Sûre, adını 68. âyette geçen “en-Nahl” kelimesinden almıştır. “en-Nahl” bal arısı demektir.
Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: "Dağlarda, ağaçlarda ve insanların kurdukları çardaklarda / kovanlarda, kendine evler edin!
Sonra her türlü üründen ye ve ardından Rabbinin sana amade kıldığı yollarına koyul!" (Bütün bunların sonunda) onların karınlarından, içerisinde insanlar için şifa barındıran farklı renkler / tatlardan oluşan bir sıvı çıkar. Hiç şüphesiz, bütün bunlarda da düşünen bir toplum için mutlaka alınacak bir ders vardır. (Nahl 68-69)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Allah'ın (kıyamet ve azapla ilgili) emri mutlaka gelip çatacaktır. Artık onun gelmesini çabuklaştırmak istemeyin![*] Allah, müşriklerin koştuğu ortaklardan uzaktır, yücedir.
İnsanın yapısında acelecilik vardır. Bu sebeple ona en zor gelen şey sabırlı olmak ve ölene kadar duruşunu bozmadan doğru yolda gitmektir (Enfal 8/32, Yunus 10/11, Ra’d 13/6, İsra 17/11, Enbiya 21/37. Hac 22/47. Şura 42/17-18). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
2.
Allah melekleri, kendi işi olan ruh[1*] ile birlikte kullarından seçtiği kişilere[2*] indirir ve insanları şöyle uyarın der: “Allah’tan başka ilah yoktur, o halde ona karşı yanlış yapmaktan sakının[3*]!”
[1*] Bu ayetteki Ruh, Allah’ın emirlerini içeren ayetler kümesidir.
O, dereceleri yükseltir, Arş’ın (yönetimin) Sahibidir. Allah, kendi emrini içeren ruhu, (melekleri aracılığı ile) kullarından seçtiği kişiye verir ki Allah’ın huzuruna çıkma günü konusunda uyarılarda bulunsun. (Mümin 40/15)
[2*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır.
[3*] Bu ayette iltifat sanatı kullanılmıştır. Sözlükte eğmek /bükmek /çevirmek anlamındaki left (لفت) kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır; ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
3.
Allah, gökleri ve yeri gerçek varlıklar olarak yaratmıştır[*]. O, onların ortak koştuklarından yücedir.
Bu ayet, Allah dışındaki varlıkların da gerçek olduğunu bildirmekte ve vahdet-i vücudu reddetmektedir. Çünkü vahdet-i vücuda göre Allah’tan başka varlık yoktur; varlık diye bilinenler onun gölgesidir. Onlara göre gölge de yoktur. Oysa ki Allah, göklerin ve yerin gerçek varlıklar olduğunu açıkça bildirmektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
4.
O, insanı [nutfe]den (zigottan) yaratmıştır. Bir de bakarsın ki o apaçık bir tartışmacı[*] olmuş.
O, insanı bir meniden yarattı. Düşünmeli ki bir nutfe, bir sperma damlası ne kadar değersiz bir sıvı, ne güçsüz ve zayıf bir şeydir? Ve ondan bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir. Maddesine bakınca böyle bir damla sümükten oluşan insan, yalnız yüce Allah'ın kudretiyle, Allah'ın ona üfürdüğü ruh ile duyu ve irade, konuşma ve fikirlerini açıklamaya sahip kuvvetli bir insan kılığına girer de bir de ne bakarsın o, bir damla spermadan yaratılan mahluk apaçık bir mücadeleci kesilir. Kendini savunma yolunda çok konuşan bir tartışmacı ve mücadeleci haline gelir. Veya aslını unutur da yaratıcısına karşı bile açık bir düşman olur. Ona karşı ortak koşmaya, mantık ve felsefeden bahsetmeye kalkışır. Ve bundan dolayı bütün bu âlemde haksızlık yalnız insanlarda bulunur. Ve onun içindir ki, uyarı emri de insanlara yönelir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
5.
En’âm cinsi hayvanları da (koyun, keçi, sığır ve deveyi) sizin için o yarattı. Onlarda (yün, kıl ve post gibi sizi) ısıtan ve işinize yarayan çok şey vardır. Onlardan yersiniz.
6.
Onları akşamleyin ağıllarına Evcil küçükbaş hayvanların barındığı çit veya duvarla çevrili yer. getirir, sabahleyin otlaklara götürürken bambaşka bir zevk alırsınız!
7.
Ve ağırlıklarınızı yüklenir, canlarınızın yarısını tüketmeden varamayacağınız beldelere kadar taşırlar. Hiç kuşkusuz, Rabbiniz gerçekten Raûf’tur; çok şefkatli ve Rahîm’dir; ikramı boldur.
8.
Allah, binmeniz için ve süs olarak atları,
katırları ve eşekleri de yaratmıştır. Allah sizin bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri (vasıtaları) de yaratacaktır.[*]
“Bilmediğiniz daha nice şeyleri de yaratmaktadır” şeklindeki Kur’anî ifade ise, bilmediğimiz ama zamanla görebileceğimiz daha nice şeylerin yaratıldığına ya da yaratılacağına işaret etmektedir. Uygarlık tarihinin birbirini izleyen her safhası, hayali bile edilemeyen yeni buluşlar ortaya koymaktadır. Bu buluşlarla bizden öncekilerin fark edemediği onlarca, yüzlerce hatta binlerce yeni varlığın keşfi gerçekleşmektedir. Meydana gelen bu buluşlar, keşifler hiç şüphesiz Allah’ın insana lütfettiği zekâ ve istidat sayesinde olmaktadır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
9.
Doğru yolu göstermek Allah’ın işidir. O yoldan sapanlar da olur. Tercihi Allah yapsaydı elbette hepinizi doğru yola getirirdi.[*]
Tercihi insanlara bıraktığı için herkes doğru yola girmiyor.
De ki: Bu gerçek /Kur’an Rabbinizdendir. Artık isteyen inansın, isteyen kâfirlik etsin. Kafir olma yanlışını yapanlar için alevleri kendilerini kuşatacak bir ateş hazırladık. (Susuzluktan) feryad ederlerse erimiş madene benzeyen ve yüzleri kavuran bir su ile imdatlarına yetişilir. Ne kötü içecektir o su; ne kötü bir dinlenme yeridir orası! (Kehf 18/29). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 2
10.
Sizin için gökten su indiren O’dur. İçecek su ondandır; hayvanlarınızı otlattığınız bitkiler de o su ile yetişir.
11.
Allah bu su ile sizin için ekinler, zeytinler, üzümler ve diğer ürünlerin hepsinden yetiştirir. Hiç şüphesiz bunlarda derin düşünen[*] bir toplum için büyük deliller vardır.
"Bunda düşünen kimseler için ibret dersi vardır." Allah'ın bu evrendeki idaresini ve insanın hayatına elverişli olan
evrensel yasalarını düşünenler için... Eğer evrenin yasaları insanın hayatı için elverişli olmasaydı, onun yaradılışına
uygun düşmeseydi ve ihtiyaçlarına cevap vermeseydi insan bu dünya gezegeni üzerinde yaşayamazdı. Bu dünya
gezegeninde insanın yaradılışı bir tesadüfün eseri değildir. Yine bu gezegen ile diğer yıldız ve gezegenler arasındaki
oranlama rastlantıyla gerçekleşmiş olamaz. Atmosferde ve uzayda meydana gelen olayların bu şekilde
gerçekleşmesi, insanın hayatına elverişli gördüğümüz şekilde onun tüm ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde
düzenlenmesi tesadüf değildir.
Evrenin idaresindeki hikmeti kavrayacak olanlar bu olgular üzerinde düşünenlerdir. İşte ancak bu düşünenler
evrende meydana gelen yağmur gibi bir olayı, olay ile varlığın yüce ilkeleri arasında bir bağ kurabilirler. Yağmurla
yeryüzünde gerçekleşen hayat, ağaç, ekin ve meyveler ile bunların yaratıcının varlığına kanıt oluşturduğunu
düşünenler; O'nun zatının, iradesinin ve idaresinin eşsizliğini kavrayabilirler. Düşünmeyen gafiller ise bu tür
ayetlerin önünden sabah akşam, yaz-kış geçip gittikleri halde bu ayetler onların merak duygularını uyandırmaz ve
onların öğrenme dürtülerini ve kalplerini bu eşsiz düzenin sahibini araştırmaya doğru harekete geçirmezler. (Seyyid Kutub Tefsiri)
12.
O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah’ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır.
13.
Ve sizin için yeryüzünde yarattığı rengârenk (güzel) şeyler vardır. İşte bunlarda da ibret almasını bilen kimseler için elbette çıkarılacak bir ders vardır.[*]
Yeryüzünde milyonlarca bitki türü vardır. Bunların her birinin modeli, rengi, biçimi, deseni ve kokusu ayrı ayrıdır ama beslendikleri toprak aynıdır. Bir metrekarelik topraktan farklı kokulara ve desenlere sahip yüzlerce renkte bitki yetiştirilebilmektedir. Toprakta da çeşitli renkte ve özellikte madenler vardır. Bunlar da aynı toprakta bulundukları halde birbirlerinden farklı özelliklere sahiptirler. İşte bu varlıklar Allah’ın yeryüzünde yarattığı ve kullanmasını insana bıraktığı nimetlerdir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
14.
Büyük su kütlelerini[*], taze et yemeniz ve takınacağınız süsler çıkarmanız için hizmetinize veren odur. Suyu yara yara giden gemileri görürsün. Bu, Allah’ın lütuf olarak verdiklerini aramanız içindir. Belki görevlerinizi yerine getirirsiniz.
Arapçada büyük su kütlelerine; denize, akarsulara, tuzlu veya tuzsuz göllere “bahr (بحر)” denir (Lisan’ul-arab). Nitekim tatlı ve tuzlu su ayrımı olmaksızın Kur’an’da her ikisine de “bahr” denmiştir. Bahr kelimesi Türkçeye deniz diye çevrilir. Deniz deyince kimsenin aklına tatlı su kütlesi gelmeyeceği için kelimenin “büyük su kütlesi” şeklinde meallendirilmesi daha uygundur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
15.
Yer kabuğu sizi sarsmasın[*] diye yere sabit dağlar yerleştirdi. Gideceğiniz yere ulaşabilmeniz için de ırmaklar ve yollar oluşturdu.
Dağ anlamına gelen râsi (راسي) kelimesinin çoğulu olan revasi (رواسي), Kur’an’da 9 kez geçmektedir. Bu ayette olduğu gibi 2 ayette daha meyd (ميد) fiiliyle birlikte kullanılmıştır (Enbiyâ 21/31, Lokman 31/10). Meyd, “gidip gelme, sallanma, sarsılma” anlamlarına gelmektedir. Bu sebeple kelimenin geçtiği üç ayete, “sizi sarsmasın diye sabit dağlar yerleştirdi” şeklinde meal verilmekte, bu da dağların bulunduğu bölgelerde deprem olmadığı gibi bir yanlış anlamaya sebep olmaktadır. Oysa ayetteki en temide bikum (أَن تَمِيدَ بِكُمْ) ifadesini “sizi sarsar diye” şeklinde çevirmek metne daha uygun olacaktır. Dolayısıyla ayetin meali “sizi sarsar diye yere sabit dağlar yerleştirdi” şeklinde olmalıdır. Ayette insanları sarsacak olan “yeryüzü”dür (الأرض). Dağların varlığı insanları bu sarsıntı esnasında korumak, daha güvenli bir yerleşim yeri oluşturmak içindir. Ayette dağların yeri sabitlemesinden bahsedilmemektedir. Nitekim toprak, kum ve alüvyonlu kıyı kesimlerin depremlerde en uzun süreli sarsıntı yaratan, sarsıntının şiddetinin en büyük, hızının en fazla olduğu bölgeler olduğu, dağlık ve kayalık alanlarda ise bu sarsıntıların çok daha kısa ve yavaş olduğu yerbilimleri tarafından da tespit edilmiş gerçeklerdir. Ayet bu gerçeği dile getirmekte, bu özelliğinden dolayı dağlar için demir atma, sabitleme kök anlamından türetilmiş (رواسي) revasi kelimesi kullanılmaktadır.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
16.
Birtakım işaretler de oluşturdu. İnsanlar, o yıldızla da (Kutup Yıldızı[*] ile) yollarını bulurlar.
"O yıldız" anlamında en-necm (النَّجْمِ) kelimesi bu âyetle beraber dört ayette geçer. (Necm 53/1, Rahman 55/6, Tarık 86/1-3). Kuzey, yarım kürede her gece doğan ve güçlü ışığı olan tek yıldız Kutup Yıldızıdır. Ekvatora sıfır, kutup noktasına 90 derecelik açı yapar. Bu ikisi arasındaki her yere yaptığı açı, oranın enlemi kadardır. Konum ve yön belirlemede en önemli göstergedir. Diğer yıldızlar, sürekli yer değiştirirler ama Kutup Yıldızı hep aynı noktada kalır.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
17.
Yaratan hiç yaratamayana benzer mi? Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?
18.
Allah’ın nimetlerini saymaya kalkarsanız, onların sonunu getiremezsiniz. Allah, gerçekten Gafûr; çok bağışlayan ve Rahîm; ikramı bol olandır.[*]
Allah’ın nimetlerini gördüğünüz halde ona kulluk konusunda üzerinize düşeni yapamadıysanız, vakit geçmiş sayılmaz, aklınızı başınıza devşirin ve derhal tevbe ederek yeni bir sayfa açın. Bundan sonraki hayatınızda Allah’ın istediği şekilde yaşayacağınıza dair söz verirseniz Allah geçmiş bütün günahlarınızı bağışlayacaktır. Çünkü Allah çok bağışlayandır ve çok merhamet edendir. “De ki (Allah şöyle buyuruyor:) “Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere (günah işleyerek) aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder…” (Zümer 39/53) (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
19.
Allah, gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilir.
20.
Allah’tan başka o yalvarıp yakardıklarınıza gelince -bunların kendileri yaratılmış varlıklar olduklarına göre- hiçbir şey yaratamazlar;
21.
Onlar diri değil, ölüdürler. Ne zaman dirileceklerinin de bilincinde değillerdir.[*]
Burada dirilişe ve onun zamanına işaret edilmesi, yaratıcının diriliş zamanını da bilmesi gerektiğini belirtmek içindir.
Zira diriliş yaradılışın tamamlayıcı bir parçasıdır. Bu diriliş ile canlılar daha önce yaptıklarının cezasını veya
mükafatını alacaklardır. Kullarını ne zaman dirilteceklerini bilmeyen tanrılar sahte tanrılardır. Hatta onlar
maskaraların maskaralarıdırlar. Yaratıcı yaratıklarını diriltir ve onları ne zaman dirilteceğini de kesin olarak bilir! (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 3
22.
İlahınız tek ilahtır. Ahirete inanmayanların kalpleri inkârcıdır, onlar gerçeğe set çevirmiş, kendini beğenmişlerdir.[*]
Bu gerçeğe teslim olup kabullenmeyen ve yaratıcının varlığı, hikmeti ve adaleti inancının bir gereği olan ahirete
inanmayan bu insanların inanmama nedenleri, ayetlerin eksikliği ve kesin delillerin bulunmayışı değildir. Asıl neden,
onların yapılarında ve karakterlerinde gizlenmiş bulunmaktadır. Onların kalpleri kötü ve inkârcıdır. Gözleri önündeki
ayetleri kabullenmeye yanaşmamaktadır. Üstelik onlar büyüklük de taslayanlardır. Delillere teslim olmayı, Allah'a ve
elçisine bağlanmayı istemeyenlerdir. Dolayısıyla onların hastalığı köklüdür. Hastalık onların karakterlerinde ve
kalplerinde gizlidir!
Onları yaratan Allah, bu hallerini de bilmektedir. Onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını da görmektedir. Evet hiç
kuşkusuz ve tereddütsüz bu gerçeği bildiği için onların bu özelliklerinden nefret etmektedir: (Seyyid Kutub Tefsiri)
23.
Hiç kuşkusuz Allah, onların gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bilir; O gerçeğe sırt çeviren kendini beğenmişleri kesinlikle sevmez.
24.
Onlara “Rabbiniz ne indirdi?” dendiği zaman, “Öncekilerin masalları!” derler.
25.
Böyle yapmakla, Kıyamet Günü’nde kendi günahlarının yükünü bütünüyle, yoldan çıkardıkları bilgisiz kimselerin yükünü de kısmen üzerlerine almış olurlar. Bir bilseniz, bu yüklendikleri ne kötü bir yüktür![*]
Kendilerine "Rabbiniz ne indirdi?"
diye sorulduğunda, cevap vermeyen ve ikna olmayan kötü kalplere sahip büyüklük taslayanlar, bu sorunun cevabını
doğrudan doğruya vermezler. Kur'an'ın bir kısmını okuyarak içeriğini özetleyen inkârcılar, bu ciddiyetsiz yorumlarının
sonucunda güvenilir kesin cevaptan saparak:
"Bunlar eskilerin masallarıdır."
derler. Ayeti kerimede geçen "esatir" kurguya dayalı saçmalıklarla dolu hikâyeler demektir. Onlar ruhları ve akılları
ile ilgili durumları hayat şartlarını ve insanların yaşayış biçimlerini, toplumun ilişkilerini, insanlığın geçmişi, şu andaki
ve geleceği ile ilgili durumlarını bir bir ele alıp düzenleyen, problemlerini çözüme kavuşturan Kur'an hakkında böyle
bir yakıştırmada bulunuyorlar. Kur'an'ı bu şekilde nitelemelerinin sebebi, onun eski milletlerin hikâyelerini
içermesidir. Bu da onları inkâra ve şımarıklığa sürüklemiştir. Böylece hem kendi günahlarını, hem de bu sözlerle
yoldan çıkardıkları, Kur'an ve imandan alıkoydukları cahil ve gerçeği bilmeyen insanların bir kısım günahlarını
yüklenmişlerdir. İfade bu günahları gayet ağır yükler olarak tasvir etmektedir. Aman ne kötü bir yük, ne kötü bir
ağırlık! Bu günah yükleri insanın belini büktüğü gibi, ruhlarını da çökertmektedir. Bu günah yükleri, boyunlarda
ağırlık meydana getirdiği gibi kalplerde de ağırlık meydana getirmektedir. Ağırlıklar, taşıyan kimseyi yorduğu gibi,
kendilerini de yormakta ve daha ağır ve daha beter bir şekilde bellerini bükmektedir!
İbn-i Ebi Hatem, Süddi'den rivayet ediyor ki: Kureyş bir ara toplanıp: "Muhammed tatlı dilli bir adamdır. Bir adamla
konuştuğunda aklını çeler. Bu nedenle içinizden seçkin, soylu, ileri gelen bazı adamlarınızı belirleyin ve onları
Mekke'nin tüm yollarına her gece ya da iki gecede bir salın. Onunla görüşmeye gelen birini gördüklerinde onu bu
işten vazgeçirsin" dediler. Bunun üzerine görevlendirdikleri insanlar yollara döküldüler. Dışardan Mekke'ye gelmiş,
kavminin adına Muhammed'in neler söylediklerini öğrenmek isteyen herkesi yolda yakalıyorlardı. Kendilerine ulaşan
bu yabancı adama yaklaşarak; `ben falan oğlu falanım' diyerek soy kütüğünü ona bildirir ve `ben sana Muhammed
hakkında bilgi vereyim' derdi. `O yalancı bir adamdır. Onun peşinde gidenler sadece beyinsizler, köleler ve hiçbir
işe yaramayanlardır. Kavminin ileri gelenleri ve seçkinleri ise ondan ayrılmış bulunmaktadır' der, gelen elçi de geri
dönerdi. İşte Allah Tealâ buyuruyor ki:
"Kendilerine "Rabbiniz ne indirdi?" diye sorulduğunda "Bunlar eskilerin masallarıdır" derler."
Eğer bu elçi yüce Allah'ın kendisine doğru yolu nasip ettiği birisi ise kendisine aynı şeyi dediklerinde, o da şu
karşılığı verirdi: "Eğer ben bir günlük uzaklıktan gelir ve bu adamı görmeden dönersem, geri döndüğümde kavmimi
aydınlatacak bilgi elde etmeden gidersem milletime çok kötü bir elçilik örneği vermiş olurum" der ve Mekke'ye
girerdi. Mü'minlerle karşılaşır ve Muhammed'in ne dediğini onlara sorarlardı. Onlar da iyi bir adamdır.. derlerdi."
DÜZENLENEN KOMPLOLAR
İşte bu şekilde Kureyş, davaya karşı planlı olumsuz bir propaganda savaşı başlatmıştı. Kureyş bunu programlı
şekilde yapıyordu ve aynı şekilde gerçeğe ve hakikate boyun eğmek istemeyen, her yer ve her zamandaki
benzerleri de Kureyş gibi bu taktiği kullanmaktadırlar. Zirâ onların büyüklük taslamaları gerçeğe ve delile boyun
eğmelerini engellemektedir. Kureyş'in bu büyüklük taslayanları inkârcıların ve tuzak kuranların ilki değillerdi.
Surenin akışı içinde kendilerinden önceki düzenbazların sonu ve kıyamet günündeki akıbetleri gözler önüne
serilmektedir. Hatta ruhlarının bedenlerinden ayrıldığı andan, ahiret gününde cezalarını buluncaya kadar ki sonları
dile getirilmektedir. Tüm bunlar, onlara sunulurken, Kur'an'ın etkili metoduna bağlı olarak canlandırılmış sahnelerde
sergilenmektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 4
26.
Gerçekten, onlardan önce gelip geçenler de düzenler kurdular, Allah, yapılarını temellerinden yıktı da tavan, başlarına yıkılıverdi ve hem de bu azap, anlayamadıkları bir yerden gelip çattı onlara.
27.
Sonra kıyamet günü onları rezil edecek ve diyecek: "Kendileri için kavga çıkarıp ayrılığa düştüğünüz ortaklarım nerede?" Kendilerine ilim verilmiş olanlar[*] diyecekler ki: "Bugün rezillik ve kötülük, gerçeği inkâr edenleredir."
Bunlar, hesap günü, her toplumun içinden getirilecek olan şahitlerdir (Nisa 4/41-42, Hud 11/18). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
28.
Onlar, meleklerin, yanlışlar içinde iken vefat ettireceği[*] kimselerdir. Hemen teslimiyet gösterir ve “Biz kötü bir şey yapmadık ki!” derler. Hayır, ne yaptığınızı Allah iyi biliyor.
Zümer 39/42’ye göre vefat, işi biten ruhun bedenden ayrılmasıdır. Allah ruhu iki şekilde vefat ettirir, biri uykuya daldığında diğeri de öldüğünde olur. Ruh, bilgisayarın işletim sistemi gibi bütün bilgileri korur. Onun için Allah, hem uyuyan hem de ölen bedenin ruhunu koruma altına alır. Uyuyan insanın ruhu, uyandığında, ölenin ruhu da vücut yeniden yaratıldığında geri döner (Müminûn 23/100 ve Tekvîr 81/7).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
29.
Haydi, girin kapılarından bakalım, içinde kalıp duracağınız cehennemin! Gerçekten de, ne kötü olacak (o gün) , kendilerini boş yere büyüklük duygusuna kaptırmış olanların düştüğü durum!
30.
Ve takva[*] sahiplerine: “Rabb'inizin indirdiği şey nedir?” denildi. “İyilik.” dediler. Bu dünyada, iyilik yapanlar için iyilik vardır. Ve elbette ahiret yurdu daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
31.
İçinden ırmaklar akan Adn Cennetlerine girerler. Orada, onlar için diledikleri şeyler var. İşte Allah, takva sahiplerini böyle ödüllendirir.
32.
Melekler onların canlarını temiz kimseler olarak alır ve derler ki: "Size selâm olsun. Yapmakta olduklarınıza karşılık girin cennete!"
33.
Neyi bekliyorlar? Kendilerine meleklerin gelmesini mi, yoksa Allah’ın emrinin gelmesini mi? Onlardan öncekiler de aynen böyle yapmışlardı. Allah onlara zulüm etmemişti. Tam aksine, onlar kendi kendilerine zulüm ediyorlardı.[*]
Surenin akışı içinde ölüm manzarası ve diriliş tablosu ile bu sahnenin her iki yönü gözlerin önüne serildikten sonra,
bunun ışığı altında Kureyş müşriklerine bir soru yöneltiyor. Ve ne beklediklerini soruyor. Meleklerin gelip canlarını
almasını mı bekliyorlar! Yoksa Allah'ın emrinin gelip, kendilerini diriltmesini mi istiyorlar? Ölüm sırasında onları
bekleyen budur zaten. Allah'ın onları dirilteceği gün kendilerini bekleyen de budur! Şimdi onlar kendilerinden önceki
inkârcıların yolunda değil midirler? Halbuki onlar bu iki sahnede onların hallerini izlediler. Bundan hiç mi ibret
almadılar? Hiç mi faydası olmadı kendilerine!
İnsanların işlerine akıl ermez. Kendilerinden öncekilerin izledikleri yolun nereye vardıklarını görürler de yine aynı
yolu tutup giderler. Onların başına gelenlerin kendilerinin de başına gelebileceğini hiç düşünmezler. Allah'ın
yasasının belirlenmiş bir ilkeye uygun biçimde işlediği, sebeplerin her zaman aynı sonuçları doğurduğu, her eylemin
mutlaka karşılık bulacağı, Allah'ın yasasının kendilerini kayırmayacağı! Sıra kendilerine geldiğinde de bu yasanın
durmayacağını ve onlara da mutlaka uygulanacağını ezmekten sapmayacağını anlamıyorlar.
"Allah olara zulmetmiş değildi, tersine onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdi."
Allah onlara düşünme, değerlendirme ve seçme özgürlüğü vermiş, hem içe hem de dışa yönelik ayetlerini
kendilerine sunmuş, kendilerini sonuç konusunda uyarıp onları yaptıkları eylemlerle ve işleyen yasası ile başbaşa
bırakmıştır.
Dolayısıyla Allah onlara bu kesin akıbetleri konusunda haksızlık etmemiş, aksine onlar kendi kendilerine
zulmetmişlerdir (Seyyid Kutub Tefsiri)
34.
Sonunda yaptıklarının cezası onlara ulaştı ve alay etmekte oldukları şey onları çepeçevre kuşatıverdi.
BÖLÜM 5
35.
Şirke düşenler / Allah’ı ikinci sıraya koyanlar şöyle derler: “Allah farklı bir tercihte bulunsaydı[*] biz de atalarımız da onun dışında hiçbir şeye kulluk etmez, onun haram kıldığından başka hiçbir şeyi de haram saymazdık.” Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Elçilere düşen, açık bir tebliğ / bildirmeden başka nedir ki!
[*] Şâe (شاء) fiili ile ilgili olarak bkz. Nahl 16/2. ayetin dipnotu.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
36.
“Kulluğu Allah’a yapın ve tağutlardan[*] uzak durun!” desinler diye her ümmete bir elçi gönderdik. Onların içinden, Allah’ın yoluna kabul ettiği kimseler de oldu, sapıklığı hak etmiş olanlar da. Yeryüzünü gezip dolaşın da yalana sarılanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.
Tağut, ‘haddini aşmakta ileri giden anlamına gelir. Bunlar, yoldan çıkmakla kalmaz ayetleri ya yok sayarak ya da anlamlarını bozarak yeni bir din oluşturup başkalarının da haddini aşmasına sebep olurlar (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
37.
Yola gelmelerini ne kadar istersen iste, Allah, sapık saydığı kişiyi yola getirmez. Onların yardımcıları da olmaz.
38.
Onlar var güçleriyle yemin ederek: "Allah, ölen kimseyi diriltmez!" dediler. Hayır, diriltecek! Bu O’nun verdiği kesin bir sözdür, fakat insanların ekserisi bunu bilmezler[*].
Ayette; disiplinli, düzenli ve güvenli bir dünya için ahirete imanın ne kadar önemli olduğuna vurgu yapılmaktadır. Ölen kimsenin tekrar dirilmeyeceği konusunda ısrar edenler, olanca güçleriyle Allah’a yemin ederek ısrarlarında haklı olduklarını göstermeye çalışıyorlar. Oysa ahiretin varlığına imanın olmadığı bir yerde insanların iradelerini zapturapt altına almak mümkün olmaz. Yapılan onca haksızlığın, hırsızlığın, zulmün, aldatmanın, gıybetin, iffetsizliğin, yalanın, talanın, adam öldürmenin hesabının sorulacağı Allah’ın nihai yargısı olmayacaksa insanlar ne ile kontrol altına alınacaklar? Evet, insanın fıtratına üflenen “ruh”, ondaki olması gereken bütün güzel hasletleri ihtiva ediyor ancak aynı insan şer dürtüleri de bünyesinde barındıran bir varlıktır. Dolaysıyla fıtrat bozulması yaşandığı ve şer dürtülerin baskın çıktığı bir zamanda insanı kontrol altına alacak ve aslına döndürecek bir kuvvet olmalı ki bu da “din” dir. Dinin temel özelliği; insan eğitimine Allah’a ve Ahirete imanla başlamasıdır. Allah’a inanmak ne kadar önemliyse ahiretin varlığına yani insanların dünyada yaşadıklarına yaptıklarına karşılık olarak başka bir âlemde yeniden dirilerek hayatlarına devam edeceğine inanmak da bir o kadar önemlidir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
39.
Diriltecek ki, onlara, ihtilafa düştükleri şeyi açık seçik göstersin ve küfre sapanlar kendilerinin yalancılar olduğunu bilsinler.
40.
Gerçek şu ki, bir şeyin olmasını istediğimizde ona "Ol!" dememiz yeterlidir; o da hemen oluş sürecine girecektir.[*]
Bakara 2/117, Yasin 36/82, Mü’min 40/68. Bu ayete, “ol der, hemen olur” şeklinde meâl verilir. Allah her şeyi bir ölçüye göre yarattığından (Kamer 54/49) o emirle, sadece oluşum başlar. Mesela Allah, bir çocuğun olmasını murad ettiğinde emri, döllenme öncesinde verir ve çocuk oluşmaya başlar (Al-i İmran 3/59, Meryem 19/35, İnsan 76/1-2).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
41.
Haksızlığa uğratıldıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz.[*] Ahiretin ödülü elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi!
Hicret sözlükte, kişinin bir şeyden bedeniyle, diliyle veya kalbiyle uzaklaşmasıdır (Müfredat). Bir müslümanın, istenmediği bir yerden bedeniyle uzaklaşması (Nisa 4/97, Enfal 8/72-75); babası, annesi, eşi veya kendine yakın gördüğü kişilerin kafir olmalarından dolayı kalbiyle uzak kalması da hicrettir (Âl-i İmran 3/28, Nisa 4/138-144, Tevbe 9/23-24, Müzzemmil 73/10) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
42.
O Allah yolunda hicret edenler, sabrederler ve yalnız Rablerine tevekkül ederler. Herhangi bir işte elinden geleni yapıp sonrasını Allah'a bırakmak.
43.
Senden önce de elçi olarak gönderdiklerimiz, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkası değildi[1*]. Bilmiyorsanız o Zikrin[2*] / önceki kitapların uzmanlarına sorun.
[1*] Bu ve Yusuf 12/109, Enbiya 21/7 ayetler gayet açık olduğu halde, farklı yorumlar yaparak kadın nebiler de bulunduğunu iddia edenler mevcuttur. Bu iddia, Musa aleyhisselamın annesine “vahyedildiğini” (Kasas 28/7-9) ve Meryem annemizi “Allah’ın seçtiğini” (Al-i İmran 3/42) bildiren ayetler nedeniyle ortaya atılmıştır. Oysa Kur’an’da arıya da vahyedildiği bildirilir (Nahl 16/68). Nebilere bildirilen vahiy ile diğer insan ve varlıklara bildirilen arasındaki fark, nebilere inen vahyin insanlara tebliğ edilmesi mecburiyetinin bulunmasıdır. Musa’nın (a.s.) annesine yapılan vahiy, onun bir karar vermesi için yalnızca kendisine yapılan ilhamdır. Allah herkesle ilham yoluyla konuşur (Şems 91/8-10). Meryem annemizin “seçildiği” ibaresi ise, onun çağdaşı olan kadınlardan faziletli olduğunu bildiren ifadeyle devam eder. Kur’an’da “Allah seçti” ifadesi yalnızca nebiler için kullanılmamıştır. Bakara Suresi 247. ayette komutan yapılan Talut için de “Allah onu seçti” denmiş olması, Meryem’in (r.a.) seçildiği ifadesinin nebiliğe işaret etme zorunluluğu olmadığını gösterir. Bu yüzden, ayetin metnine muhalif olan kadın nebilerin varlığı iddiası kabul edilemez.
[2*] Zikir, hem önceki kitapların hem de Kur’an’ın ortak adıdır (Nahl 16/43-44, Enbiya 21/7-8, 24). Ehl-i zikir de o kitapta uzmanlaşmış kişi demektir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
44.
O elçileri açık belgelerle / mucizelerle ve zeburlarla[1*] gönderdik. Kendilerine indirilenin ne olduğunu o insanlara açık açık anlatasın diye o Zikri sana da indirdik.[2*] Belki düşünürler.
[1*] Zebûrlar diye meal verdiğimiz ez-Zübür (الزُّبر), zebûr’un çoğuludur, hikmet dolu kitaplar anlamındadır (ez-Zeccâ, Meânî’l-Kur’ân ve İ’râbuhu). Al-i İmrân 3/81’de bütün nebîlere kitap ve hikmet verildiği açıklandığı için bu ayetteki zübür’ün, hikmet dolu kitaplar dışında bir anlamı olamaz. Kelime, Şuarâ 26/196, Fatır 35/25 ve Kamer 54/43’te aynı anlamı ifade etmektedir. Bu zebûrlardan biri de Davut aleyhisselama verilmiştir. (Nisa 4/163, İsra 17/55) Zebûr, Davut aleyhisselama verilen kitabın özel ismi olmadığı için ez-Zebûr şeklinde geçmemektedir. Kelime, ez-Zebûr şeklinde elif lâmlı olarak sadece Enbiyâ 21/105’te geçer ve Davut aleyhisselam da dahil bütün nebîlere verilen kitapları ifade eder.
[2*] Bu ayet, Nebîmize Kur’an’ı açıklama yetkisi verildiğine delil gösterilir. Oysa burada Nebimize verilen görev açıklama değil, kendine gelen zikri açıkça ortaya koymasıdır. Böylece kitaptan hiçbir şey gizli kalmayacaktır. Zaten Maide 5/15. ayet, teybinin açıklama değil, gizleneni ortaya çıkarma anlamında olduğunu göstermektedir. Buna göre bu ayette de kitabın tebyin edilmesi, hiçbir şeyin gizlenmemesi, herşeyin açıkça ortaya konması anlamındadır (Al-i İmran 3/187). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
45.
Sinsice kötü tuzaklar kuranlar, Allah’ın kendilerini yerin dibine geçiremeyeceğinden, yahut bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden emin mi oldular?
46.
Veya (gündelik telaşeyle) dolaşıp dururken, kendilerine asla savuşturamayacakları bir (belanın) yakalamayacağından?
47.
Ya da ilahi azabın korkulu bir bekleyiş halindelerken başlarına gelmeyeceğinden emin midirler? Kuşkusuz ki, sizin Rabbiniz gerçekten Raûf’tur; çok şefkatli ve Rahîm’dir; ikramı boldur.
48.
Bakıp görmediler mi, Allah’ın yarattığı şeylerin gölgeleri bile, sağ ve sollarından[*] boyunları bükük bir halde, Allah için secdelere kapanarak dönüyor.
Doğu tarafını solumuz alırsak Güneş doğunca gölgeler sağa doğru yatar.ve arkasından sola yani doğuya doğru kaymaya başlar.. Bu kayış, güneş batana kadar sürer. Bu sebeple sağ tekil, sol ise çoğul kullanılmıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
49.
Göklerdeki ve yerdeki canlı şeyler de melekler de yalnız Allah’a secde ederler ve hiç de büyüklük taslamazlar.[*]
Kur'an varlıkların ve eşyanın ilahi yasalara boyun eğişini -boyun eğişin en belirgin görüntüsü olan- "secde" ifadesi
ile vermektedir. Dikkatleri -uzadıktan sonra geri dönen- gölgelerin hareketine çekmektedir. Gölgelerin hareketi
gerçekten de gizli, saf duygular üzerinde etkili olan, köklü ve derin bir harekettir. Burada bütün yaratıklar gönülden
boyun eğmiş, teslim olmuş ve itaatkâr olmuş biçimde çizilmektedir. Ayrıca bunlara yerde ve göklerde bulunan her
canlı ilave edilmiştir. Bu evrendeki tüm varlıklara bir de melekler ekleniyor. Sonra bakmışız ki sahne, nesneler,
gölgeler, hayvanlar ve meleklerle dolup taşmıştır. Hepsi boyun eğmiş, itaate yönelmiş, ibadete ve secdeye
kapanmıştır. Allah'a kulluk yapmaya karşı büyüklük taslamıyorlar ve O'nun emrine aykırı hareket etmiyorlar. Bu
ilginç ve hayret verici ortamda kural dışı kalanlar, sadece büyüklük taslayan ve inkâra kalkışan insanlardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
50.
Kendilerine egemen olan Rabb'lerine karşı gelmekten korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar.
BÖLÜM 7
51.
Allah buyurdu ki: "İki ilah edinmeyin; O sadece bir tek ilahtır. Yalnız benden korkun."
52.
Göklerde ve yerlerde olan her şeyin sahibi O dur. Sürekli ve değişmez kuralların konulduğu yegane din de O'na aittir. O halde, sakınacağınız Allah'tan başkaları mı var?
53.
Size ulaşan her nimet Allah’tandır. Sonra size bir sıkıntı ve zarar dokunduğu zaman yalnız O’na yalvarır yakarırsınız.
54.
Sonra, sizden o sıkıntıyı kaldırdığı zaman içinizden bir grup, hemen Rablerine ortak koşarlar.
55.
Böylece, kendilerine verdiğimiz nimetlere karşı nankörlük ederler. "Dünya nimetleri ile oyalanın bakalım, yakında gerçeği öğreneceksiniz."
56.
Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden (mahiyetini) bilmedikleri şeylere (putlara) pay ayırıyorlar. Allah'a Andolsun ki, uydurmakta olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz.[*]
Bir de bakmışsın ki, kendilerine bazı hayvanları haram kılmışlardır. Onlara binmezler ve etlerinin tadına bile
bakmazlar. Hatta daha önce En'am suresinde gördüğümüz gibi, bu hayvanları erkeklere helal, kadınlara haram
sayarlardı. Bunu yaparken de sahte tanrılarının adına hareket ediyorlar. Halbuki onlar bu tanrılar hakkında hiçbir
şey bilmezler. Bunlar ancak eski cahiliyeden kalmış ve miras alınmış olan kuruntulardır. Halbuki onların hiçbir
şeyden haberi olmayan tanrılar adına pay ayırdıkları bu nimetleri, onlara rızık olarak veren sadece Allah'dır. Bunlar
sahte ilahların verdikleri rızıklar değildir ki, onlara pay ayrılsın. Bu nimetler, kendilerini tevhide çağıran, onların
başka varlıkları kendisine ortak koştukları Allah'ın verdiği rızıklardır!
Böylece onların hem düşüncelerinde, hem de uygulamalarında ikilik ortaya çıkmış olur... Rızkın tamamını Allah verir.
Allah kendisinden başka kimseye kulluk yapılmamasını ister. Onlar ise, Allah'ın emrine aykırı davranarak başka
ilahlar edinirler. Allah'ın kendilerine verdiği rızkı alıp, yasakladığı bu kimselere ayırmaktadırlar! İşte bu şekilde
onların içinde bulunduğu çifte standart, bütün açıklığı, çıplaklığı, ilginçliği ve çirkinliğiyle ortaya çıkmaktadır!
Tevhide dayalı inanç sisteminin köklü biçimde yerleşmesinden sonra bile hala birtakım insanlar, Allah'ın kendilerine
verdiği rızkın bir kısmını cahiliye ilahlarına benzer, yaratıklara adamaktadırlar. Bugün insanlar hala bir buzağıya
"Seyyid Bedevi'nin buzağısı" adını vererek serbest bırakıyorlar. Buzağı canının istediği şekilde yiyip-içiyor, kimse ona
engel olmuyor. Kimse ondan yararlanmıyor. Bu buzağının hayatı, Allah'ın adı anılarak değil, Seyyid Bedevi'nin adı
anılarak kesilinceye kadar böyle sürüyor! Bugün hala insanlar, velilere kurbanlar adamaktadırlar. Bunları Allah içir:,
Allah'ın adı ile değil, bu velinin adı ile kurban etmektedirler! Tıpkı cahiliye dönemindeki insanların Allah'ın kendilerine
rızık olarak verdiği nimetlerden bir kısmını sahte tanrılarına ayırmaları gibi. Halbuki bu şekilde adakta bulunmak
haramdır. Allah'ın adı anılarak kesilse dahi, eti de haramdır. Çünkü bu hayvan Allah'dan başkası adına adanmıştır! (Seyyid Kutub Tefsiri)
57.
Allah`ın kızları olduğunu iddia ediyorlar (melekleri Allah`ın kızları sanıyorlar). Haşa! O, bundan (çocuğu olmaktan) münezzehtir Temiz, arı.
Uzak. . Hoşlandıkları (erkek çocukları) nı ise kendilerine yakıştırıyorlar.[*]
İnanç sistemindeki sapıklığın etkileri sadece inançla ilgili konularla sınırlı kalmaz... Hayat düzenine ve toplumsal
geleneklere de yansır. Çünkü inanç sistemi hayatın birinci derecedeki dinamosudur. İster açık olsun, ister gizli
olsun, hayatı harekete geçiren birinci güç inançtır. Cahiliye Arapları kendilerinin kız çocukları olmasını istemedikleri
halde Allah'ın kızları olduğunu ve bunların da melekler olduğunu ileri sürüyorlardı. Kızlar Allah'ındı. Sevdikleri erkek
çocukları ise kendilerinindi.
Sağlıklı inanç sisteminden sapmaları yüzünden, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi veya zillet ve aşağılanmış
bir biçimde onları sağ bırakarak onlara kötü muamele yapmalarını, onlara başka gözle bakmalarını kendilerine güzel
göstermiştir! Çünkü onlar kız çocukları olduğu için yadırganmaktan ve fakirlikten korkuyorlardı. Zira kız çocukları ne
savaşabilir ne de kazanç getirebilirlerdi. Bazen bir düşman saldırısı sırasında esir düşerler ve utanç aracı olurlardı.
Veya ailelerine bir yük olarak yaşar, fakirliğe neden olurlardı!
Sağlıklı inanç sistemi bütün bunlardan korur insanları. Çünkü rızık Allah'ın elindedir. Herkese rızık verir. Herkes
ancak kendisi için rızkını elde edebilir. Sonra insan tür olarak Allah katında onurludur, şereflidir. İslâmın belirttiği
şekliyle kadın, insanlığı açısından erkeğin kardeşi ve onun bir parçasıdır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
58.
Onlardan birine kız çocuğu olduğu müjdesi verildiğinde, üzüntüden yüzü simsiyah kesilir.
59.
Aldığı kara haberden dolayı tanıdıklarına görünmekten kaçınır. Aşağılanmaya katlanarak onu alıkoysun mu, yoksa toprağa mı gömsün diye düşünür. Baksana, ne kötü hüküm veriyorlar![*]
Üzüntü, sıkıntı ve kederden yüzü simsiyah kesilmiştir. Buna rağmen o üzüntüsünü içine atmıştır. Öfkesini ve
kederini gizlemiştir. Sanki başına bir bela gelmiş. Halbuki kadın da erkek gibi Allah'ın bir lütfudur. Rahimde kadın
veya erkeği şekillendirmek, kimin haddine düşmüş! Bu rahimde ona hayattan bir salık üflemek kimin işidir? Basit bir
su damlasından güzel bir insan yapmaya kimin gücü yeter! Bir su damlasından Allah'ın izniyle -bir insan oluncaya
kadar, hayatın gelişimini ve evrelerini düşünmek bile- cinsi ne olursa olsun doğân çocuğu sevinç ve mutlulukla
karşılamamız için yeterlidir. Çünkü bu Allah'ın tekrarlanan mucizesidir. Her an tekrarlanmasına rağmen, önemini
yine de yitirmeyen mucizesidir! Bu durumda nasıl olur da, kız çocuğu olduğunu duyunca üzülebilir, onur kırıcı olarak
algılanan bu müjde yüzünden insanlardan saklanabilir? Halbuki yaratan ve şekil veren kendisi değildir ki! Bu apaçık
mucizenin meydana gelişinde ilahi kudretin bir aracı olmaktan öte bir fonksiyonu yoktur onun.
Allah'ın hikmeti ve hayatın kuralı, hayatın kadın-erkek iki eşten meydana gelmesini öngörmüştür. Kadın da hayat
düzeninde erkek kadar köklü bir fonksiyona sahiptir. Hatta erkeğin rolünden daha önemli bir işleve sahiptir. Zira
hayatın karargâhı kadındır. Buna göre nasıl olur da kız çocuğu olduğu müjdelenen biri üzülebilir? Aldığı kötü müjde
nedeniyle insanlardan gizlenebilir? Halbuki hayatın düzeni sürekli olarak iki eşin varlığı ilkesine dayanmaktadır.
Böylece anlaşılıyor ki, inanç sistemindeki sapıklık toplumun düşüncelerinin ve geleneklerinin sapmasına da
yol açmaktadır.
İşte böylece İslâm inanç sisteminin, sosyal düşünceleri ve sistemleri düzeltip sağlam temellere oturtmadaki değeri
ortaya çıkmış oluyor. İslâmın kadına, hatta insana ilişkin gönüllere ve toplumlara yayıp yerleştirdiği değerli ve
onurlu bakış açısı aydınlanmış oluyor. Puta tapıcı cahili toplumlarda haksızlığa uğrayan sadece kadın değildi. En
geniş anlamlarıyla bütün bir "insanlık"tı hakları ellerinden alınan. Kadın bütün insanlığın sadece bir parçası idi. Onu
aşağılamak ve hor görmek onurlu biçimde yaratılmış insanı hor görmek demekti. Onu canlı canlı toprağa gömmek,
insanlığa karşı işlenmiş bir cinayetti. Hayatın yarısını yitirmekti. Yaratılışın asıl gayesi ile çelişmekti. Zira bu hikmetin
gereği olarak sadece insan değil, bütün canlılar dişi ve erkekten yaratılmıştı.
Her ne zaman toplumlar sağlıklı inanç sisteminden sapmışlarsa, cahiliye düşünceleri geri dönmüş ve boynuzlarını
uzatmıştır... Bugün de, toplumların çoğunda bu cahiliye düşünceleri ortaya çıkmaya devam etmektedir. Pek çok
çevrelerde, doğan bir kız çocuğu sevinç oluşturmaz, pek çok insanlar onun doğuşunu hoş karşılamazlar. Erkek
çocuğuna gösterdikleri ilgi ve özeni, kız çocuğu için göstermezler. Bu putperest cahiliyenin kalıntılarından biridir.
Bütün bu olumsuzluklar, İslâm inancına isabet eden sapmadan kaynaklanmıştır.
Ne garip ve ilginçtir ki, bazı gruplar çevrelerindeki sapık toplumlara bakıp, kadın meselesinde İslâm inancını ve
İslâm hukukunu eleştirerek çeşitli spekülasyonlara neden olmaktadırlar. İslâmı eleştirip karalamalara girişen
insanlar, zahmet edip İslâmın bu konudaki görüşüne bile müracaat etmiyorlar. İslâm düşüncesinin kadın konusunda
yaptığı devrimleri araştırıp oluşumlarda, sosyal sistemlerde, duygularda ye vicdanlarda meydana getirdiği devrimleri
inceleme zahmetine katlanmıyorlar. İslâm düşüncesi bugün de hala üstün bir görüş olarak varlığını sürdürmektedir.
İslâmın bu diriliğinin sebebi realiteye dayalı pratik bir zorunluluk, coğrafi bir çağrı, sosyal veya ekonomik birtakım
ihtiyaçlar değildir. İslâm düşüncesi, insanı onurlandıran, Allah'dan kaynaklanan ilahi inanç sisteminden oluşmuştur.
Dolayısı ile Allah'ın katındaki bu iki onurlandırılmış parça arasında ayırım yapmak ve birini üstün görmek söz konusu
değildir.
Cahiliyenin görüşü ile İslâmın görüşü arasındaki yapısal fark ne ise, ahirete iman etmeyenlerle Allah'ın sıfatları
arasındaki fark da odur. Allah ise yüceliğin örneğidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
60.
Ahirete inanmayanlarda kötülüğün örnekleri olur. En yüce örnekler ise Allah’ın verdiği örneklerdir. O Azîz'dir; daima üstün olan ve Hakîm'dir; bütün kararları doğru olandır.
BÖLÜM 8
61.
Eğer Allah, insanları (bu dünyada) yaptıkları kötülüklerden dolayı hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.[*]
Yüce Allah, insan denen şu varlığı yaratmış ve onu nimetleri ile donatmıştır. Yeryüzünde bozgunculuk yapan ve
zulmeden, Allah'ın yolundan sapıp O'na ortaklar koşan, birbirlerine zulmedebilen, kendileri dışındaki yaratıklara
eziyet edebilen tek varlıktır... Yüce Allah bütün bunlara rağmen onlara yumuşak ve merhametli davranır. Onlara
acıyarak biraz zaman tanır. Bu, kuvvetle birlikte olan hikmetin, adaletle birlikte olan rahmetin gereğidir. Ne var ki,
insanlar kendilerine tanınan bu süreye aldanıyorlar. Kalpleri Allah'ın rahmetini ve hikmetini kavrayıp hissetmiyor.
Sonuçta ilahi adalet ve kuvvet yüce Allah'ın bir hikmete göre belirlediği ve rahmetinden dolayı onlara tanımış
olduğu süre dolunca, belirlenen ecel gelince onları kıskıvrak yakalıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
62.
Ve bir de, hoşlanmadıkları şeyi[1*] (önce) Allah’a yakıştırırlar; sonra da kalkıp bunu dile getirirken, sanki en güzel, en erdemli olan neyse onu hak etmişler gibi, gerçek dışı, yalan açıklamalarda bulunurlar.[2*] Aslında, onlar sadece ateşi hak etmektedirler ve şüphesiz kendileri [Allah’ın rahmetinden] uzak tutulacaklar!
[1*] Yani, “kızları” (bkz. yukarıda 57-59. ayetler): fakat, Zemahşerî’nin de işaret ettiği gibi, bu ifade, Allah’ın kudret ve iktidarında bir pay sahibi olduklarına inanılan varlıkların O’na ortak koşulması ve dolayısıyla O’nun birliğinin, eşsizliğinin inkarı haletini de îma etmektedir; bir başka deyişle, burada sözü edilen kimseler kendi meşruiyet alanlarına el uzatılmasını, nüfuzlarının hasımlarınca daraltılmasını hoşnutsuzlukla karşılarken, aynı hassasiyeti Allah fikri, ilah anlayışları konusunda göstermiyorlar.
[2*] Lafzen, “en güzelin (el-husnâ) kendilerine ait olduğu hakkında...” -yani, kendi dinsel ya da dindışı görüşlerinin, olanca saçmalıklarına rağmen, Allah katında güzel ve makbul görüleceğini sanıyorlar. Yukarıdaki anlam örgüsü içinde el-husnâ tabiri için benimsenen (öteki müfessirler arasında Zemahşerî ve Râzî tarafından da zikredilen) bu yorum, sonraki ayette geçen “Şeytan onlara yapıp-ettiklerini güzel gösterdi” ifadesiyle mantıkî bir bağlantı içindedir. (Muhammed Esed Tefsiri)
63.
-Allah'a andolsun ki, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) gönderdik. Fakat, şeytan onlara yaptıklarını süslü gösterdi. Bugün de o, onların velisidir[*] ve onlara can yakıcı bir azap vardır.
Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)
64.
Biz bu kitâbı sana sadece, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da rehber ve rahmet olsun diye indirdik.
65.
Allah gökten yağmur indirip onunla ölmüş olan yeryüzüne hayat verir. Elbette bunda gerçeğe kulak verecek kimseler için ibret ve delil vardır.
BÖLÜM 9
66.
En’âmda / koyun, keçi, sığır ve devede sizin için elbette dersler vardır: Karınlarındaki, fers[1*] ile kanın ayrışmasından[2*] oluşan ve içenlerin boğazından kayıp giden saf bir sütü size içiririz.
[1*] Fers; hazmedilen gıdaların bağırsaklardan süzülüp kana karışmış haline denir. Oradan karaciğere gelir, işlenir ve vücuda dağılır. Hücreler, bu fers ile beslenir. Fers, doğum yapmış bir memelinin memesine gelince meme onu kandan ayırır ve özel bir sıvı salgılayarak süt haline getirir. Kan ve fers aslında pistir. Bunlar yalın halde yenmez içilmez. Ama Allah Teâlâ bu iki pis maddeyi önce ayırır sonra bir sıvı ile fersin kimyasını değiştirir. Sonra mucize içecek olan süt meydana gelir.
[2*] Ulaşabildiğimiz tefsir ve meallerde ayetin “min beyni fersin ve demin” cümlesine “kan ile fışkı arasından” diye anlam verilmiştir. “Beyn” kelimesine “arasında” yani “vast” anlamı verilebilir ama onun asıl anlamı “ayırmak” yani “firak”tır. Bu ayet için uygun olan firak anlamıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
67.
Ve hurma ağaçlarının ve asmaların ürününden hem sarhoşluk veren (zararlı) içkiler, hem de güzel, temiz rızıklar elde edersiniz.[*] İşte bunda da aklını kullanan kimseler için bir ders vardır.
Ayetteki “sarhoşluk veren içki” ile “güzel ve temiz rızık” ifadelerinin örtüşmediği görülse de burada dikkat çekilen ve vurgulanmak istenen husus içkinin kendisi değil, hurma ve üzümden hem temiz ve hem de zararlı içeceklerin elde edilebilmesidir.
Bu ayet Mekke’de nazil olduğu zaman sarhoş eden içki henüz haram kılınmamıştı ama ona rağmen güzel ve temiz rızıklardan ayrı tutulmuştur. Bundan da anlıyoruz ki Kur’an içkiye hiçbir zaman sıcak bakmamış ama onu yasaklamak konusunda bu ayette olduğu gibi insanları hazırlamıştır. “Sarhoşluk veren” ifadesi, içkinin zararlı olduğunu gösterir. Yani geçici olarak da olsa insanın aklını başından alan ve işlevini ortadan kaldıran içki ne yaptığını bilemeyecek kadar insanı etkilemekte, sarhoşluk durumunda sayısız kötülükler işlenmesine sebep olmaktadır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
68.
Rabbin bal arısına şöyle vahyetti:[*] "Dağlarda, ağaçlarda ve insanların kurdukları çardaklarda / kovanlarda, kendine evler edin!
“Arıya vahyetme” ona ilham etme, kalbine düşürme ve Allah’tan
başka kimsenin vâkıf olamayacağı, ancak O’nun bildiği bir şekilde ona öğretmesi demektir. Aksi halde, arının petekleri en sanatkârane bir şekilde örmesi, işlerini ince bir çizgide yürütmesi ve en güzel sonuçlar doğuracak şekilde davranması, Allah’ın akıl sahiplerine akıllarını lütfettiği gibi, arıya da bu işleri yapmanın bilgi ve zekâsını verdiğinin açık delilleridir. (Zemahşeri Tefsiri)
69.
Sonra her türlü üründen ye ve ardından Rabbinin sana amade kıldığı yollarına koyul!"[*] (Bütün bunların sonunda) onların karınlarından, içerisinde insanlar için şifa barındıran farklı renkler / tatlardan oluşan bir sıvı çıkar. Hiç şüphesiz, bütün bunlarda da düşünen bir toplum için mutlaka alınacak bir ders vardır.
Bal arılarının diğer böceklerden farklı tarafı, onlar içgüdüleriyle değil de tamamen sevk-i ilahi ile hareket ederler. Yani bal arısının bal yapacağı çiçeği bilmesi ve bulması ve bunun için çok uzaklara kadar gitmesi bir içgüdünün değil, ilahi sevkin neticesidir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
70.
Sizi yaratan sonra vefat ettirecek[*] olan Allah’tır. Kiminiz ömrünün en düşkün çağına kadar yaşatılır, bildiğini bilemez hale gelir. Alîm; her şeyi bilen ve Kadîr; ölçüyü koyan Allah’tır.
Her insanda iki nefis vardır; birincisi bedeni, ikincisi ruhudur. Ana rahminde döllenmiş yumurtadan yaratılan bedene ruhun üflenmesi, bütün organların tamamlanmasından sonra olur. Böylece insan, dinleyebilen, basiret ve gönül sahibi olan farklı bir canlı türü haline gelir (Müminûn 23/12-14, Secde 32/7-9). Canlılığın son bulması ölüm (mevt), ruhun bedenden alınması vefattır. Allah insanı iki şekilde vefat ettirir: biri uyuyunca, diğeri de ölünce olur. Ruh, bilgisayarın işletim sistemi gibi bütün bilgileri korur. Onun için Allah, hem uyuyan hem de ölen bedenin ruhunu koruma altına alır. Uyuyan insanın ruhu, uyandığında; ölen kişinin ruhu ise vücut yeniden yaratıldığında geri döner (Müminûn 23/100, Zümer 39/42 Tekvîr 81/7). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 10
71.
Allah, rızık konusunda kiminizi kiminize üstün kıldı. Üstün kılınanlar; rızıklarını yeminle hak sahibi oldukları[1*] kimselere aktarıyorlar da onlar, onda eşit oluyorlar mı? O halde, Allah'ın nimetini mi inkâr ediyorlar?²[2*]
[1*] Yeminle hak sahibi olduğunuz anlamına gelen “Ma melaket eymanukum” deyimine “sağ elinin sahip olduğu anlamı da verilmektedir. Bu deyim, “antlaşma yoluyla sahip olunan” demektir. El, “güç” demektir; güç yolu ile üzerinde yetkili olma hakkına sahip olduğunuz, antlaşma yoluyla sahip olunanlar, sorumluluğu üstlenilenler, bakmakla yükümlü olunanlar, meşru şekilde sahip olunanlar, himayeniz altında olanlar gibi anlamlara gelmektedir.
[2*] Benzer bir ayet olan, Rum Suresi, ayet 28\de de Rabb\imiz, “Kendinizden size bir örnek vermektedir: Size, verdiğimiz mallarda, yeminlerinizin mülkü olanlardan ortaklarınız var mı? Siz ve onlar bu mallarda eşit misiniz? Onları, birbirinizi saydığınız gibi sayar mısınız? Aklını kullanan bir kavim için ayetleri işte böyle açıklıyoruz.” demektedir. Bu ayetlerde, Allah; rızkı yaratan da rızkın gerçek sahibi olan da Ben\im diyor. Ve diyor ki: Siz yeminlerinizin mülkü olan kimseleri malınıza ortak ediyor musunuz ki, Ben, kullarımı rızıklandırırken, bu rızıklandırmamda, ilahlarınızı (Lat, Uzza, Menat) Kendime ortak edeyim. Ve onlar aracılığıyla veya onlarla birlikte size rızık vereyim. Diğer bir anlatımla Allah, rızık verici olan, yalnızca Benim demektedir. Rızk Benim değil mi? Onu dilediğim gibi dağıtırım demektedir. (Erhan Aktaş Tefsiri)
72.
Size kendi cinsinizden eşler takdir eden; eşlerinizden de size çocuklar, torunlar veren; ve sizi (n hepinizi) temiz ve hoş şeylerle rızıklandıran Allah’tır. Hal böyleyken, insanlar kalkıp yine de asılsız, boş şeylere inanıp, Allah’ın nimetine karşı nankörlük mü yapacaklar?
73.
Üstelik Allah`ı bırakıp, kendileri için göklerden ve yerden rızkın hiçbir türünü sağlayamayan ve buna gücü de yetmeyen şeylere kulluk edecekler!?
74.
Allah’ı bir şeye benzeten örnekler vermeyin[*]. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Biz Allah’ı hayalimizde canlandıramayız. Bizim Allah ile ilgili bilgimiz O’nun bize Kur’an’da kendi hakkında bildirdiği kadardır. Bunun ötesinde yorumlar ve benzetmeler yapmak batıldır. Mesela hurafeciler Allah’ı devlet başkanına benzeterek kendilerinin de vali, kaymakam veya muhtar gibi onun bazı yetkilerine sahip kimseler olarak kabul edilmelerini sağlamak isterler. Bu, şirktir. Allah Teala, insanların yapacağı her tür benzetmeden uzaktır.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
75.
Allah [işte size iki insan] örneği veriyor: [biri] hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasına bağımlı bir köle; [diğeri de] kendisine katımızdan [bir armağan olarak] güzel bir rızık bahşettiğimiz [özgür] bir insan ki, o rızıktan gizli-açık [gönlünce, doğru yolda] harcamalar yapıyor. İmdi, (düşünün), bu iki insan hiç bir tutulabilir mi? Bütün övgüler Allah’a yakışır: ama onların çoğu bunu bilmezler.
76.
Ve yine Allah (size başka) iki insan örneği veriyor: Onlardan biri, hiçbir iş elinden gelmeyen bir dilsiz ki, efendisinin sırtında gerçek bir yük; öyle ki, beriki onu hangi işe koşsa olumlu bir sonuç alamıyor. Peki, işte böyle biri, doğru ve hakça olanın yapılmasını emreden ve kendisi de dosdoğru bir yolda yürüyen (bilge bir) kimseyle hiç bir tutulabilir mi?[*] Bütün övgüler Allah’a yakışır: ama onların çoğu bunu bilmezler.
Birinci örnek onların günlük hayatlarından alınmıştır. Onların hizmetçileri, köleleri bulunuyordu. Bu kölelerin hiçbir
şeyleri yoktu. Ve hiçbir şeye de güçleri yetmezdi. Onlar hiçbir şeye gücü yetmeyen zavallı köle ile dilediğini
yapabilen mülk sahibi efendiyi bir tutmazlardı. O halde nasıl olur da kulların efendisi ve sahibi olan Allah ile hepsi
de O'nun kulu olan birini veya bir nesneyi bir tutabilirlerdi?
İkinci örnek hiçbir şey bilmeyen ve başarı elde edemeyen zayıf, dilsiz ve geri zekâlı bir adam ile konuşabilen, güçlü,
adaleti emreden, doğruluk, iyilik yolunda çalışan bir adamı tasvir ediyor... Akli dengesi yerinde olan biri, bu iki
örneği aynı tutamaz. Nasıl olur da bir put veya taş ile her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, iyiliği emreden, doğru
yola ileten yüce Allah bir tutulabilir?
İşte bu iki örnek, yüce Allah'ın insanların iki ilah edinmemelerine ilişkin emri ile başlayan bölümün sonu olmaktadır.
Bölümün sonu da iki ilah edinen bir topluluğun işine akıl erdiremediğini dile getiriyor... (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 11
77.
Göklerin ve yerin gaybı / gizlisi saklısı Allah’ın bilgisi dahilindedir. O saatin / kalkış saatinin oluşu, göz açıp kapayıncaya kadar, belki daha da yakındır[*]. Allah her şeye bir ölçü koyar.
Ölüm ile uyku, insan açısından aynıdır. (Zümer 39/42) Uyurken kapanan göz, uyanınca açılır. Ölürken kapanan göz de yeniden dirilince açılır. Her ikisi de gözü kapayıp açmadır. İnsan bu arada geçen sürenin farkında olmaz. (Bakara 2/259, Kehf 18/19, Yasin 36/51-52) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
78.
Allah sizi annelerinizin karınlarından, siz hiçbir şey bilmezken çıkardı. Bununla beraber sizde işitme, görme (basiret) özellikleri ve gönüller oluşturdu ki görevlerinizi yerine getiresiniz.
79.
Onlar gök boşluğunda, süzülen kuşları görmüyorlar mı? Onları dengede tutan Allah'tan başkası değildir. Bu olayda inanacak bir toplum için nice ibretler vardır.[*]
Allah’ın kuşlardan örnek vermesi anlamlıdır. Nitekim bu örnek verildiği zaman insanoğlu henüz havadan uçabilen bir araç yapmamıştı. Bugün geldiğimiz noktada havacılık sanayii öylesine gelişti ki insanlar kendileriyle beraber artık eşyalarını da gökten taşıyabiliyorlar. Fakat bunun için asırlarca yürütülen ortak çalışma ile beraber milyarları harcamak zorunda kalıyorlar. Ayrıca bütün bu çalışmalardan netice alabilmek için de Allah’ın gökyüzüne verdiği özelliklerden faydalanıyorlar. Hava akışının küçük bir bozulması nedeniyle oluşan türbülansları hatırlayalım! Ya Allah gökyüzünü uçuşa elverişli yaratmasaydı bütün bu eserler olacak mıydı? Elbette ki hayır. Ama insanların birçoğu hem gökyüzünün ibretlik hassas bir denge ile yaratılışına hem de orada süzülüp giden kuşların uçuşuna bakıp maalesef Allah’ı ve onun kudretini hatırlamıyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
80.
Allah, evlerinizi sükûnet içinde dinlenebileceğiniz mekânlar kıldı.[*] Göçebe hayatı yaşadığınızda veya sabit bir yere yerleştiğinizde kolayca taşıyabileceğiniz hafiflikte, hayvanların derilerinden evler (çadırlar) , yünlerinden, tüylerinden ve saçlarından ev eşyaları yapmanızı sağladı (öğretti) . Onları belli bir zamana kadar kullanırsınız.
İşte İslâm evin bu şekilde psikolojik huzurun ve duygusal tatminin yuvası olmasını istemektedir. Onun bir
rahatlama yeri olmasını istemektedir. Orada kalp ve ruh huzur bulacak, rahata kavuşacak, güvene erecektir. İslâm
barınma ve rahat için gerekli olan tüm imkânları temin eder. Ayrıca o evde bulunanların huzuru için gerekli olan
şartları da hazırlar. Böylece o evde bulunanların huzuru için gerekli olan şartları da hazırlar. Böylece her biri
diğerine bir teselli ve huzur vasıtası olur. Yoksa ev hiçbir zaman tartışma, ayrılık ve düşmanlık yeri değildir. O
sadece barış, güven, emniyet, huzur ve rahatlama yeridir.
İşte bu nedenle İslâm eve dokunulmazlık vermiştir. Böylece oranın huzurunu, güvenini ve barışını sağlamıştır.
Oraya girmek isteyen, ancak izin aldıktan sonra girebilir. Hiç kimse haksız yere otoritenin adını kullanarak oraya
dalamaz. Herhangi bir sebepten dolayı evin içinde meydana gelen olayları, nelerin olup bittiğini gözetleyemez. Ve
hiç kimse evdekilerin haberi olmadan veya onların evde bulunmadığı sırada onların aleyhinde birtakım haberler
toplamak için eve giremez. Onların huzurunu ve güvenini bozamaz. İslâmın evler için öngördüğü sükuneti ihlal
edemez. İşte tüm bu realiteleri Kur'an'ın şu derin cümlesi ifade ediyor! (Seyyid Kutub Tefsiri)
81.
Ve yarattığı bütün öteki şeyler arasında,[1*] size [çeşit çeşit] gölgelikler-sığınaklar[2*] ayıran; dağlarda gizlenme-saklanma yerleri bahşeden, ve sizi sıcağa [ve soğuğa][3*] karşı koruyacak elbiseler; [karşılıklı] saldırılarınıza[4*] karşı koruyacak (savaş) giysileri [yapma imkan ve becerisini] veren (de) Allah’tır. O size bahşettiği nimeti işte böyle her yönden tam tutmaktadır ki belki O’na boyun eğer de kurtulursunuz.
[2*] Lafzen, “gölgeler/gölgelikler” (zilâl, tekili zill). Deyimsel olarak bu sözcük bazan koruyucu anlamında kişinin “üstünü örten/gölgeleyen” şeyleri belirtmek için kullanılır; ayetin devamı da bu koruyuculuk niteliğine açıkça işaret ettiğine göre, sözcüğün deyimsel anlamını burada lafzî anlamına tercih etmek bizce yerinde olacaktır.
[3*] Hemen bütün klasik müfessirlere göre, burada “sıcak”tan söz edilirken bunun karşıtı olan “soğuk” da kasdedilmektedir; bizim çevirideki ilavemiz de bu mülahazaya dayanıyor.
[4*] Müfessirlerin çoğuna göre, bu ayetteki “elbiseler” (serâbîl) terimi ikinci tekrarında “savaş elbisesi” ya da “zırh” olarak anlaşılmalıdır ki bu da savaşları ya da karşılıklı şiddet hareketlerini akla getiriyor. Fakat, bu yorum her ne kadar gözardı edilmese de, bize öyle geliyor ki “elbiseler” sözcüğünün ikinci tekrarı çok daha geniş anlamıyla, yani insanın kendi başına açtığı tehlikeli durumlarda kullanmak zorunda kalabileceği her türlü “örtü”yü (yani, bedeni korumaya yarayan her türlü eşya ve malzemeyi) işaret eden deyimsel anlamıyla anlaşılabilir; be’sekum (“saldırganca davranışlarınız” ya da “zorbalığınız/şiddetiniz”) tabiri üzerindeki vurgu da, kanaatimizce buna dayanmaktadır. (Muhammed Esed Tefsiri)
82.
Eğer yüz çevirirlerse, sana düşen sadece açık bir şekilde tebliğ etmektir.
83.
Allah’ın nimetlerini pekâlâ tanıyıp biliyorlar, fakat yine de nankörlük ediyorlar; zira onların çoğu küfre sapmıştır.
BÖLÜM 12
84.
Fakat bir gün gelecek Biz, her ümmetten bir şahit çıkaracağız.[*] Sonra inkarda ısrar edenlere ne mazeret beyan etme izni verilecek, ne de suçlarını itiraf ile af dileme imkanı.
Allah’ın her ümmetin içinden -ya da ümmet teriminin geniş anlamıyla söyleyecek olursak, her uygarlığın yahut kültür çağının içinden- çıkardığı peygamberlerin, kendi toplumlarına Allah’ın mesajını ulaştırıp onlara doğru ile eğrinin anlamını açıkladıklarına dair şehadet edecekleri ve dolayısıyla inanmayanların hiçbir mazeret ileri süremeyecekleri Hesap Günü’ne ilişkin bir îma. (Muhammed Esed Tefsiri)
85.
Hayatlarını yanlışlar içinde geçirmiş olanlar, o azabı gördükleri zaman da ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine süre verilecektir.
86.
Allah'a ortak koşanlar, koştukları ortakları gördüklerinde: “Ey Rabbimiz, sana inandığımız halde kendilerine yalvardığımız / kulluk ettiğimiz kimseler bunlardı” diyecekler. Koşulan ortaklar ise: “Sizler kesinlikle yalancısınız” diye cevap verecekler.
87.
(Böylelikle) onlar o gün tamamıyla Allah'a teslim olacak ve uydurdukları şeyler de onları yüzüstü bırakıp kaybolacaktır.[*]
Bu ayetlerden anlıyoruz ki; Allah’ın bazı niteliklerini insanlara isnat ederek onları Allah’a ulaşmak için aracı tutanlar da müşrik kategorisinde değerlendirilecek, kutsadıkları ve kendilerini kayırabileceklerine inandıkları kişiler tarafından yüzüstü bırakılacaklardır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
88.
İnkarda direnmekle kalmayıp başkalarını da Allah`ın yolundan çeviren kimselerin üzerine, sebep oldukları toplumsal çürüme ve yozlaşmadan dolayı azab üstüne azap yığacağız;
89.
Her ümmetin aleyhinde kendilerinden bir şahit göstereceğimiz günde seni de onların aleyhinde şahit tutarız. Sana bu kitabı her şeyi açıklayan bir bilge, bir doğru yol rehberi, bir rahmet kaynağı ve müslümanlara yönelik bir müjde olarak indirdik.
BÖLÜM 13
90.
Hiç şüphe yok ki Allah adil davranmayı, iyilik yapmayı ve yakınlara karşı cömert olmayı emreder; ve her türlü utanç verici hayasızlığı, selim akla ve sağduyuya aykırı çirkinliği ve sınırları hiçe sayan taşkınlık ve azgınlığı yasaklar: size (bu) öğütleri verir ki, sorumluluklarınızı aklınızda tutabilesiniz.[*]
Bu kitap bir ümmet meydana getirmek ve bir toplumu düzene sokmak ve daha sonra yeni bu dünya, yeni bir
düzen kurmak için gelmişti. Bu tüm insanlığı kuşatan evrensel bir çağrıydı. Herhangi bir kabileyi, ulusu veya ırkı
esas almıyordu. İnsanları birbirine bağlayan bağ, sadece inançtı. Kavmiyet ve tutuculuğun yerini inanç almıştı.
İşte bu nedenle Kur'an bir cemaatin bütünleşmesi için gereken ilkeleri getirdiği gibi cemaatlerin de bütünleşmesi
için ilkeler getirmişti. Fertleri, ulusları ve milletleri huzura kavuşturacak, ilişkilerde, verilen sözlerde ve yapılan
antlaşmalarda, güven telkin edecek prensiplere riayet edilmesini istemişti.
Kur'an "adalet" ilkesini getirmişti. Bu ilke, her birey, her toplum ve her ulus için insanlar arası ilişkilerin dayanacağı,
değişmez ve sağlam bir kulpu garanti altına almıştı. Bu ilke insanın arzu ve isteklerine göre şekil alamaz, sevgi ve
nefret gibi kişisel kaprislerden etkilenemez. Akrabalık ve hısımlık bağlarına, zenginlik ve fakirliğe, güçlü ve zayıfa
göre farklılık gösterip değişemez. Kendi yolunda ilerler. Herkesi aynı kriterle değerlendirir, herkes için aynı teraziyi
kullanır
Kur'an adaletin yanında bir de "iyilik" ilkesine yer verir. Böylece adaletin acımasız, şaşmaz kesinliğine bir ölçü
yumuşaklık getirir. Bazı haklarından özveride bulunmak isteyen, böylece kalplerin sevgisini tercih eden, göğüslerini
huzura kavuşturmak isteyenlere kapıyı açık bırakır. Hayatın temel ilkesi olan adaleti bir yarayı tedavi etmek
isteyenlerin veya bir erdemlilik örneği vermeye kalkanların önünde engelleyici bir unsur olarak kullanmaz...
"İhsan" gerçekten çok geniş anlamlı bir kavramdır. Her güzel iş ihsandır. İhsanı emretmek her işi ve her davranışı
kapsar. Böylece ihsanın hayat denizinin tümünü kapsadığı görülmektedir. İnsanın Rabbiyle olan ilişkilerini, ailesi ile
olan ilişkilerini, toplumu ile olan ilişkilerini ve bütün bir insanlıkla olan ilişkilerini içine alır.
"Akrabaya yardımda bulunmak" "ihsan"dandır. Burada özellikle akraba yardımının öne çıkarılışı, onun önemini ortaya
çıkarmakta ve pekiştirmektedir. Bu yardımlaşma aile tutkusundan kaynaklanan bir yardımlaşma değildir. Bu
yardımlaşmanın dayanağı, İslâmın kendi dayanışma düzeninin ilkesine göre yakın çevreden uzak çevreye doğru
yayılan dayanışma ilkeleridir.
"Hayasızlığı, kötülüğü ve çirkin davranışları yasaklar."
Ayeti kerimede geçen "Fahşa" sözcüğü, aşırı kaçan, yani haddi aşan her şeydir. Fahşa'nın fuhuş anlamı da vardır ki,
genellikle bu anlamda kullanılır ve ırza tecavüz anlamına gelir. Çünkü bu aşırı bir iştir. Saldırı ve aşırı gitmeyi
bünyesinde barındırır. Böylece fahşa kelimesini üzerinde yoğunlaştırır ve fahşa denildiğinde, özellikle bu fuhuş
anlamı kastedilir. Ayette geçen "münker" kavramı ise fıtratın hoşlanmadığı, dolayısıyla şeriatın da hoş karşılamadığı
her iştir. Zira İslâmın şeriatı fıtratın şeriatıdır. Bazen fıtrat sapabilir. Fakat İslâmın şeriatı olduğu gibi kalır,
değişmez. Fıtratın bozulmadan önceki asıl halini gösterir. "Bagiy" kavramı ise zulmü, hakkı ve adaleti çiğnemeyi
ifade eder.
Rezalet, çirkinlik, ïğrençlik', azgınlık ve isyan (Fahşa-münker-Bagy) temeline dayalı bir toplumu ayakta tutmak
mümkün değildir. Rezaletin bütün boyutlarıyla, iğrençliğin bütün aldatıcılığıyla ve azgınlığın bütün sonuçlarıyla
yayıldığı bir toplum uzun süre ayakta kalamaz.
İnsanın fıtratı belli bir süreden sonra, bu yıkıcı etkenlere karşı harekete geçer ve onlardan silkinir. Bu yıkıcı
etkenlerin kuvveti ne kadar fazla olursa olsun ve tağutlar düzenlerini korumak için ne kadar vasıta kullanırlarsa
kullansın farketmez. İnsanlık tarihi tümüyle rezalete, çirkinliğe ve azgınlığa karşı peşpeşe gelen başkaldırılardan
ibarettir. Kısa bir dönem için insanlığın veya devletlerin bunlara dayanarak ayakta durması önemli değildir. İnsanın
fıtratında ona karşı silkinişlerin ve direnişlerin bulunması gösteriyor ki, bunlar insanlık hayatına, bedenine yabancı
düşen unsurlardır. Fıtrat onları üzerinden atmak için silkinir. Tıpkı canlı organizmanın kendi içine giren yabancı bir
unsura karşı silkinişi ve direnişi gibi. Yüce Allah'ın adaleti ve ihsanı emretmesi, rezaleti, iğrençliği ve azgınlığı
yasaklaması, düzgün ve sağlıklı fıtrata uygun düşer. Onu destekler ve Allah adıyla direnişe geçmeye iter. (Seyyid Kutub Tefsiri)
91.
Antlaşma yaptığınızda Allah’a karşı yükümlülüğünüzü yerine getirin. Yani Allah’ı kendinize kefil tutarak yeminlerinizi sağlamlaştırmanızın ardından onları bozmayın. Allah ne yaptığınızı bilir.[*]
Allah'a verilen sözde durmak, müslümanların Peygamberimiz Hz. Muhammed ile -salât ve selâm üzerine olsun- yapmış oldukları bey'atı (bağlılık sözü) kapsadığı gibi Allah'ın emrettiği her türlü doğru antlaşmayı da kapsamına
alır. Sözünde durmak insanlar arasındaki ilişkilerde güven unsurunun yegane garantisidir. Bu güven olmadan bir
toplum kurulamaz, bir insanlık ayakta tutulamaz. Ayeti kerime sağlamlaştırdıktan sonra ve Allah'ı kefil olarak kabul
edip onu sözleşmelerinin tanığı tutup, sözün yerine getirilmesi için Allah adına söz verdikten sonra yeminlerini
bozan, anlaşma sahiplerini rezil etmektedir. Sonra da onları üstü kapalı tehdit etmektedir:
"Allah yaptıklarınızı bilir."
İslâm dini, sözleşmelere bağlılık meselesinde son derece titiz davranmış ve bu konuda asla tolerans tanımamıştır.
Zira o güvenin ana ilkesidir. Bu ilke sarsıldığında toplumun bağı çözülür. Ve toplum dağılır. Kur'an ayetleri burada
sadece sözünde durmayı emredip sözleşmeyi bozmayı yasaklamakla yetinmemektedir. Bazı örnekler vermekte
antlaşmayı bozanları kötülemekte ve birtakım insanların dayanak olarak kabul edebileceği bazı gerekçe ve sebepleri
de reddetmektedir: (Seyyid Kutub Tefsiri)
92.
Bir topluluk, diğer bir topluluktan sayıca, nüfuzca veya malca daha çok olduğu için, yeminlerinizi aranızda bir aldatma ve işi bozma sebebi kılıp da ipliğini sağlamca büküp eğirdikten sonra çözen, böylece bütün emeğini boşa çıkaran ahmak kadının durumuna düşmeyin. Gerçekten Allah sizi bununla (sözünüzü yerine getirmekle veya nüfuz ve servet çokluğu ile) imtihan eder. Kıyamet günü de hakkında ihtilafa düşmüş olduğunuz şeyleri size açıklayacaktır.[*]
İslâm dini, sözleşmelere bağlılık meselesinde son derece titiz davranmış ve bu konuda asla tolerans tanımamıştır.
Zira o güvenin ana ilkesidir. Bu ilke sarsıldığında toplumun bağı çözülür. Ve toplum dağılır. Kur'an ayetleri burada
sadece sözünde durmayı emredip sözleşmeyi bozmayı yasaklamakla yetinmemektedir. Bazı örnekler vermekte
antlaşmayı bozanları kötülemekte ve birtakım insanların dayanak olarak kabul edebileceği bazı gerekçe ve sebepleri
de reddetmektedir:
"Taraflardan biri diğerinden daha kalabalık, daha güçlüdür diye yeminlerinizi birbirinize karşı hile aracı olarak
kullanmayınız, böylece eğirdiği yünü sağlam iplik haline getirdikten sonra tekrar tel tel çözen kadın gibi olmayınız.
Çünkü Allah sizi bu yolla sınavdan geçirir. Kıyamet günü aranızdaki anlaşmazlık konularını size açıklayacaktır."
Antlaşmayı bozan adam, iradesi zayıf, dar görüşlü, aptal ve bunak bir kadına benzer. Bu kadın ipliğini eğirip
katladıktan sonra tekrar söküp dağıtmakta, çözüp bozmaktadır!.. Bu benzetme bütün unsurlarıyla aşağılama,
horlama ve garipsemelerle doludur. Sözünde durmamayı, ruhlara kötü bir şey olarak hissettirmekte ve gönüllerde
onu çirkin göstermektedir. Zaten burada amaç da budur. Onurlu hiçbir insan; bu zayıf iradeli, akli dengesi bozuk,
hayatını yararsız boş şeylere harcayan bu kadın gibi olmaya razı olmaz!
Bazı insanlar Allah'ın elçisi Hz. Muhammed ile yaptıkları antlaşmayı bozmada, kendilerini şu şekilde temize
çıkarmaya çalışıyorlar da; Hz. Muhammed ve onunla birlikte olanlar güçsüz bir azınlığı temsil ederken, Kureyş güçlü
çoğunluğu oluşturmaktadır. Ayeti kerime onların bu gerekçelerinin doğru olmadığın ve kendi yeminlerini bir oyun ve
aldatma olarak değerlendirip onlardan el çekmelerinin tutarlı bir neden olamayacağını bildirmektedir:
"Taraflardan biri diğerinden daha kalabalık, daha güçlüdür diye yeminlerinizi birbirinize karşı hile aracı olarak
kullanmayınız."
Yani bir topluluğun güç ve sayı olarak bir diğer topluluktan fazla oluşunu sebep gösterip sözünüzde durmamazlık
yapmayın. Çıkar gözetilerek sayıca fazla olan tarafla beraber olmayı istemeyin. Ayeti kerimenin kapsamı içine bugün
"devletin çıkarı" diye adlandırılan bir menfaati elde etmek amacıyla sözleşmeyi bozmak da girer. Herhangi bir devlet
başka bir devletle veya devletler grubuyla bir antlaşma yapar, sonra da "devletin çıkarım" elde etmek amacıyla
daha güçlü bir devlet veya devletler grubuyla temasa geçmèk için antlaşmasını bozup, diğer tarafa geçerse İslâm
bunu da kabul etmez ve kesinlikle antlaşmaya bağlı kalınmasını, yeminlerin aldatma ve oyun vasıtası haline
dönüştürülmemesini ister. Ayrıca İslâm iyi vé takva ilkesine dayanmayan herhangi bir antlaşmayı ve yardımlaşmayı
kabul etmez. Günah, isyankârlık, insanların haklarının yenilmesi, devletlerin ve milletlerin sömürülmesi, ilkesi
üzerinde antlaşmaya veya yardımlaşmaya izin vermez..: İslâm, İslâm cemaatinin binasını ve İslâm devletinin
temelini bu ilke doğrultusunda belirler. İslâmın bireysel ilişkilerden tutunda devletlerin ilişkilerine varıncaya kadar
her şey de bütün bir insanlığın önderliğini yaptığı bir günde ancak dünya eşsiz bir huzurun, bir güvenin ve
temizliğin lezzetine erecektir.
Ayeti kerime burada bu tür gerekçelere yanaşmaktan sakındırıyor. Ve bu tür şartların oluşması durumunda uyanık
bulunmaları gerektiği telkin ediliyor: "Taraflardan biri diğerinden daha kalabalık, daha güçlüdür diye"... Bu şartlar
Allah tarafından bir sınama olabilir. Onların iradeleri, sözlerine bağlılıkları kendi onurlarına düşkün olup olmadıkları
ve Allah'ı üzerinde şahit tuttukları anlaşmayı bozup bozmayacakları konusunda bir sınama... (Seyyid Kutub Tefsiri)
93.
Tercihi Allah yapsaydı hepinizi tek bir ümmet haline getirirdi[1*]. Ama Allah, (sapıklığı) tercih edeni sapık sayar, (doğru yolu) tercih edeni[2*] de yoluna kabul eder. Yaptıklarınızdan elbette sorguya çekileceksiniz.
[2*] Şâe (شاء) fiili ile ilgili olarak bkz. Nahl 16/2. ayetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
94.
Asla yeminlerinizi bir kandırma aracına dönüştürmeyin; yoksa ayağınızı sağlam basmışken (zemin alttan) kayıp gider ve Allah yolundan uzaklaşmanızın kötü sonuçlarını (yudum yudum) tadarsınız; üstelik (ötede) sizi bekleyen daha korkunç bir azap bulursunuz.[*]
Yeminlerin aldatma ve hile aracı yapılması vicdanlardaki inancı sarsıntıya uğratır. Ve onun diğer insanların
gönüllerindeki şeklini çirkinleştirir. Yemin edip bu yemininde aldatıcı olduğunu bilen birisinin sağlam bir inanca sahip
olması ve bu inanç doğrultusunda sağlam adımlar atarak ilerlemesi mümkün değildir. Ayrıca o kendilerine yemin
edip bu yemini bozduğu insanların zihinlerindeki inancın şeklini değiştirir. İnsanlar artık onun yeminlerini hep
aldatma ve hile yapmak için olduğunu belirler. Bu nedenle o adam Allah'a iman edenlerin kötü bir örneğini
sergilediği için diğer insanları Allah'ın yolundan alıkoymuş olur.
Tarihte pek çok toplumlar ve halklar müslümanların sözleşmelerine bağlılıklarını, verdikleri sözlerde duruşlarını,
yeminlerindeki samimiyetlerini ve ilişkilerindeki dürüstlüklerini sürdürdükleri için İslâma girmişlerdir. Dolayısıyla
onların sözleşmelere bağlılıklarından kaynaklanan geçici, yüzeysel kayıplara oranla elde edilen kazanç çok daha
büyük olmuştur.
Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sünneti bu konuda müslümanların gönüllerinde
büyük bir etki bırakmış ve onların genel karakteri haline dönüşen değişimlere neden olmuştur. Ve bugün hala bu
ahlâk, bireysel ve devletlerarası islami ilişkilerin en belirgin özelliği olarak varlığını sürdürmektedir. Rivayetlere göre
Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye ile Bizans kralı arasında süreli bir barış antlaşması vardı. Muaviye bu antlaşmanın
müddeti doluncaya kadar bekledi. Antlaşma biter bitmez kendisi bu bölgeye yakın bir yerde bulunduğundan, onların
haberi yokken birden saldırıya geçmek istedi. Hemen Utbe'nin oğlu Ömer bu karara karşı çıktı ve "Allah-u Ekber! Ya
Muaviye, antlaşmaya bağlı kal, ihanet etme" dedi. Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle bir söz
duyduğunu aktardı: "Herhangi birinizle başkaları arasında barış antlaşması varsa, antlaşmanın zamanı bitene kadar
sözünde dursun." Bunun karşısında Muaviye saldırıdan vazgeçip ordusunu geri çekti. Antlaşmaları bozmada
günübirlik birtakım kazançların olmasına rağmen, müslümanların tarih boyunca antlaşmalarına bağlılıklarını gösteren
riayetler pek çoktur ve bu rivayetler tevatür derecesine ulaşmıştır.
Kur'an-ı Kerim, insanların gönüllerinde ve ruhlarında oluşturduğu bu belirgin karakteri şu şekilde yerleştirmiştir. Yer
yer onları teşvik etmiş, yer yer korkutmuştur. Yer yer uyarıda bulunmuş, yer yer de sözleşmeyi Allah ile yapılan bir
sözleşme olarak değerlendirmiştir. Sözleşmeyi bozmak suretiyle elde edilecek çıkarın çok basit ve önemsiz olduğunu
tasvir ederken, sözünde durarak elde edilecek olan Allah'ın katındaki mükafatın daha büyük ve daha bereketli
olacağını belirtmiştir: (Seyyid Kutub Tefsiri)
95.
Allah'a verdiğiniz sözü basit bir ücret karşılığı satmayın. Eğer bilirseniz, Allah katında olan, sizin için daha hayırlıdır.[*]
Öyle anlaşılıyor ki, Mekke’de Müslüman olan bazı kimseleri
şeytan, -Kureyşlilerden baskı görmeleri, zayıflıklarından bil’istifade kendilerine eziyet edilmesi ve böylece dinden dönmeleri halinde birtakım güzelliklere nail olacakları konusundaki vaatleri yüzünden- Peygamber (s.a.)’e
verdikleri sözden dönme yolunda heveselendirmiş; ancak Allah da bunun
üzerine onlara sebat etme gücü vermiştir.
“Allah’a verdiğiniz sözü” ve Peygamber’e ettiğiniz biati “az bir
pahaya” yani az bir dünya malına -ki, Kureyş’in, irtidat etmeleri halinde
vereceklerini vaat edip kendilerinde bir beklenti oluşturdukları şeylerdir-
“değişmeyin. Allah katındakiler” yani sizi üstün kılması, size nasip edeceği
ganimetler ve vereceği ahiret sevabı “sizin için kesinlikle daha hayırlıdır.” (Zemahşeri Tefsiri)
96.
Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir; Allah katındakiler ise kalıcıdır. Sabredenlere elbette yapmış olduklarının en güzeliyle ödüllerini vereceğiz.
97.
Erkek veya kadın olsun her kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, onu hoş bir hayatla yaşatırız ve onların ödülünü yaptıklarının en güzeli ile veririz.[*]
Günümüz Müslümanları bu ayetin neresindedir? Nerede mutlu ve huzurlu hayatlar? Kimse “biz âhirette mutlu olacağız” diyerek kendini aldatmasın. Huzurun ve mutluluğun kaynağı imandır ve Kur’an’ın ahlakıdır ve onun ortaya koyduğu prensipleri hayata geçirmektir. Bunlar olmadan kimse mutlu olacağını sanmasın. Kur’an’ın kapağını, sayfalarını öpmekle, ayetlerini anlamadan terennüm etmekle, şuursuzca ve bilinçsizle camileri doldurmakla, senede bir ay oruç tutmakla huzur elde edilemez. İslam bir bütündür, inanç ve ahlak temellidir. Sağlam iman ve güzel ahlak olmadan ne dünya ne de ahiret bizim için güzel olamaz. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
98.
Bundan böyle Kur`an okuyacağın zaman, öncelikle kovulmuş şeytandan Allah`a sığın.[*]
Ayette, şeytandan korunmanın tek yolunun iradeyi ortaya koyduktan sonra Allah’a sığınmak olduğu ifade ediliyor. İnsan, doğası gereği, her zaman manevî ve ahlakî ölçülerin gerçek değerini sorgulama ya da onlara şüpheyle yaklaşma eğilimindedir. Bunun içindir ki, inanan kişi Kur’an’dan bir ayet ya da bir bölüm okuyacağı ve onun üzerinde düşüneceği zaman, Allah’a yani Allah’ın gönderdiği diğer âyetlere de baş vurmalı ve onların desteğini de alarak şeytanın ve şeytani düşüncelerin etkisinden korunmaya çalışmalıdır. Çünkü bazı ayetler mücmel, bazıları mufassaldır. Mücmel ayetleri mufassal ayetler üzerinden anlamak daha kolay olacaktır. Aksi takdirde şer dürtülerin kuşatmasıyla İlahi Kelamla ilgili inancını yaralayacak gereksiz ve anlamsız şeyler düşünebilir.
Bu ayetten ayrıca Kur’an okuyacağımız ya da Mushaf’a tutacağımız zaman abdestli olmak gibi bir şartın olmadığını da anlamış oluyoruz. Zira Maide, 5/6 ayetinde “Namaza duracağınız zaman…” diye başlayan bir hitap var ve arkasından da abdest alma zorunluluğu getiriliyor. Aynı şart Kur’an okumak ya da Mushaf’a tutmak için olsaydı burada da “Kur’an okumaya başlayacağınız zaman…” hitabıyla abdest zorunluluğu getirilir ve arkasından şeytandan sığınma önerilirdi. Ayrıca “Kur’an okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın” maktan kasıt her türlü ön yargılardan, geleneksel bilgi ve düşüncelerden, Kuran dışındaki yanlış algı ve tasavvurlardan sıyrılarak adeta Rabbimizin terbiyesine girerek hikmetlerinden faydalanmak, samimi bir kul olarak okuma yapmak demektir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
99.
Fakat şunu da unutma ki, (şeytanın) imanda sebat gösterenlerin ve Rablerine güvenip dayananların üzerinde yaptırım gücü yoktur.
100.
Onun sultanlığı,[1*] ancak kendisini veli[2*] edinen ve Allah'a ortak koşan kimseler için söz konusudur.
[1*] Yaptırım gücü. (Erhan Aktaş Tefsiri)
***
[2*] Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)
BÖLÜM 14
101.
Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini çok iyi bilir- "Sen ancak bir iftiracısın" dediler. Hayır; onların çoğu bilmezler.[*]
Bir âyetin yerine diğer bir âyetin, getirilmesi nesihtir. Önceki âyet mensuh (neshedilmiş), sonraki âyet ise nasih (nesheden)dir. Kâfirler, nesih meselesini Hz. Muhammed'in peygamberliği hakkında bir şüphe gibi ileri sürmek istemişlerdi ki, zamanımızda da hâlâ bunu takip eden kâfirler çoktur. Bu âyet, onlara cevaptır. Yani bir âyeti neshedip (hükümsüz kılıp) yerine diğer bir âyeti bedel olarak getirdiğimiz vakit ki Allah, ne indirdiğini, ne indireceğini daha iyi bilir. Onun neshi ve değiştirilmesi haşa bilgisizlikten değil, ilim ve hikmetindendir. Önceki âyet de sonraki âyet de ilâhî hikmet ve kulların menfaatleri gereğince iner. Bir zaman için faydalı olan, diğer bir zaman için zararlı olabilir. Bunun tam tersi de vardır. Çünkü dünyadaki durumlar, değişiktir. Şeriatler ise dünya ve ahirette Allah'ın kullarının faydaları ile uyumludur. Halbuki yüce Allah, Hz. Muhammed'in şeriatını kıyamete kadar değişik asırların yararlarına hakim olması için indirmiştir.
Yüce Allah, ne indirdiğini ve indireceğini bilip dururken bir âyeti başka bir âyetle değiştirdiği zaman sen, peygamber değil, bir iftiracısın dediler. Bu Kur'ân'ı kendin uyduruyorsun da Allah'a iftira ediyorsun. Bu Allah sözü olsaydı değiştirilir miydi? demeğe kalkıştılar. Rivayet edildiğine göre, önce şiddetli bir âyet, sonra da ondan yumuşak bir âyet indi mi, Kureyş kâfirleri şöyle derlerdi: "Muhammed ashabı ile eğleniyor. Bugün birşey emrediyor, yarın da onu yasaklıyor. Mutlaka onları, o kendiliğinden uyduruyor da Allah'a iftira ediyor" Hayır onların çoğu bilmez. İçlerinde bilen ve bildiği halde, inat ve kibir edenler bile varsa da çoğunun bu yaptıkları bilgiye yakışmaz. Kur'ân'ın hakikatini, nesih ve değiştirilmesinin fayda ve hikmetlerini bilmezler. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
102.
De ki: "İnananları sağlamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu, Ruhu’l-Kudüs (Cebrâil) Rabbinden gerçek (bilgi) olarak indirdi."[*]
RÛHU'L-KUDÜS: Kudsiyet ruhu, yani hiçbir leke ile lekelenmek ihtimali olmayan temizlik ruhu, bir güvene layık, mukaddes, tertemiz ruh demektir ki, Cebrail'dir. Nitekim "Onu, Rûh-i Emîn indirdi." (Şuârâ, 26/193) âyetindeki Rûh-i Emîn de O'dur.
"Biz onu Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik" (Bakara, 2/87) ilâhî sözünde olduğu gibi burada Cebrail'in, Rûhu'l-Kudüs ünvanı ile anılması kâfirlerin iftiralarını şiddetle reddetmek için peygamberlerin son derece temizlik ve mukaddesliğini açıkça tesbit etmek nüktesi ile ilgilidir. Yani Ey Muhammed! Kur'ân öyle kutsal bir kitaptır ki, bunu sana hiçbir kusur ile lekeli olma ihtimali olmayan Rûhu'l-Kudüs, yüce Rabbinden indirmekte, hem de hiç bir sahteliğe yer olmayacak şekilde hak ile indirmektedir. Şu halde bu kitap, nasih ve mensuhu ile bütün kapsamı hak olan kutsal bir kitap ve sen, Rûhu'l-Kudüs'e sahip hak bir Peygambersin. Rabbin bunu böyle indirdi ki iman edenleri sağlamlaştırsın, imanda sabit kılsın ve Allah'ın hükmüne boyun eğen bütün müslümanlara yol gösterici ve müjde olması için. İşte nesih böyle imanı sağlamlaştırma ve yol gösterme ve müjde hikmetleri ile ilgilidir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
103.
“Kur’an’ı ona bir insan öğretiyor” dediklerini elbette biliyoruz. Gönderme yaptıkları kişinin dili açık ve düzgün[*] değildir. Halbuki bu (Kur’an) açık ve düzgün Arap dili iledir.
Arap olsun veya olmasın, açık ve düzgün konuşamayan kişiye Araplar “(الأعجم) el- a’cem” derler (Müfredat). Anlaşılması zor bir dil ile kastedilen iki şey olabilir. Birincisi Arapçanın ağızlarıdır. Her dilin bir fasih hali, bir de ağızları vardır. Mesela Türkçenin fasih hali İstanbul Türkçesidir. Yazı dili ve iletişim dili olarak İstanbul Türkçesi kullanılır. Bunun yanı sıra çeşitli bölgelerde konuşma dilleri yani ağızlar vardır: Karadeniz ağzı, Ege ağzı vb. Bu ağızlar fasih sayılmaz. A’cemi kelimesiyle kastedilen ikinci şey ise Arapçanın dışında kalan diğer dillerdir. (Şuara 26/198, Fussilet 41/44) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
Bu âyetin inmesinin sebebi hakkında yapılan rivayetlerde denilmiştir ki, Mekke'de Amir b. Hadra'mî'nin "Cevrâ" veya "Yeîyş" adında Rum asıllı bir kölesi varmış, okuma-yazma bilirmiş ve kitap ehli imiş. Herkesi İslâm'a davet eden Allah'ın elçisi bazen Merve'de onu meclisine alır konuşurmuş. Kureyş müşrikleri buna kızar, Kur'ân'ı Muhammed'e bu hıristiyan öğretiyor diye alay etmek isterlermiş. Bir de Cebrâ ile Yesâra adlarında iki Rum, Mekke'de kılıç yaparlar, aynı zamanda Tevrat ve İncil okurlarmış, Hz. Peygamber arasıra bunlara uğrar, okuduklarına rast gelirse dinlermiş. Bazıları da bunu bahane etmek istemişler. Bir de Huveytıb b. Abdü'l-'Uzzâ'nın kölesi Abisâ kitaplara sahib imiş, müslüman olmuş, bunu gören müşrikler, "İşte Muhammed'e bu öğretiyormuş" demeğe kalkışmışlar. Bir de Selmân-ı Fârisî'den bahsedilmiştir. Fakat bu zat, Medine'de müslüman olduğundan dolayı âyetin Mekkî olmasına göre iniş sebebinde bu iddianın söz konusu edilmesinin doğru olamayacağını açıklamakla buna itiraz edilmiştir.
Özetle peygamberliği kabul etmek istemeyen müşrikler, Resulullah'ı yeni tahsile başlamış acemi bir öğrenci ve başkasına yaptırdığını kendine isnad eden bir aldatıcı gibi göstermek için, bir insanın ona öğrettiği şüphesini uyandırmak istiyor ve bazen şuna, bazen buna isnad ederek çeşitli propagandalar yapıyorlardı. Nitekim son zamanlarda bazı hıristiyanlar da Muhammed, dinini hıristiyanlardan öğrendi, Müslümanlığı Hıristiyanlıktan aldı diye aynı şekilde yayınlar neşretmişlerdir. İşte bütün bunları kapsamak üzere görülüyor ki, âyette bir isim açıkça zikredilmemiş, kayıtsız olarak "bir insan" denilmiş ve bununla şüphenin genel olarak kökünden halledilmesine işaret edilmiştir. Çünkü bu şekilde iftiracıların esas kötü niyetleri, herhangi bir insanın Hz. Muhammed'e öğrettiği şüphesini ileri sürmektir. Yanılmalarının da dayanağı budur. Kur'ân'ın Allah tarafından indirilmiş bir kitap olduğunu inkâr etmek için öyle söyleyenler düşünmüyorlar ki Peygambere öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Arapça değil, anadili Arapça'nın yabancısı olan bir dildir. Yani ona bir insan öğretiyor demelerinden gayeleri insanların aklını çekmek, fikir ve düşüncelerini Allah'tan bir insana çevirmektir. Halbuki bu söyledikleri şey büsbütün aklın uygun bulduğu şeylere aykırıdır. Çünkü Muhammed'e öğretiyor diye fikirleri bozmak istedikleri o varsayılan insanın bir defa Araplardan olmasına ihtimal yoktur. Çünkü Kur'ân, bütün kainata meydan okuyup dururken Araplar içinde öyle bir öğretmen olsaydı, hiç şüphesiz, kalkıp "Sana öğreten ben değil miyim?" diye hemen yüzüne vurmaz mıydı? Veyahut Kur'ân'ın benzerlerini yapıp hiç olmazsa el altından hemen dağıtmaz mıydı? Arapların bütün beliğleri ve zenginleri bununla uğraşıyor ve Peygamberin maddî ve manevî açıdan hiçbir zorlayıcı gücü bulunmuyordu. Ve ona karşı koymak için o kadar sebeb ve vesika bulunuyor du ki, bu şartlar altında öyle bir şahsın kendini tanıtmaması ihtimali düşünülemezdi, Onun için Araplar içinde öyle bir öğretmenin olmadığı araştırma ile sabit olduğu gibi, aklen ve delil ile de sabit idi. Bu bakımdan öyle varsayılan bir şahıs, olsa olsa Araplar dışındaki herhangi bir toplumdan Arap olmayan biri olmak üzere farz olunabilir. Dolayısıyla Araplar da Arapla değil, yukarda nakledildiği üzere Arap olmayan biri ile dinsizlik ediyorlardı. Halbuki bu Kur'ân-ı Kerim apaçık bir Arapçadır. Öyle Arapça bir beyandır ki, bütün Arap edebiyatçılarını benzerini yapmaktan aciz bırakmıştır. Bunu Arap olmayan biri nasıl yapabilir? Böyle parlak bir Arapça, Arap olmayan birisinin öğretimine nasıl isnad edilebilir? Gerçi Arap olmayan birinin oldukça iyi bir Arapça öğrenmesi ve bilmeyenlere öğretmesi, adeten mümkün değildir. Fakat Arap değil, yabancı olmak, sonra da bütün Arapların üstünde parlak bir Arapça diline sahip olmak, şüphe yok ki böyle bir varsayım da bir değil, iki derece olağanüstülük vardır. Allah Teâlâ'nın o yabancı hakkında harika üzerine harika olan bir ihsan ve yardımını düşünüp kabul etmeden böyle bir teori yürütmek aklın bütün bütün zıddınadır. İşte Allah'ın öğretmesini ve indirmesini kabul etmeyip de akılları, çelmek için "onu bir insan öğretiyor" diyen inkârcıların akla uygun gibi ileri sürmek istedikleri o söz, akla uygun değil, daha fazla akla aykırı ve çelişkilidir. Olağanüstü bir olayı kabul etmemek için iki olağanüstü şeyi kabul etmeyi akla uygun sayar ve çelişkilerinden haberleri olmaz. Onlar, anlamıyorlar ki "onu bir insan öğretiyor" demekle Kur'ân'ın parlaklığı sönmez o varsayılan insana daha fazla bir değer verilmiş, harika katlanmış olur.
Denebilir ki, acaba bunların maksatları "Arap olmayan biri Kur'ân'ın mânâsını telkin ediyor, o da onu o parlak Arapça ile anlatıyor" demek olamaz mı? Fakat böyle demek, Kur'ân'ın nazmının, indirilmiş olduğunu ve Arapça nazmındaki fesahat ve belağat itibarı ile kesin ilzam (karşısındakini susturma) ifade eden bir mucize olduğunu itiraf etmektir. Özetle inkârcılar, iftiralarında böyle çelişkili ve fikirlerinde böyle şaşkındırlar. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
104.
Allah’ın âyetlerine iman etmeyenler var ya (onlar inkârı, tercih ettikleri müddetçe) Allah onları hidâyete erdirmez. Onlara gayet acı bir azap vardır.
105.
O yalanı[*], sadece Allah’ın ayetlerine inanıp güvenmeyenler uydururlar. Onlar yalancı kimselerdir.
Buradaki yalan, Nahl 16/103. ayette belirtilen, “Kur’an’ı Muhammed’e bir insan öğretiyor” yalanıdır.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
106.
Kalbi iman ile dolu olduğu halde inkar etmeye zorlananların dışında, kim imanından sonra inkar eder ve kalbini küfre açarsa, onlar üzerine Allah’dan bir öfke ve büyük bir azap vardır.[*]
Mekke'deki ilk müslümanlar pek çok eziyet ve işkencelerle karşılaşmışlardı. Bunlara ancak şehit olmaya niyet etmiş,
ahiret hayatını dünyaya tercih etmiş, küfre ve sapıklığa dönmektense, dünya azabını yeğlemiş insanlar
katlanabilirler.
Buradaki ayeti kerime, iman ettikten sonra Allah'ı inkâr etmenin büyük bir suç olduğunu, kesin bir şekilde ortaya
koymaktadır. Zira bu insan, imanı tanımış ve onun tadına ermiş daha sonra dünya hayatını ahirete tercih ederek
dönüş yapmıştır. Dolayısıyla o Allah'ın gazabına uğramış, ağır cezaya mahkûm edilmiş ve doğru yoldan mahrum
edilmiştir. Gaflet ile damgalanmış, gözleri ve kulakları üzerine perde indirilmiş ve onun ahirette hüsrana
uğrayanlardan olduğuna karar verilmiştir...
Çünkü inancın bir alışveriş konusu yapılması, kâr ve zarar hesabına göre şekillenmesi doğru değildir. Kalp Allah'a
iman ettikten sonra artık şu yeryüzünün değerlerinden herhangi birinin onun üzerinde etkili olması doğru değildir.
Yeryüzünün hesabı ayrı, inancın hesabı ayrıdır. Bunlar birbirleriyle içiçe değildir. Sonra inanç sistemi bir oyuncak
değildir. Alınıp verilebilecek bir alışveriş vasıtası hiç değildir. O, yüce ve çok değerlidir. İşte cezanın bu kadar ağır
olmasının ve suçun bu kadar korkunç oluşunun nedeni de budur.
Bu kesin hükmün dışında bırakılan sadece bir olay vardır. O da kalbi iman ile dolu olduğu halde küfre zorlanan
insanın durumudur. Yani canını kurtarmak amacıyla kalbi iman üzere sabit, kesin inançtan yana ve onu tam
kabullendiği halde, sadece diliyle küfrünü açığa vuranın durumudur. Nitekim bu ayetin Ammar İbn-i Yasir hakkında
indiği rivayet edilmiştir.
İbn-i Cerir, İbn-i Yasir'in oğlu Ebu Ubeyde, Hz. Muhammed'den şöyle rivayet eder: Müşrikler Ammar İbn-i Yasir'i
yakalamış ve istediklerine yakın şeyler söyleyinceye kadar ona sürekli işkence etmişlerdi. Daha sonra kurtulup
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- gelen Ammar, durumu O'na anlattığında Peygamberimiz -salât ve
selâm üzerine olsun- O'na: "Kalbini nasıl buluyorsun" diye sorar. O da "imanla dolu" karşılığını verince
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Eğer onlar tekrar işkence ederlerse sen de tekrar o sözleri söylersin"
diye buyurur. İşte küfür eylemine ve müşriklerin dediğini yapmaya ilişkin ruhsat böyle durumlar için geçerlidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
107.
Bu (azap), onların dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ve Allah'ın kâfirler[*] topluluğunu hidayete erdirmemesinden ötürüdür.
Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)
108.
Bunlar Allah’ın; kalpleri, dinleme yetenekleri ve görme yetenekleri üzerinde yeni bir yapı oluşturduğu kimselerdir. İşte onlar (âyetleri) umursamayanlardır.
109.
Hiç şüphe yok, ahirette kaybedecek olanlar da bunlardır!
110.
Bununla beraber senin Rabbin, sıkıntıya sokulmalarının ardından hicret eden, sonra cihad eden / ellerinden geleni yapan ve sabırlı davrananların / duruşunu bozmayanların yanındadır. Elbette Rabbin bütün bunların ardından Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.[*]
O zamanki müslümanlar, Araplar'ın en güçsüz olanlarıydı. Azgın olan zalim müşrikler onları işkence ve başka
yollarla dinlerinden vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Fakat onlar fırsat buldukça hicret ediyorlardı. Böylece fedakâr birer
müslüman oldular. Allah yolunda savaştılar. Davanın bütün yükümlülüklerine ve zorluklarına katlandılar. İşte yüce
Allah bu nedenle onları bağışlayacağını ve kendilerine rahmet edileceğini müjdelemektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
***
Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 15
111.
Gün gelecek, her can kendi derdine düşecek; ve herkes yapıp ettiklerinin karşılığını tastamam bulacak: zira (orada) hiç kimse zulme uğramayacaktır.
112.
Allah size bir beldeyi örnek veriyor. Bu belde güven ve huzur içinde yaşıyordu, her yandan kendisine bol rızık
akıyordu. Fakat halkı, Allah'ın nimetlerine karşı nankörce davrandı. Bunun üzerine bu tutumları yüzünden Allah,
sırtlarına açlık ve korku elbisesi giydirdi.[*]
Bu durum Mekke'deki duruma çok benzemektedir. Yüce Allah Kâbe'yi orada inşa ettirmiş ve orayı dokunulmazlık
verilen bir yurt kılmıştır. Oraya giren herkes güven ve huzur içindedir. Katil dahi olsa, kimse ona el uzatamaz.
Allah'ın kutsal evi yanında kimse kimseye eziyet edemez. Kimse kimseyi aşağılayamazdı. İnsanlar Mekke'nin
etrafında birbirlerini yerken, Mekkeliler onun himayesi, koruması altında güven ve huzur içinde yaşıyorlardı. Aynı
şekilde rızıkları da, hacılar ve kafileler tarafından rahat ve güven içinde ayaklarına kadar geliyordu. Halbuki onlar
çorak bir arazide, kurak bir vadide bulunuyorlardı. Buna rağmen her çeşit meyve ve ürünler toplanıp kendilerine
geliyordu. Hz. İbrahim'in duasından bu yana güven ve bolluğun tadını çıkarıyorlardı.
Bir de bakıyoruz ki, içlerinden tanıdıkları güvenilir, doğru sözlü bir peygamber çıkıyor. Üstelik onlar bu
peygamberlerin eleştirilecek bir tarafını da bulamıyorlar. İşte yüce Allah bu insanı onlara ve tüm alemlere rahmet
olsun diye peygamber olarak gönderiyor. Bu peygamberin dini himayesi de İbrahim'in dininin aynısıdır. Buna
rağmen onlar bu peygamberi yalanlıyorlar. O'na çeşitli iftiralarda bulunuyorlar. O'na ve onun yolunda gidenlere
yapmadık işkence bırakmıyorlar. Hem de haksız oldukları halde.
Yüce Allah'ın onlara verdiği örnek de, durumlarına çok uygun düşmektedir. Verilen örneğin sonucu da onların gözleri
önündedir. Güven ve huzur içinde yaşadıkları, her taraftan bol bol rızık kendilerine geldiği halde, Allah'ın nimetlerini
nankörlük eden ve elçisini yalanlayan şehir halkının örneği:
"Bu tutumları yüzünden Allah, sırtlarına açlık ve korku elbisesi giydirdi."
Bu şehir halkı zulüm edip duruyorken azap kendilerini kıskıvrak yakalayıvermişti.
Ayeti kerime açlığı ve korkuyu somutlaştırmakta ve giysi olarak tasvir etmektedir. Onları da bu elbiseyi giyerek
zevkini çıkaran kimseler olarak nitelendirmektedir. Çünkü zevk insanın duygularında, elbisenin cilde değmesinden
daha köklü bir etki bırakmaktadır. İfadenin içinde duyguların tepkileri karmaşık bir şekilde verilmektedir. Açlık ve
korku dokumuzu katlanırken acısı, etkisi ve ruhlardaki etkileri birbirine giriyor. Umulur ki, onlar kendilerini bekleyen
ve bir gün mutlaka yakalayacak olan bu akıbetten endişe eder ve korkuya kapılırlar. Zira onlar haksızdırlar.
Rızık ve nimetin içinde canlandırıldığı, aynı şekilde mahrumiyet ve yoksulluğun göz önüne getirildiği bu örneğin
gölgesinde, yüce Allah onları helal kıldığı nimetlerden yemelerini emretmektedir. Eğer Allah'a gerçekten iman etmek
ve şirkten uzak bir şekilde ona kulluk yapmak istiyorlarsa, verdiği nimetlere şükretmelerini emretmektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
113.
Kaldı ki, onlara aralarından bir elçi de gelmişti; ama onlar o’nu yalanladılar. Ve onlar böylece zulüm ve haksızlıklarına devam edip giderken azap kendilerini kıskıvrak yakaladı.
114.
Allah’ın size rızık olarak verdiklerinin helal ve temiz olanlarından yiyin. Eğer yalnızca O na kulluk etmek istiyorsanız, nimetlerinden dolayı Allah’a şükredin.
115.
Allah size sadece kesilmeden ölmüş hayvanı, kanı[1*], domuz etini ve Allah’tan başkasının adı anılarak kesilmiş olanı haram kılmıştır[2*]. Kim çaresiz kalır da birinin hakkına saldırmadan ve ihtiyaç sınırını da aşmadan bunlardan yerse, bilsin ki Allah Allah Gafûr'dur; çok affedicidir ve Rahîm'dir; ikramı boldur.
[1*] Sadece akmış kan haramdır, damarlarda kalan kan haram değildir (En’âm 6/145).
[2*] Allah’tan başkası adına kesildiği net olarak bilinmedikçe, Besmelesiz kesilen veya Müslüman olmayanların kestiği hayvanın eti haram değildir. Aksini gösteren ne bir ayet ne de hadis vardır (Bakara 2/173, Maide 5/3, En’âm 6/121,145). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
Bu din kolaydır, zor değil. Açlık ve susuzluk yüzünden ölüm veya hastalık tehlikesiyle yüzyüze geldiğini farkeden
insan, ihtiyacını gidereceği kadar bu haram kılınan şeylerden yemekle günaha girmez. Bu konudaki fıkhi ayrılıklara
daha önce değinmiştik. Yeter ki haram ilkesini çiğnemesin ve zor şartların helal kıldığı zorunluluk sınırını aşmasın.
İşte yüce Allah'ın yiyeceklere ilişkin helal ve haram sınırlarını bildiren yasası budur. Puta tapıcılığın kuruntularına
dayanarak O'na karşı gelmeyin. Yalan söyleyip Allah'ın helal kıldığını haram saymaya çağırmayın. Çünkü haram
kılma ve helal yapma ancak Allah'ın emriyle mümkün olabilir. Çünkü bu bir yasamadır. Yasama yetkisi ise sadece
Allah'ındır. Bu konuda insanın hiçbir yetkisi
yoktur. Allah'ın emri olmaksızın hiç kimse kendisi için yasama hakkı isteyemez. Böyle bir iddiada bulunmak düpedüz
yalan sözlerdir. Allah'a iftirada bulunanlar ise asla kurtulamazlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)
116.
Buna göre, artık, kendi yalanınızı (adeta) Allah’a isnad ederek öyle dilinize geldiği gibi yalan yanlış "bu helaldir, şu haramdır" demeyin; çünkü, haberiniz olsun, Allah’a yalan isnad edenler asla kurtuluşa erişemezler!
117.
Onlar için dünyada pek az bir menfaat var, ahirette ise çok acıklı bir azap...
118.
Ve [yalnız] Yahudi inancına bağlı olanlara sana daha önce sözünü ettiğimiz şeyleri[*] yasakladık; çünkü onlara Biz haksızlık yapmadık; tam tersine, onlar kendi kendilerine haksızlık yaptılar.
Yani, bu sureden kısa bir süre önce vahyedilmiş olan 6:146’da sözü edilen şeyler. Cümlenin başındaki “Ve” bağlacı bu ayetin yukarıda 114. ayetteki “Allah’ın size rızık olarak bahşettiği temiz ve meşru şeylerden payınızı alın” ifadesiyle olan bağlantısına işaret etmektedir. Bu iki ifade bir arada, gerçekten iyi ve sağlığa uygun olan hiçbir şeyin müminlere yasak olmadığını (6:145); Yahudilere konan perhiz türünden bazı yasaklama ve kısıtlamalarınsa inatla sürdürdükleri bazı günahlara karşı sadece onlara özgü bir ceza, bir tedîb olduğunu göstermektedir (Muhammed Esed Tefsiri)
119.
Zaten senin Rabbin, kendini tutamayarak[*] kötülük işleyen, ardından da tövbe eden / dönüş yapan ve kendini düzeltenlerin yanındadır. İşte senin Rabbin bütün bunların ardından gerçekten Gafûr'dur; çok bağışlar ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
Ayette geçen (جَهَالَةٍ) cehâlet’in Türkçe karşılığı cahillik veya cahillik etmektir. Cahillik, bilmemek, cahillik etmek de yanlış iş yapmaktır. Züleyha ve diğer kadınların onu elde etmeye çalışmaları karşısında Yusuf aleyhisselamın söylediği şu sözler, cahillik etme anlamına uygun düşmektedir: Yusuf dedi ki: “Rabbim! Hapis benim için bunların beni çağırdıkları şeyden daha iyidir. Kadınların oyununu benden savmazsan onlara kapılırım ve cahillik edenlerden# olurum.” Yusuf (as) kendine hakim olamamaktan korkuyordu. Allah Teâlâ kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemediği için (Bakara 2/286) bu âyette gecen cehalet kelimesine “bilmeden” anlamı verilemez.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 16
120.
Şüphesiz ki İbrahim [hanîf] (Allah’ı birleyen) , Allah’a itaat eden, (tek başına) bir ümmetti;[*] ortak koşanlardan değildi.
Bu cümle “Hz. İbrahim’in tek başına bir ümmet olduğunu” ortaya koymakta, çoğunluğun hakikat için ölçü olmadığını göstermektedir. “Hakikat”, değerini eskiden geliyor oluşundan da taraftar kalabalıklığından da almaz; “hakikat” değerini kaynağından, yani referansından alır ki bu da Yüce Allah’tan gelendir yani vahiydir. Hakikat için gerekiyorsa tek başına kalmak göze alınmalı, kişi kendisini davasına adamalı, tepkileri göze almalıdır. (Mehmet Okuyan Tefsiri)
121.
Rabbinin nimetlerine şükreden bir kuldu, Allah onu seçip dosdoğru yola iletmişti.
122.
Biz ona dünyada iyilik verdik. Elbette o, âhirette de salihlerden olacaktır.
123.
Sonra sana: "Allâh’ı birleyerek İbrâhim’in yoluna uy; o, ortak koşanlardan değildi" diye vahyettik.
124.
Sebt gününün gözetilmesi sadece, onun hakkında[*] uyuşmaz görüşler ileri sürüp çekişenlere emredilmişti; şüphe yok ki, bu çekişip durdukları konuda, Kıyamet Günü onların aralarında elbette senin Rabbin hükmedecektir.
Yani, Hz. İbrahim hakkında. Bu ifadeden kasıt şudur: Yahudilerin çoğu, Tevhid dininin esaslarına açıkça ters düşen bir biçimde, sırf bu büyük Peygamber’in soyundan gelmiş olmalarına dayanarak kendilerinin “Allah tarafından seçilmiş kavim” olduklarını ileri sürmek suretiyle Hz. İbrahim’in gerçek dininden sapmışlardı. (“Onun hakkında uyuşmaz görüşler ileri sürüp çekişenler” ifadesiyle dile getirilmek istenen de, kanaatimizce işte bu sapmadır.) Kur’an’da sık sık işaret edildiği gibi, bu manevî taşkınlık ya da küstahlık, İsrailoğulları’na -ve yalnızca onlara- birtakım ciddî yasaklar, kısıtlamalar ve mecburiyetler yükletilerek Allah tarafından cezalandırılmıştır. İşte bu kısıtlama ya da ilave yükümlülüklerden biri de Sebt (Cumartesi) günü her türlü işten, alış verişten uzak durmaktır. En geniş anlamıyla bu pasaj, Allah tarafından öngörülen tüm biçimsel yükümlülüklerin (ritual), kendi başlarına dinî birer amaç olmadıklarını, ama sadece manevî ve ruhanî disiplinin biçimlendirilmesinde araç ve vesile olarak iş gördüklerini işaret etmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)
125.
Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Muhakkak Rabbin yolundan sapanları en iyi bilendir. O doğru yola girenleri de en iyi bilendir.[*]
Kur'an-ı Kerim davetin temellerini ve ilkelerini bu esaslara dayandırıyor ve bunlarla kullanılabilecek yöntem ve
yolları belirliyor. Onurlandırılmış peygamberin ve ondan sonra O'nun dinine çağrıda bulunacak davetçilerin yolunu
belirliyor. Öyleyse yüce Allah'ın bu Kur'an'da belirlediği davetin ilkelerine bir göz atalım:
Davet, Allah yoluna yapılan bir çağrıdır. Davetçinin şahsına ve milletine yapılan bir çağrı değildir. Davetçinin, bu
çağrı ile Allah'a karşı görevini yapmaktan öte bir kazancı yoktur. Onun söz konusu edilebilecek bir üstünlüğü yoktur.
Ne dava üzerinde ne de kendisi aracılığı ile doğru yola gelenler üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Bunların ötesindeki
mükafatını vermek ise Allah'a aittir.
Hikmet ile davet etmek: Muhatapların durumlarını ve şartlarını göz önünde bulundurmayı, her defasında ne kadar
anlatılmasının uygun geleceğine, ağır gelmeyeceğine dikkat etmeyi, insanların bünyeleri hazırlanmadan, onlara
yükümlülükler yağdırmamayı, onlara nasıl hitap edileceğini, iyi seçmeyi, şartlara ve durumlara göre bu hitap
yöntemlerini ve yollarını çoğaltmayı gerektirir. Acelecilik, duygusallık ve tepkisellikle işi zora koşup, bu konuların
hepsinde ve diğer konularda hikmetin sınırlarını aşmamayı gerektirir.
Güzel öğütle davet etmek: Yumuşak şekilde kalplere girmeye, tatlılıkla, duyguların derinliklerine inmeyi gerektirir.
Gereksizce azarlama ve zorlamaya başvurmamayı icap ettirir. Bilgisizlikten veya iyi niyetten kaynaklanmış olabilecek
hataları yüze vurmamayı, deşifre etmemeyi zorunlu kılar. Zira öğüt vermedeki yumuşaklık, çoğu zaman katı kalpleri
bile doğru yola iletir, birbirinden nefret eden gönülleri kaynaştırır. Neticede azarlama, çıkışma ve rencide etmekten
daha iyi sonuçlar doğurur.
Güzel bir şekilde tartışma: Muhatabın üzerine yüklenmek yok. Onu horlamak yok. Çirkin görmek yok. Böylece
muhatap, davetçinin amacının tartışmada üstün gelmek olmadığına kesin kanaat getirmeli ve bunu hissettirmelidir.
Tek amacının gerçeğe ulaşmak olduğunu anlamalıdır. İnsanların nefislerinin kendilerine özgü bir gururu ve inadı
vardır. Yumuşaklıkla yanaşılmadıkça, savunduğu düşüncesinden vazgeçmez ki, yenildiğini hissetmesin. Tartışmada
savunulan görüşün değeri ile kişinin kendi onurunun değeri çabucak birbirine karışır. Bu sefer görüşünden
vazgeçmeyi onurundan, saygınlığından ve değerinden ödün vermek şeklinde değerlendirir. En güzel biçimde
tartışmak ise, bu hassas gurur duygusunu garanti altına alır. Karşısındaki adamın kendi kişiliğinin korunduğunu,
değerinin ve onurunun garanti altında olduğunu, davetçinin bir gerçeği dile getirmekten, Allah için bu gerçeğe
iletmekten başka amacı olmadığını, kendi kişiliğini güçlendirmek, görüşünü sağlamlaştırmak ve muhatabının
görüşünü çürütmek için çalışmadığını gözler önüne serer!
Davet eden insanın duygusallığını ve savunma heyecanını tatmin etmek için Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın kimlerin
kendi yolundan saptığını ve kimlerin de doğru yolda yürüdüğünü daha iyi bildiğine işaret etmektedir. Tartışmaya
girmeye gerek yoktur. Açıklamak yeterlidir. Bundan sonrası Allah'a kalmıştır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
126.
Eğer ceza ile karşılık verecekseniz, ancak size yapılan kötülüğün türü ve miktarı ile karşılık verin. Eğer sabrederseniz, elbette ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.[*]
Dil ile davet ve delillerle tartışma dairesi dışına çıkılmadığı sürece, davetin metodu ve ilkeleri bunlardır. Ama davet
edenlere saldırı yapıldığında durum değişir... Saldırı sıcak bir savaşı ifade eder. Hakkın onurunu korumak, batılın
üstünlüğünü bertaraf etmek için aynısı ile karşılık vermek gerekir. Burada da karşı saldırıya geçerken sınırlar
aşılmamalı, aşırılıklara ve ölünün organlarını kesmeye varmamalıdır. İslâm, adalet ve itidal dinidir. Barış ve
saldırmazlığı öngörür. Kendisini ve müslümanları saldırılardan korur. Fakat kendisi saldırganlık yapmaz:
"Eğer kâfirlere işkence edecekseniz, onlara, vaktiyle size yapmış oldukları işkencenin benzerini uygulayınız."
Bu ilke davetin ilkelerinden uzak değildir. Hatta onun bir parçasıdır. Davayı, adalet ve doğal şartları içinde
savunmak, onun onurunu ve şerefini korur. Dolayısıyla dava insanların gözünde basite inmez. Zira onuru ayak
altına alınmış bir davaya kimse bağlanmaz. Ve onun Allah'ın davası olduğuna güvenemez. Çünkü yüce Allah,
davasını kendisini dahi savunamayacak derecede ayak altına bırakmaz. Mü'minler Allah'a davet ettikleri halde, güç
ve kuvvetin tamamı Allah'a ait olduğu halde, zulmü ve zilleti kabullenmezler. Sonra müslümanlar yeryüzünde
hakkın yerini bulması, insanlar arasında adaletin gerçekleşmesi ve insanlığın doğru ve sağlıklı bir önderliğe
kavuşması için görevlendirilmiş bulunmaktadırlar. Cezaya çarptırılıp karşılık vermedikleri, saldırıya uğrayıp hiçbir
tepki göstermedikleri halde, nasıl bu kadar büyük ve önemli görevlerin üstesinden gelebilirler?
İslâm kısas ilkesini kabul etmekle birlikte, Kur'an-ı Kerim sabretmeye ve bağışlamaya teşvik ediyor. Müslümanlar
kötülüğü önleyebilecek ve düşmanı durdurabilecek güçte oldukları zaman, bazı durumlarda suçluyu bağışlamak ve
sabretmek daha derin etki bırakabilir ve davanın geleceği açısından daha yararlı olabilir. Eğer davanın geleceği
sabretmeyi ve bağışlamayı gerektiriyorsa, artık şahısların bir önemi kalmaz. Fakat bağışlama ve sabretme Allah'ın
davasını aşağılayacak ve zarara uğratacaksa, bu durumda birinci ilke olan kısası yürürlüğe koymak daha önemlidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
127.
Sabret! Senin sabrın da Allah’ın yardımıyladır. Onlar için tasalanma! Kurmakta oldukları tuzaklar yüzünden de telaşlanma![*]
Sabretmeye ve nefsi kontrol altına almaya yardım edecek olan O'dur. Ancak O'na yönelmek, insanın misillemede
bulunması ve belirlenen ölçüler dahilinde kısas isteme gibi doğal isteklerini kontrol ve garanti altına alabilir. Kur'an
Kerim, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- insanların doğru yola gelmediklerini gördüğünde de
üzülmemesini, kendisinin bir misyonu olduğunu ve bu görevi de yerine getirmekle sorumluluktan kurtulduğunu
öğütlüyor. Sapıklığın ve doğru yola gelmenin Allah'ın elinde olduğunu, Allah'ın nefisleri yaradılışlarında,
yeteneklerinde, yönelişlerinde, doğru yola veya sapıklığa yönelişlerinde işleyen yasasına göre gerçekleştiğini
hatırlatıyor. Onların birtakım oyunlara başvurmalarını görüp sıkıntıya düşmemelerini, kendisinin sadece Allah'a
çağıran bir davetçi olduğunu, hilelerden ve tuzaklardan kendisini koruyacak olanın da Allah olduğunu, çağrısında
samimi olduğu ve onun vasıtasıyla birtakım kazançlar elde etmek istemediğini bildiği halde onu, düzenbazlarla ve
hile peşinde koşanlarla başbaşa bırakmayacağını bildiriyor. Peygambere yönelik bu direktifler aslında O'nun yolunda
gidecek olan tüm davetçiler için de geçerlidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
128.
Şüphesiz Allah, takva[*] sahipleri ile ve iyilikte bulunanlarla beraberdir.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)