. İslam gizli olan vicdanlardan hayatın görülen bütün uygulamalarına varıncaya kadar her şeyi kuşatan geniş kapsamlı bir harekettir. İslam'ın bu tabiatı, şairlerin insanlık tarafından bilinen genel karakteri ve tabiatıyla uyuşmaz. Çünkü şair iç aleminde bir takım ütopyalar yaratır ve onlarla tatmin eder kendisini. İslam ise, hayallerin gerçekleşmesini ve onların gerçekleştirilmesi için çalışmayı gerektirir. Bütün duyguları realite aleminde üstün bir örnek olarak gerçekleştirmeye çalışır.

İslam insanların hayatın gerçeklerini olduğu gibi karşılamayı onlardan kaçıp ütopya türü hayallere yönelmemeyi tercih eder, sever. Eğer bu gerçekler, onların hoşuna gitmiyorsa, uyguladıkları programa uygun düşmüyorsa, islam bu durumda insanların onları değiştirmelerini ve istediği programı gerçekleştirmelerini öngörür.

Bu nedenle islam, insanların uçup giden kuruntulara, hayallere mümkün ölçüde kapılmamalarını, onların kökünü kazımalarını ister. İslam insanın bu gücünü yüce hayallerin gerçekleştirilmesi uğrunda harcamasını öngörür. Yüce ve geniş kapsamlı programını gerçekleştirme uğrunda bütün enerjisini harcaması gerektiğini belirtir.

Bununla beraber islam, ayetlerin yüzeysel olarak ele alınışı halinde anlaşılacağı gibi şiire ve sanatın kendisine karşı savaş açmaz. Belki ayetlerin yüzeysel olarak değerlendirilmesiyle böyle bir yargıya varabilirse de gerçek öyle değildir. İslamın karşı koyduğu savaştığı şey, şiir ve sanatın izlediği yol ütopyaların yolu: sınırsız arzuların hiçbir ilkeye bağlı olmayan tepkilerin yolu. İnsanları tasavvurlarını gerçekleştirmekten alıkoyan ütopyaların yolu.

Ruh, İslam'ın yoluna girip oraya yerleştiğinde, şiiri ve sanatı ile islami prensiplerle yetiştiğinde, olgunlaştığında ve aynı zamanda realite dünyasında bu tertemiz duyguları gerçekleştirmeye çalıştığında kuruntulara dayalı dünyalar yaratıp bunların içinde yaşamakla yetinmediğinde, hayatın realitesini, çarpık, geri kalmış ve çirkin halde yüzüstü bırakmadığında;

Ruhun islami bir amaca yönelik değişmez bir programı bulunduğunda, dünyaya bakıp onu islam açısından islamın ışığında değerlendirdiğinde; sonra da bunların hepsini şiir ve sanat ile ifade ettiğinde;

İşte bu durumda islam şiire soğuk bakmaz, sanata karşı savaşmaz. Belki ayetleri yüzeysel olarak değerlendirdiğimizde böyle bir bakış açısı ilk etapta göze çarpar ama gerçekten öyle değildir.

Kur'an-ı Kerim kalpleri ve akılları bu evrenin harika sanat güzelliklerine ve insan ruhunun derinliklerine yöneltir. Dikkatlerini bu alanlara çeker. Bunlar ise şiir ve sanatın ana malzemesidir. Kur'an'ı Kerim maddi ve manevi varlıkların güzellikleri önünde bir takım duruşlar yapar ki, şeffaflıkta, etkilemede bu sanat üstünlükleri ve güzelliklerini bir bütün olarak sergilemede hiç bir şiir Kur'an'ın bu tesbitlerine ulaşamaz.

Bu nedenle Kur'an-ı Kerim şairlerin bu genel karakterinde bir istisna da yapar. Hükmünü mutlak olarak vermez. (Seyyid Kutub Tefsiri)

227. Fakat inanıp güvenen, iyi işler yapan, Allah’ı çokça anan ve bir de haksızlığa uğradıktan sonra karşılık veren şairler hariç.[*] Haksızlık edenler ise yakında nasıl alt üst olacaklarını öğreneceklerdir.

İşte bunlar şairlerin o genel karakteri dışındadırlar. Bunlar iman etmiş ve kalpleri inanç sisteminin gerçekleriyle dolmuştur. Hayatları bir yola, programa göre doğrulmuştur. İyilikler yapmışlardır. Bütün güçlerini, enerjilerini, güzel iyi işlere yöneltmişlerdir. Soyut düşüncelerle ve hayallerle yetinmemişlerdir. Zulme uğradıktan sonra zafere kavuşmuşlardır. Böylece bağlandıkları, inandıkları, gerçeğin zafere ulaşması için bütün enerjilerini harcayacakları bir mücadele ortamı içine girmişlerdir.

Peygamberimiz -salat ve selam üzerine olsun- döneminde, şirk ve müşriklerle girişen, savaş meydanlarında islam inanç sistemini ve bu inancın sahibini savunan şairler arasında, Hasan İbni Sabit, Ka'b İbni Malik ve Abdurrahman İbni Revaha'yı da görüyoruz. Allah hepsinden razı olsun. Bunlar Medine'li müslüman şairlerdi. Abdullah İbni Zeba'ri ve Ebu Süfyan İbni Haris İbni Abdulmuttalib de bu şairler arasında bulunuyorlardı. Bu son ikisi cahiliye dönemlerinde peygamberimiz -salat ve selam üzerine olsun- hicvediyorlardı. Müslüman olduklarında güzel müslümanlar oldular. Peygamberimize övgüler, methiyeler yazdılar ve islamı savundular.

Buhari de yer almıştır ki: Peygamberimiz -salat ve selam üzerine olsun- Hasan İbni Sabit'e "Hicvet onları. Cebrail seninle beraberdir" demiştir. Abdurrahman İbni Ka'b babasından aldığı rivayette babasının peygamberimize -salat ve selam üzerine olsun- "Yüce Allah şairler hakkında indireceklerini indirdi, artık bu işi bırakayım" dediğinde peygamberimiz -salat ve selam üzerine olsun= "Mü'min hem kılıcı, hem diliyle savaşır. Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, dil ile onlara söylediğiniz her söz yayından fırlayan bir ok gibi onlar üzerinde etki yapmaktadır. (İmam Ahmet rivayet etmiştir.)

İslam şiirinin ve islam sanatının kapsamı, zamanın şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak gerçekleşen bu örnekler, çok daha geniş bir alana yayılmaktadır. Şiirin veya sanatın hayatın herhangi bir alanına ilişkin islami bir düşünceden, yaklaşımdan kaynaklanmış olması islamın hoş göreceği bir şiir veya sanat olması için yeterlidir.

Bu şiir veya sanatın bir savunma, bir saldırı olması doğrudan islama çağrıda bulunması, onu yüceltmesi, islamın önemli günlerine ve erlerine övgüde bulunması zorunlu değildir.. İslami bir şiir olması için bir şiirin ille de bu konularda yazılmış olması zorunlu değildir.

Müslümanın bilinciyle bütünleşmiş bir bakışla, gelen geceyi ve yayılan sabahı seyretmek, bu sahneleri insanın iç aleminde Allah'a bağlar. İşte öz itibari ile islami şiir de budur.

Bir aydınlanma veya Allah'a bağlanma veyahut Allah'ın yarattığı bu varlıkla ilişkiye geçme anı, islamın sıcak bakacağı bir şiirin yazılmasına yeterli olacaktır. Bu konuda yol ayrılmıştır. İslamın, hayatın bütününe, hayatın içindeki ilişkilere ve bağlara ilişkin kendisine mahsus bir bakış açısı vardır. İşte bu bakış açısından kaynaklanan her şiir, islamın hoş göreceği, sıcak bakacağı şiirdir.

Sure şu gizli ve özlü tehdit ile sona eriyor.

"Zalimler ne acı bir akıbetle yüz yüze geleceklerini yakında anlayacaktır." Müşriklerin inatlarını ve büyüklük taslayışlarını, Allah'ın cezasına ilişkin sözüne aldırmayışlarını, azabın hemen gelmesini isteyişlerini tasvir etmeyi, ayrıca peygamberlikler ve asırlar boyunca ilahi mesajı yalan sayanların akıbetlerini gözönüne sermeyi kapsayan surë burada noktalanıyor.

Sure, bu korkunç tehdit ile sona eriyor. Zaten bu tehdit surenin konusunu özetliyor. Sanki bu, zalimlerin değişik şekillerde somutlaşan bünyesini şiddetli bir şekilde sarsan hayalin canlandırıp beklediği ürpertici son dokunuştur. (Seyyid Kutub Tefsiri)