Sûreye adını veren Kutup yıldızının gökyüzündeki yeri.
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Ortaya çıktığında o yıldıza[1*] (kutup yıldızına) yemin olsun ki[2*] .
[1*] Hevâ (هَوَى) kelimesinin kök anlamı, gök ile yer arasındaki boşluktur (Lisan’ul-arab). Sürekli bu boşlukta asılı olan Kutup yıldızı, güneş ışınları çekilince görünür hale gelir.
[2*] Allah, birçok surede olduğu gibi bu surede de değer verdiği bir şeye yemin ederek bir başka şeyin önemine vurgu yapmaktadır. Burada değer verdiği şey, elif-lam takısı ile belirlilik kazanan "yıldız (necm)" kelimesidir. Nahl 16/16. ayette bu yıldızın yol bulmaya yaradığının anlatılması, buradaki "en-necm (النَّجْمِ)" kelimesinin "Kutup Yıldızı" olduğunu gösterir. Güney Kutbunda Sigma Octantis adı verilen, yıldızın da benzer özellikleri vardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
2.
Arkadaşınız doğru yoldan sapmadı, yanlış kurgulara da kapılmadı.
3.
Ve ne de kendi arzu ve heveslerine göre konuşmaktadır:
4.
(Naklettiği) bu (Kur’an), kendisine indirilen bir vahiyden ibârettir.[*]
Muhtemelen vahy teriminin ilk geçtiği yer. İslâm öncesinde dikili taş anıtlar için kullanılmaktaydı. Kök olarak “açığa çıkarmak, ifşa etmek, imâda bulunmak, kafa sallamak, işaretleşmek, birisinin aklına düşürmek, ilham etmek” anlamlarına gelir. Kelimenin iki temel vasfı “hızlılık” ve “gizlilik”tir. Bir mesajı dil dışı bir yolla muhataba iletmeyi ifade eder. “İlham, işaret, îmâ, ilka, ihsas” vahyin anlam alanına dahildir. Terim olarak “İlâhî mânaların vasıtalı veya vasıtasız Rasûl’ün kalbine ilka edilmesi” olarak tarif edilir. Vahyin inişi, bir ucu Allah’a dayalı gaybî bir süreçtir. Aşkınla içkin arasındaki ilişki ve iletişimin ifadesi olan vahyin inişine dair tüm açıklamalar, son tahlilde, işin mahiyeti gereği gaybın akıl sır ermez duvarına toslamağa mahkûmdur (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
5.
O'na, kuvvetleri pek çok olan (Cebrâil) öğretti.[*]
Zira, 'da vahyin muzâri kipiyle te'kidli bir şekilde zikredilmesinde bu hususa da bir işaret vardır. Sonra da vahyin en kuvvetli bir ilim olduğunu beyan için de ona öğretti, buyurulmaktadır. Ta'lim fiili, iki mef'ul alır. O yüzden burada ya birinci ya da ikinci mef'ulün hazfedildiği anlaşılmaktadır. Eğer fiilindeki zamir Hz. Peygamber (s.a.v)'e gönderilirse, bu durumda Kur'ân'a râci olan ikinci zamir hazfedilmiş demektir. Bu zamirler, "Onu öğretti" şeklinde mânâ verilerek Kur'ân kasdedilirse, o takdirde de peygambere râci olan birinci zamir hazfedilmiş olur. Mamafih her iki durumda da mânâ aynıdır. Yani arkadaşınıza o vahyedilen Kur'ân'ı öğretti, belletti, şeklindedir. Kuvvetleri şiddetli bir kuvvet sahibi "Çok merhametli (Allah), Kur'ân'ı öğretti." (Rahmân, 55/1,2) âyeti, Kur'ân'ı öğretenin Allah Teâlâ olduğunu gösterirse de, "De ki: "Allah'ın izniyle Kur'ân'ı, kendinden öncekini doğrulayıcı ve inananlara yol gösterici ve müjdeci olarak senin kalbine indirdiği için, kim Cebrail'e düşman olur?" (Bakara, 2/97), "De ki: Onu Rûhul-Kudüs (Cebrail) Rabbinden hak (ve hikmet) gereğince indirdi." (Nahl, 16/102), "Onu, er-Rûhu'l-Emin (Cebrail) indirdi." (Şûarâ', 26/193) âyetlerine göre Kur'ân'ı Allah'ın izniyle Peygamber (s.a.v)'in kalbine indiren "Yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder..." (Şûrâ, 42/51) âyetinin delaletiyle de vahyi getiren elçi Cebrail olduğuna göre Kur'ân'ı öğretenin de o olduğu anlaşılır. Dolayısıyle burada her iki mânâ da düşünülebilir.
İbnü Abbas'tan gelen bir rivayette Kur'ân'ı öğretenin Allah olduğu ifade edilmiş ise de, Hz. Aişe'den yapılan bir nakle göre söz konusu âyetteki öğretici, Cebrail olarak tefsir edilmiştir. Lafzın zahirî anlamı da bu görüşe daha yakın olduğundan tefsircilerin çoğu, bu mânâyı tercih etmişlerdir. Nitekim Beydâvî, "Şiddetli kuvvetlere sahip bir melek ki o, Cebrail'dir. Zira Cebrail, harikaların gösterilmesinde bir vasıtadır." demiş, sonra da diğer görüşü "denilir ki" sözüyle zikretmiştir. Müfessir Taberi, âyetteki "şedidü'l-kuvvâ" "müthiş kuvvetler" sözünü, "şedidü'l-esbâb" "müthiş sebebler" diye tefsir etmiş, Nisâburi de bu sözü, ilim ve amel yönünden müthiş kuvvetler şeklinde yorumlamış ve ardından şunu ilave etmiştir: "Burada öğrencinin faziletinin anlaşılması için öğretmen medhedilmiştir. Eğer "Onu Cebrail öğretti." denilmiş olsaydı bunun zahirî anlamından öğrencinin fazîleti açıkça anlaşılmış olmazdı." Burada ayrıca "Ona bir insan öğretiyor..." (Nahl, 16/103) diyenlerin sözüne de bir cevap söz konusudur: Çünkü, "Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." (İsrâ, 17/85), "Çünkü insan zayıf yaratılmıştır." (Nisâ, 4/28) âyetlerine göre insan, hem ilmi bakımından mükemmel değildir, hem de zayıf bir yaratıktır." (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
6.
Heybetli olan (Cebrail)... Gerçek görüntüsü ile doğruldu.
7.
O sırada o, en yüksek ufukta[1*] (Hira Dağında)[2*] idi.
[1*] Hira Dağı, Kabe’nin etrafında binalar yokken, kolayca görülürdü. )
[2*] Mekke’nin çevresindeki en yüksek dağ Hira mağarasının bulunduğu Nur dağıdır (Hira, TDV İslam Ansiklopedisi). Kabe’den bakıldığında en yüksek ufuk, o dağın tepesidir. Muhammed aleyhisselam, dağın tepesindeki Hira Mağarasında ibadete çekilmişken en tepede Cebrail aleyhisselamı görmüş, daha sonra Cebrail onun yanına inmiş ve ona ilk vahyi iletmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
8.
Sonra yaklaştı ve aşağıya süzüldü. [*]
Sonra yaklaştı, aşağı doğru sarktı. Tedellî kelimesinin üç ayrı kökten gelmesi muhtemeldir. Birincisi, delâlden "tedellül" şeklinde dilberin naz ve cilve yapması mânâsını ifade eder. Burada bu mânâdan bahsetmişlerse de, Allah'a isnad edildiği takdirde seven ile sevilen arasında muhabbetin olduğunu gösteren güzel bir istiâre olabilir. İkincisi, "yâ"lı olarak "delâ"dan yaklaşmak ve tevâzu göstermek anlamına gelebilir ki, bazı âlimler bu mânâyı vermişlerdir. Bu durumda fiilinin tefsiri olarak yaklaştı, indi ya da indi, yaklaştı diye terceme edilir. Üçüncüsü "vâv"lı olarak masdarından türemiş olmasıdır. "Delv" kovaya isim olarak verildiği gibi, "delv" masdarı da kovayı sarkıtmak veya çekmek mânâlarına gelir. Onun için "tefe'ul" kalıbından gelen "tedelli" kelimesine herhangi bir şeyin yukarıdan aşağıya doğru sarkması veya aşağıdan yukarıya çekilmesi mânâsı verilebilir. Bu sebebledir ki, müfessirlerin çoğu, Cebrail'e ait bir fiil olarak, bu kelimeyi sarkmak mânâsıyla tefsir etmişlerdir. Yani Cibril, en yüksek ufukta istivâ ettikten sonra yaklaştı ve birden bire Peygamber (s.a.v)'e doğru sarktı, demektir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
9.
(Muhammed’e) İki zira (yaklaşık bir kol mesafesi) kadar[*] hatta daha da yaklaştı.
Bu ayette geçen kavs (قوس) kelimesi, “yay” anlamına geldiği gibi ölçü birimi olan “zira'” yani dirsekten orta parmak ucuna kadar olan uzaklık anlamına da gelir (Lisan’ul-arab). Burada Cebrail aleyhisselam ile Nebimiz arasındaki mesafe ifade edildiği için uygun olan zira' anlamıdır.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
10.
Sonra o, vahyedeceği şeyi, Allah’ın kuluna (Muhammed’e) vahyetti[*].
Cebrail, diğer nebiler gibi Allah’ın Muhammed aleyhisselama da gönderdiği elçidir. Elçinin sözü, onu gönderenin sözü olduğu için Kur’an, Cebrail’in sözü değil, onu, elçi olarak gönderen Allah’ın sözüdür (Bakara 2/97, Nahl 16/102, Şuara 26/192-195, Şûrâ 42/51, Hakka 69/40-47, Tekvir 81/19-21). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
Ne yani, şimdi siz ne gördüğü hususunda onunla tartışacak mısınız?
13.
Ant olsun onu başka bir inişinde daha görmüştü;
14.
“Sidret’ül-Münteha” nın (en uzak noktadaki sidre ağacının) yanında.[*]
“Sidre”, Arabistan kirazı denen meyvenin ağacıdır. Bu ağaç Araplarca arazinin sınırlarını
belirlemek için de kullanılırdı. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
***
Veya: “hayranlığın sınırında”. Sidrenın “göz kamaşmak, hayran olmak” anlamındaki seder (ç. sederât) kök anlamına dayanarak. Arapça’da Nebk da denilen bu iğneli ağaç türü için üç özellik sayılır: Gölgesi geniş, meyvesi leziz, kokusu hoş (İbn Âşûr). Allah Rasûlü’nün vahiy meleğiyle özel buluşmasını tasvir eden bu pasaj içinde ağacın merkezî bir yer işgal etmesi, Hz. Mûsa’nın Tuvâ vadisinde vahyi ilk alışını hatırlatmaktadır. Ona da ilâhî kelâm bir ağaç üzerinden tecelli etmişti (28:30). Elçi melek ile elçi insanın buluşması yoluyla vahyin alındığı durumlarda (Krş: 42:51), ağaçla vahiy arasında izah edemediğimiz ve sırrını kavrayamadığımız bir ilişki var gibi görünmektedir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
15.
Me’va Cenneti (Sığınılacak bahçe) onun (Sidre’nin) yanındadır.[*]
“Me’va Cenneti”, Hira Dağı eteklerinde bulunan, Mekkelilerin çok iyi bildiği, gelip geçen yolcuların sığındığı ve dinlendiği bir bahçe olarak bilinir. Bu ayetleri Hz. Peygambere isnat edilen Mirac olayıyla ilişkilendirmek doğru değildir. Çünkü bu ayetler İsra hadisesinden çok önce nazil olmuştur. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
***
“Kendisine sığındı” mânasındaki evâ’nın mastarı olan me’vâ, “sığınak, barınak, korunak, son durak” mânalarına gelir. Kelimenin yapısı gereği hem sığınma zamanını, hem sığınma mekânını hem de sığınmayı ifade eder. Bu âyette gerçekleşen olağanüstü buluşmanın adresi, Mekke’deki “Me’vâ Bahçesi” adı verilen bir yer olabilir mi? Evet dememiz için me’va’nın Kur’an’da dünyaya ilişkin kullanıldığı bir önek bulmamız gerekir. Oysa ki farklı formlarla 22 yerde gelen kelimenin tamamı da âhirete ilişkindir. Bu sonuç ışığında âyetin açılımı şudur: dünyadaki has bahçelerin değil, arka planda, âhiret cennetinin görüntüsü eşliğinde... Âyet, Allah Rasûlü’nün, vahiy meleğiyle ikinci randevusundaki iç içe geçmiş çok özel müşahedeye atıftır. Zımnen: Beşerî bilginin ve insanın idrak kapasitesinin sınırını ifade eder. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
16.
O sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü.[*]
Lafzen, “Sidre ağacı [onu] kaplayan herhangi bir şeyle kaplandığı zaman”: “hiçbir tasvirin resmedemeyeceği ve hiçbir ifadenin kapsayamayacağı” anlamındaki bu cennet sembolüne atfedilen tasavvur edilemez üstünlüğün ve ihtişamın işareti olarak özellikle mübhem bırakılmış bir ibare (Zemahşerî). (Muhammed Esed Tefsiri)
17.
Muhammed’in gözü ne yana kaydı ve ne de öteye geçti.[*]
Yani: görmesi gerekeni gördü, görmemesi gerekeni görmeye yeltenmedi. Burada Hz. Mûsa’nın “bana kendini göster” talebine kinaye yollu bir îmâ var gibidir (Krş: 7:143). (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
18.
Yemin olsun ki Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.[*]
Veya: “bazılarını”. Eğer “birini” şeklinde okursak, “o” vahiy meleği Hz. Cebrail olmalıdır. İbare “bazılarını” şeklinde anlamaya da açıktır. Bu sıra dışı müşahedenin bir benzerini (veya aynısını) anlatan İsrâ 1’de de, Rabbinin tüm ayetlerini değil bazılarını gördüğü ifade edilir. Bu âyet, Rasulullah’ın bu özel müşahedede Allah’ı değil “Allah’ın âyetlerini” gördüğüne delâlet eder. Râzî, “Rabbinin âyetleri” ifadesinin “Rabbini gördü” şeklindeki bir anlamaya meydan vermediğini, eğer öyle olsaydı bu mucizevî müşahedenin tek amacının Rabbi görmek olacağını, oysa ki burada raâ rabbehu değil min âyâti rabbihi denildiğini ifade eder. Bu sıradışı görüşmeye dair “Öyle bir makama yükseldim ki, kalemlerin cızırtısı işitiliyordu” gibi rivayetler şaibelidir (Buhari). Bu müşahede sırasında Rasulullah’ın Burak’a binip yükselmesini Şah Veliyyullah “Nefs-i hayvaniyyeye galip gelip nefs-i ruhaniyye ile yücelme” şeklinde anlar (H. Bâliğa). Bu âyetle İsra 1 arasında bağ olduğunu düşünürsek, 12-18. âyetler arasının İsra’yı anlattığı sonucuna varırız. Bu durumda iki sûre arasındaki zaman farkı, şu üç ihtimalden biriyle açıklanır: 1) Bu müşahede birden fazla gerçekleşmiş olabilir. 2) 12-18. âyetler, İsrâ 1’den sonra gelmiş olabilir. 3) İsrâ 1, daha erken bir zamanda inmiş olabilir. Burada 13. âyetin de açıkça ifade ettiği gibi iki görüşme anlatılmaktadır: Biri 6-12 arasında, diğeri 13-18 arasında. İsrâ 1’de nakledilen ve aynı surenin 60. âyetinde “rüya” olduğu teyit edilen özel olay, bu müşahedeler serisinin devamı olmalıdır. Allahu a’lem. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
19.
Hiç düşündünüz mü Lât ve Uzzâ'yı?
20.
Ve üçüncüleri olan Menat’ı?[*]
"Lat" üzerinde yazılar bulunan beyaz bir kaya parçası idi. Taif'te bulunan bu putun üzerinde bir yapı vardı. Yapı örtü ile kaplı idi. Tapınağın sürekli bekçisi vardı. Ayrıca bir avlu ile çevrili idi. Bu puta Sakıfoğulları ile yandaşlarından oluşmuş Taifliler taparlardı. Taifliler diğer arap kabilelerine karşı bu putla övünürlerdi. Yalnız Kureyşlilere karşı övünemezlerdi. Çünkü Kureyşliler Hz. İbrahim tarafından yapılmış olan Kâbe'nin sahipleri idiler. Bu putun adı olan "Lât" sözcüğü, "Allah" özel isminin dişili (müennesi) sayılırdı.
"Uzza" Mekke ile Taif arasındaki "Nahte" denen yerde bulunan bir ağaçtı, bu ağacın üzerinde bir anıt-yapı vardı ve anıt da bir perde ile örtülü idi. Bu puta Kureyşliler tapardı. Nitekim Ebu Süfyan Uhud savaşı öncesinde müslümanlara "Bizim Uzza'mız var, sizin Uzza'nız yok" demişti. Bu sözler Peygamberimizin kulağına varınca müslümanlara şu karşılığı vermelerini önerdi; "Ona deyiniz ki, bizim Rabb'imiz var, fakat sizin Rabb'iniz yok". "Uzzà sözcüğü de "Aziz" sözcüğünün dişili (müennesi) kabul ediliyordu.
"Menat" adlı put ise Mekke ile Medine arasındaki bir sapa yol üzerinde bulunan "Muşellel" denen yerde idi. Huzaa, Evs ve Hazreç kabileleri cahiliyye dönemlerinde bu puta taparlar ve Kâbe'yi ziyaret etmeye giderken yolculuklarına onun yanından başlarlardı.
Arap yarımadasında bunların yanı sıra çeşitli kabileler tarafından tapılan daha pek çok put vardı. Fakat bu üçü söz konusu putların en büyükleri idi.
Öyle sanılıyor ki, bu düzmece ilahlar meleklerin sembolleri idiler. Melekler ise Araplarca "dişi" varlıklar sayılıyor ve Allah'ın kızları kabul ediliyordu. Bu gerekçe ile onlara tapıyorlardı. Böyle durumlarda çoğunlukla işin özü unutulur ve bu semboller halk yığınları tarafından doğrudan doğruya ilah kabul edilir. Bir avuçluk aydın azınlıktan başka bu masalın aslını hatırlayan kalmaz olur.
Ayette kullanılan soru kalıbından anlaşılacağı üzere yüce Allah gerek bu üç putu, gerekse bunlara tapınılmasını hayretle karşılıyor, bundan tuhaf bir olay olarak söz ediyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
21.
Erkekler sizin de kızlar Allah’ın mı?[*]
Size erkek O'na dişi öyle mi? Yani erkek isimlerini kendiniz alıp kadın isimlerini tanrıya veriyorsunuz öyle mi? Arapça'da isimler, ya müzekker ya da müennes olur. Fakat müşrikler putlarına hep müennes isimler vermişlerdi. Özellikle Allah adına dikildiği iddia edilen söz konusu putlar, müennes isimli idiler. Müşriklerin kanaatine göre, putlar ilâhî kuvvetlerin ve meleklerin suretleridir. Melekler de Allah'ın kızlarıdır. Bu yüzden müşrikler; "Biz onların suretlerini yapıp müennes isimler vererek, onlara taparız. Böylece de bu putları Allah'ın yanında şefaatçı kabul ederek yardımlarını bekleriz." diyorlardı. Nitekim şu iki âyet onların durumlarını dile getirmektedir. "Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir ." (Yûnus, 10/18), "Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (Zümer, 39/3) Yâkûtu'l-Hamevî, "Mu'cemü'l- Büldân"da Uzza'yı anlatırken şu fıkraya da yer verir: "Kureyşliler Ka'be'yi tavaf ederken "Lât, Uzza ve üçüncü olarak da öteki put Menat hürmetine, çünkü onlar ulu kuğulardır, her halde onların şefaatleri umulur." diyorlardı. Ve de onları Allah'ın kızları kabul edip şefaatlerini bekliyorlardı. Peygamber (s.a.v)'e risalet vazifesi verilince "Siz de gördünüz değil mi Lât ve Uzza'yı? Üçüncü olarak da diğer putunuz Menat'ı? Demek size erkek, Allah'a dişi öyle mi? Öyle ise bu çok insafsızca bir taksim! Onlar, hiçbir şey değil, sırf sizin ve babalarınızın uydurduğu kuru isimlerdir. Allah, onlar hakkında hiç bir delil indirmedi." âyetleri inzâl buyuruldu."
Bu nakilden Garanik meselesinin menşei de anlaşılmış olmaktadır. Garanik kelimesi çoğul bir kelimedir. Müfredi gurnuk gelir. Gurnuk, kuğu kuşu denilen beyaz bir su kuşudur ki kazdan daha büyük, uzun boyunlu ve güzel endamlı bir kuştur. Sîmten denilen beyaz, güzel ve dolgun bedenli taze dilberlere de kuğu ismi verilir. Gönül alıcı bir rüzgâr estiğinde deprenip oynayan yumuşak saçlara da "garanika" veya "garanikiyye" denilmektedir. İşte müşrikler beyaz taşlardan yaptıkları putlarını böyle şâirâne bir teşbih (benzetme) ile yüksekte uçan kuğu kuşuna benzeterek onların şefaatlerini umuyorlardı. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
22.
O zaman bu, insafsızca bir taksim!
23.
Bunlar, sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Bunlar hakkında Allah bir delil indirmemiştir. Bu isimleri takanlar sadece varsayımlara ve kendi arzu ettikleri şeylere uyuyorlar. Halbuki onlara Rablerinden bir rehber geldi.[*]
Bu kınamadan sonra gerçeğin açıklanması için de şöyle buyurulmuştur: Onlar, o müennes isimler ve sıfatlarla anılan putlar, hiçbir şey değildirler Uluhiyyet, izzet Allah'a nisbet ve şefaat gibi kendileri için (putlar için) gözetilen mânâları, gerçekleştirecek hiçbir şerefe sahip değillerdir. Sade kuru isimlerden ibarettirler. Yani gerçekte mânâsı olmayan boş isimlerdir. "İşaret isimleri zât ile birlikte sıfata, zamirler de yalnız zâta delalet eder", diye meşhur bir kâide vardır. Bu sebeble buradaki müennes zamiri mercii (işaret ettiği yer) itibariyle bize bir nükte ifade etmektedir. Zira "gördünüz değil mi?" hitabı ile o putların bilinen bütün vaziyet ve sıfatları hatırlatılıp ism-i işaretiyle de kendilerine isnad edilen vasıfların münasebetsizliği gözler önüne serilmiştir. Ardından da denilip, birden bire bu zamir bir ism-i işaret makamında görünerek o putları, iptal edilen sıfatlarıyla tavsif eder gibi olduktan sonra, zamir olması sebebiyle de onları bu sıfatlardan soyutlamış ve bunların kuru isimlerden başka bir şey olmadıklarını ortaya koymuştur. Bu tafsilatı vermemizdeki maksadımız, bu âyetin garanik uydurmasının da iptaline işaret ettiğini özellikle anlatmaktır. Zira garanik olayı da, müşriklerin putlarına isnad ettikleri vasıflardan olduğu için burada ayrıca şu anlam da kendini göstermiş oluyor: Sizin her halde şefaatlerini umarak garanik-i ulâ (ilk kuğular) dediğiniz o putlar, hiç bir şey olmayıp, kuru isimlerden ibarettirler.
Sırası gelmişken şunu da ifade edelim ki: Hac Sûresi'nde bulunan "Senden önce hiç bir resul ve nebi göndermemiştik ki o (bir şey) arzu ettiği zaman, şeytan onun arzusu içerisine mutlaka (bir düşünce) atmış olmasın." (Hac, 22/52) âyetinin tefsirinde Taberi ve Zemahşerî gibi bazı müfessirler, kendilerine yakışmayacak şekilde lafzıyla bir hikaye anlatmışlardır ki, o da şöyledir: Güya Necm Sûresi nazil olduğunda Resulullah Harem-i Şerif'te onu okumuş ve sonunda müminlerle beraber müşrikler de secdeye kapanmışlardır. İşte bu esnada âyetinden sonra "onlar, ulu ak kuğulardır. Herhalde şefaatleri umulur." sözü de yanlışlıkla işitilmiş, ancak şeytan tarafından atılan bu sözü, Allah Teâlâ neshedip (ortadan kaldırıp) âyetlerini onun tasallutundan korumuştur. Bu hikayeyi anlatan tefsirciler, şeytanların her türlü taarruzlarına karşı ilâhî vahyin kuvvetini ve nasıl korunduğunu anlatmak istemişlerdir. Ebu Hayyân der ki: "Bu kıssa, Sîret-i Nebeviyye derleyicisi Muhammed b. İshâk'tan sorulduğunda O, bunun zındıkların uydurmasından ibaret olduğunu söylemiş ve konuyla ilgili bir de kitap kaleme almıştır." Hâfız Ebu Bekr, Ahmed b. Huseyn el Beyhakî de demiştir ki: "Bu kıssa, nakil yönünden sâbit değildir ve râvileri de yalancılıkla itham edilmiştir. Bu yüzden sahih hadis kitapları ve diğer hadise dair eserlerde onlardan bir şey zikredilmemiştir. Şu halde bu sözün atılması vaciptir. Onun içindir ki ben kitabımı ondan uzak tuttum."
Bu âciz yazar da der ki: "Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, müşrikler Ka'be'yi tavaf ederlerken demek âdetleri idi. Bunu, Yakutu'l-Hamevî, "Mu'cemu'l- Büldan" adlı eserinde ifade etmektedir. Demek ki garanik benzetmesi Peygamber (s.a.v)'den önce de söylenegelmiş bir sözdür. Çeşitli şekillerde söylenmiş olması da bunu göstermektedir. O halde bu söz esas itibariyle müşriklere şeytan tarafından atılan bir sözdür. Ancak esas üzerinde durulması gereken mesele, bunu Peygamber'in söyleyip söylemediğidir. "İnmekte olan yıldıza andolsun ki sizin arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da. O hevadan söylemiyor. O Kur'ân ancak vahyedilen bir vahiydir." diye okumuş dururken Peygamber (s.a.v)'in vahyi tebliği esnasında şeytanın herhangi bir müdahelesinin olamayacağında asla şüphe yoktur. Şu kadar var ki, Kur'ân'ın birçok yerinde kâfirlerin, müşriklerin ve şeytanların sözleri de hikaye yolu ile anlatılmıştır. Eğer söylenmiş olsaydı, bunlar gibi söz konusu kıssanın da Peygamber tarafından hikaye edilmesi mümkün olabilir ve tam âyetinden sonra ve den önce söylenmesi icap ederdi. Çünkü, tarzında söylenmiş olsaydı o zaman, "Erkekler size, dişiler O'na öyle mi? O halde bu insafsızca bir taksim." âyetlerinin ifade ettiği kınama mânâsı ile kelâmın ahengi bozulmuş olurdu. Halbuki bu kınamadan sonra denildiği takdirde fiili hâli (içinde bulunulan zamanı) hikaye ederek "o ulu kuğular ki bir de onların her halde şefaatleri umuluyor, onlar hiçbir şey değil, sade kuru isimlerden ibarettir" denilmiş olurdu. Bu mânâ ise, şeytanın ortaya attığı bir mânâ değil, müşriklerin şeytana aitmiş gibi ortaya attıkları sözlerini iptal eden düzgün bir söz ve istenen bir mânâ olacağından, neshedilmesine ihtiyaç kalmazdı. Çünkü, "Göklerde nice melek var ki onların şefaatı hiçbir işe yaramaz..." (Necm, 53/26) âyetinde özellikle şefaat konusuna işaret edileceği gibi bu anlam lâfzan açıklığa kavuşturulmadığı halde bile, kelâmın mefhumundan tamamiyle kasdedilenin bu olduğu hususunda şüpheye mahal yoktur. Demek ki burada (Hacc, 22/52) âyetinin mânâsı ile ilgili bir neshin söz konusu edilmediğine kelâmın kendisi şahittir. "O hevadan söylemiyor." Sözünü içeren bir sûreyi (Necm Sûresi'ni) okurken peygamberin dilinden kendi arzusuna göre bir sözün çıkmasına ihtimal olmadığı gibi, putların hakaret ve hiçliğini ilan eden âyetlerin arasında onların lehinde bir sözün geçmiş olmasının da, alaydan başka bir mânâsının olmadığı ortadadır. Zira putların hiçbir şey olmayıp, yalnız kuru isimlerden ibaret oldukları açıkça ifade edilmiştir.
Onlara o isimleri siz ve babalarınız taktınız. Yani ifade ettikleri mânâlardan hiçbiri kendilerinde bulunmaksızın o putlara isimleri siz ve babalarınız yalan yere taktınız.
Allah onlar hakkında bir delil indirmedi. Yani öyle bir isimlendirmeyi hakkı gösterecek hiçbir delil ve tesirli bir mânâ indirmedi. Onun için gerçekte onlar, mânâları olmayan kuru isimlerdir. O halde nasıl ve ne sebeple o isimleri verip de onlara taptıklarına gelince; bu hususun açıklanması sırasında onların hitaba layık olmadıklarını göstermek için muhataptan gaibe geçilerek buyuruluyor ki: Onlar başka bir şeye değil sırf nefislerinin arzularına uyuyorlar. İnanç ve amellerinde hakkı ve hayrı aramıyorlar. Dini, sırf nefsin istek ve arzularından ibaretmiş gibi kabul ederek nefs-i emmâreler (kötülüğe sürükleyen nefisler)in meylettiği boş ve mânâsız hayallerle kuru temenniler peşinde koşuyorlar. Halbuki Rablerinden kendilerine doğru yolu gösteren hidayetçi de geldi. Yani zan ve arzularla murada erilemeyeceğini anlatan ve isteklere kavuşmak için takip edilmesi lazım gelen hak ve hakikat yolunu gösteren Peygamber ve Kur'ân gelmişken yine kendi arzu ve zanlarına uyuyorlar da putlardan şefaat umuyorlar. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
24.
İnsan, her dilediğini elde etme hakkına sahip olduğunu mu sanır?[*]
Yoksa her arzu ettiği şey insanın kendisinin midir? Yani her temenni ettiği ve gönlünce arzu edip kurduğu her hayali, her ideali gerçekleşir mi? Putlar şefaat ederler diye temenni etmekle, nefislerin arzuları yerine geliverir mi? Yahut Peygamber olmayı isteyen Peygamber olabilir mi? Hayır olmaz, insanın her arzusu yerine gelmez. Zira her şey Allah'ın iradesine bağlıdır. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
25.
Hayır, Ahiret de Allah’ındır, dünya da.
BÖLÜM 2
26.
Göklerde nice melek var! Onların[1*] şefaati[2*] ancak, Allah’ın tercih ettiği ve razı olduğu kişi lehine onay vermesinden sonra işe yarar.
[1*] “Onların” anlamı verilen “hum = (هم)” zamiri, Arap dilinde yalnızca erkekleri gösterdiği gibi erkek ve dişilerden oluşan topluluğu da gösterir. Bu ifade, melek topluluğunun erkek ve dişilerden oluştuğunun delillerindendir. Zaten Allah, her şeyi, iki eş olacak şekilde çift yaratmıştır (Zariyat 51/49).
[2*] Allah’tan başkasının şefaat yetkisi olmadığı için (En’âm 6/51, Secde 32/4, Zümer 39/43-44) şefaati ancak onun yetki vereceği kişiler yapabilirler. Ahirette kimileri doğrudan cennete gideceklerdir. Bunlar, büyük günah işlemedikleri (Nisa 4/31, Necm 53/31-32) veya sevapları günahlarından fazla olduğu için (A’raf 7/8, Karia 101/6-7) cehennemin hışırtısını dahi duymayacaklardır (Enbiya 21/101-103). Bilerek şirk günahı işlemediği halde (Al-i İmran 3/105-106, Nisa 4/115-116) günahı sevabından fazla olanlar ise cehennemde cezalarını çektikten sonra (Karia 101/8-11) cennete gireceklerdir (Meryem 19/68-72). Cennet ile cehennem arasında bir sur olacaktır (Hadid 57/12-15). Surun yüksek yerleri A’raf’tır (Fahrettin er-Razi). Cennete gidenler oradan cehenneme bakabileceklerdir (Saffat 37/50-59). A’raf üzerinde, herkesi yüzlerinden tanıyan değerli şahsiyetler olacaktır (A’raf 7/46). Çünkü o gün kafirlerin yüzü kara, müminlerininki ak olur (Al-i İmran 3/106-107). Allah’ın şefaatten yararlanma hakkı verdikleri, yüzleri ak olanlardır (Meryem 19/87). Onlara kimin şefaat edeceğini de Allah belirleyecektir (Taha 20/109, Sebe 34/23). Bunlar, şefaatten sonra cennete girecekler (A’raf 7/46-49) ve oradaki yakınlarının yanlarına yerleştirileceklerdir (Tur 52/21). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
27.
Kuşkusuz ahirete inanmayanlar, melekleri dişi varlıkların adları ile adlandırıyorlar.[*]
Müşrikler, inançlarını sembolize eden ilahlarına Lât, Uzzâ, Menât örneğinde olduğu gibi dişi isimler koymuşlardı. Müşrikler, meleklerin Allah\ın kızları olduğuna inanıyorlardı. (Erhan Aktaş Tefsiri)
28.
Halbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur.
Sadece zanna uyuyorlar.
Zan ise asla gerçeği ifade etmez.
29.
Mesajımızdan yüz çeviren
ve dünya hayatından başkasını arzulamayan kimseyi önemseme.
30.
Onların bilgi seviyesi ancak bu kadardır; bildikleri bilecekleri budur.
Senin Rabbin, kimin Allah’ın yolundan saptığını,
kimin doğru yolda yürüdüğünü pek iyi bilir.
31.
Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Sonunda Allah, kötülük edenleri yaptıklarına karşılık cezalandıracak, güzel davrananları da en güzeli ile ödüllendirecektir.
32.
Onlar, büyük günahlardan[1*] ve fuhuş çeşitlerinden[2*] kaçınanlardır ama küçük günahları olabilir. Çünkü Rabbin, bağışlaması geniş olandır. Yerden /topraktan oluşturup geliştirdiğinde de analarınızın karnında birer cenin olduğunuzda da sizi en iyi bilen odur. Kendinizi temize çıkarmayın. O, yanlışlardan kimin daha fazla sakındığını en iyi bilendir.
[1*] “Size konan yasakların büyüklerinden kaçınırsanız, kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz.” (Nisa 4/31)
el lememe(اللَّمَمَ):Etrafındakiler, çevresindekiler anlamına gelir. Kur’an-ı Kerim’de büyük günahlar(kebair el ismi) ve onun etrafındekiler sınıflandırması vardır. Küçük günahlar diye bir sınıflandırma yoktur.
[2*] Fuhuş çeşitleri diye tercüme ettiğimiz kelime fevâhiş’tir; fuhuş’un çoğuludur. Arapçada çoğul en az üçü gösterir. Kur’an’a göre zina ve erkek erkeğe ilişki fuhuştur. Üçüncüsü kadın kadına yaşanan sevicilik olabilir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 3
33.
Sen (bizim öğütlerimizden) yüz çevireni gördün mü?
34.
Önce biraz verip de arkasını getirmeyeni.[*]
Bu bölümü oluşturan ayetlerin ilk ikisinde "Gerçeğe sırt çeviren, önce biraz verip de arkasını getirmeyen" bir kişiden sözediliyor. Yüce Allah sözkonusu kimsenin bu tuhaf tutumunu yadırgayarak anlatıyor Elimizdeki bazı bilgilere göre bu sözlerle belirli bir kişi kasdediliyor. Bu kişi önce Allah yolunda biraz hayır yapmış, fakat sonra "yoksul düşerim" korkusu ile yardımseverlikten vazgeçmiştir. Önemli olan şudur: Kim bu yolu tutarsa, yani bu inanç sistemi uğrunda belirli oranda bedeni ve mali fedakârlıklar yaptıktan sonra bu tutumunu değiştirerek fedakârlıklarının arkasını getirmez ise tuhaf bir tutum benimsemiş olur. Kur'an böyle bir tutumu yadırgıyor, bu tutumu vesile ederek insanlara bu inanç sisteminin bazı önemli gerçeklerini tanıtıp açıklıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
35.
Bilenmeyenlerin bilgisi onun yanında da, geleceği görerek mi (tükenecek korkusuyla) cimrilik yapıyor?[*]
"Gayb" alemi tüm yönleri ile yüce Allah'ın tekelindedir. O'ndan başka hiç kimse o alemi göremez. Hiç kimse orada kendisini ne gibi sürprizlerin beklediğini bilemez. Bu yüzden insan çalışmalarını ve fedakârlıklarını sürdürmeli, yaşadığı sürece geleceğinden kuşkulu olmalı, elinden geleni tam olarak yapmalı, önce biraz fedakârlık yapıp da
sonra gevşememelidir. Çünkü sözkonusu gayb aleminin sürprizlerine ilişkin elinde hiçbir garanti yoktur. Tek garantisi sürekli vefakârlığı, bu sayede yüce Allah'ın yaptığı iyilikleri kabul edeceğine ilişkin umududur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
36.
Yoksa Musa’nın sayfalarında olanlar ona haber verilmemiş mi?
37.
Ve çok vefalı İbrahim'in (sahifelerinde bulunan şu gerçekler):
38.
Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez.
39.
Ve insan için kendi çabasından başka bir şey yoktur.[*]
Evet, böyle işte. Yani insanın sadece çalıştığı, kazandığı ve somut eylem olarak ortaya koyduğu kişisel birikimi hesabına yazılır. Başkasının birikiminden alınarak kendi birikimine ekleme yapılamayacağı gibi kendi kazancından kısıntı yapılarak başkasının birikim hanesine ekleme yapılmaz.
Şu dünya hayatı insana verilmiş bir çalışma ve kazanma fırsatıdır. Ölünce bu fırsat elden gider ve "amel" defteri kapanır. Yalnız Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- aşağıdaki hadisinde sözü edilen kimselerin "amel" defterleri ölümlerinden sonra da açık kalır:
"İnsan ölünce sevap defteri kapanır. Yalnız şu üç kimsenin sevapları öldükten sonra da artmaya devam eder:
1- Ana-babası için dua eden hayırlı bir evlat bırakan kimse,
2- Arkada kamuya yararlı bir eser bırakarak ölen kimse,
3- İnsanlara faydalı bir bilgi öğreterek ölen kimse." (Bu hadisi Müslim, Ebu Hureyre'ye dayanarak nakletmiştir) Burada Peygamberimizin saydığı üç davranış, aslında insanın kendi eylemleri, kişisel kazanımlarının bir bölümüdür.
İmam-ı Şafii ile taraftarları bu ayete dayanarak ölülerin arkasından okunan Kur'an'ın sevabının onlara ulaşmayacağını ileri sürmüşlerdir. Çünkü başkaları tarafından okunan Kur'an o ölülerin kişisel ameli, öz kazanımı değildir. Bundan dolayı Peygamberimiz, ne açıkça ve ne de dolaylı olarak ümmetini ölüler arkasından Kur'an okumaya özendirmemiştir, bu yolda hiçbir yönlendirmesine, hiçbir uygulamasına rastlanmamıştır. Hiçbir sahabi de bu anlama gelecek bir söz söylememiştir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
40.
Ve elbet onun çabası, günü geldiğinde kesinlikle gözler önüne serilecektir.
41.
Sonra çalışmasının karşılığı kendisine eksiksiz olarak verilecektir.
42.
Elbette son durak, Rabbinin huzuru olacaktır.
43.
Güldüren de O'dur, ağlatan da O'dur.
44.
Öldüren de dirilten de O’dur.
45.
O’dur iki çifti yaratan; erkeği ve dişiyi ...
46.
(sadece) bir sperm damlasından,
47.
Tekrar diriltecek olan da O’dur.[*]
"Yeniden diriliş" insan bilgisine kapalı bir "gayb" olgusudur. Fakat "ilk yaratılış" olgusu bu ikinci olgunun ön göstergesidir, onun olabileceğini gösteren bir kanıttır. Sebebine gelince vücuddan fışkırmış bir damla meniden erkekli-dişili insan çiftlerini yaratan yüce Allah, hiç kuşkusuz kemik kırıntılarını yeniden canlı insan haline getirmeye muktedirdir. Çünkü kemik kırıntıları fışkıran bir meni damlasından daha önemsiz şeyler değildir. Ayrıca yeniden dirilme olayının gerekçesine ilişkin birer ipucudurlar. Sebebine gelince küçücük bir canlı hücreyi uzun ve zahmetli yolculuğu boyunca yardımcı olan gizli iradenin mutlaka yeryüzü yolculuğunu aşan, uzun vadeli bir amacı vardır. Çünkü yeryüzünün sınırları içinde hiçbir şey tam olarak gerçekleşmiyor. Burada ne iyiler iyiliklerinin eksiksiz karşılıklarını alabiliyorlar ve ne de kötüler, yaptıkları kötülüklerin hakkettirdiği cezalara tam olarak çarpılabiliyorlar. Çünkü sözünü ettiğimiz üstün irade herşeyin tam olarak yerini bulabilmesi için insanların yeniden dirilmesini planlamıştır. Demek ki, "ilk yaratılış" olgusu, "yeniden diriliş" olgusuna iki koldan delil sunmaktadır. Bundan dolayı bu olgu, burada "tekrar diriliş"ten önce gündeme getiriliyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
48.
Zengin eden de yoksul kılan da O'dur.
49.
Ve Şi‘ra yıldızının Rabbi de kesinlikle O’dur.[*]
Cahiliyye Araplarının şans ve uğur kaynağı sayıp bahtlarını kendisine bağlı gördükleri parlak yıldız. Bir yoruma göre, Büyük Köpek Takım Yıldızı’nın en parlak üyesi olan Sirius (Akyıldız). Zımnen: yaratılana değil Yaratana kulluk edin! Allah sizi kâinatın ‘starı/yıldızı’ yaptı, siz ise göğün starlarına kulluk etmeye kalkıyorsunuz. İnsan hangi şeye şans ve uğur atfederse, onun karşısında kendisini nesneleştirmiş olur. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
50.
O’dur helak eden eski Ad halkını,
51.
Semud`u; geriye onlardan hiçbir iz bırakmadı.
52.
Ve ondan önce Nuh’un halkını da; onlar çok zalim ve çok azgın kimselerdi.
53.
Altı üstüne getirilen kentleri (Lut kavminin oturduğu bölgeleri) devirip yıktı.
54.
Onların üstüne neler çöktü, neler!
55.
Ey insanoğlu, öyleyse Rabb’inin hangi nimetinden kuşku duyuyorsun?[*]
"Ey insanoğlu, öyleyse Rabb'inin hangi nimetinden kuşku duyuyorsun?" Demek oluyor ki, eski dönemlerde gerçekleşen bu toplu yoketmeler yüce Allah'ın insanlığa yönelik birer nimeti, birer lütfudur. Öyle ya, sözkonusu olaylarda aslında kötülük yok edilmemiş miydi? Doğruluğun balyozu altında eğriliğin beyni ezilmemiş, vücudu dağılmamış mıydı? Bu olaylar ibret alanlar ve olup bitenlerden ders çıkaracaklar için geride yararlanılacak belirtiler bırakmamışlar mıydı? Bütün bunlar birer nimet değil mi? O halde yüce Allah'ın hangi nimetini kuşku ile karşılıyorsunuz? Ayet herkese, her kalbe ve yüce Allah'ın uygulamalarını akıl süzgecinden geçirerek belalarda bile O'nun nimetini görebilen her kula sesleniyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
56.
Bu, önceki uyarılar gibi bir uyarıdır:[*]
Lafzen, “eskilerin uyarılarından [yahut “uyarıları arasından”] bir uyarıdır” -Muhammed (s)’e bahşedilen vahyin “yeni” bir din kurmayı amaçlamadığı, tersine, daha önceki peygamberlere emanet edilen temel mesajı sürdürdüğü ve teyid ettiği gerçeğine işaret -bu örnekte Son Saat’in ve Allah’ın nihaî yargılamasının gerçekleşeceğinin kesinliğine işaret. (Muhammed Esed Tefsiri)
57.
Kıyamet günü iyice yaklaştı.
58.
Onu Allah’tan başka ortaya çıkaracak yoktur.
59.
Siz bu haberleri tuhaf mı buluyorsunuz?
60.
Ağlayacağınıza gülüyorsunuz.
61.
Üstelik bir de kafa tutuyorsunuz?
62.
Haydi (bırakın bu gafleti de) şimdi Allah`a secde edin ve (yalnız O`na) kulluk yapın!