SÂD SURESİ

İniş Sırası: 38 • Mushaf Sırası: 38 • Mekki Sure • 88 Ayettir

İçlerinden kodaman bir grup öne çıktı: "Haydi, yürüyün! İlahlarınıza sahip çıkmada kararlı davranın! Gerçek şu ki, istenip beklenen şey budur. Biz en son (din olan Hıristiyan) inancında bile bunu duymadık; bu desteksiz bir uydurmadan başkası değildir; Ne yani! [İlahî] uyarı, içimizden bir tek o’na mı indirildi?” Evet, onlar yalnız Benim uyarıma karşı şüphe içindeler. Evet, onlar henüz Benim azabımı tatmadılar. Yoksa Azîz; dâimâ üstün olan ve Vahhâb; karşılıksız çokça veren Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı? Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında olan varlıkların hakimiyet ve yönetimi onlara mı ait? Haydi, ellerinden geliyorsa sebep ve vasıtalarını temin etsinler de göğe çıksınlar (âlemi oradan yönetsin, vahyi de isteklerine göre indirsinler!) (Sad 6-10)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Sâd. Zikir[*] / akılda tutulması gereken bilgi ile dolu Kur’an’a yemin olsun ki,

Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât). Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan âyetler ve indirilen âyetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24, En’âm 6/80). İnsanı, sadece böyle bir bilgi tatmin eder (Ra’d 13/28). Allah’ı zikretmek; onu, kitabını ve yarattığı ayetleri dikkate almak, akıldan çıkarmamak ve onların üzerine düşünmektir. İnsan bunlardan bildiği kadarıyla sorumludur (Bakara 2/209). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

2. Kafir[*] olanlar kibir ve ayrılık içindedirler.

Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)

3. Onlardan önceki nesillerden nicelerini helak ettik. Feryat ettiler ama kurtuluş / kaçış vakti geçmişti.
4. Kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaşırdılar da o kafirler şöyle dediler: “Bu bir sihirbazdır, yalancının tekidir.[*]

Bu pasaj, ilk bakışta müşrik Kureyşliler’in Hz. Peygamber’e karşı takındıkları tavrı anlatmasına rağmen, gerçekte çoğu insanın, hemen her dönemde, “kendi içlerinden” çıkmış birinin -yani, kendileri gibi birinin- Allah’ın vahyine muhatab olduğunu kabul etmeye yanaşmamasını vurgulamaktadır. (Muhammed Esed Tefsiri)

5. O, bütün ilahları[*] (reddedip) bir [tek] ilah olduğunu mu iddia ediyor? Doğrusu, bu çok tuhaf bir şeydir!"

İlah, emrine kayıtsız şartsız uyulan varlıktır. Tek ilah Allah’tır. Allah’tan başka bir ilahın varlığını kabul etmek şirktir. Mekke müşrikleri birden fazla ilahın varlığını iddia ettikleri için Muhammed aleyhisselamın çağrısına şaşırmışlardı. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

6. İçlerinden kodaman bir grup öne çıktı: "Haydi, yürüyün! İlahlarınıza sahip çıkmada kararlı davranın! Gerçek şu ki, istenip beklenen şey budur.
7. Biz en son (din olan Hıristiyan) inancında bile bunu duymadık;[*] bu desteksiz bir uydurmadan başkası değildir;

O günün dünyasında muasır uygarlığı ve dini (el-milletu’l-âhirah) Bizans ve Pers temsil ediyordu. Türleri farklı olsa da, iki milletin inancı da şirke ve zulme saplanmıştı.(Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

***

Müşrikler Allah’ı, bir kral gibi kendilerinden uzak sanır, ona ulaşmak için Allah’a yakın bildikleri bazı varlıkları ona aracı koyarlar. Hristiyanlar da İsa aleyhisselamı Allah’ın oğlu sayıp Allah’a ortak koşmuşlardır. Kendilerini Allah’a yaklaştırmaları için de rahipleri rab edinmişlerdir. Bunun, İsa aleyhisselamın tebliğ ettiği saf dinle alakası yoktur (Maide 5/116-117), (İncil Markos 12:28-31). On iki Havari döneminde insan/beşer sayılan İsa aleyhisselamın Allah’ın oğlu olduğu iddiasını ilk önce Pavlus ortaya attı. Üçüncü yüzyıldan sonra bu iddiayı doğru sayan karar Antakya’da alındı. 325’te toplanan Ökümenik İznik konsili İsa’nın Baba’dan olduğuna ve onunla aynı özden olduğuna karar verdi. 431’deki üçüncü konsilde İsa’nın akıllı ruhla canlandırılmış bir insan, annesi Meryem de Tanrı’nın annesi olarak ilan edildi. 452’de toplanan dördüncü Ökümenik Kadıköy konsili İsa’yı gerçek tanrı olarak kabul etti. Kur’an bu hiristiyan inancını şirk saymaktadır (Tevbe 9/30, Maide 5/72-73). Mekkelilerin duyduğu, onlardaki bu uydurulmuş inançtır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

8. Ne yani! [İlahî] uyarı, içimizden bir tek o’na mı indirildi?”[1*] Evet, onlar yalnız Benim uyarıma karşı şüphe içindeler.[2*] Evet, onlar henüz Benim azabımı tatmadılar.

[1*] Kureyş’in eşraf ve önderleri dururken peygamberlik şerefinin Hazret-i Muhammed (s.a)’e verilmesini ve aralarından ona kitap indirilmesini hoş karşılamadılar. Nitekim “Bu Kur’ân’ın, o iki şehirden (Mekke ve Tāif ’ten) büyük bir adama indirilmesi gerekmez miydi?” [Zuhruf 43/31] diyorlardı. Bu hoşnutsuzluk, içlerinden [beklemedikleri] birisine peygamberlik şerefi verilmesi karşısında, kalplerini kavuran kıskançlığın ifadesidir. (Zemahşeri Tefsiri)

***

[2*] Lafzen, “onlar ...den şüpheye düşmüşlerdir”: Yani, onların güvensizliğine yol açan şey, Hz. Peygamber’in kişiliği değildir, tersine o’nun tebliğ ettiği mesajın özü’dür, ve özellikle de onların düşünce tarzlarına ve sosyal geleneklerine ters düşen Allah’ın mutlak birliği ve benzersizliği konusundaki ısrarıdır. (Muhammed Esed Tefsiri)

9. Yoksa Azîz; dâimâ üstün olan ve Vahhâb; karşılıksız çokça veren Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı?[*]

Yani, “kimin ilahî vahiy ile şerefleneceğine karar verme yetkisinin kendilerine ait olduğunu mu zannederler?” (Muhammed Esed Tefsiri)

10. Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında olan varlıkların hakimiyet ve yönetimi onlara mı ait? Haydi, ellerinden geliyorsa sebep ve vasıtalarını temin etsinler de göğe çıksınlar (âlemi oradan yönetsin, vahyi de isteklerine göre indirsinler!)
11. Onlar göğe çıkmaları bir yana, derme çatma guruplardan bir araya getirilmiş, kırık dökük bir ordu olup, buracıkta bozguna uğrayacaklardır.
12. Onlardan önce Nuh kavmi, Âd ve kazıklar / piramitler sahibi Firavun da yalanlamıştı.
13. Semud, Lut halkı ve Eyke ahalisi de... İşte onlar (helakı hak etmiş) kesimlerdir.
14. Hepsi de elçileri yalanladılar ve cezamı hak ettiler.
BÖLÜM 2
15. Bunların beklediği de sadece, en küçük bir gecikmesi olmayan o müthiş titreşimli tek sestir.
16. Alaylı bir şekilde dediler ki: "Rabbimiz, bizim azap payımızı çabuklaştır. Hesap gününden önce (ver)."
17. Ey Muhammed! Onların söylediklerine sabret, kulumuz, Davut’u an. Çünkü o daima Allah’a yönelirdi.

Şayet “Âyetin ‘sen bunların söylediklerine sabret’ kısmı ile ‘kulumuz Davud’u yâd et’ kısmı arasında nasıl bir uyum var ki biri diğerine atfedilebilmiş?” dersen, şöyle derim: Allah Teâlâ elçisine adeta şöyle buyurmaktadır: Sen bunların söylediklerine sabret ve Allah’a isyan etmenin ne büyük bir yanlış olduğunu Davud kıssasını anarak fark etmelerini sağla. Şöyle ki o, Allah’ın peygamberlerinden biriydi. Allah, katındaki değerinden ve yakınlığından dolayı kendisine peygamberlik ve hükümranlık bahşetmişti. Sonra bir hata [zelle] işledi. Bu sebeple, içine düştüğü durumun farkına varsın diye Allah ona melekler gönderdi ve işlediği hatadan dolayı onu temsil ve tariz yollu kınadı. Bunun üzerine, Davud istiğfar etti ve Allah’a öyle bir yöneldi ki onun devamlı ağladığı, sürekli kederli olduğu ve -pişmanlığını taze tutsun diye- bu hatasını avucunun tam ortasına kazıdığı anlatılagelmiştir. Hal böyle iken, bu inkâr ve isyankârlığınızla sizin durumunuz nice olacak acaba?!” (Zemahşeri Tefsiri)

18. Biz dağları boyun eğdirdik. Akşamleyin ve kuşluk[*] vaktinde Davud’la beraber tesbih (ibadet) ederlerdi.

İşrāk kelimesi, “işrāk vakti” demektir. Bu vakit, güneşin ışıldadığı, yani [ortalığı] tam aydınlattığı, ışığının berrak olduğu zamandır ve kuşluk vaktidir. [Güneşe izafe edilerek kullanılan] şurūk ise, “güneşin doğuşu” mânasına gelir; nitekim şarakati’ş-şemsü (Güneş doğdu.) ve lemmâ tuşrık (Güneş henüz doğmadı) denir.

Ümmü Hânî'den (r.a.) [v. 50] şöyle rivayet edilmiştir: Hazret-i Peygamber bizim evimize geldi; abdest için su istedi ve abdest aldı. Sonra kuşluk namazı kıldı ve “Ey Ümmü Hâni’! Bu, işrāk namazıdır” dedi.

Tāvûs b. Keysân’ın [v. 106] rivayet ettiğine göre İbn Abbas; “Kur’ân’da kuşluk namazının zikredildiğini görüyor musunuz?” deyince öğrencileri; “Hayır” demişler. Bunun üzerine, “Akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte Allah’ı tenzih ve takdis etsinler diye dağları râm etmiştik.” [Sād 38/18] âyetini okuyarak, şöyle demiş: “O, Davud (a.s.)’ın kıldığı bir namazdı.” Yine İbn Abbas’ın; “Kuşluk namazı ancak bu âyet [Sād 38/18] sayesinde öğrenildi” dediği rivayet edilmiştir. İbn Abbas’ın şöyle dediği de rivayet edilmiştir: “Kuşluk namazı hakkında bir türlü ikna olamıyordum; sonunda şunu iyice bir araştırayım dedim ve onu “Akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte Allah’ı tenzih ve takdis etsinler diye dağları râm etmiştik.” [Sād 38/18] âyetinde buldum. İbn Abbas kuşluk namazı kılmazdı; ancak bundan sonra kılmaya başladı. (Zemahşeri Tefsiri)

19. Toplanmış haldeki kanatlı canlıları da (boyun eğdirdik). Hepsi daima Allah’a yönelirdi.
20. Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve güzel konuşma yeteneği vermiştik.[*]

Hikmet, ilahî yasaları bilme ve Zebûr anlamındadır. Şu da söylenmiştir: Hakka uygun bulunan her bir söz hikmettir. Fasl, “iki şeyi birbirinden ayırt etmek” demektir. “Apaçık söz”e de “açıkça söylenmiş (mefsūl)” anlamında fasl denilmiştir; darbü’l-emîr1 ifadesindeki gibi. Zira Araplar “Bu karmakarışık bir söz!” ve “Bunun söylediklerinde karışıklık var!” diyorlardı. Mültebis “karışık” demektir ki bunun zıddı olarak -açık seçik anlamında- fasl tabiri kullanılmıştır. Faslü’l-hıtāb ise muhatabın karıştırmadan anlayabildiği özlü, apaçık söz demektir. Söz sahibinin fasıl ve vasıl2 gerektiren yerlerde hata yapmaması da sözün apaçık ve özlü olmasının bir özelliğidir; meselâ kelime- i şehâdet getiren kişi, müstesnâ minh [ilâhe] üzerinde vakfedemez. Yine, “Yazıklar olsun bu dindarlara!” [Mâ‘ûn 105/4] âyetini ancak sonrasına birleştirerek okur. “Allah bilir ve siz” [Bakara 2/232] ifadesini “bilmezsiniz” [Bakara 2/232] cümlesiyle birleştirmeden okuyamaz vb. Atıf yapılıp yapılmayacağı, zamir mi ism-i zāhir mi kullanılacağı, hazif yapılacak ve tekrara başvurulacak yerler de bunun gibidir. İstersen fasl kelimesini, fâsıl (ayırt eden) mânasına da alabilirsin; tıpkı savm ve zevr kelimelerinde [“oruç tutan” ve “ziyaret eden” anlamları] olduğu gibi. Bu durumda faslu’l-hitāb ile şu anlamı kastedersin; doğru ile yanlışı, hak ile batılı, isabetli ile hatalıyı birbirinden ayırt eden bir konuşma kabiliyeti ki bu da Davud’un yönetim, hüküm verme, saltanat tedbirleri ve istişarelerindeki sözleridir. (Zemahşeri Tefsiri)

21. Şu davacıların (ve onlarla birlikte olanların)[1*] haberi sana geldi mi? Bir gün onlar has odaya[2*] sızmışlardı[3*].

[1*] Bu surenin 23. Ayetine göre davacılar kendilerini iki kardeş olarak tanıtmıştır. Has odaya sızanlarla ilgili fiil çoğul şahısla çekimlenmiştir. Arap dilinde çoğul, üç ve daha fazlasını gösterdiğinden davacıların yanında başkalarının da olduğu açıktır. Türk dilinde iki kişi de çoğul sayıldığından yanlış anlamayı önlemek için meale “onlarla birlikte olanların” ifadesi eklenmiştir.

[2*] Has oda anlamını verdiğimiz mihrab; oda, hünkar mahfili, başoda, sultanın tek başına kaldığı has oda, harem dairesi, insanların oturduğu ve toplandığı yer vs. anlamlarda kullanılır (Lisân’ul-Arab ve el-Kamus’ul-Muhît) (Meryem 19/11, Sad 38/21). Davud aleyhisselam o ülkenin sultanı olduğu için burada uygun olan “has oda” anlamıdır.

[3*] Bunlar insan suretine girmiş melekler olmalıdır. Tüm koruma duvarlarını aşarak Davud aleyhisselamın has odasına sızmaları ve ona emredici tarzda hitap etmeleri, sonunda Davud’un (a.s.), bunun Allah’ın bir imtihanı olduğunu anlayıp bağışlanma dilemesi ve rükûya kapanması bunu teyit etmektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

22. Davud, onları yanında görünce telaşlanıp korktu; bunun üzerine: "Korkma!" dediler, "Biz [sadece] iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti, şimdi aramızda adaletle karar ver, doğrudan ayrılma ve [ikimize] dürüstlük yolunu göster".
23. "Bu benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, "Onu da bana ver" dedi ve tartışmada bana üstün geldi.
24. Davud (diğer tarafı dinlemeden) dedi ki: “Senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle sana gerçekten haksızlık etmiş. Zaten ortakların çoğu, kesinlikle birbirlerinin hakkına girerler. İnanıp güvenen ve iyi iş yapanlar öyle yapmazlar ama onlar da pek azdır.” Davud kendisini imtihandan geçirdiğimizi anladı ve hemen Rabbinden bağışlanma diledi, rükûya kapandı ve (Rabbine) yöneldi[*].

Davud aleyhisselamın, karşı tarafı dinlemeden ve olayı iyice incelemeden acele ile hüküm vermesi yanlıştı. Çünkü ortada, yapılan bir haksızlık veya ortaklık teklifi yoktu. Haksızlık ettiği iddia edilen kardeş, sadece diğerinin koyununun bakımını üstlenmek istemiştir. Tek koyunun bakımının zorluğu nedeniyle bu teklif aslında koyun sahibinin lehinedir. Davud aleyhisselam daha sonra yanlış yaptığını anlamış ve imtihandan geçirildiğini görerek Allah’a yönelmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

Öyle anlaşılıyor ki, bu aşamada her iki adam da hemen kalkıp gitmiştir. Çünkü bunlar sınama için gelen iki melekti! Yüce Allah'ın insanların başına geçirip Hak ve adalet ile hükmedebilmesi için önce gerçeği araştırmasını istediği peygamberi sınamaya gelmişlerdi. Onlar olayı özellikle etkileyici ve çarpıcı bir biçimde sunmuşlardı... Fakat yargıcının hemen parlamaması, acele hüküm vermemesi icab eder. Zira diğer davacıyı dinledikten sonra meselenin tamamı veya bir kısmı değişebilir. Birinci davacının sözlerinin yalan, eşsiz veya aldatmadan öte bir anlam ifade etmediği ortaya çıkabilir! İşte bu sırada Hz. Davud bunun bir sınanma olduğunu fark etmiştir. "Davud kendisini denediğimizi sanmıştı." Burada onun temel karakteri kendisine yetişmiştir... O Rabb'ine yönelen bir kişiydi... "Rabb'inden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapanmış, tevbe etmiş, Allah'a yönelmişti." (Seyyid Kutub Tefsiri)

25. Onun bu hatasını bağışladık. Muhakkak ki onun Bize yakınlığı ve güzel bir âkıbeti vardır.
26. Ey Davud! Biz seni yeryüzünde hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır. Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unuttuklarından dolayı çetin azap vardır.[*]

Rivayete göre; Mervan oğulları1 ‘halife’lerinden biri, Ömer b. Abdülaziz’e [v. 101/720] veya İbn Şihâb ez- Zührî’ye [v. 124/742] demiş ki: “Bize ulaşan haberi sen de işittin mi?” Ömer/ Zührî “Neymiş ki o?” deyince, halife “Bize, ‘halifenin yaptıklarının kaydedilmediği ve ona günah yazılmadığı’ bilgisi ulaştı!” Bunun üzerine Ömer/ Zührî; “Ey müminlerin emiri! Halifeler mi daha üstündür peygamberler mi!?” demiş ve bu âyeti [Sād 38/26] okumuş. (Zemahşeri Tefsiri)

BÖLÜM 3
27. Biz göğü, yeri ve ikisinin arasındaki varlıkları gayesiz, boşuna yaratmadık. Bu sadece kâfirlerin[*] bir zannı ve iddiasıdır. Artık o ateşten vay haline o kâfirlerin!

Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)

28. Yoksa biz, iman edip hakka ve barışa yönelik işler yapanları, yeryüzünde fesat çıkaranlarla aynı mı tutacağız? Yoksa takva[*] sahiplerini, arsız sapıklar gibi mi yapacağız?

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

29. Biz sana hayrı, bereketi bol ve sürekli bir kitap indirdik ki, ayetlerini iyice bir düşünsünler, aklı başında olanlar ondan öğüt ve ders alsınlar diye.
30. Biz Davud’a Süleyman’ı hediye ettik. Süleyman ne güzel kuldu! Doğrusu O daima Allah’a yönelirdi.
31. Bir akşam, ona güzel koşu atları sunulmuştu.
32. Dedi ki “Ben malı, Sahibimi hatırlattığı için severim.” Sonra atlar yerlerine çekildi.
33. Sonra: "Onları tekrar bana getirin!" deyip bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.
34. Andolsun Süleyman'ı denedik: Tahtının üstüne bir ceset bıraktık, sonra (bize) yöneldi.[*]

Burada cins atlar anlamında ki "Safinatul Ciyad" kavramı ile Hz. Süleyman'ın tahtı üzerine atılan "ceset" kavramına ilişkin işaretler var. Tefsir kitaplarının ve rivayetlerinin içeriklerine bakarak bu iki işarete ilişkin kalbime yatan bir yorum veya bir rivayete rastlayamadım. Bu konudaki tüm açıklamalar asılsız İsrail efsaneleri temelsiz veya saptırmalara, (yanlış yorumlara) dayanmaktadır. Ben de bu iki olayı kalbime yatacak biçimde düşünüp yorumlama imkânına ulaşamadım ki, bu düşüncelerimi burada aktarıp hikâye edeyim. (Seyyid Kutub Tefsiri)

35. Şöyle dedi: “Rabbim, beni bağışla ve bana, benden sonra kimseye nasip olmayacak bir hakimiyet ver.[*] Vehhab olan / karşılık beklemeden bol bol veren sensin.”

Dünya mülkünün geçiciliğini hiç aklından çıkarmayıp, âhiret mutluluğunu ve saadetini istedi (Elmalılı). Elmalılı böyle yorumlasa da, bizce Hz. Süleyman kendi duasıyla devletinin sonunu hazırlamıştı. Duası tuttu ve tahtına ehliyet ve liyakatten yoksun ve bir “ceset” kadar manen ölü olan oğlu geçti. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

36. Böylece biz de rüzgârı onun buyruğuna verdik. Onun emriyle dilediği tarafa yumuşak bir şekilde akıp gidiyordu.[*]

Süleyman aleyhisselamın emrine verilen rüzgar, bir âyette “âsıfeten (عَاصِفَةً)” diye nitelenir (Enbiya 21/81). Bu ayette ise, emrettiği yere giderkenki hali “ruhâen (رُخَاء)” şeklinde ifade edilir. Meallerde âsıf kelimesine “şiddetli” anlamı verilir. Şiddetli rüzgar, varacağı yere yumuşakça gitmeyeceği için âsıf kelimesine, sözlüğe uygun olarak “hızlı esen” anlamı vermek gerekir (Mekâyis). Yani bu rüzgar, emredilen işi yapacak hızda ve bunu yaparken başka yerlere zarar vermeyecek yumuşaklıkta esmektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

37. Şeytanları, her türlü yapı ustalarını ve dalgıçları.
38. Zincire vurulmuş diğerlerini de...
39. "İşte bu, bizim ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver veya verme. Bundan hesaba çekilmeyeceksin" dedik.
40. Muhakkak ki onun Bize yakınlığı ve güzel bir âkıbeti vardır.

Allah kibirlileri sevmez. Hata işleyen kimse, uyarıldıktan sonra yine de inat ve ısrarla günahında devam ederse, İblisin durumuna düşer. Hatasını kabul edip Rabbine yönelirse atası Hz. Âdem’i örnek almış olur. Allah da Davud ve Süleyman (a.s.) gibi onu da bağışlar, hatta hiçbir kuluna vermediği yetki, servet ve saltanatı ona verir. (Suat Yıldırım Tefsiri)

BÖLÜM 4
41. Kulumuz Eyyub'u da an: (O) Rabbine "Şeytan, bana bir yorgunluk ve azab dokundurdu" diye seslenmişti.
42. Biz de ona, "Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içecek soğuk bir su" dedik.
43. Katımızdan bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olarak ona ailesini, onlarla birlikte bir o kadarını daha verdik.
44. Ona: "Eline bir tutam ot al, onu (tenine) bağla[1*]. Günaha girme![2*]” dedik. Onu pek sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu! Sürekli Rabbine yönelirdi.

[1*] “Ayette geçen (darb = ضرب) kelimesinin kök anlamı, bir şeyi bir şeyin üstüne vurma veya sabitlemedir (Müfredat). Hemen hemen her iş için kullanılan bu fiilin anlamı, vurulan veya sabitlenen şeye göre değişir (el-Ayn)

[2*] Ayette geçen “la tahnes (لَا تَحْنَثْ)” ifadesine, İsrailiyatın etkisiyle, tefsir ve meallerde “Yeminini bozma!” anlamı verilmiştir. Oysa bu fiilin mastarı olan “hıns (حنث)” kelimesi Kur’an’da bir ayette daha geçer ve günah anlamında kullanılır (Vakıa 56/46). Sözlükler, “hıns”kelimesinin “günaha veya sıkıntıya girmek” anlamına geldiğini belirtmekle beraber, yeminle ilişkilendirilmesinin tali bir anlam olduğunu da ima ederler (Mekâyîs). Bu ifadeye “yeminini bozma!” anlamı vermek, Kur’an bütünlüğüne aykırıdır.

Eyyûb aleyhisselama yapılan uyarının nedeni, hastalığı Allah’tan değil Şeytan’dan bilmesiydi. Oysa, bir nebi olarak, Şeytan’ın insanlar üzerinde böyle bir etkisinin olmadığını aklından çıkarmamalıydı. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

45. Güç ve basiret sahibi kullarımız İbrahim’i, İshak’ı ve Yakub’u da an.
46. Gerçekten onlar, ahiret düşüncesiyle dolu / donanmış samimîlerden idi.
47. Onlar katımızda, seçkin ve iyi kişilerdendir.
48. İsmail'i, Elyesa'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendir.
49. Bunlar bir öğüttür. Şüphesiz muttakîler[*] için güzel bir gelecek vardır.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

50. Kapıları ardına kadar açık sonsuz mutluluk, esenlik bahçeleri,[*]

Kur’an’da ‘adn isminin geçtiği onbir yerde -ki bu örnek onların ilkidir- bu isim, cennet “bahçeleri”nin bir sıfatı olarak kullanılmıştır. Bu isim, esas olarak “[bir yerlerde] kaldı” veya “[bir şeyleri] muhafaza etti” -yani devamlı olarak- anlamlarına gelen ‘adene fiilinden türetilmiştir: karş. ‘adentu’l-beled ifadesi (“ülkede sürekli kaldım” [yahut “yerleştim”]. Kitâb-ı Mukaddes’in İbranîcesi’nde -ki esasta eski bir Arapça lehçesinden başka bir şey değildir- benzer bir isim olarak kullanılan ‘eden, aynı zamanda “sevinç”, “haz” veya “mutluluk” anlamlarını da taşımaktadır. Bu sebeble ‘adn’ı “sonsuz mutluluk, esenlik” şeklinde, her iki kavram birliğini de ifade edecek şekilde çevirdim. Kur’an’ın birçok yerinde olduğu gibi, bu mutluluk/esenlik burada, dünyevî zevkleri çağrıştıran tasvirlerle ifade edilmiş ve böylece insanın daha kolay tahayyül etmesi sağlanmıştır. (Muhammed Esed Tefsiri)

51. orada uzanıp dinlenecekler; [ve] her tür meyveyi ve içeceği, [serbestçe] isteyebilecekler,
52. Yanlarında gözlerini üzerlerinden ayırmayan, birbirleriyle yaşıt hizmetçi kızlar / huriler olacaktır[*].

Cennette hem kadın hem de erkek müminlerin emrine verilecek olan hizmetçiler, hurilerdir (Saffat 37/48-49, Duhan 44/54; Tur 52/20; Rahman 55/56,72; Vakıa 56/22; Nebe 78/33) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

53. Hesap Günü için size söz verilen budur.
54. Şüphesiz ki bu Bizim rızkımızdır, bitip tükenmesi de yoktur.
55. İşte bu (müttakilerin durumudur). Haddini aşanlar için ise şüphesiz ki varılacak kötü bir yer vardır;
56. Cehennem. (Onlar da) ona yaslanacaklar:[*] ama o ne berbat bir döşektir.

Cehennemliklerin “yaslanmaları”, cennetliklerin “uzanmaları” ile bir karşıtlık oluşturmaktadır (Krş: 51. âyet). Cehennemliklerin yaslanması, bir tandır veya ocağa odunların yakılmak için yaslanmasından telmihtir. Salât ile aynı kökten gelen sâlû filî, insanı cehenneme götüren her davranışın, ateşe/cehenneme verilen “destek” demeye geldiğini gösterir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

57. İşte budur azap, artık tatsınlar gâyet sıcak ve gâyet soğuk suları.
58. Bunun benzeri daha nice çifter çifter (azap)... .
59. (Küfrün rehberlerine denilecek ki): “İşte şu güruh, körü körüne arkanıza takılan yandaşlarınız!” (Onlar şöyle cevap verecek): “Rahat yüzü görmesin onlar! Elbet onların da ateşin dibini boylaması gerek!”
60. (Körü körüne izleyenler ise), “Hayır, (sorumlu) sizsiniz! Asıl siz rahat yüzü görmeyin! Bunu başımıza siz sardınız ve gele gele en berbat yeri (buldunuz)!” diyerek
61. şöyle yalvaracaklar: “Rabbimiz! Bunu başımıza kim sardıysa, onun ateş içerisindeki azabını kat be kat artır!”
62. Ve ekleyecekler: "Bize ne oldu böyle? Kendilerini (dünyada) kötü saydığımız o adamları görmüyoruz.
63. Onları alaya alır dururduk, yoksa gözümüzden mi kaçtılar?"[*]

Dünyada kendilerine karşı üstünlük tasladıkları, haklarında kötü düşündükleri, cennete ilişkin inançlarını alaya aldıkları mü'minler... Evet onlar inananları arıyorlar. Onları kendileri gibi ateşte bulamıyorlar. Birbirlerine soruyorlar: Onlar nerede? Onlar nereye gittiler? Yoksa burada oldukları halde biz mi onları göremiyoruz? "Bize ne oldu ki, dünyada iken kötülerden saydığımız adamları burada niçin görmüyoruz? derler." (Bir kıraatte göre "Ette haznahum Sihriyyen" cümlesi soru değil, normal haber cümlesidir. Biz de bu kıraatı tercih ettik. Zira buna göre anlamı daha açık ve sağlıklı almaktadır. Bu durumda "Ette haznahum Sihriyyen" (onları alaya alırdık) kendisinden önceki cümleyi tamamlamış ve "ricalen" (adımlar) kavramının sıfatı olur.)

Halbuki onların arayıp sordukları adamlar uzakta, cennettedirler! (Seyyid Kutub Tefsiri)

64. İşte ateş halkının tartışmaları böyledir ve bunlar gerçektir.
BÖLÜM 5
65. De ki: Ben, sadece bir uyarıcıyım. Vâhid; eşsiz benzersiz bir tek ve Kahhâr; karşı konulmaz gücü olan Allah’tan başka hiç bir ilah yoktur.
66. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Azîz; daima üstün olan ve Gaffâr; suçları örtendir.
67. De ki: "Bu, büyük bir haberdir.
68. Siz ise ondan yüz çeviriyorsunuz."
69. (Şunu da söyle:) Mele-i A’la / büyük melekler topluluğu[*] tartışırlarken, benim onlara (tartışma konularına) dair bir bilgim yoktu.

Şayet “ Mele-i Âlâ ile ne kastedilmiştir?” dersen şöyle derim: Kıssada geçen karakterler, yani melekler, Âdem ve İblis kastedilmiştir; çünkü onlar semada bulunuyorlardı ve konuşma onların arasında geçmişti. (Zemahşeri Tefsiri)

70. Bunlar bana, sadece benim açık bir uyarıcı olmam sebebiyle vahyedilmektedir.
71. O gün Rabbin meleklere şöyle demişti: “Balçıktan bir beşer[*] yaratacağım.

İnsan vücudunun dış kısmına yani cildine “beşere (البشرة)” denir. Beşer (البشر) kelimesi Kur’an’da, insan anlamında kullanılır ve bununla, insanın diğer canlılardan farklı olan fiziki yapısına dikkat çekilir. İnsan, elbise giymek zorunda olan tek varlıktır. Elbise onun, dünyanın her yerinde ve her mevsimde yaşamasına imkan verir (A’raf 7/26; Nahl 16/5, 81). Kur’an, ilk insan olan Adem aleyhisselamın topraktan yaratılan ilk beşer olduğunu açıkça bildirir (Hicr 15/28, 33; Furkan 25/54, Rum 30/20). Bütün bunlar, insanın başka bir varlıktan evrilerek oluştuğu iddialarını reddetmektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

72. Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman onun için saygı ile eğilin.”[*]

Secdenin kök anlamı, eğilme ve boyun eğmedir (Müfredat). Bakara 2/58, Nisa 4/154, A’raf 7/161 ve Yusuf 12/4 ve 100. âyette bu anlamdadır. Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızlar gibi gök cisimlerinin birbiri ile olan eğimleri secde olduğu (Hac 22/18) gibi gölgenin uzayıp kısalması da secdedir (Nahl 16/48, Ra’d 13/15). Namaz kılarken yapılan secde, yere yapışmaya benzer şekildedir (Nisa 4/103). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

73. Derken bütün melekler topluca saygı ile eğildiler.
74. Yalnız iblis hariç! Büyüklendi ve kâfirlerden oldu.
75. Allah, “Ey İblis! Ellerimle yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoydu? Büyüklük mü tasladın, yoksa üstünlerden mi oldun?” dedi.[*]

Hicr 15/32. Allah’ın imtihan için yarattığı varlıklar, insanlar ve cinlerdir (Zariyat 51/56). Melekler, cinlerin Allah tarafından görevlendirilmiş olanlarıdır. İblis de Allah’ın melek olarak görevlendirdiği cinlerdendir. Secde emri meleklere verildiği için İblis, melek olmasaydı secdeden sorumlu tutulamazdı. Secde etmemesinin sebebi kendini büyük görüp direnmesidir. Bu suçu hangi melek işlese aynı konuma düşer (Nisa 4/172-173). “Kâfirlerden oldu” sözü, İblis’ten önce de kafir olanların varlığını gösterir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

76. İblis: "Ben ondan üstünüm, çünkü beni ateşten, onu ise topraktan yarattın" dedi.
77. [Allah] “Öyleyse” dedi, “bu [meleklik konumu]ndan çık git; çünkü sen artık gözden düşmüş / kovulmuş birisin.
78. Yapılan her şeyin karşılığını bulacağı[*] güne kadar lanetim / dışlamam senin üzerinde olacaktır.”

Din, “âdet, durum; yapılan işe karşılık vermek ve verilen karşılık, itaat /boyun eğme” anlamlarına gelir (es-Sıhâh). Din, Kuran’da insanın kabul edip ona göre yaşamaya söz verdiği sistem anlamına da gelir (Âl-i İmran 3/19, Kafirun 109/6). Eğer bu din Allah’ın dini ise boyun eğilen yalnızca Allah’tır ve karşılığı ondan beklenir. “Din günü” de dünyada yapılanların karşılığının alınacağı Ahiret günüdür (Fatiha 1/4-5, Nûr 24/25, Saffat 37/19-20, Zâriyât 51/6 12-13, Vakıa 56/56, Mearic 70/26, Müddessir 74/46, İnfitar 82/9, 15-19). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

79. (İblis) Dedi ki: “Rabbim! O zaman bana, bunların tekrar diriltilecekleri güne kadar yaşama fırsatı[1*] ver.”

Bu ayetten Meleklerin de ömürlü varlıklar olduğu ancak bazılarına Kıyamet /mezardan kalkış gününe kadar yaşama hakkı tanındığı anlaşılıyor. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

80. Buyurdu: "Peki, süre verilenlerdensin,
81. o malum vaktin günü[1*] (kıyamet günü) gelinceye kadar (ölmeyeceksin)[2*].”

[1*] Yeniden dirilen insana, ölümle dirilmesi arasında geçen süre, göz açıp kapayacak kadar hatta daha da az gelir (Nahl 16/77, Kamer 54/50). İblis, en son ölen canlı dahi olsa o da aynı şeyi hissedecektir.

[2*] En son canlının öleceği güne kadar (Hicr 15/38). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

82. (İblis) bunun üzerine dedi ki: "Senin yüceliğine yemin olsun ki, kesinlikle onların tümünü yoldan çıkaracağım!
83. Ancak onlardan samimiyeti onaylanmış kulların hariç[*].”

Samimiyeti onaylanmış anlamı verdiğimiz ‘muhlas’ (مُخْلَص) kelimesinin mastarı ihlastır. İhlas sözlükte bir şeyi kirlilikten, bulanıklıktan temizleyip arındırmak, saflaştırmak, katıksız, arı, duru hale getirmektir. Bu kelime Kur’an’da, dini Allah’a has kılan yani Allah’ın dinine bir şey katmayıp kulluğu sadece ona yapan, riyadan ve şirkten uzak olan samimi insanların ortak vasfını ifade etmek için kullanılır. Bu vasfa sahip olana “muhlis”, bu vasfı Allah tarafından onaylanmış olana da “muhlas” denir. İblis, bu özelliğe sahip olanları yoldan çıkaramaz (Hicr 15/40). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

84. Buyurdu: "İşte bu doğru! Ben de şu hakikati söyleyeyim ki
85. cehennemi, sen ve sana uyanlarla dolduracağım."
86. Ey Muhammed! De ki; "Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum, kendimden bir şey teklif edenlerden de değilim.
87. Bu (Kur’an), herkesin aklında tutması gereken bilgidir.
88. Onun verdiği haberlerin gerçek olduğunu, bir zaman sonra çok iyi anlayacaksınız."[*]

Bu “haber”ler muhatapların inkâr durumuna göre bir tehdit olarak da düşünülebilir. Nebe’ suresinin ilk ayetlerinde ve Tekâsür suresinde de bu konuya dikkat çekilmektedir. Nitekim bu gerçekleri bazı müşrikler dünyada ölümleri anında, bazıları Bedir’de, bazıları da mahşerde anlamış olacaklardır; ancak bunun onlara herhangi bir faydası olmayacaktır. (Hicr 15/40). (Mehmet Okuyan Tefsiri)