Süleyman aleyhisselama iki kanatlıların dili öğretilmiş ve bunlar, kuşlar ve karıncalarla örneklendirilmiştir (Neml 27/16-19). Bu ayetlerden, onların da yeni bilgiler edindiklerini, o bilgileri değerlendiklerini ve yalan kurgular peşinde de olabileceklerini öğreniyoruz. 16. ayette geçen mantık’at-tayr (مَنطِقَ الطَّيْرِ) kavramı, “kuş dili” diye çevrilmektedir. Oysa karıncalar kuş değildir ama 18 ve 19. ayetlere göre Süleyman aleyhisselam onların dilini de bilmektedir. Karıncalar, biyolojik sınıflandırmada, zar kanatlılar takımında bulunurlar. Üreyebilen özellikteki karıncalar, çiftleşme dönemlerinde kanatlanırlar. Zaten (طيْر) tayr, havada uçan ya da yolculuk eden bütün kanatlılar için kullanılır (Süleymaniye Vakfı Meali Neml 16. ayetin açıklaması)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Tâ Sîn. Bunlar Kur’an’ın ve apaçık Kitab’ın ayetleridir.
2.
İnananlar için bir rehber ve bir müjdedir.
Müjde ve hidayetin mü'minlere özgü kılınmasında büyük ve derin bir gerçek vardır. Çünkü Kur'an teorik bir bilim kitabı olmadığı gibi onu okuyan herkesin kendisinden faydalanıp sadece bilgisini derinleştirdiği bir uygulama kitabı da değildir. Kur'an, her şeyden önce kalbe hitap eden bir kitaptır, ışığını ve kokusunu kendisini iman ve kesin inançla karşılayan açık kalplere doldurur. Kişinin kalbi imanla dolduğu oranda Kur'an'ın tatlılığından zevk alışı da artar. Katılaşmış ve koflaşmış yüreklerin anlayamadığı, kavrayamadığı manaları, yönlendirmeleri anlamaya başlar. Kur'an'ın ışığı ile sapık kimselerin ulaşamayacağı gerçeklere ulaşır. O'nun sohbetinden, duyguları körelmiş okuyucuların istifade edemediği şeyleri öğrenir. İnsan çok kere ayetleri bilinçsizce ve aceleci olarak okur, fakât bu ona bir fayda sağlamaz. Bazen de gönlünde bir ışık parlar ve düşünemediği dünyalar ona açılır. Bu onun hayatında mucizevi bir etki yapar. Hayatının programını başka bir programla, yolunu başka bir yolla değiştirir.
Bu Kur'an'ın içerdiği tüm ahlaki ilkeler, yasalar ve düzenlemeler her şeyden önce iman üzerine kuruludur. Allah'a iman etmeyen, bu Kur'an'ı Allah tarafından gönderilen bir vahiy olarak kabul etmeyen, orada yer alan her şeyin Allah'ın gerçekleşmesini istediği şeylerin bir yansıması olduğuna teslim olmayan ve bu şekilde iman etmeyen bir kalp, Kur'an ile gereği gibi yolunu düzeltemez, onda yer alan müjdeleri gereği gibi algılayamaz.
Kur'an'da doğru yol, irfan, hareket ve yönlendirme ile ilgili büyük hazineler vardır. İman bu hazinelerin anahtarıdır. Kur'an'ın hazineleri ancak iman anahtarı ile açılabilir.
Gerçekten iman edenler, bu Kuran'la mucizeler meydan getirdiler. Kur'an, nağme yaparak okunan bir kitap haline geldiğinde bu nağmeler sadece kulaklara ulaşır oldu. Artık kulakları geçip kalplere ulaşmaz hale geldi. Bu durumda Kur'an bir eylem meydana getirmeyen ve kimsenin istifade edemediği nağmeler yığını oldu. Çünkü artık anahtarı olmayan bir hazineye dönüşmüştü. (Seyyid Kutub Tefsiri)
3.
O inananlara ki namazlarını kılarlar, zekâtlarını verirler ve onlardır âhirete adamakıllı inananlar.[*]
Namazı kılarlar! Onu gerçekten kılmaları gerektiği biçimde kılarlar. Kalpleri, Allah'ın huzurunda durduklarını hisseder. Duygular aydınlık ufuklara doğru yükselir. Zihinleri Allah'ın yüce huzurun da O'na yönelme, niyazda bulunma ve kurtuluş dileme ile meşguldür.
"Zekatı verirler" İç dünyalarını, cimriliğin rezilliğinden arındırırlar. Ruhlarını mala olan tutkunluktan kurtarıp erdemli kılarlar. Yüce Allah'ın kendilerine verdiklerinin bir kısmı ile, O'nun rızası için kardeşlerine iyilikte bulunurlar. Üyesi bulundukları müslüman toplumun hakkını ödemeye çalışırlar "ahirete kesin biçimde inanırlar" Bu sebeple ahirette hesap verme düşüncesi anların zihinlerini diri tutar. Onların azgın ihtiraslarını firenler. Onların ruhlarını, Allah'dan sakınma, O'nun cezasından korkma, O'nun huzurunda isyankâr bir konuma düşmekten utanma duyguları ile doldurur.
Allah'ı zikreden, O'nun emirlerini yerine getiren, O'nun hesaba çekişinden ve azabından sakınan, rızasını ve sevabını arzulayan mü'minler... İşte bu mü'minlerin kalpleri Kur'an'a açılır. Kur'an onlara müjdeleyici ve doğruluk rehberi olur. Bir de bakarsın ki, Kur'an onların ruhlarında bir meşaleye, kanlarında bir canlılığa, hayatlarında bir harekete dönüşmüştür.
Kur'an, ahiretten bahsederken bu gerçek üzerine duruyor ve onu pekiştiriyor. Bunu, ona inanmayanlara karşı bir
korku ve tehdit unsuru olarak kullanıyor. Onlar dehşet verici sonlarıyla karşılaşıncaya kadar sapıklıklarında debelenip duruyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)
4.
Ahiret gününe inanmayanların yaptıklarını, kendilerine süslü gösterdik. Yaptıklarıyla oyalanıp dururlar.[*]
Ahirete iman ihtirasları ve şehevi istekleri frenleyen bir dizgin niteliğindedir. Dünya hayatında orta yolu ve ölçülü olmayı garanti eder. ahirete inanmayan kimse ise, nefsinin şehevi isteklerine veya ihtiraslarına karşı koyamaz. O nimetlerden yararlanması için kendisine verilen biricik fırsatın bu gezegen üzerindeki hayatla sınırlı olduğunu zanneder. Bu dünya hayatı ne kadar uzun bir ömür olsa da yine kısadır. Bu dünya hayatı insanın özlem duyduğu beklentilerin şekillendiği bir şeye cevap veremeyecek kadar kısadır. Sonra eğer insan Allah'ın huzurunda hesap vermeyi düşünüyor, şahitlerin konuşturulacağı bir mükafat ve ceza gününü beklemiyorsa, kabaran şehevi arzularını ve ihtiraslarını tatmin etmesine, zevklerine ve isteklerine engel olmasına ne sağlayabilir?
Bu nedenle ahirete inanmayan insan için bütün ihtirasları ve zevkleri yaşamak güzeldir. Bu arzu ve zevklere, takva veya haya gibi hiç bir engelle karşılaşmadan dalar. Nefis yaradılış gereği zevk aldığı şeyleri sever; onları hoş ve güzel görür. Allah'ın ayetleri ve mesajları (risalet) ile bu fani dünyadan sonra başka bir dünyanın olacağına inanmadığı sürece olayları böyle değerlendirecektir. Başka bir hayata inandığı andan itibaren artık nefis başka eylemlerden ve arzulardan zevk almaya başlar. Bunların yanında midelerin ve bedensel zevklerin tamamı değersizleşip basitleşir.
Yüce Allah insanın nefsini bu şekilde yaratmıştır. İnsan gönlünü doğru yol işaretlerine açtığında hidayeti bulabilecek, anlama yeteneğini hidayet ışıklarına kapadığı zamanda körelebilecek şekilde yaratmıştır. Allah'ın iradesi ve dilemesi hem doğru yolu bulma hem de ona karşı körleşme halinde geçerlidir. Bu irade, insan nefsinin yaratıldığı yasaya uygun biçimde gerçekleşir.
Bu nedenle yüce Allah ahirete inanmayanlardan şöyle bahsediyor: "Onlara yaptıkları kötü işleri güzel gösteririz de sapıklıkları içinde bilinçsizce debelenirler." Onlar ahirete inanmadıkları için Allah'ın yasası da yaptıkları işlerin arzu ve isteklerinin onlara süslü ve iyi gösterilmesi şekliyle gerçekleşmiştir. Burada süslü göstermekten amaç da budur. Onlar körü körüne giderler. Ondaki iyiliği ve kötülüğü görmezler. Yada şaşırmışlardır. Bu konuda doğruya ulaşamazlar.
Kötülüğün ve fesadın kendisine güzel gösterilmesinin akibeti bellidir. "Onlar azapların en kötüsüne çarpılacaklardır
ve yine onlar ahirette en ağır zarara uğrayanlar olacaklardır." İster dünyada, ister ahirette olsun azabın en şiddetlisi onları bulacaktır. ahirete ise onlar mutlak hüsrana uğrayacaklardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
5.
Onlar, kötü bir azabı hak etmiş kimselerdir; onlar ahirette değerlerini büsbütün yitirecek olanlardır.
6.
Şüphesiz Kur’an sana Hakîm; kararları doğru olan ve Alîm; her şeyi bilen (Allah) katından ulaştırılmaktadır.[*]
Bu âyetle Allah, bu âyetin sonrasında bazı kıssalar sevk etmeyi
amaçlamakta ve bundaki hikmetinin latif ve ilminin dakik mânaları için
yol açmakta, ön hazırlık yapmaktadır. (Zemahşeri Tefsiri)
7.
Bir gün Musa ailesine şöyle demişti: “Bir ateş fark ettim. Ondan size bir haber getiririm ya da ısınabilmeniz için ateşin korundan bir parça getiririm.”
Bu bölüm Taha suresinde, Hz. Musa, Hz. Şuayb'ın kızı olan hanımı ile birlikte Medyen şehrinden Mısır'a dönerken yolda başından geçen olaylar arasında anlatılmıştı (Hz. Musa'nın kendisine hizmet edip iki kızından biri ile evlendiği yaşlı ihtiyarın Şuayb peygamber olduğunu gösteren kesin bir hüküm yoktur. Yalnız her iki kıssanın Kur'an'da tarih süresi içinde verildiği her defasında Hz. Musa kıssasının Hz. Şuayb'ın kıssasından sonra yer almasına bakılırsa, bu
görüşün tescil edilmesi isabetli olur. Bu da onların çağdaş olduklarını veya peş peşe gönderildiklerine işaret etmektedir.). Hz. Musa o sırada, hem karanlık hem de soğuk bir gecede yolunu şaşırmıştı. Nitekim Hz. Musa'nın ailesine söylediği şu söz de bunu göstermektedir: "Gideyim de, oradan size ya bir haber getirin ya da bir kor parçası alıp gelirim de ısınırsınız" dedi. Burada Tur dağına yöneldiği anlatılıyor. O zaman insanlar, gece yolcularına yol göstermek amacı ilé çölde yüksek yerlerde ateş yakarlardı. Oraya vardıklarında bir ateş, bir meşale veya bir kılavuz bulabilirlerdi. (Seyyid Kutub Tefsiri)
8.
Musa, ateş gördüğü yere geldiğinde şöyle bir ses duydu: "Gerek ateşin yanındakiler ve gerekse çevresinde bulunanlar kutsanmıştır. Tüm varlıkların Rabb’ı olan Allah her türlü noksanlıklardan münezzehtir Temiz, arı.
Uzak. .[*]
“Ateştekiler ve onun çevresindekiler mübarek kılınmıştır” ifadesi,
ateşin olduğu yerdekiler ve bu mekânın çevresindekiler mübarek
kılınmıştır anlamındadır. O ateşin mekânı da ateşin hâsıl olduğu bölge
olup, Allah Teâlâ’nın “[Oraya varınca] o mübarek bölgede yer alan vadininsağ yamacındaki ağaç tarafından [“Ey Mûsâ! Âlemlerin Rabbi Allah, şüphesiz Benim!”diye] seslenildi.” [Kasas 28/30] sözünde zikri geçen mübarek bölgedir. Übeyy b. Kâ‘b’ın [v. 33/654] tebâraketi’l-ardu (Orası mübarek kılınmıştır.) şeklindekikıraati de buna delâlet etmektedir. Übeyy’den bûriketi’n-nâru (Ateş mübarek kılınmıştır.) şeklinde bir kıraat da rivayet edilmiştir. Gerek bölgeningerekse çevresindekilerin, sayesinde mübarek kılındıkları şey, burada dinîbir işin meydana gelmiş olmasıdır ki o da Allah’ın Mûsâ ile konuşması, onukendisinden insanlara önemli haberler ileten bir peygamber [nebî] kılması veonun elinde mu‘cizeler sergilemesidir. Bazı mekânlarda yenilenip duran nicehayırlar vardır ki Allah, o hayırların bereketini ve o bereketin eserlerini omekânların en ücra ve uzak yerlerine kadar dağıtıp yaydığına göre, bu [mübarek]bölgede cereyan etmiş olan böylesine muazzam bir işe ne demeli?
Mübarek kılınanlardan maksadın Mûsâ ve oradaki melekler olduğu
da söylenmiştir; fakat açık olan şudur ki mübarek tabiri o yerde ve
bu vadide ve bu ikisinin Suriye arazisine düşen çevrelerinde bulunanların tümü hakkında genel bir ifadedir. Zaten “Onu ve Lût’u kurtarıp [sadece malum millet için değil] âlemler için bereketli kıldığımız topraklara ulaştırdık.” [Enbiyâ 21/71] âyetinde Allah Teâlâ, Suriye arazisini bereketlerin nişanesi kılmış olup, böyle olması da yaraşmıştır. Dolayısıyla bu diyar, peygamberlerin
-salevâtu’llāhi ‘aleyhim- gönderildiği, vahyin indirildiği, onların dirilerinin de ölülerinin de toplandığı mahaldir.
Şayet “Mûsâ geldiği esnada Allah’ın hitabının bu şekilde başlamasının anlamı nedir?” dersen şöyle derim: Bu, bütün bir Suriye diyarına bereketin kendisinden yayıldığı muazzam bir işe hükmedildiğine dair kendisine verilmiş bir müjdedir. “Âlemlerin Rabbi Allah her tür eksik ve kusurdan münezzehtir!” ifadesi de Mûsâ (a.s.) için bundan ötürü bir hayrete düşürme ve bu işi dileyenin, var edenin âlemlerin Rabbi olduğuna dair bir bildiri olup, bu olmakta
olanın yüce hususlardan ve büyük işlerden sayıldığına ilişkin bir uyarıdır. (Zemahşeri Tefsiri)
9.
Ey Mûsâ! Gerçek şu ki, ben Azîz; daima üstün ve Hakîm; bütün kararları doğru olan Allah`ım.
10.
Şimdi âsânı yere bırak!” Fakat o âsâsının çevik ve kıvrak bir yılan gibi salındığını görünce, ardına bakmadan kaçmaya başladı. (Allah) “Ey Musa, korkma! Çünkü Benim huzurumda elçiler korkuya kapılmazlar!
11.
Benden korkanlar, zulüm ve günah işleyenlerdir. Fakat onlar da o fenalıktan sonra güzel işler yaparlarsa, onlara karşı da Ben çok affedici, geniş merhamet ve ihsan sahibi olarak muamele ederim.[*]
Korkma! Sen peygamberlikle görevlendirildin. Peygamberler, Rabb'lerinin huzurunda bu görevleri alırken korkmaz. Ancak zulmedenler korkarlar. Bu böyle. Yapmış oldukları kötü amelleri terk ettikten sonra iyi amellere yönelenler, işledikleri zulümleri terk edip adalete sarılanlar, içinde bulundukları şirkten kurtulup iman edenler, kötülüğü bırakıp iyiliğe yapışanlar, bunun dışındadır. Benim rahmetim geniştir ve bağışlamam da boldur. İşte şimdi Hz. Musa ikna oldu ve kalbi yatıştı. Peygamberliğin ve sorumlulukların mahiyeti kendisine açıklanmadan önce Rabb'i onu ikinci bir mucize ile donatıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
12.
Elini koynuna sok da; kusursuz bembeyaz olarak çıksın. Firavun ve halkına göstereceğin dokuz mucizeden biridir.[*] Onlar yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır."
Burada "A'raf suresinde açıklanan dokuz mucizenin tümü sayılmıyor. Bunlar kuraklık yılları, meyvelerin azalması, tufan, çekirge, tahıl güvesi, kurbağa ve kandır. Çünkü burada amaç, mucizelerin gücüne dikkat etmektir, yoksa mahiyetlerinin ne olduğuna değil. Ayetler, apaçık olmasına rağmen o toplumun bu mucizeleri inkâra kalkışmaları üzerinde yoğunlaşmaktadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
13.
Mucizelerimiz onların gözleri önüne serilince: “Bu, apaçık bir sihirdir” dediler.
14.
Zulüm ve böbürlenmeyle, ona karşı çıktılar. Oysaki öz benlikleri, onun gerçekliğine kanaat getirmişti. Bak da gör, nasıl olmuştur o bozguncuların sonu!
Çok sayıdaki bu mucizeler apaçık gerçeği ortaya koymaktadır ki, gözü olan herkes onları görebilsin. Bu ayetlerin bizzat kendileri de aydınlatıcı, görmeyi sağlayıcı olarak nitelendirilmektedir. Bu mucizeler insanlara gerçeği gösteriyor ve onları doğru yola iletiyor. Buna rağmen onlar "Bunlar apaçık bir büyüdür" dediler. Böyle söylemeleri, bu kanaatte olduklarından veya birtakım şüpheleri bulunduğundan dolayı değildi. Böyle demelerinin başlıca nedeni, haksızlığı ve böbürlenmeyi esas aldıkları içindi. "Gerçeği çiğneyerek ve küstahça burun kıvırarak." Halbuki onlar, bu mucizelerin şüphe götürmeyen gerçeğin kendisi olduğuna gönülden ve kesin biçimde inanmışlardı. "Vicdanlarının kesinlikle doğru kabul ettiği bu mucizeleri" büyüklük taslamalarından ve inkâr etmelerinden dolayı böyle dediler. Çünkü onlar iman etmeyi istemiyorlar, delil de istemiyorlar. Zira gerçeğe karşı üstünlük taslıyorlar. Bu basitçe üstünlük taslayışlarıyla, hem gerçeğe, hem de kendilerine zulmetmiş oluyorlardı.
Kureyş'in ileri gelenlerinin de Kur'an'a karşı tavırları böyle idi. Bu Kitab'ın gerçek olduğunu bildikleri halde onu inkar ediyorlardı. Peygamberimizin kendilerini bir olan Allah'a çağrısını inkar ediyorlardı. Çünkü onlar inançlarına ve dinlerine bağlı kalmayı istiyorlardı. Zira onlar bu dinlerine ve inançlarına bağlanmaları ile önemli bir konuma geliyor ve bundan büyük kazançlar elde ediyorlardı. Onların bu konumları ve gelirleri bu saçma inançlara dayanıyordu.
Onlar, İslam çağrısının bu saçma inançlara karşı önemli bir tehlike oluşturduğunu ayakları altındaki kumların kaymasına sebep olacağını ve vicdanları titrettiğini biliyorlardı. Apaçık gerçeğin balyozları puslu batılın beynine ineceğini de biliyorlardı.
İnkarcılar gerçeği bilmediklerinden dolayı değil, tanı tersine onu çok iyi bildikleri için kabul etmiyorlardı. Özellikle onlar gerçeğe içlerinden kesin inandıkları halde onu inkar ediyorlardı. Çünkü onlar, gerçeğin konumlarına, çıkarların ve gelirlerine karşı bir tehlike oluşturduğunu görüyorlardı. İşte bu nedenle bu apaçık gerçeğin karşısına dikilip duruyorlardı. "Gör bakalım, o bozguncuların sonu nice oldu?"
Firavun ve milletinin akibeti ortadadır. Kur'an onların sonlarını başka yerlerde açıklamaktadır. Burada bu konuya kısaca değiniliyor. Gerçeği inkar eden ve ona karşı dikilen, öğütlere kulak asmayanların dikkatleri Firavun ve milletinin akibeti üzerine çekiliyor. Belki bu yolla daha önceki bozguncuları yakalayan ceza, kendilerini de yakalamadan uyanırlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 2
15.
Ve gerçek şu ki, Biz Davud’a da, Süleyman’a da ilim verdik; bunun için, onların ikisi de "Bütün övgüler, bizi inanan kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a aittir!" derlerdi.
16.
Süleyman, Davud’un varisi oldu. Dedi ki: “Ey insanlar! Bize iki kanatlıların[*] dili öğretildi ve her şeyden verildi. İşte bu, açık bir lütuftur.”
Yerde hareket eden tüm canlılar ve iki kanadıyla uçanlar, tıpkı bizim gibi birer toplumdur. Kıyamet günü onlar da Allah’ın huzurunda toplanacaktır (En’am 6/38). Nebimiz şöyle demiştir: “Kıyamet günü, boynuzsuz koyunun hakkı, boynuzlu koyundan dengiyle alınacaktır” (Müslim, Birr 60, Tirmizî, Kıyâmet 2). Hayvanlar imtihana tabi olmadıkları için kararlarını akıllarıyla verir, Allah’ın dininden bir başka dini kabul edemezler (Al-i İmran 3/83). Süleyman aleyhisselama iki kanatlıların dili öğretilmiş ve bunlar, kuşlar ve karıncalarla örneklendirilmiştir (Neml 27/16-19). Bu ayetlerden, onların da yeni bilgiler edindiklerini, o bilgileri değerlendiklerini ve yalan kurgular peşinde de olabileceklerini öğreniyoruz. İnsan, onlardan farklı olarak bir ruha sahip olduğu için kararlarını gönlüyle verir. Gönlü ile aklı arasında tam bir uyum kurarak yanlışlardan sakınanlar imtihanı kazanır, diğerleri kaybeder (Bakara 2/2,177, Zümer 39/32-35).
Ayette geçen mantık’at-tayr (مَنطِقَ الطَّيْرِ) kavramı, “kuş dili” diye çevrilmektedir. Oysa karıncalar kuş değildir ama 18 ve 19. ayetlere göre Süleyman aleyhisselam onların dilini de bilmektedir. Karıncalar, biyolojik sınıflandırmada, zar kanatlılar takımında bulunurlar. Üreyebilen özellikteki karıncalar, çiftleşme dönemlerinde kanatlanırlar. Zaten (طيْر) tayr, havada uçan ya da yolculuk eden bütün kanatlılar için kullanılır (Müfredat). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
17.
Cinler, insanlar ve uçan hayvanlardan oluşan orduları, Süleyman’ın önünde toplandı. Hepsi düzenli bir biçimde sevk ediliyorlardı.
18.
Karınca vadisine vardıklarında kraliçe karınca[*] şöyle dedi: “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin de Süleyman ve orduları farkına varmadan sizi ezmesinler.”
Ayette geçen “neml” (النمل) kelimesi karınca cinsinden tüm canlıları ifade için kullanılır. Ayette yer alan “nemle” (النملة) kelimesi ise dişil yapıda olsa da erkek ve dişi ayrımı yapılmaksızın tek bir karıncayı ifade eder. Bunun yanı sıra bu karıncanın Süleyman ve ordularını tanıması, onlar hakkında bir değerlendirme yapması ve diğer karıncalara emreder şekilde konuşması onun karıncaların lideri konumunda olduğunu da gösterir. Bu sebeple dişil yapıdaki nemle kelimesine mealde kraliçe karınca anlamı verilmiştir. Nitekim arılar gibi karıncalar da çoğunlukla tek bir kraliçe tarafından yönetilen koloniler halinde yaşayan canlılardır. Kraliçe, döllenme döneminde kanatlanan erkek karıncalar tarafından çiftleşme uçuşuna çıkarak döllenir ve tüm koloninin üremesini sağlar. Yani kolonideki her bireyin annesidir. Kolonideki diğer dişi karıncalar en büyük kalabalığı oluştururlar ve koloninin türüne göre tarım, avcılık, savaşçılık gibi işlerden sorumludurlar. Ayrıca her kolonide güvenlik, yavruların eğitimi ve yetiştirilmesi, kraliçenin yakın koruması ve özel hizmetleri de bu dişi işçi karıncalar tarafından yerine getirilir. Kraliçe karıncalar 90 yıl yaşayabilirler. Bazı türlerde yüzlerce kraliçe karınca da olabilmektedir.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
19.
Süleyman, karıncanın dediklerini işitince gülümseyerek dedi ki; "Ya Rabbi gerek bana ve gerekse ana babama bağışladığın nimetlere olanca gücümle şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi işler yapmamı nasip eyle, rahmetinle beni iyi kullarının arasına kat."
20.
Süleyman, ordusunun kuşlardan oluşan birliğini denetleyince dedi ki "Hüdhüd’ü niçin göremiyorum, yoksa burada değil mi?
21.
Ya karşıma geçerli ve ikna edici bir mazaretle çıkar; ya da onu şiddetli bir şekilde cezalandırır, daha olmazsa kafasını kopartırım!"[*]
İşte hem hükümdar hem peygamber olan Hz. Süleyman. Güçlü ve büyük ordusu içinde. Şimdi o kuşları denetliyor fakat göremiyor. Buradan anlıyoruz ki, bu kuş denetleme sırasında özel bir görevi olan bir hudhud'du. Yoksa bu kuş yeryüzünde bulunan yüz binlerce, milyonlarca hudhud kuşu içerisinde sıradan bir kuş değildi. Hz. Süleyman'ın özellikle bu kuşu araması da onun bu ayırıcı bazı özelliklerini ortaya koymaktadır. Bu dikkatli, uyanık bir kuştur.
Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan onca büyük kalabalık içinde bir tek askerinin kaybolması Hz. Süleyman'ın gözünden kaçmıyor. Çünkü o ordusunun baştan sona denetim altında tutuyor. Böylece ayrılma ve geride kalmanın önüne geçiyor.
Bu nedenle hudhud kuşunu esnek, şahane ve mükemmel bir cümle ile soruyor: "Hudhud'u niçin göremiyorum, yoksa burada değil mi?
Hudhud'un kaybolduğu anlaşılıyor. Hükümdarın onu sorması üzerine herkes, hudhud'un izinsiz olarak ordudan ayrıldığını öğreniyor! Öyleyse konu, anarşizmin engellenmesi için kesin bir tavır almayı gerektiriyor. Hükümdarın bu sorusundan sonra mesele bir sır olmaktan çıkıyor. Eğer bu konuda iş sıkı tutulmazsa diğer askerlere kötü bir örnek olabilirdi. İşte bu nedenle disiplinli bir hükümdar olan Hz. Süleyman emrine aykırı olarak ortadan kaybolan bu askerine tehditler savuruyor. "Onu ya bir cezaya çarptıracağım ya keseceğim"
Fakat biz biliyoruz ki, Hz. Süleyman yeryüzünde zorbalık yapan bir kral değildir. O Allah'ın bir elçisidir. Ve henüz ortadan kaybolan hudhud'un söylediğini dinlememişti. Onu dinlemeden ve sebebini araştırmadan hakkında son hükmü vermesi doğru olmazdı. İşte burada adil olan peygamberin karakteri ortaya çıkıyor "Ya da bana, mazeretini belgeleyen açık bir kanıt getirecek."Suçsuzluğunu açığa çıkaran ve cezalandırılmasını önleyen güçlü bir delil getirir belki.
Birinci sahne henüz sona ermeden hudhud kuşu çıkageliyor. Yanında çok ilginç hatta Hz. Süleyman'ı şok eden büyük bir haber var. Aynı şekilde gözlerimiz önüne serilen hikâyedeki bu olay bizi de şaşkınlığa düşürüyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
22.
Fakat hüdhüd çok sürmeden çıkageldi ve: “Ben senin henüz bilmediğin bir şeyi öğrendim ve sana Sebe hakkında doğru bir haber getirdim” dedi.[*]
“Sebe”, Güney Arabistan’da Yemen’de milattan önce 11. yüzyılda kurulmuş olan büyük uygarlıklardan birisidir. Belkıs tarafından yönetilen ve Hz. Süleyman’a iltihak eden bir devlettir. Sebe halkı ise, Yemen’de yaşamış, dedelerinin ismiyle anılan bir kabiledir. Sebeliler, tarihte medeni bir kavim olarak bilinmişlerdir. Sebe hükümdarlarının yazıtlarında “onarma”, “vakfetme”, “inşa etme” gibi kelimeler ağırlıktadır. Bu kavmin en önemli eserlerinden biri Yemen’de bulunan Marib Barajı’dır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
***
Böylece, temsîlî olarak bize, en aşağı türden bir yaratığın da, yeri gelince, bütün ilim ve hikmetine rağmen Hz. Süleyman’ın bilmediği bir şeyi bilebileceği hatırlatılıyor (Râzî) -herkesten çok bilgili, eğitim görmüş kimselere ârız olabilecek kendini beğenme fitnesine karşı insanı dikkate çağıran bir hatırlatma (Zemahşerî). (Muhammed Esed Tefsiri)
23.
Sebe halkına bir kadının hükümdar olduğunu gördüm. Öyle bir kadın ki, kendisine her şey verilmiş, güçlü bir yönetimi ve büyük bir tahtı var.
24.
Halkını ve onu, Allah’ın dışında Güneş’e secde ediyorlarken gördüm. Şeytan onlara işlerini süslemiş, onları doğru yoldan çevirmiş. Bu yüzden onlar doğru yolu bulamıyorlar!"[*]
Şayet “Hüdhüd [gibi bir kuşcağız] ma‘rifetullaha, Allah’a secde etmenin gerekliliğine, onların güneşe secde etmelerini inkar etmeye ve bunu Şeytan’a mal edip, onun cazip gösterdiği fikrine nereden yol bulabilmiştir?” dersen şöyle derim: Allah’ın bunları ona ilham etmiş olması uzak değildir; nitekim üstün akıllı kimselerin neredeyse yol bulamayacakları ince bilgileri ona ve onun dışındaki kuşlarla diğer hayvanlara ilham etmiştir. Bunu tek tek araştırmak isteyenlere [Câhız’ın Kitabu’l-hayevân’ını, yani] “Canlılar” kitabını tavsiye ederim. Hele hele, kuşların kendisine amade kılındığı ve dillerinin öğretildiği ve bunun kendisi için bir mu‘cize kılındığı bir peygamberin devrinde ise. (Zemahşeri Tefsiri)
25.
Şeytanın amacı, onları göklerdeki ve yeryüzündeki gizli şeyleri meydana çıkaran gerek saklı tuttukları ve gerekse açığa vurdukları tüm duygularını bilen Allah’a secde etmelerini engellemektir.
26.
Allah O’dur ki; O’ndan başka ilah yoktur. Yüce Arş’ın sahibi ancak ve ancak O’dur.
Bu mektubumu al onlara ulaştır; sonra onlardan uzaklaşıp bir köşeye çekil de bak bakalım, nasıl bir sonuca varacaklar."
29.
(Kraliçe) dedi ki: "Ey ileri gelenler! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı.
30.
Evet o Süleyman`dan gelen bir mektup ve o şöyle (başlıyor): "Rahman Rahim Allah`ın adıyla:
31.
Sakın bana karşı büyüklük taslamayın, kendi isteğinizle boyun eğerek bana gelin."
BÖLÜM 3
32.
Kraliçe "Ey devletin ileri gelenleri, bu konuda ne yapmam gerektiğine ilişkin görüşlerinizi söyleyiniz, ben sizin görüşünüzü almadan hiçbir işi kesin sonuca bağlamam."
33.
İleri gelenler, “Biz güçlü, kuvvetli kimseleriz; zorlu savaş erbabıyız; buyruk ise senindir; artık ne buyuracağını sen düşün!” diye cevap verdiler.
34.
(Sebe kraliçesi): "Bakın!" dedi, "Krallar bir ülkeye ne zaman (zorla) girmişlerse, orayı perişan etmişler, üstelik oranın soylu insanlarını zelil kılmışlardır: vakıa, bunlar da öyle yapacaklar.
35.
Onlara bir armağan göndereyim de bakalım elçiler, dönüp ne cevap getirecekler?"[*]
Belkıs’ın güç kullanarak karşı koymak yerine Hz. Süleyman’a hediye göndermesi ‘feminen (kadınsı) siyasetin’ tipik bir tezahürü olarak yorumlanabilir. Allah Rasûlü’nün hayatında da benzer bir olay vardır. Hepsi de birbirini öldürerek biri diğerinin yerine geçen sekiz İran hükümdarından biri olan Buran Duht isimli kadın yöneticinin gönderdiği hediyeyi Rasulullah’ın kabul ettiğini Taberi Tarih’inde Tirmizi de Sünen’inde kaydederler. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
36.
(Elçi) geldiğinde Süleyman kendisine şunları dedi, "Siz bana para ve mal mı vermek istiyorsunuz? Allah’ın bana verdikleri sizin bana verdiğinizden çok daha iyidir. Armağanınızla (ben değil) siz sevinebilirsiniz.
37.
Onlara geri dön! (Teslim olmazlarsa) Kesinlikle karşı koyamayacakları ordularla geliriz ve onları, kesinlikle hor, hakir ve küçük düşürülmüş olarak oradan çıkarırız.”
38.
Süleyman "Ey seçkin yardımcılarım! Kraliçe bana teslim olmadan önce, hanginiz onun tahtını bana getirebilir" diye sordu.[*]
Lafzen, “teslim olmuş kimseler olarak (müslimîn) bana gelmeden önce”, yani, Allah’a teslim olmuş kimseler olarak (bkz. yukarıda 31. ayet). “Taht” (‘arş) terimi burada ve bundan sonraki ayetlerde -23. ayetin sonunda olduğu gibi- mecazî yahut deyimsel anlamıyla, yani “hükümranlık” ya da “iktidar/kudret” anlamında kullanılmaktadır (Râğıb). Ayetten anlaşıldığı kadarıyla Hz. Süleyman, misafirini onun dünyevî gücünü ya da nüfûzunu temsîl eden bir imajla karşılamak ve böylece ona “tahtının”, Allah’ın sınırsız kudreti yanında hiçten farksız olduğunu göstermek istiyor. (Muhammed Esed Tefsiri)
39.
Cinlerden bir ifrit[*] dedi ki: “Sen makamından kalkana kadar onu sana getiririm. Bu konuda kesinlikle güçlü, güvenilir biriyim.”
Buradaki ifrit, cinlerin ifritlerinden yani önde gelenlerinden biridir. Çünkü cinlere de hükmeden Süleyman aleyhisselamın söylediği “Ey ileri gelenler!” (Neml 27/39) sözünün muhataplarındandır.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
40.
Kendinde Kitap’tan[1*] bir ilim olan kişi de şöyle dedi: "Ben onu sana, gözünü açıp yumuncaya kadar getiririm."[2*] Derken Süleyman, tahtı, yanında kurulmuş görünce şöyle konuştu: "Rabbimin lütfundandır bu. Şükür mü edeceğim, nankörlük mü diye beni denemek istiyor. Esasında, şükreden, kendisi lehine şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse bilsin ki, Rabbim Ganî’dir, cömerttir."
[1*] Bu kitap, Süleyman aleyhisselama indirilmiş olan kitaptır (Al-i İmran 3/81, Nisa 4/163, En’am 6/84-89). Bütün ilahi kitaplar, Kur’an’la ortak içeriğe sahiptir (Maide 5/48).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
[2*] Tefsirlerdeki malumat ışığında, Belkıs’ın tahtının Yemen’den Kudüs’e biri üç saatte diğeri bir anda getirebilme imkânına dikkat çekilmiştir. Bu âyetler şöyle de anlaşılabilir: Bu mümkündür ve potansiyel olarak tabiatta vardır. Bunu keşfetme hedefi insana gösterilmiştir. İnsan çaba gösterirse bu hedefe ulaşır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
41.
Sonra yanındakilere dönerek "Tahtı kraliçenin tanımayacağı şekilde değiştirin! Bakalım onu tanıyabilecek mi, yoksa tanımayacak mı?" dedi.[*]
Tehtedî, “hidayete ermek, doğruyu bulmak” demektir. Bu, kinayeli ve tevriyeli bir dildir. Bu menkıbevî kıssanın amacı muhatabı adım adım hidayete, yani bütün bunlarla hedeflenen ahlâkî hakikatleri görebilecek doğru bir düşünme tarzına ulaştırmaktır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
42.
Kraliçe gelince “Senin tahtın böyle mi?” diye soruldu. “Sanki bu, o! Sizdeki bu ilim daha önce bize anlatılmıştı. Biz de teslim olduk" dedi. [*]
Bu büyük bir irkiliştir. Burada kraliçenin aklına bir şey gelmiyor. Yurdundaki kilit altında, muhafızların korumasında bulunan kendi tahtı nerede sultan Süleyman'ın başkenti olan Kudüs nerede? onu nasıl buraya getirebilirler? Kim onu getirebilir?
Fakat bunca değişikliklere ve farklıklara rağmen taht yine kraliçenin tahtıdır. Sonunda zekice ve usta bir dille ifade edilen cevabını veriyor: "Sanki odur" Ne benim diyor, ne de benim değil diyor. Bu ilginç olay karşısında ileri görüşlülüğünü ve keskin zekâsını ortaya koyuyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
43.
Allah ile kendi arasına koyarak kulluk ettiği şey, (Süleyman’a teslim olmasını) engellemişti. Çünkü o, kâfirler topluluğundandı.
44.
Ona: “Saraya gir!” denildi. Saraya girince orayı dalgalı bir su sandı ve (eteklerini toplayarak) ayaklarını açtı. Süleyman: “Burası billur döşeli bir saraydır” dedi. Kadın: “Rabbim, ben kendime yanlış yapmışım. Süleyman’la beraber ben de bütün varlıkların Rabbine teslim oldum[1*]” dedi[2*].
[1*] Kur’an’da her şey, ayrıntılarıyla ve örnekleriyle açıklanmıştır (Nur 24/34-35). Sebe melikesi Belkıs’ın, tek başına karar vermemesi, elçiler göndererek Süleyman aleyhisselamın durumunu görmeye çalışması, çok güçlü olduğunu anlayınca ülkesi uğruna ölümü göze alarak gidip teslim olması, gerçekleri görünce de Güneş’e tapmayı bırakıp Süleyman ile birlikte Allah’a teslim olması, bir kadından iyi bir yönetici olabileceğinin çok net açıklanması ve örneklendirilmesidir. İran Şahı’nın kızının yönetimin başına geçtiğinin duyulması üzerine Muhammed aleyhisselamın şöyle dediği rivayet edilir: “İşlerini bir kadının yetkisine bırakan bir toplum iflah olmaz” (Buhârî, Meğâzî, 82, Fiten, 18; Tirmizî, Fiten, 75; Nesaî, Kudât, 8; Ahmed b. Hanbel, V/43, 51, 38, 47). O Allah’ın resulüdür. Resul olarak görevi, kendinden bir şey katmadan Allah’ın sözünü insanlara ulaştırmak (Maide 5/67, Nahl 16/35) olduğu için Allah’ın elçisine itaat Allah’a itaattir (Nisa 4/80) Muhammed aleyhisselamın nebi sıfatıyla söylediği sözler ve yaptığı uygulamalar, onun hikmet ilmi ile Kur’an’dan yaptığı çıkarımlardır ama çıkarımı yanlış olabileceği gibi (Nisa 4/176) yanlış kararlar da verebilir (Enfal 8/67-68, Tahrim 66/1-2). Bu sebeple onun marufa yani Kur’an’a uymayan emrine itaat gerekmez (Mümtahine 60/12, Ahzab 33/37). Çünkü onun yetkisi, Allah’ın kitabında olanlarla sınırlıdır (Ahzab 33/1-3). Bu sebeple Nebimiz böyle bir şey söylemiş olamaz. Kaldı ki Müslümanların herhangi bir sözü, Nebinn ağzından duymuş olsalar bile Kur’an’a uygunluğunu gözden geçirme denetleme görevleri vardır.
[2*] Sebe kraliçesinin Süleyman aleyhisselama gelişi, onu çeşitli sorularla sınaması, bilgeliğini ve zenginliğini kendi gözüyle görmesi, Süleyman’ı İsrail tahtına oturtanın Allah olduğunu anlamasını sağlamıştır. Bu konudaki ayrıntılar Tevrat’ın 1. Krallar 10:1-9 pasajlarında anlatılmaktadır: “Saba Kraliçesi, Rabbin adından ötürü Süleyman’ın artan ününü duyunca, onu çetin sorularla sınamaya geldi. Çeşitli baharat, çok miktarda altın ve değerli taşlarla yüklü büyük bir kervan eşliğinde Yeruşalim’e gelen kraliçe, aklından geçen her şeyi Süleyman’la konuştu. Süleyman onun bütün sorularına karşılık verdi. Kralın ona yanıt bulmakta güçlük çektiği hiçbir konu olmadı. Süleyman’ın bilgeliğini, yaptırdığı sarayı, sofrasının zenginliğini, görevlilerinin oturup kalkışını, hizmetkârlarının özel giysileriyle yaptığı hizmeti, sakilerini ve Rabbin Tapınağı’nda sunduğu yakmalık sunuları gören Saba Kraliçesi hayranlık içinde kaldı. Krala, “Ülkemdeyken yaptıklarınla ve bilgeliğinle ilgili duyduklarım doğruymuş” dedi, “Ama gelip kendi gözlerimle görünceye dek inanmamıştım. Bunların yarısı bile bana anlatılmadı. Bilgeliğin de, zenginliğin de duyduklarımdan kat kat fazla. Ne mutlu adamlarına! Ne mutlu sana hizmet eden görevlilere! Çünkü sürekli bilgeliğine tanık oluyorlar. Senden hoşnut kalan, seni İsrail tahtına oturtan Tanrın Rabbe övgüler olsun! Rab İsrail’e sonsuz sevgi duyduğundan, adaleti ve doğruluğu sağlaman için seni kral yaptı.”” (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 4
45.
Bir vakit Biz Semud halkına da, yalnız Allah’a ibadet edin diye çağrıda bulunmak için kardeşleri Salih’i gönderdik.[*] Çok geçmeden onlar birbiriyle çekişen iki bölük oluverdiler.
Hz. Salih'in mesajı, bir tek cümleyle özetleniyor: "Allah'a kulluk edin" Her kuşak için yüce ufuklardan gönderilen mesajın, üzerinde yoğunlaştığı temel ilke budur. Evrende insanın etrafını kuşatan her delil, içinde, ruhunda gizlenen her işaret insanları, bu biricik gerçeği kabul etmeye çağırmaktadır. Allah'dan başka kimsenin bilemeyeceği kuşaklar ve zamanlar boyunca insanlık, kolayca anlaşılabilen gerçek karşısında, karşı koymaya, alaya almaya ve yalanlamaya yönelik tavır takınmıştır. İnsanlık bugüne kadar da sürekli mutlak gerçeğe karşı çıkmış, bir ve doğru olan Allah'ın yolundan saptıran değişik yollara yönelmişlerdir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
46.
(Salih, onlara) dedi ki: “Ey kavmim! Niçin iyilikten önce kötülüğün acele gelmesini istiyorsunuz? Merhamet edilmeniz için Allah`tan bağışlanma dileseniz ya!”[*]
Bir grup onun çağrısına kulak verip kabul etmiş, diğer grup da ona karşı çıkmıştır. Kur'an-ı Kerim'in başka yerlerinde bu kıssaya ilişkin açıklamalarından anladığımıza göre O'na karşı çıkanlar çoğunluktaydı. Surenin bu bölümünde, Kur'an-ın, hikâye anlatımında izlediği metoda bağlı olarak bir boşluk yer alıyor. Burada bırakılan boşluktan anlıyoruz ki, ilahi mesajdan yüz çevirip onu yalan sayan Mekkeli müşriklerin Peygamberimize -salat ve selam üzerine olsun- karşı tutumları gibi, Allah'ın hidayetini isteyecekleri yerde Hz. Salih'in kendilerini uyardığı Allah'ın azabının hemen gelmesini istediler. Hz. Salih ise hidayeti istemeyip azabın hemen gelmesini istemelerini
yadırgamış ve onları tevbe edip Allah'a yönelmeye çağırmıştır. Belki bu yolla Allah'ın rahmeti kendilerine ulaşabilirdi. (Seyyid Kutub Tefsiri)
47.
Şöyle dediler: “Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık.” Sâlih, “Size çöken uğursuzluğun sebebi Allah katındandır. Hayır, siz imtihana çekilen bir kavimsiniz” dedi.[*]
O günden bugüne kadar Allah'a iman etmekten yüz çeviren, gayb konusunu O'na havale etmeyi kendilerine yediremeyen ve kendi kanaatlarına göre bilimde belli bir düzeye çıktıklarına inanan, bu nedenle de din hurafesine dayanmayı kendilerine yakıştırmayanlar... Allah'a, O'nun dinine ve gayb bilgisine inanmayanlar... Evet işte bunlar 13 rakamına çok büyük anlam yüklüyorlar. Siyah bir kedinin önlerinden geçmesiyle yollarını değiştiriyorlar. Bir kibrit çöpünün iki alev çıkararak yanmasına değişik anlamlar yüklüyorlar... Daha buna benzer nice basit hurafelere dalıyorlar. Halbuki fıtrat imana susamıştır. Onsuz duramaz. insanın bilimsel bilgilerle henüz ulaşmadığı bu evrenin pek çok gerçeklerinin yorumlanmasında, bu imana dayanma gerekliliğini hisseder. Evrenin bazı gerçeklerine
insanlık, hiç bir zaman ulaşamayacaktır. Bunlar yeryüzünde halifelik görevini yapması için gereken ihtiyaçların dışındadır. İnsan, bu halifeliği yerine getirmek için Allah tarafından bir takım yetenekler ve güçlerle donatılmıştır!
Hz. Salih'in milleti kuruntu ve hurafe çölünde sapıklık, bilinçsizlik ve basitlik içinde yüzmelerinin sonucu olan sözler söylediği zaman Hz. Salih onları imanın aydınlığına, karanlıklardan ve yanılgılardan uzak olan apaçık iman gerçeğine yöneltmek istemiştir.
Allah'ın nimetleriyle deneneceksiniz. Başınıza gelen iyilikler ve kötülüklerle sınanacaksınız. Uyanıklık, yasaları düşünmek ve olayları izleyip bunların arka planında yer alan deneme ve sınamanın bilincinde olmak işin sonunda iyiliğin gerçekleşmesinin garantisidir. Bazı hayvanları veya bazı insanları uğursuzluğun ve kötülüğün kaynağı saymak boş bir anlayıştır. Zira bunların hepsi Allah'ın yarattığı varlıklardır.
İşte bu şekilde, sağlıklı bir inanç sistemi işleri değerlendirmede insanları netliğe, doğruluğa ve sağduyuya kavuşturur. Kalpleri sürekli uyanık tutarak meydana gelen olayları düşünmeye iletir. Tüm bu olayların arka planında Allah'ın elinin olduğunu, meydana gelen hiç bir şeyin boşuna veya rastlantı sonucu oluşmadığı bilincini insanlara yerleştirir... Böylece hayatın ve insanın değeri artmış, yükselmiş olur. Bu şekilde insan, bu gezegen üzerindeki yolculuğunu, etrafını kuşatan bütün bir evren ile evrenin yaratıcısı, idarecisi ve düzenleyicisi olan Allah tarafından bu evrene yerleştiren yasalar ile bağını koparmadan hayamı sürdürme olanağına kavuşmaktadır.
Ne var ki, bu sağlıklı mantığa ancak bozulmamış kalbler yönelebilir ve onu kabul edebilirler. Artık dönüşü olmayacak biçimde, sapmış saptırılmış kalpler onu kabul edemezler. Hz. Salih'in kavminin seçkinlerinden dokuz kişinin de kalbinde ne düzelme ve ne de düzeltmek. Bu sebeple ona tuzak hazırlayıp karanlıkta ailesiyle beraber onu öldürmeye yöneldiler.
(Seyyid Kutub Tefsiri)
48.
O şehirde, toplumda sürekli kargaşa çıkaran, hiç bir bozukluğu düzeltmeye yanaşmayan dokuz tane elebaşı[*] vardı.
Yahut “dokuz kabile”; çünkü yukarıdaki anlam örgüsü içinde raht terimi her iki anlama da yorulabilir. Ayette sözü geçen “şehir”, öyle anlaşılıyor ki, kuzey Hicaz’daki el-Hicr olarak bilinen bölgedir (karş. 7. sure, 56 ve 59. notlar). Sebe Melike’sinin inanmaya eğilim gösterdiğini, inandığını dile getiren önceki kıssanın tersine, Semûd kavminin (54 ve 58. ayetler) ve Lût toplumunun kıssaları, doğru yola girmeleri için yapılan çağrının, güçlü ve mağrur, yahut tersine, zayıf ama anlamsız, amaçsız tutkulara tutsak olan insanlarda ya da toplumlarda uyandırdığı husumete, düşmanlığa dikkat çekmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)
49.
Bunlar "Bir gece Salih’in evini basarak kendisini ve ailesini öldürelim, sonra da güvenliğini üstlenen akrabasına ’Onun ailesinin öldürülme olayından haberimiz yok, kesinlikle doğru söylüyoruz’ diyelim" diye aralarında Allah adına and içtiler.[*]
Semud toplumu, Allah’ın peygamberini ve o peygamberin yakınlarını öldürmek için Allah adına yemin ediyor. Bu da gösteriyor ki; bu insanlar Allah kavramıyla tanışıktır, ama bu kavram aşırı kibir ve küstahça eğilimlerle iyice örtülmüş ve manevî değerini bütünüyle yitirmiştir. Aşağıdaki ayetlerde görüldüğü gibi kurdukları tuzaklardan dolayı adına yemin ettikleri Allah tarafından yerle bir ediliyorlar. Demek ki Allah’a inanıyorum demek yetmiyor, O’nun resulüne ve ona gönderilen kitaba inanmak ve o kitapta Allah’ın belirlediği ilkeler doğrultusunda yaşamak gerekiyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
***
Bu yüzeysel bir oyun ve basit bir tuzaktır. Ne var ki, onlar kendilerini bununla tatmin ediyorlar. Yalanlarının kılıfını hazırlıyorlar. Onları böyle bir yalana iten sebep Hz. Salih'in ve ailesinin kan davasını güdecek olan akrabalarından kurtulmaktı. Evet bu tip insanların doğru sözlü olduklarını lanse etmeye bu kadar özen göstermeleri hayret vericidir doğrusu! Fakat insanın içi, kalbi saptırmalar ve çelişkilerle doludur. Özellikle insan doğru yolu çizen imanın aydınlığı ile yolunu belirlemediğinde bu saplantı ve çelişkiler daha da yoğunlaşır.
Böyle planladılar. Ve bu şekilde tuzak kurdular ama yüce Allah onları gözetliyordu. (Seyyid Kutub Tefsiri)
50.
Ve onlar bir tuzak kurdular; Biz de onlar farkına varmadan tuzaklarını boşa çıkardık.[*]
Zorba iktidar sahipleri ellerindeki güç ve tuzaklara ne de çok güvenir, onlarla kendilerini aldatırlar. Ama her şeyden
haberdar olan ve her şeyi gören yüce gözetleyiciden gafildirler. Bütün işlerin dizginini elinde bulundurup onların hepsini kıskıvrak yakalayan yüce güçten habersizdirler. (Seyyid Kutub Tefsiri)
51.
Bir baksana nasıl oldu tuzaklarının sonu! İşte, onları da topluluklarını da hep birlikte yere geçirdik.
52.
Ve işte onların yaşadığı yerler, işledikleri haksızlıklardan ötürü [şimdi] bomboş! Bu [olayda], bilmek, öğrenmek isteyen insanlar için mutlaka bir ders vardır;
İlk muhatapların sürekli gidip geldikleri kervan yolu üzerindeydi. Her geçişte görüyorlardı. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
53.
Buna karşılık mü’minleri ve Allah’ın yasalarını çiğnemekten sakınanları yok olmaktan kurtardık.[*]
Zımnen: Sebe gibi Allah’a teslim olan kurtulur, Semud gibi Allah’a başkaldıran helâk olur. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
54.
Lut’u da (elçi gönderdik.) Bir gün o, halkına şöyle demişti: “Siz eşcinsel ilişkiyi birbirinizin gözü önünde mi yapıyorsunuz?[*]
Ve “Lût’u da” zikret. Yahut “Gerçek şu ki... gönderdik...” [Neml
27/45] âyetinin delâleti doğrultusunda “Lût’u da” gönderdik. ذ إ edatı (o zamanı hatırla) birinci yoruma göre bedel, ikinci yoruma göre ise zarftır. Kalp gözü ile “göz göre göre”, yani onu işleme konusunda önünüze geçilmemiş [ilk kez sizin işlediğiniz!] yüz kızartıcı bir suç olduğunu, Allah’ın kadını sırf erkek için yarattığını, erkeği erkek için, kadını da kadın için yaratmadığını, dolayısıyla bunun Allah’ın hikmetiyle çeliştiğini bildiğiniz hâlde [işleyecek misiniz?] Bu konudaki bilginiz günahınızı daha büyültmekte, çirkinliği ve kabahati daha bir artırmaktadır. Burada, âlimler âlimi ve hikmetliler hikmetlisi olması sebebiyle Allah tarafından gelecek çirkin bir şeyin O’nun kullarından vâki olacak çirkinden çok daha çirkin olduğuna dair bir delil vardır. Yahut “bazınız bazınızdan göre göre” demektir; çünkü onlar bu hayâsızlığı başkalarını ürkütecek ve aldırış etmeyecek derecede ve günaha dalmış vaziyette alenen birbirlerinden saklanmaksızın irtikâp edenlerin toplantı yerlerinde bulunuyorlardı. (Zemahşeri Tefsiri)
55.
Şimdi siz kadınların yanı sıra bir de erkeklere şehvetle yöneliyorsunuz, öyle mi? Yoo! Siz aslında (bunun getireceği vahim sonucu) bilmiyorsunuz!”[*]
Onlar bu çirkin işi “göz göre göre” yani “bile bile” yapıyorlardı, fakat bu fiilin getireceği dehşet sonucun cahiliydiler (Zemahşerî). Âyette min dûni’n-nisâ’ (kadınların yanında ikincil olarak) geçtiğine göre, Lut kavmi karşıt cinslerin birlikteliğini (heteroseksüel) önceliyor, kadınları bırakmıyordu. Fakat buna rağmen erkeklere yöneliyorlardı. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
56.
Halkının buna karşı verdiği cevap sadece: "Lût’u ve etrafındakileri şehrinizden kovun, çünkü onlar çok temiz insanlar, yanımızda kirlenmesinler(!)" demekten ibaret oldu.
57.
Onu ve karısı hariç ailesini kurtardık. Karısının, (bedeninin) kalıntısı kalanlardan olmasını kararlaştırdık[*].
“(Bedeninin) Kalıntısı kalan” anlamı verdiğimiz kelime ğâbir (غابر)’dir (Lisan’ul-Arab). Bu kelime sadece, İnanmadıkları için yanardağ patlaması sonucu lav külleri altında kalan Lut aleyhisselamın eşi ve diğerleri ile ilgili olarak bu ayetle birlikte tam yedi ayette geçer (Araf 7/83, Hicr 15/60, Şuara 26/171, Ankebut 29/32-33, Saffat 37/135). Kur’an’da yanardağ patlaması ile helak olduğu bildirilen diğer topluluk Ashab-ı Fil’dir. Orada ğabir kelimesi “içi yenmiş bitki kabuğu gibi” sözü ile örneklendirilir (Fil 105/5). Demek ki yanardağ külleri altında kalan cesetlerin içi yok olur ama dışında bir şeyler kalır. Saffat 37/137-138
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
58.
Üzerlerine bir yağmur (pişmiş balçıktan taş ve kül) yağdırdık; uyarılmış kişilerin yağmuru ne kötüydü!
BÖLÜM 5
59.
De ki: “Her şeyi mükemmel yapmak[*] Allah’a özgüdür! Allah’ın seçtiği kullara selam olsun! Allah mı iyidir, ortak saydıkları mı?
Üç tip övgü vardır. Birincisi, kişiyi kendi katkısı olmayan bir şeyden dolayı övmektir. Boyu uzun, zeki, iyi bir aileye mensup sözleri böyledir. Arapçada ona medih (المدح) denir. İkincisi, iyi bir şey yaptığı için övmektir. Güzel yemek yapar, arkadaşlığı iyidir gibi sözler buna girer. Bu tür övgüye Arapçada hamd (الحمد) denir. Üçüncüsü, bize yaptığı bir iyilikten dolayı övmektir. Bana güzel bir yemek ikram etti demek gibi. Arapçada ona şükür (الشكر) denir. Yaptığı her şeyi güzel yapan sadece Allah’tır. Allah’ın yaptığı ile insanların yaptığı arasındaki farkı göstermek için güzel yerine mükemmel kelimesini kullandık.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
60.
Peki kimdir, gökleri ve yeri yaratan ve sizin için gökten su indiren? Öyle bir su ki, onunla, sizin bir tek ağacını bile yetiştiremeyeceğiniz görkemli bağlar, bahçeler yeşertiyoruz! Allah’la beraber başka bir tanrı, öyle mi? Hayır, hayır, [böyle düşünenler] yoldan çıkmış kimselerdir![*]
Yeryüzü ve gökler apaçık ortada duran birer gerçektir. Hiç kimse onların varlığını inkar edemez. Yine hiç kimse onların bu sahte tanrılar tarafından yaratıldığını iddia edemez... Bunlar heykeller, putlar, melekler, şeytanlar, güneş ya da ay olsun fark etmez. Apaçık gerçek bu iddianın yüzüne şamarını indirmektedir. Müşriklerden hiçbiri de bu koca evrenin kendi kendine ayakta durduğuna, kendiliğinden yaratıldığına inanmıyordu... Son asırlarda bu tür saçma iddialara inananlara rastlamak mümkünse de o sırada böyle iddia sahibi insanlar yoktu. Bu nedenle sırf gökler in ve yerin varlığını hatırlatma, düşünceyi onları kim yarattı diye yönlendirme bile susturmak, şirki etkisiz hale getirmek ve müşriklerin delillerini çürütmek için yeterli oluyordu. Şimdi de onlara yöneltilen bu soru geçerliliğini korumaktadır. Zira belli bir amaca yönelik olarak yaratıldığını, belli bir plana göre idare edildiği, boşalma ve rastlantı ile oluşması mümkün olmayan sınırsız ahengin sergilendiği yer ve göğün yaratılışı, tek başına eşsiz yaratıcının varlığını kabul etmeyi zorunlu kılmaktadır. Zaten bu yaratıcının eşsizliği eserleri ile kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu eserler, bu evrenin öz itibariyle bir olduğunu, birimleri arasında bir ahengin bulunduğunu, tabiatında (yapısında) ve yönelişinde herhangi bir değişiklik bulunmadığını ifade etmektedirler. Dolayısıyla bu eserlerin tek bir iradeden kaynaklanmış olmaları gerekir. Birkaç iradeden değil. Her şeyi bilen ve belli bir amaca göre yaratan, büyük küçük hiçbir şeyi belli amacının dışında bırakmayan bir irade.
Gökten inen su da, inkarı mümkün olmayan göz önündeki bir gerçektir. Yaratıcı, idare edici birinin varlığını kabul etmeden onu açıklamak çok zordur. Gökleri ve yeri bu yasaya uygun biçimde yaratan kudret sahibidir. Yağmurun bu ölçüde yağmasını sağlayan, yağmurun hayatı meydana getirmesini, bu ölçülere göre ulaşmasını meydana getiren. Bunların hepsinin rastlantı ile meydana gelmeleri, bu rastlantıların bu kadar ince hesaplarla düzenlenmesi, bu kadar sağlam ölçülerle planlanması, canlıların özellikle de insanın ihtiyaçlarına karşılık verecek şekilde yaratılması mümkün değildir. Nitekim Kur'an-ı Kerim insanın bu özel konumuna şu cümle ile dikkat çekmektedir: "Gökten size su indiren." Kur'an insanların kalplerini ve gözlerini onların hayatlarındaki ihtiyaçlarına uygun biçimde indirilen bu suyun hayat verici etkilerine yöneltir. Varlıklarını, ihtiyaçların ve zaruri gereksinimlerini karşılayacak biçimde ayarlanan bu suyun gözler önündeki hayat verici etkilerine, kalplerini ve gözlerini yönelterek bu konudaki aldırmazlıklarını önlemeye çalışır.
"Biz o su sayesinde bir tek ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmeyeceği alımlı bahçeler bitirdik."
Güzel, hayat dolu, ferahlandıran olgunlaşmış şen bahçeler. Bahçelerin manzaraları insanın kalbine şenlik, dirlik ve canlılık getirir. Bahçeler tarafından oluşturulan bu şen, canlı ve olgun güzelliğin üzerinde düşünülmesi bile kalpleri diriltmeye yeter. Bahçelerdeki eşsiz yaratmanın eserleri üzerinde düşünmek bu hayret verici güzelliği ortaya koyan sanatları takdir etmeyi garanti eder. Tek bir çiçeğin rengini ve ahengini vermek bile insanların en büyük sanat ustalarını aciz bırakır. Bir tek renkleri ve tonlarını belirlemek, çizgilerini içiçe yerleştirmek ve yapraklarını düzenlemek klasik ve modern bütün sanat dahilerinin ulaşamayacağı gerçek bir mucizedir, ağaçta gelişen hayat mucizesi bir tarafa dursun, şimdilik zaten hayat olgusu insanlığın anlamaktan aciz kaldığı en büyük sır olma niteliğini korumaktadır.
"Bir tek ağacını bile bitirmeye gücünüz yetmeyeceği"
Hayatın sırrı, önceden olduğu kadar şimdi de bize kapalıdır. Bitkide, hayvanda ve insanda hayat hep sır olarak kalmıştır. Şimdiye kadar hiç kimse bu hayatın nereden ve nasıl geçtiğini sağlıklı bir biçimde açıklamamıştır. Öyleyse onu açıklamak içici gözle görülen bu evrenin ötesinde bir kaynağa başvurmak gerekmektedir. Şen bahçelerde gelişen hayatın önünde bu kadar durup irkilme, araştırma, düşünme ve değerlendirmeyi harekete geçirme noktasına ulaştığında hitap bir soru ile kendilerine yöneliyor.
Allah'ın yanı sıra başka bir ilah mı var?
Böyle bir iddianın asla yeri yok. Onu kabul edip boyun eğmekten başka kurtuluş yolu da yok... Burada toplumun tutumu ilginç ve hayret vericidir. Çünkü onlar sahte tanrılarını Allah ile bir tutuyorlar... Allah'a tapar gibi onlara tapıyorlar."Aslında onlar gerçekten sapan bir toplumdurlar." Ayeti kerimede geçen "ya'dilun" kavramının anlamı ya "eşit,tutuluyorlar yani, sahte tanrılarını Allah ile bir tutuyorlar ya da sapıyorlar yani apaçık ve net olan gerçekten sapıyorlar. İbadette başkasını Allah'a ortak koşmakla sapıyorlar. Halbuki O yaratanda kimsenin kendisine ortak olmadığı tek yaratıcıdır. Her iki eylem de hayret verici ve eşsiz birer gerçektir!
(Seyyid Kutub Tefsiri)
61.
Peki kimdir, yeryüzünü [yerleşmeye] uygun bir yer haline getiren ve vadilerden dereler, ırmaklar akıtan; ve onun üzerine sağlam dağlar yerleştiren; ve iki büyük su kütlesi arasına bir engel koyan?[*] Allah’la beraber başka bir tanrı, öyle mi? Hayır hayır, [böyle düşünenlerin] çoğu [ne söylediklerini] bilmiyorlar!
İki deniz: Araplar büyük su kütlelerine deniz derler. Dolayısıyla bu ayeti tatlı ve tuzlu sular arasına engel koyan şeklinde anlamak mümkündür (Bkz: Rahman 55/19-20). Aynı zamanda iki tuzlu denizi birbirinden ayıran kıtaların ifade edildiği de anlaşılabilir (Örneğin Hazar Denizi ve Karadeniz). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
62.
Onlar mı daha güçlü, yoksa darda kalana kendisine yalvardığı zaman karşılık veren ve sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri kılan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var? Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz!
63.
Peki kimdir karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanızı sağlayan ve rüzgarları rahmetinin önünden müjdeci olarak gönderen? Allah’la beraber başka bir tanrı, öyle mi? Allah, insanların tanrısal nitelikler yakıştırabileceği her şeyin ötesinde, her şeyden yücedir!
Karada ve denizde yolculuk ederken, gece karanlığı sizi bastırdığında gökte yıldızlar, yerde de işaretler sayesinde “size yolunuzu bulduran...” (Zemahşeri Tefsiri)
64.
Peki, yaratılışı ilk defa başlatan ve sonra da onu aralıksız devam ettirip, yenileyen[1*] kimdir? Ve kimdir, sizi gökten ve yerden rızıklandıran?[2*] Allah’la beraber başka bir tanrı, öyle mi? De ki: “Eğer ileri sürdüğünüz iddiaya gerçekten inanıyorsanız[3*] getirin o zaman delilinizi!”
[1*] Bu ifadeyle, insanın yeryüzündeki hayatına ve bedensel ölümden sonraki dirilişe işaret edildiği gibi, bütün organik tabiatta doğum, ölüm ve yeniden türeme şeklinde kendini gösteren çevrimsel sürece (devr-i dâime) de işaret edilmektedir.
[2*] Rızk terimi, 10:31’de olduğu gibi, burada da hem maddî, hem de manevî ihtiyaçların karşılığı anlamınadır; ayette geçen “gökten ve yerden” ifadesi de, kanaatimizce buna delalet etmektedir.
[3*] Lafzen, “Eğer doğru sözlü kimselerseniz”. Bu ayet, çok tanrılı bir inancı benimseyen, hatta Allah’tan başka tanrı olmadığına ama O’nun yaratılmış bir varlıkta “tecessüm” etmesinin mümkün olduğuna inanan çoğu insanların bu tür kör ve bâtıl inançlara, idrak ve sağduyu yoluyla değil fakat çoğu zaman sadece geleneksel kültür ve düşünce tarzının etkisi altında saplandıklarına işaret etmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)
65.
De ki: "gerek göklerde gerek yerde olanlardan hiç kimse gaybı[*] bilemez, gaybı yalnız Allah bilir. "Dolayısıyla, onlar ne zaman diriltileceklerini de bilemezler.
Gayb Arapça’da “gizli kalmak, gizlenmek, görünmemek, uzaklaşmak, gözden kaybolmak” anlamında masdar ve “gizlenen, hazırda olmayan bulunmayan şey” mânasında isim veya sıfat olarak kullanılır (Lisânü’l-ʿArab, “ġyb” md.; Fîrûzâbâdî, el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ, “ġyb” md.). Râgıb el-İsfahânî gaybı “duyular çerçevesine girmeyen ve aklın zaruri olarak gerektirmediği şey”, İbnü’l-Esîr de “kalplerde (zihinlerde) mevcut olsun veya olmasın gözlerden gizli kalan her şey” tarzında açıklamışlardır (el-Müfredât, “ġayb” md.; en-Nihâye, “ġyb” md.) (DİA Gayb md.)
66.
Doğrusu onların âhiret hakkındaki bilgileri, ard arda gelip bir araya toplandı. Fakat onlar (hâlâ) ondan bir kuşku içindedirler. Daha doğrusu, onlar ondan yana kördürler.
BÖLÜM 6
67.
Bunun içindir ki kâfirler: "Sahi!" dediler, "Biz de babalarımız da ölüp toz toprak olduktan sonra, biz mi diriltilip kabirden çıkarılacağız?[*]
İşte bu, inkar edenlerin sürekli olarak gelip takıldıkları bir açmazdır. Hayat bizden el etek çektiğinde, vücutlarımız çürüdüğünde, kabirlerde dağıldığında ve toprak olduğunda... Evet bütün bunların hepsi gerçekleştiğinde -zaten bu haller, toprağa verildikten bir süre sonra kuraldışı nadir haller dışında tüm ölülerin başından geçen aşamalardır- bizler ve bizden önceki atalarımız bu aşamalardan geçtikten sonra biz mi bir daha tekrar diriltilecek hayata döneceğiz! Etimizin ve kemiklerimizin toprağına karışıp gerçekten toprak haline döndükten sonra biz mi bu topraktan çıkarılacağız!
Onlar böyle diyorlar. Bu maddi şekil, onlarla diğer bir hayatın tasavvur edilmesi arasında duruyor. Daha önce hiçbir şey değilken yaratıldıklarını unutuyorlar. Hiçbirisi ilk bünyelerinin kendisinden oluştuğu atomların ve hücrelerin nereden geldiğini bilmiyor. Bunların her biri dünyanın bir köşesinde, denizlerin dibinde ve uzayın değişik burçlarında bulunuyorlardı. Bunların bir kısmı uzakta bulunan güneşten bir kısmı bir insan veya bitki veyahut hayvanın nefes alışından, bir kısmı da toprak haline gelen ve bazı elementleri havaya karışan bir vücuttan derlenmiştir!.. Sonra bu hücreler ve atomlar yedikleri yemekte, içtikleri içkilerde, soludukları havada, kendisiyle ısındıkları ışınlarda somutlaşmışlardı... Sonra bir de bakmışsın ki, Allah'dan başkasının sayısını bilemeyeceği derecede darmadağın halde bulunan, Allah'ın dışında kimsenin kaynaklarını bile sayamadığı bu hücreler ve atomlar bir insan bünyesinde bir araya gelmiştir. Bunların hepsi de rahimde asılı duran bir yumurta hücresinden türemiştir. Bu yumurta hücresi zamanla kefene sarılı bir vücut haline gelmiştir. İşte onların ilk yaratılışları budur. İkinci bir hayat için onların tekrar bu şekilde veya başka bir şekilde yaratılmaları gerçekten aklın almayacağı bir mesele midir? Fakat onlar her şeye rağmen böyle diyorlar. Onların bazıları aynı şeyi ufak tefek değişikliklerle bu gün de aynen tekrar etmektedirler. (Seyyid Kutub Tefsiri)
68.
Bu tehdit gerek bize ve gerekse atalarımıza daha önce de yapılmıştı. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir."[*]
Onlar, peygamberlerin daha önceleri kendi atalarını diriliş ve kıyamet gününe karşı uyardıklarını biliyorlardı. Bu da gösteriyor ki, Arapların zihinleri İslâmın inanç sisteminden ve ana ilkelerinden habersiz değillerdi. Yalnız onlar kendilerine ve atalarına yöneltilen uyarıların uzun zaman geçmesine rağmen gerçekleşmediğini görüyorlar ve "Bunlar öncekilerin masallarıdır. Muhammed bunları toplayıp bize aktarıyor" diyorlardı. Kıyametin belli bir zamanı olduğunu, insanların onu hemen istemeleriyle ileri alınmayacağını, ricaları ile de geriye atılamayacağını Allah'ın belirlediği zaman diliminde ancak gerçekleşebileceğini, hem yeryüzündeki hem göklerdeki kulların onu bilemeyeceğini anlayamıyorlardı. Nitekim peygamberimiz -salat ve selam üzerine olsun- Hz. Cebrail'in kıyamete ilişkin sorusuna şu cevabı vermişti. Bu sorunun kendisinden sorulduğu adam, soran adamdan daha bilgili değildir.(Abdullah ibn-i Ömer'in İslam ve İman gerçeğine ilişkin hadisinden bir parçadır. Bu hadisi Müslim ve sünen yazarları kitaplarına almışlardır) (Seyyid Kutub Tefsiri)
69.
De ki "Yeryüzünde şöyle bir dolaşın. Bakın bakalım suçluların sonu nasıl olmuş?"[*]
Yani, ölümden sonraki hayat gerçeğini ve dolayısıyla bilerek yapıp-ettiklerinden sonunda hesaba çekileceklerini inkar edenlerin sonunu görün. Bundan önceki notta da belirtildiği gibi, bu inkarcı tavrın kaçınılmaz sonucu doğruyla eğriyi birbirinden ayırma duygusunun kaybedilmesidir ki bu da manevî ve toplumsal kargaşayı beraberinde getirmekte ve sonuç olarak toplumların ve uygarlıkların çökmesine yol açmaktadır. (Muhammed Esed Tefsiri)
70.
Onlara üzülme, planladıkları şeylerden ötürü de canını sıkma.[*]
Bu ayeti kerime Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kalbinin hassasiyetini, önceki mesajları yalanlayanların akıbetlerinden hareketle sonlarını tahmin ettiği milletinin haline ne kadar üzüldüğünü tasvir etmektedir. Ayrıca müşriklerin, ona davasına ve müslümanlara karşı ne türden ağır baskılar yaptığını, geniş ve büyük olan kalbini daraltacak kadar ileri gittiklerini gösteriyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
71.
Bir de diyorlar ki: "(Azaba ilişkin) bu tehdidiniz ne zaman gerçekleşecek, eğer sözünüze sadıksanız haber verin bakalım?"
72.
Onlara de ki: “Acele gelmesini istediğiniz (azab)ın bir kısmı belki de başınıza gelmek üzeredir.”[*]
Acele gelmesini istedikleri azabın artçı kısmı Bedir’de başlarına gelmiştir. Bu ayetten anlıyoruz ki; yapılan kötülüklerin karşılığı sadece ahirette değil dünya da gerçekleşecektir. İşin ahiret boyutu Allah’la alakalıdır. O’nun cezası ne kadardır, neye göre ve nasıl takdir edilecektir ona O karar verecektir. Allah’ın koyduğu kanunlar doğrultusunda zalim zulmünün bedelini ödemeden ölmeyecek. İnsanlar yaptıkları kötülükleri yaşamadan hayatları son bulmayacak. Alay eden alay edilmeden, hor gören hor görülmeden, küçümseyen küçümsenmeden, zarar veren zarar görmeden, fitne çıkaran fitneye kurban olmadan, iftira atan iftiraya uğramadan, haksızlık yapan haksızlığı yaşamadan ölüm gerçekleşmeyecek. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
73.
Şüphesiz Rabbin, insanlara karşı lütuf sahibidir; fakat insanların çoğu şükretmezler.[*]
Allah’ın en büyük lütfu insanların bozulan fıtratlarını düzeltmek için onlara peygamber ve kitap göndermesidir. Peygambere ve kitaba rağmen insanların kötülüğe devam ettikten sonra onların tevbe etmelerine ve doğru yola dönmelerine fırsat tanıyarak azabı geciktirmesi ve tekrar tekrar ayetler göndermesi de ayrı bir lütuftur. Allah, büyük lütuf ve ihsan sahibidir.” (Ali İmran, 3/74), “Allah, kullarına çok lütufkârdır…” (Şûra, 42/19). (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
74.
Kuşku yok ki, senin Rabb’in onların gerek içlerinde sakladıkları ve gerekse açığa vurdukları tüm duyguları bilir.
75.
Göklerde ve yerde, gizli saklı hiçbir şey yoktur ki apaçık yazılı bir kaydı olmasın.[*]
Yeryüzünde hareket eden tek bir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın. Allah, onun ömür boyu bulunduğu yerleri de geçici olarak kaldığı yeri de bilir. Bunların hepsinin apaçık yazılı bir kaydı tutulur. (Hud 11/6)
Allah sizi topraktan, sonra döllenmiş yumurtadan yaratmış, sonra da sizi (ruh ve bedenden oluşan) eşler haline getirmiştir. Onun bilgisi olmaksızın hiçbir dişi ne gebe kalır ne de doğurur. Kendisine bir ömür biçilenin, ömrünün sonuna kadar yaşatılmasının da ömrünün kısaltılmasının da mutlaka yazılı bir kaydı tutulur. Bu, Allah için çok kolaydır. (Fatır 35/11)
Yeryüzünde veya kendinizde meydana gelen bir tek olay yoktur ki onu, ayrı bir varlık olarak yaratmamızın öncesinde bir deftere kaydedilmiş olmasın. Bu, Allah’a göre kolaydır. (Hadid 57/22) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
76.
Hiç kuşkunuz olmasın ki bu Kur’an, İsrailoğullarına, ihtilafa düştükleri şeylerin birçoğunu anlatıyor.[*]
Yani, vaktiyle kitaplarında apaçık ortaya konmuş olduğu halde üzerinde sonradan ayrılığa düştükleri birtakım temel gerçekleri. Tahrif edilmiş haliyle bile olsa, her iki grup da Eski Ahid’e bağlı olduğuna göre, yukarıdaki “İsrailoğulları” tabiri hem Yahudileri, hem de Hristiyanları içine almaktadır (Zemahşerî). Hem kitaplarındaki tahrifat sebebiyle, hem de Yahudi ve Hristiyan inanç ve kültürünün insanlığın büyük bir kısmı üzerinde gerçekleştirdiği yaygın etkiden ötürü, Kur’an belli ahlakî gerçekleri bu iki gruba açıklama amacını da gütmektedir. Bu anlam örgüsü içinde, meselelerin hepsinin değil de “pek çoğu”nun açıklığa kavuşturulduğundan söz edilmesi göstermektedir ki, bu pasajda, Kur’an’ın sıkça tekrarladığı gibi ancak ahirette cevaplanacak olan nihaî metafizik meseleler üzerinde değil, fakat sadece insanın bu dünyadaki ahlakî meseleleri ve toplumsal hayat üzerinde durulmaktadır.
(Muhammed Esed Tefsiri)
77.
İnanıp güvenenler için de bir rehber ve ikramdır[*].
78.
Rabbin elbette İsrâiloğulları arasında hükmünü verecektir. O, Azîz’dir; daima üstündür, Alîm’dir; her şeyi bilir.
79.
O halde yalnız Allah’a güven, çünkü tuttuğun yol gerçekliği meydanda olan hak yoludur.
80.
Şu bir gerçek ki, sen ölülere işittiremezsin. Dahası, bu daveti sırtını dönüp uzaklaşan sağırlara da işittiremezsin.[*]
Onların umursamazlıkları ölülerin duyması gibidir. Ölüye ne kadar anlatmaya çalışsan da işittiremezsin. Hem dönüp kaçan hem de sağır olana zaten duyuramazsın. Bu ayetin muhatapları sadece inkârcılar değil aynı zamanda Müslüman olduğunu söylese de Kur’an’ı umursamayanlar, onun mesajına sağır kesilenler ve sırtını dönüp gidenlerdir.
Bu ayette ayrıca kabre konan ölüye, sözde sorgu meleklerine vereceği cevabı öğretmek veya anımsatmak yani bir çeşit kopya vermek (telkin yapmak) isteyenlere de bir mesaj vardır. “Ey telkin yapan imam efendi! Kişi ölmeden neredeydin? Tebliğ vazifeni o kişi hayattayken yapman gerekmez miydi? Şimdi hangi yüzle Kur’an “sen ölüye duyuramazsın” demesine rağmen ona duyurmaya çalışıyorsun, kopya veriyorsun? Üstelik kopyayı bilmediği bir dilde veriyorsun. Bu saçmalığı daha ne kadar devam ettireceksin? Bir insana hayattayken anlayıp uygulamadığı şeyler öldükten sonra kelime tekrarı ile üstelik işitmediği halde nasıl fayda verebilir?
(Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
81.
Yine, yoldan çıkan körleri doğru yola getirecek olan da sen değilsin. Sen ancak ayetlerimize inananlara duyurabilirsin; ki zaten onlar gönülden teslim olan kimselerdir.[*]
Kur'an'ın eşsiz ifade üslubu, gözle görülmeyen psikolojik bir halin canlı hareketli bir tablosunu çizmektedir. Bu psikolojik hal, kalbin donuklaşması, ruhun küllenmesi, hislerin hareketsizleşmesi, bilincin sönükleşmesidir. Kur'an bu psikolojik durumu bazen ölü biçiminde takdim eder. Hz. Peygamber salât ve selâm üzerine olsun- onları çağırır. Onlar ise çağrıyı duymazlar. Zira ölüler hissedemezler! Bazan onları sağır biçiminde tasvir eder. Çağırana sırtlarını dönüp giderler. Çünkü onlar işitmezler. Bazen de onları kör insanlar olarak anlatır. Karanlık dünyalarında ilerlerler. Yol göstereni görmezler, zira onlar göremezler! Bu hareketli somut tablolar birbiri ardına gözler önüne serilir. Böylece meselenin esprisi somutlaşmış ve bilinçte sağlamlaşmış olmaktadır! Sonra ölülerin, körlerin ve sağırların karşısında mü'minleri yerleştiriyor. Mü'minler diri işitebilen ve görebilen kimselerdir.
Sen ancak hayatı görme ve işitme ile kalplerini Allah'ın ayetlerini anlayacak biçimde hazırlayanlara işittirebilirsin. Hayatın alameti bilinçtir, hissedebilmektir. Görme ve işitmenin alameti görülen ve işitilen şeylerden yararlanmaktır. Mü'minler, hayatlarından görmelerinden ve işitmelerinden en güzel biçimde yararlanırlar. Peygamberin görevi onlara işittirmek ve Allah'ın ayetlerini göstermektir. Bu görevini yaptıktan sonra zaten onlar hemen ve anında teslim olurlar. "Rab'lerine boyun eğmiş müslümanlara söz dinletebilirsin.
İslâm, doğal bir anlayıştır. Açıktır. Sağlıklı olan fıtrata yakındır. Sağlıklı olan kalp İslâmı tanıdıktan sonra hemen ona teslim olur. Ona karşı koymaz. Kur'an-ı Kerim doğru yolu kabul eden, dinlemeye hazır olan, tartışmaya ve meseleyi bulandırmaya yönelmeyen, sırf Hz. Peygamberin kendilerini çağırması, onları Allah'ın ayetlerine ulaştırması ile imana yönelip onun çağrısını kabul eden kalpleri de işte bu şekilde tasvir ediyor.
(Seyyid Kutub Tefsiri)
82.
Haklarındaki karar kesinleşince bulundukları yerden onlar için bir dâbbe[*] çıkarırız; onlara, insanların ayetlerimize tam olarak inanmadıklarını söyler.
Hareket etme özelliğine sahip her canlı dabbedir (Müfredât). Allah bunları göklere ve yere yerleştirmiştir (Şura 42/29). Ömrünü tamamlamış birinin, öldüğü yerde karşısına çıkıp konuşan canlı, onun için görevlendirilmiş ölüm meleğidir (Secde 32/11). O melek bu sözü, hayatını yanlışlar içinde geçirmiş olanlara söyleyince onlar tam bir teslimiyet gösterir ve "biz kötü bir şey yapmadık ki ki!" derler (Nahl 16/28). Ölüm meleğinin yanındaki melekler (En’am 6/61) onların yüzlerine ve sırtlarına vurup (Muhammed 47/25-28) şöyle derler: ‘Çıkarın ruhlarınızı!’ Bugün, Allah'a karşı gerçek dışı şeyler söylemiş olmanız ve büyüklük taslayarak ayetlerinden uzaklaşmanız sebebiyle alçaltıcı bir azap ile karşılanacaksınız” (En’am 6/93). Kendilerini düzeltmeleri için ek süre isterler ama verilmez (Müminûn 23/99-100). Günahkar olarak ölen Müminler de ek süre isterler. Onların istekleri de kabul edilmez (Münafikun 63/10). Melekler, hayatını Allah'ın istediği gibi geçirmiş olanlara, selam ve mutluluk haberleri ile gelirler (Nahl 16/32, Fussilet 41/30-31). Gelenekte bu ayetteki canlıya dâbbet’ul-ard denir ve kıyamet alametlerinden sayılır. Kıyamet alametleri, kıyametin işaretleridir. Onlar, tabiatta her zaman vardır (Muhammed 47/18) Herkes bu konuda kendine göre bir gözlem yapar (Hac 22/5-7, Zuhruf 43/11, Kaf 50/6-11). Kıyamet, ansızın gelecektir. Onun vakti kimseye bildirilmediği için (A'raf 7/187) bir alameti olamaz. Kıyamet alametleri denen şeylerin sağlam bir dayanağı yoktur. Dolayısıyla bu ayetin de kıyamet ile bir ilgisi yoktur. Kıyamet ile ilgili olan ayetler, bu ayetin devamında yer alan ayetlerdir (Neml 27/83-85). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 7
83.
O gün her ümmetten ayetlerimizi yalanlayanları grup grup bir yere topladıktan sonra saf düzeninde yürüyüşe geçiririz.
84.
Nihayet hesap yerine vardıklarında Allah Teâlâ: "Demek siz ayetlerimin ne olduğunu iyice anlamadan yalan saydınız öyle mi? Yoksa ne yaptınız?"[*]
Birinci soru utandırma ve azarlama içindir. Çünkü onların yüce Allah'ın ayetlerini yalan saydıkları bilinen bir olgudur. İkinci soru da bütünü ile aşağılayıcı bir içeriğe sahiptir. Bunun konuşma dilinde de benzer ifadeleri vardır. Yalanladınız mı? Yoksa sizin bildiğiniz başka bir şey mi var? Sizin önemli bir işiniz yoktu ki, siz hayatınızı bu işle uğraşarak geçirdiniz denilsin. Tüm yaptığınız, bu olmaması gereken çirkin yalanlamadır. Bu tür sorulara cevap verilemez. Ancak sessiz geçilir. Susulur. Sanki bu soru ile karşıdaki insanın üzerine ağzını gemleyen ve kalbini frenleyen bir şey bırakılmış olur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
85.
Yaptıkları yanlışlardan dolayı haklarındaki karar kesinleşmiş olur;[*] artık konuşamazlar.
Bunlar, ahireti göz ardı ederek insanları Allah’ın yolundan engelleyen ve o yolda anlaşılamayacak çarpıklıklar yapanlardır (A’raf 7/44-45). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
86.
Geceyi dinlenesiniz diye karanlık ve gündüzü de çalışasınız diye aydınlık olarak yarattığımızı onlar görmüyorlar mı? İşte bunda, inanan (ve inanmak isteyen) bir toplum için elbette alınacak dersler vardır.[*]
Eğer gece olmasaydı ve her zaman gündüz olsaydı yeryüzünde hayat sona ererdi. Sürekli gece olduğunda durum aynı olacaktı. Buna bile gerek yok; eğer gece veya gündüz şimdi olduğunun on katı daha uzun olsaydı Güneş gündüzleyin bütün bitkileri yakardı. Geceleyin de her şey donardı. O zaman da hayat imkansız olurdu. Öyleyse gece ile gündüzün hayata uygun biçimde ayarlanmasında pek çok mucizeler vardır. Fakat onlar yine de inanmazlar.
Yeryüzündeki gece ile gündüz mucizelerinden, bu evrenin şaşmayan düzeni içinde garantiye ve güvene alanın hayatlarından bir çırpıda onları Sur'a üfürüldüğü güne geçiriyor. O günde, yeri ve gökleri titreten, Allah'ın koruduğu kullar dışında orada bulunan herkesi ürperten korkudan söz ediyor. İstikrarın ve sağlamlığın alameti olan yüksek dağların yürütülmesinden bahsediliyor. Bu günün sevap yönünden iyilik ve güvene, ceza yönünden, korku ve ateşe atılma gibi sonuçlar doğuracağından söz ediliyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
87.
Sura üfleneceği gün, Allah’ın tercih ettikleri hariç,[*] göklerde ve yerde kim varsa korkudan kaskatı kesilir, hepsi boynu bükük olarak Allah’ın huzuruna gelir.
Şâe (شاء ) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
88.
Sen dağları görünce onların yerlerinden hiç kımıldamadıklarını sanırsın. Oysa onlar bulutlar gibi hareket ederler. Bu her şeyi özenerek yaratan Allah’ın ustalığıdır. Hiç kuşkusuz O, yaptığınız her şeyden haberdardır.[*]
Yeryüzünü oluşturan tabakaların hareket halinde olduğu günümüzde artık bilinmektedir. Buna “kıtasal sürüklenme” (continental crif) adı verilmektedir. Bu âyet, “Son Saat” ve “Kıyamet” bağlamında yer almasına karşın, doğrudan kıyametle ilgili sûrelerdeki gibi ‘dağların yok olup gittiğini’ ya da ‘pamuk gibi atılarak toz duman olup kaybolduğunu’ (Krş: 52:10; 56:5; 70:9; 73:14; 77:10; 81:3; 101:5) söylememektedir. Bu durumda âyetin bağlamıyla münasebetinin zımnî açılımı şöyle olur: Dağların bilinçsiz hareketini dahi izleyen ve bir yasaya bağlayan Allah’ın insanın eylemlerini bilip izlememesi ve hesaba çekmemesi düşünülemez. Dolayısıyla O’nun hesaba çekeceği bir gün mutlaka gelecektir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
89.
Kim, bir iyilikle gelirse; ona daha iyisi vardır. Onlar, o günün korkusundan emindirler.
90.
Kim de kötülüklerle gelirse, yüz üstü cehenneme atılır. -Yapmış olduklarınızdan başka bir şeyle mi karşılık göreceksiniz.
91.
Ey Muhammed de ki; "Bana sırf bu şehrin Rabb’ine kulluk etmem emredildi. O bu şehri dokunulmaz kıldı. Her şey O’nundur. Bana O’nun buyruğuna boyun eğenlerin ilki olmam emredildi.[*]
Bu sûre Mekkî olup “Önce en yakın akrabalarını uyar!” buyruğunun bir uygulaması kabilinden, bu ayet Hz. Peygambere Mekkelilere şöyle demesini emrediyor: “Allah can güvenliğinin olmadığı geniş Arap ülkesi ortasında Mekke’yi güvenli bir yer yaptı, bütün insanların kıblesi kıldı. Ama siz nankörlük edip başka putlara yönelseniz de, ben yalnız O’na kulluk ederim.” (Suat Yıldırım Tefsiri)
92.
Ve Kur’an’ı okumakla emrolundum.” Artık kim doğru yolu seçerse, kendisi için seçmiştir. Kimde sapıklık yolunu tercih ederse, de ki “Ben yalnızca uyarıcılardanım.”[*]
İşte burada Allah'ın terazisinde sapıklık ve doğru yol ile ilgili konularda bireysel sorumluluk esastır. Bu bireysel sorumlulukta insanın onuru ve şerefi de ortaya çıkmaktadır. Zaten İslam bunu garantiye almaktadır. İnsanları hayvan sürüleri gibi imana sürüklemez. Sadece onlara Kur'an okur. Sonra onları kendi hallerine bırakır. Kur'anın onların iç alemlerindeki görevlerini yapmasını bekler. Kur'an kendine has, derin nüfuz sahibi metoduna uygun biçimde onlara yönelir. Fıtrata, Kur'an'ın metoduna uygun düşen değişmez yasalarına uygun biçimde ve derinlerine inerek hitab eder. (Seyyid Kutub Tefsiri)
93.
Ve yine de ki: "Allah’a övgüler olsun! O, ayetlerini (doğada, evrende yarattıklarını) size gösterecek, siz de onları görüp tanıyacaksınız!" Rabbin yaptıklarınızdan bilgisiz değildir![*]
Yüce Allah her gün kendi kullarına onların iç alemlerine ve dış alemlerine yerleştirdiği ayetlerinden bazılarını gösteriyor. Sırlarla dolup taşan bu evrenin sırlarından bazılarını onlara açıp gösteriyor.
"Rabb'in onların yaptıkları işlerden kesinlikle habersiz değildir."
İşte bu şekilde surenin sonunda onlara sanki dokunuşta bulunuyor. Hem de bu kapalı, güzel, ürpertici ifade ile... Sonra onları kendi hallerine bırakıyor. Dilediklerini yapsınlar diye. Her şeye rağmen onların iç alemlerinde bu derin, etkili dokunuşun izleri silinmez.
"Rabb'in onların yaptıkları işlerden kesinlikle habersiz değildir." (Seyyid Kutub Tefsiri)