SEBE SURESİ

İniş Sırası: 58 • Mushaf Sırası: 34 • Mekki Sure • 54 Ayettir

Yemen'de bulun Marib kenti, Sebe Krallığına o dönemde başkentlik yapmış ve bugün hala Sebe Kraliçesi Belkıs adına yaptırılan ve onun adını taşıyan Arş-ı Belkıs (Belkıs'ın Tahtı), Avam Tapınağı (Mahrem Belkıs) ve Seddi Marib (Antik Marib Barajı) gibi binlerce yıllık eserin kalıntılarına ev sahipliği yapıyor.

Andolsun, bir vadinin sağında ve solunda uzayan iki ovadan oluşmuş (Yemen`deki) Sebe yurdundan da alınacak ibret vardır. Onlara şöyle denilmişti: “Rabbinizin rızkından yiyin ve O`na şükredin. (Beldeniz) güzel bir belde, Rabbiniz de çok bağışlayıcı bir Rabdir.” Fakat onlar bu buyruğa sırt çevirdiler. Bu yüzden üzerlerine Arim selini göndererek o verimli ovalarını dikenli, kuru çalılıklı ve az sayıda sedir ağaçlı iki çorak ovaya dönüştürdük. (Sebe 15-16)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Hamd, göklerde ve yerde bulunanlar kendisine ait olan Allah’adır. Ölüm ötesi âlemde de hamd O’nadır. Hakîm’dir O; kararları doğrudur, Habîr’dir; her şeyin iç yüzünü bilendir.
2. Yerin içine gireni, oradan çıkanı, gökten ineni, oraya yükseleni o bilir.[*] Rahîm'dir O; ikramı bol oldur. Gafûr'dur; çokça bağışlayandır.

İnsan, birkaç cümle halinde önüne açılan bu sayfanın karşısında dikilince neler görür, neler! Acayip nesnelerin, hareketlerin, hacimlerin, şekillerin, biçimlerin, anlamların ve yapıların yığın yığın görüntüsü ve çağrışımı zihnine üşüşür. Bunları hayale sığdırmak bile mümkün değildir.

Eğer bu ayetin işaret etmek istediği olayların ve gelişmelerin sadece bir an içinde olup biten bölümünü araştırmak ve sayıya vurmak üzere bütün insanlar biraraya gelseler ve tüm hayatlarını bu işe adasalar, kesinlikle "o bir an içinde" kaç nesne gökten yere iniyor ve aynı tek anlık süre içinde kaç nesne yerden göğe yükseliyor?

Acaba yeraltına nice şeyler giriyor? Bu yerin bağrına nice tohumlar düşüyor, ya da ekiliyor? Bu yerin altında nice kurtlar, nice böcekler, nice sinekler ve nice sürüngenler barınıyor? Bu uçsuz-bucaksız toprağın nice su damlaları, nice gaz molekülleri ve nice radyo-aktif ışınlar sızıyor? Evet, nice nice şeyler geçiyor toprağın altına! Yüce Allah'ın sürekli ve uyuklama nedir bilmez gözetimi altında!

Topraktan nice şeyler çıkıyor? Nice bitkiler filizleniyor? Nice kaynaklar fışkırıyor? Nice yanardağlar, volkanlar lâv püskürtüyor? Nice gazlar buharlaşıyor? Nice saklı nesneler ortaya çıkıyor? Nice böcekler gizli yuvalarından yeryüzüne çıkıyor? Görülebilen ve görülemeyen nice nice şeyler. İnsanın bir bölümünü bildiği ve çoğunu bilmediği nice cansız nesneler ve hayvanlar!

Acaba gökten nice şeyler yere düşüyor? Nice yağmur damlaları, nice yıldız mermileri, nice yakıcı ışınlar, nice aydınlatıcı ışınlar? Nice "kaza" okları ve nice belirlenmiş "kader"ler? Nice tüm varlıklara yaygın, fakat bazı kulları özellikle kucaklayan "rahmet"ler? Yüce Allah'ın bazı kullarına oluk oluk türleri? Sayısını yüce Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği nice cansız-canlı varlıklar?

Peki nice şeylerin göğe yükseldiğini acaba hiç düşündük mü? Nice bitki, hayvan, insan ve insanın tanımadığı başka bir tür canlı soluğu? Yüce Allah'a yöneltilen ve O'ndan başka hiç kimsenin işitmediği nice gizli-açık dualar? Bildiğimiz ve bilmediğimiz nice ölmüş canlıların ruhları? Cebrail'in emri üzerine yücelen nice melekler? Yüce alemine süzülen ve yalnız yüce Allah'ın bildiği nice ruhlar?

Sonra denizden nice buhar kabarcıkları havaya karışıyor? Cisimlerden nice gaz zerrecikleri atmosferin enginliğine karışıyor? Yüce Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği nice nice nesneler?

Bunların hepsi bir an içinde olup bitiyor. Acaba bir tek anın olaylarını insan bilgisi kavrayabilir mi, uzun ömürler verse bile bu olayları sayıya geçirebilir mi? Oysa yüce Allah'ın sınırsız, akla sığmaz, engel tanımaz bilgisi bütün bu olayları-nerede ve ne zaman olurlarsa olsunlar-kapsamı içine alır. Niyetleri, duyguları, kasılmaları ve atışmaları ile bütün kalpler yüce Allah'ın gözetimi altındadırlar. Buna rağmen O görmezlikten gelir, bağışlar. Çünkü "Merhametli ve affedicidir."

Kur'an'ın bunun gibi tek bir ayeti bile bu kitabın insan sözü olmadığını anlatmaya, kanıtlamaya yeter. Çünkü kalbinden geçmez. Yine böylesine evrensel bir düşünce doğal olarak hiçbir insanın aklının ucundan geçmez.

Bir tek dokunuşta bu kadar çarpıcı ve yaygın bir etki meydana getirebilmek, ancak tüm evrenin yaratıcısı olan yüce Allah'ın sanatının işidir. Kulların sanatı buna benzeyemez. (Seyyid Kutub Tefsiri)

3. Kafirlik edenler şöyle dediler: "O saat / yeniden diriliş saati bize gelmez." De ki: "Hayır! Gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki o saat size mutlaka gelecektir. Göklerde ve yerde, ister zerre ağırlığında ister ondan küçük, ister daha büyük olsun, hiçbir şey onun bilgisinden kaçmaz, hepsinin apaçık yazılı bir kaydı tutulur.”[*]

Kâfirlerin ahireti inkâr etmeleri, yüce Allah'ın hikmetini ve takdirinin gerekçesini kavrayamamalarından ileri gelir. Çünkü insanı başıboş bırakmak yüce Allah'ın hikmetine uygun değildir. İsteyen iyilik yapsın, isteyen kötülük işlesin, sonra da iyilik yapan iyiliğinin ödülünü almasın ve kötülük işleyen de kötülüğünün cezasını görmesin, böyle bir uygulama yüce Allah'ın amacına ters düşer. Yüce Allah, ödüllerin ve cezaların ya tümünü yada bir bölümünü ahirete sakladığını peygamberlerinin dilinden insanlara bildirmiştir. Yüce Allah'ın evreni niçin yarattığını kavrayabilen herkes ahiretin kaçınılmaz olduğunu, O'nun vaadinin ve verdiği haberin gerçekleşebilmesi için öbür alemin gerekli olduğunu da kavrar. Fakat kâfirler bu ilâhi hikmeti kavrama yeteneğinden yoksun oldukları için "Kıyamet anı hiç gelmeyecek" diyebiliyorlar. Fakat red nitelikli kesin ve vurgulamalı cevaplarını hemen alıyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

4. Böylece Allah, iman edip güzel ve makbul işler yapanları ödüllendirir. İşte onlara bir mağfiret[*] ve çok değerli bir nasip vardır.

Mağfiret, Allah’ın, kulunu azaptan korumasıdır (Müfredat). “Başı koruyan zırhlı başlık” anlamındaki “miğfer” kelimesi de aynı köktendir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

5. Ayetlerimizi geçersiz kılmak için yarışırcasına çaba harcayanlar var ya; işte onlar için de elem dolu çok kötü bir azap vardır.
6. Kendilerine ilim verilenler[1*], Rabbinden sana indirilenin (Kur’an’ın) gerçeğin ta kendisi olduğunu, Azîz; daima üstün ve Hamîd; bir sebep olmaksızın zâtıyla övgüye lâyık olan Allah`ın yolunu gösterdiğini görürler.

Yaratılan ayetlerden öğrendiği bilgilerle indirilen ayetleri karşılaştıranlar.

Onlara, çevrelerinde ve kendilerinde olan ayetlerimizi göstereceği . Sonunda onun (Kur’ân’ın) tümüyle gerçek olduğu, onlar için net olarak ortaya çıkacaktır. (Onlar itiraf etmeseler de) Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? (Fussilet 41/53).(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

7. Kâfirler biribirlerine dediler ki; "Ölen vücutlarınız didik didik parçalanıp iyice dağıldıktan sonra yeni bir aşamada tekrar dirileceğinizi ileri süren biri var, onu size gösterelim mi?[*]

İşte müşrikler, yeniden dirilme olayını bu derece garip, tuhaf ve dehşete düşürücü karşılıyorlardı. Bu yüzden başkalarına da bu tuhaflık ve şaşkınlık duygusunu aşılamaya çalışıyorlardı. Bu aşılama çabasını seslendirirken alaycı ve teşhir edici bir dil kullanıyorlardı.

Size son derece tuhaf, son derece acayip bir adamı gösterelim mi? Bu adam akla sığmaz, hayale gelmez sözler söylüyor. Öldükten, cesetleriniz çürüdükten, organlarınız param-parça olup dağıldıktan sonra yeniden dirileceğini, tekrar varlık sahnesine döneceğini söyleyecek kadar ileri gidiyor.

Şaşmaya şaşkınlıklarını başkalarına aşılamaya, yadırgamaya ve aşağılama amaçlı teşhire devam ederek şöyle diyorlar:

"Bu adam Allah adına yalan mı uyduruyor, yoksa bir deli midir?"

Onlara göre insanın böyle bir sözü söyleyebilmesi için ya Allah'a iftira atan, O'na söylemediği sözleri mal etmeye kalkışan bir yalancı, ya da cinler tarafından çarpıldığı için saçmalayan, acayip ve garip iddialar ileri süren bir deli olması gerekir.

Bütün bu gürültülerin sebebi nedir acaba? Çünkü Peygamberimiz bu adamlara "yeniden diriltileceksiniz" demiştir. Peki tuhaflık bunun neresinde? Onlar ilk kez, hiç yoktan yaratılmamışlar mı? Niye bu şaşırtıcı realiteyi, yani hiç yoktan yaratılmışlarının somutlaştırdığı şaşırtıcı olguyu görmüyorlar; Eğer bu olguyu görseler, onun üzerinde kafa yorsalar yeniden yaratılacakları gerçeği kendilerini zerre kadar şaşırtmazdı. Fakat adamlar sapıtmışlar, bir türlü doğru yolu bulamıyorlar. Bu yüzden bu teşhir amaçlı yaygaralarına bu aptalca şaşkınlıklarına sert ve korkunç bir değerlendirme cümlesi ile karşılık veriliyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

8. O, Allah'a bir yalan mı mâl ediyor yoksa cinlerin etkisine mi girmiş?" Hayır! Aslında Ahirete inanmayanlar azap içinde ve derin sapkınlıktadır.
9. Onlar, önlerinde ve arkalarında olan göğe ve yere bakmadılar mı? Gerek görürsek[1*] onları yerin dibine geçirir veya gökten üzerilerine parçalar düşürürüz. Bunda, Allah'a yönelen her kul için bir ayet / bir gösterge vardır.[2*]

[1*] Âyette geçen neşe (نشأ) fiilinin kökü, “var etme” anlamında olan şey (شيء)'dir. (Müfredât). Allah her şeyi, bir ölçüye göre yaratır. (Kamer 54/49, Ra’d 13/8) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

[2*] Bu sahne çarpıcı bir evrensel sahnedir. Aynı zamanda o inkârcıların gördükleri ve algıladıkları olaylara dayanıyor. Sebebine gelince yerin sarsılarak alt-üst olması doğa olayıdır. Ayrıca kimi hikâyelerin ve söylentilerin de konusu olduğu görülür. Gökten yere parçaların düşmesi de onlara yabancı bir olay değildir. Gök taşları düştüğünde ve şimşek olaylarında bunun benzeri meydana gelmektedir. Yani onlar bu sahnede canlandırılan olayların benzerlerini ya görmüşler ya da işitmişlerdir. Buna göre bu dokunuş, kıyamet gününün geleceğini ihtimal dışı sayan bu koyu gafilleri uyarabilir. Çünkü bu tabloda görüyorlar ki, azap son derece yakınlarındadır. Eğer yüce Allah onları daha kıyamet kapmadan, şu dünyadayken azaba çarptırmak istese şu üzerinde gezindikleri yerden ya da başları üzerindeki gökten kaynaklanacak azaplarla onları cezalandırabilir. Buna göre ne zaman kopacağını yalnız yüce Allah'ın bildiği kıyamet günü onların pek uzağında değildir. Yolunu şaşırmış "fasık"lardan hiç kimse yüce Allah'ın acı süprizlerinden emin olamaz.

Gözleri önünde çeşitli gök ve yer olayları meydana geliyor. Bunların yanı sıra bir yer sarsıntısı sırasında her an toprağın alt-üst olması ya da gök parçalarının başlarına yağması muhtemeldir. İşte tevbe edip Allah'a dönen, az önce sözü edilen koyu sapıklığın pençesinde olmayan kalp için bu gerçekten alınacak ders vardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 2
10. Yemin olsun, biz, Dâvud’a katımızdan bir lütufta bulunduk. "Ey dağlar, onunla birlikte tesbih edin ve ey kuşlar siz de" dedik. Ve onun için demiri yumuşattık.[*]

“Demiri onun için yumuşattık” cümlesindeki “hadid” kelimesini mecâzi anlamda kullanarak “ondaki sertliği yumuşattık” şeklinde tercüme etmek doğru olmaz. Zira hem bir sonraki ayette hem de Enbiya sûresi 21/78. âyette Hz. Davud’a demirden zırh yapma sanatı öğretilmiştir. Bu da gösteriyor ki; Allah Hz. Davud’a demiri kullanmanın yollarını öğretmiştir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

11. Geniş ve uzun zırhlar yap! Dokumasında titiz davran! Siz de hayra ve barışa yönelik iş yapın. Kuşkusuz, ben, yaptıklarınızı görüyorum."
12. Süleyman’ın emrine de rüzgârı verdik. Onun sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü de bir aylık mesafe idi.[*] Onun istifadesi için, erimiş bakırı kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırlardı. Onlardan kim emrimizden saparsa, ona ateş azabı tattırırdık.

Hz. Süleyman’a mucizevi bir şekilde Allah’ın yardımıyla o güne kadar, hatta belki de günümüze kadar kimseye nasip olmamış olan ilim ve teknoloji öğretilmiştir. Ona lütfedilen bu nimetlerden bir tanesi de deniz yolunu çok iyi kullanmasıdır. Rakiplerinin uzun zamanda ulaşabildikleri mesafeye o kendisine lütfedilen özel teknoloji ile ürettiği gemilerle rüzgârın gücünü de kullanarak kısa zamanda ulaşabiliyordu. Ayetin ilk cümlesi, Hz. Süleyman’ın inşâ ettirdiği deniz ticaret filolarına atıf olsa gerektir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

***

Süleyman'a da rüzgarı, râm ettik, emrine verdik. Deniliyor ki Süleyman (a.s.)ın emrine verilen özel bir rüzgardı. Bildiğimiz bütün rüzgarlar değildi. Çünkü onlar ihtiyaç zamanlarında herkesin yararı içindir. Onun için bütün kıraatlarda bu "Rüzgar" kelimesi tekil okunmuş, hiç birinde "Rüzgarlar" okunmamıştır. Yani Süleyman (a.s.) isterse bütün âlemin rüzgarını tutabilirdi demek değil, havanın bir akıntısına yön verebilir, onunla dilediği yere gidebilirdi. O bir rüzgardı ki sabah gidişi bir ay akşam dönüşü de bir ay. Şer'an bir günlük yol altı saat olduğuna göre, otuz kilometre itibar edilirse, gidişi dokuz yüz kilometre, gelişi de dokuz yüz kilometre olarak bin sekiz yüz kilometre kateder. Burada "Sabah gidişi"nin zamiri "riyh" rüzgardır denilmiş. Onun gidişi diye, Süleyman'dır denilmemiş olduğuna göre, yalnız rüzgarın hızı gösterilmiş demek olur. Süleyman (a.s.) bununla balon gibi mi, yoksa uçak gibi mi giderdi, orasını Allah bilir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

***

Rüzgârın, Hz. Süleyman'ın buyruğuna sunulması konusunda yoğun rivayetler vardır. Gerçi orijinal yahudi kaynakları bu konuya hiç değinmez, ama yahudi masallarının gölgesi bu rivayetlerde açıkça seçilir. Bu yüzden en iyisi bu rivayetlerden uzak durmak, Kur'an'daki bilgi ile yetinmek, ayetteki sözcüklerin dış anlamını aşmaya kalkışmamaktır. Bu anlama göre yüce Allah rüzgârı Hz. Süleyman'ın emrine verdi. Bu rüzgâr Hz. Süleyman'ın direktifi ile belirli bir bölgeye (Enbiya suresinde bildirildiğine göre "Kutsal Topraklar"a) doğru bir ay süreyle esiyor, sonra yine bir ay zarfında geri geliyor. Rüzgâr sabahleyin esmeye başlıyor ve bir akşam vakti geri dönüşünü noktalıyor. Bir sabah vakti başlayan bu esmenin bir akşam vakti sona ermesi belirli bir amacı gerçekleştirmek için oluyor. Bu amacı Hz. Süleyman kavrıyor ve yüce Allah'ın emri uyarcınca onu gerçekleştiriyor. Bu açıklamaya başka bir söz ekleyemeyiz. Eğer konuşmaya devam edersek hiçbir söz bir kurala bağlı olmayan, hiçbir incelemenin süzgecinden geçmemiş olan masallara dalmış oluruz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

13. Onlar Süleyman için, mihraplardan / kalelerden, heykellerden[1*], havuzlar gibi çanaklardan, yerinden kaldırılamaz kazanlardan[2*] ne dilerse yaparlardı. Ey Davûd ailesi, şükür olarak iş yapın! Kullarım içinden şükredenler o kadar az ki!

[1*] Bu ayet, tapınma maksatlı olmayan heykellerin yapılabileceğini gösterir. Çünkü İbrahim aleyhisselam tapınma maksadıyla yapılan heykelleri kırmıştı (Enbiya 21/52).

[2*] Sebe 34/12 -13 ayetlerindeki erimiş bakırdan heykeller, havuz gibi çanaklar ve bu çanakları taşıyan hayvan şeklindeki ayaklardan, Tevrat’ta 1. Krallar 7:13-45 pasajlarında bahsedilmektedir (Enbiya 21/82, Sad 38/37-38). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

14. Süleyman’ın ölümüne karar verdiğimizde, onun öldüğünü sadece, dayandığı şeyi kemiren bir kara hayvanı onlara gösterdi.[*] Süleyman yere yığılınca cinler anladı ki, eğer gaybı bilselerdi o aşağılayıcı azap içinde kalmazlardı.

Ayette geçen “minsee” kelimesine tefsir ve meallerde “değnek” anlamı verilir ama bu doğru değildir. Çünkü değneğe dayalı iken ölen kişi hemen yere yığılır. Bu, Süleyman aleyhisselamın oturduğu yerde üzerine dayandığı bir şey olabilir. Buradaki kara hayvanı da “ağaç kurdu” olamaz. Çünkü onun böyle bir şeyi kemirmesi uzun zaman alır. Bu, köstebek veya kunduz gibi büyük bir kemirgen olabilir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

15. Andolsun, bir vadinin sağında ve solunda uzayan iki ovadan oluşmuş (Yemen`deki) Sebe[*] yurdundan da alınacak ibret vardır. Onlara şöyle denilmişti: “Rabbinizin rızkından yiyin ve O`na şükredin. (Beldeniz) güzel bir belde, Rabbiniz de çok bağışlayıcı bir Rabdir.”

Sebe (Arapçada sebe’) Krallığı, Güneybatı Arabistan’da yerleşik bulunuyordu ve en parlak dönemlerinde (M.Ö. ilk bin yılda) yalnızca Yemen’i değil, Hadramevt’in geniş bir bölümünü, Mahrah topraklarını ve şimdiki Habeşistan’ın büyük bir bölümünü de içine alıyordu. Sebeliler, başkent Ma’rib’in -bazan Mârib olarak okunuyordu- çevresinde, yüzlerce yıllık bir zaman kesiti içinde, günümüze kadar ayakta kalabilmiş muhteşem kalıntılarıyla tarihte büyük bir ün yapmış olan olağanüstü barajlar, bentler ve suyolları şebekeleri inşa etmişlerdi. Sebe ülkesi, bütün Arap Yarımadası’nda dillere destan olan muazzam gelişmesini bu büyük barajlara borçluydu. (H. 334’de ölen coğrafya bilgini Hemedânî bu barajlar şebekesinin suladığı toprakların Doğuya, Rub‘u’l-Hâlî sınırları çevresindeki Sayhad çölüne doğru uzandığını nakleder.) Ülkenin zenginleşmesi, halkının ticarî faaliyetlere yoğun ilgisinden ve Ma’rib’den Kuzeyde Mekke, Medine ve Suriye’ye, Doğuda Arap Denizi kıyılarındaki Zufâr’a doğru ilerleyen ve böylece Hindistan ve Çin’e bağlanan deniz yolları ile birleşen “baharat yolu”nu kontrol etmelerinden ileri geliyordu. Yukarıdaki pasajın değindiği dönem, tabii, 27:22-44’de sözü edilenden daha sonraki bir zamana tekabül eder. (Muhammed Esed Tefsiri)

16. Fakat onlar bu buyruğa sırt çevirdiler. Bu yüzden üzerilerine Arim selini[*] göndererek o verimli ovalarını dikenli, kuru çalılıklı ve az sayıda sedir ağaçlı iki çorak ovaya dönüştürdük.

Arim “set, baraj; büyük sel ve şiddetli yağmur” demektir. Tarih kitaplarına göre, Arap Yarımadasının güneyinde bulunan Sebe krallığının başkenti Maryaba (Me’rib) kurak bir bölgede olduğu için, şehrin güneyindeki Yesran ve kuzeyindeki Abyan ovalarının, iki dağ arasındaki dar geçit üzerine yapılan Arim Barajı ile sulandığı aktarılmaktadır. Daha sonra yıkılan bu baraj nedeni ile ovalar büyük hasar görmüş ve kullanılamaz bir hale gelmişlerdir. (DİA: Sebe, Arim, Me’rib) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

17. İşte böyle! Nankörlük ettikleri için onları cezalandırdık. Nankörden başkasına ceza verir miyiz hiç!
18. Sebe halkı ile bereketlendirdiğimiz kentler arasına (her biri diğerinden) görülen kentler oluşturduk. Oralarda gidiş gelişi belirledik (seyahati kolaylaştırdık) ve onlara da şöyle dedik: "Oralarda gece gündüz güvenlik içinde dolaşın."[*]

Elimizdeki bazı bilgilere göre köyün birinden sabahleyin yola çıkan birisi karanlık basmadan bir sonraki köye ulaşabiliyordu. Yani bu yöredeki yolculuk belirli mesafelere bölünmüş, güvenli bir yolculuktu. Ayrıca konaklama yerleri arasındaki mesafeler kısa olduğu için yol sıkıntısı çekilmiyordu.

Fakat Sebe'liler zamanla daha da kötüleştiler. Yüce Allah'ın ilk uyarısı onlara faydalı olmadı. Kendilerine gelip yüce Allah'a yalvarmaya, ellerinden giden eski mutluluklarını geri vermesini dilemeye yönelmediler. Tersine aptallıklarını ve cahilliklerini belgeleyen şu duayı seslendirdiler. (Seyyid Kutub Tefsiri)

19. “Rabbimiz! Yolculuklarımızın mesafesini uzat[*]” dediler ve kendilerine yanlış yaptılar. Biz de onları bölük pörçük ederek hikayelere konu yaptık. Her durumda sabreden / duruşunu bozmayan ve daima şükreden / görevlerini yerine getiren herkes için bunda (daha nice) ayetler / göstergeler vardır.

Sebeliler, “Yolculuklarımızın mesafesini uzat” diyerek, mevcut rahat ve güvenli ticaret alanlarından daha fazlasını istemişlerdi. Tehlikeli ve güvensiz olsa da daha uzak bölgelere ulaşmak istiyorlardı. Onların bu doyumsuzluğu, yanlışlara ve kötü sonuçlara sebep olmuştur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

20. İblis, onlar hakkındaki öngörüsünün doğru olduğunu gördü; mümin bir kesim[*] dışında herkes ona uydu.

Burada mümin bir kesimin olması, Süleyman aleyhisselamın tebliğinin onlara ulaştığını gösterir. Sebe 34/15’te geçen şu ifade, bu tebliğin bir örneğidir: “Rabbinizin verdiği rızıktan yiyin ve ona karşı görevlerinizi yerine getirin! Şehriniz tertemiz bir şehir, Rabbiniz ise kusurları örten bir Rabb’dir!” (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

21. Oysa onun onlara boyun eğdirecek bir gücü yoktu. Sadece, ahirete inanıp güvenenler ile o konuda şüphesi olanları bilmemiz için (ona fırsat verdik). Rabbin her şey üzerinde Hafiz'dir, kollar, korur, gözetir.
BÖLÜM 3
22. De ki: “Allah ile aranızda olduğunu iddia ettiklerinize yalvarın bakalım[*]! Onların göklerde ve yerde zerre kadar yetkileri yoktur. Oralarda onların bir ortaklıkları olmadığı gibi Allah’ın onlardan bir destekçisi de yoktur.”
23. Onun katında şefaat, lehine onay verdiği kimseden başkasına fayda sağlamaz.[*] İçlerindeki dehşet giderilince onlara; "Rabbiniz ne demişti?" diye sorulur: "Tamamıyla gerçeği söylemiş” derler. O Aliyy'dir; yüceliğine sınır yoktur ve Kebîr’dir; büyüklüğüne sınır yoktur.

Allah’tan başkasının şefaat yetkisi olmadığı için (En’âm 6/51; Secde 32/4; Zümer 39/43-44) şefaati ancak onun yetki vereceği kişiler yapabilirler. Ahirette, kimileri doğrudan cennete gideceklerdir. Bunlar, büyük günah işlemedikleri (Nisa 4/31, Necm 53/31-32) veya sevapları günahlarından fazla olduğu için (A’raf 7/8, Karia 101/6-7) cehennemin hışırtısını dahi duymayacaklardır (Enbiya 21/101-103). Bilerek şirk günahı işlemediği halde (Al-i İmran 3/105-106) günahı sevabından fazla olanlar ise cehennemde cezalarını çektikten sonra (Nisa 4/115-116, Karia 101/8-11) cennete gireceklerdir (Meryem 19/68-72). Cennet ile cehennem arasında bir sur olacaktır (Hadid 57/12-15). Surun yüksek yerleri A’raf’tır (Fahrettin er-Razi). Cennete gidenler oradan cehenneme bakabileceklerdir (Saffat 37/50-59). A’raf üzerinde, herkesi yüzlerinden tanıyan değerli şahsiyetler olacaktır (A’raf 7/46). Çünkü o gün kafirlerin yüzü kara, müminlerininki ak olur (Al-i İmran 3/106-107). Allah’ın şefaatten yararlanma hakkı verdikleri, yüzleri ak olanlardır (Meryem 19/87). Onlara kimin şefaat edeceğini de Allah belirleyecektir (Taha 20/109, Sebe 34/23). Bunlar, şefaatten sonra cennete girecekler (A’raf 7/46-49) ve oradaki yakınlarının yanlarına yerleştirileceklerdir (Tur 52/21). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

24. De ki: “Göklerden ve yerden geçiminizi sağlayan kimdir?” De ki: “Allah’tır! O halde, ya biz [Allah’a inananlar]dan yahut siz [O’nun birliğini inkar edenler]den biri doğru yolda, (diğeri ise) açık bir sapıklık içindedir!”
25. De ki: "Bizim işlediğimiz suçtan siz sorulacak değilsiniz; biz de sizin işlediğinizden sorumlu değiliz."
26. De ki: "Rabbimiz sizinle bizi bir araya getirecek, sonra hakka uygun bir şekilde aramızı ayıracaktır. O’dur Fettâh; iyi ile kötüyü ayıran ve O’dur Alîm; her şeyi bilen."
27. De ki: "Allah’a ortak saydıklarınızı gösterin bana!” Hayır, asla gösteremezsiniz[ O, Azîz; daima üstün ve Hakîm; bütün kararları doğru olan Allah’tır"
28. Biz, seni bütün insanlara sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.[*] Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.

Bu âyet Hz. Muhammed (a.s.)’ın risaletinin belirli bir millet, dil ve coğrafya ile sınırlı olmayıp evrensel, yani bütün zamanlar ve mekânlar için geçerli olduğunu açıkça gösterir. (Suat Yıldırım Tefsiri)

29. Derler ki: “Eğer doğru söylüyorsanız, bu vaad ettiğiniz kıyamet ne zaman kopacak?”

Bu soru, adamların peygamberin görevinin ne olduğu bilmediklerini, peygamberlik misyonunun sınırlarını kavramadıklarını gösterir. Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın birliği ilkesini her türlü bulanıklıktan arındırma konusunda son derece titizdir. Bu ilkeye göre Hz. Muhammed, sadece bir peygamberdir, görevinim sınırları bellidir, O görev sınırlarının berisinde kalır, bu sınırları aşmaz. Yüce Allah ise sınırsız yetkiye sahiptir. Peygamberi insanlara gönderen ve onun görevinin sınırlarını çizen O'dur. Yüce Allah'ın vaadinin ya da tehdidini gerçekleştirmeyi üstlenmek, hatta bu gerçekleştirmenin zamanını bilmek, Peygamberin görev alanına giren işlerden değildir. Bu iş O'nun yetki tekelindedir. Peygamber haddini, görev alanının sınırlarını bilir. Bu yüzden yüce Allah kendisine bilgi vermediği bir konuda, gerçekleştirilmesini sorumluluğuna vermediği bir işte O'na soru bile sormaz. Yüce Allah, Peygamberimizi bu konuda soru soranlara belirlenmiş bir cevap vermekle ve bu cevapla yetinmekle görevlendiriyor. Okuyalım:

"Onlara de ki; `Sizin belirlenmiş bir gününüz vardır ne bir an ertelenir ve ne de önceye alınır." (Seyyid Kutub Tefsiri)

30. De ki: "Size vaad edilen öyle bir gündür ki, ondan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz."
BÖLÜM 4
31. İnkâr edenler, “Bu Kur'ân'a ve bundan önce gelen kitaplara asla inanmayacağız” dediler. Sen o zâlimleri, Rabblerinin huzurunda tutuklanmış, birbirlerine söz atarlarken bir görsen! Zayıf durumda olanlar, büyüklük taslayanlara: “Sizler olmasaydınız, biz kesinlikle inananlardan olurduk” diyecekler.
32. Büyüklük taslayanlar, güçsüz durumda olanlara, “Size, doğru geldikten sonra sizi biz mi ondan çevirdik? Tam tersine, siz suç işliyordunuz” diye cevap verecekler.
33. Güçsüz durumda olanlar, büyüklük taslayanlara, “Hayır! Sizin gece gündüz tuzak kurmanız bizi bu hale düşürdü. Çünkü bize, Allah'ı inkâr etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz” diyecekler ve azabı gördüklerinde, pişmanlıklarını içlerinde gizleyecekler. Biz de inkâr edenlerin boyunlarına halkalar geçireceğiz. Onlar sadece yaptıklarının karşılığını görecekler.
34. Uyarıcı gönderdiğimiz her kentin şımarık elebaşları mutlaka şöyle dediler. "Biz, sizin getirdiğiniz mesajı kesinlikle inkâr ediyoruz"[*]

Bu, yüzyılların akışı içinde sık sık tekrarlanan bir hikâye, her zaman karşımıza çıkan "klişeleşmiş" bir tutumdur. Kaynağı azgın şımarıklıktır. Bu iğrenç huy kalpleri katılaştırmakta, duyarlıklarını gidermekte, fıtratı yozlaştırmakta, paslatmakta ve doğru yola ileten kanıtları fark etmekten alıkoymaktadır. Bu duruma düşen kalpler de doğru yol mesajları karşısında burun kıvırmakta, efelenmekte, batılı savunmakta ısrar etmekte ve aydınlığa açılmaktan kaçınmaktadırlar.

Toplumların varlıklı kesimini oluşturan bu şımarıkları, sahte değer yargıları ve geçici dünya nimetleri aldatıyor. Ellerindeki servet ve kaba güç onları baştan çıkarıyor, bu ayrıcalıklarının kendilerini yüce Allah'ın azabından kurtarabileceğini sanıyorlar. Bu ayrıcalıkları, yüce Allah'ın kendilerinden hoşnut olduğuna delil sayıyorlar ya da kendilerinin hesaplaşma ve ceza işlemlerinden muaf tutulacaklarını hayal ediyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

35. Ve ilave ettiler: "Bizim malımız da, evladımız da sizinkinden daha fazla, sizden daha güçlüyüz. Biz öyle iddia ettiğiniz gibi azaba falan da uğrayacak değiliz!"[*]

Kur'an, yüce Allah'ın katında geçerli olan değer yargılarını bu şımarıkların önüne koyuyor. Onlara anlatmaya çalışıyor ki; rızkın bol ya da kısıtlı olmasının köklü ve değişmez değerlerle hiçbir ilgisi yoktur, bu olgular yüce Allah'ın hoşnutluğunun ya da öfkesinin delilleri sayılamazlar. Bunlar başlı başına insanı ne azaptan alıkoyabilirler ve ne de azaba sürükleyebilirler. Rızkın bolluğu ve kıtlığı gerek hesap ve ceza işleminden ve gerekse yüce Allah'ın hoşnutluğundan ve gazabından bağımsız, yüce Allah'ın başka bir yasasına bağlı olgulardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

36. De ki: "Rabbim, tercih ettiği kişi için[*] rızkı genişletir de daraltır da. Ama insanların çoğu bunu bilmez."

Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 5
37. Sizi Bize yaklaştıracak olan, ne zenginliğiniz, ne de çocuklarınızdır: yalnızca iman edip doğru ve yararlı işler yapanlar [Bize yakın olabilirler]; bu [gibi]leri, yaptıklarından dolayı çeşit çeşit ödüller beklemektedir ve onlar [cennet] köşkler[in]de (huzur ve) güven içinde yaşayacaklardır;
38. Âyetlerimizi geçersiz kılmaya gayret edenlere gelince, işte onlar da azaba atılacaklardır.
39. De ki: "Rabbim, kullarından tercih ettiği kişi için rızkı genişletir de daraltır da.[*] Allah, hayra yaptığınız her harcamanın yerini doldurur. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır."

Şâe (شاء) fiili ile ilgili olarak bkz. Sebe 34/36. ayetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

40. Ve o gün O, onların hepsini bir araya toplayacak. Sonra meleklere: “Şunlar, size mi kulluk ediyorlardı?” diye soracak.
41. Melekler, “Hâşâ! Seni tenzih ederiz. Sen bizim velimizsin, onlar değil. Tam aksine, onlar cinlere tapıyorlardı. Onların çoğu onlara inanıyorlardı” diyecekler.[*]

Bu adamlar dünyadayken yüce Allah'ı bir yana bırakarak meleklere tapıyorlar ya da meleklerin Allah ile aralarında aracılık edeceklerine inanıyorlardı. İşte şimdi o melekler ile yüz yüzedirler. Melekler yüce Allah'ı "tesbih" ediyorlar. Maksatları o saçma iddianın asılsızlığını dile getirme, kâfirlerin kendilerine yönelik tapınma girişimleri ile hiçbir ilişkileri olmadığını vurgulamaktır.

Ayetin ifadesine göre böyle bir tapınma olayı sanki hepten asılsızmış, sanki hiçbir zaman böyle bir olay gerçekleşmemiş, somut olarak varolmamış da bu adamlar aslında şeytanın izinden gidiyorlarmış; ya ona tapıyorlarmış, onu ilahi ediniyorlarmış ya da onun Allah'a ortak koşmalarını isteyen kışkırtmalarına uyuyorlarmış. Başka bir deyimle onlar meleklere taparken aslında şeytana tapıyorlardı. Zaten cinlere tapmak, arapların yabancısı oldukları bir sapıklık türü değildi. Arapların bir bölümü cinlere ya doğrudan doğruya tapıyorlar ya da yardım ve aracılık diliyorlardı. Okuyoruz:

"Aslında onlar cinlere tapıyorlardı, çoğu onlara inanıyorlardı."

İşte Kur'an, kendine özgü "Hikâye anlatma" üslubu uyarınca bu noktada "Hz. Süleyman ile cinler" hikâyesi ile bu surenin işlediği meseleler ve konular arasında ilişki kuruyor.

Sahne henüz gözlerimizin önünde dururken sözün akışı üçüncü şahıstan ikinci şahısa dönüyor, düz anlatımı bırakıp "Hitap" kalıbına başvuruyor. Sözü müşriklere yönelterek onları azarlıyor, paylıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

42. Bugün birbirinize fayda sağlamaya da zarar vermeye de gücünüz yetmez. Yanlışa dalanlara şöyle diyeceğiz: “Hakkında yalan söyleyip durduğunuz bu ateşin azabını tadın.
43. Onlara ayetlerimiz, birbirini açıklayacak şekilde bağlantılarıyla birlikte okunduğunda “Bu sadece, atalarınızın kulluk ettiklerinden sizi uzaklaştırmak isteyen bir adamdır” derler ve şunu eklerler: "Bu (okuduğu) sadece düzmecedir, uydurulmuştur!” Kâfirlik edenler, kendilerine bu gerçek geldiğinde şunu da derler: “Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir[*]!”

Müşrikler, Peygamberimizin kendilerine anlattığı duru su kadar berrak ve apaçık gerçeği, geçmişlerinden kalan bulanık tortuların, belirli bir temele dayanmayan geleneklerin, tutarsız törelerin gözlüğü ile baktılar. Kuran-ı Kerim, yalın, tutarlı ve belli doğrultulu bir gerçekle karşılarına çıkmıştı. Onlar bu yalın gerçeği karmaşık ve bunalık atalarından kalma töreleri ve gelenekleri için tehlike olarak gördükleri ve bu endişe ile ayetin bize aktardığı şu sözü söylediler:

"Bu adamın tek istediği şey, sizi atalarınızın taptıkları putlardan vazgeçirmektir."

Fakat sadece bu kadarını yeterli görmediler. Çünkü sadece atalarının inanç sistemlerine ters düşmek, akli başındaki bütün vicdanlı insanları tatmin edecek bir suçlama değildi. Bu yüzden bu ilk iddialarına bir başkasını daha eklediler. Bu yeni iddiaları Peygamberimize dil uzatıyor, insanlara ilettiği mesajı yüce Allah'dan getirdiğini bildiren tezini reddediyordu. Okuyoruz:

"Bu Kur'an, düzmece bir yalandan başka bir şey değildir" dediler.

Ayetin orijinalinde geçen "ifk" sözcüğü "yalan, iftira" anlamına gelir. Fakat müşrikler "O düzmece bir yalandan başka bir şey değildir" biçimindeki yoğun pekiştirmeli sözleri ile bu iddialarını güçlendirmek istiyorlar.

Böylece Kur'an'ın ilahi kaynaklı olduğu gerçeği hakkında kuşku uyandırabildikleri oranda onun değerini temelden sarsabileceklerini hesab ediyorlardı. Sonra sözlerine devam ederek, doğrudan doğruya Kur'an'a yakışıksız nitelemelerle dil uzatıyorlar. Okuyalım:

"Kâfirler kendilerine gelen gerçek için `Bu apaçık bir büyüden ibarettir' demişlerdi."

Kur'an, insan kalbinde zelzele meydana getiren son derece etkili bir söz dizimidir. Bu yüzden "bu Kitap düzmecedir" demeleri yeterli olmuyor. Öyleyse daha ileri giderek bu kitabın kalpleri sarsan etkisine gerekçe uydurmaları gerekir. İşte bu ihtiyacı karşılamak için "Bu Kitap, apaçık bir büyüden ibarettir" dediler.

Bunlar bir dizi suçlamalar zinciridir. Onları halka halka ileri sürmüşlerdir. Bu suçlamaları ile Kur'an'ın açık ayetlerine karşı koymaya çalışmışlardır. Amaçları bu kutsal Kitap ile insanların kalpleri arasına engel koyabilmektir. Yoksa bu iddiaların hiçbir kanıtı yoktur. Sözleri, kamuoyunu, halkı yanıltmaya yönelik bir yalanlar yumağından ibarettir. Bu sözleri söyleyen seçkinlere ve kabile şeflerine gelince, onlar aslında Kur'an-ı Kerim'in insan kapasitesini, söz ustalarının gücünü aşan bir Kitap olduğundan emindiler.

Bu iki yüzlü kabile şeflerinin kimi zaman Peygamberimiz hakkında, kimi zaman Kur'an-ı Kerim hakkında neler söylediklerini, kalpleri büyüleyen ve vicdanları esir eden bu Kur'an-ı Kerim'den halkı soğutmak için aralarında ne komplolar düzenlediklerini bu kitabın daha önceki ciltlerinde anlatmıştık. (Velid b. Muğire, Ebu Sufyan b. Harb ve Ahnes b. Sureyk arasında geçen konuşmalar bu gerçeğin en çarpıcı örneğidir.)

Ayrıca Kur'an-ı Kerim, onların düşünce kapasitelerini de açıklıyor. Bu açıklamadan öğreniyoruz ki, bu adamlar okuma-yazmasız kara cahillerdir. Daha önce kendilerine başka bir kutsal Kitap gelmiş değildir ki, bu sayede Kitaplar arasında karşılaştırma yaparak vahiy kaynaklı olanı tanıyabilsinler. Bu bilgi birikimlerine dayanarak şimdi önlerine gelen kitabın vahiy kaynaklı olmadığını, yüce Allah tarafından gönderilmediğini isabetle belirleyebilsinler. Onlar bu tür bir sağduyudan, böylesine ayırd edici bir bilgi birikiminden yoksundurlar. Çünkü daha önce kendilerine peygamber gelmemişti. Buna göre bu adamlar saçmalıyorlar, bilmedikleri bir konuda kof iddialar ileri sürüyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

44. Oysaki biz onlara, araştırıp ders alacakları kitaplar vermemiştik; daha önce kendilerine bir uyarıcı da göndermemiştik.
45. Onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Hâlbuki bunlar onlara verdiğimiz şeylerin onda birine bile ulaşamamışlardır. Elçilerimi yalanladılar. Peki, beni inkâr etmenin sonucu nasıl oldu![*]

O eski inkârcılara indirilen darbe son derece yıkıcı ve öldürücü olmuştu. Kureyşliler, Arap Yarımadası'nın çeşitli yerlerinde toplu kıyıma uğratılmış bu eski milletlerin yıkıntılarını görmüşlerdir. Onlar için bu hatırlatma yeterlidir. "Ama bu inkârcılığın sonu nice oldu?" şeklindeki alaycı soru, duygulandırıcı bir sorudur. Bu ilahi karşılığın nasıl olduğunu bilen muhatapların kalplerini ürpertir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 6
46. De ki: "Size tek bir şeyi, Allah için ikişer ikişer ve tek tek kalkıp düşünmenizi tavsiye ediyorum. Arkadaşınızda cinlerin bir etkisi[*] yoktur. O, çetin bir azabın öncesinde sizin için yalnızca bir uyarıcıdır."

Peygamberimize (a.s) neden "mecnun-cinlenmiş" dediklerini anlayabilmek için o dönem Arapların Allah, melekler ve cinler hakkındaki inançlarını bilmek gerekir. O dönem Araplar Allah’a inanıyordu ama Allah’ı çok yüce kabul edip, insanları muhatap almayacağına inanırlardı. Alırsa da bu kişi o şehrin en zengin, en itibarlı, en sözü dinlenen insanı olmalıydı. O dönem Araplar Allah’ın gökyüzünün en üst katında ikamet ettiğine, meleklerin de kızları olarak etrafında Kendisini zikreden varlıklar olduğuna inanırdı. Melekler Allah’ın çevresinde olduğu için ilahi bilgiye sahiptir. Meleklerin altında da cinler vardır. Cinlerle melekler akrabalık bağı ile birbirine yakındır. Cin akrabalar meleklerin sahip olduğu ilahi bilgiyi kulak hırsızlığıyla çalarlar ve dünyaya şair ya da kâhin dostuna getirir anlatırlar. O dönem Araplar her şairin bir cini olduğuna inanırdı. Bu cin, şairin içini coşturur, şair bu sayede şiir yazar. Mecnun’nun cinlenmiş anlamına gelmesinin kökeni budur. O dönemde arrâf denen “kahinler” de vardı. Gelecekte ne olacağını haber veren kahinlerin de cinlerle bağlantısı olduğuna inanılırdı. Kahinlere gelecek bilgisini getiren de yine cinlerdir. Kur'an ayetleri de şiirsel vezne sahiptir. Peygamberimiz şiirsel vezni olan ayetleri okuyunca kendisine bu yüzden mecnun-cinlenmiş denmiş. (Onur)

47. De ki: "Ben sizden herhangi bir ücret istemedim; o sizin olsun. Benim ödülüm yalnız Allah’tandır. Ve O, her şey üzerinde Şehîd'dir; her şeye şahittir."
48. De ki: "Benim Rabbim, gerçeği ortaya koyar. Gaybları[*] en iyi bilen O’dur."

Gayb Arapça’da “gizli kalmak, gizlenmek, görünmemek, uzaklaşmak, gözden kaybolmak” anlamında masdar ve “gizlenen, hazırda olmayan bulunmayan şey” mânasında isim veya sıfat olarak kullanılır (Lisânü’l-ʿArab, “ġyb” md.; Fîrûzâbâdî, el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ, “ġyb” md.). Râgıb el-İsfahânî gaybı “duyular çerçevesine girmeyen ve aklın zaruri olarak gerektirmediği şey”, İbnü’l-Esîr de “kalplerde (zihinlerde) mevcut olsun veya olmasın gözlerden gizli kalan her şey” tarzında açıklamışlardır (el-Müfredât, “ġayb” md.; en-Nihâye, “ġyb” md.) (DİA Gayb md.) (Onur)

49. De ki: “Hak (din olan İslam ve Kur`an) geldi, artık batıl Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. ortaya yeni bir şey çıkaramaz; eskiyi de geri getiremez.”[*]

Bu mesaj son derece sarsıcıdır. İşiten anlar ki, kesin hüküm verilmiştir, artık söylenecek söz kalmamıştır.

Bu gerçekten böyledir. Sebebine gelince Kur'an-ı Kerim geldikten sonra hak sistemi kökleşmiş, belirgin bir varlık kazanmıştır. Açık, kesin ve belirgin hak karşısında batılın yapabildiği şey, demogojiden ve mızıkçılıktan öteye geçememiştir. Gerçi batılın bazı durumlarda, bazı özel şartlar altında maddi üstünlük sağladığı anlar olmuştur. Fakat bu durumlarda batıl, hakkı yenmiş, alt etmiş değildir. Söz konusu olan hak yanlılarının yenilgisidir, yani bu durumlarda ilkeler arasında bir yenişme karşısında değiliz, bu ilkelerin taraftarları arasındaki bir yenme-yenilme olayı karşısındayız. Batılın bu tür başarıları üstelik geçici oluyor, bir süre sonra eriyip gidiyor. Buna karşılık hak, sürekli biçimde belirgin, berrak ve apaçık olarak kalmaktadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

50. De ki: "Eğer saparsam, kendi zararıma sapmış olurum. Eğer yolu bulursam, bu da Rabbimin bana vahyettiği (Kur’ân) sayesindedir. Şüphesiz O, Semî’dir; dinler ve Karîb’dir; kullarına çok yakındır."
51. Dehşete kapıldıkları, kaçma imkanlarının kalmadığı ve (ölüm melekleri tarafından) kolayca[*] yakalandıkları sırada onları bir görsen!

“Kolayca” şeklinde tercüme edilen ifade lafzen “mekan-ı karîb” yani “yakın bir yer”dir. Eceli gelen kişi, ölüm meleklerinden kaçamayacağı için onlar onu, bulunduğu yerde kolayca yakalar, canını alırlar (En’am 6/61). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

52. O zaman “Ona (Kur’an’a) iman ettik!" derler ama onlara göre çok uzak bir yerde kalan imana ulaşmaları nasıl mümkün olur!
53. Halbuki daha önceden Allah’ı inkar edip, hiçbir bilgileri olmadığı halde, gayb (dirilme ve hesap günü) hakkında yalanlamalarda bulunuyorlardı.
54. Tıpkı bundan önce emsallerine yapıldığı gibi onlarla çok arzu ettikleri şey arasına set çekilmiştir[*]. Onlar, kendilerini ikilemde bırakan bir şüphe içinde idiler.

Bütün kafirler, ruhları bedenlerinden alınırken dünyaya geri çevrilmek isterler. Ama önlerinde, yeniden dirilecekleri güne kadar bir engel vardır (Müminûn 23/99-100).(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)