Sûre, adını ilk âyette geçen “el Mutaffifîn” kelimesinden almıştır. Mutaffifîn, ölçüde ve tartıda hile yapanlar demektir. Üstteki videoda tartıda hile yapan biri gösterilmektedir.
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline!
2.
Onlar başkalarından alırken tam alırlar.
3.
Kendileri başkaları için ölçtükleri veya
onlar için tarttıkları zaman ise eksik verirler.[*]
Mekke'de inen bir surede mutaffifin denilen bu kesimin tutumuna değinilmesi dikkat çekmektedir. Çünkü Mekki sureler genel olarak inancın köklü temellerine yönelmekte ve Allah'ın birliğini, iradesinin özgürlüğünü, evrene ve insana hakimiyetini vahiy ve peygamberlik gerçeğini, ahiret, hesaba çekilme ve yaptıklarının karşılığını görme gerçeğini yerleştirmeye çalışırlar. Bunun yanında genel ve ana hatları ile ahlak duygusunun oluşturulması ve bu duygunun inanç sisteminin ilkelerine bağlanmasına özen gösterirler. Ölçüde ve tartıda hainlik yapma gibi somut ahlaki sorunlara ve -genel anlamıyla- sosyal ilişkilerin belirlenmesine değinmek ise Medine'de inen ayetler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu ilkeler Medine'de islam devletinin gölgesinde hayatın tümünü kuşatan islam sistemine uygun biçimde, sosyal hayatın düzenlenmesi sırasında ortaya konulmuştur.
Bu nedenle bu olayın, mekki surede doğrudan ele Alınışı haklı olarak dikkatleri çekmektedir. Bu istisnai olay, kısacık ayetlerin ardında gizli olan, değişik birkaç olguya da işaret etmektedir.
Bu her şeyden önce gösteriyor ki islam Mekke ortamında hemen hemen bir tekelleşmeyi andıracak denli büyük bir ticaret ağını yönlendiren seçkin insanların işlediği bu hainliği apaçık bir şekilde ortaya koymuş ve onun karşısında yer almıştı. Bu sosyetik tüccarların ellerinde büyük servetler ve yığınlarca mal dolaşıyordu. Yemen'e ve Şam'a yapılan kış ve yaz yolculuklarında kervanlar ile ticaret yapıyor ve büyük kazanç elde ediyorlardı. Hac mevsiminde açılan Ukaz panayırı gibi. Mevsimlik panayırlarda işletiyorlardı. Bu panayırlarda büyük ticaretlerin yanında şiir yarışmaları da yapılıyordu.
Buradaki Kur'an ayetlerinin kastettiği insanlar yüce Allah'ın yıkımla tehdit ettiği ve kendilerine bu savaşı ilan ettiği hainler, düzenbazlar, nüfuz sahibi olan ve insanları diledikleri şekilde yönlendirme gücüne sahip olan toplumun seçkin tabakasının mensupları idi. Bunlar insanlardan herhangi bir şey satın Alırken tam ve eksiksiz alıyorlar. Sanki herhangi bir sebeple insanlar üzerinde bir otoriteleri varmış gibi. İstedikleri her şeyi zorla alıyorlardı, ölçüyü ve tartıyı tam tutuyorlardı. Tabi ki burada üzerinde durulan onların kendi haklarını tam almaları değildir. Çünkü burda kendilerine harb açılmayı gerektiren bir sebep yoktur. Burada anlatılmak istenen, onların zorla haklarından fazlasını aldıkları ve kuvvet kullanarak istediklerini ele geçirdikleri dile getiriliyor. İnsanlara bir şeyi ölçerken veya tartarken haklarını eksik vermeksizin güçlerini kullanıyorlardı. Halbuki insanlar onlara karşı haklarım alma ve adaletin ölçülerinden yararlanma imkanına sahip değillerdir. Bu adaletsizlik ve dengesizliğin liderlik otoritesi ve kabile ününden kaynaklanması ile servetin gücünden kaynaklanması arasında fark yoktur. Çünkü her iki halde de insanlar bu mallara muhtaç olmaları sebebiyle, onların tekeller kurarak oluşturdukları zulme boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Bu uygulama bugüne kadar kaldırılabilmiş değildir. Demek ki o ortamda çok açık bir hainlik ve düzenbazlık vardı ki bu erken uyarının yapılmasını zorunlu kıldı.
Mekke ortamındaki bu erken uyarı islam dininin karakterini, sistemini ve yaşanan hayat ile sosyal olayları düzenleyen karakterini de ortaya koymaktadır. ilahi olan bu sistemin yapısında sosyal ilişkiler ve hayatın realiteleri köklü, engin ahlaki temeller üzerinde kurulur. Bu nedenle islam sosyal hayatın dizginini ele geçirerek kendi görüşüne uygun bir sistemi yerleştirmeye başlamadan önce bile bu apaçık zulme ve ilişkilerdeki bu ahlaki sapıklığa karşı rahatsızlığını açıkça ortaya koymuştur. Hain ve düzenbaz olan bu gruba karşı ciddi yankılar uyandıran savaş ve tehdit çağrısını yapmıştır. Bunlar o gün Mekke'nin efendileri idi. Otorite sahipleri idi. Putperest inanç sistemi yolu ile insanların ruhları ve duyguları üzerinde hakimiyet kurdukları gibi onların ekonomik ve ticari hayatları üzerinde de bir hegemonya kurmuşlardı. İslam aldatmaya karşı ve insanların hayatına egemen kılman çirkin uygulamalara karşı sesini yükseltti. Malın ve rızkın tüccarlığını yapan faizci ve tekelci büyükler tarafından sömürülen halk kitlelerinin yanında yer aldı. Bütün bu imkanları ile birlikte halkları Aynı zamanda sözde dini kuruntularla kendilerine boyun eğdirmeye çalışanların karşısında yer aldı. islam kendi özünden ve ilahi olan sisteminden kaynaklanan bu haykırışı ile sömürülen kitleler için bir uyarıcı oldu. Onlar için hiçbir zaman uyuşturan bir afyon olmadı. Mekke'de her türlü malı, mevkiyi ve sözde dini otoriteyi ellerine geçirerek topluma egemen olan bu zorba ve azgın insanların baskısı ve kuşatması altında iken dahi bu karakteri değişmedi.
İşte buradan, Kureyş seçkinlerinin islam çağrısı karşısında neden bu kadar inatçı ve katı bir şekilde durduklarının gerçek sebeplerinden bir kısmını anlıyoruz. Onlar hiç şüphesiz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- çağırdığı bu yeni dinin, gönüllerde gizli kalan yalın bir inançtan ibaret olmadığını çok iyi kavrıyorlardı. Onlar anlıyorlardı ki, Hz. Muhammed "Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah'ın elçisidir, peygamberidir" şeklinde ifade edilen kelime-i tevhid ile putsuz ve heykelsiz bir biçimde Allah'a namaz kılmakla yetinmeyecekti. Asla. iş bununla bitmiyordu. Onlar bu inanç sisteminin cahiliyenin tüm ilkelerini ezip geçen bir sistem olduğunu anlıyorlardı. Çünkü kendilerinin bütün çıkarları bütün makamları bütün sistemleri bu cahiliyeye dayanıyordu. Onlar islamın öngördüğü sistemin karakteri gereği çifte standardı kabul etmediğini, gökyüzü menşeli ilkelerinden kaynaklanmayan dünya ilkeleri ile uyuşmadığını ve cahiliyenin üzerinde kurulduğu tüm değersiz yeryüzü ilkelerini tehdit ettiğini fark ediyorlardı. İşte bu nedenle ona karşı amansız bir saldırıya ve savaşlara girişmişlerdi. Ne hicretten önce ne de sonra O'na karşı takındıkları tavırlardan vazgeçmiyorlardı. Onlar bu savaşla sırf inançlarını ve düşüncelerini savunmuyorlardı. İslam sisteminin karşısında bütünü ile kendi sistemlerini savunuyorlardı.
İslami sistemin hayata egemen kılınmasına karşı savaşan herkes hangi kuşakta ve hangi toprak üzerinde olursa olsun bu gerçeğin farkındadır. Hem de çok açık bir biçimde... Onlar çürük sistemlerini, gasb ilkesine dayanan çıkarlarını ve güçsüz yapılarını... Sapık olan yaşayışlarını çok iyi bilirler. İşte değerli ve köklü islam sisteminin tehdit
ettiği, haksız temellere dayanan bu yapılardı!
Hangi şekilde ve nasıl olursa olsun mal konusunda veya diğer hak ve görevlerde hainlik yapanlar -herkesten daha çok sadece bu hainler- İşte bu hainler herkesten daha çok bu tertemiz adil düzenin hakim kılınmasından korkmaktadırlar! Çünkü bu düzen yağcılığı, düzenbazlığı ve uzlaşmayı kabul etmez! Çünkü bu düzen yağcılığı, düzenbazlığı ve uzlaşmayı kabul etmez! Evs ve Hazreç kabilelerinin seçkin temsilcileri hicretten önce gerçekleşen ikinci akabe beyatında Hz. Peygamberle biatlaşırken bu gerçeği anlamışlardı. ibni İshak der ki: Asım ibni Ömer ibni Katade bana şu haberi aktardı: Bunlar Hz. Peygamber ile ahitleşmek için toplandıklarında beni Salim ibni Avfın kardeşi olan Abbas ibni Ubade İbni Nadle Ensari şöyle dedi: Ey Hazrecliler! Bu adamla neyin üzerinde beyatlaştığımızı biliyor musunuz? Evet dediler. Abbas siz insanların siyah derilisine kızıl derilisine karşı savaşmak üzere onunla beyatlaşıyoruz. Eğer siz mallarınızın ellerinizden çıktığını ve büyüklerinizin öldürülmeye başlandığını gördüğünüzde onu düşmanlarına teslim edecekseniz, şimdiden teslim edin! Allah'a yemin ederim ki böyle birşey yapmanız hem dünya hem de ahirette hüsrana uğramanızdır. Yok eğer siz mallarınızın yitirilmesi ve büyüklerinizin öldürülmelerine rağmen onun sizi kendisine çağırdığı ilkelere bağlı kalacaksınız o zaman böyle bir yükümlülük altına girin. Allah'a yemin ederim ki bu hem dünyanın hem de ahiretin en hayırlı işidir. Onlar dediler ki; biz mallarımızı yitirsek de büyüklerimizi öldürüldüğünü görsek te O'na bağlı kalacağız ve Hz. Peygamber'e "Eğer biz sözümüzde durursak bize ne vardır ey Allah'ın elçisi?" diye sordular. Peygamber "Cennet" buyurdu. Onlar elini uzat dediler. Peygamberde elini uzattı ve onlar kendisine biat ettiler.
Bunlarda, daha önce Kureyş'in ileri gelenlerinin bu dinin karakterini anladıkları gibi onun yapısını anlamışlardı. Bu dinin adalet ve insaf noktasında keskin bir kılıç gibi olduğunu ve insanların hayatını bu ilke üzerine kurduğunu anlamışlardı. Bu nedenle İslam hiçbir zorbanın azgınlığını, hiçbir asinin isyanım ve hiçbir büyüklük taslayanın böbürlenmesini kabul etmez. insanların birbirlerini aldatmalarını, birbirlerini horlamalarını, aşağılamalarını ve sömürmelerini kabul edemez. İşte bu nedenle her azgın, isyankâr, büyüklük taslayan ve sömürücü olan ona karşı savaş açıyor, O'nun mesajına ve davetçilerine karşı fırsat kolluyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
4.
Onlar bilmez mi ki tekrar diriltilecekler.
5.
Büyük bir günde.
6.
0 gün bütün insanlar, Âlemlerin Rabb’inin hükmü için (mezarlarından) kalkacaklar.[*]
Onların işlerine akıl erdirmek gerçekten güçtür. O büyük diriliş gününü, insanların yalnız olarak alemlerin Rabbinin huzuruna çıkacağı günü, akıldan geçirmek bile dehşet verici bir olaydır. O gün insanların Allah'tan başka dostları yoktur. Herkesin tek umudu Allah'ın kendileri hakkında iyi hüküm vermesidir. Çünkü herkes orada ondan başka dostu ve yardımcısı olmadığını bilmektedir. İnsanların sırf o günde dirileceklerini zannetmeleri bile onları hainlik yapmaktan, haksız yollarla insanların mallarını yemekten, güç ve otoriteyi insanlara zulmetme ve sosyal ilişkilerde onların hakkını gasbetme aracı olarak kullanmaktan alıkoymaya yeter. Fakat onlar dirileceklerine inanmadıkları gibi hainlik ve hileye dalıp gidiyorlar! Bu Hayret edilecek bir iştir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
7.
İş sandıkları gibi değil; şüphe yok ki kötülük edenlerin amel defterleri, elbette siccin'dedir.[*]
Günahkârların kitâbı, yazıya geçirilen amelleridir. Şayet “Günahkârların amel defterlerinin Siccîn’de olduğunu haber verip, Siccîn’i de ‘Yazısı gayet açık - net bir kitap’ olarak açıklamakla, sanki ‘Onların kitâbı yazısı gayet açık - net bir kitabın içindedir’ buyrulmuş gibi olmaktadır. Peki, bu ne anlama geliyor?” dersen şöyle derim: Siccîn kapsamlı bir kitap olup içerisine, Allah’ın hem şeytanların hem de cinlerle insanlardan oluşan inkârcı ve fâsıkların amellerini dercettiği, büyük bir şer mecmuasıdır ki yazılışı gayet açık - net, satırlara dökülmüş bir kitaptır. Yahut onu görenin, içerisinde hayır namına hiçbir şeyin bulunmadığını bileceği bir bilgi kaynağıdır. Dolayısıyla anlam, “Rahatça günah işleyenlerin amelleriyle ilgili yazılmış olanlar bu büyük mecmuada tespit edilmiş vaziyettedir!” şeklindedir. Siccîn diye isimlendirilen bu kelime fi‘‘îl vezninde olup “hapsetme” ve “sıkıştırma” anlamındaki sicn kökünden gelmektedir; zira o, cehennemde hapsedilme ve sıkıştırılmanın sebebidir. Veya onun bu ismi almasının sebebi, rivayet edildiği gibi yedi kat yerin dibine atılmış olmasıdır ki burası ıssız ve karanlık bir mekân olup kendisi için bir horlanma ve aşağılanma olacak şekilde İblis ve zürriyetinin meskenidir. Bu ismi almasının bir nedeni de mukarreb meleklerin [müminlerin amellerinin yazılı bulunduğu] hayır divanına şahit olduğu gibi, kovulmuş şeytanların da o divana şahit olmasıdır. (Zemahşeri Tefsiri)
8.
Siccin'in ne olduğunu sen nereden bileceksin?
9.
Yazılmış bir Kitaptır.
10.
Buna inanmıyanların, o gün vay haline!...
11.
Onlar, ceza (hüküm) gününü yalan
sayan kimselerdir.
12.
Onu ancak sınırı aşan ve günaha düşkün olanlar yalanlar.[*]
Şehvetlerine düşkün, keyiflerince hareket ederek sonunu düşünmeyip Allah'ın ve kullarının haklarına tecavüz etmeye alışmış olduklarından dolayı cezaya ve ceza gününe inanmak hoşlarına gitmediği, ona inanmak keyiflerini kaçıracağı için ancak onlar "o ceza gününün aslı yoktur" derler. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
13.
Kendisine âyetlerimiz okunduğunda: "Öncekilerin masalları" der.
14.
Hayır! Gerçek öyle değil! Onların yapageldikleri kötü işler, gitgide kalplerini paslandırmıştır.[*] (onun için âhireti inkâr ederler.)
Bu okunan âyetler evvelkilerin uydurmaları değildir. Fakat, öyle diyenlerin kazançları, elde edip durdukları ve kâr sandıkları günahlar kalplerinin üzerine pas bağlamıştır. O kalpler, o günahları alışkanlık haline getire getire, pas tutmuş aynalar gibi körlenmiş, kararmıştır da artık duymaz ve göstermez olmuşlardır. İşte onların öyle demelerinin ve yalanlamalarının sebebi budur.
İmam Ahmed, Tirmizî ve Hakim ikisi de sahih diyerek ve Nesâi, İbnü Mâce, İbnü Hibban ve daha başkaları Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Kul bir günah işlediği vakit kalbinde siyah bir nokta, bir leke yapar. Eğer tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilerse kalbi yine parlar. Döner tekrar yaparsa, o leke artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur'ân'da yüce Allah'ın zikrettiği "rân" budur. "Hayır hayır, fakat onların kazandıkları kalpleri üzerinde pas tutmuştur". (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
15.
Elbette onlar, o Gün Rablerin[in rahmetin]den yoksun bırakılacaklar:
16.
Ve sonra da kesinlikle cehenneme girecekler,
17.
sonra onlara: “İşte sizin yalan saydığınız budur” denilecek..
18.
İş öyle değil, şüphe yok ki iyi kişilerin amel defterleri, illiyyin'dedir.[*]
‘İlliyyûn meleklerle beraber cin ve insanlardan iyi kulların işlediği her amelin yazılıp dercedildiği, büyük hayır defterinin özel ismidir. Bu kelime tıpkı siccînin sicnden gelişi gibi, fi‘‘îl vezninde olmak üzere ‘uluvvden gelen ‘illiyy lâfzının çoğul sîgasından nakledilmiştir. Buna ‘İlliyyûn denilmesi, kendisi için bir hürmet ve tazim olmak üzere ya cennetteki derecelerin en yücelerine yükselme yahut eşrâf-ı melâikenin barındığı yedinci kat semaya yükseltilmesi sebebiyledir. Rivayete göre, melekler kulun amelini yükseklere taşır; ama bu ameli azımsarlar. Nihayet ameli Allah’ın dilediğince ilâhî saltanat makamına ulaştırdıklarında onlara şöyle vahyeder: “Sizler kulumun amelini yazıp kayda geçenlersiniz. Ben ise onun kalbinde olanı gözetleyenim. O [sizin azımsadığınız] amelini ihlâslı yapmıştır. Bu yüzden siz o ameli ‘İlliyyûn’a kaydedin! Ben onu bağışlamışımdır.” Yine o melekler bu sefer [başka bir] kulun amelini yükseklere taşır da o ameli methedip temize çıkarırlar. Nihayet o ameli Allah’ın dilediği noktaya ulaştırdıklarında onlara şöyle vahiyde bulunur: “Sizler benim kulumun amelini yazıp kayda geçirenlersiniz. Ben ise onun kalbindekini gözetlemekteyim. O [sizin tezkiye ettiğiniz] amelini ihlâslı yapmamıştır. Bu yüzden, siz o ameli Siccîn’e kaydedin!” (Zemahşeri Tefsiri)
19.
İlliyyin'in ne olduğunu sen ne bileceksin?
20.
Yazılmış bir Kitaptır.
21.
(Allah'a) Yaklaştırılmış olanlar, ona tanık olurlar.[*]
Yakınlaştırılmış olan melekler bu kitabı görüyor ve gözetiyorlar. Bu gerçeğin burada dile getirilmesi iyilerin kitabı üzerine yüce, tertemiz mutlu bir gölge düşürmektedir. Yani o yakınlaştırılmış meleklerin gözetlediği bir yerdedir. içinde bulunan güzel işler ve sıfatlar bu melekleri sevindirmektedir. Bu ise gerçekten güzel ve parlak bir atmosferdir. Onurlandırma amacı ile söz konusu edilmektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
22.
Şüphe yok ki iyiler tarifsiz nimetler içinde yüzecekler;
23.
Ebedî huzur ve saadet makamında[*] (rahatlarına) bakacaklar;
Lafzen: “koltuklarında”. Cehennemliklere ilişkin 15. âyetin mukabilidir.(Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
Lafzen: “ağzı mühürlü”. Bu, seri üretim değil kişiye özel oluşun göstergesidir. Allah için her kul özeldir. Özgün ve özel kulluklara, özgün ve özel ikramları ifade eder. Yuşrabûne yerine yuskavne gelmesi, hizmetin kusursuzluğunu ifade içindir. Yuşrabûne içmek için ayağına gidilen su, yuskavne içenin ayağına gelen sudur. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
26.
o, içenin ağzında misk kokusu bırakacak; işte bu nedenle yarışmak isteyenler, artık bu uğurda yarışsınlar![*]
İnsanların mallarını haksız yere ellerine geçirip yiyen, ahiret gününün hesabını düşünmeyen, hesap ve ceza gününü yalanlayan ve kalpleri günah ve isyanla bürünerek kararmış olan, ölçü ve tartı hainleri. İşte bu kimseler, mal konusunda veya dünyanın değersiz nimetleri konusunda yarışırlar. Herkes bir an önce onlara ulaşmak ister. Onun en büyük payını almak için uğraşır. Bu nedenle geçici dünya nimetlerinin birini elde etmek uğruna zulmeden, kötülük yapar, günahlar ve büyük cinayetler işler.
Halbuki böyle basit ve değersiz mallar uğruna mücadele etmeye çekişmeye ve yarışmaya değmez bile. Asıl yarış İşte bu nimeti, İşte bu ikramı elde etmek için yapılmalıdır. "İşte yarışanlar bunda yarışsınlar." Uğrunda yarışılmaya değecek olan kazanç budur. En önce ulaşmayı hak eden değerli hedef ve üstün tutulmayı hak eden amaç budur.
Ne kadar büyük, yüksek ve üstün olursa olsun, dünyanın malı ve eşyası uğrunda yarışanlar ise değersiz, basit, geçici ve kısa vadeli şeyler için yarışmaktadırlar. Dünya Allah katında bir sivrisinek kanadı kadar değer taşımaz. Ahiret ise onun terazisinde ağırdır. Öyleyse bu, uğrunda yarışma ve mücadele yapmaya değecek bir gerçektir.
Hayret verici ve ilginçtir ki ahiret konusunda yarışmaya katılanların tümünü ruhi yönden yüceltir. Bunun yanında dünya konusunda yarışma ise onların tümünü, ruhi yönden alçaltır. Ahiretin nimetleri için çalışıp çaba sarf etmek insanların tümü için yeryüzünü ıslah eder, onarır ve arındırır. Dünyaya tamah etme ve onun için mücadele ise yeryüzünü, içinde kurtçukların birbirini yediği bir çirkefe ve bataklığa dönüştürür. Veya böceklerin ve zehirli hayvanların tertemiz, masum insanların derilerini kemirip parçaladığı bir ortama dönüştürür.
Ahiret nimetleri konusunda yarışma bazı saptırıcı kimselerin düşündükleri gibi yeryüzünü harap olmuş bir ülkeye dönüştürmez. islam dünyayı ahiretin tarlası kılmıştır. Yeryüzünü imar edilmesi konusunda insanın halifelik görevini yerine getirmesini iyilik, güzellik ve takva ile bütünleşmesini gerçek müminin başlıca görevleri arasında sayar. insan bu halifeliği Allah'a yönelmek, bundan kendine bir ibadet mükafatı çıkarmak ve böylece varlığının amacını gerçekleştirmek durumundadır. Nitekim yüce Allah buyuruyor ki: "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım: ' (Zariyat Suresi, 56)
"İşte yarışanlar bunda yarışsınlar" sözünün önemli bir direktifi bulunmaktadır. Yeryüzünde yaşayanların gözlerini ve kalplerini küçük ve değersiz kara parçasının ötesine yöneltmektedir. Onlar yeryüzünde dünyayı imarla ve orada halifelik görevini yerine getirmekle uğraşırken ayrıca daha yüce ve daha değerli ufuklara doğru yönlendirilmektedirler. Bir taraftan çirkefi temizleme ve arındırma ile görevlendirilirken, öbür taraftan alışageldikleri bu çirkef ortamından daha yüce ufuklara yöneltmektedir.
İnsanın bu dünyadaki ömrü sınırlıdır. Ahiret hayatındaki ömrünün sonunu ise Allah'tan başka kimse bilemez. Bu yeryüzündeki nimetlerin tümü ise özü itibarıyla sınırlıdır. Cennet nimetleri ise sınırsızdır. insan düşüncesi onu kavrayamaz. Bu dünyadaki nimetlerin düzeyi bilinmektedir. Ahiretteki nimetler ise sonsuzluğa yakışacak düzeydedir. Bu geçicilik nerede, o sonsuzluk nerede? Bu gaye nerede, o gaye nerede! insanların Alışageldikleri kriterlere vurularak kâr ve zarar hesabı yapıldığında bile bu iki dünya arasındaki korkunç fark rahatlıkla görülebilmektedir. Öyle ise yarış orası için olmalıdır. "İşte yarışanlar bunda yarışsınlar." (Seyyid Kutub Tefsiri)
27.
O içeceğin karışımında “tesnîm”[*] vardır.
İçine tesnîm karıştırılmıştır. Tesnîm yukarıdan aşağıya şarıl şarıl akan çeşmenin adıdır. (Süleyman Ateş Tefsiri)
28.
Bir çeşme ki (Allah'a) yaklaştırılanlar ondan içerler.
Kur'an-ı Kerim'in suçluların müminlerle alay edişlerini, bunlara karşı terbiyesizlik yapmalarını, büyüklük taslamalarınıve müminleri sapıklar diye lanse etmelerini ortaya koymak için sergilediği sahneler, Mekke toplumunda bizatihi yaşanmış sosyal gerçeklikten bir kesittir. Fakat bu sahneler tüm nesillerde gözlenebilmekte ve çeşitli yerlerde gün yüzüne çıkabilmektedir. Bugün çağdaş olan pek çok insanı zihnimizde canlandırdığımızda bu ayetlerin sanki onların hallerini tasvir edip canlandırdığını görmekteyiz. Bu da kötü ve suçlu insanların iyi insanlara karşı tutumlarının tüm toplumlarda ve tüm asırlarda aynı olduğunu, karakterlerinin değişmediğini göstermektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
30.
Yanlarından geçerlerken birbirlerine kaş göz ediyorlar.
31.
Eş ve dostlarına dönünce de kahraman edasıyla dönüyorlar.
32.
Müminleri gördükleri zaman: “Bunların hepsi sapık!” diyorlar.[*]
Bu daha ilginç bir durumdur. Bu kötü ve suçlu insanların, hidayet ve sapıklıktan söz etmelerinden, müminleri gördüklerinde onları sapık diye nitelemelerinden, onları topluma teşhir ederken, onları aşağılarken, bu özelliği, bu vasfı vurgulayarak dikkatleri bu noktaya çekmelerinden daha Hayret verici ne olabilir? "Bunlar kesin sapıklardır!"
Kötülük hiçbir sınır tanımaz, hiçbir sözü söylemekten alıkoymaz. Yaptığı hiçbir İşten pişmanlık duymaz. Gerçekten inanmış insanların önünde durup onları sapıklıkla itham eden bu kötülerin ve suçluların tutumu, kötülüğün karakterini somutlaştırmaktadır. Çünkü kötülük gerçekten hiçbir sınır tanımamaktır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
33.
Oysa onlara, başkaları[nın inançları] üzerinde gözetleyicilik görevi verilmiş değildir.
34.
O gün de, inananlar inkâr edenlere gülecekler.
35.
Ebedî huzur ve saadet makamında[*] (rahatlarına) bakacaklar.
Lafzen: “Koltuklarında”. Dünyada durmadan dinlenmeden Allah rızası için koşanları, Allah’ın âhirette dinlendireceğine dair bir atıf. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
36.
Nasıl? Küfrü hayat tarzı edinenler yapageldiklerinin ‘sevabına’ (!) nail olabilmişler mi bari!?[*]
Evet, evet! Ödüllendirildiler mi? Yaptıklarının sevabını buldular mı? Onlar gerçek anlamıyla "sevabı" bulamadılar.Şimdi biz onları cehennemde görüyoruz. Fakat şüphesiz onlar yaptıklarının karşılığını bulmuşlardır. Öyle ise onların sevabı da budur. Burada sevap kelimesine yüklenen gizli alay o kadar güzeldir ki! (Seyyid Kutub Tefsiri)