İsmail'in kurban edilmesi (Sacrifice of Ishmael), Ressam : Caravaggio, Tarih : 1603, Bulunduğu Yer : Uffizi, Florence
İbrahim şöyle dedi: “Ben Rabbime / onun emrettiği yere gidiyorum; o bana yol gösterecektir.
Rabb’im bana iyilerden olacak bir çocuk ver."
Bunun üzerine (biz de) onu halîm bir oğul (olan İsmâîl) ile müjdeledik.
(Oğlu) kendisiyle birlikte iş yapacak çağa gelince İbrahim ona şöyle dedi: “Yavrucuğum, uykularımda seni gerçekten kurban olarak kestiğimi görüyorum. Bak bakalım, ne düşünüyorsun?” Dedi ki: “Babacığım, sana ne emrediliyorsa sen onu yap. İnşaallah benim sabırlı davrananlardan / duruşunu bozmayanlardan olduğumu göreceksin.
İkisi de tam teslim olduklarında (İbrahim) onun şakağını tümseğe koydu;
"Ey İbrahim" diye seslendik.
“Tamam, rüyanın gereğini yaptın, (artık oğlunu kurban etmene gerek yok) biz güzel davrananları işte böyle ödüllendiririz.
Bu, gerçekten pek büyük bir imtihandı."
Oğluna bedel ona büyük bir kurbanlık verdik.
İbrahim’in namını sonradan gelenler içinde sürdürdük.
İbrahim’e selâm olsun.
Biz iyi davrananları böyle ödüllendiririz.
Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı. (Saffat 99-111)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Bir araya gelip saflar oluşturanlara.
2.
Halkı kötülükten menedenlere
3.
ve doğru bilginin peşinde olanlara yemin olsun ki[*]
Tefsir bilginlerinin çoğu, ilk üç ayetteki özelliklerin meleklere ait olduğunu söylemişlerdir. Allah’ın yaptığı yeminler, bir şeyin önemini ortaya koymak içindir. Bu yeminlerin önemini herkesin kavrayabilmesi için bunların, kadın erkek her şahsı içine alan (النفوس) en-nüfus yani nefisler sözünün sıfatı olması gerekir (Al-i İmran 3/104, Kehf 18/27, Ankebut 29/45). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
4.
Sizin ilahınız bir tek İlahtır.
5.
Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabb'idir. Doğuların[*] da Rabb'idir.
Gökler, yeryüzü ve bunlar arasındaki korkunç uzaklık, büyüklük, çok hassas dengeler, çeşitlik; güzellik, ahenk... İnsanoğlu -eğer kalbi uyanıksa- bunlar karşısında derin bir etki duymaktan, son derece güzellik müşahede etmekten ve uzun bir düşünceye dalmaktan kendisini alamaz. İnsan ancak, kalbi ölmüş ve hayret verici şeylerle dopdolu olan şu kâinatın etkisi karşısında etkilenip tepki gösterme gücünü kaybetmişse, ancak bu takdirde şu büyük yaratma olayının karşısında etkilenip duygulanmadan ve düşünmeden geçip gidebilir.
Doğuların da Rabb'idir."
Her yıldızın doğduğu bir yer vardır. Her gezegenin doğduğu bir yer vardır. Şu engin göklerin her yöresinde birçok doğuş yerleri vardır. Bu ilahi ifadede, yaşadığımız şu yer küremizde meydana gelen bir realiteye de düşündürücü bir şekilde temas edilmektedir. Şöyle ki; yerküre güneşin karşısında ekseni etrafında dönerken dünyanın çeşitli yörelerinde ard arda "doğu"lar ve "batı"lar oluşmaktadırlar. Güneşin karşısında yer alan yörenin "doğu"su oluşurken, bunun karşısındaki yörenin de "batı"sı meydana gelmektedir. Sonra yerküre dönmesine devam ettiğinden, bir sonraki yörenin doğusu oluşurken, buna karşın diğer yörenin de "batı"sı oluşmakta böyle sürüp gitmektedir.
Bu gerçeği Kur'an-ı Kerim nazil olduğu zamanlar insanlar bilmiyorlardı. İşte o eski zamanda bunu onlara Allah haber vermiş oluyordu. Şu yeryüzünde doğuların arka arkaya gelmesindeki çok hassas düzen, doğuların doğduğu yerlerde şu kainatı saran hayret verici güzellik... İşte bunların insanoğlunun kalbine etki etmesi doğaldır. Bunlar insanı eşsiz şekilde yaratıcısının sanat üzerinde düşünmeye ve yaratıcı ve idare edici Allah'ın birliğine imana çağırması da normaldir. Çünkü o "yaratıcı", güzel ve hassas yapısında farklılık göstermeyen tek bir sanatın meyveleri arasından ortaya çıkmaktadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
6.
Biz en yakın göğü (birinci kat semayı) bir süsle; gezegenlerle süsledik.[*]
Şöyle ki: Biz dünya semasını, en yakın göğü bir zinet ile donattık. Yıldızlarla. ifadesinde de "dünya" "ednâ"nın müennesidir ki, "en yakın" demektir. Bu ifadenin zâhiri, bütün yıldızların en yakın gökte olmasıdır. Şu halde burada en yakın gök, yer kürenin etrafında yalnız ayın yörünge sahasından ibaret değil, yalnız güneş sistemi âlemi de değil, genel olarak yıldızların bulunduğu cisim olan saha, yani üç boyut sahasıdır. Gerçi süsleme cisimleriyle değil de ışıklarıyla olduğuna göre, bunların dünyadan görünebildikleri şekillenme ve akislenme sahasına sırf görünüş (optigue) itibarıyla bu isim verilmiş olması muhtemel ise de zâhir olan birincisidir.
Her iki takdirde de bu şekilde en yakın göğün süslenmesi hatırlatılmakla bu zahirî nurların ve süsün herkes tarafından bile his ve takdir edilebileceği ve fakat daha yukarısının böyle olmadığı anlatılmış oluyor. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
7.
Onu her inatçı şeytandan koruduk.
8.
O (şeyta)nlar mele-i A’lâyı[*] (yüce melekler topluluğunu) dinleyemezler; her yandan kendilerine (ışınlar) atılır.
Mele-i A’lâ, büyük meleklerin toplanma yeridir (Sad 38/69). Şeytanlar oraya yaklaştırılmazlar (Hicr 15/17, Şuara 26/210-212, Mülk 67/5). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
9.
Kovulurlar. Ve onlar için, yakalarını bırakmayan bir azap vardır.
10.
Ancak (meleklerin konuşmalarından) bir söz kapan olursa, onu da delip geçen bir parlak ışık takip eder.[*]
Cahiliye Arapları, Allah ile cinler arasında bir hısımlık olduğuna inanıyorlardı. İçlerinden bazıları gerek bu yüzden ve gerekse şeytanların seçkin melekler topluluğu (Mele-i A'la) ile ilişkileri olacağı varsayımı ile gaybı bileceklerini düşünerek şeytanlara tapıyorlardı.
Bizler azgın, sapkın şeytanın nasıl kulak verip dinlediğini, nasıl çalıp çarptığını ve atmosferi delen alevli yıldız ile nasıl kendisine ateş edildiğini bilmiyoruz. Çünkü bütün bunlar karşımızda olan şeyler değildir. Bunların nasıl olduğunu düşünmekten insan olarak aciziz. Bu tür konularda bizlerin yapacağı, Allah'tan bu konuda gelen açıklamaları tasdik edip inanmaktır. Zaten şu kainatta, bilgi namına dış kabuktan başka ne biliyoruz ki?
Allah ile aralarında akrabalık bağının olduğunu iddia ettiklerinden burada önemli olan seçkin meleklerin topluluğuna ulaşmalarına engel olunan ve orada olup bitenleri dinlemelerine set çekilen şeytanların bu şeytanlar olduğudur. Bu iddialarından bir parçası doğru olsaydı, onlara yapılan muamele değişik olurdu. Bu sözde hısım ve nesep akrabalarının sonucu asla kovulmak, ateşe tutulmak ve yakılmak olmazdı. (Seyyid Kutub Tefsiri)
11.
Onlara görüşlerini sor; onların yarattıkları mı daha güçlüdür[*] yoksa bizim yarattığımız mı? Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık.
Naziat 79/27. İnsanlar birçok icatlar yaparlar. Ama bunlar, Allah’ın yarattıklarıyla kıyaslanamazlar. Bu sebeple Allah kendisini ”yaratanlar içinde en güzel yaratan” (Müminun 23/14) diye nitelemiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
12.
Sen bu soruya hayret ettin; ama onlar alay ediyorlar.
13.
Kendilerine öğüt verilse, öğüt almıyorlar.
14.
Bir ayet gördükleri zaman onunla alay ediyorlar.
15.
"Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değil!" diyorlar.
16.
Biz öldüğümüz, toprak ve kemik yığını olduğumuz zaman mı? Biz mi gerçekten diriltilecek mişiz?
17.
Önceki atalarımız da mı?”
18.
De ki: “Evet, diriltilecek, hem de zelil Hor görülen, aşağı tutulan, aşağılanan. ve perişan bir vaziyette diriltileceksiniz![*]
Onlar şahit oldukları bunca şeylerden soğukkanlılık, güven, gönül huzuru içinde ibret almayınca, yüce Allah da onları şiddet ve sertlikle, ahiretteki diriliş tabloları ile onları uyarmaktadır. Kendilerine o sahne içinde, nasıl çırpınıp duracaklarını ve kıvranacaklarını tasvir etmektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
19.
Bu iş için sadece bir tek emir yeter! Bir de bakarsınız ki hepsi dirilmiş, etraflarına bakınıyorlar.
20.
“Eyvah, vay bizim halimize! Bu hesap verme günü” diyecekler.
21.
"İşte bu, yalanlayıp durduğunuz (iyi ile kötünün) arasını ayırma günüdür:
BÖLÜM 2
22.
Bu yanlışı yapanları, onlara eşlik edenleri[*] ve kulluk ettiklerini bir araya toplayın!
Bu ayetteki “ezvâc (أَزْوَاجَ)” kelimesi “eşler” değil, “eşlik edenler” anlamındadır. Vakıa suresinde birbirine eşlik edenler “ezvâc” üçe ayrılmıştır: Önde gidenler, defteri sağdan verilenler ve soldan verilenler (Vakıa 56/7-10). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
23.
Allah ile aralarına koyarak kulluk ettiklerini...[*] Onları yakıcı ateşin (cehennemin) yoluna yönlendirin!
Allah ile aralarına koyduklarının büyük bir kısmı onların kendilerine kulluk ettiklerini kabul etmeyeceklerdir (Bakara 2/165 -167).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
24.
Ve onları (orada) tutun!" (O zaman) böylelerine sorulacak:
25.
Ne oldu size, neden birbirinize yardım etmiyorsunuz?
26.
Edemezler! Bugün hepsi teslim bayrağını çekmiş durumdadır.
27.
Ve birbirlerine yönelerek başlayacaklar hesap sormaya...
28.
Uyanlar, uyduklarına: “Siz, bize sağdan[*] geliyordunuz” diyecekler.
“Sağ” iki uzvun en şereflisi ve en sağlamı olduğu için, yine Araplar
onunla meymenet [uğur] umdukları, tokalaşmayı ve sözleşmeyi onunla
yaptıkları, onunla verip onunla aldıkları, çoğu işleri onunla başardıkları ve
solu uğursuz addettikleri için (zikredilmiştir); ki kardeşi olan sağı yümnâ
(hayırlı, bereketli) diye isimlendirdikleri gibi, solu şu’mâ (şom / uğursuz)
diye isimlendirmişler; insanın sol ön tarafından sağ ön tarafına geçen yabanî
hayvanı uğurlu, sağdan sola doğru geçeni uğursuz saymışlar; solakları
kusurlu saymışlardı; bunu şerîat da desteklemiş ve faziletli işlerin sağ elle,
bayağı işlerinse sol elle görülmesini emretmiştir. Nitekim Peygamber (s.a.)
de her şeye sağdan başlamayı severdi [Ebû Dâvûd, “Libâs”, 44]. Keza, sağ taraf
iyilikleri yazan meleğe, sol taraf da kötülükleri yazan meleğe tahsis edilmiş;
sevap işleyene amel defterinin sağından, günah işleyene de solundan verileceği
vaat olunmuştur. İşbu sebeple “sağ”, hayır yönü ve tarafı için isti‘âre
kılınarak; “Ona sağdan -yani hayır yönünden ve hayır tarafından- geldi
de, onu hayırdan alıkoyup saptırdı!” denmektedir. Bir tefsirde şöyle vârit
olmuştur: Şeytan kime sağından gelirse, ona din tarafından gelip gerçeği
ona tersyüz eder. Kime solundan gelirse, nefsanî arzular tarafından gelir.
Kime önünden gelirse, ona kıyamet gününü, sevap ve azabı yalanlatma
tarafından gelir. Kime de arkasından gelirse, onu kendisinin ve kendinden
sonra yerini alacak olanların aleyhine fakirlikle korkutur. Artık ne akraba
ziyaret eder ne de zekât verir!
Şayet “Arapların: “O, ona hayır cihetinden ve tarafından geldi”
demeleri kendi özünde bir mecazdır (zira hayrın belli bir yönü yoktur).
Peki, (“o, ona sağdan geldi” derken) “sağ” nasıl mecazdan mecaz kılınmış
olmaktadır?” dersen, şöyle derim: Hakikatler kategorisine katılacak derecede
kullanımı yaygın olan şeyler de mecazdan sayılır. İşte bu da bu kabildendir.
Sen bu sağ eli kuvvet ve ezici güç adına müstear kılabilirsin. Çünkü
sağ el “kuvvet” sıfatı giyer ve yakalama da onun sayesinde gerçekleşir.
Buna göre âyetin mânası: “Şüphesiz siz bize güç ve cebir tarafından yanaşır; saltanat ve galibiyet cihetiyle bizi hedeflerdiniz de, nihayet bizi
sapkınlığa motive eder, ona zorlardınız!” şeklindedir. Bu, tebaa tabakasının
kendi reislerine ve azgınların, kendi şeytanlarına (ağababalarına) hitap etmesi
kabilindendir. (Zemahşeri Tefsiri)
29.
Uyulanlar da şöyle diyecekler: “Siz zaten inanmıyordunuz.”
30.
Üstelik sizi zorlayacak bir gücümüz de yoktu, ama siz azgın kişilerdiniz.
31.
Artık Rabbimizin hakkımızdaki azap sözü gerçekleşti. Çaresi yok hep birlikte bu azabı çekeceğiz!
32.
Biz sizi aldatıp baştan çıkardık. Çünkü kendimiz de, baştan çıkmış azgınlardan idik.”
33.
İşte onlar o gün beraberce aynı azabın içinde olacaklar. .
34.
Biz suçlulara böyle yaparız.
35.
Onlara: “Allah’tan başka ilah yoktur” denilince büyüklenirlerdi
36.
Şöyle derlerdi: “Biz, cinlerin etkisindeki bir şair için ilahlarımızı bırakır mıyız?[*]”.
Peygamberimize (a.s) neden "mecnun-cinlenmiş" dediklerini anlayabilmek için o dönem Arapların Allah, melekler ve cinler hakkındaki inançlarını bilmek gerekir. O dönem Araplar Allah’a inanıyordu ama Allah’ı çok yüce kabul edip, insanları muhatap almayacağına inanırlardı. Alırsa da bu kişi o şehrin en zengin, en itibarlı, en sözü dinlenen insanı olmalıydı. O dönem Araplar Allah’ın gökyüzünün en üst katında ikamet ettiğine, meleklerin de kızları olarak etrafında Kendisini zikreden varlıklar olduğuna inanırdı. Melekler Allah’ın çevresinde olduğu için ilahi bilgiye sahiptir. Meleklerin altında da cinler vardır. Cinlerle melekler akrabalık bağı ile birbirine yakındır. Cin akrabalar meleklerin sahip olduğu ilahi bilgiyi kulak hırsızlığıyla çalarlar ve dünyaya şair ya da kâhin dostuna getirir anlatırlar. O dönem Araplar her şairin bir cini olduğuna inanırdı. Bu cin, şairin içini coşturur, şair bu sayede şiir yazar. Mecnun’nun cinlenmiş anlamına gelmesinin kökeni budur. O dönemde arrâf denen “kahinler” de vardı. Gelecekte ne olacağını haber veren kahinlerin de cinlerle bağlantısı olduğuna inanılırdı. Kahinlere gelecek bilgisini getiren de yine cinlerdir. Kur'an ayetleri de şiirsel vezne sahiptir. Peygamberimiz şiirsel vezni olan ayetleri okuyunca kendisine bu yüzden mecnun-cinlenmiş denmiş. (Onur)
37.
Hayır! Bilakis o, hakikati getirmiş ve (önceki) elçileri tasdik etmiştir.
38.
Yemin olsun, siz o acıklı azabı mutlaka tadacaksınız!
39.
Ve yalnız, yapıp ettiklerinizin karşılığıyla cezalandırılacaksınız.
40.
Ancak, Allah’ın samimiyeti onaylanmış kulları farklıdır[*].
“Samimiyeti onaylanmış” anlamı verdiğimiz ‘muhlas’ kelimesinin mastarı ihlastır. İhlas sözlükte bir şeyi kirlilikten, bulanıklıktan temizleyip arındırmak, saflaştırmak, katıksız, arı, duru hale getirmektir. Bu kelime Kur’an’da, dini Allah’a has kılan yani Allah’ın dinine bir şey katmayıp kulluğu sadece ona yapan, riyadan ve şirkten uzak olan samimi insanların ortak vasfını ifade etmek için kullanılır. Bu vasfa sahip olana “muhlis”, bu vasfı Allah tarafından onaylanmış olana da “muhlas” denir. İblis, bu özelliğe sahip olanları yoldan çıkaramaz. (Hicr 15/39-40; Sad 38/82-83). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
41.
Onlar için bilinen bir rızık vardır.
42.
Meyveler... Onlar ağırlanacaklardır[*];
43.
Nimetleri bol cennetlerde.
44.
Karşılıklı koltuklar üzerindedirler.
45.
Kaynağından doldurulmuş kadehlerle kendilerine servis yapılacak;[*]
Ke’s, eşanlamlısı gibi duran fakat asla eşanlamlısı olmayan kûbden farklıdır. Ke’s ille de dolu olan bardak/kadeh için kullanılır ve sadece camdan yapılanına denir (Se’alibî). Kûb, dolu veya boş, camdan, ağaçtan, topraktan veya metalden mamul her bardak için kullanılır. 47. âyette kadehin içindeki içecekten iki şey nefyedilmiştir: zahmet ve sarhoşluk. Özellikle sarhoşluğun nefyedilmiş olması sunulan bu içeceğin sudan çok öte bir şey olduğunu gösterir. Râzî’nin Ahfeş’ten nakline göre hem bardağa/kadehe hem de içindeki “içki”ye ke’s denilir. Muhammed sûresinin 15. âyetinde, cennette sunulacak bu meşrubat hamrin şeklinde belirsiz formla gelir. Bu da, dünyada bildiğimiz “içki” türlerinden bir tür değil, asla tatmadığımız, akıl sır ermez mükemmel ve muhteşem bir içecek olduğuna delâlet eder. Bu cennet içeceğine “şarap” (hamr) adının verilmesi, dünyevî içkinin geçici ve uçucu hazzından vazgeçen insanlara Allah’ın ahirette vereceği bir karşılık olduğunu beyan içindir. Yani dünyada hayra nail olmak için hazdan vazgeçenler, ahirette o hazzı mükemmel bir biçimde yaşayacaklar. Dolayısıyla hem hayra nail olacaklar, hem yarara, hem de kesintisiz hazza... Henüz içki yasağının olmadığı bir dönemde inen bu tür âyetler, mü’minleri alkolsüz bir geleceğe hazırlama amacına matuf olarak okunabilir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
46.
berrak ve içenlere tat veren [bir içecek];
47.
İçerisinde ne sarhoş eden bir şey var, ne de ondan dolayı uyuşup kalırlar.
48.
Yanlarında, gözlerini onların üzerinden ayırmayan iri gözlü hizmetçi kızlar / huriler olur[*].
Cennette hem kadın hem de erkek müminlerin emrine verilecek olan hizmetçiler, hurilerdir (Sad 38/52, Duhan 44/54; Tur 52/20; Rahman 55/56,72; Vakıa 56/22; Nebe 78/33). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
49.
Onlar, gün yüzü görmemiş yumurta gibi bembeyazdır.
50.
Birbirleriyle sohbete girerler.
51.
Onlardan biri şöyle der: “Benim bir arkadaşım vardı.
52.
(Bana) derdi ki, sen cidden (hesap gününe) inananlardan mısın?
53.
Biz, ölüp toprak ve kemik haline geldikten sonra, gerçekten cezalandırılacak mıyız?"
54.
Yanındakilere: “Siz onun nerede olduğunu biliyor musunuz?” diye sorar.
55.
Derhal bir tarama yapıp onu cehennemin tam ortasında bulur.
56.
“Aman Allah’ım!” der, “Az kalsın beni de mahvedecektin!
57.
Rabbimin lütfu olmasaydı şimdi ben de cehenneme götürülmüş olacaktım.”
58.
(Cennetteki arkadaşlarıyla konuşmasına şöyle devam eder:) “Artık bize ölüm yok, değil mi,
59.
ilk ölüm çeşidimiz (uykumuz) hariç[*]? Bize azap da edilmeyecek.
Duhan 44/56. Mevte (الموتة) çeşit bildiren mastar olduğu için “ölüm çeşidi” anlamına gelir. Dünyada iki çeşit ölüm vardır, bir uyku, diğeri bilinen ölümdür (Mümin 40/11-12). Ayrıntılı bilgi için bkz (Zümer 39/42)
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
60.
Gerçekten büyük başarı ve mutluluk budur!
61.
Çalışanlar bunun için çalışsın!
62.
Ödül ve ikram olarak, bu mu daha hayırlı yoksa zakkum ağacı mı?[*]
Mümin kişiyle dostunun hikâyesinin tamamlanmasının ardından
Allah Teâlâ o “malûm rızka [yani nasibe]”1 dönüp, şöyle buyurmuştur:
“Şimdi, ziyafet” yani hâsıla “olarak bu” rızık “mı daha iyidir, yoksa zakkum
ağacı mı?” Nüzül (ziyafet) tabirinin aslı yemekteki üstünlük ve kalitedir.
Meselâ ta‘âmun kesîru’n-nüzli (çok kaliteli yemek) denir. Böylece bu tabir
bir şeyin hâsılası için isti‘âre kılınmıştır. Rızkın hâsılası bellidir; zevk ve
sevinç. Zakkum ağacının hâsılası ise elem ve kederdir. Nuzulen kelimesi
temyiz olarak mansūbdur; ama hâl de kılabilirsin. Meselâ e-semeru’n-nahleti
hayrun belehan em rutaben (Hurma koruk iken mi daha kalitelidir yoksa taze
iken mi?) dersin. Yani “O malûm rızık cennetliklerin ziyafetidir; cehennemliklerin
ziyafeti ise zakkum ağacıdır. Şimdi, ziyafet olma açısından bunların
hangisi daha iyidir?” Tıpkı evde oturanlar için hazırlanan şeye sükün dendiği
gibi, bir yerde konaklamak için [bineğinden] inen kişiye hazırlanan şeye
de nüzül denir -nitekim ordu levâzımı için enzâlu’l-cundi denmektedir. İlkinin (temyiz) anlamı şudur: O malûm rızka ait de bir nüzül vardır, zakkum
ağacına ait de bir nüzül vardır; peki nüzül olarak bu ikisinden hangisi
daha iyidir? Malûmdur ki, zakkum ağacında hiçbir hayır yoktur. Lâkin
müminler malûm rızka götüren şeyi, inkârcılar da zakkum ağacına götüren
şeyi1 seçtikleri için, onların kötü seçeneklerine binaen bir kınama olarak bu
söz kendilerine söylenmiştir.
(Zemahşeri Tefsiri)
63.
Gerçek şu ki, biz o (ağac)ı zalimler için bir sınama aracı yaptık,[*]
Müşrikler, cehennemde “zakkum” denen bir ağacın olduğunu işitince, “Ateş ağacı yakar. Böyle bir ağaç olamaz”, diyerek bunu inkâr ettiler. Allah’ın, dilerse ateşte yanmayan bir ağaç yaratabileceğini düşünemediler. Böylece zakkum ağacı, iman edip etmemeleri noktasında müşrikler için bir imtihan vesilesi olmuştu.
(Diyanet İşleri Tefsiri)
64.
O, cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır.
65.
Tomurcukları sanki şeytanların başları[*] gibidir.
Aslında "tomurcuk" tabiri hurmaya özgü iken, zakkum ağacının
meyvesinden tomurcuklanan şey için isti‘âre kılınmış olup, bu isti‘âre de
ya lâfız ya da mâna isti‘âresidir. Bu tomurcuklar, son derece nâhoş ve çirkin
oluşa delâlet edecek şekilde şeytan kafalarına benzetilmiştir; zira insan doğasına
göre şeytan en hoşa gitmeyen, en çirkin şeydir.2 Çünkü insanlar onun hayır
namına hiçbir şey barındırmayan katıksız bir şer olduğu inancındadırlar ve bu
yüzden çirkin surat hakkında: “Şeytan yüzü gibi! Şeytan kafası gibi!” demektedirler.
Ressamlar da şeytanı, mümkün olabilecek en çirkin ve korkunç şekilde
çizerler. Nitekim meleklerin de hiçbir şer şaibesi barındırmayan katıksız hayır
oldukları inancını taşırlar ve onları son derece güzel çizerler. Nitekim [saray kadınlarının
Hazret-i Yûsuf hakkındaki sözleri nakledilirken]: “Bu bir beşer olamaz... Hâşâ!
Bu olsa olsa değerli bir melektir!” [Yûsuf 12/31] buyrulmuştur. Bu hayal gücüne
dayalı bir teşbihtir. Buradaki şeytanın, çirkin görünümlü ve çok korkunç olan
saçlı yılan (tüylü engerek) olduğu da söylenmiştir.3 Yine söylendiğine göre;
sert, çürük kokulu, acı ve çirkin şekilli esten ağacının yemişleri “şeytan kafası”
diye isimlendirilirmiş. Arapların bu yemişlere “şeytan kafası” demesi, iki teşbih
türünden birini kastettikleri içindir; ancak o bu isimlendirmeden sonra bir
şeyin kendisine benzetilebileceği üçüncü bir asla dönmüştür.
(Zemahşeri Tefsiri)
66.
Cehennemlikler ondan (zorla) yiyecekler ve karınlarını onunla dolduracaklar.
67.
Sonra onun üstüne mutlaka kaynar su karışımlı içecekleri de olacaktır.
68.
Sonra dönüp gidecekleri yer, hiç kuşkusuz yine o yakıcı ateştir.[*]
Yüce Allah bu ağacı zalimler için bir deneme aracı kılmıştır. Çünkü ağacın adını duyduklarında eğlenceye dalmışlar ve "Cehennemde ağaç yanmadan nasıl yetişir? demişlerdir. Aralarından Hişamoğlu Ebu Cehil alay etmiş, şaşırmış ve "Ey Kureyş halkı! Muhammed'in size korku verdiği zakkum ağacının ne olduğunu biliyormusunuz? diye sormuştu. Onlar "Hayır" deyince, Ebu Cehil "Zebed'deki Medine hurmasıdır. Vallahi, onu elimize geçirirsek çiğner çiğner yutarız" demişti. Fakat burada söz konusu olan zakkum ağacı, onların bildikleri yemişten başka bir şeydir. "İşte cehennemlikler bundan yer ve karınlarını bununla doldururlar." Bu ağacın meyvesi, onların boğazlarına takılınca - çünkü şeytanların başları gibidir- içtiklerinde karınlarını yakıp kavurunca, çünkü cehennemin ortasından bitip çıkmakta yanmaktadır -çünkü ana maddesi cehennemdendir- işte bu esnada onlar susuzluğu giderecek ve susuzluğun alevini söndürecek bir içeceğin soğukluğunu ararlar. Ve onlara bu yemeğin üstüne bulanık, çok sıcak, kaynar bir sıvı içerler. "Sonra bu yemeğin üzerine kaynak, su katılmış içki onlar içindir."
Bu günlük öğünlerinden sonra, bu sofrayı terk edip devamlı kalacakları yerlerine giderler. Konakları ne fena bir konak ve akıbetleri ne fena bir akıbet! "Sonra dönüşleri yine cehennemedir." Bu eşsiz sahne, bunlarla bitiyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
69.
Bunlar babalarını yoldan sapmış olarak bulmuşlardı.
70.
Kendileri de onların peşinden körü körüne koşuyorlardı.
71.
Zaten bunlardan önce eskilerin çoğu da yoldan sapmıştı.
72.
Halbuki kendilerine uyarıcılar göndermiştik.
73.
Bak bakalım, uyarılanların sonu nasıl olmuş.
74.
Samimiyeti Allah tarafından onaylanmış olan kulların[*] hali ise başkadır.
“Samimiyeti Allah tarafından onaylanmış olan kullar” olarak tercüme edilen “muhlas” tabiri için bkz: Saffat 37/40.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 3
75.
Andolsun, Nûh bize dua edip seslenmişti.[*] Biz ne güzel cevap vereniz!
Hz. Nuh: Rabbim! Ben mağlup durumdayım, bana yardım et! (Kamer 54/10) diye dua etmiş, Allah da duasını kabul buyurarak kavmini suda boğmak suretiyle helâk etmişti. (Diyanet Vakfı Tefsiri)
76.
Onu, ailesini ve yanındaki müminleri o müthiş felaketten kurtardık.
77.
Ancak O’nun soyunu sürekli kıldık.
78.
Namını da sonradan gelenler içinde sürdürdük.
79.
Âlemler içinde Nuh’a selam olsun!
80.
Biz güzel davrananları işte böyle ödüllendiririz.
81.
O, bize inanıp güvenen kullarımızdandı.
82.
Sonra da öbürlerini, o zalim kâfirleri suda boğduk.
83.
Ve onun tarafında saf tutanlardan biri de elbet İbrahim idi:
84.
Rabbine tertemiz bir kalp ile yönelmişti,
85.
Babasına ve toplumuna sormuştu: "Siz neye kulluk / ibadet ediyorsunuz?
86.
Allah’ın peşi sıra uydurma ilahlar(a) mı?
87.
Siz âlemlerin Rabbini ne zannediyorsunuz?"
88.
Ardından yıldızlara bir göz attı.
89.
"Ben hastayım" dedi.
90.
Bunun üzerine etrafındakiler, ondan yüz çevirip gittiler.
91.
Yavaşça putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş yemekleri görünce:) Yemiyor musunuz?
92.
Neyiniz var, neden konuşmuyorsunuz?" dedi.
93.
Sonra üzerlerine yürüyüp, tüm gücüyle vurup kırdı onları.[*]
Rivayete göre, Hz. İbrahim'in kavminin o gün bayram günüdür. Bu -belki de nevruz bayramıydı- halk ilahlarının önüne kutsanmak ve hayır beklentisi ile yiyecek bırakır, bahçelere ve hoş vakit geçirecekleri yerlere çıkar, daha sonra eğlence ve dinlenme dönüşü, kutsanmak için bıraktıkları yiyecekleri almaya gelirlerdi. İbrahim artık bunların kendine uyacaklarından ümidi kesmiş ve kesinlikle bunların sapık fıtratlarının düzelmeyecek bir biçimde bozulmuş olduğunu kesinkes anlamıştı. Bunun üzerine bir karara varır, kararını uygulayabilmek için onların putlardan ve mabedlerden uzaklaştıkları bu bayram gününü beklemeye koyulur. İbrahim'in, onların bu sapıklıklarından duymuş olduğu sıkıntı artık dayanılmaz noktaya varmış, kalbini yormuş, artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Kendisini mabedden ayrılıp bayram şenliklerine katılmaya çağırdıkları zaman gözünü gökyüzüne çevirir ve "Ben hastayım" gezip eğlenceye çıkacak gücü kendimde bulamıyorum, oralara keyif ve eğlence arzusu içinde olup kalbinde sıkıntı ve
keder olmayanlar gider. Oysa kendim rahat ve gönül huzur içinde değilim der. İbrahim, sıkıntı ve yorgunluğunu dile getirmek için böyle konuşmuştu. Onları kendileri ile baş başa bırakmak için bunları dile getirmişti, yoksa yalan söylemek için böyle konuşmamıştı. Bu söz, o günkü yaşamış olduğu gerçeklerin ta kendisi idi, çünkü sıkıntı, huzursuzluk insanı hasta eder.
Halk ise bu bayram günü adet, gelenek ve şenlikleriyle baş başa kalmak için acele ediyorlardı. İbrahim -selâm üzerine olsun- ne şikayeti olduğunu onlara anlatabilmesi için beklemediler. Aksine, geriye dönüp ondan uzaklaştılar. Kendi işlerine koyuldular. İşte bu, İbrahim'in beklediği fırsattı. İbrahim soydaşlarının düzmece ilahlarına doğru koşar. Putlarının önünde yiyeceklerinin en hoşu en tazesi vardı. İbrahim -selâm üzerine olsun- alay ederek onlara: "İbrahim de gizlice onların tanrılarına sokuldu: "Size sundukları yiyecekleri yemiyor musunuz?" der. Doğal olarak putlar ona cevap vermezler. Alay ederek soruyu değiştirir, putlara, kinle: "Neyiniz var, konuşamıyor musunuz?" dedi. İnsanın aslını astarını bildiği, duyup konuşmadığından kesinlikle emin olduğu bir şeye hitap etmesi bilinen psikolojik bir durumdur. Asıl kızgınlık nedeni, düzmece ilahların gerisinden halkın tutumundan ve zayıf tasavvurlarından duyulan can sıkıntısıdır. Bu soruya da putlar cevap vermezler. İşte bu noktada İbrahim, gizli kin yükünü söz halinde değil de, aksiyon olarak boşaltır: "Ve gizlice üzerilerine yürüyüp sağ eliyle putlara kuvvetli bir darbe indirdi." Ve içini kin, keder ve sıkıntıdan yatıştırmış olur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
94.
Bir süre sonra, halkı koşarak İbrahim’e geldi.
95.
İbrahim, onlara; "Yonttuğunuz şeylere mi kulluk ediyorsunuz?" dedi.
96.
Oysa sizi de, yonttuklarınızı da Allah yaratmıştır."
97.
Sonunda: “Haydin, dediler, onun için bir odun yığını hazırlayın da onu ateşin içine atın!
98.
Böylece ona zarar vermek istediler, ama biz onları rezil ettik.
99.
İbrahim şöyle dedi: “Ben Rabbime / onun emrettiği yere gidiyorum; o bana yol gösterecektir.
100.
Rabb’im bana iyilerden olacak bir çocuk ver."
101.
Bunun üzerine ona uyumlu / hoşgörülü ve olgun bir oğlan çocuğu müjdeledik.[*]
Bu oğulun İshak mı, İsmail mi olduğu tartışılmıştır. Yahudiler İshak olduğunu savunur. Oysa Tekvin 22:2’de “biricik/ilk oğul”dan söz edilir. “Biricik/ilk oğul”un İsmail olduğunda ittifak vardır. Bu durumda ilgili Eski Ahid metnine “İshak” adı sonradan eklenmiş olmalıdır (Bkz: İbn Âşûr). Her iki oğul da müjdelenmiştir. Fakat İsmail İbrahim’in duasına icâbet olarak, İshak ise ilave bir ikram olarak. İleride gelecek olan 112. âyette ayrıca İshak’a yapılacak olan atıf “İsmail’dir” diyenleri destekler mahiyettedir. 102. âyet Kurban edilen oğulun “sabredenlerden” olmayı istediğini söyler. Enbiya 85’te “sabredenlerden” olarak nitelenen üç nebîden biri de İsmail’dir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
102.
(Oğlu) kendisiyle birlikte iş yapacak çağa gelince[*] İbrahim ona şöyle dedi: “Yavrucuğum, uykularımda seni gerçekten kurban olarak kestiğimi görüyorum. Bak bakalım, ne düşünüyorsun?” Dedi ki: “Babacığım, sana ne emrediliyorsa sen onu yap. İnşaallah benim sabırlı davrananlardan / duruşunu bozmayanlardan olduğumu göreceksin.
İbrahim Aleyhisselamın birlikte iş yaptığı bildirilen oğlu, İsmail Aleyhisselamdır. O iş Kabe’nin yeniden inşasıdır (Bakara 2/127). Onun İshak Aleyhisselamla birlikte iş yaptığından bahseden bir ayet yoktur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
103.
İkisi de tam teslim olduklarında (İbrahim) onun şakağını tümseğe koydu;
104.
"Ey İbrahim" diye seslendik.
105.
“Tamam, rüyanın gereğini yaptın, (artık oğlunu kurban etmene gerek yok) biz güzel davrananları işte böyle ödüllendiririz.
106.
Bu, gerçekten pek büyük bir imtihandı."
107.
Oğluna bedel ona büyük bir kurbanlık verdik.
108.
İbrahim’in namını sonradan gelenler içinde sürdürdük.
109.
İbrahim’e selâm olsun.
110.
Biz iyi davrananları böyle ödüllendiririz.
111.
O, bize inanıp güvenen kullarımızdandı.
112.
Ona, iyi kullardan bir nebi olarak İshak’ı müjdeledik.
113.
Hem ona, hem de İshak’a bereket verdik. İkisinin soyundan[*] güzel davrananlar da oldu, kendilerini açıkça kötü duruma sokanlar da.
Ayetteki “İkisinin soyundan” ifadesi “İbrahim’in ve İshak’ın soyundan” anlamındadır. İshak, İbrahim aleyhisselamın oğlu olduğu için onun soyu, elbette babasının da soyudur. İbrahim aleyhisselamın ikinci soyu oğlu İsmail aleyhisselamla devam etmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 4
114.
Biz Musa ve Harun’a da iyilikler yaptık.
115.
O ikisini ve kavimlerini, o büyük felaketten kurtardık.
116.
Onlara yardım ettik. Böylece üstün gelenler onlar oldular.
117.
Onlara, açık seçik bilgi sunun Kitap’ı verdik.
118.
Kendilerine doğru yolu gösterdik.
119.
İkisinin de namını sonradan gelenler içinde sürdürdük.
120.
"Musa’ya ve Harun’a selam olsun!"
121.
Biz, iyi davrananları işte böyle ödüllendiririz.
122.
O ikisi, bize inanıp güvenen kullarımızdandı.
123.
İlyas[*] da gönderilen elçilerdendi.
Kitâb-ı Mukaddes’de (I Krallar xvii vd. ve II Krallar i-ii) İbranî Peygamberi Elijah’ın (Arapça’da İlyâs) Ahab ve Ahaziah zamanında -yani, M.Ö. 9. yüzyılda- Kuzey İsrail Krallığı’nda yaşadığı ve arkasından Elisha’nın (Arapça’da el-Yese‘) geldiği anlatılır. Yukarıda o’nun “elçilerden biri” (mine’l-murselîn) olduğunun vurgulanması, Allah’ın “hiçbir peygamberi arasında ayrım yapmadığı” şeklindeki Kur’ânî prensibi hatırlatır (Muhammed Esed Tefsiri)
124.
Bir gün halkına şöyle dedi: “Siz yanlışlardan sakınmaz mısınız?
125.
Ba’l’e[*] yalvarıyorsunuz da, bırakıyor musunuz, yaratıcıların en güzelini?"
Ba’l, Tevrat’ta da ismi geçen bir puttur. Ugarit metinlerine göre Ba'l, Kenan topraklarında bereket ve hasadı başlatması için yalvarılan putlardan biri idi. İsrailoğulları Mısır’dan çıkıp Kenan topraklarına girdiklerinde bu puta da tapmaya başlamışlardı. Kendileri bu konuda nebîleri tarafından uyarıldılar (Bkz: Hakimler 2:1-13; 3:1-6; 8:29-35; 1.Krallar 18:1-40; 2. Krallar 1:1-18; Hoşea 9:10; 11:1-2; 13:1-3; 14:1-3; 4-9. En büyük mücadeleyi de İlyas aleyhisselam verdi. (1.Krallar 18:1-40). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
126.
Allah’ı, hem sizin hem de önden giden atalarınızın Rabbi olanı?
127.
Ama onu yalancı saydılar. Şüphesiz onlar (cehenneme) atılacaklardır[*].
Saffat 37/57’de “el-muhdarîn (الْمُحْضَرِينَ)” kelimesi “cehenneme atılacaklar” anlamında olduğu için bu ayet ona göre meallendirilmiştir.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
128.
Samimiyeti Allah tarafından onaylanmış olan kulların[*] hali ise başkadır.
“Samimiyeti Allah tarafından onaylanmış kullar” olarak tercüme edilen “muhlas” tabiri için bkz: Saffat 37/40. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
129.
İlyas'ın namını sonradan gelenler içinde sürdürdük.
130.
İlyas’a selâm olsun.
131.
İyi davrananları biz böyle ödüllendiririz.
132.
O, bize inanıp güvenen kullarımızdandı.
133.
Lût da gönderilen elçilerdendi.
134.
Onu ve ailesini topluca kurtardık.
135.
Ancak geride kalan yaşlı kadın[*] hariç.
Bu kadın, 7:83 ve 11:81’den açıkça anlaşılacağı gibi, geride kalmayı tercih eden Hz. Lût’un karısıdır (Muhammed Esed Tefsiri)
136.
Sonra ötekileri yerle bir ettik.
137.
Siz yıkıntılarının yanından geçiyorsunuz;[*] sabahleyin,
Her iki ayette de geçen “ticaret yolu”, Kuzeydoğusunda Sodom ve Medyen bulunan Ölü Deniz’in kıyısını izleyerek kuzeye, Suriye’ye doğru uzanan Kuzey Hicaz’daki bir yoldur. Bu yolun varlığı Amerikan Doğu Araştırmaları Okulu (New Haven, Connecticut) tarafından yayımlanan hava fotoğraflarıyla doğrulanmıştır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
138.
Ve geceleyin! Hâlâ aklınızı kulllanmıyor musunuz?
BÖLÜM 5
139.
Yûnus da gönderilen elçilerdendi.
140.
Kaçak bir köle gibi, yüklü bir gemiye (binip) kaçmıştı.[*]
Yani, Allah tarafından kendisine emanet edilen görevi terk etmişti (bkz. Hz. Yunus’un kıssasının ilk bölümünü anlatan sure 21, not 83) ve böylece, Kitâb-ı Mukaddes’in sözleriyle (Yunus’un Kitabı i, 3 ve 10) “Tanrının mevcudiyetinden/varlığından kaçma” günahını işlemişti. İbâk masdar ismi (ebeka fiilinden türetilmiştir), ilk anlamıyla, “kölenin efendisinden kaçması”nı ifade eder. Burada Hz. Yunus’un “kaçak bir köle gibi kaçıp uzaklaşması”ndan söz edilmektedir, çünkü o, -Allah’ın Elçisi olduğu halde- şiddetli bir öfkenin baskısıyla görevini terk etmişti. Arkasından gelen “yüklü gemi” ifadesi, Hz. Yunus kıssasının en önemli temsîlî kısmına atıf yapmaktadır. Gemi bir fırtınaya yakalanmış ve batma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı; gemiciler bu durum karşısında “arkadaşlarına, gelin kur‘a çekelim ki kimin yüzünden bu felaketin başımıza geldiğini anlayalım dediler” (Yunus’un Kitabı i, 7). Hz. Yunus da bu yöntemi kabul etti. (Muhammed Esed Tefsiri)
141.
Kur’a çekmiş, kur’ada kaybedenlerden olunca denize atılmıştı.
142.
O yaptığından ötürü pişman bir vaziyette iken balık onu yutuverdi.
143.
Eğer o, boyun eğenlerden olmasaydı
144.
İnsanların diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalacaktı.
145.
Derken Biz onu ağaçsız çıplak bir sahile attık, o bitkin bir halde idi.
146.
Üzerine gölge yapması için geniş yapraklı bitki yetiştirdik.
147.
Onu yüz bin nüfuslu, hatta daha fazla olan bir şehre elçi olarak gönderdik.[*]
Kalem 68/50. Bu kent, Tevrat / Yunus 3:1-2 pasajlarına göre, nüfusu yüz yirmi binden fazla olan Ninova’dır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
148.
Bu kez onlar iman ettiler; bu yüzden Biz de onlara bir müddet müreffeh Refah ve varlık içinde yaşayan, huzurlu. bir hayat yaşattık.[*]
Bunlar Yunus aleyhisselamın kavmidir. Onlar tövbekar olup ona inandı ve helak edilmekten kurtuldular (Yunus 10/98). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
149.
Onlara (Mekkelilere) sor bakalım: (hâla şirklerine devam edip) kız evlatları senin Rabbine, erkek evlatları da kendilerine mi isnad edecekler?Bir söz veya haberi birisine nisbet etmek. [*]
Yüce Allah onların masallarını her yönünden kuşatma altına almakta, kendileri ile kendi mantıkları ve yaşamış oldukları toplumun mantığı ile mücadele etmektedir. Kendileri oğulları kızlara tercih ederler, bir kimsenin çocuğunun kız olarak dünyaya gelmesini bela sayarlar, kızları erkek çocuklardan daha aşağı bir yaratık kabul ederlerdi. Sonra onlar, meleklerin dişi olduğunu ve Allah'ın kızları olduklarını iddia edenler yine onlardı.
Burada yüce Allah onların mantığına uygun olarak onların karşısına geçmekte ve onları kendi mantıkları ile susturmakta, hatta aralarında yaygın olan ölçülerine göre bile tutarsız ve saçma olduğunu onlara göstermektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
150.
Yoksa biz melekleri, onların gözleri önünde dişi mi yarattık (ki meleklerin dişi olduğunu söylüyorlar) ?
151.
Dikkat edin, onlar, iftiralarının bir eseri olarak mutlaka şöyle diyecekler:
152.
"Allâh doğurdu." Onlar elbette yalancıdırlar.
153.
Allah, kızları oğullara tercih mi etmiş?
154.
Size ne oluyor? Nasıl karar veriyorsunuz?
155.
Hiç mi düşünmüyorsunuz?
156.
Yoksa sizin, (meleklerin, Allâh’ın kızları oldukları hakkında) açık bir deliliniz mi var?
157.
Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, elinizdeki yazılı kanıtları getirin.
158.
Onlar, Allah ile cinler[*] arasında bir soy bağı kurdular. Hâlbuki cinler de (Allah’ın kulu olduklarını ve hesap için) huzura çıkarılacaklarını çok iyi bilirler.
Burada cin, melek anlamındadır. Çünkü onların Allah ile soy bağı kurdukları varlıklar sadece meleklerdir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
159.
Allah onların yakıştırmalarından çok yücedir.
160.
Samimiyeti Allah tarafından onaylanmış kulların[*] hali ise başkadır. (Onlar böyle bir niteleme yapmazlar.)
[*] “Samimiyeti Allah tarafından onaylanmış kullar” olarak tercüme edilen “muhlas”tabiri için bkz: Saffat 37/40.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
161.
(Ey kafirler!) Siz ve kulluk ettikleriniz,
162.
hiçbiriniz, kimseyi Allah’ın istemediği kötü bir duruma sokamazsınız;
163.
ama yakıcı ateşe kendisi yönelen kişi hariç.
164.
(Müşrikler şunları da derler:) "Bizden her birinin belli bir makamı vardır.
165.
Biz, kesinlikle omuz omuza veren kimseleriz.
166.
Biz kesinlikle Allah’a boyun eğenleriz.”
167.
Bunlar hep şöyle derlerdi:
168.
"Öncekilerin zikrinden / kitabından bizde de olsaydı[*]
169.
Samimiyeti Allah tarafından onaylanmış kullar[*] elbette biz olurduk.”
“Samimiyeti Allah tarafından onaylanmış kullar” olarak tercüme edilen “muhlas”tabiri için bkz: Saffat 37/40.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
170.
Ama [işte bu ilahî kelâm önlerine konulduğu halde,] onu kabul etmeye yanaşmıyorlar! Ama zamanla [reddettikleri şeyin ne olduğunu] öğreneceklerdir:
171.
çünkü uzun zaman önce kullarımız olan elçilere söz verdik:
172.
Onlara mutlaka yardım edilecektir.
173.
Ve gâlip gelenler, mutlaka bizim ordumuz olacaktır!"[*]
Bu vaad, Allah'ın kâinatta uyguladığı bir kanundur. Şu yıldızlar ve gezegenler nasıl yörüngelerinde hiç şaşmadan dönüyorlarsa, yeryüzünde zaman gece, ile gündüz nasıl birbirini izliyorsa, yağmur alan ölü topraktan hayat nasıl fışkırıyorsa, bu da böylesine devam eden ilahi bir kanundur. Fakat gerçekleşmesi yüce Allah'ın takdirine bağlıdır.
Onu Allah dilediği zaman gerçekleştirir. Fakat açık neticeleri, insanoğlunun sınırlı ömrüne kıyasla yavaştır. Fakat asla bozulmaz, geri kalmaz, bazen de insanoğlunun hissedemeyeceği bir şekilde gerçekleşir. Çünkü insanoğlu, zafer ve galibiyeti kendi alışmış olduğu şekilde ister. Yüce Allah'ın kanununun yeni biçimi ile gerçekleşmiş olduğunu ancak
bir süre sonra fark eder.
İnsanoğlu, Allah'ın erlerinin ve peygamberlerin izinden gidenlerin zafer ve galibiyetlerinin belli bir zafer biçimi ile gerçekleşmesini ister. Oysa yüce Allah, başka bir biçim, daha mükemmel, daha kalıcı olmasını ister. Bu, orduda bekledikleri daha çok çileye ve uzun bir zamana mal olmuş olsa bile, sonunda ardım Allah'ın dilediği şekilde gerçekleşir. Müslümanlar, Bedir savaşından hemen önce, Kureyş'in kervanını ele geçirmek istemişti. Oysa yüce Allah bu karlı ve kolay kafileyi kaçırmalarını ve güçlü kuvvetli zümre ile savaşmalarını dilemişti
Allah'ın onlar için dilemiş olduğu kendileri ve İslam için daha hayırlı idi. Yüce Allah'ın peygamberi için, onun ordusu ve çağrısı için, uzun vadede dilemiş olduğu şey "zafer" idi.
Allah erleri herhangi bir savaşta yenilebilir. Mağlup olabilirler. İmtihanları sert olabilir. Çünkü yüce Allah, kendilerine daha büyük bir savaşta zafer vaad etmiştir. Çünkü yüce Allah, çevrelerinde "zafer" meyvesini, daha geniş bir alanda, daha sürekli bir nasip içinde ve daha kalıcı bir neticede versin diye hazırlamıştır. Allah'ın vaadi önceden gerçekleşmiş, yüce iradesi vaadine yönelmiş, bozulmayan ve şaşmayan ilahi adeti sabit olmuştur. "Andolsun ki, peygamber kullarımıza şu sözleri vermişizdir. Mutlaka kendilerine yardım edilecektir. Ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur." Bu kesin vaadin, bu daha önce geçmiş olan kelimenin ilanı esnasında yüce Allah peygamberine onlardan yüz çevirmesini, onları kendi vaadi ve sözü ile baş başa bırakmasını, onların akıbetlerini görmek için, onları gözetlemesini, akıbetleri nasıl olacakmış, ayan beyan kendileri de görsünler diye onları bırakmasını emretmektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
174.
Artık bir süre sen onlardan uzak dur!
175.
Onları gözetle! Zaten kendileri de başlarına geleceği yakında göreceklerdir.
176.
Azâbımızın çabucak gelmesini mi istiyorlar?
177.
Fakat o azâb yurtlarına indiği zaman uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur!
178.
Bu sebeple onlardan bir süre uzak dur,
179.
Başlarına inecek azabı gözetle! Zaten kendileri de yakında gerçeği göreceklerdir.
180.
Senin Rabbin, güç ve şeref sahibi Rabbin, onların yaptıkları nitelemelerden uzaktır.
181.
Bütün elçilere selam olsun.
182.
Hamd’a lâyık olan / yaptığı her şeyi yerli yerince güzel yapan, Alemlerin Rabbi Allah’tır!