NİSA / KADINLAR SURESİ

İniş Sırası: 92 • Mushaf Sırası: 4 • Medeni Sure • 176 Ayettir

İrlanda'da Dublin Kalesi'ndeki Adalet Hanım Heykeli

Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin. Allah için şahitlik eden insanlar olun. Bu hükmünüz ve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, anneniz, babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun; çünkü Allah her ikisine de sizden daha yakındır. Onun için, sakın nefsinizin arzusuna uyarak adaletten ayrılmayın. Eğer dilinizi eğip bükerek gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün şahitlikten kaçarsanız, iyi bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Nisa 135)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Ey İnsanlar! Sizi nefs-i vâhideden[1*] yaratan, (her birinizin) eşini[2*] de nefs-i vâhideden yaratan ve o ikisinden pek çok erkeği ve kadını yeryüzüne yayan Rabbinize karşı yanlış yapmaktan sakının! Birbirinizden bir şey istediğinizde adını andığınız Allah’a ve akrabalık bağlarına karşı yanlış yapmaktan da sakının! Allah, Rakîb'dir, sizin üzerinizde sürekli ve titiz bir gözetleyicidir.

[1*] Nefis kelimesi, hem beden hem de ruh anlamına gelir (Zümer 39/42). Bu ayetteki nefis, bedenin özelliklerini içeren döllenmiş yumurtadır. Nefsin oluşumu, üç karanlık bölgede tamamlanır (Zümer 39/6). Bunlar yumurtalık /karar-ı mekîn (Müminûn 23/13, Mürselat 77/21), rahim kanalı / müstekar ve rahim yani müstevda’dır (En’âm 6/98).

[2*] Zevc /eş kelimesinin müennesi /dişili olan zevce Kur’an’da ve fasih Arapçada kullanılmaz. Kadın erkeğin zevci, erkek de kadının zevcidir. Buradaki eş ifadesinin nefsi vahidenin eşi olduğu görülmektedir. Bunun Adem’in eşi olarak da anlaşılabileceği Araf Suresi 189. ayetteki (ليسكن إليها) ifadesindeki zamirin Ademin eşine gitmesi zorunluluğundandır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

2. (Rüşt çağına gelen) Yetimlere mallarını verin[1*]. Temiz olanı pis olanla değişmeyin[2*]; onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin; çünkü bu, büyük bir vebaldir.

[1*] Bkz. Nisa 4/6

[2*] Bu ayette yer alan “tayyib” kelimesi, kişinin kendisine ait olan helal malı, “habîs” ise başkasına ait olan ve haksız yere alınan malı ifade etmektedir. En’âm sûresinin 145. ayetinde bizatihi haram olan şeyler anlatılırken, bu ayet başkasının hakkı olan malı yemek gibi harici bir sebepten dolayı haram olan -ki buna fıkıhta “haram li gayrihî” denir- şeylerin hükmünü açıklamaktadır. Aşağıda gelecek olan “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmuş olurlar” (Nisa 4/10) ayeti de bunu göstermektedir. Râgıb el-İsfahâni’nin de isabetle belirttiği gibi bir şeyin “tayyib” sayılabilmesi için maddesi /kaynağı helal olan bir şeyden ve helal olan bir yerden alınması şarttır. Mesela hırsızlık yoluyla elde edilen bir ekmek, doğası itibariyle tayyib olduğu halde çalan kişi için habistir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

3. Yetimler konusunda hakka uygun davranamayacağınızdan korkarsanız (onları değil[1*]) hoşunuza gidenlerden iki, üç ve dört kadını[2*] nikahlayın. Eğer aralarında adaleti yerine getirememekten korkarsanız[3*] bir tek kadını veya hâkimiyetiniz altında olan bir esir kadını nikâhlayın[4*]. Haksızlık etmemeniz için en uygun olan budur.

[1*] (Nisa 4/127)

[2*] Tam tercüme, “ikişer, üçer ve dörder” şeklindedir. Bir kişinin önüne bir çuval ceviz koysanız, “bundan ikişer, üçer ve dörder tane al!” deseniz o kişi cevizlerin tamamını alabilir. Birden fazla kişiye aynı şey söylerseniz hiçbiri dörtten fazlasını alamaz. Bu ayette emir, birden fazla kişiye verildiği için hiçbir erkek, aynı anda dörtten fazla eşle nikahlı olamaz . Bu incelik hemen kavranamadığından meal yukarıdaki şekilde verilmiştir.

[3*] Kişinin birden fazla kadınla evlenmesi durumunda maddi ve manevi yükleri artacak, eşleri arasında adaleti sağlaması zorlaşacaktır (Nisa 4/129).

[4*] Burada, iki şeyden sadece birinin olabileceğini ifade eden “veya” bağlacının kullanılmış olması son derece önemlidir. Kadının birden fazla eşi olamaz(Nisa 4/24). Ama erkeğin birden fazla eşi olabileceğinden bu hüküm, sadece erkek ile ilgilidir. Erkeğin ya esir ya da hür eşi olabilir, ikisi bir arada olamaz (Nisa 4/25). Edep yerlerini bunlardan sadece birine açabilir (Müminun 23/5-6, Mearic 70/29-30). Hür kadınla nikahsız ilişki nasıl yasaksa esir kadınla da yasaktır (Nisa 4/25, Nur 24/32-33). Bu ayette “mâ meleket eymânukum /ما ملكت أيمانكم = hakimiyetiniz altında olan” ifadesi, “أو = veya” edatı ile vâhideten = واحدة üzerine atfedilmiştir. Vahideten sözünün amili mukadder “inkihu /انكحوا = nikâhlayın” emri olduğu için ona atfedilmiş olan “ ما ملكت أيمانكم” = hâkimiyetiniz altında olan” sözünün amili de “nikâhlayın” emri dışında bir şey olamaz. Çünkü matuf ile matufun-aleyhin amilleri aynı olmak zorundadır. Ayete doğru anlam verilirse kimse hakimiyeti altındaki cariye ile nikahsız ilişkiye giremeyeceği için, Arap dili açısından kabul edilemez bir çarpıtma yapılarak ayette hiç geçmeyen “yetinin” ifadesi tefsir ve meallere yerleştirilmiş ve Allah’ın uzak durulmasını emrettiği zina (En’âm 6/151, İsra 17/32, Necm 53/31-32) meşrulaştırılmıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

4. Kadınlara mehirlerini[*](evlilik hediyelerini), gönül hoşluğuyla verin. Eğer kendi istekleriyle o mehrin bir kısmını, size bağışlarlarsa, onu da güzelce harcayabilirsiniz.

Mehir diye anlam verilen kelime saduka’dır. Saduka, (sıdk = صدق) kökündendir. Sıdk, ister söz ister başka şekilde olsun bir şeydeki kuvveti gösterir. Kuvvetinden dolayı doğru söze sıdk denir (Mekayis). Nikah sözleşmesi gereği eşine mehir vermek zorunda olan erkek, ona sağlam bir söz vermiş olur (Nisa 4/21). Artık o, evliliğin devamı sırasında da eşini boşadığında da ona verdiği hiçbir şeyi geri alamaz. Ayrılmayı kadın isterse durum değişir. Bu durumda o, eşinden aldıklarının tamamını veya bir kısmını geri vermek zorunda kalır (Bakara 2/229). Bu sebeplerden dolayı mehir evliliğin sigortasıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

5. Allah'ın, hayatınızı sürdürmeniz için verdiği mallarınızı olgunlaşmamış kişilere[1*] vermeyin. Onunla onları yedirin, içirin ve giydirin. Onlara marufa uygun[2*] sözler de söyleyin.

[1*] “Olgunlaşmamış kişiler” diye anlam verdiğimiz (السُّفَهَاءَ = es-sufehâ) sefih’in çoğuludur. Sefih, akılsız veya aciz anlamlarına gelir. Burada sözü edilen sefihler, bir sonraki ayette belirtilen özelliklere sahip olmadıkları yani reşit konuma gelmedikleri için veya akli yeterlilikleri olmadığı için akılsızca davranıp malı doğru kullanamayan kişilerdir.

[2*] Maruf, bilinen demektir. Bu bilgi ya Kur’ân’dan ya da ona aykırı olmayan gelenekten elde edilir. Zıttı ‘münker’dir. “Marufa uygun söz”, her bakımdan doğru olan sözdür. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

6. Yetimleri, evlenme çağına girene kadar deneyin. Reşit olduklarını / olgunlaştıklarını anlarsanız mallarını kendilerine verin[*]. Büyüyüp alırlar diye aşırıya kaçarak tez elden mallarını yemeyin. İhtiyacı olmayan onlara tenezzül etmesin. İhtiyacı olan da marufa uygun bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine teslim ettiğinizde onlara karşı şahit bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.

Bu ayet, ergenlik (büluğ) çağına gelmemiş ve reşit olmamış kişilerin evlendirilemeyeceğinin açık delilidir. Çünkü erkek, evleneceği kadına mehir vermek zorundadır. Bunun için malı üzerinde tasarruf yetkisini elde etmiş olması gerekir. Bu da ancak büluğa erip reşit olması ile mümkün olur. Mehri kadının kendisi alacağı için onun da büluğa ermiş ve reşit hale gelmiş olması icap eder. Evlenecek kadın ve erkeğin, zinadan uzak durmuş olmaları da şarttır (Nisa 4/4, 24, 25, Mâide 5/5). Eğer zina edip tövbe etmemişse, ancak kendisi gibi zina etmiş biriyle veya bir müşrikle evlenebilir (Nur 24/3); ama zinadan sonra tövbe etmiş, tam bir dönüş yaparak kendini düzeltmişse, ancak o zaman namuslu bir Müslümanla evlenebilir (Nur 24/5, Furkan 25/68-70). Bütün bunların çocuklar için söyleyemeyeceği açık olduğu halde mezhepler, Talak 4. ayetteki bir kelimenin anlamını tahrif ederek çocuk evliliklerine cevaz vermiş, tefsirler de bu büyük günahın destekçileri olmuşlardır (Talak 65/4). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

7. (Ölen) ana-baba ve (diğer yakın) akrabanın (miras olarak geride) bıraktıklarından erkekler için de pay vardır, ana-baba ve akrabanın bıraktıklarından kadınlar için de pay vardır. Bunlar az veya çok belirlenmiş, farz kılınmış paylardır.
8. Mirasın paylaşımı sırasında akrabalar, yetimler[1*] ve çaresiz kalmış kimseler[2*] bulunursa, mirastan onları da rızıklandırın ve onlara marufa uygun Maruf, bilinen demektir. Bu bilgi ya Kur’ân’dan ya da ona aykırı olmayan gelenekten elde edilir. “Marufa uygun söz”, her bakımdan doğru olan sözdür. söz söyleyin[3*].

[1*] Ölenin bıraktığı yetimler veya hayatta iken destek olduğu ve ölümüyle birlikte desteksiz kalan yetimler.

[2*] Hayatta iken maddi desteğini görmekte olan ve bu ölüm nedeniyle çaresiz durumuna düşenler. Ölenin karısı, bunların başında gelir (Bakara 2/240).

[3*] Hem onları aç ve açıkta bırakmamak için mirastan, geçimlerini sağlayacak bir desteğin verilmesi gerektiğini hem de paylar, Allah tarafından farz olarak belirlendiği için onların miras paylarını artırmanın mümkün olmadığını söylesinler. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

9. Geriye korunmaya muhtaç çocuklar bırakmaları durumunda bunların hali ne olur diye korkanlar, Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakınsınlar da dosdoğru sözler söylesinler.
10. Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınları dolusu ateş yerler. Onlar, yarın harıl harıl yanan bir ateşe gireceklerdir.
BÖLÜM 2
11. Allah, ölenin evladı[1*] konusunda size görev yüklemektedir[2*]: Erkeğin payı, iki kızın payı kadardır. (Ölenin oğlu olmaz da ) Kızları (iki veya[3*]) ikinin üstünde olursa bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Tek bir kızı varsa mirasın yarısı onun olur. Ölenin çocuğu varsa ana-babadan her birinin payı altıda birdir[4*]. Ölenin çocuğu olmaz da varisi anası ve babası olursa[5*] anasının payı üçte birdir[6*]. Ölenin (baba bir[7*]) kardeşleri varsa anasının payı altıda bir olur. Paylar, ölenin vasiyet ettiği veya (yazılı olarak bıraktığı) borcun ödenmesinden sonra verilir. Ana - babanızdan[8*] ve çocuklarınızdan[9*] hangisinin, faydalı olma bakımından size daha yakın olduğunu bilemezsiniz. (Bu sebeple) paylar, Allah tarafından kesin ölçülerle belirlenmiştir. Allah Alîm'dir; bilir, Hakîm'dir; doğru kararlar verir.

[1*] İltifat, bkz Nisa 4/33’ün dipnotu. İltifat sanatı dikkate alınmadan verilecek meal şöyle olur: "Allah, evladınız konusunda size görev yüklemektedir..." Bir Türk bu cümleden, mirası ölen kişinin paylaştıracağını anlar ve şaşırır.

[2*] أَوْصى= evsa= görev yükledi, anlamındadır (Lisân). Mirası, ayetlerde belirtilen ölçülerde paylaştırma görevini Allah mirasçılara değil, Müslümanlara yüklemiştir (Bakara 2/180-182). Bu emre uyulursa miras kısa sürede paylaştırılır ve mirasçılar arasında, bir çekişme ortamı doğmaz.

[3*] Bu parantezi eklememizin sebebi Nisa 4/176. ayettir. Bu ayette zikredilen kelâle, babası ve çocukları olmadan ölen kişidir. Onun mirasının paylaşımında kardeşleri, evladı gibi sayılmıştır. Burada iki kız kardeşe mirasın üçte ikisi veriliyorsa iki kıza da aynısının verilmesi gerekir. Çünkü ayetlerden biri diğerini açıklamaktadır.

[4*] Bu payların verilmesinden sonra artan kısmın tamamı, ister kız ister erkek olsun, evlada aittir. Mezhepler, hiçbir delile dayanmadan “asabe” diye bir kavram üretmiş, eğer mirasçı durumunda olan, kız ise artan kısmı, en yakın erkek akrabaya vermişlerdir. Halbuki Nisa 4/176’ya göre ölenin çocuğu varsa diğer akrabalar mirastan bir şey alamazlar.

[5*] Buradaki hükümler, ölenin annesinin ve babasının mirasçı olması halinde uygulanır. Yalnız babası mirasçı ise annesinin çocukları Nisa 12. ayetteki kelâle hükümlerine göre miras alırlar. Yalnız annesi mirasçı ise babasının mirasçıları Nisa 176’daki kelâle hükümlerine göre miras alırlar. Mirasçı olarak ölenin sadece kardeşleri kalmışsa annesinin çocukları Nisa 12, babasının çocukları da Nisa 176’ya göre mirasçı olurlar. Bütün paylaşımlar, eşlerin payı ayrıldıktan sonra yapılır (Nisa 4/33).

[6*] Kalanını baba alır.

[7*] Ana baba bir veya baba bir kardeşler, menfaat bakımından kişiye ana bir kardeşlerden daha yakındır. Babanın alacağı miras, onun ölümüyle baba bir kardeşlere kalacaktır. Zaten Nisa 4/176’ya göre babası ve evladı olmayan birinin baba bir kardeşleri, öz evladı gibi mirasçı olurlar. Nisa 4/12. ayete göre anası ve evladı olmadan ölen birinin ana bir kardeşleri öz evladın yerine geçmezler. Onlar annelerinin yerine geçer, anneleri gibi, mirastan en fazla üçte bir pay alabilirler.

[8*] (ٱلْوَصِيَّةُ = el-vasiyyeh), birine yüklenen belli bir görev anlamındadır (Lisân). İki çeşit vasiyet vardır; biri Allah’ın yüklediği mirası paylaştırma görevi (Bakara 2/180-181 Nisa, 4/11), diğeri de miras bırakanın borcu ile ilgili vasiyetidir. Belgelenmiş borca vasiyet denmez (Bakara, 2/282) çünkü o belge, başka bir şeye ihtiyaç bırakmaz. Böyle bir belge yoksa, ölmek üzere olan biri, borcunu, en az iki şahit huzurunda itiraf ederek vasiyette bulunur (Maide 5/106-107). Miras ayetlerinde “vasiyet ve borç” değil de “vasiyet veya borç” ifadesinin geçmesi, ikisinin de birer borç olduğunu ama aralarında böyle bir farkın bulunduğunu gösterir. Esas olan borcu yazmaktır. Nebimiz şöyle demiştir: “Müslüman kişinin, vasiyet etmesi gereken borcu varsa vasiyetini yazılı olarak yanında bulundurmadan iki gün gecelemesi caiz olmaz” (Buhari, Vasaya, 1, Müslim, Vasiyet, Mukaddime, Ebu Davud, Vesaya)

[9*] (آبَآؤُكُمْ = abâukum) ifadesinin kapsamına anneler de girdiği için ana - babanız anlamı verilmiştir.

[10*] Ayetteki (أَبناؤُكُمْ= ebnâukum), erkek ve kız evladı ifade eder (Nahl 16/72). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

12. Hanımlarınızın çocukları yoksa bıraktıklarının yarısı sizindir, çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Bu paylaşım, vasiyet ettikleri veya (yazılı olarak bıraktıkları) borcun ödenmesinden sonra yapılır. Sizin çocuğunuz yoksa bıraktıklarınızın dörtte biri hanımlarınızındır[1*]. Çocuğunuz varsa, bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır[2*]. Bu paylaşım vasiyet ettiğiniz veya (yazılı olarak) bıraktığınız borcun ödenmesinden sonra yapılır[3*]. Miras bırakan erkek veya kadın, (ana tarafından) kelâle olur (anası ve çocuğu olmaz da ana bir) erkek veya kız kardeşi bulunursa her birinin payı altıda birdir. Bunlar birden fazla iseler mirasın üçte birini eşit olarak paylaşırlar[4*]. Bu paylaşım da vasiyet edilen[5*] veya (yazılı olarak) bırakılan borcun ödenmesinden[6*] sonra (hiçbir mirasçıya) zarar vermeyecek şekilde yapılır. Bu, Allah tarafından size yüklenen görevdir. Allah Alîm'dir; bilir Halîm'dir; pek yumuşak davranır.

[1*] Hanımların sayısı birden fazla ise, dörtte bir mirası aralarında paylaşırlar.

[2*] Miras paylaşılırken önce eşin payı verilir, ondan artan kısım, diğer mirasçılara pay edilir (Nisa 4/33).

[3*] Ölen kişinin borcu, mirasından çok ise miras, alacaklılara alacakları oranında pay edilir. Kalan borç, mirasçıdan istenemez.

[4*] Baba bir 2 kız kardeşin payı 1 erkek kardeş kadar iken (Nisa 4/176) ana bir kardeşlerde erkek ve kız ayrımı olmaz. Çünkü ana bir kardeşler başka aileye mensup olduklarından kişiye faydası açısından kız kardeşin erkek kardeşten farkı yoktur.

[5*] Bu vasiyet, Maide 5/106’ya göre ölen kişinin yaptığı, borcunun ödenmesi ile ilgili vasiyetini de Bakara 2/240’a göre ölen erkeğin eşiyle ilgili olarak Allah’ın mirasçılara yüklediği görevi de kapsar.

[6*] Mezhepler, bir ayet veya hadise dayanmadan bir kişinin, malının üçte birini vasiyet edebileceğini söylerler. Bu, mirasçıların malının haksız olarak başkasına verilmesidir. Bir yere bağışta bulunacak olan, bağışı hayatta iken yapmalıdır. Allah Teâlâ şöyle demiştir: “Sizden birine ölüm gelmeden, verdiğimiz rızıktan hayra harcasın. Yoksa (ölüm gelince) şöyle der: ‘Rabbim! Kısa bir süreliğine ölümü ertelesen de sadaka versem ve salihlerden olsam!’ Allah eceli gelmiş olan hiç kimseyi ertelemez. Allah yaptığınız her şeyin iç yüzünü bilir.” (Münâfikûn, 63/10-11) Nebimize “Hangi sadaka daha faziletlidir?” diye sorulunca şöyle demiştir: “Sağlıklı ve hırslı olduğun, fakirlikten korkarak zenginlik beklentisi içinde olduğun sırada verdiğin sadakadır. Can boğaza gelinceye kadar erteleyip o sırada şuna şu kadar, buna bu kadar deme. Artık o mal başkasının olmuştur” (Buhari, Zekât, 10; Müslim, Zekât, 92). Bu konuda Sa’d b. Ebî Vakkas’ın oğlu Amir’in, kendi doğumundan öncesi ile ilgili olarak babasından duyduğu şu sözler delil alınır: “Veda Haccı sırasında şiddetli bir ağrıya tutuldum. Allah’ın elçisi (s.a.v.) ziyaretime geldi. Dedim ki; “Sancım iyice arttı. Ben malı olan birisiyim. Kızımdan başka mirasçım da yok; malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtsam mı?” Hayır! dedi. “Yarısı olmaz mı?” dedim; şöyle dedi: “Hayır! Üçte biri olur ama üçte bir de büyüktür veya çoktur. Mirasçılarını zengin olarak bırakman, başkalarına el açacak şekilde fakir bırakmandan hayırlıdır.” (Buhârî) Bu hadisin vasiyetle ilgisi yoktur. Öyleyse bir malın, ölümünden sonra bir yere verilmesini vasiyet eden kişinin yaptığı vasiyet geçersizdir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

13. Bunlar Allah tarafından konulan sınırlardır. Kim Allah’a ve Elçisi’ne tâbi olursa, Allah onu, mesken olarak içinden ırmaklar akan hasbahçelere koyacaktır; bu büyük bir mazhariyettir. Erişme, elde etme.
14. Kim de Allah’a ve Elçisi’ne isyan eder ve O’nun [koyduğu] sınırları ihlal ederse, onu içinde yerleşip kalacağı ateşe atacaktır; ve onu alçaltıcı bir azap beklemektedir.
BÖLÜM 3
15. Kadınlarınızdan zina[1*] yapanlara karşı sizden dört şahit getirin[2*], onlar şahitlik ederlerse, ölünceye veya Allah onların lehine bir yol açıncaya kadar o kadınları evlerinde tutun[3*].

[1*] Zina diye meal verdiğimiz kelime, fuhuş anlamında olan (el-fahişe = الْفَاحِشَةَ)'dir. Türkçede para karşılığı yapılan cinsel ilişkiye fuhuş dendiği için, yanlış anlamaya yol açmasın diye o kelime kullanılmamıştır. Kur’an’a göre her zina fuhuştur. Bir ayet şöyledir: “Zinaya yaklaşmayın! O, bir fuhuş ve çok kötü bir yoldur.”(İsra 17/32)

[2*] Allah Teala dört şahit getirme şartını, namuslu kadının zina ettiği iddiasını ispat için şart koşmuş, dört şahit getiremeyeni iftiracı saymış ve ona seksen kırbaç vurulmasını emretmiştir. Ayrıca tevbe edip kendini düzeltinceye kadar şahitliğinin kabul edilmemesini de hükme bağlayarak (Nûr 24/4-5 ve 13) kadını koruma altına almıştır. Bu koruma erkek için getirilmemiştir.

[3*] Muhammed aleyhisselam Mekke’de iken önceki kitaplara uyma emri almıştı (En’âm 6/90). Medine’de ceza uygulayabileceği konuma gelince zina suçu işleyenlere Tevrat’ta bulunan recm yani taşlayarak öldürme cezasını (Levililer 20/10-21, Tesniye 22/22-26) uygulamıştı (Buhârî, Hudûd, 24 ve 30). Bu âyetler recm cezasını ilk aşamada kadın için ev hapsi ve sözle incitme, erkek için sadece sözle incitme cezasına çevirmiştir. Tevbe edip ıslah oldukları ortaya çıkınca sözle incitme cezası, her ikisi için de ortadan kalkardı. Daha sonra bu ceza hafifletilerek 100 celdeye çevrilmiştir (Nûr 24/2). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

16. Sizden zina yapan o iki kişiyi (kadını ve erkeği)[*] sözle incitin. Eğer tövbe eder / günahlarından dönüş yapar ve kendilerini düzeltirlerse artık onlara ilişmeyin. Tevvâb'dır; tövbeleri çok kabul eder ve Rahîm'dir; ikramda bulunur.

Allah Teala fuhuş çeşitlerini yasaklamış (A’raf 7/33) ve onlardan uzak durmayı emretmiştir (En’am 6/151, Şurâ 42/57, Necm 53/31-32). Onların ilki zina (İsra 17/32) ikincisi de erkek erkeğe ilişkidir (A’raf 7/80-81). Arap dilinde çoğul, en az üçü gösterdiğinden fuhşun üçüncü çeşidi lezbiyenlik olur. 15. ayette, fuhuş yapan kadınlara verilen ev hapsi cezasının, onların lehine olacak bir cezaya çevrileceği bildirilmiştir. Fuhuş suçu ile ilgili olarak, bundan sonra inen tek ayet zina cezasını belirleyen ayet olduğu için (Nûr 24/2), Nisa 15’te ev hapsi cezasına çarptırılan kadınlar, zina suçu dışında bir suç işlemiş olamazlar. Nisa 16’da hem onu hem de suç ortağı olan erkeği sözle incitme emri de verilmiştir. Burada kadına daha fazla ceza verildiği düşünülebilir. Ama ev hapsi onu, kötü niyetli erkeklerden koruyacağı için kadının lehine olur. Bu cezalar, Nûr Suresi 2. âyet ile kaldırılmış, hem kadın hem de erkek için 100 celdeye dönüştürülmüştür. Konu bu kadar açık olduğu halde Nisâ 15’in kadın kadına sevicilik /lezbiyenlik ile ilgili olduğu, ayette açılacağı bildirilen yolun da evlilik olduğu iddia edilmektedir. Halbuki ayette evli bekar ayrımı yapılmamış, sadece ev hapsine mahkum edilen kadınlar için “lehine bir yol açıncaya kadar” ifadesi kullanılmıştır. Bu yol ancak, ev hapsini sona erdirecek bir ceza türü olabilir. İşte 100 celde cezası (Nûr 24/2) budur. Ayetler arası ilişkileri dikkate almayanlar, 16. ayetin erkek erkeğe cinsel ilişki ile ilgili olduğunu da iddia ederler. Onlara göre ayetin başındaki “ellezâni /o ikisi” ifadesi fuhuş eylemini yapan iki erkek anlamındadır. Bu iddianın da doğru olma ihtimali yoktur. Arap dilinde kadınlar için dişil, erkekler için eril kalıplar kullanılır ama erkek ile kadının ortak eylemini anlatan kelimeler, mutlaka eril kalıpta olur. Bu sebeple ilgili ayetleri yok sayıp Nisa 16’nın başındaki “ellezâni” ifadesine dayanılarak o ayette erkek erkeğe cinsel ilişkinin kastedildiği söylenemez. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

17. Allah’ın kabul sözü verdiği tövbe / günahtan dönüş yapma, kendini tutamayarak[*] kötülük işleyen sonra vakit geçirmeden dönüş yapanların tövbesidir. Allah, işte bu kişilerin tövbelerini kabul eder. Allah Alîm'dir; bilir, Hakîm'dir; doğru kararlar verir.

Ayette geçen cehâlet (جهول) kelimesi ‘bilmemek, yanlış düşünmek, yanlış hareket etmek’ anlamlarına gelir (Müfredat). Yusuf aleyhisselamın “Rabbim! ... Kadınların oyununu benden savmazsan onlara kapılırım ve cahillik edenlerden olurum. (Yusuf 12/33)” demesi de, Musa aleyhisselamın “Cahillik edenlerden/kendini bilmez biri olmaktan Allah’a sığınırım! (Bakara 2/67)” demesi de kendini tutamayarak yanlış yapma anlamındaki cehalettir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

18. Kötülükleri işlemeye devam eden, ölüm gelip çatınca da "Ben şimdi tövbe ettim / günahımdan dönüş yaptım"[*] diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tövbesi, Allah’ın kabul edeceği tövbe değildir. Onlar için acıklı bir azap hazırlamışızdır.

Yunus aleyhisselam ve kavmi, ölümle yüz yüze gelmeden tövbe ettikleri /dönüş yaptıkları için Allah tövbelerini kabul etti (Enbiya 21/87-88). Nuh aleyhisselam da oğlu bildiği kişiyi, kurtulma ümidi varken, tövbeye çağırmıştı (Hûd 11/42-43). Firavun ise tövbeyi, ölümle yüz yüze geldiği anda yaptı (Yunus 10/90-92). Böyle bir tövbe kabul edilmez (Müminun 23/99-100, Secde 32/12-15). Günahkar müminler de ölünce hayata dönüp iyi işler yapmak isterler ama iş işten geçmiş olur (Münafikun 63/9-11). Nebîmiz şöyle demiştir: “Allah kulunun tövbesini, can boğaza gelinceye kadar kabul eder.” (Tirmizi, Daavat 98; İbn Mace, Zühd 30; Ahmed b. Hanbel, 2/132, 153). Can boğaza gelince artık her şey bitmiş olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

19. Ey inanıp güvenenler! Kadınlarınızı zorla nikahınızda tutmanız[1*] size helal değildir. Onların zina yaptıkları şüphe götürmez bir şekilde belli olmadıkça verdiğinizden bir kısmını dahi geri almak için onlara baskı yapmayın. Kadınlarınızla güzel[2*] geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmıyorsanız (bilin ki,) hoşlanmadığınız şeyde bile Allah birçok hayırlar yaratabilir.

[1*] “Kadınlarınızı zorla nikahınızda tutmanız” şeklinde anlam verdiğimiz cümlenin hakiki anlamı “kadınlarınıza zorla mirasçı olmanız”dır. Kimin daha önce öleceği belli olmadığı için kimse kimseye zorla mirasçı olamayacağından “mirasçı olma” kelimesine, mecaz anlamı verme zorunluluğu doğar. Mecaz ile hakikat arasında bir ilgi bulunmalıdır. Bir erkek, ancak nikahında iken ölen kadına mirasçı olabileceği için buradaki ilgi, ölene kadar birlikte olma isteğidir. Bunun gerçekleşmesi için erkek, zor kullanarak eşinin boşanma isteğini engelleyebilir. Ayete yukarıdaki anlamın verilmesinin sebebi budur. Kadının da tek taraflı boşama hakkı vardır (Bakara 2/229, Nisa 4/34-35, Mümtehine 60/10-11). Mezhepler kadının boşama hakkını elinden alıp yerine, son kararın erkekte olduğu ‘muhâlaa’yı koyduğundan ilgili bütün ayetler gibi bu ayete de yanlış anlam vermek zorunda kalmışlardır.

[2*] “Güzel” diye tercüme ettiğimiz kelime “maruf” kelimesidir. Maruf, Kur’an’da belirtilen ölçüler veya evrensel doğrular sayesinde öğrenilir. Kur’an’da özel olarak kadınlara ait hak ve sorumlulukların bildirildiği ayetler, onlarla geçinme konusundaki marufu açıklar: Bakara 2/187, 222, 225-237; Nisa 4/3-4,15,19,21,32-35,127-128; Nur 24/31,33; Ahzab 33/59; Mücadile 58/2-3; Talak 65/1-7. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

20. Bir eşi bırakıp bir başka eşle evlenmek isterseniz, bıraktığınıza yığınla mal vermiş bile olsanız ondan hiçbir şey almayın. İftira ederek ve apaçık günaha girerek mi alacaksınız[*]!

Erkek; eşinin zina ettiğini iddia ederse özel bir yargılama ile iddiasını ispatlama, eşine de kendisini aklama imkanı verilir (Nur 24/6-10). Bu yolla erkek eşinden bir şey alamaz; ama verdiği mehir ve hediyeleri geri almak için eşine, boşama hakkını onun kullanmasını, (Bakara 2/229) aksi takdirde zina ettiği iddiasıyla yargıya baş vuracağını söyleyerek baskı yapabilir. Bunu yapan hem iftira etmiş hem de büyük bir günaha girmiş olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

21. Verdiğinizi nasıl geri alabilirsiniz ki! Onlar (nikahla) sizden sağlam bir söz aldılar[*] ve birbirinizle baş başa kaldınız.

Küçük çocuklar, bütün mezheplere göre velileri tarafından evlendirilebilir. Ayrıca Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîler, bakire kızın babası tarafından ona sormadan evlendirilebileceğini; Hanefîler de baskı altında kıyılan nikahın geçerli olduğunu kabul ederler. Bu şekilde evlendirilen bir kadın, eşinden sağlam bir söz almış olamayacağı için ayet, bu tür nikahların geçersizliğinin açık delillerindendir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

22. Babalarınızın nikahladığı kadınları almayın. Bu, ancak geçmiş bir adettir ve geçen, geçip gitmiştir. Şüphe yok ki bu, kötü bir şeydi, iğrenç bir adetti ve ne de kötü bir yoldu yordamdı.[*]

Arapların cahiliye döneminde serbest olan bu duygularına kimi zaman dul kadınların evlenmelerini engellemenin sebebini oluşturuyordu. Ya ölmüş babanın küçük yaştaki oğlu büyüsün de babasının dul eşi ile evlensin ya da eğer erkek çocuğu evlilik çağında ise babasının eski eşine herhangi bir eşya gibi mirasçı olsun diye böyle bir gelenek vardı. İslâm gelince bu uygulamayı son derece kesin ve ağır bir dille yasakladı. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 4
23. Şunlar (ile evlenmeniz[1*]) size haram kılınmıştır: Analarınız[2*], kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşinizin kızları, kız kardeşinizin kızları, sizi emzirmiş olan süt anneleriniz, süt kız kardeşleriniz[3*], kadınlarınızın anaları, gerdeğe girdiğiniz kadınlarınızın (önceki evliliklerinden) olan ve artık ailenizden sayılan üvey kızlarınız[4*]. Ama gerdeğe girmeden ayrılmışsanız onlarla evlenmenizin bir günahı olmaz. Kendi soyunuzdan olan oğullarınızın eşleri ile nikahlanmanız ve iki kız kardeşle aynı anda nikâhlı olmanız da haram kılınmıştır. Geçmişte olan oldu. Allah Gafûr'dur; çok bağışlar ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.

[1*] Haram kılınan şeyin evlilik olduğu hem bu ayetten hem de bunu takip eden ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır.

[2*] “Analarınız” ifadesi sadece anneyi değil, anneanne, babaanne ve onların anneleri gibi bütün büyük anneleri içine alır. Aynı şekilde anne ve baba soyundan olan dedeler ve onların babaları gibi tüm büyük babalar da kişinin kendi öz babası hükmündedir.

[3*] Bir kadından süt emen çocuk o kadının süt çocuğu, kadının doğurduğu veya emzirdiği çocukların da süt kardeşi olur ve aralarında ebedi evlenme engeli doğar. Fakat bu yasak, süt emen çocuğun bu kadından süt emmeyen kardeşlerini kapsamaz. Bu yüzden fıkıhta “süt emenin nefsi (yani sadece kendisi) emzirenin nesline haramdır” kuralı geliştirilmiştir. Buna göre bir kadın kendi çocuğu olmayan birini emzirdiğinde sadece o çocuk onun süt çocuğu olur. Süt hısımlığının doğması için bir kadının 0-2 yaş arasındaki çocuğu beslemek/doyurmak maksadıyla emzirmesi gerekir (Bakara 2/233).

[4*] Herkes annesinin evine girme hakkına sahiptir (Nûr 24/61). Anne dul kalır da bir başkasıyla evlenirse yeni eşinin tahsis ettiği evin kendi evi sayılabilmesi için onunla kapalı alanda baş başa kalması gerekir (Nisa 4/20-21). Bundan sonra Allah, o kadının kızını, bu yeni kocasının öz kızı gibi sayarak evlenilmesi yasak olanlar arasına sokmuş ve onun o eve girmesinin önündeki engeli kaldırmıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

24. Evli kadınları[1*] nikâhlamanız da haramdır. Ama evli olduğu halde hakimiyetiniz altına girmiş olan (savaş esiri kadınlar) ile evlenebilirsiniz[2*]. Bunlar, Allah’ın size yazdığı hükümlerdir. Diğer kadınlar; iffetli olmanız, zinadan uzak durmanız ve mehirlerini Mehir, evlenen erkeğin eşine vermek zorunda olduğu maldır. Miktarını eşler, karşılıklı anlaşma ile belirlerler. vermeniz şartıyla size helal kılınmıştır. Onların hangisinden nikâh ile yararlanırsanız[3*] mehirlerini belirlediğiniz miktarda verin[4*]. Mehri belirledikten sonra başka bir miktar üzerinde anlaşmanızın sakıncası yoktur. Allah Alîm'dir; bilir, Hakîm'dir; doğru kararlar verir.

[1*] Müslüman - kâfir, hür - esir, evli - bekar ayrımı yapılmaksızın, namusunu koruyan bütün kadınlar Kur’an hükümleriyle de koruma altına alınmış ve onlara “muhsana” yani kalenin içindeymiş gibi korunmuş kadın denmiştir. Bunlardan hür olanları için bu kelime, Mâide 5/5. ayette, esir olanları için de Nisâ 4/25’te geçer. Nûr 24/4 ve 23. ayetler ise her ikisini de kapsar. Kadın, nikâh ile birlikte kocasının da koruması altına girer ve bir kez daha muhsana olur. Bu ayette muhsana, evli kadın anlamında kullanılmıştır.

[2*] “Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın” emriyle başlayıp buraya kadar sayılan kadınları nikâhlamak haramdır. Bu ayette yer alan “Hakimiyetiniz altında olan (savaş esirleri) dışındaki evli kadınları nikâhlamanız da haramdır” hükmü, evli savaş esiri kadınlarla evlenmeye onay vermiştir. Çünkü Muhammed 47/4’e göre savaş esirleri köleleştirilemez; onları karşılıklı (fidye ile) veya karşılıksız serbest bırakmak gerekir. Karşılıksız serbest bırakılmayan, fidyeleri de ödenmeyen kadınlara evlilik yolu açılarak esirlikten kurtulmalarına imkan verilmiştir.

[3*] Bu ayet, gerdeğe girilmişse, nikahtan önce veya nikah sırasında belirlenmiş mehri vermenin erkeğin görevi, almanın da kadının hakkı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yüzden erkek, mehir belirlendikten ve gerdekten sonra karısını boşarsa, ona olan mehir borcunun tek kuruşunu dahi kesemez (Bakara, 2/228; Nisâ, 4/20). Boşanma durumunda mehirle ilgili diğer hükümler için bkz: Bakara, 2/236-237; Ahzâb, 33/49.

[4*] "Mehirlerini” diye tercüme ettiğimiz kelime; “أجر = ecr”in çoğulu“أجور = ücûr”dur. Ecr, yapılan işe karşılık hak edilen şeye denir. Kadının nikah akdi karşılığında hak ettiği mehre de mecaz olarak ecr denmiştir (Müfredat). Durum böyle olduğu halde Nisa 24. ayetin iç bütünlüğü, anlamı, diğer ayetlerle ilişkisi ve Arap dilinin kuralları ihlal edilerek onun şu bölümünden mut’âya / geçici nikaha fetva çıkarılmıştır. Bunu yapanlar (فَمَا اسْتَمْتَعْتُم بِهِ’) ifadesindeki nikaha giden هِ= o zamirini herhangi bir şekilde "elde etmek" diye takdir ederek muta'ya delil çıkarırlar. Halbuki Nisa 22. ayetten itibaren kadını elde etmekten değil, nikahtan bahsedilir. Dolayısıyla (فَمَا اسْتَمْتَعْتُم بِهِ’) ifadesindeki (هِ= o ) zamiri nikaha gitmektedir. Böylece Kur'an, tek bir nikahtan bahsettiği halde Şia, ayetteki ifadeleri tahrif etmek suretiyle bu tür geçici nikahın İslam'da var olduğunu ve hatta uygulanmasının sevap olduğunu söyler.Bu konuda ehl-i Sünnet de Muta nikahının İslam'da var olduğunu fakat sonradan Ömer (r.a.) tarafından kaldırıldığını iddia eder. Onların bu konuda ortak kanıları şöyledir: "Peygamber döneminde ruhsat olarak birçok kez uygulanan muta nikahı Ömer tarafından son derece isabetli bir ictihadla kesin olarak yasaklanmıştır. ”Bir de bu konuda Nebimizin şöyle dediğini iddia ederler: “Biz peygamberimizle birlikte savaşıyorduk, yanımızda kadınlarımız yoktu, “Kendimizi hadım ettirsek olmaz mı?” dedik; hadımı yasakladı, sonra bir kumaş parçası karşılığında geçici süreyle evlenmemize izin verdi” (Müslim Nikah 11.) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

25. İçinizden, mümin olan iffetli hür kadınları[1*] nikâhlayacak kadar varlıklı olmayanlar, hakimiyetiniz altında olan mümin esir kızlarınızı nikahlayabilirler. İmanınızı en iyi bilen Allah’tır. Hepiniz birbirinizdensiniz[2*]. Onları (esir kadınları), iffetli olmaları, zinadan uzak durmuş ve gizli dostlar edinmemiş olmaları şartıyla ailelerinin[3*] izni ile nikahlayın ve mehirlerini kendilerine, marufa (Kur’an ölçülerine) uygun olarak verin. Evlendikten[4*] sonra zina ederlerse onlara verilecek ceza, evli hür kadınlara verilen cezanın[5*] yarısı kadardır. Bu ruhsat[6*], içinizden (evlenme imkanı bulamayacağını düşünüp) çıkmaza girmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz /duruşunuzu bozmamanız daha iyi olur. Allah Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.

[1*] Bu ayete göre hür kadınla evlenmeye gücü yeten erkek, esir kadınla evlenemez. Hür eşi olan, onun üzerine esir bir eş de alamaz. Eğer evlenmek istiyorsa, onu önce hürriyetine kavuşturur (Muhammed 47/4), sonra evlenir. Ödediği fidyenin mehir sayılması için onunla anlaşabilir. Nebimiz, esir kadınlardan Cüveyriye, Safiye ve Reyhâne’yi, hürriyetine kavuşturduktan sonra nikâhlamıştır. Nebimize fey olarak verilen ve savaş esiri olmayan Mâriye, Ahzâb 33/50. ayet ile ona özel olarak helal kılınmıştır (Tahrim 66/1-2).

[2*] Her kadın bir erkeğin kızı, her erkek de bir kadının oğludur (Hucurât 49/13).

[3*] Savaş esirleri ailelere dağıtılır ve ailenin bir ferdi gibi muamele görürler (Nur 24/58-59). Yanında bulunduğu aile, esirin ailesi sayılır. Ailenin yetkisi, sadece evliliği denetlemekle sınırlıdır. Esir kız/kadın, evlenme kararını kendi hür iradesiyle verir ve eşinin ödeyeceği mehrin de sahibi olur.

[4*] Bir önceki ayetin dipnotunda da belirtildiği gibi hür-esir, evli-bekar ayrımı olmaksızın bütün kadınlar “muhsana” yani kalenin içindeymiş gibi korunmuş olarak vasıflanmış ve evlilik dışı ilişkiye izin verilmemiştir. Hem bu iki ayetin hem de Nisa 4/3, Nur 24/32-33. ayetlerin açıkça ortaya koyduğu gibi esir kadının cinselliğinden, evlilik dışında herhangi bir yolla yararlanılamaz. Bu ayet, esir kadının evlenmesini, hür kadın gibi kendi iradesine bırakmış, evliliği denetleme görevini de yanında bulunduğu aileye yüklemiştir. Bu ayete ve Bakara 232. ayete göre ailenin yetkisi, esir kadının kararının marufa yani Kur'an ölçülerine uygun olup olmadığını denetlemekle sınırlıdır. İlgili bütün ayetlerin ortak hükmünü Nebimiz şöyle ifade etmiştir: “(Evlenmek isteyen kadın) Eğer velisiyle anlaşamazsa sultan (yetkili kişi), velisi olmayanın velisidir (Ebû Dâvûd Nikâh 26; İbn Mâce Nikâh 12; Nesâî Nikâh 35). Her kadın gibi esir kadın da nikâh ile birlikte kocasının da koruması altına girer ve evli kadın anlamında yeniden muhsana olur.

[5*] Zinanın cezası 100 celde yani yüz kamçıdır. Hür olmayan kadınlardan bu suçu işleyenler yarısı kadar ceza verilir. Kur’an’da zina eden kadın ve erkekler için taşlanma (recm) cezası yoktur. Zaten taşlanarak öldürülme cezasının yarısı diye bir ölçü olamaz (Nur 24/2 ve 4).

[6*] Hür olmayan kadınlarla ayette belirtilen kurallara uygun şekilde evlenme izni. Bu ayete göre gücü yeten bir kişi, bir esir kadınla evlenmek isterse onu hürriyetine kavuşturmadan evlenemez. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 5
26. Allah size (helal ve haram olanı) açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yasalarına iletmek ve günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah Alîm'dir; bilir, Hakîm'dir; doğru kararlar verir.
27. Allah, sizin tevbenizi kabul etmek istiyor; şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi istiyorlar.
28. Allah yükümlülüklerinizi hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.
29. Ey inanıp güvenenler! Mallarınızı aranızda batıl Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. [1*] yolla yemeyin! Sadece karşılıklı rızaya dayalı ticaretle[2*] yiyebilirsiniz[3*]. Kendi kendinizi öldürmeyin; Allah size karşı çok merhametlidir.

[1*] Batıl yolla mal yemek şu şekillerde olur: Ölçüde ve tartıda eksiltme yapmak (Mutaffifin 83/1-3, İsra 17/35), faiz yemek (Bakara 2/275, 278-279, Al-i İmran 3/130), kumar ve şans oyunları (Bakara 2/219, Maide 5/90-91), gasp (Kehf 18/79), hırsızlık (Maide 5/38), yetim malı yemek (Nisa 4/2, 6,10), boşadığı hanıma verdiği bir şeyi geri almak (Bakara 2/229, Nisa 4/20-21), başkasının malını yemek için yetkililere rüşvet vermek (Bakara 2/188), ayetleri gizlemek (Bakara 2/174) ve din istismarı (Tevbe 9/34).

[2*] Ticaret, mal ve hizmet alım satımıdır. Bunlar tarafların hür iradesiyle yapılmalıdır. Bir zamanlar Medine’de fiyatlar yükselmiş, halk Nebimizden narh koymasını istemişti. Narh, bir malın en çok kaça satılabileceğinin yetkili makam tarafından belirlenmesidir. Nebimiz aleyhisselam şöyle dedi: “Fiyatları belirleyen, daraltan, genişleten ve rızkı veren Allah’tır. Benim asıl istediğim, sizden birinizin kanı ve malı konusundaki bir haksızlıktan dolayı benden bir talebi olmadan Rabbime kavuşmaktır” (Tirmizi, Büyû’, 73). Bu sözün anlamı şudur: Fiyatlar, Allah’ın bu ayette koyduğu kurallara göre oluşur. Buna aykırı her müdahale zulümdür. Devletin müdahalesi, piyasaya daha az mal gelmesine, daralmasına, kıtlık ve karaborsaya yol açar. Serbest piyasada fiyatların artması, ucuzluğun en iyi habercisidir. Çünkü fiyatların arttığını duyan herkes oraya mal getirir ve kısa sürede bolluk ve ucuzluk başlar.

[3*] Buradaki (الا = illa) edatına istisna-i munkatı anlamı verilmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

30. Kim sınırları aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa Biz onu ateşe sokacağız. Bu da Allah'a çok kolaydır.
31. Yasaklandığınız günahların[*] büyüklerinden kaçınırsanız kusurlarınızı örter, sizi değerli bir yere yerleştiririz.

Büyük günahlara “kebâir” denir. Bunların belli başlıları şunlardır: Ayetleri gizlemek (Bakara 2/159-163, 174-177), şirk (Nisa 4/48), zina etmek (İsra 17/32, Nur 24/2), namuslu bir kadına zina iftirasında bulunmak (Nur 24/4, 11-13), adam öldürmek (Furkan 25/68) yetim malı yemek (Nisa 4/2, 6, 10), ölçüde tartıda eksiltme yapmak (Mutaffifîn 83/1-3, İsra 17/35), hırsızlık (Maide 5/38), Allah’ın koyduğu sınırları aşmak (Nisa 4/14), kendi yalanını Allah’a mal etmek (Hud 11/18, Nahl 16/116), haram yiyecekleri yemek (Bakara 2/173, Maide 5/3, En’am 6/145, Nahl 16/115) savastan kacmak (Enfal; 8/15-16), faiz yemek (Bakara 2/275, 278-279, Al-i İmran 3/130) ana-babaya kötü davranmak (İsrâ, 17/23), kibirli olmak (Nisa 4/36), sarhoş edici ve uyuşturucu maddeleri kullanmak, kumar oynamak (Maide 5/90-91, Bakara 2/219) haram aylarda savasmak (Bakara 2/217), evlenilmesi haram olan kadınlarla evlenmek (Nisa 4/22-24), insanlari mescitlerden engellemek (Bakara 2/114), Allah’tan vahiy aldığını iddia etmek (En’am 6/93) ve ayetlerden yüz çevirmektir (En’am 6/157, Taha 20/124-127). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

32. Bir de Allah'ın kiminize kiminizden daha fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin.[*] Erkeklere çalışmalarından nasipleri olduğu gibi kadınlara da çalışmalarından nasipleri vardır. Çalışın da siz daha hayırlı şeyleri Allah'ın fazlından Genel olarak fazlalık, üstünlük, lutuf ve ihsan anlamına gelen, özellikle de Allah’ın çok yönlü lutuf ve keremini ifade eden bir terim. isteyin. Allah her şeyi hakkıyla bilir.

Bunlar, Allah’ın yaratılıştan, kadınıyla erkeği ile her insana verdiği üstün özelliklerdir. İnsan bu özelliklerini keşfettiği oranda öne çıkar. Bir de kadınlara erkeklerde olmayan özellikler, erkeklere de kadınlarda olmayan özellikler verilmiştir. Böylece bunlar birbirlerini tamamlar ve hayatın uyumlu bir şekilde yaşanmasını sağlarlar. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

33. Herkese, ana baba ve en yakınlarının bıraktıklarına mirasçı olma hakkı tanıdık[1*]. Ama önce kendileriyle güçlü sözleşme yapılanların (eşlerin)[2*] paylarını verin[3*]. Allah her şeye şahittir.

[1*] Mirasta esas olan kan bağıdır. Din veya ülke farkı mirasa engel olmaz (Nisa 4/7, Enfal 8/75, Ahzab 33/6).

[2*] İltifat, Sözlükte eğmek/bükmek/çevirmek anlamındaki (left = لفت) kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır: ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır.

[3*] Sözleşme ile mirasçı olma hakkını kazananlar sadece eşler (Nisa 4/12) olduğu için ‘güçlü sözleşme’, nikah sözleşmesinden başkası olamaz (Nisa 4/20-21). Mirasçılar ve alacakları paylar, Allah tarafından kesin olarak belirlenmiş, onun çizdiği sınırları aşanların ağır bir şekilde cezalandırılacağı bildirilmiştir (Nisa 4/13-14). Bu ayet, önce eşlerin paylarının verilmesini, kalan kısmın, aileden olan mirasçılara, belirlenen şekilde pay edilmesini emretmektedir. Ayete yanlış anlamlar verildiği için payların toplamının ortak paydayı geçtiği dengesizlikler ortaya çıkmıştır. Fıkıhta ‘avliye’ denen bu dengesizlik, paydanın yükseltilerek paya eşitlenmesi ile çözülmektedir. Bu da eşlerin paylarının bir kısmının diğer mirasçılara geçmesine yol açmaktadır. Mesela bir erkek ölse, geriye annesi, babası, karısı ve iki kızı kalsa, bu ayete göre öncelikle karısına mirasın ⅛’i verilir (Nisa 4/12). Mirasın kalanı altı paya bölünerek 1 pay anneye, 1 pay babaya 2’şer pay da kızlara verilir (Nisa 4/11). Mezhepler ise mirası 24’e böler, 3 pay eşe, 4 pay anneye, 4 pay babaya, 8 pay bir kıza 8 pay da diğer kıza vererek payların toplamını 27’ye çıkarır ve ‘avliye’ yaparlar. Eşin payı ⅛’den 1/9 ’a düşmüş ve onun azalan payı, diğer mirasçılara verilmiş olur. Eğer bu ayete göre davranılsaydı avliye diye bir dengesizlik doğmazdı. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 6
34. Erkekler, hanımlarını koruyup kollamakla görevlidirler. Bu, Allah'ın her birine diğerinde olmayan üstünlükler vermesi[1*] ve erkeklerin mallarından (eşleri için) harcamaları[2*] sebebiyledir. İyi kadınlar, Allah’a içten boyun eğen ve Allah'ın korumasına karşılık[3*] kimse görmezken de[4*] kendilerini özenle koruyanlardır. Ayrılmasından[5*] korktuğunuz kadınlarınıza gönül alıcı sözler söyleyin, yatakta onlardan uzaklaşın[6*] ve onları rahat bırakın[7*]. Sizi gönülden kabul ederlerse[8*] onlara karşı başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah Aliyy’dir; yüceliğine sınır yoktur, Kebîr’dir; büyüklüğüne sınır yoktur.

[1*] Bazı konularda erkekler, bazı konularda da kadınlar üstündür. Bu farktan dolayı biri diğerinin eksiğini tamamlar. Bu sebeple taraflardan biri diğerine özenmemelidir.

[2*] Mehir sorumluluğu ve aileyi geçindirme sorumluluğu (Bakara 2/233; Nisa 4/4, 24; Talak 65/6).

[3*] Allah’ın kadını koruması, kadının zina ettiğini iddia eden kişinin 4 şahit getirme zorunluluğu (Nisa 4/15, Nur 24/4,6,13), evi geçindirme sorumluluğunun erkeğe ait olması, kadının evlilik ve boşanma hukukunun mehir ile maddi güvence altına alınmış olmasıdır (Bakara 2/229, Nisa 4/20-21).

[4*] “Kimse görmezken” anlamı verdiğimiz kelime (li’l-ğayb= للغيب)‘dır, (fî’l-ğayb = في الغيب) takdirindedir. Gayb, “beş duyuyla algılanamayan” şey için kullanılır. Görülmeyen, duyulmayan yani şahit olunmayan şey insanlar için gaybdır. Kadınların zina suçunun sabit olması için dört şahit aranır (Nisa 4/15). Demek ki ayette “lil gayb” ifadesiyle, şahitlerin olmadığı durumdan bahsedilmektedir. Kötü kadınlar bunu fırsat bilip ahlaksızlık yapabilirler. Ama iyi kadınlar, Allah’a içten boyun eğdikleri için bunlardan uzak dururlar.

[5*] “Ayrılma” anlamı verdiğimiz kelime (nüşûz =نُشُوزً)'dur. Kalkıp gideceği zaman kişinin oturduğu yerden hafifçe kalkması anlamındadır (el-Ayn). Bir ayet şöyledir: “Ey inanıp güvenenler! Size toplantılarda “Yer açın!” denince yer açın ki Allah da size yer açsın. “Nüşûz edin = Kalkın!” denince de kalkın ki Allah, içinizden inanıp güvenenler ile kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin. Allah, yaptıklarınızın iç yüzünü bilir.” (Mücadele 58/11). Nüşuz kelimesi koca için kullanılınca "eşini terk etmesi yani boşaması" anlamına gelir. İlgili ayet şöyledir: “Bir kadın, kocasının nüşûzundan/ayrımasından veya yüz çevirmesinden korkarsa aralarında uzlaşmaları, ikisine de günah olmaz. Uzlaşmak iyidir. Nefisler doyumsuzluğa yatkın kılınmıştır. Eğer iyi davranır ve Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakınırsanız bilin ki Allah, yaptığınız şeylerin iç yüzünü bilir.” (Nisa 4/128). Durum böyle olduğu için nüşuz kelimesi, bu ayette de zorunlu olarak “kadının eşini terk etmesi, boşanıp gitmesi” anlamında kullanılmış olacaktır.

[6*] Erkeğin yatakta eşini yalnız bırakması, hem kadının kararını gözden geçirmesini sağlar hem de ayrılmak istediği kocadan hamile kalmasını engeller. Bu süre içinde erkek, eşini evden uzaklaştıramaz. Kadının evden ayrılmaması, sadece kadının değil, erkeğin boşamasında da uygulanan bir kuraldır (Talak 65/1).

[7*] “Rahat bırakma” anlamı verdiğimiz (darb =ضرب) kelimesinin kök anlamı, bir şeyi bir şeyin üstüne vurma veya sabitlemedir (Müfredat). Hemen hemen her iş için kullanılan bu fiilin anlamı, vurulan veya sabitlenen şeye göre değişir (el-Ayn). Burada kelimeye, erkeğin yatağı terk etmesinden sonra eşini boşanma olmaksızın bırakması, daha güzel bir ifade ile eşi kesin kararını verene kadar onu, rahatsız etmemesi ve evden çıkarmaması anlamını vermek gerekir. Çünkü kadının ayrılma yetkisini kullanmaktan vazgeçmesi ancak kendi hür iradesiyle gerçekleşebilir. Bunu ayetin takip eden bölümü gösterir.

[8*] "Gönülden kabul etme" itaatın Arap dilindeki sözlük anlamıdır. Zıddı ikrahtır (Müfredat). Bir işi dayak sonucu yapmak ikrâh altında yapmaktır. İkrahın dinimizde yeri yoktur (Bakara 2/256).“Onları darb edin” emrinden sonra gelen “size itaat ederlerse” ifadesi, darb kelimesine dayak anlamı vermeyi imkânsız hale getirir. Ona verilebilecek tek anlam, ayrılmak isteyen kadını evinde bırakmak, zorla çıkarmamak olur. Çünkü Allah Teâlâ, kadınlara da erkekler gibi eşinden ayrılma hakkı tanımıştır (Bakara 2/229). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

35. Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir heyet ve kadının ailesinden bir heyet oluşturunuz. Eşler barışmak isterlerse, Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah Alîm'dir; bilir, Habîr'dir; her işin iç yüzünden haberdardır.
36. Allah’a kul olun ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.
37. Bunlar (kibirlenen ve övünenler) cimrilik eden, insanlara da cimriliği emreden ve Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimeti gizleyen kimselerdir. Biz de o nankörlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.
38. Bunlar mallarını insanlara gösteriş için harcayan, Allah’a ve ahiret gününe de inanmayan kimselerdir. Şeytan kimin arkadaşı olursa o ne kötü arkadaştır.
39. Bunlar Allah’a ve ahiret gününe iman etselerdi ve Allah’ın yarattığı rızıktan (gösterişsiz olarak) harcasalardı, kendilerine ne zarar gelirdi? Allah onları en iyi bilendir.
40. Şu kesindir ki Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez. Ama kulun zerre kadar bir iyiliği bile olsa, onu kat kat artırır ve ayrıca Kendi tarafından büyük bir mükâfat verir.
41. (Hesap günü) her ümmetten haklarında tanıklık edecek bir şahit (resûl) getirdiğimiz ve seni de bu ümmete karşı şahit olarak getirdiğimiz zaman, bakalım (o inkârcıların) halleri ne olacak?

Peygamberler Allah’ın dinini insanlara tebliğle yükümlüdür. Bütün peygamberler ümmetlerine aynı iman esaslarını getirmiştir. Kur’an’ın bize öğrettiği üzere hayat, devamlı ve organik bir süreçtir. Bölgesel ve sosyal şartlara göre uygulamalar (şeriatlar) değişse de ahlaki prensipler temelde değişmemektedir. Son peygamber olan Hz. Muhammed gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin getirdiği ilahi öğretileri ihtiva eden en kapsamlı kitaba (Kur’an’a) muhatap olmuş ve İslam dininin tamamlanmış son şeklini tebliğ etmiştir. Peygamberlerin muhatap olduğu toplumlar, peygamberlerine inanmak ve tebliğ ettiklerine uymak zorundadır. Bu konuda en büyük şahitleri hiç şüphesiz kendileriyle beraber yaşayan peygamberlerdir. Bu bakımdan hesap gününde gerekli görüldüğü taktirde bütün ümmetler için peygamberler tanık durumunda olacaktır. Hz. Muhammed’in tanıklığına örnek olarak Furkan suresi 25/30 ayeti gösterebiliriz: “Resul (Muhammed) de (o gün): “Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terk edilmiş/dışlanmış bir şey haline getirdi” diyecek. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

. Bir gündür ki o, küfre sapıp resule isyan edenler toprağa karışıp gitmeyi isteyecekler ve Allah'tan hiçbir sözü gizleyemeyecekler.
BÖLÜM 7
43. Ey inanıp güvenenler! Sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar[1*], cünüpken Cinsel ilişkiden sonra, dinin buyurduğu biçimde henüz yıkanmamış olduğu için temiz sayılmayan kimse. de -yolda olmanız[2*] dışında- yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın. Hasta veya yolculuk halinde olursanız ya da sizden biri abdest bozduğu yerden gelmişse yahut kadınlarınızla birleşmiş olur[3*] da su kullanma imkanı bulamazsanız[4*] temiz bir yüzeye[5*] yönelip yüzünüzü ve ellerinizi[6*] meshedin. Şüphesiz ki Allah Afüvv'dur; affı sınırsız olandır, Gafûr'dur; çok bağışlayıcıdır.

[1*] Bilinciniz yerine gelinceye kadar.

[2*] “Yolda olma” şeklinde tercüme edilen (âbirî-sebil = عَابِرِي سَبِيلٍ) şehir içindeki kısa yollar dahil her türlü yolda olma durumunu kapsar. Sonraki cümlede gelen “yolculuk halinde olma” ise seferî sayılmayı gerektiren uzun yolculuktur.

[3*] Cinsel ilişki veya başka yolla meydana gelen orgazm hali.

[4*] Suyu kullanacak durumda değilseniz (Müfredat وجد md.)

[5*] (Saîd =صَعٖيدً) üste çıkmış şey anlamındadır. Dünya’nın dış yüzeyine (Kehf 18/8) ve yüzeyde olan her şeye said (Kehf 18/40) denir.

[6*] Arapçada “el” anlamına gelen (يد = yed) kelimesi, sözlüklere göre omuzdan parmak uçlarına kadar tüm kolu ifade eder. Ancak kelimenin Kur’an’daki kullanımları, bilekten parmak uçlarına kadar olan, bir şeyi tutmaya yarayan bölümü ifade etmektedir. Bu durum A’râf 7/195 ve Taha 20/22. ayetlerde görülebilir. Bu sebeple Mâide Suresi 6. ayette abdest tarif edilirken, “ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın” denilerek, sadece ellerin yıkanıp bırakılmaması, yıkanacak bölgenin dirseklere kadar uzatılması emredilmiştir. Ayrıca Nisâ 43 ve Mâide 6. ayetlerde “yüzünüzü ve ellerinizi meshedin” şeklinde tarif edilen teyemmümü, “dirseklere kadar” ifadesi kullanılmadığı için Nebimiz de ellerini bileklerine kadar mesh ederek yerine getirmiş, dirseklerine kadar mesh etmemiştir (Buhari, Teyemmüm 3; Ebu Davud, Taharet 123).

[7*] Gusletmek veya abdest almak gerektiğinde su yoksa veya suyun kullanımına engel bir durum (hastalık, yıkanmanın mümkün olmaması) varsa teyemmüm yapılır (Maide 5/6). Alınan teyemmüm hem gusül hem abdest sayılır. Bazı kişiler zaman zaman ‘gusül gereken durumlarda teyemmümün yetmeyeceği’ veya ‘gusül ve abdestte yıkanması gereken yerleri tam olarak yıkayamadığı’ vehmine kapılabilir. Bu vehimler kişinin namaz kılmasını zorlaştıracak hatta engelleyecek hale gelebilir. Ayetteki (عَفُوًّا غَفُورًا = daima affeden ve bağışlayan) ifadesi böyle bir vehimle karşılaşan kişinin vehimlerinden kurtulabilmesi açısından önem taşır; çünkü Allah Tealâ affedici (günahları yok sayan) ve bağışlayıcı olduğunu belirtmiştir. Bu affedicilik ve bağışlayıcılık, istemeden eksik yıkanan bir yer varsa onu da kapsar. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

“Ne söylediğinizi bilinceye kadar” ifadesi, namazın çok dikkatli ve bilinçli eda edilmesi gerektiğini anlatmaktadır. Sarhoşken yani kişi ne dediğini ve ne istediğini bilmezken namaza durmasının bir anlamının olmayacağı vurgulanmaktadır. İnsan, namazda kimin huzurunda olduğunu, okuduklarının ne anlama geldiğini ve huzurunda durduğu yaratıcısıyla neleri konuştuğunu, O’na hangi konularda söz verdiğini, O’ndan neleri istediğini bilmelidir. Aksi taktirde namaz, sadece cehennem korkusuyla ya da cennet arzusuyla eda edilmiş olur ki bu namazın insanı kötülüklerden alıkoyması ve müspet manada insan davranışlarında etkili olması düşünülemez. Allah’ın istediği namaz da bu değildir zaten. Müslüman namazın her rekâtında; “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz” diye Allah’a söz verdiğini bilecek ki kendisi gibi aciz varlıklara ve sahte otoritelere kulluk etmesin, onlardan medet ummasın! Namazda “Bizi, duygularımızla, ihtiyaçlarımızla, eğilimlerimizle birebir örtüşen, varlık kanunlarıyla tam bir uyum içinde olan o dosdoğru yola, yani İslâm’a ilet” diye dua eden kişi bunu hatırlayacak ki namazdan sonra İslam’a uymayan, Kur’an’ın getirdiği evrensel ahlak değerlerle örtüşmeyen davranışlar sergilemesin. Namazı, ahlaktan yoksun insanın Allah’ın rahmet kapısının önünde içi boş bir ritüel yapması değil, İslâm ahlakıyla tekâmül etmiş Müslümanın Allah’la hasbıhal etmesi olarak görsün. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

44. Kendilerine ilahî kelâmdan bir pay verilmiş olanların[1*] şimdi onu sapıklık ile değiştirdiklerini ve sizin [de] yoldan çıkmanızı istediklerini görmüyor musun?[2*]

[1*] Burada kasdedilen insanlar, Kitâb-ı Mukaddes’in takipçileridir. Böylece Kur’an, önceki ayette namaz konusuna değindikten sonra ana temasına yeniden döner: insanın eylemlerinden ve özellikle Allah’ın vahiyleri aracılığıyla kendisine sunduğu rehberliğe yaklaşım tarzından doğan bireysel sorumluluğu temasına. (Muhammed Esed Tefsiri)

***

[2*] “Görmedin mi?” ifadesinde akıl gözüyle görme kastedilmektedir. [İntihâ anlamındaki] ilâ harf-i cerri ile müteaddi kılınmış olup e-lem yentehi ‘ilmuke ileyhim (Bilgin bunlara kadar ulaşmadı mı?) anlamındadır. Yahut e-lem tenzur ileyhim (Onlara bakmadın mı?) anlamındadır. “Kendilerine kitaptan” yani Tevrat bilgisinden “pay verilenler” Yahudi âlimleridir. “Dalâleti satın alıyorlar” hidayeti dalâletle değiştiriyorlar. Bu dalâlet, Hazret-i Muhammed’in Allah resûlü olduğuna, Tevrat ve İncil’de müjdelenen Arap peygamber olduğuna ilişkin deliller açıkça ortaya çıktıktan sonra hâla Yahudi olarak kalmalarıdır. “Sizin de sapmanızı istiyorlar” ey müminler! Kendileri hak yolu yitirdikleri gibi sizin de hak yoldan çıkıp onların topluluğuna katılmanızı istiyorlar. Kendi sapmaları onlara yetmiyor, bilakis kendileriyle birlikte başkalarının da sapmasını istiyorlar. (Zemahşeri Tefsiri)

45. Allah düşmanlarınızı çok iyi bilir. Size bir velî, bir koruyucu, emrinde olduğunuz bir otorite olarak Allah yeter. Size bir yardım eden olarak da Allah yeter.[*]

Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)

***

“Allah sizin düşmanlarınızı” sizden “daha iyi biliyor.” İşte, bunların düşmanlığını size haber veriyor, onların durumu ve sizden ne istedikleri hakkında sizi bilgilendiriyor. Siz de onlardan sakının, işlerinizde onlardan nasihat istemeyin ve onlara danışmayın. “Veli olarak da Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter.” Onların değil de Allah’ın sahipliğine ve Allah’ın yardımına güvenin. Yahut onlardan perva etmeyin, Allah size yardım eder ve hilelerine karşı size yeter. (Zemahşeri Tefsiri)

46. Kimi Yahudiler kelimelerin anlamlarını kaydırarak sana: “Dinledik ve sıkı sarıldık / isyan ettik”, “Dinle! Sana dinle denemez!” ve “Bizi kolla / güt!” derler. Bunu, bu dine saldırma maksadıyla dillerini eğip bükerek yaparlar. Eğer bunların yerine “dinledik ve içten boyun eğdik”, "dinle!” ve “bizi gözet!” deselerdi elbette daha iyi ve daha doğru olurdu. Ama (ayetleri) görmezlikte direnmeleri sebebiyle Allah onları lanetledi / dışladı. Artık onların pek azı inanıp güvenir[*].

Buradaki cümleler tevriyelidir. Tevriye; birden çok anlamı olan sözü, uzak anlamı da kastedecek şekilde kullanmaktır. Ayetteki birinci cümle: “semi’nâ ve asaynâ”dır. Bunun bir anlamı “dinledik ve sıkı sarıldık” diğeri ise “dinledik ve isyan ettik” şeklindedir. Çünkü (asâ =عصى) fiili birbirine zıt iki anlama gelir . Ama (سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا =semi’nâ ve ata’nâ) ifadesi “dinledik ve içten boyun eğdik” dışında bir anlama çekilemez.

İkinci cümle (وَاسْمَعْ غـَيْرَ مُسْمَعٍ = isma gayre musmain) cümlesidir. Bu sözün iki anlamı vardır, biri “lütfen dinle, sana dinle demek haddimize değil ama...” diğeri ise “dinle, söz dinletilmez adam!” şeklindedir (Neml 27/80). Eğer sadece “dinle” anlamına gelen, (اسْمَع=isma) denseydi başka anlama çekilemezdi. Ayetteki üçüncü cümle olan (رَاعـِنَا =râinâ)'ya “Bizi gözet” anlamı verilebilir. Ama kelime, bir işin birden çok özne tarafından ortaklaşa yapıldığını gösteren mufâale (مفاعلة) kalıbında olduğu için ona “birbirimizi gözetelim” anlamı da verilebilir. Bu da Yahudilerin kendilerini Allah’ın elçisi ile eşit gördükleri izlemini doğurur. Hiç kimse elçilik görevi ile ilgili olarak ona: “birbirimizi gözetelim” diyemez (Nûr 24/63, Hucurât 49/3).

Mufâale kalıbı, bir işi tek başına yapma anlamında da kullanıldığından (رَاعـِنَا =râinâ)’ya “Bizi güt!” anlamı da verilebilir. O zaman “bizi, hayvan güder gibi güt!” diyerek üstü kapalı bir şekilde Allah’ın elçisini aşağılamış olurlar. (رَاعـِنَا =râinâ) yerine (انظُرْنَا=unzurnâ) deselerdi “bizi gözet” dışında bir anlama çekilemezdi. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

47. Ey kendilerine kitap verilenler! Sizin yanınızda olanı tasdik edici olarak indirdiğimize (bu kitaba) inanıp güvenin. Bunu, itibarınızı yok edip sizi yüzünüze bakılmaz hale getirmeden veya cumartesi yasağını çiğneyen ahaliyi lanetlediğimiz / dışladığımız gibi sizi de lanetlemeden önce yapın. Allah'ın emri daima yerine gelir.
48. Allah, kendisine ortak / şirk koşulmasını bağışlamaz.[1*] Bunun altındaki günahları, gerekeni yapan[2*] için bağışlar[3*]. Kim Allah'a ortak koşarsa, (‘bunu isteyen Allah’tır’ diyerek) büyük bir günahı ona mal etmiş olur.

[1*] Her insan, kendi gözlemi ile Allah’tan başkasının ilah olamayacağını kavrar. Bu yüzden Allah, herkesi bundan sorumlu tutacaktır (A’raf 7/172-174, Ankebut 29/25, Fatır 35/13-14). Bunun dışında şirk sayılan bazı tutum ve davranışlar da vardır. Bunları Allah, kendi kitabında bildirmiştir (Bakara 2/22,165, Nisa 4/171, Maide 5/116, A’raf 7/190-198, Tevbe 9/31, Nahl 16/36, Furkan 25/43, Casiye 45/23, Necm 53/19-23). Bu sayede hiç kimsenin şirk konusunda ileri sürebileceği bir mazereti kalmamıştır. Bu nedenle Allah kendisine şirk /ortak koşulmasını bağışlamaz. Ancak ortak koştuktan sonra tam bir dönüş yaparak tövbe edenler bu kapsamın dışındadır.

[2*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır.

[3*] Bir şeyi insanın var etmesi için çalışması gerekir. Şirkten uzak kalan ve büyük günahlardan kaçınan (Nisa 4/31, Necm 53/31-32) veya günah işledikten sonra tövbe edip /dönüş yapıp kendilerini düzeltenler (Furkan 25/68-71) ile sevapları günahlarından fazla olanlar doğrudan cennete gider, cehennemin hışırtısını bile duymazlar. (Enbiya 21/101-102) Günahları sevaplarından fazla olanlar da cehenneme giderler (Araf 7/9, Meryem 19/71-72, 86-87, Müminun 23/103-104, Karia 101/8-11). Bunlar, cezalarını çektikten sonra cennetteki yakınlarının yanına yerleştirilirler.(Tûr 52/21) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

49. Kendilerini (bu şekilde) temize çıkaranları gözünde canlandırmaz mısın?[*] Hayır! Allah, gerekeni yapanı temize çıkarır. Onlara kıl kadar bile haksızlık yapılmaz.

Yahudiler, “Yahudi olanlardan başkası cennete giremez”, Hristiyanlar da “Hristiyan olanlardan başkası cennete giremez” derler. Bu, onların kurgularıdır. De ki: “Eğer iddianızda haklıysanız kanıtınızı getirin!” (Bakara 2/111) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

50. Baksana, o yalanı / şirki nasıl da Allah'a mal ediyorlar! Açık bir günah olarak bu onlara yeter.
BÖLÜM 8
51. Kendilerine Kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? (Baksana onlar) cibt ve tağut'a[*] inanıyorlar ve inkar edenler için: "Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadır" diyorlar.

“Cibt” put, büyücü, şeytan ya da hiçbir gücü ve özelliği olmadığı halde kendisine güç vehmedilen şeydir. “Tağût” ise, azgın, sapkın, zorba, kötülük önderi, haddini aşan, Allah’ın emirlerinin karşısında olan, insanlara kaba kuvvetle hükmetmeye çalışan kişi ya da düzen demektir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

***

Kendilerine "Kitaptan bir pay verilenler"den şunlar beklenirdi: Bunlar herkesten önce Kitaba (Kur'an'a) inanmalıydılar, yüce Allah'ın yol göstericiliğine muhatap olmamış nasipsizlerin kapıldıkları putperestliğe karşı çıkmalıydılar, yüce Allah'ın kitabını hayatlarına egemen kılmalı ve tağutun yoluna koyulmamalıydılar. Tağut; yüce Allah'ın onayına dayanmayan herhangi bir hukuk sistemi ve yüce Allah'ın şeriatınca desteklenmeyen herhangi bir hüküm demektir.

Fakat kendi kendilerini aklayan ve yüce Allah'ın sevdikleri olmakla övünen yahudiler, kendilerine yakıştırdıkları bu asılsız konuma ters düşecek şekilde batıla ve putperestliğe uyuyorlar. Çünkü kâhinlerinin peşinden gidiyorlar, kahinlerine ve hahamlarına yüce Allah'ın onayına dayanmaksızın yasa koyma yetkisi tanıyorlar. Aynı anlamda "tağut"a inanıyorlar. Tağut, yüce Allah'ın şeriatı dışında kaynaklanan hüküm anlamındadır. Tağut, sözlük anlamı ile "azgınlık, taşkınlık, ölçü dışına çıkma" demektir. Sözünü ettiğimiz tutum da bir tür taşkınlık ve bir çeşit ölçüyü çiğnemektir. Çünkü yüce Allah'ın tekelindeki imtiyazlardan biri olan egemenliği insanlardan birine yakıştırmaya kalkışıyor. Bunun yanı sıra yüce Allah'ın hakka ve adalete bağlayıcı şeriatının kurallarından birinin disiplini altına girmiyor. Bu niteliği ile bu tutum bir taşkınlık, bir kuralları çiğneme olayıdır. Bu tür kural dışı, taşkın hükümlere inananlar, uyum gösterenler ya Allah'a ortak koşmuşlardır ya da doğrudan doğruya kafirdirler. İşte yüce Allah bunların tutumlarını şaşırtıcı buluyor. Çünkü kendilerine kutsal kitap hazinesinden bir pay verildiği halde bu kitabın içeriğine bağlanmamışlardır.

Bu şaşkınlar sadece "puta ve Tağut'a" inanmakla kalmıyorlar. Bunun yanı sıra yüce Allah'ın kitab verdiği, kendilerine Kur'an'ı gönderdiği müslümanlara karşı kâfirlerin tarafında yer alıyorlar, onlara hak veriyorlar. Tekrarlıyoruz:

"Kâfirler hakkında `Bunların yolu, müminlerin yolundan daha doğrudur' derler."

İbn-i İshak'ın, Muhammed b. Ebu Muhammed ve İkrime yolu ile Ebu Said b. Cubeyr'e dayanarak bildirdiğine göre Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Kureyş, Gatafan ve Beni Kureyza kabilelerini müslümanlara karşı birleştirip savaşa sürükleyenler Hayy b. Ahtab, Selâm b. Hakık, Ebu Rafi, Rebü b. Hakık, Ebu Amir, Vehûh b. Amir ve Hevde b. Kasy adlı kişilerdi. Bunlardan Venûh, Ebu Amir ve Hevele Vailoğulları kabilesinden, öbürleri ise Nadiroğullari kabilesinden idi.

Bu yahudi heyeti Kureyş kabilesi ile görüşmeye gidince onlara beraberlerinde getirdikleri din adamlarını göstererek şöyle dedi; `Bunlar Yahudi hahamlarıdırlar. İlk kutsal kitabı iyi bilirler. Sorun onlara, sizin dininiz mi, yoksa Muhammed'in dini mi üstündür?' Kureyşlilerin bu yoldaki soruları üzerine yahudi hahamları `Sizin dininiz Muhammed'in dininden daha üstündür. Sizin yolunuz Muhammed'in ve O'nun peşinden gidenlerin yolundan daha doğrudur' diye cevap verdiler. Bunun üzerine yüce Allah `Şu kendilerine kitaptan pay verdiklerimizi görmüyor musun...' diye başlayan ve "... kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık" diye biten ayetler gurubunu indirdi.

Bu ayetlerde onlara lânet ediliyor, dünyada ve ahirette desteksiz ve yardımcısız kalmaya mahkûm oldukları bildiriliyordu. Çünkü onlar, Kureyş putperestlerine kendilerine destek sağlamak için gitmişler, bu sözleri de gönüllerini alıp taraftarlıklarını kazanmak amacı ile söylemişlerdi.

Nitekim Kureyşliler de yahudilerin bu isteklerini olumlu karşılayarak Hendek (Ahzab) savaşında onların tarafında müslümanlara karşı savaşa girdiler. Peygamberimiz bunlara karşı Medine çevresinde hendekler kazdırdı. Yüce Allah, onların kötülüklerine engel oldu, onları kinleri ile baş başa bıraktı, istedikleri sonucu elde edemediler. Yüce Allah savaşta ağırlığını müminlerden yana koydu. Hiç şüphesiz Allah güçlü ve üstün iradelidir.

Gerçi yahudilerin "Putperest Kureyşlilerin dini Hz. Muhammed'in ve O'nun peşinden gidenlerin dininden daha üstündür; putperestlerin yolu, yüce Allah'ın kitabına (Kur'an'a) ve Peygamberine inananların yolundan daha doğrudur" demeleri aslında hayret edilecek bir tutumdur; ama, yahudilere çok görülmez, onlar için normaldir. Onlar hak ile batıl arasında, doğru ile eğri arasında, doğrular ile eğriler arasındaki tutumu her zaman budur. Onların doyumsuz hırsları, yatışmaz arzuları ve dinmez kinleri vardır. Onlar hakkın ve hak taraftarlarının yanında hırslarına, arzularına ve kinlerine destek bulamazlar. Bu yoldaki desteği ve yardımı her zaman ancak batılın, eğrinin ve eğrilik taraftarlarının arasında bulabilirler. Hakkın ve hak taraftarlarının aleyhine geçip batılın ve eğrinin taraftarlarının lehine tanıklık etmelerinin sebebi budur.

Onların tutumu her zaman budur ve bu tutumun sebebi de her zaman geçerlidir. Bu yüzden onların "Kureyş putperestlerinin yolu, müminlerin yolundan daha doğrudur" demeleri kendi açılarından mantıklı ve normaldir, süpriz değildir.

Yahudiler aynı sözü bu günde söylüyorlar, yarın .da söyleyeceklerdir. Onlar günümüz dünyasının her yerindeki başarılı İslâmî hareketi, denetimleri altındaki propaganda ve yönlendirme araçları ile lekelerler; bu hareketleri gözden düşürüp kuvvet yolu ile ezmek isteyen batıl taraftarlarını olanca güçleri ile desteklerler. Tıpkı ilk İslâmî hareketi gözden düşürmek ve ezebilmek için putperest Kureyşlileri destekledikleri, kendileri ile güç birliği yaptıkları gibi.

Fakat iğrenç iki yüzlülüklerinden, hile ve düzenbazlık alanındaki erişilmez maharetlerinden ve zamanımız şartlarının öyle yapmalarını gerektirmesinden dolayı kimi zaman eğriyi ve eğrinin taraftarlarını açıktan açığa övmezler. Sadece hakkı ve hak taraftarlarını karalamakla yetinirler. Batılın hakkı ezmesine, sindirmesine böylesine dolaylı yoldan destek vermeyi uygun görürler. Çünkü günümüzde yahudilerin açık övgüsü, başlı başına bir suçlama gerekçesi ve taşınmaz bir töhmet yükü haline gelmiştir. Bu yüzden eğer desteklerini ve övgülerini açığa vururlarsa İslâmî hareketleri ezmek isteyen, dünyanın her yerindeki gizli ajanları ve onlardan aldıkları direktiflere göre çalışan sinsi zorbalar hakkında kuşku uyandırabilir!

Kimi zaman bu sinsi yanıltmacalarını o kadar ileri boyutlara vardırırlar ki kendileri hesabına hakkı ve hak taraftarlarını sindiren ajanları ile göstermelik düşmanlık ve savaş oyunu oynarlar ya da danışıklı propaganda savaşını gündeme getirirler. Amaçları uzun vadeli emellerini gerçekleştiren en sadık, en bağımlı dostlarını tamamen şüpheden uzak tutmaktır.

Fakat asla İslâm'ı ve müslümanları karalama, gözden düşürme kampanyasına ara vermezler. Çünkü İslâm'a karşı besledikleri kin o kadar koyu ve katıdır ki, en küçük bir İslâmî diriliş hareketine, hatta böyle bir hareketin gölgesine bile tahammül edemezler. İnsanları yanıltmak ve aldatmak için bile onun varlığına katlanamazlar.

Yahudilerin tarih boyunca sergiledikleri karakter, uyguladıkları strateji ve güttükleri amaç aynıdır. İşte yüce Allah bundan dolayı onlara lânet ediyor, kendilerini rahmetinden kovuyor ve desteğinden yoksun bırakıyor. Yüce Allah'ın desteğinden yoksun kalan kimse bütün yeryüzü halkının desteğini ve yardımını kazansa bile aslında destekçisiz ve yardımcısızdır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

52. İşte onlar, Allah'ın lânetlediği kimselerdir. Allah'ın lânetlediğini de yardım edip kurtaracak kimse bulamazsın.[*]

Günümüzde bütün batılı devletlerin yahudileri desteklediklerini görünce paniğe kapılıp sorabiliriz: Hani Allah onları lânete çarptırdığını vaad etmişti? Hani Allah'ın lânetine uğrayanlar yardımcı ve destekçi bulamazlardı?

Fakat bilmeliyiz ki, asıl yardım edici, asıl destekçi insanlar değildir, devletler de değildir. Bu devletlerin ellerinde hidrojen bombaları ve türlü türlü füzeler de olsa bu böyledir. Asıl gerçek yardımcı yüce Allah'tır, iradesi karşısında bütün kullarına diz çöktürme gücünde olan yüce Allah! Bu rakipsiz güç karşısında ellerinde hidrojen bombaları ve çeşit çeşit füzeler bulunan kullar da kim oluyorlar?

Yüce Allah ise kendisini destekleyenin destekçisidir. Nitekim O bize "Allah dinini destekleyenleri kesinlikle destekler." buyuruyor." (Hacc Suresi, 40) Yüce Allah kendisine gerçek anlamda inananların, olanca güçleri ile sistemine bağlananların, hoşnutluk ve teslimiyet içinde sisteminin hakemliğine başvuranların yardımcısı ve destekçisidir.

Yüce Allah bu ayette kendisine inanmış, sistemine uyan ve şeriatının hakemliğini benimseyen bir ümmete sesleniyor. Bu yüzden bu ümmetin düşmanları olan yahudileri ve destekçilerini küçümsüyor. Yine yüce Allah bu ümmete yardım etmeyi, destek sağlamayı vaad ediyor. Çünkü düşmanlarının, yani yahudilerin yardım edicisi destekleyicisi yoktur. Yüce Allah o günkü müslümanlara karşı vaadini, fiilen gerçekleştirdi. Onun vaadi ancak gerçek müslümanlar hakkında gerçekleşebilir, ancak gerçekten inanmış bir kitle varolunca bunların eli ile bu durum pratiğe yansıyabilir.

O halde ateistlerin, putperestlerin ve hristiyanların hep birlikte yahudileri desteklemeleri, arkalamaları karşısında paniğe kapılmayalım ve yılgınlığa düşmeyelim. Onlar her zaman zaten İslâm karşısında, müslümanlar karşısında ve yahudilerin yanında olup onların destekçileri olurlar. Çünkü asıl güç dengesini değiştirecek destek ve yardım bunlarınki değildir. Fakat aynı zamanda Allah'ın yardımını peşin olarak yanımızda bilmek gibi bir yanılgıya da kesinlikle kapılmamalıyız. Çünkü yüce Allah'ın yardım vaadi ancak müslümanlar hakkında ve bu iddiayı ileri süren kimseler gerçek müslüman oldukları gün gerçekleşir.

Buna göre müslümanlär -bir kez olsun- gerçekten müslüman olmayı denemeye girişmelidirler. O zaman kendi gözleri ile baksınlar bakalım, ortada yahudileri destekleyen kalacak mı, ya da kalsa bile bu destekçilerin yahudiye bir yararı olacak mı? (Seyyid Kutub Tefsiri)

53. Yoksa bunların Allah’ın hükümranlığında bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı, insanlara zırnık bile koklatmazlardı.[*]

Yüce Allah yahudilerin tutumlarını, davranışlarını ve sözlerini hayretle karşıladığını belirttikten ve bu yüzden onları lânetine çarptırıp yalnızlığın perişanlığına mahkûm ettiğini açıkladıktan sonra Peygamberimize ve müslümanlara karşı takındıkları başka bir tutumu kınamaya girişiyor ve yahudilerin müminlere yönelik ilâhi nimeti kıskanmalarını yeriyor. Bu nimet hak Din, zafer ve egemenlik-iktidar nimetidir. İşte yüce Allah'ın tek taraflı bir bağışı olarak müslümanlara karşı sunduğu bu nimet yahudileri kıskançlıktan çatlatıyor. Oysa nimeti veren, yüce Allah'tır, müslümanların bu ilâhi takdirde hiçbir yetki payları yok!

Aşağıdaki ayetlerde aynı zamanda yahudilerin pinti karakterlerine, başkalarının elindeki her şeyde gözü kalan çekememezliklerine de parmak basılıyor. Oysa yüce Allah onlara ve atalarına da bol bol nimet bağışladı. Fakat bu ilâhi bağışlar onlara ne cömertliği gösterebildi ve ne de kendilerini kıskançlıktan ve açgözlülükten vazgeçirebildi. Şimdi ayetleri okuyoruz:

"Yoksa onların Allah'ın mülkünde bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek kırıntısını bile vermezlerdi.

Yoksa Allah'ın karşılıksız lütfunun eseri olarak insanlara bağışlamış olduğu imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden insanları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim'in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık."

Aman Allah'ım, ne tuhaf şey! Adamlar, yüce Allah'ın herhangi bir kuluna kendi katından bir nimet bağışlamasını çekemiyorlar. Yoksa bunlar -haşa- yüce Allah'ın ortakları mı? Yoksa O'nun mülkünde, varlığında payları mı var? Bir bölümünü bağışladığı, kullarına karşılıksız akıttığı mülkünde yani. Eğer bu mülkde, bu varlıkta payları olsaydı insanlara bir çekirdek kırıntısını, bir tohum zerresini bile çok görürlerdi. O kadar cimri ve o kadar pintidirler. Ayette geçen "nukre (çekirdek kırıntısı)" çekirdeğin sırtındaki cücük demektir. Eğer yahudinin, yüce Allah'ın mülkünde, varlığında payı olsa pintiliği ve iğrenç bencilliği yüzünden insanlara bu çekirdeğin cücüğünü bile vermeye eli varamazdı. Allah'a hamdolsun ki O'nun, bu mülkte payı yok. Yoksa tüm insanlar yandıydı, kendilerine bir çekirdek cücüğü bile verilmeyecektir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

54. Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar! Elbette İbrahim’in soyuna Kitabı ve [hikmet]i (doğru hüküm verme yeteneğini) vermiş ve onlara büyük bir hükümdarlık lütfetmiştik.[*]

Yoksa yahudilerin hastalığı kıskançlıklarından mı kaynaklanıyor? Yüce Allah'ın Peygamberimize ve müslümanlara bağışladığı imtiyazı mı kıskanıyorlar? Müslümanlara yepyeni bir varoluş kazandıran, onları yeniden doğmuşçasına başkalaştıran, kendilerine diğer insanlardan farklı bir kişilik sağlayan; onlara bir yandan aydınlık, ışık, güven duygusu ve gönül huzuru, öbür yandan temizlik, arınmışlık ve bunların yanısıra prestij ve egemenlik bağışlayan İslâm dinini mi kıskanıyorlar?

Evet, yahudilerin içini kemiren kurt, gerçekten bu kıskançlıktır. Üstelik bu din yüzünden arapların üzerine nice yıllardan beri kurmuş olduğu edebî ve ekonomik egemenlik de elden gidiyor; cahil, bölük-pörçük ve birbirleri ile sürekli çatışan zavallı Arapların sırtlarından, onların dinsiz günlerinde sağladığı çık arlar artık hayal olmak üzere!

Fakat yüce Allah başkalarına peygamberlik ve yeryüzü egemenliği verdi diye ne yüzle insanları kıskanıyorlar? Çünkü kendileri de Hz. İbrahim döneminden beri ilâhî bağışın denizi içinde yüzüyorlar. Bilindiği gibi yüce Allah gerek Hz. İbrahim'e gerekse soyundan gelenlere kutsal kitap, peygamberlik mevki, egemenlik ve iktidar vermişti. Fakat bu nankörler bu bağışın değerini bilmediler, bu nimete sahip çıkmadılar ve vaktiyle yüce Allah'a verdikleri sözü tutmadılar. Tersine bir kesimi inanmayanlar safına katıldılar. Oysa bu kadar nimete ve bağışa muhatap olan bir milletin bir kesiminin inkâra sapması, kâfir olması yakışık almaz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

55. Onlardan bir kısmı İbrahim'e inandı, kimi de ondan yüz çevirdi; (onlara) kavurucu bir ateş olarak cehennem yeter.[*]

Yüce Allah'ın nimet ve bağışından bol bol pay almışların yine de başkalarını kıskanması, kıskançlık kompleksinin en acı verici tezahürüdür. Sebebine gelince nimetten yoksun olan kimse başkalarını kıskanınca bu duygu yüzünden kınanır, antipatik görülür. İlahî nimetlerden bol bol pay almış kimselerin kıskançlığına gelince bu köklü ve derin boyutlu bir bir şirretliktir. Yahudinin benzersiz ve kendine özgü şirretliği yani.

Bundan dolayı bu ayetin son cümlesinde alevli cehennem tehdidi ile karşılaşıyoruz. Bu tehdit, sözünü ettiğimiz iğrenç şirretliğin karşılığı olan cezadır. Okuyoruz:

"Öylelerinin hakkından alevli cehennem gelir."

Hz. İbrahim'in soyundan gelenlerin arasında kiminin iman ettiği ve kiminin imana sırt çevirdiği belirtildikten sonra gelinen noktada insana davranışlarının karşılığına ilişkin geniş kapsamlı kural ile karşılaşırız. Yalanlayanların ve iman edenlerin karşılığı. Gerek ötekilerin ve gerekse berikilerin görecekleri bu karşılıklar. Her din için ve her zaman geçerli olan bir kural öğretiliyor bizlere. Yalnız bu kural korkunç, tüyler ürpertici bir Kıyamet sahnesinin somut tablosu biçiminde gözlerimizin önüne sunuluyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

56. Şüphesiz ki ayetlerimizi inkâr edenleri ileride ateşe atacağız. Derileri pişip dökülünce, onları başka derilerle değiştireceğiz ki azabı tatsınlar! Azîz; daima üstün ve Hakîm; bütün kararları doğru olan Allah’tır.
57. Buna mukabil, iman edip doğru ve yararlı işlerde bulunanları içlerinden ırmaklar akan hasbahçelere koyacağız, orada sonsuza kadar kalacaklar; ve orada tertemiz eşlere sahip olacaklar; (böylece) onları sonsuz mutluluğa eriştireceğiz.[*]

Zıll kelimesinin aslî anlamı “gölge”dir; böylece zıllen zalîlen ifadesi, “en ziyade gölge eden gölge” olarak çevrilebilir: Yani, “koyu bir gölge”. Ancak eski Arapça kullanımında zıll kelimesi, aynı zamanda, “örtü” veya “sığınak” ve mecazî olarak “koruma” (Râğıb); ayrıca, “bir rahatlık, keyif ve bolluk durumu” (karş. Lane V, 1915) veya kısaca “mutluluk” anlamlarında kullanılmıştır -zıll zalîl terkibinde ise “sonsuz mutluluk” anlamını ifade eder (Râzî)- ki bu, “cennet” teriminin mecazî anlamlarıyla da uyumlu bir karşılıktır. (Muhammed Esed Tefsiri)

58. Allah size, mutlaka emaneti[*] (ve işleri) ehil ve emin kimselere vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adalet (ve hakkaniyet)le hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz ki Allah Semî'dir; dinler, Basîr'dir; görür.

Emanet; bir şeyin ya da işin sorumluluğunu ve yetkisini geçici olarak birine vermektir. Konusu ve alanı ne olursa olsun sosyal, ekonomik, siyasi, ticari yükümlülükler buna dahildir. Emanette liyakat çok önemlidir. Basit ve ehemmiyeti düşük küçük şahsi işlerde bile insan liyakat ararken şahsının ve toplumun geleceğini doğrudan ilgilendiren idari, siyasi ve ekonomik anlamda yöneticileri seçerken ya da atarken mutlaka çok hassas davranmamız gerekmektedir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

59. Ey inanıp güvenenler! Allah'a gönüllü olarak boyun eğin, Resulüne[1*] gönüllü olarak boyun eğin ve sizden olan yetkililere de. Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu, Allah’a ve resulüne / elçisinin getirdiği ayetlere[2*] götürün. Allah’a ve ahiret gününe inanıp güveniyorsanız böyle yaparsınız. Böylesi hayırlı olur ve en güzel sonucu verir.

[1*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi o sözü iletmek için gönderilen elçi anlamına da gelir (Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen (resulullah = رسول اللّه) ve (er-Resul = الرسول) sözlerinde asıl vurgu ayetleredir. Uhud savaşında nebîmizin öldüğüne dair haberlerin yayılması üzerine şu ayet inmişti: “Muhammed sadece elçidir. Ondan önce de elçiler geldi. O ölse veya öldürülse, gerisin geri mi döneceksiniz?” (Al-i İmrân 3/144) Allah’ın son resulü öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır. Resul kelimesine “resulün /elçinin getirdiği” meali bunun için verilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Resullere apaçık tebliğden başka ne düşer?" (Nahl 16/35) "Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, bunu yapmazsan onun resullüğünü yapmamış olursun" (Maide 5/67)

[2*] “Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu, Allah’a ve resulüne götürün.” demek, “Çözümü Kur’an’da arayın.” demektir (Maide 5/48-50, Nur 24/54, Şura 42/9-10). Çünkü dinin tek kaynağı Kur’an’dır. Resulün görevi Kur’an’ı tebliğ etmek olduğu için (Al-i İmran 3/20, Maide 5/67,92,99, Ra’d 13/30, Nahl 16/82, Nur 24/54, Ankebut 29/18, Şûra 42/48, Tegabun 64/12), resule itaat onun tebliğ ettiği Kur’an’a itaattir (Nisa 4/80). Aksi takdirde Allah ile resullerinin arası ayrılmış ve yeni bir din uydurulmuş olur (Nisa 4/150-152). Bugün Müslümanlar, Bakara 2/104. âyete aykırı olarak halka raiyye /sürü derler.Nebîmize de şöyle bir söz mâl ederek yöneticileri tanrı yaparlar: “Bana itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Bana isyan eden Allah’a isyan etmiş olur. Emire (yetkiliye) itaat eden bana itaat etmiş olur. Emire isyan eden bana isyan etmiş olur. İmam (devlet başkanı) kalkandır; arkasında savaşılır ve onunla korunma sağlanır. Allah’ta karşı yanlış yapmaktan sakınmayi emreder ve adil olursa sevap kazanır. Farklı emir verirse günahı kendinedir” (Buhari, Cihad, 109). Uydurma olduğu açık olan bu rivayet ile Müslümanlar, yöneticilerin kulu yapılmıştır. Oysa kulluk sadece Allah’a, itaat ise Allah’a ve Allah’ın emrine uygun hareket ettiği açıkça belli olan yöneticiye yapılır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 9
60. Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Bunlar, tağutun İnsanların doğru yoldan sapmasına neden olan, Allah'a kulluk etmekten alıkoyan her türlü taşkınlığa sebep olan insan ve cin şeytanları. önünde mahkemeleşmek istiyorlar.[*] Oysa, onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan, onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.

Şu şaşkınların şaşkınlıklarına bak! Bunlar mümin olduklarını iddia ediyorlar, sonra da bir anda iddialarını yine kendileri çürütüveriyorlar. Bunlar bir yandan "Sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürüyorlar" sonra da sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitapların hakemliğini benimsemiyorlar. Bunun yerine başka bir kaynağın, başka bir sistemin, başka bir hüküm merciinin hakemliğine başvurmak istiyorlar. Tağut un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara dayanmayan; ölçüsünü, kriterini sana ve senden önceki peygamberlere indirilen mesajlardan almayan bir hüküm kaynağının yargısına boyun eğiyorlar. Böyle bir hüküm kaynağı, hem ilâhlığın başta gelen yetkisini kendisine yakıştırdığı için ve hem de hiçbir değişmez kritere bağlı olmadığı için "tağut"tur, yani azgınlık ve taşkınlıktır.

Bu adamlar bu işi bilmeyerek, yanılgıya düşerek yapmıyorlar; tersine yargısına başvurdukları bu tağutun hakemliğine başvurulmasının yasak olduğunu kesin olarak biliyorlar. Çünkü "ona karşı çıkmaları, onu tanımamaları emredilmiştir". O halde mesele bilmemek ya da yanılgıya kapılmak meselesi değil. Tersine ortada inatçılık ve kasıt vardır. Bundan dolayı bu iddiaları ani "sana ve senden önceki peygamberlere indirilen mesajlara inandıkları" şeklindeki iddiaları geçersizdir, asılsızdır. Bu işin arkasında onları geriye dönme ihtimaline açık kapı bırakmayacak derecede koyu bir sapıklığa düşürmek isteyen şeytan vardır. Okuyoruz:

"Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor."

İşte bu adamların, Tağut'un hakemliğine başvurmak istemelerinin ardında yatan sebep budur. Onların, Tağut'un hakemliğini istemelerini sağlayan ve bu yüzden imanın çerçevesinin ve İslâm'ın tanımının dışına düşmelerine yol açan faktör budur. Sebep, işte budur. Yüce Allah onlara bu sebebi açıklıyor. Belki uyanıp bu sapık yoldan dönerler diye. Bu sebebi müslüman cemaate de açıklıyor. Bu adamları kimin kışkırttığını, arkalarında kimin olduğunu bilsinler diye. (Seyyid Kutub Tefsiri)

61 Onlara “Allah’ın indirdiğine (Kitaba) ve Elçi’ye gelin (onlara başvuralım)” dendiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün. [*]

Fesübhanellah! Şu münafıklık kendini ele vermeden edemiyor. Fıtratın yalın mantığı ile çelişkiye düşmeden edemiyor. Yoksa münafıklık olmazdı zaten.

Neden derseniz, fıtratın yalın iman mantığı insanın, inandığı kaynağın ve inandığı kimsenin hakemliğini benimsemesini gerektirir. Allah'a ve Allah'ın indirdiği mesaja, Peygamber'e ve O'na indirilen kitaba inandığını ileri süren bir kimse Allah'ın emri, yasası ve sistemi uyarınca yargılanmaya çağrılınca fıtratın yalın mantığına göre bu çağrıyı tam bir gönül coşkunluğu ile kabul etmesi gerekir. Böyle bir adamın bu çağrıya sırt çevirmesi, onu geri çevirmesi, fıtratın yalın mantığına ters düşer. Ayrıca bu çelişkili durum ortada bir münafıklığın var olduğunu açığa vurur, adamın mümin olduğunu ileri süren iddiasının yalan olduğunu kanıtlar.

İşte yüce Allah, Allah'a ve Peygambere inandıkları halde Allah'ın ve Peygamberin sisteminin hakemliğine razı olmayan, tersine bu sistemi benimsemeye çağrılınca ondan köşe-bucak kaçan sözleri, özlerine uymaz kimseleri sözünü ettiğimiz yalın fıtrat mantığına göre yargılıyor, hesaba çekiyor! (Seyyid Kutub Tefsiri)

62. Peki, nasıl oluyor da kendi elleriyle işledikleri (kötülükler) yüzünden başlarına bir musibet gelince sana koşarak: “Biz sadece iyilik yapmak ve uzlaşma sağlamak istemiştik” diye Allah'a yemin ediyorlar.[*]

Bu musibet, bu adamların ne mal oldukları o günkü müslümanlarca anlaşılmış olması sebebi ile başlarına gelmiş olabilir. Çünkü böyle olunca onlar müslümanların kınamalarına, toplumdan soyutlama girişimlerine ve horlamalarına maruz kalmış olabilirler. Bu da normal bir tepkidir. Çünkü müslüman toplum, Allah'a ve Allah'ın indirdiği mesaja, Peygamber'e ve O'na inen kitaba inandığını iddia ettiği halde yüce Allah'ın şeriatı dışında bir kaynağın hakemliğine başvurma eğilimi gösteren, ya da Allah'ın sistemine göre yargılanmaya çağrılınca bu çağrıya sırt çeviren kimselerin kendi içinde bulunmasına dayanamaz, katlanamaz. Böyle bir çelişkiye ancak fertlerinde İslâm'dan ve imandan eser kalmamış olan, iman namına elinde sadece bu adamlarınki gibi birtakım asılsız iddialar ile İslâm namına sadece kuru isimler kalmış olan toplumlar katlanabilirler!

Ya da bu adamlar yüce Allah'ın adil nizaını dışındaki bir kaynağın hakemliğine başvurdukları için zulme uğruyorlar, bu anlamda başlarına musibet geliyor, bunun üzerine aralarında doğan bir problemin çözümünü Tağut'un hakemliğinden beklemiş olmalarının sonucu olarak pişman olmuş, hayal kırıklığına uğramış olabilirler.

Yahud söz konusu musibeti başlarına indiren doğrudan doğruya yüce Allah'tır. Düşünsünler de doğru yola gelsinler diye kendilerini bir sınavdan geçirmek istemiştir belki.

Adamların başlarına gelen musibetin sebebi ne olursa olsun, Kur'an alaycı bir dille soruyor? O zaman durum nice olur diye! Bu adamlar bu durumda Peygamberimizin yanına gidince ne yaparlar? Okuyoruz:

"Biz sadece iyilik yapmak, uzlaşma sağlamak istemiştik' diye Allah'ın adı üzerine yemin ederler."

Son derece gülünç, komik bir durum. Adamlar yaptıklarının farkında olarak Peygamberimizin yanına gidiyorlar, fakat kendilerini bu davranışa iten asıl faktörü Peygamberimize açıklamaya cesaretleri, daha doğrusu niyetleri olmadığı için yalan yere yemin ediyorlar. Tağut'un -bu olayda belki de geleneksel cahiliye yasalarının- hakemliğine başvurmak istemelerinin tek amacı iyilik yapmak ve uzlaşma sağlamaktır diye!

Bu iddialar yüce Allah'ın sistemini ve şeriatını bir yana bırakıp başka bir kaynağın hakemliğine başvuranlar tarafından her dönemde ileri sürüle gelmiştir. Böyleleri kargaşalığa, sıkıntıya ve acılara yol açmaktan kaçındıkları için yüce Allah'ın şeriatının hakemliğine başvurmadıklarını söylerler; bu tutumları ile farklı unsurları uzlaştırmak, çeşitli görüşleri ve çelişik inançları bağdaştırmak istediklerini sözlerine eklerler. Bu sözler, mümin olmadıkları halde mümin olduklarını söyleyen kaypak münafıkların ileri sürecekleri asılsız bir bahanedir. Durum her zaman ve her yerde tıpatıp aynıdır.

Yüce Allah, bu kimselerin sırtlarına giydikleri bu iğreti kaftanı üzerlerinden soyup çıkarıyor, Peygamberine onların yüreklerinde gizli tuttukları niyetleri ve duyguları bildiklerini haber veriyor. Bu arada bütün bunlara rağmen Peygamberimize bu adamlara karşı yumuşak davranmasını, kaypaklıklarını görmezlikten gelerek onlara öğüt vermesini öneriyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

63. Allah onların kalplerindeki kötü duyguları iyi bilir. Onlara aldırış etme, öğüt ver, kendileri hakkında içlerine işleyecek etkili sözler söyle onlara.[*]

"Onlara, kendileri hakkında içlerine işleyecek etkili sözler söyle."

Bu ifade şaşırtıcı derecede başarılı bir tasvirle önümüze son derece somut bir tablo getiriyor. Söz sanki bir ok gibi doğrudan doğruya vicdanlara yöneltiliyor ve yine doğrudan doğruya kalplere saplanıp oturuyor.

Bu ayet, bu adamları, sapık yollarından dönmeye, tevbe ederek doğru yola koyulmaya, yüce Allah'ın ve Peygamberin himayesine sığınarak güvene kavuşmaya özendiriyor. Tağut'un hakemliğine başvurma eğilimi göstermiş olmalarına, Allah'ın ve Peygamberimizin hakemliğini benimsemeye çağrıldıklarında Peygamberimizden köşe-bucak kaçmış olmalarına rağmen eğer kirli geçmişlerinden kopmaya karar verirlerse kendilerine kucak açılacağı mesajı veriliyor. Çünkü tevbe kapısı açıktır. Yüce Allah'a dönme fırsatı henüz kaçmış değildir. Eğer onlar günahlarından dolayı yüce Allah'tan af dilerler ve Peygamber de onlar adına Allah'tan af dilerse bu dilekler kabul edilir.

Fakat, okuyacağımız ayet, bütün bunlardan önce bir temel kuralı belirliyor. O kural şudur: Yüce Allah, peygamberlerini -kendi izni çerçevesinde insanlardan itaat görmek üzere gönderdi. Onları emirlerine karşı gelinsin diye göndermediği gibi sadece öğüt verici olsunlar, sadece yol göstermekle yetinsinler diye de göndermedi. (Seyyid Kutub Tefsiri)

64. Biz hangi elçiyi gönderdiysek, bizim onayımızla kendisine gönüllü olarak boyun eğilsin diye göndermişizdir. O münafıklar, kendilerini kötü duruma düşürdüklerinde sana gelseler ve (senin huzurunda) Allah’tan bağışlanma dileseler, elçimiz olarak sen de onların bağışlanması için dua etsen o zaman, Allah’ın Tevvâb; tövbeleri çok kabul eden ve Rahîm; bol ikramda bulunduğunu elbette görürler.[*]

Bu ayetin baş tarafı son derece önemli bir gerçeği dile getiriyor. Peygamber sadece bir "vaiz" değildir. O söyleyeceğini söyledikten sonra geçip giden, sözleri havada uçuşup kaybolan, hiçbir otoriteye, hiçbir yaptırım gücüne sahip olmayan sıradan bir hatip değildir. Nitekim insanları bu dinin mahiyeti ve peygamberlik misyonunun özü konusunda yanıltmak isteyen bazı düzenbazlar böyle söylüyor. Bunun yanısıra "Din"in ne demek olduğunu kavrayamamış olan bazı sığ düşünceliler bu meseleyi böyle anlıyorlar. Oysa din, bir hayat sistemi; örgütleri ile, yasal düzenlemeleri ile, kurumları ile, değer yargıları ile, ahlâk sistemi ile, edep kuralları ile, ibadetleri ve törenleri ile gerçek anlamda dört dörtlük bir hayat sistemidir.

Bütün bunlar peygamberlik makamının bir otoriteye sahip olmasını gerektirir. Sistemi hayata geçirecek yöneltecek bir otoritenin, bir yürütme gücünün olmasını kaçınılmaz kılar. Yüce Allah, peygamberleri -kendi izni, kendi şeriatı çerçevesi içinde- dinin sistemini pratiğe yansıtmak konusunda insanlar tarafından itaat edilsin diye gönderdi. Onları bu hayata yön vermesini dilediği sistemin yürürlüğe girmesini sağlamak için gönderdi. Kendi izni ile sınırlı olmak şartı ile itaat edilsin diye göndermediği bir tek peygamber yoktur. Buna göre Peygambere itaat etmek, aslında yüce Allah'a itaat etmek demektir. Yüce Allah, peygamberleri sırf vicdanları etkilesinler, diye sırf klasik ibadetleri ve dini törenleri insanlara öğretsinler diye göndermiş değildir. Böyle bir varsayım, bu dine ilişkin asılsız bir kuruntu olur. Yüce Allah'ın peygamber göndermekteki hikmeti ile bağdaşmaz. Bu hikmet pratik hayatta belirli bir sistemi egemen kılmaktır. Yoksa peygamberlerin sadece vaizlik görevi yapmakla yetindikleri, söyleyeceklerini söyledikten sonra başka hiçbir şeyle ilgilenmeyerek geçip gittikleri bir dünya, bu günkünden çok daha berbat olurdu. Küstahların her türlü ölçüyü pervasızca çiğnedikleri, alçakların her türlü alçaklıklarını rahatlıkla sahneye koydukları bir dünya olurdu.

Bundan dolayı İslâm tarihi bilinen gelişim çizgisini izledi. Yani bir çağrı, bir tanıtma-duyurma, bir düzen koyma, bir egemenlik kurma tarihi oldu. Bu süreci Peygamberin yerini alan halifelerin yönetimi izledi. Bu hilâfet yönetimi şeriatın ve kurulmuş düzenin gücüne dayanarak şeriatı ve düzeni ayakta tutmaya, Peygambere yönelik itaate süreklilik kazandırmaya, yüce Allah'ın peygamberleri göndermekteki muradını gerçekleştirmeye çalıştı.

Bundan başka "İslâm" ya da "din" ile anılabilecek bir yol, bir sistem yoktur. "Din" ve "İslâm" adı ile varolan tek yol, tek sistem pratik hayatta ve düzende gerçekleşen peygambere yönelik itaattir. Bu pratik hayat sosyal şartlara bağlı olarak şu ya da bu oranda değişikliğe uğrayabilir. Fakat temeli ve özü değişmez kalır. O temel ve öz ki, o olmadan İslâm olmaz. Bu özün, bu temelin ana maddelerini şöyle sıralayabiliriz: Yüce Allah'ın sistemine teslim olmak; Peygamberin sistemini uygulamak; yüce Allah'ın şeriatının hakemliğini benimsemek; Yüce Allah katından getirdiği mesajlar konusunda Peygambere itaat etmek; ilâhlık yetkisinin sadece Allah'ın tekelinde olduğunu kabul etmek, başka bir deyimle "Lâilâheillallah (Allah'tan başka ilâh yoktur)" ilkesine tanıklık etmek; buna bağlı olarak yasa koyma yetkisinin sırf Allah'a ait bir yetki olduğunu ilkesel bir yaklaşımla kabul etmek, bu yetkiden başka hiçbir güce en ufak bir pay ayırmamak; şu ya da bu oranda Tağut'un hakemliğini benimsememek; haklarında nass bulunmayan yeni ve tartışmalı meselelerin çözümünü yüce Allah'a ve Peygambere havale etmek.

Bu sistemden saparak "kendilerine zulmedenler"in önünde, yüce Allah'ın, Peygamberimizin dönemindeki yahudileri yararlanmaya çağırdığı, özendirdiği fırsat vardır. Okuyoruz:

"Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelerek Allah'tan af dileselerdi ve Peygamber de onlar adına af dileseydi, Allah'ı tevbeleri kabul edeci ve merhametli olarak bulacaklardı."

Yüce Allah her zaman tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder. Allah yanlış yoldan dönenlere karşı her zaman merhametlidir. Bu ayette O, bize bu sıfatlarını tanıtıyor ve kendisine sığınanların, günahlarından dolayı af dileyenlerin tevbelerini kabul edeceğini, üzerilerine merhametini yağdıracağını vaadediyor. Bu ayetin kapsamına ilk girenlerin önünde Peygamberimize kendileri adına af dilemesi fırsatı vardı. O fırsat geçti. Fakat yüce Allah'ın kapısı sürekli açık ve O'nun vaadi her zaman geçerlidir. Hiçbir zaman ne bu kapı kapanır ve ne de vaadin süresi dolar. O halde isteyen gelsin, azmeden öne atılsın. (Seyyid Kutub Tefsiri)

65. Hayır (onların yaptığı doğru değildir); Rabbine yemin olsun: Aralarında çıkan anlaşmazlık hakkında seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tamamen kabulleninceye kadar iman etmiş olmazlar.[*]

Kendimizi bir kere daha iman şartı ve İslâm'ın tanımı ile karşı karşıya buluyoruz. Bu şartı ve bu tanımı bizzat yüce Allah ortaya koyuyor ve onu yüce zatı üzerine yemin ederek perçinliyor. Artık bundan sonra imanın şartı ve İslâm'ın tanımı konusunda hiç kimsenin söyleyebileceği bir söz, hiç kimsenin getirebileceği bir yorum olamaz.

Bundan sonra ancak demogoji yapılabilir ki, ona da kulak asılmaz, değer verilmez. Bu konuda ortaya konabilecek bir demogoji örneği şudur: "Yüce Allah'ın bu sözü belirli bir zamana bağlıdır ve sadece belirli bir grup insan hakkında geçerlidir!"

Bu iddia, İslâm'ı hiç kavramamış olanların, Kur'an-ı Kerimin üslubu hakkında hiçbir şey bilmeyenlerin sözüdür. Bu yüzeysel yorumun tersine, yüce Allah'ın bu sözü İslâm'ın genel karakterli gerçeklerinden biridir, yeminle perçinlenerek ifade edilmiştir, hiç bir kayıtla sınırlı değildir. Peygamberimizi hakem tutma zorunluluğu, sadece sağlığında O'nun kendisini hakem tutma zorunluluğudur diye bir kuruntuya kapılma ya da bu kuruntuyu başkalarının zihinlerine aşılamak tamamen yersiz ve gerekçesizdir. Söz konusu olan Peygamberimizin şeriatını ve sistemini hakem tutma zorunluluğudur. Yoksa öyle olsaydı Peygamberimizin ölümünden sonra Allah'ın şeriatine ve Resulullah'ın sünnetine hiç yer kalmazdı. Bu görüşü Hz. Ebu Bekir döneminde en sapık dönekler (mürtedler) ileri sürünce Hz. Ebu Bekir bu gerekçe ile onlara karşı savaş açmıştı. Hatta bundan çok daha azını yapanlara, yani Peygamberimiz ölünce zekât verme zorunluluğu konusunda Allah'a ve Peygambere itaat etmekten vazgeçmeye kalkışanlara, Peygamberimizin bu konudaki hükmüne karşı çıkanlara karşı savaş açmıştı.

"İslâm"ın varlığını kanıtlayabilmek için yüce Allah'ın şeriatının ve Peygamberimiz tarafından verilen hükmün hakemliğine başvurmak yeterlidir. Ama bu kadarı "iman"ın varlığını kanıtlamaya yetmez. İmanın varlığını kanıtlayabilmek için bu şartın beraberinde gönül hoşnutluğu, kalb teslimiyeti ve iç rahatlığı da bulunmalıdır.

İşte "İslâm" ve "İman" budur. Buna göre herhangi bir kimse müslüman ve mümin olduğunu iddia etmeden önce kendisi nerede, İslâm nerededir ve yine kendisi nerede, iman nerededir, buna iyi bakmalıdır.

Bu ayetlerin akışı ïçinde Peygamberimizin hakemliği kabul edilmedikçe, arkasından vereceği karara gönül hoşnutluğu ile teslim olunmadıkça mümin olunamayacağı vurgulandıktan sonra söz şu gerçeğe getiriliyor: İnsanların benimsemeye çağrıldıkları bu sistem, başka kaynağa başvurmaksızın tek başına hakem tutmakla yükümlü tutuldukları bu şeriat, gönül rızası ile kabul etmeleri kesinlikle kendilerinden istenen bu yargı düzeni kolay bir sistem, hoşgörülü bir şeriat ve merhametli bir yargı düzenidir. Bu sistem insanlara kapasiteleri dışında bir yükümlülük getirmiyor, onları zora koşmuyor, göze alamayacakları bir fedakârlıkta bulunmalarını istemiyor.

Çünkü yüce Allah insanın zayıf olduğunu biliyor ve bu zayıflığa merhameti ile karşılık veriyor. Yüce Allah biliyor ki, eğer insanlara çok ağır yükümlülükler yüklerse bunları çok az kimse yerine getirir. Allah insanları sıkıntıya sokmak, onları günaha düşürmek istemez. Bundan dolayı onlara ağır, çoğunluğu görevini yerine getirmeye ve günahkâr olmaya sürükleyecek derecede zor yükümlülükler önermemiştir. Eğer insanlar yüce Allah'ın önerdiği kolay yükümlülükleri üstlenseler ve yüce Allah'ın kendilerine verdiği öğütleri dinleseler hem dünyada hem ahirette büyük bir mutluluğa kavuşurlardı, yüce Allah onları hidayeti ile desteklerdi. Nitekim O, azimle, iyi niyetle, çaba ile, iradesi ile, gücünün sınırları içinde hidayet peşinde koşan herkesin yardımcısı ve destekçisidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

66. Şayet onlara: “Nefislerinizi öldürün ya da yurdunuzdan çıkın!” diye emretseydik, pek azı dışındakiler bunu yapmazlardı. Ama kendilerine verilen öğüde uysalardı onlar için iyi olurdu ve daha da güçlenirlerdi.
67. O zaman Biz de onlara, katımızdan muhteşem bir ödül verirdik
68. ve onları dosdoğru bir yola yöneltirdik.[*]

Burada nefislerini öldürenlerin doğru yola yönlendirilmesinden söz edilmektedir. Gerçek anlamda ölen kişilerin doğru yola yönlendirilmesi söz konusu olamayacağı için Nisa 4/66. ayette geçen “nefisleri öldürme” ifadesi yanlışlardan vazgeçip fıtrata yönelme anlamında olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

69. Kim Allah'a ve resulüne itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimetlerine mazhar ettiği Iyi bir şeye ermek, ulaşmak. nebîler, sıddîkler, şehidler, salih kişilerle beraber olacaklardır. Bunlar ne güzel arkadaşlar!
70. Bu, Allah'tan bir lütuftur. Bu lütfa lâyık olanların kadrini Allah'ın bilmesi yeter de artar!
BÖLÜM 10
71. Ey iman edenler! Düşmanlarınıza karşı korunma tedbirinizi alın. Duruma göre küçük kıtalar halinde veya toptan seferber olun.
72. Aranızda öylesi vardır ki, işi ağırdan alır. Başınıza bir felâket gelirse der ki: “Neyse ki, Allah bana lutfetti de onlarla beraber çıkmadım. ”
73. Ama Allah'tan size nimet ve inayet İyilik, ihsan, lütuf. erişirse -sanki daha önce kendisiyle sizin aranızda hiç tanışıklık yokmuş gibi-“Ah! n'olurdu, der, ben de onlarla beraber olaydım da büyük ganimete konaydım! ”
74. Öyleyse, bu dünya hayatını ahiret ile takas etmek isteyenler Allah yolunda savaşsınlar! Allah yolunda savaşan herkese, ister öldürülmüş olsun ister zafer kazansın, zamanı geldiğinde büyük bir mükafat ihsan edeceğiz.
75. Size ne oluyor da, Allah yolunda “Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan şu beldeden kurtar ve rahmetinle bize sahip çıkacak bir koruyucu ve destek olacak bir yardımcı gönder!” diye yalvaran güçsüz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmıyorsunuz?[*]

Zımnen: Meşru bir savaş ancak yüce değerler ve ahlâkî ilkeler uğruna verilen savaştır. Zulme karşı verilen savaş, savaşı sadece caiz kılmaz, insani sorumluluğun ve İslâmî yükümlülüğün zirvesi kılar. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

76. İman edenler Allah yolunda; kâfir olanlar ise [Tağut] (azgınlık yapanın) yolunda savaşırlar. Şeytanın dostlarına karşı savaşın! Şüphesiz ki şeytanın tuzağı zayıftır.[*]

İlk dokunuşta insanlar yol ayrımında duruyorlar. Bir anda hedefler çiziliyor, çizgiler açığa çıkarılıyor, insanlar, iki ayrı sancağın altında, iki ayrı gruba bölünüveriyor.

"Mü'minler Allah yolunda savaşırlar..."

"Kâfirlerse Tağut (şeytan) uğrunda savaşırlar."

Müminler Allah yolunda, O'nun hayat metodunu gerçekleştirmek, şeriatını yerleştirmek ve Allah adına "insanlar arasında" adaleti uygulamak için savaşırlar, başka bir isim altında değil. Yüce Allah'ın tek başına ilah olduğunu bu yüzden tek başına hükmetmesi gerektiğini kabul ederek...

Kafirlerse Tağut uğrunda Allah'ın metodunun dışında değişik hayat metodlarını gerçekleştirmek, -Allah'ın izin vermediği- değişik şeriatleri yerleştirmek ve yine -Allah'ın izin vermediği- değişik değerleri oturtmak ve Allah'ın mizanı dışında değişik ölçüler dikmek için savaşırlar.

İman edenler, Allah'ın dostluğuna, korumasına ve gözetimine dayanarak dururlar.

Farklı sancakları, hayat metodları, şeriatları, yolları, değer ve ölçütleriyle kafirler, şeytanın dostluğuna dayanıp dururlar. Onlar bütün farklılıklarına rağmen şeytanın dostlarıdırlar.

Yüce Allah, müminlere şeytanın dostlarıyla savaşmalarını, onların ve şeytanın hilesinden korkmamalarını emretmektedir.

"... O halde, şeytanın dostlarıyla savaşınız. Çünkü şeytanın hilesi-düzeni zayıftır."

Böylece müslümanlar sarp bir arazide sırtlarını sağlam bir temele dayıyorlar. Allah için savaşmanın vicdan rahatlığı içindedirler. Bu savaşta herhangi bir çıkarları söz konusu değildir. Şahıslarına bir pay ayırmazlar. Ulusları, ırkları, akraba ve aşiretleri için hiçbir hedef gütmezler. Bu savaş tek başına Allah içindir. O'nun hayat metodu ve şeriatı uğrunadır. Onlar, bâtılı hakka galip getirmek için savaşan batıl ehli bir kavimle karşılaşıyorlar. Çünkü batıl ehli, beşerin uydurduğu cahiliye sistemlerinin -zaten insanların koyduğu her sistem cahiliyedir- Allah'ın sistemine galebe etmesi için savaşırlar. İnsanların koyduğu cahiliye kanunlarının -zaten insanların koyduğu tüm kanunlar cahiliyedir- hükümran olması için savaşırlar. Yine batıl ehli kendi uydurdukları hükümlerin -Halbuki kendilerinin verdikleri tüm hükümler zulümdür- hükümran olması için savaşırlar.

İnsanlar arasında uygulamakla yükümlü oldukları Allah'ın adaletinin galip gelmesi için savaşırlar.

İşte müminler, yüce Allah'ın kendilerini koruyacağına ve karşılaştıkları kavmin dostunun şeytan olduğuna ve böylece son derece zayıf olduklarına inanarak savaşa girişiyorlar. Onlar bunun yanında şeytanın hilesinin zayıf olduğunu da biliyorlar.

Bu yüzden, daha savaşa başlamadan, müminin duygusunda savaşın gidişi ve sonucu bellidir. Savaşta şehit düşse de o, sonuca güvenmektedir. Galip gelse, gözleriyle zaferi görse de görmese de büyük mükâfattan emindir. Her iki durum da eşittir kendi nazarında.

İşte bu her iki duruma ilişkin gerçek düşünceden ilk müslüman toplumun hayatında meydana gelen ve Allah yolunda cihad tarihinin kaydettiği bir çok olağan üstlükler gerçekleşmiştir. Tarih boyunca birçok nesillerde bunun örnekleri görüle gelmiştir. Bunları burada sıralamamız mümkün değildir. Çünkü o kadar çok ve yaygındır ki... Tarihte bilinen kısa bir dönemde İslâm'ın olağanüstü yayılışı bu düşünceden kaynaklanmıştır. Kuşkusuz bu düşünce, İlahi metodun, düşman kamplara karşı müslümanlara kazandırdığı üstünlüğün bir yönünü oluşturmaktadır. Nitekim bu cüzde daha önce bu üstünlüğe işaret etmiştik. Bu düşüncenin oluşması da, Kur'an'ın mümin ruhlarda giriştiği eksiksiz ve kapsamlı savaşın bir yönünü oluşturmaktadır. Kur'an, müminlerle birlikte sayı, hazırlık ve malca üstün düşmanlarla da savaşa girişmektedir. Böylece düşmanlar bu yönden de geride kalırlar, yenilmeleri de kaçınılmaz oluyor.

Biz bu düşüncenin oluşması ve sağlamlaşması için Kur'anï eğitim metodunun sarf ettiği çabayı görebiliyoruz. Bu kolay bir iş değildir. Sadece dille söylenen kelimelerden ibaret değildir bu çaba. Aksine ruhun cimriliğini -ne pahasına olursa olsun- hayata düşkünlüğünü ve kâr-zarara ilişkin kötü düşüncesini tedavi etmek için sürekli bir çabadır bu. İşte aşağıdaki derste bu tedavinin ve sürekli çabanın devamı yer almaktadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 11
77. Kendilerine, “Düşmanlıktan ellerinizi çekiniz, namazı kılınız ve zekâtı veriniz” denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca, içlerinden bir grup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korkuyla, insanlardan korkmaya başladılar da, “Rabbimiz! Savaşı bize niçin farz kıldın! Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?” dediler. Onlara de ki: “Dünya menfaati önemsizdir, Allah'tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez.”[*]

Böyle iken, Baksana o bir zamanlar kendilerine, ellerinizi (savaştan) çekiniz, sakın savaşa sebep olmayınız ve siz hemen namazı dosdoğru kılınız, zekatı veriniz, denilenleri görmedin mi? Yani savaş ve çarpışmanın zamanı değil iken, "Bize bir hükümdar gönder. (Onun önderliğinde) Allah yolunda savaşalım." (Bakara, 2/246) diyenler gibi savaşa taraftar olup da sakın savaşmayınız diye men edilenler üzerlerine savaşmak yazılıp farz kılınınca, savaş kesin bir vazife halini alınca bunlardan bir kısmı Allah'tan korkar gibi veya daha şiddetli bir şekilde insanlardan korkmaya başladılar. Sözlü olarak veya davranışlarıyla dediler ki: Ey Rabbimiz! Bize savaşmayı niçin yazdın, niçin takdir ettin, veya niçin farz kıldın? Bizi çok uzak değil yakın bir zamana kadar geciktirseydin. Az bir müddet daha bize mühlet verseydin de biraz daha yaşasak ne olurdu? Ey Muhammed! Sen bunlara de ki: Dünya malı ne olursa olsun azdır, mutlaka geçicidir. Ahiret ise muttaki olan, fenalıktan korunabilenler için daha hayırlıdır. Size kıl kadar zulüm edilmez veya onlar zulme uğramazlar.

FETİL: Hurma çekirdeğinin ortasındaki yarıktaki ince iplik gibi çizgi demek olup azlık ve önemsizlikte mesel olarak kullanılır ki, Türkçemizde 'kıl kadar" diye ifade edilir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

78. Nerede olursanız olunuz ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa “bu Allah'tan” derler; başlarına bir kötülük gelince de “bu senden” derler. “Hepsi Allah'tandır” de! Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar?[*]

Her nerede olursanız olunuz ölüm size yetişir. Yüksek kalelerde veya sağlam saraylarda, hatta gökteki yıldızlarda dahi bulunsanız yine ölüm gelir sizi bulur. Bundan dolayı ölüm korkusu ile vazifeden kaçınmanın hiçbir anlamı yoktur. Madem ki mutlaka bir ölüm vardır. Ona her zaman hazır olmalı, dünya hayatına bağlanmamalı, vazifeyi seve seve yapmalıdır. Bir de Ey Muhammed! Bir takım kimseler -ve özellikle münafıklar- kendilerine bir iyilik, bir nimet veya herhangi bir güzellik nasib olursa "bu Allah tarafındandır" diyorlar. Allah'tan biliyorlar. Ve eğer başlarınıza bir bela veya herhangi bir kötülük gelirse "bu senin tarafındandır" diyorlar.

Bu hususta şöyle rivayet edilmiştir ki: "Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine'ye geldiği zaman Medine'de bolluk ve ucuzluk olmuştu. Hz. Muhammed'in insanları İslâm'a davet etmesi üzerine yahudilerin inadı ve münafıkların münafıklığı ortaya çıktığı sıralarda kıtlık ve pahalılık görülmeye başladı. Bunda belki Medine'nin kalabalık olmaya başlamasının da bir rolü düşünülse bile, yağmurların alışılmışın aksine az yağması, meyve ve ürünlerin olmaması gibi tabii durumlar da vardır ki, "Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, ora halkını (Peygamberlere baş kaldırdıklarından ötürü bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır." (A'raf, 7/94) âyetinde her peygamberin gönderildiği memlekette başlangıçta böyle bir darlık ve sıkıntının yüz göstermesi de Allah'ın âdeti olduğu açıkça belirtilmiştir. İşte o zaman yahudiler ve münafıklar; "Biz böyle uğursuz bir adam görmedik. Bu geleli meyvalarımız az biter oldu ve fiyatlar arttı, pahalılık çoğaldı." diyorlar. Bolluğu ve ucuzluğu Allah'a, darlığı ve pahalılığı Peygambere isnad ediyorlardı. Çünkü "Onlara bir iyilik (bolluk) gelince, (Bu bizim hakkımızdır.) derler. Eğer kendilerine bir fenalık gelirse Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı " (A'raf, 7/131) âyetinin mânâsından anlaşıldığı gibi vaktiyle Hz. Musa'yı da böyle uğursuz saymışlardı. Bu âyetin iniş sebebi bu olmuş. Fakat âyet, beyanın gelişi itibariyle savaş durumlarını da ilgilendirdiğinden iyilikler ve kötülükler, bolluk veya darlık, sıhhat veya hastalık, hayat veya ölümden başka, zafer veya yenilgi gibi savaş sonuçlarını da kapsayacak bir şekilde ifade edilmiştir.

Ey Muhammed! De ki, başınıza gelen iyi ve kötü şeylerin hepsi Allah tarafındandır. Onun yaratması ve takdiri iledir. İyilikler, Allah'ın bir ihsanı, kötülükler de Allah'ın yardımı kesmesidir. Bu böyle iken bu adamların ne çıkarı var ki bir sözü veya olayı fıkhı ile, yani sırrı ve hikmeti ile anlamaya yaklaşmazlar da Allah tarafından başlarına gelen felaketi peygambere isnad etmeğe kalkışırlar.

Şimdi de öyle bizi niye dine davet edip duruyorsun? Kâfirlik de Allah'tandır demeye kalkışırlar. Çünkü söz anlamamak yüzünden denilince bir taraftan bundan insanın çalışmasını ve iradesini inkar etmeye, kulların işlerinde cebr (zorlama) mânâsını çıkarmaya kalkışırlar. Diğer taraftan öyle ise sorumluluk nerede kalır? Allah'a inanma ve iman etmenin tabiat tasavvurundan ne farkı olur? Allah'a kötülük nasıl isnat edilir? Allah'ın zararlı olan bir şeyi yaratması nasıl caiz olur, gibi şüphelere saplanırlar. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

79. (O halde anlayacakları şekilde söyle): Başına gelen her iyilik Allah’tandır; başına gelen her kötülük de kendindendir.[*] Biz seni bütün insanlığa elçi olarak gönderdik; ve buna (birinin şahid olması gerekirse), en büyük şahit olan Allah yeter.

Bu konuda Ey Muhammed, hitaba layık ve Allah'ın sözünü anlayacak olan sensin, dinle: Sana gelen her iyilik, her menfaat, itaat ve mükafat Allah'tandır, çalışıp kazanman olsa da olmasa da Allah'tandır. Çünkü Allah dilemeyince hiçbir şey olmaz. Allah Teâlâ Rahman ve Rahim olduğu için de iyilikler O'nun irade ve takdirine, yaratma ve var etmesine dayanmakla beraber, O'nun rızasına da tamamen uygundur. Bunun için insanın çalışıp kazanmasıyla ilgili olmayan iyilikler yalnız Allah'ın ihsanı olduğu gibi, insan iradesiyle ilgili iyilikler de Allah'ın takdir ve yaratmasına, hükmünü yürütmesine ve başarılı kılmasına, irade ve rızasına uygun olması hasebiyle yine O'nun bir ihsanıdır. Bunun için sübjektif, objektif, maddî, manevî, çalışılarak kazanılan ve çalışmadan elde edilen mutlak şekilde bütün iyilikler Allah'tan bilinmelidir. Başına gelen her kötülük ise kendi nefsindendir, kendi günah veya kusurundandır. Gerçi "Hepsi Allah'tandır." âyeti gereğince bu da Allah katındandır. Allah takdir ve irade etmemiş olsaydı bu da olamazdı. Fakat bunda yapma veya terk etme yönünden mutlaka senin sebep olman vardır. Bunun esası senin kendin, senin arzun veya senin kusurun, senin hatan veya senin acizliğin ve senin özündür. Çünkü sen başlangıçta kendi nefsinde ve aslında her şeye gücü yeten ve varlığın başlangıcı olsaydın elbette kendine hiçbir günahı yaptırmazdın ve hiçbir taraftan sana bir zararın gelmesi ihtimali olmazdı. Bundan dolayı birinci derecede günahların kaynağı, yokluğun aslı ve yalnız mümkün olan yaratıkların mahiyyetinin kendi acizliğidir. Allah, ona herhangi bir var oluş anında bol bol iyilik ihsan etmese o derhal yok olur gider. İkincisi, başa gelen kötülüklerin bir kısmı insanın arzu ve iradesine bağlıdır. İnsan onu nefsinde tecelli eden bir irade ve istek ile bilerek veya bilmeyerek bizzat veya dolayısıyla ister. Hatta ısrar da eder, irade ve istek kuvveti nefsinde bir iyilik olduğu halde istenen maksat, iyilik de kötülük de olabilir. Allah Teâlâ da cimri olmadığından kulunun iradesine izin verip hükmünü yürüterek maksadını yaratır ve istenen kötülük yine Allah katından gelmekle beraber, sebep ve çıkış yeri kulların nefsi ve onların kazancı sayılır ve sorumluluk da yapana ait olur. "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder." (Şûra, 42/30). Üçüncüsü, genel anlamıyla "seyyie" sadece günah değil, meşakkat ve sıkıntıları da kapsadığına göre bazı sıkıntılar, acılar vardır ki nefsi temizlemeye sebep ve günahlara keffaret ve bundan dolayı iyiliğin başlangıcı olur. Bu gibi kötülüklerin de başa gelmesi yalnız nefsin ıslahı veya kurtuluşu hikmetine dayandığından bu da Allah katından gelmekle beraber buna "nefsin için" mânâsına "nefsinden" demek doğru olursa da bunu iyilikten saymak daha uygundur. Bundan dolayı, her ne şekilde olursa olsun kötülük önce kula nisbet edilmeli, insan onu kendisinden bilmeli ve bununla birlikte "Allah katından" olduğunu da unutmamalıdır. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

80. Kim Elçi’ye itaat ederse elbette Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik.[*]

Bilindiği gibi elçiye itaat, elçiyi gönderene itaattir. Bunun için her kim Allah'ın elçisine itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Her kim de nefsine uyar, itaatten yüz çevirirse onu kötülüklerden koruyacağım diye uğraşma. Çünkü biz seni onların başına bir koruyucu olarak göndermedik, elçi olarak gönderdik. Artık onlar, kötülük kaynağı olan nefislerdir, elbette kötülükleri yapacaklardır. Sen onları kötülüklerden, kötülüklerin cezasından koruyamazsın. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

81. Münâfıklar sana “Baş üstüne! ” derler. Fakat yanından çıkınca, onlardan bir güruh gece karanlığında senin söylediklerinin tersine plânlar kurarlar. Allah onların o gizli plânlarını bir bir kaydediyor. Onun için sen suçlarını yüzlerine vurmaktan vazgeç de Allah'a havale et, Ona tevekkül et. Herhangi bir işte elinden geleni yapıp sonrasını Allah'a bırakmak. Sana vekil olarak Allah yeter.
82. Onlar Kur’an’ı anlamak için kafa yormuyorlar mı?[1*] Eğer o Allah dışındaki bir kaynaktan gelmiş olsaydı, elbette onda bir yığın çelişki ve tutarsızlık bulurlardı.[2*]

[1*] Tedebbür, bir şeyin önüne arkasına bakarak, geleceğe yönelik tedbir alma amacıyla düşünmeye delâlet eder. Zira dubur “arka” demektir. Tedebbur, bir sözün arkasında yatan meramı veya bir metnin satır aralarını okumak için külfete girmektir. Tefa‘ul kalıbı tekellüf ve tereddüt, yani “ısrarla aynı noktaya vurmayı” ifade eder. Çevirideki “kafa yormuyorlar mı” yan anlamının gerekçesi budur. Bu ibare, hem “Onlar Kur’an’ı okuyarak insanın, olayların ve eşyanın akıbeti üzerinde düşünüp kendi gelecekleri için tedbir üretmiyorlar mı?”, hem de “Onlar, Kur’an’ın satır aralarında yer alan murad-ı ilâhi üzerinde, ya da vahyin aktardığı olayların arka planı üzerinde derin derin düşünüp kendi gelecekleri için tedbir almıyorlar mı?” anlamına gelir. Eğer tedebbür edilirse, her şeyin Allah’tan olduğunu söyleyen 78. âyet ile sadece hayrın Allah’tan olduğunu söyleyen 79. âyet arasında bir çelişki olmayıp, aksine Allah-insan ilişkisinde muhteşem bir dengeye işaret ettiği açıkça görülür (25:32; 39:23).

[2*] İlâhî kelâmda çelişki bulunmadığı, kelâmın tümüne ilişkin genel bir hakikattir. Bu genel hakikatin bu bağlamda dile getirilmesinin ise bir sebebi olmalıdır. O sebep Allahu a‘lem 78’deki “hepsi Allah’tandır” ifadesiyle 79’daki “Başına gelen her iyilik Allah’tandır, başına gelen her kötülük de kendindendir” âyetleri olmalıdır. Allah’ın gör dediği yerden bakmayan ilk bakışta ikisi arasında çelişki varmış gibi görecektir. Gerçekte çelişki görülende değil görende, görenin zihnindedir. Kusuru bakışında değil de baktığında arayan kaybetmiştir. Buna benzer durumlarda doğru formül bellidir: “Bu (Başınıza gelenler), kendi ellerinizle yaptıklarınızın karşılığıdır” (3:182) (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

83. Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar. (Oysa) onu, Elçi’ye veya aralarında yetki sahibi kişilere götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah’ın size bol lütfu ve merhameti olmasaydı, azınız hariç elbette şeytana uyardınız.[*]

Bu ayetin çizdiği tablo, İslâm cephesinde yer alan, ruhları henüz düzene alışmamış, cephede kargaşa bulunduğuna ilişkin dedikodu çıkarmanın, bunun doğuracağı sonuçları ve bunun bir felaket olacağını kavrayamayan bir grubun tablosudur. Bunlar henüz olayları yorumlama seviyesine ulaşamamışlar ve durumun ciddiyetini de kavrayamamışlardır. Bunlar, dilden dökülen, ağızdan çıkan bir kelimenin gerek kişi için gerekse mensubu bulunduğu toplum için akla gelmeyecek ve hiçbir şekilde telâfisi mümkün olmayacak sonuçlar doğurabileceğini bilmiyorlar. Ya da -belki de İslâm cephesinde gerçek anlamda ve eksiksiz bir desteğin nasıl olacağını bilmiyorlar. Böylece her dedikoduya ilgi duymak, duyulanı orada burada anlatmak, dilden dile aktarıp yaymak gibi şeyleri rahatlıkla yaparlar. Bu dedikodunun güven veya korkuyla ilgili olması fark etmez. Çünkü her ikisinin dedikodusu da mahvedici tehlikelere nedendir. Örneğin hazırlığını yapmış uyanık ve düşmanın her hareketini izleyen bir cephede güvenle ilgili bir söylenti çıkarmak... Böyle bir kampta güvenle ilgili bir söylenti çıkarmak -uyanık olunması konusunda ne kadar emir verilirse verilsin bir tür gevşekliğe neden olur. Çünkü tehlike var endişesinden kaynaklanan uyanıklık, sırf verilen emirlerden kaynaklanan uyanıklıktan farklıdır. Böyle bir gevşeklik ölüm getirir. Gücüne güvenen ve bu güvenden dolayı da ayakları sabit olan bir kampta korku söylentisini çıkarmak da öyle. Korku söylentisi burada kargaşa, bozguna ve korkudan sakınma endişesinden doğan gereksiz hareketlere neden olur. Kuşkusuz bu da felakettir.

Hangisi olursa olsun; henüz düzenini veya önderlik makamına bağlılığını ya da her ikisini birden tamamlamamış kampın özellikleridir bunlar. Bu çizginin ve her iki özelliğin, iman, idrak ve bağlılık bakımından farklı düzeylerde grupları kapsayan o günkü müslüman kitlede yer aldığı belli olmaktadır. İşte Kur'an'ın ilahi eğitim metoduyla tedavi ettiği bu kargaşadır.

Kur'an, müslüman kitleye doğru yolu göstermektedir.

"Oysa eğer o haberi peygambere ya da başlarındaki kendi yetkililerine götürselerdi, aralarındaki yorum yapmaya yetenekli olanlar onun mahiyetini anlarlardı."

Yani şayet onlar güven veya korkuya ilişkin kendilerine ulaşan haberleri, beraberindeyse Resulullah'a emirlerine götürmüş olsalardı; bu gerçeği yorumlamaya, çelişen haberler ve yoğun kuşkular arasında sonuç çıkarmaya yetenekli olanlar haberin gerçeğini öğrenirlerdi.

Mü'min bir yetkilinin -iman şartı ve bağıyla- kumanda ettiği müslüman orduya mensup iyi bir askerin görevi; bir haber işittiğinde koşup onu Peygamberine veya yetkilisine haber vermesidir. Arkadaşlarına veya bu haberi ilgilendirmeyen kişilere söyleyip yayması değil. Çünkü gerçeği yorumlamaya yetkili olduğu kadar -kesinleştikten sonra- haberin yayılıp yayılmamasının yararlı olup olmadığını değerlendirmeye mümin komuta merkezi yetkilidir.

İşte böyle eğitiyordu Kur'an... Mü'min yetkililere inanıp bağlanmayı böyle oturtuyordu. Bir tek ayette, hatta ayetin bir bölümünde ordu düzenini bu şekilde öğretiyordu. Ayet-i kerime, güven ya da korkuya ilişkin bir haber duyan ve bu haberi kesinleşmeden, araştırmadan ve komuta merkezine bildirmeden etrafına söyleyip yayan bir askerin tuhaf bir tablosunu çizmekle başlıyor ve devamında belirttiğimiz eğitimi gerçekleştiriyor. Ayetin sonu ise, bu konuda kalpleri yüce Allah'a bağlamakta, O'nun lütfunu hatırlatıp bu lütfa karşı şükretmeye yöneltmektedir. Bu kalpleri, pusuda bekleyen ve Allah'ın lütfu ve rahmeti olmadıkça kalpleri bozan şeytana uymaktan sakındırmaktadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

84. O halde sen[1*] Allah yolunda savaş -çünkü sen, yalnızca kendi nefsinden sorumlusun- ve müminleri ölüm korkusunu yenmeleri için teşvik et![2*] Allah, hakikati inkara kalkışanların gücünü kırmaya muktedirdir; Bir şeyi yapmaya, başarmaya gücü yeten. çünkü Allah iradesinde güçlü ve cezalandırmasında şiddetlidir.

[1*] Öncelikle Hz. Peygamber’e hitab ediyor olmasına rağmen, bu cümledeki “sen”, her mümini muhatap almaktadır. Yukarıdaki tavsiye, o sırada devam etmekte olan savaş çerçevesinde anlaşılmalıdır, yoksa bir savaş tahriki olarak değil.

[2*] Harad terimi, “zihnin veya bedenin ifsadı” yahut “bir kimsenin davranışlarındaki yozlaşma” ve aynı zamanda, “zihnin sürekli rahatsızlığı” anlamlarına gelir (Kâmûs). Râğıb’a göre, harradahû fiili, “onu her türlü harad’dan kurtardı” anlamını ifade eder; tıpkı marradahû “onu hastalıktan (marad) kurtardı” ifadesindeki gibi. Bu fiil, Kur’an’da geçtiği her iki örnekte de (bu ayette ve 8:65’de) emir kipinde kullanılmıştır: “müminleri her türlü akıl rahatsızlığından uzak kıl” yahut, mecazî olarak, “her türlü ölüm korkusundan” -böylece, “müminlere ölüm korkusunu yenme duygusu kazandır” şeklinde ifade edilebilir. Harridi’l-mü’minîne ibaresinin, “müminleri teşvik et” [veya “harekete geçir” yahut “canlandır”] şeklindeki alışılmış çevirisi, klasik dilbilimcilerin bir kısmı tarafından tercih edilmiş olmasına rağmen, harrada fiilinin tam anlamını yansıtmaz (karş. Lane II, 548). (Muhammed Esed Tefsiri)

85. Kim güzel bir işe aracı olursa ondan ona bir pay vardır. Kim kötü bir şeye aracı olursa ondan da ona bir pay vardır. Allah Mukît'tir; her şeyi görüp gözetir, her şeyin karşılığını verir.
86. Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynı selâmla karşılık verin.[*] Şüphesiz Allah Hasîb'dir; her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.

"Selamun aleykum", (Kasas 28/55) "selam" (Hud, 11/69), "merhaba" (Sad 38/59) veya "günaydın", "iyi günler" gibi kelimelerin hepsi birer "sağlık ve esenlik" dileğidir. Ayette bu gibi dileklerde bulunan birine din, ırk farkı gözetilmeden daha güzeliyle karşılık verilmesi istenmektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

87. Allah –(ki) O’ndan başka ilah yoktur– sizi, varlığında şüphe olmayan kıyamet gününde elbette toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir ki!
BÖLÜM 12
88. Size ne oluyor ki (Mekke’deki) münafıklar[*] hakkında ikiye bölündünüz? Allah onları, yaptıklarından dolayı baş aşağı etmiştir. Allah'ın sapık saydığını yola gelmiş saymak mı istiyorsunuz? Allah'ın sapık saydığını iyi göstermenin bir yolunu bulamazsın.

Bunlar Bedir’de ve Uhud’da Müslümanlara karşı savaşan Mekkeli münafıklardır. Bedir’de “Bunları dinleri aldatmış!” diyorlardı (Enfal 8/49). Uhud’da da bunlarla ilgili şu ayetler inmiştir (Al-i İmran 3/176-177). Bunlar müslüman gözüküp müşriklerin yanında yer aldıkları için onları tanımak kolaydır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

89. Ne çok isterler ki siz de kendileri gibi küfre düşesiniz de böylece kendileriyle aynı seviyede olasınız. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin! Eğer aldırmazlarsa o vakit nerede bulursanız onları yakalayın, öldürün ve sakın onlardan ne veli, ne yardımcı edinmeyin![*]

Bu münafıklar hakkında çeşitli rivayetler yapılmıştır ancak en önemlileri iki tanesidir:

İmam Ahmet şöyle der: Bize Behz anlattı, O'na da Şu'be, Adiy b. Sabit'in şöyle dediğini anlatmıştır: Bana Abdullah b. Yezit, Zeyd bin Sabit'ten anlattı: Resulullah Uhud'a çıktığında onunla çıkan bazı insanlar geri döndüler. Resulullah'ın arkadaşları bunlar hakkında ikiye ayrıldılar. Bir grup "Şunları öldürelim" diğer grup "Hayır onlar mümindir" diyorlardı.

Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Niye münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz.."

Resulullah (salât ve salâm üzerine olsun); "Demirci körüğü demirin kirini nasıl gideriyorsa o da pislikleri giderir, buyurdu." Buhari, Müslim Şu'be'den rivayet ettiler.)

Avfi ibni Abbas'tan şöyle rivayet eder: Bu ayet, müslüman olduklarını söyleyen ancak müşriklere yardımcı olan bir kavim hakkında indi. Mekke'den bazı ihtiyaçlarını temin etmek için dışarı çıkmışlardı. "Şayet Muhammed'in arkadaşlarıyla karşılaşırsak onlardan bize bir zarar gelmez" diyorlardı. Müminler bunların Mekke'den çıktıklarını haber alınca, bir grup "Korkakları öldürmek için atlara binin; çünkü onlar, düşmanlarınıza yardım ediyorlar." Diğer bir grup da "Subhanallah! -veya bunun gibi bir şey söylediler- Hicret edip yurtlarını terk etmediler diye sizin söylediklerinizi söyleyen bir kavmi öldürecek misiniz? Kanlarını ve mallarını helal mı sayacağız?" diyordu. Bu şekilde iki gruba ayrılmışlardı. Bu arada Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) yanlarındaydı; Ancak iki gruptan herhangi birine müdahalede bulunmuyordu. Bunun üzerine "Niye münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz?" ayeti indi. (İbn-i Ebu Hatem rivayet etmiştir. Ancak Ebu Seleme b. Abdurrahman İkrime, Mücahit-Dahhak ve diğerlerinden de benzeri rivayetlerde yapılmıştır.)

İsnad zinciri ve tarihi bakımından birinci rivayet daha güvenilir olmakla beraber tarihsel olguya dayanarak ikinci rivayetin içeriğini tercilı ediyoruz. Çünkü Medine münafıklarıyla savaşmaya ilişkin herhangi bir em,ir söz konusu olmamıştır. Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) ne onlarla savaşmış ne de onlardan öldürmüştür. Aksine onlarla ilişkide değişik bir yöntem uygulanmıştır.

Bu yöntem; görmezlikten gelme, toplumun kendiliğinden onları dışlaması ve onları aldatan ve umutlandıran yahudilerin önce Medine'den sonra da bütün Arap yarımadasından çıkarılmasıyla çevrelerindeki dayanakların kesilmesiydi. Ancak burada onların esir edilmesine ve görüldükleri yerde öldürülmelerine ilişkin kesin bir emir görmekteyiz. Bu da gösteriyor ki bunlar, Medine'deki münafıklardan ayrı bir gruptur. Bazıları, onların esir edilmelerine ve öldürülmelerine ilişkin emir, yüce Allah'ın "... Allah yolunda hicret etmedikleri sürece onlardan hiçbirini dost edinmeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz" emriyle kayıtlanmıştır, derler. Bu âyet-i kerimede içinde bulundukları bir durumdan vazgeçmeleri için bir tehdit yer almaktadır. Oysa Medine'deki münafıklar geri dönmüş olmalarına rağmen Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onlar hakkında bu emri uygulamamıştır. Ancak "hicret edene kadar..." kelimesi, bu grubun Medine'li olmadığını aksine Medine'ye hicret etmeleri istendiğini kesinlikle göstermektedir. Kuşkusuz bu, Mekke fethinden önceydi. Bilindiği gibi -Mekke fethinden önce hicret; küfür diyarından (ülkesinden) İslam diyarına (ülkesine) göç etmek, müslüman kitleye katılmak ve onun hayat düzenine boyun eğmek olarak algılanıyordu. Bunun aksi bir davranış kafirlik ya da münafıklık olarak tanımlanıyordu. Nitekim surenin akışında yer alan gelecek derste hiçbir mazeret yokken (oralı olsalar bile yani esas vatanları olsa dahi) kendilerine göre "Daru'l-küfür" ve "Daru'l-Harp" olan Mekke'de kalan zayıf müslümanların konumuna yönelik şiddetli kınamaların yer aldığını göreceğiz. Bütün bunlar ikinci rivayetin tercihini desteklemektedirler. Buna göre bu münafıklar Mekke'de -ya da çevresinde- yer alan bir gruptu. Ağızlarıyla İslâm olduklarını söylüyorlardı. Ancak davranışlarıyla da müslümanların düşmanlarına yardımda bulunuyorlardı.

Kuşkusuz İslâm, kendisine, muhalif inançlara mensup kişilere son derece hoşgörülü davranır ve hiçbir zaman onları kendi akidesini kabul etmeye zorlamaz. Onlar -İslâm düzeni ve devleti himayesinde yaşarken bile- İslâm'a muhalif inançlarını yaşama hakkına sahiptirler, müslümanları kendi taraflarına çekmeye çalışmadıkları ve İslâm'a hakaret etmedikleri sürece... Kur'an-ı Kerim'de, ehl-i kitaptan kaynaklanan bu tür hakaretlerin hoşnutsuzlukla karşılandığına ilişkin hükümler yer almaktadır. Bununla beraber, günümüzde bazı cıvık görüşlerin ileri sürdüğü gibi İslâm, kendi himayesinde yaşayan, kendisine itiraz eden gerçeklerini örten ve hakkı batılla karıştıran kişileri kendisine inanmaya zorlamadığı kuşkusuzdur.

İslâm onları inancını kabullenmeye zorlamaz, bununla beraber hayatlarını, mallarını ve kanlarını korumayı üzerine alır. Onlarla müslümanlar arasında bir ayırım gözetmeksizin İslâm yurdunun nimetlerinden yararlandırır. Genel düzenle ilgili sorunların dışında kendi şeriatlarını uygulamalarına müsaade eder.

İslâm, inanç konusunda kendisine muhalif oldukları gün gibi aşikâr olanlara karşı bu derece hoş görülüdür. Ancak dilleriyle İslâm kelimesini söyleyen fakat davranışlarıyla bunu yalanlayanlara karşı aynı hoşgörüyü göstermez. Allah'ı birlediklerini, ondan başka ilah olmadığına tanıklık ettiklerini söyleyenler sonra da hakimiyet ve insanlar için kanun koymak gibi ilahlığın en belirgin özelliğini iddia edenlere ve bu iddialarını tanıyanlara hoşgörülü davranmaz. İslam ehl-i kitabı müşrik olarak tanımlamaktadır. Çünkü "Onlar hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu İsa'yı Allah'tan başka Rabbler edindiler." Onlar haham ve papazlarına taptıkları için değil, onların koyduğu helal ve haramlara uyuyorlardı.

İslâm, münafıklardan, bir grubun mü'min olarak nitelendirilmesine de hoşgörülü davranmaz. Çünkü onlar "Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) Allah'ın Resulü olduğuna tanıklık etmiş sonra da küfür ülkesinde kalıp müslümanların düşmanlarına yardımcı olmuşlardır.

Çünkü buradaki hoşgörü, hoşgörüden çok cıvıklıktır. Evet İslâm, hoşgörü akidesidir; Ancak, cıvık bir inanç değildir. O, ciddi bir düşünce ve ciddi bir düzendir. Ciddiyetse, hoşgörüye değil cıvıklığa karşıdır. İlk müslüman kitleye yönelik Kur'an metodunun bu uyarı ve dokunuşlarında bir açıklık ve bir mesaj vardır.

Sonra müslümanların, düşmanlarına yardım eden münafıklardan bu gruba ilişkin bu hükümden -esir alma ve öldürme hükmü- müslüman kitle ile aralarında -ateşkes veya zimmet gibi- bir sözleşme bulunan bir kampa sığınanlar istisna edilmektedir. Böyle bir durumda sığındıkları veya bağlandıkları topluma göre muamele görürler. (Seyyid Kutub Tefsiri)

90. Ancak sizinle antlaşması olan bir topluluğa sığınanlar ile sizinle savaşmayı veya kendi topluluklarıyla savaşmayı göze alamayarak size gelenler olursa durum değişir. Allah farklı tercihte bulunsaydı onları üzerinize salardı da sizinle savaşırlardı. Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz, size barış teklif ederlerse artık Allah, onlara dokunmanıza izin vermez.[*]

Eğer size sataşmaz, savaş açmaz, barış teklifi getirirlerse Allah onlara karşı herhangi bir eyleme girişmenize izin vermemiştir.

Bu hükümden, temel sistemiyle çelişmediği sürece imkan bulduğu her durumda İslâm'ın barışı tercih ettiği açıkça görülmektedir. Ancak tebliğ ve seçme özgürlüğü bulunmalıdır. Müslümanların güvenliğinin sağlanmasıyla birlikte davet hareketini engelleme söz konusu olmamalıdır. Müslümanlar eziyetlere maruz kalmamalıdır. Bizzat İslâm davası, donukluk ve tehlikeyle karşı karşıya bulunmamalıdır.

Bu yüzden -zimmet veya ateşkes gibi- sözleşmeli toplumlara sığınan, onlara bağlanan ve aralarında yaşayan kişiler de bu toplumlar statüsüne tabidirler. Onlar gibi muamele görürler. Onlarla yapılan barışın kapsamına girerler. Kuşkusuz bu, şu hükümlerde somutlaşan açık ve belirgin barış ruhudur.

Aynı şekilde esir alma ve öldürme hükmünden bir diğer grup da istisna edilmektedir. Bunlar, kavimleriyle müslümanlar arasında meydana gelen savaşta tarafsız kalmayı tercilı eden kişiler, kabileler ya da toplumlardır. Bunlar kavimleriyle birlik olup müslümanlarla savaşmaktan hoşlanmazlar. Aynı şekilde müslümanlarla birleşip kendi kavimleriyle de savaşmayı istemezler. Bu yüzden, şunlara ya da bunlara dokunmaktan dolayı duydukları sıkıntı yüzünden her iki gruptan da ellerini çekerler.

"... Sizinle ve tuttukları grupla savaşmayı içlerine sindiremeyerek size başvuran yahudiler bu hükmün dışındadır."

Böylece İslâm'ın, müslümanlara ve davalarına saldırmaktan vazgeçenler ile müslümanlarla yahut onlarla savaşanlar arasında tarafsız kalmayı yeğleyenlere karşı savaşmaktan kaçınıp barışı istediği açıkça görülmektedir. Ne müslümanlarla ne de kendi kavimleriyle savaşmaktan hoşlanmayan kişiler Yarımada da, hatta bizzat Kureyş içinde de mevcuttu. Ancak İslâm, onları yanında veya karşısında yer almaları için zorlamadı. Buna rağmen karşısında yer almalarını da istemiyordu. Kendilerini İslâm'a girmekten alıkoyan engeller ortadan kalkınca İslâm'a girmelerini istiyordu. Nitekim öyle de oldu." (Bu hükümler, pratik denemelerden sonra yarımadada iki dinin bir arada yaşayamayacağı anlaşılınca Tevbe suresindeki ayetlerle değiştirilmiştir (nesh edilmiştir).)

Yüce Allah savaşmaktan hoşlanmayan tarafsızlar hakkında bu tavrı takınmayı müslümanlara sevdirirken, durumlarında olabilecek ikinci bir tavrı açıklamaktadır. Kuşkusuz -bu şekilde savaşmaktan hoşlanmayan tarafsızlar olacaklarına- yüce Allah onları müslümanlara musallat edip düşmanlarıyla birlikte onlarla savaştırabilirdi. Ancak yüce Allah bu şekilde onları vazgeçirdi. O halde barış en uygunudur. En iyisi onları bulundukları durumda bırakmaktır.

"Allah dileseydi onları üzerinize saldırtır, onlar size savaş açarlardı. Eğer size sataşmaz, savaş açmaz, barış teklifi getirirlerse Allah onlara karşı herhangi bir eyleme girişmenize izin vermemiştir."

İşte Kur'an'ın hikmetli eğitim metodu, bu grup hakkında böyle bir tavır takınmaktan hoşlanmayan yiğit müslümanların ruhlarını bu şekilde okşamaktadır. Bu tavırdaki yüce Allah'ın lütuf ve planını, müslümanların omuzlarındaki yükü kat kat arttıracak düşmanlık ve eziyetlerin bir kısmını kaldırdığını açıklayarak okşamaktadır. Onlara, sunulan iyiliği almalarını, tepmemelerini ve kendilerinden uzak bir yol tutan kötülükten kaçınmalarını ve onunla karşılaşmamalarını öğretmektedir. Ancak bunların hiçbiri dinlerinde tefrite kaçtıklarını, inançlarında gevşek olduklarını ve basit bir barış uğruna razı olduklarını ifade etmez.

Kuşkusuz İslâm, ucuz bir barışı müslümanlara yasaklamaktadır. Çünkü İslâm'ın amacı, ne pahasına olursa olsun savaştan kaçınmak değildir. İslâm, dâvânın ve müslümanların hiçbir hakkını feda etmeyen bir barışı hedeflemektedir. Ferdî ve kişisel hakları değil elbette, yüklendikleri ve bu sayede müslüman ismini aldıkları bu sistemin hakları kastedilmektedir.

Bu sistemin, yolunda çağrısının duyurulmasına ve yeryüzünün her köşesinde insanlara ulaşmasına mani olan her engelin kaldırılması onun başta gelen hakkıdır. Yeryüzünün her köşesinde -kendisine bu çağrı ulaşmış- dileyen her kişi hiçbir zarar ve işkenceye uğramaksızın bu dine rahatlıkla girebilmelidir. Ayrıca, ne şekilde olursa olsun ona inananlara zarar vermeyi düşünenleri korkutacak bir gücün bulunması da zorunludur. Bundan sonra barış esastır. Cihad ise kıyamete kadar sürecektir kuşkusuz.

Ancak burada bir diğer grup vardır ki, İslâm onlara aynı hoşgörüyü göstermiyor. Bunlar ilk grup gibi zararlı bir münafık grubudur. Ne bir ant(aşmaya uyuyorlar ne de müslümanlarla antlaşma bulunan bir kavme bağlanırlar. O halde İslâm serbesttir. Bunları da önceki münafıklar gibi bir uygulamaya tabi tutar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

91. Sizden yana güvende olmak isteyen, kendi halklarından yana da güvende olmak isteyen başka münafıklar da göreceksiniz. Bunlar ne zaman bir fitneye / sizinle savaşmaya yönlendirilseler balıklama dalarlar. Sizden uzak durmaz, size barış teklifinde bulunmaz ve ellerini sizden tamamen çekmezlerse onları yakalayın, tespit ettiğiniz yerde de öldürün. İşte kendilerine karşı size açık yetki verdiğimiz kişiler onlardır.[*]

İbn-i Cerir Mücahit'ten şöyle nakleder: Bu ayet Mekkeli bir topluluk hakkında inmiştir. Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) gelip görünürde müslüman olduklarını söylerlerdi. Sonra da Kureyşlilerin yanına dönüp tekrar putlara taparlardı. Bu şekilde hem burada hem de orada kendilerini güvenceye almak istiyorlardı. Şayet vazgeçip ıslah olmazlarsa öldürülmeleri emredildi. Bunun için yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Eğer bunlar sizden uzak durmaz size barış teklifi getirerek savaştan el çekmezlerse onları yakalayınız ve nerede bulursanız öldürünüz. Onlara karşı size apaçık bir yetki verdik."

Böylece hoşgörü ve bağışlamanın yanında İslâm'ın kesinlik ve ciddiyetten oluşan bir diğer yönünü de görmüş oluyoruz. Tabii ki, bunun yeri ayrı diğerinin yeri ayrıdır. Bunu belirleyecek olan durumun özelliği ve realitesidir.

İslâm'ın bu ikï özelliğini bu şekilde görmek, müslümanın duygusunda olduğu kadar İslâm düzeninde de bir denge meydana getirmek için bir güvencedir. (Zaten İslâm düzeninin temel ve baslıca özelliği budur). Bazı katı kimseler çıkıp olayı sertlik, yiğitlik, şiddet ve heyecan olarak algılarsalar kuşkusuz bu İslâm değildir. Aynı şekilde, laubali, cılız ve İslâm için cihad etmekten kaçınan bazı kimseler çıkıp sanki İslâm töhmet kafesindeymiş onlar da tehlikeli ithamları bertaraf ediyorlarmış gibi tavır takınırlar. İşi; hoşgörü, barışı görmezlikten gelme, bağışlama ve salı İslâm yurdunu ve müslüman toplumu savunmak olarak algılarlar. Davanın hiçbir engelle karşılaşmadan yeryüzünün her tarafına duyurulma özgürlüğünün ve yeryüzünün herhangi bir köşesinde İslâm inancını kabul etmek isteyen bir kişinin güvenliğinin sağlanması ve İslâm inancını benimseyen -benimsemeyen tüm insanların gölgesinde güvencede olduğu üstün düzenin ve kanunun egemen olması olarak düşünmemeleri de İslâm değildir.

Uluslararası ilişkilere ilişkin hükümlerin bir kısmı duyurulup açıklanmış oldu böylece. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 13
92. Bir müminin bir mümini öldürmesi olacak şey değildir; hata ile olmuşsa başka. Kim bir mümini hata ile öldürürse, boyunduruk altındaki bir mümini özgürleştirmesi ve öldürülenin ailesine diyet[1*] vermesi gerekir; onlar bağışta bulunurlarsa başka. Eğer öldürdüğü mümin, size düşman olan topluluktan ise[2*] (yalnızca) boyunduruk altındaki bir mümini özgürleştirmesi gerekir. Eğer aranızda anlaşma olan bir topluluktan ise ailesine diyet ödemesi ve boyunduruk altındaki bir mümini özgürleştirmesi gerekir. Boyunduruk altında birini bulamayan kişi, art arda iki ay oruç tutar. Bu, tövbesinin / dönüşünün Allah tarafından kabul edilmesi içindir. Allah Alîm'dir; bilir, Hakîm'dir; doğru kararlar verir.

[1*] Hataen adam öldürmenin diyeti, beş cins deveden yirmişer tane olmak üzere toplam 100 devedir. Beş cins deve şöyledir: İki yaşına binti mehaz İki yaşına girmiş dişi deve: 20 adet - Binti lebûn: Üç yaşına girmiş dişi deve: 20 adet Hikka: Dört yaşına girmiş dişi deve: 20 adet - Cezea: Beş yaşına girmiş dişi deve: 20 adet İbn mehaz: İki yaşına girmiş erkek deve: 20 adet (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, cilt: 3, sayfa: 48) - Bugün bu 100 devenin kaç lira ettiği hesaplanır ve maktülün ailesine ödenir. Azad edecek esir bulamayanın iki ay peş peşe oruç tutması gerekir. Nebîmiz zamanında bunların değeri 1.000 dinar yani 4.350 gr. altın ediyormuş. Bu sebeple fıkıh kitapları diyet olarak 1.000 dinar ödemenin de yeterli olacağını söylerler.Alınacak diyeti Nebîmiz şöyle açıklamıştır: “Kim bir mümini kasten öldürürse öldürülenin velilerine teslim edilir. İsterlerse onu öldürürler, isterlerse diyetini alırlar. Diyet otuz hıkka yani dört yaşına girmiş dişi deve, otuz cezea yani beş yaşına girmiş dişi deve ve kırk halifa yani hamile devedir. Bu, kasten öldürmenin diyetidir. Taraflar karşılıklı olarak bir şey üzerinde de anlaşabilirler. Bu, diyet-i muğallazadır.” Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. II, s. 217. Diyet-i muğallaza, ağırlaştırılmış diyet demektir.

[2*] Antlaşma yaptığımız bir toplumun bütün fertlerinin ve o topluma sığınanların can güvenliği sağlanmış olur (Nisa 4/90). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

93. Bir mümin[*] bir mümini kasten öldürürse onun cezası, içinde ölmemek üzere kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş / dışlamış ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.

Bu ayet, Nisa 4/92. ayetin devamı niteliğinde olduğu için burada adam öldürme işini yapan kişi müminden başkası olamaz. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

94. Ey inanıp güvenenler! Allah yolunda savaşa çıktığınızda, size teslim olduğunu bildiren birini (gerçek amacını anlayana kadar) iyice araştırı. Dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek ona, "Sen mümin değilsin!" demeyin[*]. Allah katında pek çok ganimet vardır. Önceden siz de onlar gibiydiniz, Allah size ikramda bulundu (da mümin oldunuz). Öyleyse amaçlarını iyice araştırın. Allah, yaptığınız her şeyin iç yüzünü bilir.

Ayetteki ifadeye genelde “size selam verene” veya “size barış teklif edene” şeklinde anlam verilir. Oysa burada savaş durumunda silah bırakarak Müslüman ordusuna sığınan kişi konu edilmektedir. Böyle bir kişinin can ve mal güvenliğini elde etmesi için teslim olması yeterlidir, mümin olup olmamasına bakılmaz. Ama onun hakkında her türlü araştırmayı yapıp güvenilir olup olmadığını tespit zorunluluğu vardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

95. Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla[1*] malları ve canlarıyle Allah yolunda cihad edenler[2*] bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.

[1*] Lafzen, “[evde] oturanlar” -yani, Allah yolunda maddî veya manevî mücadeleye katılmayanlar.

[2*] Mücâhid terimi, “mücadele etti” yahut “üstün gayret gösterdi” yahut “kendini zorladı” -yani, iyilik uğrunda veya kötülüğe karşı- anlamına gelen cehede fiilinden türetilmiştir. Sonuç olarak cihâd en geniş anlamıyla “Allah yolunda çaba gösterenler”i ifade eder. Yani, sadece maddî bir çarpışmayı (kıtâl) değil, ama aynı zamanda ahlakî ve manevî anlamda her türlü haklı mücadeleyi kapsar; mesela, Hz. Peygamber, insanın kendi ihtiraslarına ve zaaflarına karşı mücadelesini (cihâdu’n-nefs) “en büyük cihâd” olarak tanımlamıştır (Câbir b. Abdullah’dan rivayetle Beyhakî). (Muhammed Esed Tefsiri)

96. Onlar için Allah katından yüksek mertebeler, bir bağışlanma ve bir rahmet vardır. Çünkü Allah Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
BÖLÜM 14
97. Melekler, kendi kendilerine zulmeden (yukarıdaki kimse)lere, canlarını alırken “Ne haldeydiniz de (böyle çakılıp kaldınız)?”[1*] diye soracak. Onlar, “Biz yeryüzünde güçsüzdük!” diye cevap verecekler. (Melekler) “Allah’ın arzı yeterince geniş değil miydi, hicret etseydiniz[2*] ya?” diyecekler. İşte bu tiplerin varacağı yer cehennemdir; orası ne kötü varış yeridir.

[1*] Lafzen, “hangi [durum]daydınız?” -Yani, yaşadığınız sırada. Bu, hiçbir geçerli mazereti olmaksızın Allah yolunda her türlü mücadeleden kaçınan insanlara işaret eder.

[2*] Lafzen, “Allah’ın arzı, orada hicret edeceğiniz kadar geniş değil miydi?” Hecera (“göç etti”) fiilinden türetilen hicret (“göç”) terimi Kur’an’da iki anlamda kullanılmıştır: Biri tarihsel olup Hz. Peygamber’in ve Ashâbı’nın Mekke’den Medine’ye göç etmelerini ifade ederken, diğeri ahlakî bir muhteva taşır -yani, insanın Şeytan’dan Allah’a “hicret”i- ve kişinin ana yurdunu mutlaka maddî anlamda terk etmesini gerektirmez. İşte yukarıdaki pasajın işaret ettiği, hicret teriminin bu daha geniş dinî ve ahlakî anlamıdır. Tıpkı bir önceki pasajın (95-96. ayetler) “Allah yolunda üstün çaba gösterilmesi”ni (cihâd) terimin en geniş anlamıyla, yani, hem maddî hem manevî çabaları ve gerektiğinde kişinin servetini ve hatta canını feda etmesini kapsayan anlamıyla kullanması gibi. Mekke’den Medine’ye maddî anlamda göç, Mekke’nin H. 8. yılda fethinden sonra müminler için zorunlu olmaktan çıktığı halde kötülük yurdundan iyilik yurduna ruhsal göç, İslam’ın temel şartlarından biri olmaya devam etmektedir. Başka bir deyişle, “Şeytan’dan Allah’a hicret etmeyen” kişi mümin olamaz. Bir sonraki cümlede, bu konuda kayıtsız kalanların suçlanmasının sebebi budur. (Muhammed Esed Tefsiri)

98. Ancak, hicret için bir yol bulamayan güçsüz ve çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar bu hükmün dışındadırlar.
99. Umulur ki, Allah bu kimseleri affeder. Çünkü Allah Afüvv'dur; affı sınırsız olandır, Gafûr'dur; çok bağışlayıcıdır.
100. Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve bolluk (imkân) bulur. Kim Allah’a ve Elçisine (din uğrunda) hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse elbette onun ödülü Allah’a ait olmuştur.[*] Allah Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.

Ve her kim, yolunu bilip de Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde birçok gidecek, sığınacak veya düşmanların zıddına hareket edecek yer ve genişlik bulur. Dolayısıyla yaşadıkları yerde bir tür rahat ve bolluk bulunanlar, oradan ayrılınca mutlaka sıkıntılara ve darlıklara düşeceğini zannedip de korkmamalıdırlar. Bir de, her kim Allah'a ve Resulüne hicret etmek üzere evinden çıkar da sonra amacına ulaşamadan ölüm kendisine yetişirse onun ecrini vermek Allah'a düşer. Yani amelini tamamlamış gibi, ulaşacağına ulaşmış olarak ecir elde eder. Dolayısıyla bu konuda, "yerimden ayrılırsam amacıma ya ulaşırım ya ulaşamam, iyisi mi elimdekini de kaybetmeyeceğim; Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmayayım." diye düşünmemelidir. Allah için hareket eden, kaderde öyle yazıldığı için yarıyolda da kalsa yine tam sevap alacağını bilmelidir. " Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir." (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

BÖLÜM 15
101. Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.[*]

ed-Darbu fi’l-ard, yolculuk demektir. Ebû Hanîfe Rahimehu’llāh’a [v. 150/767] göre namazı kısaltmanın câiz olacağı en kısa yolculuk müddeti deve ve normal bir yaya yürüyüşüyle üç gün üç gecedir. Yolcunun ağır ve hızlı gitmesi önemli değildir. Mesela bir günde üç gün üç gecelik yolu kat etse namazı kısa kılar. Şayet bir günlük mesafeyi üç günde kat etse namazı kısa kılmaz. Şâfi‘î Rahimehu’llāh’a [v. 204/820] göre seferîliğin en kısa süresi dört posta, yani iki günlük yürüyüştür.

“Namazı kısaltmanızda sakınca yoktur” ifadesinin zâhirinden, ki- şinin namazı kısaltma ve tam kılma arasında serbest olduğu fakat tam kılmasının daha iyi olacağı anlaşılmaktadır. Şâfi‘î Rahimehu’llāh [v. 204/820] âyetin iki durum arasında serbest bıraktığı görüşünü tercih etmiştir. Peygamber (s.a.)’in yolculukta namazı tam kıldığı rivayet edilmiştir. Hazret-i Âişe’nin [v. 58/678] de şöyle dediği rivayet edilir: “Ben Peygamber (s.a.) ile beraber umre yapmak üzere Medine’den Mekke’ye gittim. Mekke’ye vardığımızda dedim ki ‘Ya Resûlullah! Anam babam sana feda olsun! Namazı kısa da kıldım, tam da kıldım; oruç tuttum da tutmadım da.’ Resûlullah Âişe! Güzel yapmışsın” dedi ve beni ayıplamadı.” [Nesâî, “Taksîrü’s-salât fi’s-sefer”, 3] Hazret-i Osman da namazı kâh tam kâh kısa kılardı [Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 17]

Ebû Hanîfe Rahimehu’llāh’a göre [v. 150/767] göre ise yolculukta namazı kısa kılmak ruhsat değil azimettir, başka türlüsü câiz olmaz. Hazret-i Ömer’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Peygamberinizin söylediğine göre, yolculukta iki rekât olarak namaz kılmak kısa değil tamdır.”[İbn Mâce, “İkāmetü’s-salavât”, 73] Hazret-i Âişe’den [v. 58/678] de şöyle rivayet edilmiştir: “Namaz ilk farz kılındığında ikişer rekât olarak farz kılındı sonra yolculukta öyle bırakıldı, yolculuk dışında ise artırıldı.” [Buhārî, “Salât”, 1] Şayet “Peki, ‘Kısaltmanızda sakınca yok’ ifadesine ne diyeceksin?” dersen şöyle derim: Sanki onlar namazı tam kılmaya alıştıklarından, namazı kısa kıldıkları takdirde bir noksanlık meydana geleceğini düşünmüşlerdir. Bundan dolayı da âyet namazı kısa kılarken gönüllerinin hoş olması ve bu konuda rahat olmaları için bir sakınca bulunmadığını belirtmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)

102. (Ey Muhammed!) Cephede sen de onların (müminlerin) arasında bulunup da onlara namaz kıldırdığın zaman, içlerinden bir kısmı seninle beraber namaza dursun. Silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar (bir rekat kılıp) secdeye vardıklarında hemen, arkanıza geçsinler (cephedeki eski konumlarını alsınlar). Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, seninle beraber (ikinci rekat’ı) kılsınlar ve onlar da silahlarını yanlarına alarak, ihtiyatlı bulunsunlar / tedbirlerini alsınlar. İnkâr edenler arzu ederler ki, silahlarınızdan ve eşyanızdan / mühimmatınızdan gafil olsanız da size ani bir baskın yapsalar. Yağmurdan zahmet çekerseniz ya da hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir beis / zorluk yoktur. Bununla birlikte yine de ihtiyatlı olun (tedbirinizi alın). Şüphesiz Allah inkârcılara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.
103. O (bir rekatlık) namazı kılarken[1*] Allah’ı ayakta, oturur halde ve yanlarınız üzerinde anın[2*]. Güvene kavuştuğunuzda ise namazı tam kılın[3*]. Çünkü namaz, müminlere, vakitle sınırlı olarak[4*] farz kılınmıştır.

[1*] (قضي = kazâ) bir işi tam ve sağlam yapma ve yürürlüğe koyma anlamındadır (Mekâyis). Bir konuda karar verme (İsrâ 17/23) ve bir işi tamamlama (Fussilet 41/12) anlamında kullanıldığı gibi işi tam ve sağlam yapma anlamında da kullanılır (Bakara 2/200, Taha 20/72). Bu ayette kazâ, namaz kılma anlamındadır.

[2*] Tek rekâtta oturma ancak secdeden sonra olabilir. Önceki ayete göre tek rekât secde ile bittiği için oturduktan sonra bir secde daha yapmak gerekir. Bu da her rekâtta iki secdenin, secdeler arasında oturmanın ve bu sıradaki zikrin farz olduğunu gösterir. Kişinin yanları, kol ve bacaklarıdır. Vücut, kol ve bacaklar üzerinde iki şekilde durabilir. Birincisinde dizler ve dirsekler dik tutulup eller dizlerin üzerine konarak gövdenin yanların üzerine gelmesi sağlanır. İkincisinde de secde için başı yere koymadan önce dizler ve eller konur, karın dizlerden uzak tutulur ve böylece vücut yanların üzerine yerleştirilir. Bu durumda ayet, bir rekâtta kıyam, rüku ve secdenin şeklini bize anlatmış olur. Şöyle bir emir daha vardır: “Secdelerin ardından tesbih et.” (Kaf 50/40). Secdeler sözü çoğuldur. Arapçada çoğul en az üçü gösterir. Her rekatta iki secde olduğu için ikiden sonraki en az secde dört olur ve iki rekattan sonra oturup tesbihte bulunmak farz olur. Bu da tahiyyat ve benzeri duaların bu ayetin gereği olduğunu gösterir. Üçüncü ve dördüncü rekatlardan sonra oturulmasının sebebi de aynıdır. Nebimizle birlikte tek rekatlık korku namazı kılanların ikinci secdeden sonra oturmamaları da secde sayısından dolayıdır.

[3*] “Tam kılın emri”, “Korku geçtikten sonra artık bir rekâta düşürmeyin.” anlamındadır.

[4*] Bu nedenle herhangi bir namaz kendisi için belirlenen vakit sınırlarının dışında kılınamaz. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

104. O topluluğu takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin acı çektiğiniz gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah'tan, onların ummayacakları şeyleri, ummaktasınız. Allah Alîm'dir; bilir, Hakîm'dir; doğru kararlar verir.
BÖLÜM 16
105. Gerçekleri içeren bu kitabı sana biz indirdik ki sana gösterdiğimiz şekilde[1*] insanlar arasında hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma.[2*]

[1*] Yüce Allah, Kur’ân’ın açıklanmasını kendi üzerine almış, bu konuda nebiler dahil kimseye bir yetki vermemiş (Hud 11/1-2), açıklamaları bir usûle göre yapmış (A’raf 7/52), usulün ana kavram ve ilkelerini kitabında bildirmiştir (Fussilet 41/3; Zuhruf 43/2-3; Yusuf 12/1-2). Kur’ân âyetlerinin “muhkem” ve “müteşâbih” olarak ikiye ayrılması (Al-i İmran 3/7), bunların, “mesânî” prensibine (Zümer 39/23) göre anlam kümeleri oluşturup her konuda detaylara ulaşma imkanı sunması bu usûlün birer parçasıdır. Ayrıca Kur’ân, bu detaylara ulaşmak isteyenler için Arap diline (Nahl 16/103; Şu’arâ 26/195; Yûsuf 12/2; Ra’d 13/37; Taha 20/113; Zümer 39/28; Şûrâ 42/7; Ahkâf 46/12), fıtrata (Rûm 30/30; Fussilet 41/53), Resûlullah’ın örnekliğine (Ahzâb 33/21) ve ekip çalışmalarına (Fussilet 41/3) dikkat çekmektedir. Ayette geçen “bimâ erâkellah / Allah’ın sana gösterdiği şekilde” ifadesi, Kur’an’ın içerdiği sonsuz çözümlere /hikmete ulaşmak ve bunları hayata uygulamak için bu usulün takip edilmesinin zorunlu olduğunu gösterir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

[2*] Bu ayetlerin indiriliş sebebine ilişkin bir kaç kaynakta rivayet edilen hikaye şöyledir: Ensar'dan bazıları -Katade b. Nu'man ve amcası Rufae Resulullah'la (salât ve selâm üzerine olsun) birlikte bazı savaşlara katılmışlardır. Onlardan birinin (Rufae'nin) zırhı çalınır. Tüm kuşkular, Ubeyrik oğulları denilen Ensar'dan bir aileye mensup birinin üzerinde toplanıyordu. Zırhın sahibi gelip, `Ta'me b. Ubeyrik zırhımı çaldı' diye Resulullah'a şikayet eder. (Bir rivayete göre bu adam Beşir b. Ubeyrik'tir. Yine başka bir rivayete göre bu adam, Sahabe'yi yeren şiirler söyleyen sonra da bunları bazı arapların üzerine atan bir münafıktır.) Hırsız bunu görünce, zırhı alıp Zeyd bin Semin adında bir yahudinin evine atar. Sonra da Aşiretinden bir gruba "Zırhı gizledim, onu falanın evine attım. Orda bulurlar" der. Bunlar da Resulullah'a gidip ve "Ey Allah'ın peygamberi, arkadaşımız bu ithamdan uzaktır. Zırhı çalan falancadır. Bunu kesinlikle biliyoruz. İnsanların huzurunda arkadaşımızın suçsuz olduğunu bildir ve onu savun. Şayet senin aracılığınla yüce Allah onun suçsuzluğunu belirtmese helak olur" derler. Resulullah zırhın yahudinin evinde bulunduğunu öğrenince kalkıp İbn-i Ubeyrik'i aklar ve insanların huzurunda suçsuzluğunu bildirir. Henüz zırh Yahudinin evinde bulunmamışken hırsızın ailesi Resulullah'a şöyle diyordu: "Katade b. Nu'man ve amcası, bir delil, bir ispat söz konusu olmaksızın müslüman ve iyiliksever ailemizin bazı fertlerini hırsızlıkla suçluyorlar." Katade diyor ki, `Resulullah'ın yanına gidip anlatmaya başladım.' Ancak Resulullah `Müslümanlıkları ve iyiliksever kişiler oldukları bilinen bir aileyi, delilsiz ispatsız hırsızlıklarını suçluyorsun?' buyurdu. Katade `Bunun üzerine geri döndüm ve keşke malımın bir kısmı gitseydi de bu konuda Resulullah'la konuşmasaydım dedim' der. Sonra amcam bana gelip `Ne yaptın yeğenim?' dedi. Ben de Resulullah'ın bana söylediğini ona söyledim. Bunun üzerine "Allah'tan yardım istenir" dedi. Çok geçmeden şu ayetler nazil oldu: "Biz sana bu hak içerikli kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın gösterdiği gibi hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma." (Seyyid Kutub Tefsiri)

106. Allah'tan af dile; Şüphesiz Allah Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
107. Kendilerine ihanet edenleri savunma![*] Şüphesiz ki Allah günaha dalmış hainleri sevmez.

Yani, “Allah’tan onları bağışlamasını dileyebilirsin, fakat onların davranışları için mazeretler bulmaya çalışma”. Kur’an’ın, ister ruhî isterse sosyal olsun, emanete her türlü ihaneti “kişinin kendisine ihaneti” olarak tanımlaması önemlidir -tıpkı kasıtlı olarak bir günah işleyen veya zulüm yapan kimseyi “kendisine karşı günah işleyen” veya “kendisine zulmeden” (zâlimun nefsehû) olarak tanımlaması gibi- çünkü her türlü kasıtlı günahkarlık onu yapana ruhsal olarak zarar verir. (Muhammed Esed Tefsiri)

108. İnsanlardan gizlerler de Allah'tan gizleyemezler. Oysa Allah, razı olmayacağı sözü geceleyin düzüp kurarlarken onlarla beraberdi. Kuşkusuz, Allah, onların yaptığı her şeyi kuşatandır.
109. Haydi siz, dünya hayatında onları savundunuz; ya kıyamet günü onları Allah'a karşı kim savunacak, ya da kim onlara vekil olacak?[*]

Kuşkusuz sorun, bir grup insanın töhmet altında tuttuğu suçsuz birinin aklanması değildir. Her ne kadar Allah'ın terazisinde suçsuz birinin aklanması büyük bir ağırlıklı olay ise de sorun bundan çok daha önemlidir. Bu, şartlar ve durumlar ne olursa olsun, insanların arzusuna ve soyuna eğilim göstermeyen, sevgi ve öfkeye göre değişmeyen bir kriter yerleştirme sorunudur.

Sorun, bu yeni toplumun arındırılması, cahiliye ve ırkçılık kalıntılarının giderilmesinin yanında içindeki beşeri zaafların tedavi edilmesi sorunuydu. Çünkü iş insanlar arasında adaleti gerçekleştirmeyle ilgili olunca akide konusunda bile hiçbir ayırıma gidilmemeliydi. Aynı zamanda, insanlık tarihinde eşine rastlanmayan bu yeni toplumun; arzu, çıkar ve tarafgirlik lekesini taşımayan, arzulara, eğilim ve şehvetlere göre değişmeyen, iyi, temiz, sarsılmaz ve sağlam bir temele dayandırılması sorunuydu.

Olayı görmezlikten gelmek, bu kadar sıkı tutmamak, ayıplamamak, tüm gözlerin görebileceği şekilde ortaya çıkarmamak, daha doğrusu bu şekilde sert ve belirgin bir şekilde insanlar içinde utandırmamak için sebep çoktu.

Sebep çoktu; şayet yeryüzü değerleri egemen olsaydı, onlara başvurulsaydı. Ya da bu metodun başvurduğu insanların mizan ve ölçüleri o olsaydı.

Bir kere ortada açık ve seçik bir sebep vardı. İtham edilen bir yahudiydi. "Yahudi" ulusundan... O yahudi ki, sahip olduğu hiçbir zehirli okunu İslâm ve müslümanlara açılan savaşta onların aleyhinde kullanmasın. O yahudiler ki, o sene müslümanlara iki acı birden tattırmışlardı. (Yüce Allah bunun böyle olmasını dilemiştir.) O yahudi ki, ne hak, ne adalet ne de insaf bilir. O yahudi ki, müslümanlarla ilişkilerinde kesinlikle bir tek ahlâkî değere itibar etmez.

Bir diğer sebep de söz konusuydu. Bu da Ensar'la ilgili bir konuydu. Muhacirleri barındıran ve onlara yardımcı olan Ensar. Bu olay nedeniyle bazı aileleri arasında şiddetli kin baş gösteren Ensar. Oysa Yahudi'nin töhmet altında tutulması düşmanlık gölgesini uzaklaştırabilirdi.

Burada bir üçüncü sebep de vardı: Yahudiye, Ensara yönelteceği zehirli bir ok vermemek. Çünkü bazısı bazısından malını çalmış sonra da yahudiyi itham etmişlerdi. Yahudiler teşhir etmek ve tehlike yaratmak için bu fırsatı kaçırmazlardı.

Ancak sorun bunların tümünden de önemliydi. Bu tür basit çıkarlardan çok daha büyüktü. Bunların tümü İslâm'a göre son derece değersiz şeylerdir. Söz konusu olan, yeryüzü halifeliğinden ve insanlığa önder oluşundan kaynaklanan sorumluluklarını yerine getirebilmesi için bu yeni kitlenin eğitimiydi. Çünkü insanlığın bildiği her şeyden üstün olan bu ilahi metod iyice netleşmediği ve pratik hayatına yerleşmediği sürece, bu kitlenin yeryüzüne halife olması ve insanlığa önderlik yapması mümkün değildir. Bünyesini iyice arındırmadığı, beşeri zaaftan ve cahiliye kalıntılarından kaynaklanan bulanıklıkları gidermediği ve insanlar arasında adaletle hükmetmesi için, tüm yeryüzü değerlerinden, basit ve yüzeysel çıkarlarından ve insanların görmezlikten gelinmeyecek denli büyük bir şey kabul ettikleri tüm koşullardan soyutlanmış, adil bir kriteri kendi bünyesinde oluşturmadığı sürece bu fonksiyonunu yerine getirmesi mümkün değildir.

Yüce Allah, o zaman bir yahudinin başından geçen bu olayı özellikle seçmiştir. O güne kadar Medine'de müslümanlara iki defa ihanet eden, onların aleyhlerine müşrikleri bir araya getiren, aralarındaki münafıkları destekleyen, dağarcığındaki hile, deneyim ve bilgileri bu dinin aleyhinde kullanmak için fırsat kollayan yahudi. Hem de müslümanların Medine'deki hayatlarının en zor döneminde. Her yönden düşmanlıklarla kuşatıldıkları bir sırada ve bütün bu düşmanlıkların arkasında yahudinin bulunduğu bilindiği halde.

Yüce Allah, böyle bir ortamda meydana gelen bu olayı seçmekle, müslüman cemaate aktarmak istediğini söylemek ve öğretmek istediğini bu münasebetle öğretmek istiyordu.

Bu yüzden burada; yalana, uydurmaya, örtmeye ve süslü göstermeye imkan yoktur. İşlenen hatayı örtbas etmek, yapılan kötülüğü görmezlikten gelmek için dalavere yapmaya imkan yoktur.

Burada, müslüman kitlenin görünürdeki çıkarlarını düşünmeye ve bu kitleyi kuşatan geçici koşulları gözetmeye de imkan yoktur.

Buradaki sorun son derece ciddî ve nettir. Yağcılığa ve cıvıklığa tahammül etmez. Kuşkusuz bu ciddiyet şu ilahî metodun gereği ve temelidir. Bu ilâhî metodu yeryüzünde tatbik edip yaymak, hazırlanan bu ümmetin görevidir. İnsanlar arasında adaleti uygulama, evet Allah'tan gelen vahiy ve onun yardımı olmadan insanların ulaşamadığı hatta varlığından bile habersiz oldukları şu yüksek adaleti uygulamak onun görevidir.

İnsan şu erişilmez zirveden, tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm toplumların içinde yaşadığı aşağılık duruma bakınca... her yönüyle, çok alçak bir hayat yaşadıklarını görür. Ayrıca bu ulu zirve ile şu aşağılık durum arasında; kurnazlık, iki yüzlülük, politika, toplum menfaati gibi bir sürü isim ve etiket altında yığınlarca aşılmaz kayanın bulunduğunu görür. İnsan biraz dikkatlice bakınca bunun altında kötülüklerin gizlendiğini görür. İnsan bir daha bakınca, sadece müslüman ümmet örneğinin bu aşağılık düzeyden yüce zirveye çıkabildiğini görür. Tarih boyunca zaman zaman örnekleri görülen bu ümmetin, eşsiz ilahi metodun yönelttiği bu zirveye ulaştığını görür.

Geçmiş ve çağdaş cahiliye toplumlarında "adalet" ismini verdikleri kokuşmuş bataklığa gelince; böylesine temiz ve üstün bir havada üstündeki örtüyü kaldırıp ortalığı kokutmanın yararı yoktur. (Seyyid Kutub Tefsiri)

110. Kim bir kötülük yapar, yahut kendine zulmeder, sonra da Allah’tan bağışlama dilerse, Allah’ı Gafûr; çok bağışlayıcı ve Rahîm; ikramı bol bulur.
111. Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah Alîm'dir; bilir, Hakîm'dir; doğru kararlar verir.
112. Kim bir hata yapar veya bir suç işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, şüphesiz iftira etmiş, apaçık bir günah yüklenmiş olur.
BÖLÜM 17
113. Allah’ın sana lütfu ve merhameti olmasaydı, onlardan bir grup seni saptırmaya (şaşırtmaya) yeltenirdi. (Oysa) onlar, sadece kendilerini saptırır ve sana asla zarar veremezler. Allah sana Kitabı (Kur’an’ı) ve [hikmet]i (doğru hüküm verme yeteneğini) indirmiş, sana bilmediğini öğretmiştir. Allah’ın sana olan lütfu büyüktür.[*]

Kuşkusuz bu çaba, peygamberin düşmanlarının onu haktan, adaletten ve doğruluktan saptırmak için sarf ettikleri çeşitli renkten ve türden çabanın sadece bir tanesidir. Ancak her defasında yüce Allah, lütfu ve rahmetiyle onu korumuştur: Düzenbaz komplocular hep kendilerini yanıltmış, kendileri sapıklığa dalıp gitmişlerdir. Peygamberimizin hayatı bu tür çabalarla doludur. Onun kurtuluşu ve doğruyu bulması, komplolar düzenleyenlerin de sapıtmaları ve zarar etmesiyle sonuçlanmış tüm çabalar...

İşte yüce Allah bu lütfu ve rahmetini hatırlatmaktadır. Aynı zamanda Allah'ın lütfu ve rahmeti sayesinde, kendisine hiçbir zarar veremeyeceklerini bildirerek güven vermektedir ona.

Bu son komplodan koruması, masum birine haksızlık etmekten, suçluyu da aklamaktan kurtarması, kendisi için gerçeği olduğu gibi ortaya çıkarıp komplocuları göstermek sûretiyle yaptığı iyiliği hatırlatıyor. Hz. Peygambere bu münasebetle, daha büyük olan peygamberlik nimeti de hatırlatılıyor.

"Allah kitabı ve hikmeti indirerek sana, daha önce bilmediğin gerçekleri öğretmiştir. Hiç şüphesiz Allah'ın sana yönelik lütfu son derece büyüktür."

Yeryüzünde Allah'ın "insan" türüne yaptığı bir lütuftur bu. İnsanlık bu ! lütufla birlikte yeniden doğmuştur adeta. Bu lütuf, ilk ruhun nefesiyle ilk defa nasıl meydana gelmişse öylesine, yeni baştan meydana gelmesidir insanlığın.

İnsanlığı eşsiz ve olağanüstü ilahi hayat metodu aracılığıyla cahiliye bataklığından erişilmez zirveye çıkma çabasına daha da yükselten bir nimettir bu.

Bu nimetin değerini, hem İslâm'ı hem de -eskisi ve çağdaşıyla- cahiliyeyi tanıyan; İslâm'ı da cahiliyeyi de tadan bilebilir.

Yüce Allah'ın bu nimeti, Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)'a hatırlatmasına gelince; bunun nedeni, Resulullah'ın bu nimeti ilk defa öğrenen ve tanıyan olmasıdır. Bunu bilip tadan en büyük insan olmasıdır. En iyi bileni ve en çok tadına varanı olmasıdır. "Daha önce bilmediğin gerçekleri öğretmiştir. Hiç şüphesiz Allah'ın sana yönelik lütfu son derece büyüktür." (Seyyid Kutub Tefsiri)

114. Onların gizli toplantılarının birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir [sadaka] veya bir iyilik veya insanların arasını düzeltmeyi emredenin (öğütleyenin gizli toplantısı) hariç! Kim Allah’ın rızasını elde etmek için bunu yaparsa, biz ona ileride büyük bir ödül vereceğiz.[*]

Kur'an-ı Kerim'de, müslüman toplum ve müslüman önderlikten uzak, geceleyin herhangi bir şey kararlaştırmak üzere toplanmak şeklindeki fısıldaşmaya ilişkin yasak, sık sık tekrarlanmaktadır. İslâmî eğitim, aynı şekilde İslâm düzeni; her insanın problemini ya da derdini getirip peygambere açmasını öngörmektedir. Ancak şayet, insanlar arasında yayılmasını istemediği özel bir işse, bunu gizlice açacaktır. Yok eğer bu, kişiye özgü bir durum olmayıp genel konulara ilişkin olursa o zaman da açıkça soracaktır.

Bu prensibin hikmeti; müslüman toplumda "hizipleşmenin" oluşmaması ve çeşitli grupların, düşünce ve problemleriyle ya da fikir ve amaçlarıyla bütünden ayrılmamalarıdır. Müslüman toplumda bir grubun geceleri herhangi bir şey kararlaştırmaması, dolayısıyla toplumun önceden kararlaştırılmış bir şeyle karşılaşmaması, ya da gizlice bir şey kararlaştırıp onu toplumdan saklamamaları içindir bu prensip. Çünkü ne yaparlarsa yapsınlar onu Allah'tan saklayamazlar. O'nun hoşuna gitmeyen sözü geceleyin kararlaştırırken de onların yanındaydı.

Bu konu, müslüman toplumdan ve onun önderliğinden ayrı, fısıldaşmayı ve geceleri bir şeyler kararlaştırmak üzere buluşmayı yasaklayan konulardan biridir.

Kuşkusuz müslüman toplumun meclisi mescitti. Orada buluşur, namaz kılmak ve hayat sorunlarını görüşmek için orada toplanırlardı. Müslüman toplum bütünüyle açık bir toplumdu; savaş ve diğer dönemlerdeki askeri sırlar ve sahibinin dillerde dolaşmasını istemediği çok özel sorunlar dışında, tüm problemler genele sunulurdu. Bu yüzden bu açık toplum, son derecè temiz ve serbest bir atmosfere sahipti. Toplumun ya da prensiplerinden birinin aleyhinde komplolar hazırlamak isteyen genellikle münafıkların dışında hiç kimse, toplumdan habersiz geceleri bir şeyler kararlaştırmak için bir kenara çekilemez. Bu yüzden çoğu yerlerde fısıldaşma, münafıklığa yakın bir davranış kabul edilmiştir.

Bu gerçek bizim için son derece yararlıdır. Buna göre müslüman toplum, böyle bir görünümden uzak bulunmalıdır. Her ferd, düşüncesini ya da karşısına çıkan bir plan, bir hedef veya bir problemi, topluma ve onun genel liderliğine açmalıdır.

Kur'an ayeti, burada bir çeşit fısıldaşmayı bu hükmün dışında tutmaktadır. Görünüm itibariyle fısıldaşmaya benzese bile aslında ayrı bir şeydir bu:

"Meğerki bu fısıltılı toplantıların amacı sadaka vermeyi, iyiliği ve insanlar arasında dirliği emretmek olsun."

Bunun anlamı; iyilik sever bir insanın diğer bir iyilik sever insana, "Gel falancaya yardım edelim, kimsenin bilmediği bir ihtiyacının farkına vardım." Ya da "Gel şu iyiliği yapalım veya insanları iyilik yapmaya teşvik edelim." Ya da "Gel falanca ile falancayı barıştıralım, ikisinin dargın olduğunu biliyorum" demesidir. İyiliksever kişilerden oluşan bir grubun, yukarıda saydığımız işlerden birini yerine getirmek için bir araya gelmesi ve gizlice bir işi yapmak üzere anlaşmaları, fısıldaşma ve gizli buluşma değildir. İyiliksever bir insanın, kendisi gibi iyiliksever insanlara gizlice bildiği ya da düşündüğü bir iyiliği yapmalarını emretmesi, görünürde gizli fısıldaşmaya benzemesine rağmen, "emr" olarak isimlendirilmesi bu yüzdendir.

Ancak bir tek şartla; o da Allah'ın rızasını gözetmek olmalıdır.

"Kim bunları Allah'ın rızasını kazanmak amacı ile yaparsa ileride kendisine büyük bir mükafat vereceğiz."

Bu gizli fısıldaşma, falana yardım etmek ve falanca ile falancayı barıştırmak konusunda nefsin arzularına alet olmamalıdır. Kişinin, -vallahi çok iyi adamdır- yardım etmeyi ve iyiliği teşvik ediyor, insanları barıştırmak için didiniyor diye ün salması amacına yönelik olmamalıdır. Bu iyilikle, Allah'a yapılan içten yöneliş, hiç bir leke ile bulaşmamalıdır. İşte burası, bir iş yapan ve bununla Allah'ın hoşnutluğunu kazanan O'nun sevabını hak eden bir adamla, aynı işi yapmasına rağmen Allah'ın gazabını hakkeden ve bu işi kötülükler hanesine kaydedilen diğer bir adam arasındaki yol ayrımıdır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

115. Doğru yol kendisi için apaçık belli olduktan sonra kim bu elçiden / onun getirdiği ayetlerden ayrılır ve müminlerin yolundan başka bir yola girerse[*] onu, saptığı yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü hale gelmektir o!

Gelenek bu ayeti, Muhammed (s.a.v.)’ın vefatından sonraki bir zamanda, onun ümmetinin dinî bir konuda fikir birliği etmeleri anlamında kullanılan ‘icma’nın delili sayar. Bu anlayışa göre ümmetin dini bir konuda vardığı fikir birliği de ayette geçen “müminlerin yolu” ifadesinin kapsamına girer. Yine bu ayete göre bu yolun dışında bir tercihte bulunmak tıpkı hayatta iken resule muhalefet etmek gibi kişiyi dinden çıkarır. Oysa ayette geçen ‘resulden ayrılmak’, onun tebliğ ettiği şeylere yani doğrudan Allah’ın kitabına muhalefet etme anlamındadır. Allah’a itaat resule itaat ile mümkün olduğu için resulün tebliğ ettiği şeylere muhalefet Allah’a muhalefet anlamına gelir (Nisa 4/80). Ayrıca bu ayette geçen müminlerin yolu Allah Teâlâ’nın emrettiği ve rasullerin tebliğ ettikleri doğru yoldur. Müminlerin yolunun Allah katında bir değer ifade etmesi, içtihat ehliyetine sahip olduğu söylenenlerin bir konudaki ittifakıyla değil, o yolun resulün gittiği yola yani kitaba uygun olup olmaması ile ilgilidir (En’am 6/153, Yusuf 12/108). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

Meşakke "şakke" kelimesi sözlükte, birinin başkasının tuttuğu tarafın zıddını tutması anlamına gelir. Buna göre, peygambere zıt düşen, O'nun tuttuğu, saff, taraf ve yana karşıt bir yan, taraf ve saff edinmiş demektir. Bunun anlamı, tüm hayatı için onun hayat metodundan başka bir hayat metodu edinmesi ve O'nun yolundan başka bir yol seçmesidir. Oysa peygamber (salât ve selâm üzerine olsun); Allah katından inanç ve kulluk belirtilerini kapsadığı kadar, insan hayatının tüm yönlerine yönelik bir şeriat ve realist düzen de kapsayan eksiksiz bir hayat metodu getirmiştir. İnanç ve kulluk belirtileri ile şeriat ve hayat düzeni, bu metodun gövdesini oluştururlar. Öyle ki, gövdesi bölünüp bir tarafı alınır diğer tarafı bırakılırsa, bu ilahi hayat metodunun ruhu yok olur. Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) zıt düşenler; bütünüyle O'nun getirdiği metodu inkar edenler yada bir tarafını alıp diğer tarafını bırakmak suretiyle bir kısmına inanan diğer kısmını reddeden herkestir.

Yüce Allah'ın insanlara yönelik rahmeti; kendilerine bir peygamber göndermeden, onlara doğru yolu açıklamadan, kendileri iyice tanımadan sonra da sapıklığı seçmeden insanlara, azap etmemeyi ve onları en kötü dönüş yeri olan cehenneme atmamayı gerektirmiştir. Kuşkusuz bu, şu zayıf yaratığa yönelik, yüce Allah'ın geniş ve engin rahmetidir. Doğru yolu iyice tanıdıktan, yeni sistemin Allah katından geldiğini öğrendikten sonra, bu konuda Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) zıt düşüp, ona uymazsa, itaat etmezse ve kendisine bildirilen ilahî sistemden hoşnut olmazsa o zaman yüce Allah, kendisine sapıklık nasip eder; koyulduğu tarafa doğru gitmek üzere bırakır ve onu yöneldiği kafirlere, müşriklere katar. Böylece ayette anlatılan azabı hakkeder. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 18
116. Allah, kendisine ortak / şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun altındaki günahları, gerekeni yapan kişi için bağışlar[*]. Kim Allah'a ortak koşarsa yanlış yola girip kaybolup gitmiş olur.

Şirkten uzak kalan ve büyük günahlardan kaçınan (Nisa 4/31, Necm 53/31-32) veya günah işledikten sonra tövbe edip /dönüş yapıp kendilerini düzeltenler (Furkan 25/68-71) ile sevapları günahlarından fazla olanlar doğrudan cennete gider, cehennemin hışırtısını bile duymazlar. (Enbiya 21/101-102) Günahları sevaplarından fazla olanlar da cehenneme giderler. (Araf 7/9, Meryem 19/71-72, Meryem 19/86-87, Müminun 23/103-104, el-Karia 101/8-11) Bunlar, cezalarını çektikten sonra cennetteki yakınlarının yanına yerleştirilirler. (Tûr 52/21) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

117. Allah’a ortak koşanlar, (dişi isimler verdikleri, meleklerin sembolü olan putlara) dişilere dua ediyorlar. Böyle yapmakla, yalnızca aldatıcı şeytana dua etmiş oluyorlar.

Cahiliye döneminde Araplar, Meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia ediyorlardı. Sonra da bu Melekler adına heykeller dikip; "Lat, Uzza, Menat" gibi kadın isimlerini takıyorlardı bu heykellere. Allah'ın kızlarının heykelleri oldukları gerekçesiyle ve dolayısıyla onlar aracılığı ile Allah'a yaklaşmayı umarak kulluk yapıyorlardı bu putlara. Bu durum en azından işin başında böyleydi. Ancak giderek efsanenin aslını unutmuşlar, bu putlara direk ibadet etmeye başlamışlardı. Hatta şu dördüncü cüzde açıkladığımız gibi her türlü taşa ibadet edecek duruma gelmişlerdi.

Aynı şekilde bazıları doğrudan doğruya şeytana tapıyordu. Nitekim Kelbi; Hazze'den Melihoğullarının cinlere ibadet ettiğini anlatmaktadır.

Ancak buradaki ayetin anlamı daha geniştir. Buna göre onlar, bütün şirklerinde şeytana yalvarmak ve ondan yardım dilemek durumundaydılar. Oysa bu şeytan, babaları Adem'in başından geçen kıssanın kahramanıdır. Allah'ın emrine isyan etmesinden ve insanlara düşman olmasından dolayı Allah'ın lanetine uğramıştır. Kovulup lanete uğradıktan sonra, insanlara olan kini, Allah'ın himayesine sığınmayanları saptırmak için yüce Allah'tan izin istemeye sürüklemiştir onu. (Seyyid Kutub Tefsiri)

118. O şeytan ki Allah onu lanetledi. O da şöyle dedi: "Elbette kullarından belirli bir nasip edineceğim.
119. Onları kesinlikle saptıracağım, kesinlikle beklentilere sokacağım. Onlara mutlaka emredeceğim, en’âm’ın En’am, deve, sığır, koyun ve keçi cinsi hayvanlara verilen isimdir. kulaklarını yaracaklar[1*]. Mutlaka emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirecekler[2*].” (Ey insanlar!) Sizden kim şeytanı, kendine Allah’tan daha yakın sayarsa apaçık bir hüsrana uğramış olur.

[1*] Mekke müşrikleri, putlara kurban edecekleri bazı hayvanları önceden işaretlemek için onların kulaklarını yarar ve onları bir müddet serbest bırakırlardı (Bkz: Mâide, 5/103). O hayvanların etlerinden, sütlerinden ve yünlerinden ölünceye kadar yararlanmazlar, bazılarının sadece erkeklere helal, kadınlara haram olduğunu söylerlerdi (Bkz: En'âm, 6/138-139). Bu ayette kınanan husus budur. Bu, birçok müşrik toplumda görülen bir uygulamadır.

[2*] “Onlara emredeceğim, halkullahı /Allah'ın yarattığını değiştirecekler.” ifadesinde geçen “halkullah”a, Rum Suresi 30. ayette fıtrat denmiş ve din olarak tanımlanmıştır. Fıtrat, varlıkların temel yapısını ve onu oluşturan yaratılış, değişim ve gelişim ilke ve kanunlarını ifade eder. İnsan da o varlıklardan olduğu için Allah'ın dini, kişinin doğal yapısı ile tam uyuşur. Kur'an'ın Allah'ın kitabı olduğu da aynı yöntemle anlaşılır (Fussilet 41/53). Sonuç olarak bu ayet, ister indirilen ayetler, isterse yaratılan ayetler olsun, bunlardan herhangi birini bozmanın şeytan işi bir davranış olduğunu gösterir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

120. Şeytan, onlara vaatlerde bulunur, onları olmayacak isteklere sürükler, kuruntular verir; fakat Şeytan'ın vaatleri, ancak aldatıştan ibarettir.

İnsan fıtratını, iman ve tevhitten saptırıp küfür ve şirke bulaştıran bu belirgin oyalamadır. Şayet bu oyalama olmasaydı fıtrat yoluna devam edecek, yol göstericisi, kılavuzu iman olacaktı.

Kuşkusuz bu, apaçık bir oyalamadır. Bu durumda şeytan, insana kötü davranışını süsleyip bu davranışım, güzel görmesine neden olmakta, isyan yoluna kazanç ve mutluluk vaadlerinde bulunmakta, yol boyunca azgınlık yapmasına yardımcı olmaktadır. Yaptıkları sonucunda kurtulacağı kuruntusuna daldırmakta, böylece güven verip helak edici yola devam ettirmektedir:

"Fakat şeytanın onlara verdiği vaadler aldatmacadan başka bir şey değildir."

Sahne bu şekilde canlandırılıp, eski düşman ipleri bağlayarak, tuzaklar kurarak kurbanlarının düşmesini bekler durumda gözler önüne getirilince, eksik ve sönük tabiatlardan başkasının şaşkınlığı sürmez, uykuda kalmaz. Hiç bir şeye aldırmadan, hangi yolu tutacağını, Hangi ışıkla yolunu bulacağını bilmeye çalışmadan olduğu gibi kalmaz.

Bu uyarıcı mesaj, vicdanlarda etkisini gösterip, savaşın ve bulunulan konumunun gerçek durumunu tasvir ettikten sonra, yolun sonunda karşılaşılacak akıbeti açıklayan ayetin devamı gelmektedir. Şeytanın oyaladığı, kendi zannını doğrulattığı ve daha önce açıkladığı iğrenç niyetini uygulattığı kişilerle, Allah'a karşı gerçekten inanmalarından dolayı onun iplerinden kurtulanları bekleyen sonuç açıklanmaktadır. Gerçek anlamda Allah'a inananlar, bu şeytandan üstündürler. Çünkü şeytana -Allah'ın laneti üzerine olsun- yalnızca sapıkları azdırma izni verilmiştir. Allah'ın samimi kullarına dokunmasına müsade edilmemiştir. Çünkü Allah'ın sağlam ipine iyice yapıştıkları sürece, bu kullar karşısında şeytan son derece zayıftır (Seyyid Kutub Tefsiri)

121. Onların varacakları yer Cehennem'dir ve oradan kurtulmak için hiçbir yol bulamayacaklar.
122. İman edip makbul ve güzel işler yapanları, ebedî kalmak üzere içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz. Bu, Allah'ın gerçek vâdidir. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?
123. Allah'ın vâd ettiği bu mükâfat, ne sizin temennileriniz, ne de Ehl-i kitabın temennileri ile elde edilmez. Kim kötü iş yaparsa onun cezasını bulur ve Allah'tan başka, kendisini o azaptan kurtaracak ne bir hâmi Koruyan, koruyucu, himaye eden. , ne de bir yardımcı bulamaz.
124. Erkek olsun kadın olsun, imanlı olarak sâlih amel işleyen herkes cennete girecek ve zerre kadar haksızlığa uğratılmayacaktır.
125. Bütün benliğini Allah'a teslim eden, daima iyilik yapan ve her türlü batıldan Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. yüz çeviren, İbrahim'in inanç sistemine içtenlikle uyan kimseden, daha iyi iman sahibi kim vardır? Allah İbrahim'i kendisine dost edinmişti.
126. Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ındır. Allah Muhît'tir, her şeyi çepeçevre kuşatmıştır[*].

Kur'an-ı Kerim'de, yüce Allah'ın ilahlıkta birlenmesi söz konusu edildiği zaman çoğu kere beraberinde mülkiyet, egemenlik, otorite ve erişilmez gücü bakımından da belirlenmesi söz konusu olabilir. Çünkü İslâm'ın öngördüğü tevhit, sırf yüce Allah'ın zatının belirlenmesi anlamında değildir. Aktif bir tevhittir İslâm'ın öngördüğü tevhit. Evrendeki faal ve etkin gücün birliğidir, otorite ve egemenliğin de.

İnsanın göklerde ve yeryüzünde bulunan her şeyin Allah'a ait olduğunu, onun her şeyi kuşattığını ve hiçbir şeyin onun bilgisinden otoritesinden hariç olmadığını düşünmesi, yüce Allah'ı uluhiyet ve ibadette birlemesine, hayat metoduna uymak ve emrini uygulamak suretiyle hoşnutluğunu kazanmak için çabalamasına neden olacaktır. Evet her şey onun mülküdür. Herşey onun denetimindedir. Ve o her şeyi kuşatmıştır.

Bazı felsefî görüşler yüce Allah'ın birliğini kabul ediyorlar ancak, kimi iradesini, kimi ilmini, kimi otoritesini, kimi de mülkünü reddediyor. Bu gibi "felsefi" denilen, yığınlarca görüş var. Bundan dolayı hayatta bir faaliyeti, davranış ve ahlâklarında bir etkisi, duygu ve pratik hayatlarında bir değeri bulunmayan edilgen bir tanrı düşüncesidir bu. Hepsi de laf! Sadece laf!

İslâm'a göre, göklerde ve yeryüzünde bulunanlar Allah'ındır. O, her şeyin sahibidir. Her şeyi kuşatmıştır. Her şeyin üzerinde egemendir. Ancak bu düşüncenin gölgesinde vicdanlar doğrulur, davranışlar ve hayat ıslah olur. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 19
127. Kadınlar hakkında senden fetva[1*] istiyorlar. De ki: Onlarla ilgili fetvayı size Allah veriyor. Yetim (iken bakımını üstlendiğiniz) ve hakları olan mallarını teslim etmeyip[2*] kendileriyle evlenmek istediğiniz kadınlar[3*], hatta güçsüz çocuklar ve bütün yetimlere hakka uygun davranmanız konularındaki fetva, size bu kitapta sıralanan ayetlerdedir. İyilik olarak ne yaparsanız Allah onu mutlaka bilir.

[1*] Fetva, bir konuda sorulan soruya, delile dayanılarak verilen cevaptır.

[2*] Nisa 4/2-3.

[3*] Büluğa ermiş birine yetim denmez. Burada yetim kadın ifadesi, evlilik çağına gelmiş yetim kızlar için kullanılan mecaz anlatımdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

128. Bir kadın, kocasının ayrılmasından[1*] veya yüz çevirmesinden[2*] korkarsa aralarında uzlaşmaları, iki taraf için de günah değildir. Uzlaşmak hayırlıdır. Nefisler doyumsuzluğa yatkın kılınmıştır. Eğer güzel davranır ve yanlış yapmaktan sakınırsanız (bilin ki) Allah, yaptığınız şeylerin iç yüzünden haberdardır.

[1*] “Nüşuzundan”, “boşayıp ayrılmasından” anlamındadır (bkz. Nisa 34. ayetin dipnotu).

[2*] Bir erkeğin birden fazla eşi olabileceği için bir eşinden yüz çevirmesi, ilgisini diğer eşine yöneltmesi demektir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

129. Ne kadar isteseniz de (birden fazla kadınla evli iseniz) eşleriniz arasında adaleti sağlayamayacaksınız. O halde birine iyice tutulup öbürünü ortada (sahipsizmiş gibi) bırakmayınız. Eğer barış içerisinde yaşar ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız, şüphesiz ki Allah Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.

Bu âyetten anlaşılıyor ki, şartlar zorlamadığı takdirde -şartların zorlamasından maksat nefsin istekleri ve şehvetin arzuları değil, savaş ve hastalık gibi bazı nedenlerdir- aile için öngörülen en doğru hayat tek eşli hayattır. Allah “Ne kadar özen gösterseniz de eşleriniz arasında adaleti sağlayamayacaksınız” buyurarak tek eşliliği âdeta zorunlu hale getirmiştir. Nisâ sûresinin 4/3. âyetindeki hüküm tamamen ruhsattan ibarettir ki onun da hastalık ve savaş gibi birtakım sebepleri vardır. Orada da: “Eğer aralarında adaleti sağlamak konusunda kendinize güvenemiyorsanız o takdirde bir tane ile yetinin” buyrularak yine tek eşliliğin en doğru seçim olacağı ifade edilmektedir. Bu iki âyeti birlikte değerlendirdiğimizde en makul ve en doğru seçimin tek eşli evlilik olduğunu görüyoruz. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

130. Eğer ayrılırlarsa Allah, geniş nimetinden her birini zenginleştirir. Allah Vâsi'dir; İmkanları geniş olan ve Hakîm'dir, doğru kararlar verir.
131. Göklerde ve yerde olan her şey yalnızca Allah'ındır. Ant olsun, sizden önce kitap verilenlere ve size Allah'a karşı takvalı[*] olun diye tavsiyede bulunduk. Eğer gerçeği yalanlayarak nankörlük ederseniz, göklerde ve yerde olan her şey yalnızca Allah'ındır. Allah Ganî'dir, zenginliğine sınır yoktur; Hamîd'dir, övülen ve övendir.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

132. Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır. Vekil[*] olarak da Allah yeter.

Sözlükte “işinin görülmesini başkasına havale etmek” anlamındaki vekl (vükûl) kökünden türeyen vekîl “işin havale edildiği kimse” demektir. Terim olarak “bütün yaratıkların işlerinin görülmesinde güvenilip dayanılan, bu konuda tam yeterli olan varlık” mânasına gelir. Vekîl on dört âyette zât-ı ilâhiyyeyi nitelendirmekte, O’nun güvenilecek en güzel varlık olduğu, kendisine güvenen kimseyi koruduğu ve her şeyi gördüğü ifade edilmektedir. Vekîl ayrıca on civarındaki âyette Resûlullah’a nisbet edilerek onun insanlara karşı zor kullanacak ya da insanların kötü davranışlarına kefil olacak bir karakterde yaratılmadığı anlatılmaktadır. Kırk civarındaki âyette ise “tevekkül” kelimesi geçmekte, “Kendisi için ölümün söz konusu edilemeyeceği ebedî hayat sahibine güvenip dayan” âyetinde (el-Furkān 25/58) görüldüğü gibi Allah’a tevekkül emredilmekte, peygamberlerle müminlerin tevekkül, dua ve niyazları dile getirilmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “vkl” md.). İbnü’l-Cevzî, Kur’an’daki vekîl kelimesinin “koruyan, rab, zor kullanan, her şeyden haberdar olan” şeklinde dört mânaya geldiğini söyler (Nüzhetü’l-aʿyün, s. 607). (TDV İslâm Ansiklopedisi, Vekil maddesi) (Onur)

133. Ey İnsanlar! Allah, gerek görürse[*] sizi yok eder ve yerinize başkalarını getirir. Allah, bunun kuralını koymuştur.

(Şâe = شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz Nisa 4/48. ayetin dipnotu. Burada yaratılacak olan, o kişileri etkisizleştirecek şartlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

134. Dünya nimeti ve bereketini isteyen bilsin ki, dünya nimeti de âhiret mutluluğu da Allah katındadır.[*] Allah Semî'dir; çok iyi işitir, Basîr'dir; çok iyi görür.

İnsanın, dünya ve ahireti birlikte düşünebildiği, dünya ve ahiret sevabının beraberce elde edebildiği ve bunu İslâm'ın eksiksiz, realist ve idealist hayat sistemi garantilediği halde, dünya mükafatıyla yetinmesi, ilgisini dünyayla sınırlı tutması ve insan gibi yaşaması; ayakları yerde, ruhu da gökte uçuşan şu yeryüzüne egemen yasalara uygun hareket edebilen, aynı zamanda yüceler alemindekilerle birlikte yaşayabilen bir varlık olması mümkünken, hayvanlar, sürüngenler ve böcekler gibi yaşaması ahmaklıktır, basitliktir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 20
135. Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin. Allah için şahitlik eden insanlar olun. Bu hükmünüz ve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, anneniz, babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun; çünkü Allah her ikisine de sizden daha yakındır. Onun için, sakın nefsinizin arzusuna uyarak adaletten ayrılmayın. Eğer dilinizi eğip bükerek gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün şahitlikten kaçarsanız, iyi bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. [*]

Bu, "adaleti yerine getirme emaneti"dir. Her türlü durum ve koşulda, mutlak anlamda adaleti ayakta tutma emanetidir yüklenen. Yeryüzünde azgınlık ve zulmü engelleyen bu adalettir. İnsanlar arasında adil olmayı garantileyen, müslüman-müslüman olmayan her hak sahibine hakkını veren budur. Bu hak konusunda -yahudinin hikayesinde gördüğümüz gibi- Allah yanında müminle mümin olmayan eşittir. Akraba olsun, uzak olsun, herkes birdir. Arkadaş, düşman fark etmez. Zengin, fakir aynıdır.

"... Adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz."

Sırf Allah için. Doğrudan doğruya onunla birlikte hareket ederek. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilen biri için değil. Bir kişinin, toplumun ya da milletin çıkarı için değil. Sorunu ilgilendiren herhangi bir unsuru saran koşullara göre hareket etmeksizin, yalnızca Allah için ve onunla birlikte hareket ederek şahitlik. Her türlü eğilimden, arzudan, çıkar ve değerlerden soyutlanarak.

"... Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa.."

Burada ilahî sistem kişiyi kendisine ve duygularına karşı harekete geçir meye, önce kendi şahsına, sonra da anne-baba ve akrabalara karşı durmasını sağlamaya çabalamaktadır. Bu oldukça zor bir çabadır. Zorluğu, dille söylenenden, akılla kavranan anlam ve işaretlerinden çok daha fazladır. Şüphesiz bunu pratik olarak yaşamak, akılla kavramaktan çok farklı bir şeydir. Bu deneyimi pratik olarak yaşamaya çabalayandan başkası dediklerimizi anlayamaz.

Ancak yine de ilahî sistem, mümin kişiyi bu zorlu deneyimi yaşamaya yöneltmektedir. Çünkü bunun bulunması zorunludur. Bu kuralın yeryüzünde yaşaması kaçınılmazdır. İnsanlardan bir topluluğun bunu ayakta tutması şarttır.

Sonra o, kişiyi fıtrî ve toplumsal duygularına karşı çıkmaya yöneltmektedir. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilen fakir biriyse, kişi onun aleyhinde doğru şahitlik yapmaktan kaçınabilir, zayıflığına yardım olsun diye şahitliği lehinde yapabilir. Yahut kişinin fakir oluşu, cahiliye toplumlarının genel karakterleri üzere, toplumsal baskıların etkisiyle aleyhinde şahitlik edilmesine neden olabilir. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilenin zengin biri olması durumunda, toplumsal sistem onu hoşnut edecek bir karar verebilir. Ya da zenginliği ve şımarıklığı kişiyi aleyhine çevirebilir, böylece de aleyhine şahitlik etmek söz konusu olabilir. Bunlar fıtrî duygular ve toplumsal zorunluluklardır. Pratik hayatta insanlar bunlarla karşılaştıkları zaman bunların etkileri son derece ağır olur. İşte ilahî sistem kişiyi bunlara karşı harekete geçirdiği gibi kişilik sevgisine, anne-baba ve akraba sevgisine karşı da harekete geçirmektedir.

"Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır."

Bu oldukça zor bir çabadır. Son derece zorlu bir çaba olduğunu hep tekrarlıyoruz. İşte İslâm, mümin nefisleri - realite dünyasında- pratik deneyimlerin tanık olduğu ve tarihin kaydettiği böyle bir zirveye yöneltirken, insanlık aleminde gerçek bir mucize meydana getiriyordu. Bu mucize ancak, ulu ve sağlam ilahi hayat sisteminin gölgesinde gerçekleşebilir.

"o halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız."

Arzular çeşit çeşittir. Bazısı zikredildi de. Bencillik nefsin bir arzusudur. Aile ve akraba sevgisi arzusudur. Şahitlik ve hüküm noktasında fakire acımak bir arzudur. Zengine toleranslı davranmak nefsin arzusudur. Ona zarar vermek de şahitlik ve hüküm konusunda aşiret, kabile, ümmet, devlet ve vatan tarafını tutmak da keyfï bir arzudur. Aynı şekilde -şahitlik ve hüküm noktasında- din düşmanı da olsalar düşmanlara antipatik davranmak nefsin keyfî bir arzusudur. Kuşkusuz arzular ve hevesler sınıf sınıf, çeşit çeşittir. Tümü de yüce Allah'ın müminleri etkilemekten ve etkilerinde kalarak haktan ve doğruluktan sapmaktan yasakladığı şeylerdir.

Son olarak şahitliği saptırmak ve bu konuda uyulması gereken prensipten yüz çevirmek hususunda bir tehdit, bir uyarı, bir korkutma yer almaktadır.

"... Eğer kaypaklık eder, yada şahitlik yapmaktan kaçınırsanız, kuşku yok ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır."

Bir mümine, yüce Allah'ın yaptıklarından haberdar olduğunun hatırlatılması, bunun arkasındaki korkunç tehdidi anlayıp titremesi için yeterlidir. Kuşkusuz bu Kur'an ile, müminlere hitab eden yüce Allah'tı.

Rivayet edilir ki; Abdullah b. vaha, (r.a) Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) tarafından, hayberlilerin meyve ve ekinlerden elde ettikleri ürünleri ölçüp yarısını, hayberin fethinden sonra Resulullah (salât ve selâm üzerine osun)'a verdikleri söz uyarınca almak üzere gönderildiğinde, yahudiler, kendilerine yumuşak davranması için rüşvet teklif ettiler. Bunun üzerine; "Allah'a andolsun ki ben yaratılmışlar için en çok sevdiğim kişi tarafından size gönderilmişim. Sizden ise vallahi de sayınızca maymun ve domuzdan daha çok nefret ederim. Ancak ona karşı olan sevgimle, size duyduğum kin sizin hakkınızda adaletten sapmama neden olamaz" dedi. Onlar da "göklerle yer bu sayede ayaktadır" dediler.

Abdullah b. Revaha (r.a), eşsiz ilahî sistemin üzerine kurulu Hz. Peygamberin okulunda, eğitim görmüştü. O da bir insandı, böylesine zor bir deneyimden geçmiş başarıya ulaşmıştı. Kendisinden başka daha birçoklarının bu sistemin gölgesinde gerçekleştirdiği gibi o da, bu ilahî hayat sisteminin gölgesinden başka hiçbir yerde gerçekleşmesi mümkün olmayan adaleti gerçekleştirmiştir.

Bu olağanüstü dönemin ardından çağlar birbirini kovaladı. Kütüphaneler fıkıh ve kanun kitaplarıyla doldu. Hayat, yargı, kurum ve kuruluşlarıyla dolup taştı. Düzenlemeye ilişkin uygulama ve formaliteler kaydedilir oldu. Kafalar adalete ilişkin sözlerle, ağızlar ise uzun uygulamalarına ilişkin nutuklarla doldu taştı. Bütün bunları korumak için çeşitli kurum ve kuruluşlar vücuda getirildi. Ancak, adaletin gerçek tadına varmak, insanların vicdanlarında ve hayatlarında bu anlamın pratik olarak gerçekleşmesi, bu ulu ve bu erişilmez zirveye ulaşmış olağanüstü dönemin dışında hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bir de, tarih boyunca İslâm'ın egemen olduğu topraklarda, bu inancın onardığı gönüllerde ve bu essiz ilahi sistemin yetiştirdiği fert ve toplumlarda gerçekleşmiştir

Yeni yargı kurumlarını, çağdaş yargı uygulamalarını, gelişen ve iyice kurumlaşan yargısal düzenleme ve sistemleri almak isteyenlerin bu gerçeği iyice düşünmeleri gerekir. Bu adamlar, yukarıda sayılan şeylerin, adaletin gerçekleşmesi için daha pratik olduklarını ve eski çağların olağanüstü dönemdeki sade uygulamalardan daha garantili olduklarını, bu günkü yapılanların o dönemdeki sade şeklinden çok daha sağlam ve kalıcı olduklarını sanıyorlar.

Bu, işlerin formalite ve kabarıklığının, eşya ve olayların hakikatını kavrayamayanların düşüncelerinde meydana getirdiği, bir vehimdir. Şekil ve durumların sadeliğine rağmen insanları bu düzeye ulaştıran sadece bu ilahî hayat sistemidir. Şekil ve kurumların değişip yenilenmesine rağmen insanları tekrar bu düzeye ulaştıracak da yine bu ilahî hayat sistemidir.

Bunun anlamı, yeni yargı kurumlarını geçersiz kılmak değildir. Sadece kurumların hiçbir değerinin olmadığını, önemli olanın bunun ötesindeki ruh olduğunu bilmemiz yeterlidir. Bundan sonra şekli ve hacmi ne olursa olsun, hangi zaman ve mekanda söz konusu oluyorsa olsun durum değişmeyecektir. En üstün olanın üstünlüğü,zaman ve mekana bağımlı değildir kuşkusuz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

136. Ey İman edenler! Allah’a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve daha önce indirilmiş kitaplara iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve hesap gününü kabul etmeyip inkâr ederse, gerçekten çok uzak bir sapıklığa düşmüştür.

Burada mü’minler, yeniden ve gönülden imana çağrılıyor. Bir insanın mü’min olması ancak âyette geçen esaslara inanmasıyla mümkündür. Âyette “ey mü’minler” diye hitap edilenler bu esaslara inananlardır. Ona rağmen tekrar imana davet edilmeleri, imanın yürekten ve samimi olması ve inanılanların pratik hayatta karşılık bulması gerektiğini anlatıyor. Nûr sûresinin 24/62. âyetinde “Mü’minler ancak Allah’a ve Resûlüne inananlardır” buyrulmaktadır. Demek “inandım” demek yetmiyor, imanın gönülden olması, iman esaslarının benimsenmesi ve hayata geçirilmesi gerekiyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

137. İman edip sonra inkar eden, sonra yeniden iman edip sonra tekrar inkar eden sonra da inkarlarını artıranlar var ya, Allah onları ne bağışlar, ne de doğru yola yöneltir.[*]

İman ettikten sonra küfre dönmek ve küfür perdesiyle imanı örtmek mağfireti olmayan bir suçtur. Çünkü Yaratıcısıyla irtibatlı olan fıtratı, Rabbinden kopararak şeytanla irtibatlandırmak, onun yaşam alanını elinden almak demektir ki, bu en büyük zulümdür. Bu zulmün işlenmesi için kişinin illa da “ben kâfir oldum” demesi gerekmiyor. Küfre götüren fiilleri işlemesi, imanı ortadan kaldıracak küfür içerikli söylemlerde bulunması küfre girmesi için yeterli sebeptir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

138. Münafıklara, kendileri için çok acıklı bir azap olduğunu müjdele.
139. Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinen kimselerdir. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Halbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.[*]

Burada söz konusu edilen kafirler, tercilı edilen görüşe göre yahudilerdir. Münafıklar onlara sığınırlardı. Onların yanında gizlice buluşurlardı. Birlikte müslüman kitlenin aleyhinde çeşitli komplolar hazırlarlardı.

Yüce Allah kınayıcı bir üslupla soruyor: İman ettiklerini iddia etmelerine rağmen niçin kafirleri dost ediniyorlar? Kendilerini niye böyle bir duruma sokuyorlar? Niçin böyle bir konumda bulunmayı tercih ediyorlar`? Yoksa kafirlerin yanında şeref ve güç mü arıyorlar?

Fakat yüce Allah tüm şerefi tekeline almıştır. Onu dost edinen, katından isteyen ve himayesine sığınandan başkası elde edemez bu şerefi.

Böylece bu ilk vurguyla münafıkların tabiatı ve başta gelen sıfatları ortaya çıkmış oluyor: Müminleri bırakıp kafirleri dost edinmek... Aynı zamanda gücün hakikatına ilişkin hatalı düşüncelerini ve münafıkların şeref ve güç beklentisi içinde bulundukları kafirlerin şeref ve güçten yoksun oldukları gerçeği de aydınlığa kavuşmuş oluyor. Bu arada, şerefin yalnızca yüce Allah'ın icadında olduğu ve sadece O'ndan isteneceği yoksa hiç kimsede ne şeref ne de güç bulunmayacağı gerçeği de yerleştirilmektedir.

Dikkat edin, insan ruhunun katında şeref bulduğu tek dayanak budur. Buna dayandığı sürece herkese üstünlük sağlayacaktır. Dikkat edin, insan ruhunu yücelten, onu özgür kılan tek kulluk şekli budur. Bir olan Allah'a kulluk... Şayet kişi bu kullukla tatmin olmazsa bitmez tükenmez değerlerin, çeşitli şahısların yığınlarca geleneğin ve sonsuz korkuların kulu olacaktır. Herkese, her şeye ve her değere kulluk yapmaktan kimse koruyamaz onu artık.

Ya bütünüyle üstünlük, şeref ve özgürlük olan yüce Allah'a kulluk... Ya da tamamıyle alçaklık ve mahkumiyet olan Allah'ın kullarına kulluk.. Dileyen dilediğini seçsin.

İman ettiği halde, Allah'tan başkasından şeref beklentisi içinde olması düşünülemez müminin. Allah'a inandığı halde Allah'ın düşmanlarından şeref, yardım ve güç isteyemez. Yeryüzünde Allah'ın en büyük düşmanlarından yardım istedikleri halde, müslümanlık iddiasında bulunan ve müslüman ismini alanlar bu Kur'an'ı anlamaya ne kadar muhtaçtırlar! Şayet henüz müslüman olmayı istiyorlarsa.. Yoksa yüce Allah'ın alemlere ihtiyacı yoktur.

Küfür üzere ölmüş soy-sopla iftihar duymak, onlarla müslüman nesil arasında soy birliği ve yakınlık olduğuna değer vermek, kafirlerin yanında şeref aramaktır; müminleri bırakıp onları dost edinmektir. Nitekim bazı insanlar Firavunlar, Asurlular, Babilliler ve cahiliye Araplarıyla iftihar duyuyorlar, cahili bir tavırla onlardan onurlanıp büyükleniyorlar.

İmam Ahmed rivayet ediyor: Bize Hüseyin b. Muhammed, bize Ebu Bekir b. Abbas, Hamid el-Kindi'den, O da Ubade b. Nesi'den, O da Ebu Reyhane'den, Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyurduğunu anlattı: "Kim şeref ve iftihar duyarak kendini kafir olan dokuz göbek atasına dayandırırsa, o da cehennemde onların onuncusudur."

Bu da gösteriyor ki, İslâm'da, etrafında birleşilecek bağ, inanç bağıdır. İslâm'da millet, tarihin başlangıcından beri yeryüzünün her tarafında ve her nesilden müminlerden oluşmaktadır. Eskiden başlayarak nesillerin birleşmesinden, ya da yeryüzünün herhangi bir bölgesinde, herhangi bir nesilde bir araya gelmesinden oluşmamaktadır millet. (Seyyid Kutub Tefsiri)

140. Allah kitabında size şunu indirmiştir: "Allah'ın ayetlerinin görmezden gelindiğini ve hafife alındığını işittiğinizde, başka bir konuya geçmedikçe onlarla oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz!"[*] Allah, bütün münafıkları ve kâfirleri cehennemde toplayacaktır.

Münafıklığın birinci derecesi; bir müminin, Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini, alaya alındığını işittiği halde bir mecliste oturması, bunlar karşısında susması ve umursamamasıdır. Buna hoşgörü diyorlar, ya da ileri görüşlülük diyorlar. İnsanın göğsünün ve ufkunun genişliğine yoruyorlar. Kişinin fikir özgürlüğüne saygılı oluşu kabul ediyorlar.

İliklerine kadar işlemiş iç bozgundur bu. Bir kere o, daha baştan kendisine güvenini yitirmiştir. Zayıflık ve korkaklıkla adlandırılmaktan çekinmektedir.

Kuşkusuz hamiyet (taraf tutmak) Allah içindir. Onun dini ve ayetleri uğrunadır. İşte imanın belirtisi budur. Bu duygu zayıfladı mı, bundan sonra tüm setler yıkılır, her engel ortadan kalkar. Zayıf kırıntılar ufak bir dalgaya kapılıp giderler.

Hamiyet (taraf tutmak) duygusu, öncelikle bilerek bastırılır, gittikçe söner, etkisi azalır, en sonunda da ölür.

Kim bir toplantıda diniyle alay edildiğini duyarsa, ya dinini savunmalı ya , da toplantıyı ve orada bulunanları terk etmelidir. Görmezlikten gelmek ve susmak ise, ruhî bozgunun ilk aşamasıdır. Böyle birisi iman ve küfür arasındaki nifak köprüsüne adımını atmış demektir. Medine'de bazı müslümanlar, toplum içinde etkin kimi münafıkların toplantılarına katılıyorlardı. Bunun da üzerlerinde etkisi büyüktü. Ancak Kur'an'ın eğitim metodu, bu işin gerçeğine dikkat çekiyordu. Böyle toplantılara katılmanın, orada olup bitenlere karşı susmanın iç bozgunun ilk aşaması olduğu gerçeğine parmak basıyordu. Onların bundan sakınmalarını istiyordu. Ancak o zamanki koşullar, onların toplantılara bütünüyle katılmamayı emretmeye müsait değildi. Bu yüzden, Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini ve alaya alındığını duyduklarında, bu toplantıları terk etmeleri emredilmişti öncelikle. Aksi bir davranışın münafıklık olacağı bildirilmişti. Münafıkların ve kafirlerin sonu ise, son derece korkunç bir sonuçtur.

"Allah size indirdiği kitapta onun ayetlerinin inkar edildiğini ya da alaya alındığını işittiğinizde başka bir konuya geçmedikleri sürece onlarla bir arada oturmamanızı, yoksa sizin de onlar gibi olacağınızı bildirdi. Hiç kuşkusuz .Allah münafıklar ile kafirleri cehennemde bir araya getirecektir."

Ayet-i kerimede, kitapta daha önce indirilmiş diye işaret edilen, Mekke'de indirilmiş En'am suresindeki şu ayet-i kerimedir: "Ayetlerimizi dillerine dolayanları gördüğünde başka bir konuya dalana kadar onlardan yüz çevir." (En'am Suresi, 68)

İşte mümini iliklerine kadar titreten tehdit! "... Siz de onlar gibi olursunuz."

Ardından hiçbir tereddüte yer bırakmayan uyarı da şudur:

"Hiç kuşkusuz Allah, münafıklar ile kafirleri cehennemde bir araya getirecektir."

Ancak yasaklamayı, Allah'ın ayetlerinin inkar edildiği, alaya alındığı toplantılarla sınırlı tutup, müslümanlarla bu münafıkların arasındaki her türlü ilişkilerini kapsayacak şekilde geniş tutmamak -daha önce değindiğimiz gibi müslüman kitlenin o gün için aşmak zorunda olduğu aşamanın özelliğini göstermektedir. Daha sonraki nesillerin de başka ortamlarda, böyle bir aşamadan geçmeleri her zaman mümkündür. Aynı şekilde ilahî hayat sisteminin özelliğini; işleri yavaş yavaş ele alışını, realite dünyasındaki pratik izlerini, duygu ve koşulları gözetişini, bu arada realiteyi değiştirmek için sürekli ve kalıcı adımlar atmayı da ihmal etmeyişini göstermektedir.

Sonra ayetlerin akışı münafıkların özelliklerini açıklamaya başlıyor. Ayıplayıcı ve nefret uyandırıcı bir tablolarını çiziyor. Müslümanları başka bir yüz, kafirleri başka bir yüzle karşılıyorlar. Değneği ortasından tutuyorlar. Yılan gibi, sürüngen gibi davranıyorlar (Seyyid Kutub Tefsiri)

141. Onlar sizin başınıza gelecekleri gözetlerler: Eğer Allah’tan size bir zafer erişirse “Sizinle birlikte değil miydik?” derler; yok eğer kâfirlerin şansı yaver giderse bu sefer de (onlara) derler ki: “Üzerinizde baskı kurup sizi teşvik ederek[1*] şu mü’minlerden kurtarmış olmadık mı?”[2*] Fakat Allah Kıyamet Günü aranızda hükmünü verecek ve inkârcıların mü’minlere zarar vermelerine asla izin vermeyecektir.

[1*] el-Havz, atı dörtnala kaldırmak için üzengilemek ve mahmuzlamaktır (Râğıb). Burada elem nestahvizin en isabetli karşılığı “üzerinize baskı kurup sizi teşvik ederek..” olsa gerektir.

[2*] Münafık tipolojisinin belirgin vasfı: Daima galibin yanında olup ganimetten pay kapmak. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 21
142. Münafiklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Allah da onların bu çabalarını başlarına geçirir. Onlar, namaza kalktıkları zaman üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı pek az anarlar.
143. İki taraf arasında kalırlar. Ne onlardan olabilirler ne de bunlardan. Sen Allah’ın sapık saydığı kişiye bir çıkış yolu bulamazsın.
144. Ey iman edenler! Müminleri bırakıp kafirleri veli[*] edinmeyin. Allah'a aleyhinizde apaçık bir delil vermek ister misiniz?

Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)

145. Şüphesiz ki, münafıklar ateşin en aşağı tabakasına atılacaklardır. Sen onlara yardım edici birini bulamayacaksın.
146. Ancak tevbe edip kendilerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı sarılıp dinlerini (ibadetlerini) yalnız onun için yapanlar başkadır. İşte bunlar, müminlerle beraberdir. Allah müminlere ileride büyük bir ödül verecektir.
147. Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah size niye azap etsin ki? Allah Şâkir'dir; şükredenlerin karşılığını fazlasıyla verir, Alîm'dir; her şeyi bilir.
148. Allah, kötü sözün açıkça dile getirilmesinden hoşlanmaz; haksızlığa uğramış olan söylerse başka[*]. Allah Semî'dir; dinler ve Alîm'dir; bilir.

Haksızlığa uğrayan kişi, maruz kaldığı haksızlığı dile getirebilir. Ayete göre o kişi, yapılan haksızlığı açığa vurma dışında bir hakka sahip değildir. Dolayısıyla kendisi de karşı tarafa kötü söz söyleyemez ve haksız davranışta bulunamaz. (Şura 42/40-41) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

149. Açık ya da gizli bir hayır yapar, kötülüğü de affederseniz[*] (onu da bilir); unutmayın ki Allah Afüvv'dur; affı sınırsız olandır, Kadîr'dir; sınırsız kudret sahibidir.

Kusuru bağışlama: İnsanın, kusur işleyenden, kötülük yapandan hakkını almasına, bir önceki âyet cevaz verse de kusur bağışlamak daha iyidir. Kusur bağışlama işi, açıktan ve gizli yapılan iyiliğe dahil olmakla birlikte, açıkça zikredilmesi, açıklanmaya lâyık olacak önem arzetmesinden ileri gelir, hatta iyiliği açık ve gizli işleme de buna zemin hazırlamak için zikredilmiştir. Keza şartın cevabı olarak “fe innellahe kâne afuvven kadîra” gelmesi de, makbul olan affın, güçlü iken yapılan af olduğunu gösterir. (Suat Yıldırım Tefsiri)

150. Allah’ı ve O nun elçilerini reddedenler, Allah ve elçilerinin aralarını ayırmak isteyenler “Biz bir kısım elçilere inanırız, bir kısmını da kabul etmeyiz” derler ve bu ikisi arasında bir yol izlerler.[*]

Yahudiler kendi peygamberlerine inandıklarını iddia ediyorlardı. Ancak, İsa ve Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) peygamberliklerini inkar ediyorlardı. Hıristiyanlar, Hz. İsa'yı ilahlaştırmalarına ek olarak; Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) peygamberliğini de inkar ediyorlardı.

İşte Kur'an hem onları hem de bunları reddediyor. Allah ve peygamberlerinin, ayrıca bütün peygamberlerin arasını ayırmaksızın iman etmeye ilişkin kapsamlı ve eksiksiz İslam düşüncesini yerleştiriyor. İşte bu kapsayıcılığıyla "din", İslâm'dır. Allah, bunun dışında insanlardan başkasını kabul etmeyecektir. Çünkü yüce Allah'ın birliğine ve bu birliğin gereklerine uygun tek din budur.

Kuşkusuz yüce Allah'ın mutlak birliği, onunla peygamberlerin insanlara gönderildiği "dinin" tekliğini gerektirmektedir. Aynı şekilde bu emaneti insanlığa taşıyan peygamberlerin birliğini zorunlu kılmaktadır. Peygamberlerin ya da peygamberliğin birliğini inkar edenler, gerçekte Allah'ın birliğini inkar etmektedirler. Ayrıca bu durum onların, yüce Allah'ın birliğinin gerekleri hakkındaki yanlış düşüncelerini göstermektedir. Yüce Allah'ın ïnsanlığa gönderdiği dininin ve onlar için seçtiği hayat' sisteminin kaynağı değişmediği gibi esasları da değişmez.

Bu nedenle, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler, ayetin akışında; "Allah'a inanan fakat peygamberleri inkar edenler" olarak, ifade edilmektedir. Peygamberlerin arasını ayırmak isteyenler de; "bazısına inanan ancak bazısına inanmayan" olarak tabir edilmektedirler. Her iki grup da, "Allah'ı peygamberlerini inkar edenler" olarak; nitelendirilmektedirler. Böylece, Allah ve peygamberlerini ayırmak ve peygamberlerinin bazısını bazısından ayırmak; Allah ve peygamberlerini inkar etmek olarak değerlendirilmiştir.

Kuşkusuz iman bölünmez bir bütündür. Allah'a iman etmek O'nun birliğine inanmaktır. Yüce Allah'ın birliği de, insanların hayatlarını (bir birlik gibi) esaslarına göre düzenlemelerini istediği dinin, birliğini gerektirmektedir. Aynı zamanda bu dini, kendi yanlarında yada onun irade ve vahyinin dışında bir kaynaktan getirmeyip, O'nun katından getiren peygamberlerin ve onlara karşı takınılacak tavrın birliğini gerektirmektedir. Mutlak küfür olmadan, bu birliği parçalamak imkansızdır. Taraftarları kimine inandıklarını kimini de inkar ettiklerini zannetseler de Allah katında cezaları, hepsine birlikte hazırlanan onur kırıcı azaptır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

151. İşte gerçekten kâfir olanlar bunlardır ve Biz kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.
152. Allah’a ve elçilerine iman edenler ve elçilerinin arasında hiçbir ayırım yapmayanlara gelince, Allah, onların karşılıklarını verecektir.[*] Allah Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.

Müslümanlara gelince, onların itikadî düşünceleri, Allah'a ve peygamberlerine aralarını ayırmaksızın topluca iman etmeyi kapsamaktadır. Her peygamber onların yanında inanılması ve saygı gösterilmesi gereken kişidir. Semavi tüm dinler haktır, bozulmaları söz konusu olmadığı sürece. Çünkü bozulmamış tarafları kalmış olsa bile artık, Allah'ın dini olmaktan çıkmıştır. Yoksa Allah'ın dini tektir -Onlar, konuyu gerçekte olduğu gibi- şöyle düşünüyorlar: Bir tek ilah vardır ve bu ilah, insanlar için hoşlandığı tek bir din göndermiştir. Hayatları için bir tek sistem koymuştur. Peygamberleri bu din ve bu sistemle göndermiştir insanlara. Müminlerin düşüncesine göre iman kervanı, birbirine bağlı bir kervandır. Öncülüğünü Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve bütün bunların kardeşleri olan diğer peygamberler (Allah'ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun) yapmaktadır. Onlar kendilerini bu köklü kervana dayandırırlar. Onlar da bu büyük emanetin taşıyıcılarıdır. Şu kutlu yol boyunca uzanan iyiliğin varisleridir onlar. Ne bir ayrılık, ne bir farklılık ne de kopukluk... Bu gerçek dinin mirası sadece onlara aittir. Onların yanında bulunanların dışında kalanların tümü batıl ve sapıklıktan başka bir şey değildir.

İşte, yüce Allah'ın ondan başkasını kabul etmediği "İslâm" budur. Yaptıklarına karşılık Allah katında mükafat ve yaptıkları kusurlardan dolayı bağışlanma ve merhamet hakkeden "müslümanlar" bunlardır:

"Allah onların mükafatını ilerde verecektir. Hiç şüphesiz Allah affedicidir, merhametlidir."

İslâm, Allah ve peygamberlerine ilişkin birlik inancını son derece sıkı tutar. Çünkü bu birlik, müminin ilah anlayışına ilişkin düşüncesine yakışır bir temeldir. Ayrıca ayrılığa, kargaşaya terk edilmemiş bir düzenin varlığına da yaraşır bir temeldir. Çünkü bu nereye bakılırsa bakılsın, varlık alemine egemen yasanın birliğini gören insana layık bir inançtır. Bu düşünce, müminleri küfür saflarına karşı duracak tek bir kafilede toplamayı, şeytanın hizbine karşı duracak bir hizipte bir araya getirmeyi garantileyen bir düşüncedir. Ancak bu tek saf, -semavi bir temele dayansa bile- sapık inançların taraftarlarının oluşturduğu saf değildir. Bu saf, dosdoğru imanın ve sapıklık bulaşmamış inancın taraftarlarının oluşturduğu saftır.

Bunun için "din" "İslâm"dır ve müslümanlar da "insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmettir." Doğru akideyi benimseyen ve bu akideyi uygulayan müslümanlar kastedilmektedir. Yoksa bir müslüman aileden doğan yada İslâm kelimesini geveleyip duranlar değil elbette.

Bu açıklamanın ışığında, Allah'ın ve peygamberlerinin arasını ayıranlar, peygamberlerden bazısını bazısından ayıranlar, iman kervanından ayrılmış, Allah'ın topladığı birlikten ayrılmış ve Allah'a iman etmenin dayandığı birliği inkar etmiş oldukları ortaya çıkmış oluyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 22
153. Ehlikitap / kitaplarında uzman olanlar, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Onlar Musa'dan daha büyük bir istekte bulunmuş, "Bize Allah'ı apaçık göstersene!" demişlerdi. Yanlış yapmalarından ötürü o korkunç ses onları sarstı. Sonra onlara onca mucize gelmiş ama yine de o boğayı ilah edinmişlerdi. Daha sonra onları bu suçlarından dolayı da affetmiş ve Musa'ya apaçık bir yetki vermiştik.[*]

Onlar Resulullah'ı (salât ve selâm üzerine olsun) sıkıştırıp kendilerine, gökten bir kitap indirmesini istiyorlardı. Yazılmış, somut, elleriyle dokunabilecekleri yazılı bir kitap indirmesini istiyorlardı.

"Ehl-i Kitap senden kendilerine gökten kitap indirmeni isterler."

Yüce Allah, peygamberinin yerine cevap vermeyi üzerine alıyor. Yahudilere karşı, O'na ve müslüman topluma, onların tarihinden; peygamberleri, önderleri ve uyarıcıları Musa (a.s)'ı ve kıssalarını anlatıyor. Yahudiler Musa'ya iman ettiklerini iddia ediyorlardı. İsa'nın ve Peygamberimizin peygamberliğini doğrulamıyorlardı.

Bu karakterleri yeni ortaya çıkmamıştır. Sadece onların bu nesline de özgü değildir. Tersine bu, onların eskiden beri var olan karakterleridir.

Onlar peygamberleri, önderleri ve uyarıcıları Musa (a.s) döneminde ne idilerse şimdi de öyledirler. Duyguları son derece kabadır. Somut şeylerden başkasını algılayamazlar. Onlar, hep sıkıntı verirler, baskı ve güçten başkasına teshiri olmayacak kadar bozulmuşlar. Onlar, küfür ve ihanette son derece ileri gitmişlerdir. Verdikleri sözden çok çabuk dönerler ve yine aksini yaparlar. -Sadece insanlara karşı değil, Rabblerine karşı da öyledirler- Onlar oldukça kaba ve iftiracıdırlar. Verdikleri sözden dönmek pek de zor değildir onlar için. Çirkin şeyleri açıkça söylemekten de utanmazlar. Dünya nimetlerine de çok düşkündürler. Haksız yollarla insanların mallarını yemek isterler. Bu arada Allah'ın emrinden ve O'nun katında bulunan sevaptan da yüz çevirirler.

Ayet-i Kerime'nin bu girişimi, onların iç yüzlerini ortaya çıkarıp rezil etmektedir. İfadenin güçlülüğü ve çok yönlülüğü o zamanlar yahudilerin, İslâm ve İslâm peygamberine karşı kurdukları iğrenç tuzaklar karşısında takınılması gereken tavrı göstermektedir. Onlar, bu iğrenç tuzaklarını bu gün bile bu din ve bu dine inananlara karşı kurmaktan geri kalmıyorlar.

"Ehl-i Kitap senden kendilerine gökten kitap indirmeni istiyorlar."

Bu istekleri seni sıkmasın. Bunda şaşılacak bir şey yok. Garip bir şey söz konusu değildir.

"Onlar vaktiyle Musa'dan daha büyüğünü isteyerek "Bize Allah'ı açıkça göster" demişlerdi."

Yüce Allah'ın, peygamberi Musa'nın eliyle gösterdiği apaçık mucizeler; yahudilerin duygularını harekete geçirmeye, vicdanlarını uyandırmaya ve gönüllerini güven ve teslimiyete yöneltmeye yetmemiştir. Üstelik yüce Allah'ı açıkça görmeyi istemişlerdir. Bu istek, imanın sevecenliğinden nasibini almış yada inanma yeteneğini kaybetmemiş bir karakterden çok, kendini beğenmiş bir karakterden gelebilir.

"Bu zalimce tutumları yüzünden kendilerini yıldırım çarpmıştı."

Buna rağmen yüce Allah onları bağışladı. İçlerinden Musa'nın duasını, bir başka sûrede yer aldığı gibi de kabul etti: "Onlar bir titreme tutunca: `Rabbim, dileseydin daha önce onları da beni de yok ederdin. Bizden beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi yok eder misin? Bu ancak senin bir denemendir. Bununla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletirsin. Bizim dostumuz sensin. O halde bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Bu dünyada ve ahirette bize iyilik ver. Biz sana yöneldik...' dedi." (A'raf Suresi, 155-156)

"Arkasından kendilerine açık belgeler geldikten sonra buzağıya taptılar."

Samiri'nin, Mısır'dan çıkarken Mısır'lı kadınları aldatarak topladığı süs eşyasından yaptığı altın buzağının, etrafında toplanıp, Musa'nın Rabbine dua etmek üzere ve içinde nur ve hidayet bulunan levhaları indirmek için kendisine kararlaştırdığı sürede yokluğundan yararlanarak onu tanrı edinmişlerdi. "Bunu da bağışladık."

Ancak yahudi yahudidir. Zor ve korku olmazsa iflah olmaz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

154. Onlardan kesin söz almak için Tur'u (Sina Dağı'nı) üzerlerine kaldırmıştık. Bir de onlara: "O kapıdan boyun eğerek girin!" demiştik. Yine onlara "Cumartesi günleri aşırı gitmeyin!" demiş, bu konularda onlardan sağlam bir söz almıştık.[*]

Âyette geçen cumartesi yasağının uygulandığı kasabanın, Medyen ile Tûr arasında Ürdün’ün meşhur Akabe limanına yakın bir mesafedeki Elat/Elot yerleşim bölgesinde bir yer olduğu söylenmektedir. Cumartesi gününün muhatapları ise bu kasabada yaşayan o günün Yahudileridir. Bunlar peygamberlerinden haftanın bir gününün kendileri için bayram olmasını istemeleri üzerine cumartesi günü onlar için bayram ilan edilmişti. Böylece, Allah İsrailoğullarının cumartesi gününü ibadete ayırıp tatil yapmalarını emretmiş, balık avlamalarını ve dünyalık işlerle uğraşmalarını da yasaklamıştı. Normal günlerde gelmeyen ve fakat cumartesi günü gelen balıklar Yahudilerin çetin bir sınavdan geçmesine vesile olmuştu. “Hile-i Şer’iyye” ile cuma akşamı nehre ağ atıp pazar sabahı balıkları toplayarak sözde hem yasağa riayet ediyorlar hem de balıkları avlıyorlardı. Bu ‘şark kurnazlığı’ yapanların yüzlerine vuruldu ve Bakara 65’te geçtiği üzere kendilerine “Aşağılık maymunlar olun” dendi. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

155. Sözlerinden caymaları, kâfirlik etmeleri / Allah'ın ayetlerini görmezlikte direnmeleri, nebilerini bir gerçeğe dayanmadan itibarsızlaştırma çabaları[1*] ve “Bizim (bu sözlere) karnımız tok!” demeleri[2*] sebebiyle dışlandılar. Aslında kâfirlikleri sebebiyle Allah, kalplerinde yeni bir yapı oluşturmuştur. Pek azı hariç artık onlar inanıp güvenmezler.

[1*] (Katele= قتل) fiilinin kök anlamı itibarsızlaştırma ve öldürmedir (Mekâyîs), Al-i İmran 3/21.

[2*] Biz her şeyi biliyoruz, yeni bir bilgiye ihtiyacımız yok.“Bu sözlere karnımız tok!” dediler. Hayır, âyetleri görmezlikte direnmeleri sebebiyle Allah onları dışladı. Artık pek azı inanır. (Bakara 2/88) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

156. Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri ve Meryem’e büyük bir iftira[*] atmalarından dolayı,

Hz. Meryem’in iffetine dil uzatıp Hz. İsa’nın gayr-ı meşru olduğunu söylüyorlardı. Meryem sûresinin 30. âyetindeki kudret delilinden dolayı İsa çocukken bu iftirayı atmazken, İsa davete başladığında kıskançlıklarından iftira atmaya başladılar. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

157. ve Allah elçisi Meryem oğlu İsa'yı öldürdük demeleri yüzünden (onları lânetledik). Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.[*]

Yahudiler; Hz. İsa’yı öldürdüklerini söylüyorlardı. Hıristiyanlar ise onun çarmıha gerildiğini, ardından da defnedildiğini, ancak üç gün sonra mezarından doğrulduğunu iddia ediyorlardı. Oysa İsa diye çarmıha gerdikleri, onu Romalılara ihbar eden hâindi. Allah’ın desteği ve mucizesiyle İsa’yı ihbar eden kişi, onların gözlerine İsa’ya benzer gösterildi. Bu yüzden askerler İsa’yı değil, ona benzeyen bu adamı astılar. Kur’an bu âyetle Hz. İsa’nın öldürülme ve çarmıha gerilme hikâyesini kesinlikle reddediyor, bir sonraki âyetle de “Allah onu katına yükseltti” buyurarak aralarındaki ihtilafa son veren hükmünü ortaya koyuyor. “Rafaa” fiili ne zaman Allah’a atfedilse “onurlandırma” veya “yüceltme” anlamlarına gelmiştir. Burada da aynı durum söz konusudur. Yani Allah İsa’nın derecesini yükseltiyor ve diğer insanlarda olduğu gibi onun ruhunu katına alıyor. Bu konuda ayrıca Âl-i İmran 3/55. âyetin dipnotuna da bakabilirsiniz. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

158. Aslında Allah, onu kendine yükseltmiştir[*]. Azîz; daima üstün ve Hakîm; bütün kararları doğru olan Allah’tır.

Al-i İmran 3/55’e göre İsa aleyhisselam öldürülmemiş, Allah onu vefat ettirmiş (Meryem 19/33) ve Yahudilerin elinden kurtarmıştır. Onun ahirette söyleyeceği “Ne zaman ki beni vefat ettirdin onları gözetim altında tutan sadece sen oldun.” sözü (Maide 5/117), normal şekilde vefat ettiğini gösterir. Zümer 39/42’ye göre vefat, işi biten ruhun bedenden ayrılmasıdır. Allah ruhu iki şekilde vefat ettirir, biri uykuya daldığında, diğeri de öldüğünde olur. Ruh, bilgisayarın işletim sistemi gibi bütün bilgileri korur. Onun için Allah, hem uyuyan hem de ölen bedenin ruhunu koruma altına alır. Uyuyan insanın ruhu uyandığında, ölen kişinin ruhu da vücut yeniden yaratıldığında geri döner (Müminûn 23/100 ve Tekvîr 81/7). İsa aleyhisselamın Allah’ın katına yükseltilmesi, öldükten sonra ruhunun yükseltilmesidir (Araf 7/40, Mearic 70/4). Dünyaya tekrar gelmesi diye bir şey yoktur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

159. Ehlikitaptan her biri, kendi ölümünden önce, ona (İsa’nın Allah’ın elçisi olduğuna[1*]) mutlaka inanacaktır. O da tekrar dirilip kalkış günü onların aleyhine şahitlik edecektir[2*].

[1*] Yahudi ve Hristiyanların İsa aleyhisselam konusunda kafir olmaları için onun Allah’ın elçisi olduğuna inanmaları ve daha sonra bu inancı örtmeleri gerekir (Al-i İmran 3/106). Bugün Katolikler, onun Allah’ın elçisi olduğunu önce kabul ederler sonra da onun ilah olduğunu söylerler. (Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri İstanbul 2000, par. 465, 858-859).

[2*] Tevrat’ı ve İncil’i iyi bilen bir Yahudi ve Hristiyan, İsa’nın Allah’ın elçisi olduğunu kesin olarak anlar ve inanır. Sonra bu inancına ters bir yol izlerse, ahirette İsa aleyhisselam onun aleyhine şahitlik eder. Onun şahitliği, bir görgü şahitliği değil, yaşadığı sırada yaptığı tebliğ görevi ile ilgili şahitliktir.Maide 5/116-118. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

160. Yaptıkları zulümler ve birçok insanı Allah yolundan alıkoymaları yüzünden, daha önce kendilerine helâl kılınmış tertemiz şeyleri, Yahudilere haram kıldık.
161. (Bunun diğer sebepleri de) Kendilerine yasak edildiği halde faiz almaları[1*] ve insanların mallarını batıl Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. [2*] yollarla yemeleridir. İçlerinden kâfir olanlara acıklı bir azap da hazırladık.

[1*] Bu ayete göre Tevrat çevirilerinde yer alan "Yabancıdan faiz alabilirsin..." ibaresinin doğru olma ihtimali yoktur. Kelimeleri işlerine geldiği gibi sağa sola çeken Yahudilerin burada da bir tahrif yaptıkları çok açıktır. Yabancıdan aldıkları faizi helal, kardeşlerinden aldıkları faizi haram saymaları Tevrat'ın iç bütünlüğüne de aykırıdır. Tevrat'taki genel bir kaide şöyledir: "Yerli yabancı herkes için tek bir yasanız olacak. Tanrınız RAB benim.” (Levililer 24:22)

[2*] Batıl yollar için bkz. Nisa 4/29’un dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

162. Fakat onlardan (kitaptaki) ilmi kavramış olanlar, sana indirilene ve senden önce indirilenlere inanan müminler, hele namazı tam kılanlar, zekatı verenler, Allah'a ve ahiret gününe güvenenler var ya![*] İşte onlara muazzam bir ödül vereceğiz.

Ahirete iman etmek ve âhiret bilinciyle yaşamak, namazı hakkını vererek ikame etmek ve namazla Allah’la ilişkileri sıklaştırmak, zekât vermek, zekât vermek için çalışmak ve verilen zekâtla manevi kirlerden arınmak mü’minin özel sıfatlarındandır. Bu tanımlama, Hz. Peygamber’in ve önceki tüm peygamberlerin bir tek hedef için gönderildiğini ve bir tek vahiyden beslendiğini gösteriyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 23
163. Biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen nebilere nasıl vahyettiysek sana da öyle vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyetmiş ve Davud'a da bir zebûr / bir kitap[*] vermiştik.

Zebûr”, kelime olarak “kitap, mülk, fırka, parça” gibi anlamlara gelir. Kur’an’da kelimenin çoğul hali olan “zübür”, “fırka, parça” anlamında kullanılır. (Mü’minûn 23/53) İki ayette Davud aleyhisselama bir Zebûr verildiği bildirilir (Nisa 4/163; İsra 17/55). Enbiya 21/105. ayette harf-i tarifli şekilde geçen Zebûr kelimesi de yine Davud’a verilen kitapla ilişkilendirilir. Bu ayet ile Kitab-ı Mukaddes’in Davud aleyhisselama ait bölümünde geçen şu ifade arasında benzerlik vardır: “Salihler yeryüzünü miras alacak ve orada sonsuza kadaryaşayacak.” (Tevrat, Mezmurlar 37/29). Beş ayette (Al-i İmrân 3/184; Nahl 16/44; Şu’arâ 26/196; Fâtır 35/25; Kamer 54/43) de kelimenin çoğul hali olan “zübür” ile öncekilere indirilenlere atıfta bulunulması, Zebûr ile kitap kelimesi arasındaki ilişkiyi göstermektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

164. Sana hikâyelerini anlattığımız elçiler olduğu gibi, sana anlatmadığımız elçiler de var. Bunların arasından Allah Musa ile bizatihi konuştu.
165. Elçileri müjdeciler ve uyarıcılar olarak (gönderdik). Böylece insanların elçilerden sonra Allah’a karşı ellerinde bir mazeretleri olmasın.[*] Azîz; daima üstün ve Hakîm; bütün kararları doğru olan Allah’tır.

O halde bu, insanlık tarihi boyunca yol alan, birbirine bağlı tek bir kervandır. Uyarı ve müjdelemek için, bir tek hidayetle gelmiş bir mesajdır bu. Kervanda insanlığın şu üstün ve seçkin kişileri yer almaktadır:

Nuh, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunları, İsa, Eyyüb, Yunus, Harun, Süleyman, Davud, Musa... Bunların dışında yüce Allah'ın Kur'an'da peygamberine anlattığı ve anlatmadığı daha nice peygamber. Bu, çeşitli kavim ve ırktan, değişik bölge ve kıtadan farklı zamanlarda ortaya çıkan kafiledir. Ne soy, ne ırk, ne toprak, ne vatan, ne zaman ne de ortam bunları birbirinden ayıramaz. Hepsi de o yüce kaynaktan gelmişlerdir. Tümü de o yol gösterici nurun taşıyıcılarıdır. Uyarı ve müjdeleme ödevini yerine getiriyorlar. Tümü de insanlığı bu nura sürüklemeye çabalıyorlar. Bir aşirete, bir kavme, bir şehre, bir bölgeye yada peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) gibi tüm insanlığa gönderilmiş olmaları, bu durumu değiştirmez.

Hepsi de vahyi Allah'tan almışlardır. Kendilerinden hiçbir şey katmış değillerdir. Şayet yüce Allah Musa (a.s) ile doğrudan konuşmuşsa bu da nasıl gerçekleştiğini kimsenin bilmediği bir vahiy çeşididir. Doğruluğundan şüphe edilmeyen tek doğru kaynak olan Kur'an, bu konuda herhangi bir ayrıntıya girmiyor. Çünkü bunun bir konuşma olduğundan öte bir şey bilmiyoruz. Bu konuşmanın mahiyeti nedir? Nasıl meydana gelmiştir? Musa bunu hangi duyu ve güçle karşılamıştır, bilmiyoruz. Bütün bunlar Kur'an'ın bize sözünü etmediği bir gaybdır. Kur'an'ın dışında - bu konuda- hiçbir kanıta dayanmayan efsanelerden başka bir şey söz konusu değildir.

Yüce Allah'ın, peygamberine anlattığı ve anlatmadığı şu peygamberlerin gönderilmesini O'nun adaleti ve merhameti gerektirmiştir. Bunları, itaat eden müminler için hazırlanan nimet ve hoşnutlukları müjdelemek ve isyancı kafirler için hazırlanan cehennem ve gazaptan korkutmak için göndermiştir. Bütün bunların nedeni de...

"Peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın" diyedir.

İnsanların iç ve dış dünyasında, yüce Allah'ın, doğru yola iletici kanıtları vardır. Aynı zamanda yüce Allah, insanların iç ve dış dünyasındaki bu kanıtları düşünecek aklı da insanlara vermiştir. Ancak yüce Allah'ın kullarına yönelik merhameti ve onlara bahşettiği yeteneğe bu akıl yeteneğine arzuların galip geleceğini takdir etmesi nedeniyle O'nun rahmeti ve hikmeti, "müjdeci ve uyarıcı" peygamberlerin gönderilmesini gerektirmiştir. Bu peygamberler insanlara hatırlatmış, gerçeği onlara göstermiştir. Fıtratlarını uyandırmaya ve akıllarını şehvetlerin ağırlığından kurtarmaya çalışmışlardır. Nitekim bu şehvetler, ya insanların akıllarına perde olmuşlar ya da iç ve dış dünyada yer alan hidayet kanıtlarına ve iman belirtilerine örtü olmuşlardır:

Hiç kuşkusuz Allah güçlüdür ve hikmet sahibidir."

Güçlüdür; yaptıklarına karşılık kullarını hesaba çekecek güçtedir. Hikmet sahibidir; her işi hikmetle planlar ve her şeyi yerli yerine koyar. Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın takdir edip hoşnut olduğu bu işte, O'nun, gücünün ve hikmetinin etkisi vardır.

İSLAM'DA AKLIN YERİ

Şu ayetin önünde bir miktar duralım:

" . Peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın diye..."

Kendimizi latif ve derin ilhamların önünde buluyoruz. Bu ilhamlardan sadece üçünü seçiyoruz, bizi Kur'an gölgesinden çıkarmayacak bir özetle.

Öncelikle insan aklının, "insanlığın" en önemli problemi olan Allah'a iman problemi konusundaki değerini, görev ve rolünü ele alalım. Yeryüzündeki hayat, tüm yönleriyle, ilke ve prensipleriyle, realite ve uygulamalarıyla bu probleme dayanmaktadır. Nitekim yeryüzündeki hayatın devamı olan fakat ondan çok daha büyük ve sonsuz olan ahiret hayatı da buna dayanmaktadır.

İnsanı ve tüm yeteneklerini en iyi bilen yüce Allah, insana bahşettiği aklın, dünya ve ahirette kendisi için doğru yolu bulması ve hayatını düzeltmesi için yeterli olacağını bilseydi iç ve dış dünyada yer alan hidayet kanıtlarını ve iman belirtilerini araştırıp böylece, hayatını dayandıracağı bir sistemi belirlemeyi, sonuçta hak ve doğruluk üzere bulunmayı sadece insan aklına bırakmış olsaydı, tarih boyunca bunca peygamberi göndermezdi. Rablerinden getirdiklerini tebliğ eden peygamberleri göndermeyi, onlara karşı bir belge kılmazdı. Ayrıca peygamberin gönderilmeyişini de kendi katında bir mazeret olarak kabul etmezdi:

"Peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri bulunmasın diye..."

Ancak yüce Allah, insana verdiği aklın, peygamberliğin direktifleri, yardımı ve koruması olmaksızın kendi başına doğru yolu bulmak için yetersiz olduğunu, aynı zamanda insanlığın hayatı için bir sistem belirleyemeyeceğini, bu sistemin insanlığın hayatında doğruluğu gerçekleştiremeyeceğini, dünya ve ahirette kendisine mensup olan kötü sonuçtan kurtaramayacağını bilmektedir. Bu yüzden yüce Allah'ın hikmeti ve rahmeti insanlara peygamber göndermeyi üstelik peygamber ve tebliğle karşılaşmadan insanları sorumlu tutmamayı dilemiştir: "... Biz peygamber göndermeden azap edecek değiliz." (İsra Suresi, 15)

Bu husus şu Kur'an ayetinde açıkça görülen gerçeklerden biridir neredeyse. Şayet o kadar net olmasa bile ayetin tartışmasız gerçeklerinden biridir.

O halde... İnsan aklının görevi nedir? İman ve hidayet, hayat sistemi ve düzeni konusundaki rolü nedir?

Kuşkusuz insan aklının rolü; peygamberin mesajını almak, görevi ise; peygamberlerden aldığını anlamaktır. Peygamberin görevi ise; anlatmak, açıklamak ve insan fıtratını üzerine çullanan ağırlıklardan kurtarmaktır. İç ve dış dünyada yer alan hidayet kanıtlarını ve iman belirtilerini düşünmesi için insan aklını uyarmaktır. Ona doğru bir algılama ve bakış metotlu belirlemiştir. Dünya ve ahirette iyiliğin gerçekleşmesini sağlayan pratik hayat sisteminin dayandığı temeli atmaktır.

İnsan aklının görevi, dine hakim olmak değildir. Allah'tan geldiğinden emin olduktan ve maksadını da anladıktan sonra, yani dil ve kavram olarak ayetin anlamını kavradıktan sonra doğruluğuna, yanlışlığına kabul edilmesine yada reddine karar vermek değildir.. Kabul veya reddetmekte serbest olduğu halde, anlamını kavradıktan sonra reddediyorsa, bu anlamı iyice özümsememiş yada kendisine yüce Allah'ın kafirlere hazırladığı azap açıklandıktan sonra olumlu karşılık vermemiş demektir. O halde doğru bir kanalla kendisine ulaştıktan ve aklın da anlam ve maksadını kavradıktan sonra insan, dinin hükümlerini kabul etmek zorundadır.

Kuşkusuz bu mesaj, akla hitap etmektedir. Onu uyandırmak, yönlendirmek ve kendisine doğru bir bakış açısı kazandırmak anlamında elbette, yoksa bu mesajın doğruluğuna yada yanlışlığına karar vermesi yada kabul veya red yetkisine sahip olması anlamında değildir. Gelen nassın hükmü kesin olarak anlaşıldıktan sonra, ister alışılmış bir anlama sahip olsun ister alışılmamış, insan aklına düşen; kabul etmek, uyup uygulamaktır.

İnsan aklının -bu alandaki- fonksiyonu, hükmün amacını anlamaktır. Sözcük ve terim bakımından metnin içerdiği işaretleri göz önünde bulundurarak anlamını kavramaktır. İşte bu noktada insan aklının fonksiyonu bitmektedir. Kuşkusuz bu hükmün doğru anlamı, akıl tarafından yükselen yanlışlık ve red itirazlarını kabul etmemektedir. Çünkü bu hüküm, Allah'tan gelmiştir. Akıl ise; Allah katından gelen şeyin doğruluğuna, yanlışlığına, kabul edilmesine veya reddedilmesine karar verecek bir ilah değildir.

Bu hassas noktada bir takım yanlışlıklar yapılmaktadır. Bu ister insan aklını ilahlaştırıp, gerçek dinin hükümlerinin doğruluk veya yanlışlığa karar verecek bir hakem konumuna getirmek isteyenler tarafından işlensin, isterse insan aklını tamamen fonksiyonsuz bırakıp, iman ve hidayet konusundaki rolünü inkar etmek isteyenlerce işlensin fark etmez. Bu hususta orta ve doğru yol burada açıkladığımızdır. Peygamberlik akla hitap etmektedir, hükümlerini kavraması için. Hem bu hükümlere hem de tüm hayatta doğru bir bakış yöntemi kazandırması için. Akıl bu hükümleri kavrayınca yani kastedileni anlayınca; önünde doğrulamak, uyup ve uygulamaktan başka seçenek kalmaz. Çünkü anlayıp anlamadığına bakmaksızın, insandan, bu hükümleri uygulaması beklenemez. Ayetlerin anlamına uygun olarak hükümler kavrandıktan sonra tartışılmasına, izin verilmez. Haktan başka bir şey anlatmayan, iyilikten başka bir şey emretmeyen yüce Allah'tan geldiği kesinleştikten sonra; kabul edilmesini yada reddedilmesini, doğruluğunu yahut yanlışlığını tartışmak yersizdir.

Yüce Allah'tan geleni karşılamanın doğru yöntemi, insan aklının -amacını kavradıktan sonra- dinin gerçek hükümlerine; mantıksal sözlerden, sınırlı değerlendirmelerden yada eksik deneyimlerden kaynaklanan hükümlerle karşı çıkmamasıdır. Doğru yöntem; insan aklının doğru hükümleri; kabul edilmesi gereken hükümler oldukları için kabul etmesidir: Çünkü bu hükümler kişisel hükümlerden daha doğrudurlar. Dosdoğru dinsel görüşün terazisiyle ölçülmeden önce onun metodu kişisel metodtan çok sağlamdır. Bu yüzden -yüce Allah'ın katından geldiğini anladıktan sonra- insan aklının, kendi ürünü herhangi bir hükme göre, dinin hükümlerine hakemlik yapması söz konusu olamaz.

Akıl, yüce Allah'ın bildirdiği hükümleri, kendine özgü ilkelerle değerlendirecek bir ilah değildir.

Ancak, insan aklı, Allah'tan gelmiş hüküm hakkında ileri sürülen akla dayanan beşeri anlama kendisine ait aklı ve beşeri bir anlamla itiraz edebilir. Bu onun sahasıdır. Yorum ve farklı anlayışlarını sağlıklı temellere dayandırdığı sürece de hiçbir zorluk ve engelle karşılaşmaz. Bu sağlıklı temellere ve bizzat dinin belirlediği kurallara dayanması koşuluyla, farklı bakış özgürlüğü, bu alanda, insan aklına tanınan en geniş alandır. Hiçbir grup, otorite veya kişi, insan aklını, doğru hükmün maksadını ve uygulama alanını düşünmekten alıkoyamaz. Değişik görüşleri her zaman ileri sürebilir. Dinin hükümlerinden gelen doğru bir kaynağın ve sistemin sınırları içinde kaldığı sürece, kendisine bakış açısı belirleyebilir. İşte risaletin akla hitap ettiğinin anlamı budur.

Kuşkusuz İslâm akıl dinidir... Evet... Hükümler ve ilkeleriyle akla hitab eden anlamında, kabul etmekten başka seçenek bırakmayan ve maddi harikalarla baskı altında tutmak anlamında değil. Ona doğru bir bakış metodu kazandırıp, iç ve dış dünyada bulunan hidayet kanıtlarını ve iman işaretlerini düşünmeye çağırır. Böylece fıtratı; alışkanlıkların, geleneklerin, aptallıkların, akıl ve fıtratı saptıran ihtirasların baskısından kurtarır. Ayetlerin anlamlarının taşıdığı prensipleri anlamayı ona bırakmak şeklinde akla hitab eder bu din. Anlamadığı yada kavramadığı bir şeye inanmaya zorlamak anlamında değil. Anlamları kavrayacak ve hükümleri anlayacak aşamaya geldikten sonra artık önünde iki seçenek vardır; ya teslim olup mümin olacaktır yada isyan edip kafir olacaktır. Yoksa doğruluğuna yada yanlışlığına karar verecek bir hakem değildir akıl. Aklı tanrılaştırıp, dosdoğru dinin hükümlerinden kimisini kabul edip kimisini reddeden, dilediğini seçip dilediğini bırakan bir konuma çıkarmak isteyenlerin söylediği gibi; kabul ve red yetkisine sahip değildir. Yüce Allah'ın hakkında "Siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?" (Talak Suresi, 22) dediği durumdur bu. Bunu küfür olarak nitelendiriyor ve o korkunç azapla tehdit ediyor.

Yüce Allah, evren konusunda, insan yada diğer bir yaratık hakkında bir gerçeği belirledikten yahut farzlar veya yasaklara ilişkin bir hüküm verdikten sonra, yüce Allah'ın belirlediği bu hükmün anlamını kavrar-kavramaz kendisine ulaşan herkesin, kabul edip uyması zorunludur. Yüce Allah:

"Allah odur ki, yedi gök yaratmış, onların benzerini de yerden aratmış. (Talak Suresi, 12)

"Kafirler, göklerle yerin bitişikken ayırdığımı ve her şeye sudan hayat verdiğimizi görmediler mi?" (Enbiya Suresi, 30)

"Allah her canlıyı sudan yaratmıştır." (Nur Suresi, 45)

"O insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan yarattı. Cinleri de yalın bir alevden yaratmıştır." (Rahman Suresi, 14-15)

Bunun gibi evrenin canlılar ve eşyanın mahiyetine ilişkin söyledikleri gerçeğin ta kendisidir.

Ayetlerin anlamını ve bunlardan kaynaklanan prensipleri anladıktan sonra, insan aklının kalkıp da; ilkelerime, bilgime ve deneyimine uymuyor diyemez. çünkü insan aklının bu alanda ulaştığı her düzey, doğruluk ve yanlışlık ihtimaline açıktır. Ancak yüce Allah'ın belirlediği hüküm ise bütünüyle hak ve doğrudur.

Yine Yüce Allah:

"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir." (Maide Suresi, 14)

"Ey müminler, Allah'tan korkun ve faizden arta kalandan vazgeçin, Şayet müminseniz. Eğer bunu yapmazsanız Allah ve Resulünün ilan edeceği savaşa hazırlanın. Eğer tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir. Bu şekilde ne haksızlık edersiniz ne de haksızlığa uğrarsınız." (Bakara Suresi, 278-279)

"Evlerinizde oturun. İlk cahiliyedeki gibi süslenip, püslenip sokaklara dökülmeyin." (Ahzab Suresi, 33)

"Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar ve süslerini göstermesinler." (Nur Suresi, 31)

Bunun gibi hayat sistemine ilişkin söyledikleri tartışmasız gerçektir. Hiç bir akıl, yararının yüce Allah'ın emrine muhalif olan yada insanlara izin vermediği ve hükmetmediği şu hususta olduğunu söyleyemez. Çünkü aklın yararlı gördüğü şey doğru da olabilir yanlış da. İhtiras ve içgüdülere açıktır. Ancak yüce Allah'ın hükmünde yarar ve iyilikten başka ihtimal söz konusu değildir.

Yüce Allah'ın inanç ve düşüncelere yada hayat sistemi ve düzenine ilişkin belirlediği hükümler, aklın ortaya koyduklarıyla aynı değerde değildir. Hükmün yüce Allah'tan geldiği doğrulandıktan ve anlamı kesinleştikten sonra, herhangi bir zamanla sınırlandırılamaz. O halde akıl şunu ileri süremez: İnanç ve kullukla ilgili kısmını kabul ediyorum ancak, hayat sistemi ve düzeni bakımından zaman değişmiştir. Kuşkusuz yüce Allah hükümlerinin uygulanışını belli bir zamana sınırlandırmayı dileseydi bunu yapardı. Hüküm mutlak olduğu sürece, ilk nazil olduğu dönem ile kıyamete kadar ki her hangi bir dönem arasında fark yoktur. Bunun nedeni, Allah'a karşı gelmekten sakınmak ve O'nun ilmini eksiklik ve kusur töhmetinden uzak tutmaktır. Kuşkusuz O, söylenenlerden münezzehtir, yücedir, uludur. İçtihada gelince; bu, genel hükmün uygulanışı esnasında baş gösteren somut ayrıntılarda söz konusu olabilir. Herhangi bir nesil içinde aklın etkisinde kalarak, genel ilkeyi kabul veya reddetmek konusunda içtihada başvurulmaz.

Bütün bu söylediklerimizden insan hayatında aklın değerini ve rolünü azımsamak anlamı çıkmaz. Allah'ın dini ve onun doğru öğretisinden beslenen ölçü ve bakış yöntemine bağlı kaldıktan sonra, yenilenen durumlara göre hükmü uygulama konusunda insan aklının önünde oldukça geniş bir alan vardır. Şu evrenin mahiyetini, oradaki gizli enerji ve güç kaynaklarını, içindeki varlık ve canlıların özelliklerini bilmeğe ilişkin önünde son derece geniş imkanlar vardır. Yüce Allah'ın emrine sunduğu evren, varlık ve canlılardan yararlanma ve hayatı geliştirme, yüceltme ve ilerletme bakımından, büyük bir ortama sahiptir. Ancak Allah'ın sisteminin sınırları içinde kalmak şartıyla. Yoksa aklı saptıran, fıtratı birtakım tortularla örten, ihtirasların ve arzuların öngördüğü biçimde değil. (Seyyid Kutub Tefsiri)

166. Fakat Allah sana indirdiğini kendi ilmi ile indirdiğine şahitlik eder; melekler de (buna) şahitlik ederler. Şahit olarak Allah yeter.[*]

Yüce Allah vahiy ve risalet sisteminde keyfiliğin değil, bir sistemin var olduğunu ifade etmek üzere sözü genel anlamda bütün peygamberlerin tâbi kılındığı sisteme getirmektedir. Nisâ 4:152’de de belirtildiği gibi, kitap ehli Hz. Muhammed’den kendilerine gökten bir kitap indirmesini istemişti. Yüce Allah işte bu ayette kişilere özel vahiy indirmediğini ifade ederek vahyi indirmenin de peygamberlerin işi değil Allah’ın kudretiyle şekillendirildiğini ilan etmektedir. Hz. Muhammed’den gökten kendilerine bir kitap indirmesini isteyenlere cevap verilmekte, Hz. Nuh’a ve sonraki peygamberlere vahyedildiği gibi Hz. Muhammed’e de vahyi Yüce Allah’ın göndermekte olduğu ifade edilmekte, böylece hem risalet kurumuna ait bir sisteme değinilmekte hem de vahyi Allah’ın sahiplendiği bildirilmektedir. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

167. Allah’ın indirdiği gerçekleri inkâr edenler ve Allah’ın yolundan yüz çevirenler, elbetteki çok uzak bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168. Allah’ın dinini inkâr edenler ve (insanlarında inkâr etmesi için) zulüm ve baskı yapanlar var ya, Allah onları asla bağışlamayacak ve doğru yola da eriştirmeyecek.
169. Ancak sürekli kalacakları cehennemin yoluna ulaştıracak. Allah için bunu yapmak çok kolaydır.
170. Ey İnsanlar! Size Rabbinizden doğru ve hakikatleri getiren bir elçi geldi. Elçiye iman edin. İman etmeniz sizin için daha hayırlı olur. Eğer getirdiği doğruları reddederseniz, şunu bilin ki, gökte ve yerde olanların tamamı Allah’a aittir. Allah Alîm'dir; bilir, Hakîm'dir; doğru kararlar verir.[*]

Bu çağrıdan önce Ehl-i Kitab'ın iftiralarının boşa çıkarılması, tüm tarihleri boyunca yahudilerin ortak karakterlerinin ve hilelerinin ortaya çıkarılması ve peygamberleri, önderleri ve uyarıcıları Musa (a.s)'dan beri yerleşmiş inatlaşma özelliklerinin tasvir edilmesi yer almıştı. Peygamberliğin mahiyetinin ve hedefinin açıklanması da yer almıştı. Peygamberliğin bu mahiyeti ve hedefi, yüce Allah'ın peygamber göndermesini gerektirmiştir. Bu durum aynı şekilde, yüce Allah'ın, Hz. Muhammedi de peygamber olarak göndermesini de gerektiriyor kesinlikle. Çünkü O tüm alemlere gönderilmiştir. Bütün insanlığa peygamber olarak gelmiştir. Her peygamberin kendi kavmiyle sınırlı peygamberlikleri dönemi bittikten sonra, peygamberliğin sonunda, tüm insanlığa yönelik genel bir duyuru kaçınılmazdı çünkü. "Peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın diye..." Şayet tüm insanları içine alan bu son mesaj olmasaydı, peş peşe gelen milletler ve nesiller içinde insanların Allah'a karşı bahaneleri olurdu. Tüm insanları ve tüm zamanları kapsayan bu genel mesajla, bu bahane, ortadan kalkmıştır. Bu mesaj da Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)'in duyurduğu şu son mesajıdır. İsrailoğulları peygamberleri dışındaki peygamberlikleri -İsa'nın dışında yada ondan sonrasını- inkar etmek, yüce Allah'ın tebliğ olmadan insanları cezalandırmamaya ilişkin adaletine uygun düşmez. Bundan önce tüm insanları kapsayan genel bir risalet gelmemişti. Oysa bu risaletin gelmesi de kaçınılmazdı. Allah'ın adaleti ve kullarına yönelik rahmeti bunu gerektiriyordu. Kuşkusuz Allah'ın şu sözü gerçeğin ta kendisiydi: "Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya Suresi, 107)

Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi, peygamberimizin gönderilişi hem dünyada hem de ahirette rahmettir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

171. Ey ehlikitap / kitaplarında uzman olanlar! Dininizde aşırılık etmeyin. Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyin. Meryemoğlu İsa Mesih; sadece Allah’ın elçisi, Meryem’e ulaştırdığı “Ol” sözü ve kendinden bir ruhtur[*]. Öyle ise Allah’a ve elçilerine inanıp güvenin. “Üç“ demeyin; bundan vazgeçin ki sizin için iyi olsun. Şüphesiz, Allah tek ilahtır. Çocuk edinmek ona yakıştırılamaz! Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi onundur. Dayanak olarak Allah yeter.

Buradaki ruh, Allah’tan gelen bilgidir (İsrâ 17/85). O bilgi, Allah’ın İsa aleyhisselama, anasının rahminde iken (Enbiya 21/91, Tahrim 66/12) öğrettiği kitap bilgisi ve konuşmadır (Al-i İmran 3/48, Meryem 19/30-33) Böylece o ve annesi, insanlar için birer ayet /mucize olmuşlardır (Meryem 19/21, Müminun 23/50). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 24
172. Mesih, Allah'a kul olmaktan geri durmaz. Mukarreb[*] melekler de öyle. Kim ona kulluktan geri durur da kibirlenirse Allah, onların hepsini huzuruna toplayacaktır.

el- Mukarreb, Allah'ın kendine yakın kabul ettiği melekler, seçilmiş ve öne geçen insanlardır. Mukarreb melekler iyi kişilerin kayıtlarının tutulduğu İliyyûn’a göz kulak olmaktadırlar (Mutaffifîn 83/21). İsa aleyhisselam da mukarreblerdendir (Al-i İmrân 3/45). Ahirette insanlar; ’ashâbü’l-meymene’, ‘ashâbü’l-meş’eme’ ve ‘es- sâbikūn’ diye üç sınıfa ayrılacaktır. En yüksek derecede olan sâbikūn, mukarreblerden oluşacak (Vâkıa 56/10-14), onlardaki huzur, güzel kokular ve bahçeler farklı olacaktır (Vâkıa 56/88-89). İçeçeklerini de Tesnîm adı verilen bir çeşmeden alacaklardır (Mutaffifîn 83/24-28) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

173. İnanıp güvenen ve iyi işler yapanlara gelince, Allah onlara karşılıklarını tam verecek, hatta lütfederek daha da fazlasını verecektir. Kulluktan geri duran ve kibirlenenleri ise acıklı bir azaba çarptıracaktır. Onlar, kendileri için Allah ile aralarına girecek ne bir dost ne de yardımcı bulacaklardır.
174. Ey insanlar! İşte size Rabbinizden kesin bir delil geldi, size açık bir nûr indirdik.[*]

Onu insan sözünden ve insan sanatından ayıran ilahî sanatın mührü orada açıkça görülür. Hem söz hem d:. anlam bakımından. Bu olay o denli açıktır ki, kimi zaman Arapça'dan bir tek harf bile anlamayanlar bile, insanı dehşete düşürecek şekilde kavrayabilirler.

Bir geminin güvertesinde Atlas okyanusunda Newyork'a doğru yol alıyorduk. Bu arada çeşitli Arap ülkelerinden müslüman yolculardan altı kişi ve gemide çalışan bir çok Sudanlı'yla birlikte güvertede Cuma namazı kıldık. Kur'an'dan ayetler de içeren Cuma hutbesi okundu. Çeşitli ülkelere mensup diğer yolcular da etrafımızda halka tutup seyrediyorlardı.

Namazın sonunda -İslâm'ın namazından duyduğu derin etkiyi ifade etmeye gelenler arasından, Yugoslavya'daki komünist rejimden kaçıp Amerika'ya gitmekte olan bir bayan yanımıza yanaştı. Gözleri yaş doluydu, kendini zor tutuyordu. Konuşurken sesi titriyordu. Zayıf bir İngilizceyle bile "Kıldığınız namazda açıkça görülen huşuya hayran olmaktan kendimi tutamadım. Ancak ben bunun için gelmedim. Sizin dilinizden bir tek harf bile anlamıyorum fakat, başka hiçbir dilde bulamadığım müzikal bir ahenge sahip olduğunu görüyorum. Bu arada hatibin konuşmasında bazı bölümler vardı ki sesler arasında uyum daha belirgindi. Bu bölümler ruhumda apayrı bir etki bırakıyordu. dedi.

Tabii belirgin bir uyuma ve özel bir etkileme gücüne sahip bölümlerin Kur'an ayetleri olduğunu anlamıştım.

Arapça bilmeyen herkes için bu, geçerli bir kuraldır demek istemiyorum. Ancak bu Kur'an'ın, belirgin bir özelliği olduğu da kuşkusuzdur.

Bu dilin tadına varanlar ve onun üsluplarını kavrayacak özellikte olanların durumu, Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)'in bu Kur'an'la yüzyüze getirdiği insanların durumu gibidir. Ahnes b. Şureyk, Ebu Süfyan b. Harb, Ebu Cehil Amr b. Hişam'ın ayıplandıkları halde gizlice Kur'an'ı dinlemeye gelmeleri olayı meşhurdur. (İbn-i Hişam siretinin Mektebeti Ticariyenin Hicaz baskısının 1. c., 337. sayfasında İbn-i İshak der ki; Bana Muhammed bin Müslim b. Şihab b. ez-Zührî anlattı. Ona da şöyle anlatılmış: Ebu Süfyan b. Harb Ebu Cehil b. Hişam ve Beni Zühre müttefiki Ahnes b. Şûreyk b. Amr Vehb es-Sakafi bir gece Resulullah'ı evinde namaz kılarken dinlemek üzere yola çıktılar. Her biri bir yerde oturup O'nu dinlemeye koyuldu. Hiç kimse diğerinin yerini bilmiyordu. Geceyi O'nu dinlemekle geçirdiler. Şafak sökünce de oradan ayrıldılar. Ancak yolda karşılaştılar. Birbirlerini kınayarak şöyle dediler: "Bir daha böyle bir şey yapmayın, aptalın biri sizi görürse içine kuşku düşürürsünüz."

Sonra da dağıldılar. İkinci gece her biri tekrar aynı yerine gelip geceyi onu dinlemekle geçirdi. Şafak sökünce de dağıldılar. Yine yolda birbirleriyle karşılaştılar. Önceki sefer birbirlerine söylediklerini tekrarlayıp dağıldılar. Üçüncü gece tekrar gelip sabaha kadar O'nu dinlediler. Oradan ayrılırlarken tekrar yolda karşılaştılar. Bu sefer "Bir daha gelmemek üzere anlaşalım" dediler. Böylece anlaşıp dağıldılar.) Bu örneklerden sadece bir tanesidir. Hangi nesilde olursa olsun zevk sahibi olanlar bu yönden Kur'an-ı Kerim'de bir özellik, bir güç ve apaçık bir kanıt olduğunu anlarlar.

Ancak Kur'an'ın anlamına, taşıdığı düşünceye, belirlediği hayat sistemine, yerleştirdiği düzene ve hayat için koyduğu plana gelince; onları burada ayrıntılı bir şekilde ele almamız mümkün değildir. Ancak içindeki kanıtlar, geldiği kaynağı ve bunun da insan sanatı olmadığı gerçeğini göstermektedir. Çünkü o, insanın mühründen farklı eksiksiz bir sanatın mührünü taşımaktadır.

Ayrıca bu Kur'an'ın aydınlatıcılık özelliği de vardır: "... Size apaçık bir ışık indirdik."

Bu ışığın aydınlığında eşyanın gerçek mahiyeti tüm çıplaklığıyla ortaya çıkar. Hak ile batıl arasındaki yol ayrımı belirlenmiş ve çizilmiş olarak, hem ruhun derinliklerinde hem de pratik hayatta belirir. Öncelikle nefis bu ışık sayesinde her yanının aydınlandığını görür. Karanlık dağılıp yok olur. Gerçek olanca çıplaklığıyla ortaya çıkar.

Öyle ki insan, bu kadar açık ve kolay anlaşılır olmasına rağmen nasıl olur da bu gerçeğin görülmediğine hayret eder.

İnsan, bir dönem ruhuyla Kur'an atmosferinde yaşarsa, düşüncesini, değer ve ölçülerini ondan alırsa algılar, karşısında bir kolaylık bir basitlik ve açıklık hisseder. `

Kendisine sıkıntı veren bir çok düşüncenin ferahlığa kavuştuğunu ve kolaylıkla gerçek durumunu algıladığını görür. Allah'ın elinden çıktığı günkü gibi fıtrî arılığına ve temizliğine yeniden kavuşmak için üzerine bulaşan parazit fazlalıkları bir kenara atar.

"Size apaçık bir ışık indirdik" ifadesi için söylediklerimiz her ne kadar az ise de, bunun tadına varmayana, onu içinde hissetmeyene sözlerimle bu gerçeği tasvir etmem imkansız. O halde bu anlamları kavramak için zorluklara katlanmak gerek. Bizzat tatmak zorunludur. Doğrudan doğruya denemek kaçınılmazdır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

175. Allah'a iman edip ona sımsıkı sarılanları ise O, tarafından bir rahmet ve geniş bir nimet içine yerleştirecek ve onları, Kendisine varan doğru yola koyacaktır.[*]

Allah'a sarılmak O'na inanmanın zorunlu bir sonucudur. İman sağlıklı olduğu zaman, kişi hem Allah'ın hem de O'na yönelik herşeyin kulluğunun gerçeğini anladığında önünde sadece Allah'a bağlanmaktan başka yol kalmaz. Çünkü tek başına otorite ve güç sahibi odur. İşte böylelerini yüce Allah rahmetine ve lütfuna kavuşturuyor. Ahiret hayatından önce bu dünyada rahmetine sokuyor onları. O sonsuz alemdeki lütuftan önce şu fani dünyada bolluk lütfediyor. İman, şaşkınlık, bunalım ve hiçliğin çölünde yer alan yemyeşil bir vahadır. Ruh sapıklığın kavurucu sıcağından kaçıp, iman gölgesine sığınır. Aynı zamanda iman, toplumsal hayat düzenin -daha önce de değindiğimiz gibi onurluluk, özgürlük, temizlik ve doğrulukla dayandığı bir temeldir. Bu sayede insan gerçek konumunu bilir, Allah'ın kulu, O'ndan başkasının efendisi... İslâm'ın getirdiği şekliyle iman düzeninden başka hiçbir düzende böyle bir şey söz konusu değildir. Bu düzen, insanları kullara kulluk yapmaktan kurtarıp yalnızca Allah'a kul yapar. İlahlık birlendiği zaman, tüm yaratıklar kullukta eşitleşir. Otorite ve hakimiyet tek başına Allah'a verildiği kişi kendisi gibi bir insanın koyduğu kanuna boyun eğmez. Böyle bir durumda ne kadar özgür olduğunu söylese de ona kulluk yapmış olur.

İman edenlerse, hem şu andaki hayatlarında hemde ahiretteki hayatlarında Allah'ın rahmeti ve lütfu ile kuşatılırlar.

"... Onları doğru yola iletecektir."

Ayette geçen "ileyhi" kelimesi ifadeye bir tasvir unsurunu katmaktadır. Mü'minleri Allah'ın eli tarafından Allah'a yönelik doğru yolda hareket ettirilirken adım adım O'na yaklaştırılırken çizmektedir adeta. Görerek Allah'a inanan ve güvenle O'na sarılan birinin ruhunda hissedeceği bir ifadedir bu. Her an doğru yolda olduğunu önünün apaçık olduğunu hissediyor. İnsan doğru yolda O'na doğru yol alırken Allah tarafından yaklaştırıldığını hissediyor.

Bu tadına varılarak anlaşılabilen bir anlamdır. Tadmadan anlamak mümkün değildir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

176. Senden fetva istiyorlar. De ki: Kelâle[1*] (babası ve evladı / alt soyu olmayan kişi) ile ilgili fetvâyı size Allah veriyor: Bir kimse çocuğu / altsoyu olmadan ölür de geride bir kız kardeşi kalırsa, bıraktığı mirasın yarısı onundur; çocuğu / altsoyu olmadan ölen kız, kalan da erkek kardeşi ise mirasçısı o olur. Kardeşler iki kız ise, mirasın üçte ikisi onlarındır. Kardeşler erkekli kızlı iseler erkek, iki kız kadar pay alır. Dalalete düşersiniz / yanlış yola saparsınız diye açıklamayı size Allah yapıyor[2*]. Allah her şeyi bilendir.

[1*] Kelâle, babası ve/veya anası ve çocuğu olmadan ölen kişidir. Anası ve çocuğu olmadan ölürse ana-bir kardeşlere ne kadar miras verileceği Nisa 12. ayette geçmişti. Bu ayette de babası ve çocuğu olmadan ölenin baba-bir kardeşleriyle ilgili hükümler bildirilmektedir.

[2*] Muhammed aleyhisselam, resul yani Allah’ın elçisi sıfatıyla tebliğ ettiği âyetlerde bir yanlış yapamaz. Yapsa Allah şah damarını koparır ve ona en ağır cezayı verirdi (Hakka 69/44–47). Ama nebi olarak yanlış yapabilir. Kur’an’ın açıklamalarına ulaşmak için yapılan işi, nebi sıfatıyla yaptığından o konuda hata edebilir. Nitekim Nebimizin, Hudeybiye antlaşmasından sonra ailelerini bırakıp Mekke’den Medine’ye göç eden hanımlarla yaptığı sözleşmenin bir maddesi şöyledir: “Marufta sana isyan etmeyecekler” (Mümtahine 60/12). Maruf, Kuran’a uygun olan şeydir. Dalalet, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan ayrılmaktır.. Kelâle, miras hukukunun en zor konularındandır. Böyle bir soruya doğru cevap verememek, bilerek doğru yoldan ayrılmak değildir. Muhammed aleyhisselamın, dini bir konuda kendine sorulan soruya vereceği cevap, geleneksel anlamda onun sünneti olur. Büyük çoğunluğa göre Muhammed aleyhisselamın sünnetinin lafzı kendine, içeriği de Allah’a aittir. Bu sebeple ona vahy-i gayr-i metluv derler. Bu iddia doğru olsa, Nebimize sorulan bir soru ile ilgili olarak “Dalalete düşmeyesiniz diye açıklamayı size Allah yapıyor. ” ifadesi Kur’an’da yer alır mıydı! (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)