Sûre, adını birinci âyette geçen “el Mü’minûn” kelimesinden almıştır. “el Mü’minûn”, mü’minler demektir. İlk on bir ayette Firdevs cennetine girecek müminlerin özelliklerini sayılmaktadır.
“Huşû içindedirler.” Namazda huşû’ kalbin haşyet duyması,
ürpermesi ve gözlerin bir yerde kalmasıdır; Katâde’den [v. 117/735] nakledildiğine göre secde mekânına dikilmesidir. Rivayete göre Peygamber
(s.a.) gözünü semaya dikerek namaz kılarmış; bu âyet indirilince artık gözünü secde ettiği yere doğru çevirmiş. Ulemânın önde gelenlerinden biri, namaza kalktığı zaman Rahmân’ın huzurunda gözlerinin başka bir şeye
yönelmesinden ya da aklına dünya işlerinden birinin gelmesinden çok
korkardı. Bir görüşe göre huşû‘, insanın aklını fikrini tamamen namaza
toplaması, ondan gayri her şeyden yüz çevirip hepsini aklından atmasıdır. İnsanın namazın edeplerine riayet etmesi, namaz esnasında elbiseyle
oynamak, gereksiz yere üstünü başını düzeltmek, bedenini sallamak, sağa
sola yönelmek, elini / kolunu uzatmak, göz kırpmak, esnemek, ağzını
kapatmak, elleri elbisenin altından bağlamak, parmak çıtlatmak, bir şeye
dayanmak gibi şeylerden kaçınması da huşû‘dandır. Rivayete göre Peygamber (s.a.) bir kişinin namazda sakalı ile oynadığını görmüş ve “Eğer şu
adamın kalbi huşu içinde olsaydı, uzuvları da huşu içinde olurdu” demiştir. Hasan-ı Basrî de bir yandan çakıl taşlarıyla oyalanırken, bir yandan da “Allah’ım! Beni ahu gözlü cennet dilberleriyle evlendir!” diye dua eden birine bakmış ve “Sen ne kötü bir talipsin! Kız isterken, böyle boş işlerle uğraşıyorsun!” demiştir.
Şayet “Neden salât (namaz) kelimesi “onlar”a izafe edilmiştir?”
dersen, şöyle derim: Çünkü namaz, onu kılan ile kendisine namaz kılınan
arasında döner, namazın faydasını gören ise sadece onu kılan kişidir, namaz onun azığı, hazırlığıdır; bu yüzden de onun namazıdır. Kendisine namaz kılınan ise namaza ve ondan gelecek faydaya muhtaç değildir, müstağnîdir. (Zemahşeri Tefsiri)
3.
Onlar, boş sözlerden ve işlerden[*] yüz çevirenlerdir.
Boş sözlerden, boş hareketlerden, boş ilgi ve düşüncelerden
kaçınırlar. Çünkü mü'minin kalbini boş şeylerden, oyun ve eğlenceden, gereksiz ve yakışıksız şeylerden alıkoyan uğraşları vardır. Allah ı anmak, O'nun ululuğunu tasavvur etmek, O'nun iç ve dış alemde yeralan ayetlerini kavramaya çalışmak gibi uğraşları vardır. Evrensel sahnelerin herbiri, insan aklını bütünüyle kaplayacak niteliktedir. İnsanın düşüncesini uğraştıracak, vicdanını harekete geçirecek özelliktedir. Sonra, mü'minin kalbinin inancın yükümlülükleri gibi uğraşıları da var. Kalbi arındırmak, ruhu ve vicdanı temizlemek gibi uğraşıları vardır. Hayat tarzında yerine getirmesi gereken sorumlulukları, imanın öngördüğü yüce hayat düzeyini koruma çabaları vardır. İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, toplumsal hayatı bozulmaktan ve sapıklıktan korumak gibi yükümlülükleri vardır. İnancını korumak, zafere ulaştırmak ve her zaman üstün tutmak için cihad etmek, düşmanların komplolarına karşı gece gündüz uyanık bulunmak gibi görevleri vardır... Bunlar hiçbir zaman bitmeyen, sonu gelmeyen sorumluluklardır. Mü'min bunları görmezlikten gelemez, kendini bunlara karşı sorumsuz sayamaz. Bunların hepsi de farzdır, ya farz-ı ayn ya da farz-ı kifayedir. Bütün bu görev ve yükümlülükler insanın tüm emeğini, tüm ömrünü kaplayacak yeterliliktedir. İnsanın gücü, enerjisi sınırlıdır.. Bu güç ve enerji ya insan hayatını iyileştiren, geliştirip kalkındıran bir yönde harcanacak ya da gereksiz şeyler uğruna, boşu boşuna, oyun ve eğlence için harcanacaktır. Oysa mü'min inancının gereği olarak bu enerjiyi yapıcı bir amaçla dünyanın kalkınma ve ıslahı için harcamak zorundadır.
Bu durum mü'minin kimi zaman dinlenmeyeceği anlamına gelmez. Fakat bu başka, gereksiz ve yakışıksız davranışlar, boş ve anlamsız hareketler başkadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
4.
Onlar, zekât için faaliyette bulunanlardır[*].
Allah'a yöneldikten, hayatta boş ve anlamsız şeyleri
yapmaktan kaçındıktan sonra... Zekât kalp ve malın temizliğidir: Kalbin cimrilikten temizlenmesi, kişinin bencillikten kurtulmasıdır, şeytanın fakirlik konusunda verdiği vesveselere üstün gelmesidir. Allah katındaki karşılık ve mükafata güvenmesidir. Mal için temizliktir zekât. Geri kalanını temiz ve helal kılar. Zorunlu durumların dışında artık hiç kimsenin hakkı yoktur bu malda. Bu mal etrafında herhangi bir kuşku, herhangi bir dedikodu çıkarılamaz. Zekât, toplumun bir kesimi, her şeyden mahrum, yoksulluk içinde yaşarken diğer kesiminin bolluk içinde tantanalı bir hayat yaşamasından dolayı meydana gelèn dengesizliğe karşı koruyucu bir kalkandır. Zekât bütün fertler için 'toplumsal bir güvencedir. Çaresizlerin toplumsal garantisidir. Çözülmeye ve dağılmaya karşı toplumun sigortasıdır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
5.
Onlar, edep yerlerini ve çevresini koruyanlardır.[*]
Bu ruhun, yuvanın ve çevrenin temizliğidir. Nefsin, ailenin ve toplumun arınmasıdır. Bu temizlik ve arınma; mahrem yerleri helâl olma yanların bulaşıp kirletmesine, kalbin helâl olmayan şeylere ilgi duymasına, toplumda şehvet ve arzuların hesapsız bir şekilde başını alıp gitmesine, ailenin ve soyun bozulmasına karşı korunmakla sağlanır..
Şehvet ve arzuların bir sınır tanımadan başını alıp gittiği bir toplum çözülme ve bozulma ile karşı karşıya kalmış bir toplumdur. Çünkü orada yuvanın güvenliği, ailenim dokunulmazlığı yok demektir. Aile, toplum binasını oluşturan ilk ve temel birimdir. Çocuğun doğup geliştiği yuvadır. Yuvanın ve gelişme ortamının sağlıklı olması, anne-babanınbirbirlerine güven duyup bu yuvayı ve içindeki yavruları gözetmesi için bu ortamın güvenli, sağlam ve temiz olması kaçınılmazdır.
İçinde şehvetin hiçbir sınır tanımadan kol gezdiği bir toplum, insanlık basamaklarından aşağıya doğru yuvarlanan pis bir toplumdur. insanlık düzeyinin yüksekliğini gösteren şaşmaz ölçü, insanın iradesine hükmedip ona üstünlük sağlamasıdır. Fıtri istekleri temiz ve verimli bir yöne kanalize edilmesidir. Artık çocuklar dünyaya geliş yollarından dolayı kınanmazlar, çünkü bu temiz ve bilinen bir yoldur. Bu yolda her çocuk babasını tanır. Döllenme dürtüsü ile dişinin önüne gelen erkekle çiftleştiği, insanlık düzeyinden çok aşağı hayvanlarınki gibi bir durum sözkonusu değil. Çünkü burada yavru nasıl türediğini, nereden geldiğini bilemez. (Seyyid Kutub Tefsiri)
6.
Sadece (hür) eşleri veya hâkimiyetleri altında olan[1*] (esir eşleri) hariç[2*]. Onlar, bundan dolayı ayıplanmazlar.
[1*] Hakimiyet altında olanlar sadece savaş esirleridir (Nisa 4/3, 24, 25, 36, Müminûn 23/6, Nur 24/31-33, Ahzab 33/52, 55).
[2*] Ayetteki “veya” ifadesi, bir Müslümanın edep yerlerini ya hür eşinin ya da hakimiyet altında yani esir konumunda iken nikahladığı esir eşinin yanında açabileceğini, bunun dışında açamayacağını gösterir. Çünkü edep yerlerini bir esirin yanında açabilmek için onunla evli olmak şarttır (Nur 24/32-33). Bir kadın sadece bir eş ile evlenebileceği için eşi hür ise hür eşinin yanında, esir ise esir eşinin yanında edep yerlerini açabilir. Aynı durum, erkek için de geçerlidir. Erkek de aynı anda biri esir diğeri hür olan iki kadınla evli olamaz. Çünkü esir kadınla evlenmenin olmazsa olmaz şartı, hür kadınla evlenecek güce sahip olmamasıdır. (Nisa 4/25). Bu sebeple erkek de tıpkı kadın gibi edep yerlerini ya hür ya da esir olan eşinin yanında açabilir. Ayette “veya” ifadesinin kullanılmış olmasının sebebi budur. Meale parantezleri, geleneğin oluşturduğu şartlanmalara engel olmak ve ayetin doğru anlaşılmasına yardığıncı olmak için koyduk. Çünkü her şey gayet açık olduğu halde bütün mezhepler ve tefsir kitapları, ilgili ayetleri ya görmezden gelerek (Nur 24/32-33) veya anlamını tahrif ederek (Nisa 4/3) bir erkeğin, sayı sınır olmaksızın yanındaki cariyelerle nikahsız ilişkisini caiz gördükleri için hem bu ayetin hem de Meâric Suresi 70/30. âyetin anlamını bozmak zorunda kalmışlardır. Öncelikle “veya” anlamına gelen (أو) kelimesine “ve” anlamı vererek ayete, edep yerlerinin, nikahlı eşin yanında açılabildiği gibi esirlerin yanında da açılabileceği anlamını yüklemişlerdir. Ayetteki (مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ) = “hakimiyetleri altında olanlar” ifadesinin kapsamına erkek esirler de girdiği için “hakimiyetleri altında olanlar” ifadesinin anlamını da “kadın esirler” yani cariyeler olarak değiştirmişlerdir. Aksi takdirde bu ayet, kadınların da sahibi oldukları erkek esirlerle ilişkiye girebileceklerinin delili olurdu. Ama bunun da yeterli olmadığını, ayete böyle bir meal verilmesinin, müslüman kadınların, yanlarında bulunan cariyelerle kadın kadına sevişmenin caizliğine yani lezbiyen ilişkiye delil olabileceğini düşünememişlerdir. Halbuki Kur’an, lezbiyen ilişkiyi de büyük günahlardan saymıştır (En’âm 6/151, A’raf 7/33, Şûrâ 42/37, Necm 53/32). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
7.
Kim bunun ötesini ararsa işte onlar sınırı aşanlardır.
8.
O müminler üzerlerindeki emanetleri gözetirler, verdikleri sözleri tam tamına tutarlar.[*]
Fert olarak emanetlerine ve sözlerine bağlı kalırlar. Toplum olarak da öyle. Gerek ferdin, gerekse toplumun boynuna yüklenmiş birçok emanet vardır.En başta da fıtrat emaneti gelir. Yüce Allah
onu varlık bütününe egemen olan yasalar sistemi ile uyumlu ve aynı
doğrultuda yaratmıştır. O da bu varlığın bir parçasıdır, birlikte yüce yaratıcının varlığına ve birliğine tanıklık oluşturmaktadırlar. Çünkü fıtrat içten gelen bir sezgi ile hem kendisine hem de varlık bütününe egemen olan yasalar sisteminin birliğini ayrıca bu sistemi belirleyip bu varlığı yönlendiren iradenin birliğini bilir. Mü'minler bu büyük emaneti gözetirler ve fıtratlarının bu doğrultudan sapmasına izin vermezler. Yaratıcının varlığına ve. birliğine tanıklık eden bu emaneti her zaman korurlar. Bundan sonra bu büyük emaneti izleyen diğer emanetler gelir.
Aynı şekilde bağlı kalınması gereken ilk antlaşma da fıtrat antlaşmasıdır. Bu antlaşmayı yüce Allah, insan fıtratı ile kendi varlığına ve birliğine iman etmesi şartı ile gerçekleştirmiştir. Bütün sözleşme ve antlaşmalar bu ilk antlaşmaya dayanır. Bu yüzden mü'min yaptığı bütün sözleşmelerde Allah'ı şahit tutar. O'na bağlılık içinde Allah korkusunu
gözönünde bulundurur.
Müslüman toplum bütün emanetlerinden sorumludur. Yüce Allah'la yaptığı sözleşmeden, bu sözleşmenin öngördüğü yükümlülüklerden sorumludur. Ayeti kerime sözü kısa ve tüm emanet ve sözleşmeleri kapsayacak şekilde genel tutuyor. Mü'minleri emanetlerine ve antlaşmalarına bağlı kimseler olarak tanımlıyor. Bu onların her zamanki nitelikleridir. Emanetler yerine getirilmediği, antlaşmalar gözetilmediği toplumda yeralan herkes, bu kuralları sosyal hayatın temeli olarak görmediği sürece toplum hayatı doğru ve sağlıklı bir görünüm arzedemez. Güven ve huzurun yaygınlaşması için bu ilkelere bağlılık bir zorunluluktur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
9.
Onlar namazlarını vaktinde eda edip Borcunu ödemek.
Dini buyrukları yerine getirmek. zayi etmekten Yitirmek, kaybetmek. korurlar.
Tembellikten dolayı namazlarını geçirmezler, namazı kılma konusunda
ihmalkâr davranmazlar. Nasıl kılınması gerekiyorsa öyle kılarlar, namazı kısaltmazlar. Tam vaktinde, farzıyla, sünnetiyle, eksiksiz kılarlar. Bütün kuralları, bütün hareketleri yerine getirirler. Canlı ve gönüllerini bütünüyle namazın anlamı ile doldurarak kılarlar. Bu duygu ile vicdanları harékete geçer. Namaz; kalp ile Rabb arasında bir bağdır. Bu bağı korumayan birisinin, vicdanın doğruluğundan kaynaklanan bir duyguyla kendisi ile insanlar arasındaki bağları gerçek anlamda koruması beklenemez. Mü'minlerin nitelikleri namazla başlayıp namazla bitiyor.Bu da namazın iman binasındaki önemli yerini göstermektedir. Çünkü namaz Allah'a ibadetin, o'na yönelişin en büyük ve eksiksiz şeklidir.
Bu özellikler, kurtuldukları tescil edilen mü'minlerin kişiliklerini belirlemektedir. Bu özellikler, mü'min kitlenin özelliklerinin ve hayat türünün belirlenmesinde etkin rol oynarlar. Bu özelliklere sahip mü'min kitlenin hayatı, erdemli ve yüce Allah'ın onurlandırıp kemal aşamalarından geçmesini istediği insana yakışır bir hayattır. Yüce Allah insanların hayvanlar gibi yaşamalarını, onlar gibi yiyip eğlenmelerini istememiştir.
İnsanoğlu için planlanan tam olgunluk düzeyi bu dünya hayatında gerçekleşmediği için yüce Allah, yollarından sapmadan hareket eden mü'minlerin kendileri için takdir edilen hedefe firdevs cennetinde ulaşmalarını dilemiştir. Burası yok olmanın söz konusu olmadığı sonsuzluk yurdudur, korkusuz güvenin, bitmeyen sürekliliğin yurdudur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
10.
İşte onlar, gerçek mirasçıların ta kendileridir.
11.
Öyle kişilerdir onlar ki Firdevs'i[*] miras alırlar ve onlar orada ebedi kalırlar.
Firdevs kelimesi, her çeşit ürünü içinde bulunduran geniş bahçe anlamındadır (Kehf 18/107-108). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
12.
Şurası kesin ki insanı çamurdan süzülen bir özden yarattık[*].
İnsanın bütün gıdası çamurdan, yani su ile toprağın birleşmesinden oluşur. Dolayısıyla yumurta ve spermin kaynağı da çamurdur. Tüm canlılar toprağın su ile birleşmesi neticesinde oluşan ürünlerle beslenirler (Enbiya 21/30, Secde 32/7-8). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
13.
Sonra onu, karar-ı mekînde / yumurtaya ulaşma imkanı veren yerde döllenmiş yumurta haline getirdik[*].
Erkeğin tohumu /menisi kadının üreme organına bırakılınca karar-ı mekîn’de yani yumurtaya ulaşmasına imkan veren yerde nutfeye /döllenmiş yumurtaya dönüşür (Abese 80/18-20). Çocuğun cinsiyeti ve diğer özellikleri bu sırada belli olur (Necm 53/45-46, Maide 5/32, Enbiya 21/35). Nutfe, yumurtaya ulaştığı karar-ı mekînden, bir süre kalacağı müstekarra yani rahim tüpüne, oradan da doğuma kadar kalacağı müstevdaa yani rahime geçer (En’âm 6/98). Böylece oluşum, üç karanlık yerde tamamlanmış olur (Zümer 39/6). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
14.
Sonra döllenmiş yumurtayı, rahim duvarına asılı embriyo haline getirdik. O embriyoyu bir çiğnem et haline getirdik. O et parçasını kemikler haline getirdik ve kemiklere et giydirdik. Sonra da onu farklı bir yapıda oluşturup geliştirdik[1*]. Yaratanların en güzeli[2*] olan Allah, ne yüce bir bereket kaynağıdır!”
[1*] Farklı bir yapıda oluşup gelişmesi, yaratılışı tamamlanan cenine ruhun üflenmesi ile başlar. Ruhun üflenmesi, bilgisayara işletim sisteminin yüklenmesi gibidir. İnsanı diğer tüm canlılardan ayıran şey, ruhun üflenmesi ile birlikte kazandığı özelliklerdir (Secde 32/7-9).
[2*] Yaratma iki türlüdür. Birincisi, maddesi ve benzeri olmayan bir şeyi yoktan var etmektir. Onu Allah’tan başkası yapamaz (En’âm 6/101). İkincisi, bir şeyden bir başka şey üretmektir. Bu tür yaratmayı insanlar da yapabilir. Nitekim İsa aleyhisselam, çamurdan bir kuş heykeli yaratmıştır (Âl-i İmrân 3/49). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
15.
Sonra siz bunun arkasından muhakkak öleceksiniz.
16.
Sonra, siz kıyamet günü muhakkak diriltileceksiniz.[*]
Yaratılış, ölüm ve ölümden sonraki diriliş aşamalarına dikkat ettiyseniz “kabir hayatı” diye bir şey geçmiyor. Yani öyle “kabre girilecek, sual melekleri gelip hesaba çekecek, sonra işkence başlayacak” gibi iddiaların herhangi Kur’ânî bir dayanağı yoktur. Zira daha mizan kurulmamış, haklı haksız, suçlu suçsuz ortaya çıkmamıştır ki bir cezalandırma söz konusu olsun. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
17.
Gerçekten biz sizin üzerinizde yedi yol (yörünge) yarattık ve şüphesiz, biz yarattığımız âlemden hiçbir şekilde habersiz değiliz.
18.
Gökten belli bir oranda su indirdik ve onu toprakta depoladık. Kuşkusuz onu gidermeye de gücümüz yeter.
19.
İşte o su sayesinde[*] sizin için hurmalıklar ve üzümlükler gibi bağlar, bahçeler meydana getirdik. Bunlarda sizin için bir çok meyveler daha vardır ve siz onlardan yersiniz (beslenirsiniz).
Ve hayat su'dan doğar! (Seyyid Kutub Tefsiri)
20.
Tûr-i Sînâ'da da bir ağaç daha meydana getirdik ki, bu ağaç hem yağ, hem de yiyenlerin ekmeğine katık edecekleri zeytin verir.
21.
Sizin için sağmal hayvanlarda da hiç kuşkusuz ibret vardır. Onların karınlarından çıkan sütten size içiririz. Onlarda sizin için birçok faydalar daha vardır; siz onların etlerinden de yersiniz.
22.
Onları ve gemileri taşıma aracı olarak kullanırsınız.
BÖLÜM 2
23.
Ant olsun ki Biz, Nuh'u halkına gönderdik. “Ey halkım! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilah yoktur. Hala takva[*] sahibi olmayacak mısınız?” dedi.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
24.
Halkının önde gelenlerinden kafirlik edenler dediler ki: “Bu sadece sizin gibi bir beşerdir. Size üstünlük kurmak istiyor. Allah gerek görseydi[*] melekler indirirdi. Önceki atalarımız arasında da böyle bir şey olduğunu duymadık.
Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
25.
O, cinlerin etkisine girmiş[*] bir adamdan başkası değildir. Bu yüzden onu bir süre gözlemleyin."
Hz. Nuh’un inkarcı kavminin ona yönelttiği bu suçlama peygamberler tarihinde onlara karşı sıklıkla dile getirilen bir inkar ve alay ifadesidir. (Mehmet Okuyan Tefsiri)
26.
Nûh şöyle yakardı: "Rabbim, beni yalanlamaları karşısında yardım et bana!"
27.
Biz de ona şunu vahyettik: “Gözetimimiz altında ve vahyimize göre bir gemi inşa et. Emrimiz çıkıp tandır[1*] kaynadığında her canlı türünden bir çifti ve -hakkında önceden karar çıkan kişi hariç- aileni gemiye al[2*]. Yanlışlar içinde olanlar hakkında bana bir şey söyleme; çünkü onlar boğulacaklar.”
[1*] (Tennur =التنور) tandır demektir. (Lisan’ul-Arab) Geminin tandırının kaynaması, onun buharlı gemi olduğunu ve harekete hazır hale geldiğini gösterir.
[2*] Bu, Nuh aleyhisselamın oğlu sandığı kişidir (Hud 11/45-46). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
28.
“Sen ve seninle beraber olanlar gemiye yerleşir yerleşmez de ki: ‘Bütün övgüler, bizi bu zalimler topluluğundan kurtaran Allah’a aittir!’”
39.
Şunu da söyle: "Rabbim, beni bereketli bir yere indir! Sen, konuk ağırlayanların en hayırlısısın."
30.
Şüphesiz bu olayda ibretler vardır.[*] Biz gerçekten (kullarımızı) imtihan etmekteyiz.
Hz. Âdem’le başlayıp Hz. İbrahim’le zirveleşen ve Hz. Muhammed’le doruk noktasına ulaşan tevhid mücadelesinin içyüzü Kur’an’da hem farklı ilahi öğretilerle hem de kıssalar yoluyla insanlara anlatılmıştır. Meydana gelen hadiselerin sebeplerini iyi tespit edip aynı hataya bir daha düşmemek için kıssalardan ibret almak gerekir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
31.
Onların ardından başka bir kuşak ortaya çıkardık.
32.
Onlara, kendi içlerinden, “Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur, hala takva[*] sahibi olmayacak mısınız?” diyen bir resul gönderdik.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
BÖLÜM 3
33.
Dünya hayatında kendilerine alabildiğine nimetler bağışlamamıza rağmen, ahiret karşılaşmasını yalanlayıp inkar eden, halkının ileri gelenleri şöyle dediler: "Bu, yalnızca sizin gibi bir insandır. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden içiyor.
34.
Eğer sizin gibi bir insana uyarsanız, sonunda kaybeden mutlaka siz olacaksınız.
35.
Bu adam size, öldüğünüz ve toprak
ve kemik yığını haline geldiğinizde (ondan sonra), mutlaka diriltilip mezarlarınızdan
çıkarılacağınızı mı vaat ediyor?
36.
Size vaadedilen şey, gerçekten ne de uzak, ne de uzak.[*]
Bu gibi insanlar hayatın büyük hikmetini kavrayamazlar, uzaktaki hedefine ulaşsın diye hayatın evrelerini yönlendiren planın inceliklerini göremezler. Halbuki bu hedef bu dünya hayatında tam anlamıyla gerçekleşmez. İyilik dünya hayatında gerçek karşılığını asla göremez, kötülük de öyle. Her ikisi de gerçek karşılıklarını öbür dünyada görürler. Orada salih mü'minler ideal hayatın zirvesine ulaşırlar. Orada bir korku, bir meşakkat duymazlar. Allah dilemedikçe bu hayatın değişmesi, sona ermesi sözkonusu olamaz. Fıtratları dejenere olmuş, tersyüz olmuş şımarıklar da aşağılık bir hayat düzeyine yuvarlanırlar ve orada insanlıklarını yitirirler. Taşlara veya taş gibi şeylere dönüşürler.
Bu gibi adamlar bu tür incelikleri kavrayamazlar, surede sunulan hayatın ilk evrelerinin, daha sonra gerçekleşecek evrelerin kanıtı olduğunun farkına varmazlar. Bu evreleri planlayan gücün sanıldığı gibi insan hayatını ölüm ve çürüme aşamasında durdurmayacağı sonucunu çıkarmazlar. Bu yüzden şaşırıyorlar, tekrar dirileceklerinden söz eden peygamberi tuhaf karşılıyorlar. Bilgisizce bir tutumla ölümden sonraki dirilişe ihtimal vermiyorlar. Dünya hayatının dışında bir hayatın olmadığını ve sadece bir kere ölüneceğini ahmakça iddia ediyorlar. Bir kuşak ölür, arkasından bir başka kuşak yaşar. Ölenlerse, kemik ve toprak yığınına dönüşüp giderler. (Seyyid Kutub Tefsiri)
37.
Hayat sadece dünyadaki hayatımızdır. Burada ölürüz, yeniden hayat buluruz[*]. Yoksa biz (topraktan) tekrar diriltilecek değiliz.
Bunlar, bir taraftan ölür, bir taraftan da doğarız demiş olabilecekleri gibi, tenasühe yani reenkarnasyona inandıklarını da söylemiş olabilirler. Her iki durumda da ahireti inkar etmiş olurlar. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
38.
Bu adam, sadece uydurduğu yalanı Allah’a isnat eden biri; bizim ona inanmamız ihtimal dışıdır!"
39.
Elçi “Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık, bana yardım et” dedi.
40.
Allah buyurdu ki: “Az bir zamanda (azabı görünce) pişman olacaklar.”
41.
Derken onları korkunç bir ses, kıskıvrak yakalayıverdi. Böylece onları çer çöp yığını hâline getirdik. Zalimler topluluğu, Allah'ın rahmetinden uzak olsun![*]
Yukarıdaki ayetler; Ad kavmine gönderilen Hz. Hûd için gelmiş olsa da pek çok peygamberin hayatında görülen ortak öğeleri dile getirdiği için genel bir anlam taşımaktadır. Allah, ibret olması bakımından, burada olduğu gibi Kur’an’ın daha pek çok yerinde peygamberlerin, peygamber olarak kavimleriyle yaşadıkları tecrübelerde tekrarlanan benzer yaşanmışlıkları tablolaştırarak insanlara sunmaktadır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
42.
Onların ardından başka kuşaklar ortaya çıkardık.
43.
Hiçbir ümmet, dünyadaki yaşama süresini ne öne alabilir, ne de geciktirebilir.
44.
Daha sonra, birbiri ardınca elçilerimizi gönderdik: her bir topluma kendi elçisi geldi, (ama) onu yalanladılar; bu yüzden biz de onların (akıbetini) birbirine benzettik; ve hepsini efsaneye çevirdik: artık, uzak olsun imansızlar güruhu!
45.
Ve sonra, Musa’yı ve kardeşi Harun’u, ayetlerimizle ve apaçık bir kanıtla / mucize ile gönderdik;
46.
Firavun'a ve ileri gelenlerine. Ancak onlar büyüklendiler. Onlar üstünlük taslayan bir topluluktu.
47.
Dediler ki: “Kendi kavimleri bizim hizmetçi kölelerimiz iken şimdi kalkıp bizim gibi beşer olan bu iki adama mı inanacağız? ”
48.
Böylece onları yalanladılar ve bu sebeple helâk edilenlerden oldular.[*]
47. âyet, inkârcıların umumiyetle içine düştükleri bir hatayı ortaya koymaktadır: Gerçekten onlar insana, yalnızca bu dünyadaki mevkiine, toplum içindeki pozisyonuna göre değer verirler. Onların insan hakkında başta gelen değer ölçüleri makam ve mansıptır. Böylece onlar, bizatihî insana, onun düşüncesinin ve inancının kalitesine, sahip olduğu ahlâkî ve insanî vasıflarına değer vermezler. 48. âyet bize gösteriyor ki, inkârcıların bu yanlış değer ölçülerine dayanarak peygamber hakkında vardıkları hüküm, kaçınılmaz olarak kendilerini felâkete götürür. (Diyanet Vakfı Tefsiri)
49.
Oysa, belki doğru yolu tutarlar diye Musa’ya kitap vermiştik.
50.
Meryem oğlu İsa’yı ve annesini büyük bir mucize kıldık ve her ikisini de oturmaya elverişli, akarsulu yüksek bir yere yerleştirdik.
BÖLÜM 4
51.
Ey Elçiler! Temiz olan şeylerden yiyin, doğru ve yararlı işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı en iyi bilenim.
52.
Bu sizin ümmetiniz, tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana karşı takva[*] sahibi olun.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
53.
Fakat insanlar bu inanç birliğini yıkarak çeşitli gruplara ayrıldılar. Her grup kendi inanç sistemi ile övündü.[*]
Peygamberler -selâm üzerlerine olsun- aynı sözleri söyleyen, aynı ibadeti yapan, aynı hedefe yönelen tek bir ümmet olarak gelip gitmişlerdi. Oysa insanlar onlardan sonra birbirleriyle çekişen, aynı sistem ve aynı yolda buluşmaları mümkün olmayan gruplara bölünmüşlerdi.
Kur'anın olağanüstü ifade tarzı onların birbirleri ile çekişmelerini son derece sert ve somut bir ifadeyle dile getiriyor. Peygamberlerin getirdiği gerçeği o kadar çekiştirdiler ki, adeta çeşitli parçalara böldüler, her biri bir taraftan tutup, parçaladılar. Ve her grup elinde kalan parçayı alıp yoluna devam etti. Hiçbir şeyi düşünmeden, hiçbir şeye bakmadan elindeki parçadan memnun yoluna devam etti. Yoluna devam etti ve herhangi bir esintinin duygularına girebileceği, aydınlatıcı bir ışığın nüfuz edebileceği tüm açıklıkları kapattı. Her grup elinde bulunanla oyalanarak, uğraşarak sapıklık içinde yaşadı. Bu öyle bir sapıklıkta ki, can veren herhangi bir esinti, aydınlatan herhangi bir ışık onlara etki edemedi. (Seyyid Kutub Tefsiri)
54.
Onları bir süreye kadar, gaflet ve sapıklıkları ile baş başa bırak!
55.
Kendilerine mal, mülk ve çocuklar vermekle sanıyorlar mı ki,
56.
onların iyiliklerine koşuyoruz? Hayır, (bu verdiğimiz dünya nimetleri, onlar için bir imtihandır, fakat onlar) farkında değiller.
57.
Şüphesiz Rablerine karşı duydukları derin saygıdan dolayı tir tir titreyenler,
58.
Rablerinin ayetlerine inananlar,
59.
Rabblerine ortak koşmayanlar,[*]
Allah’a herkes inanır ama insanların çoğu araya başkasını koyar, şirk koşar. Bu sebeple Allah’a ve ayetlerine inandım demek yetmez, araya hiçbir şey koymamak /şirk koşmamak gerekir (En’am 6/82, Yusuf 12/106). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
60.
Rablerine dönecekleri için verdiklerini kalpleri korkudan ürpererek verenler; [*]
Yüce Allah duyarlı müminlerin bu özelliğini “yaptıkları iyilikleri Allah’a dönecekleri bilinciyle yapmaları” şeklinde belirlemektedir. Gerek zekât, sadaka, kefaret ve infak gibi ekonomik türden, gerekse adalet, bilgi, ilgi, sevgi, tecrübe, bedensel yardım, şahitlik vs. türden olsun insanların yaptıkları işleri, verdikleri yardımları mahşerde Yüce Allah’a dönecekleri bilinciyle ve kalpleri ürpererek gerçekleştirmelerinden söz edilmektedir. (Mehmet Okuyan Tefsiri)
61.
İşte onlar iyiliklerde yarışanlar ve bu yarışı önde bitirenlerdir.
62.
Biz hiçbir kimseye gücünün yettiğinden fazla yük yüklemeyiz. Katımızda, doğruyu söyleyen (ve herkesin yaptıklarının kaydedildiği) bir kitap vardır.[*] (Onun için) onlar haksızlığa uğratılmazlar.
Yapılan bütün faaliyetlerin bireysel ve toplumsal olarak elektronik ortamda internet üzerinden kaydedildiği nasıl beşerî birtakım sistemler varsa; kıyası kabil olmayan, nasıl olacağını bilemeyeceğimiz bir şekilde bu sistemlerden çok daha gelişmiş olarak bireysel ve toplumsal anlamda etkinliklerin depolandığı ilahi bir sistem mutlaka bulunmaktadır. Bunun bireysel olanına “amel defteri”, toplu olanına da ayette ifade edildiği gibi “Kitap” diyoruz. “Her insanın yaptıklarını kaydeden hayat defterini (Hard Diskini) boynuna taktık. Kıyamet günü herkes için onu, (önünde) açılmış olarak (dünyada yaptıklarını) bulacağı bir kitap (hayat filmi) halinde çıkaracağız.” (İsra 17/13) (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
63.
Aslında bunların (bölünüp fırka fırka olanların) kalpleri, bunu/ amel defterini dikkate almayıp daldıkları şey içindedir[*]. Onların bunlardan/yukarıda anlatılanlardan öncelikli işleri vardır, o işler için çalışırlar.
Bunlar 53’ten 56. ayete kadar anlatılanlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
64.
En sonunda onların zenginlerini ve liderlerini azapla yakaladığımız zaman, hemen feryadı basarlar.
65.
Boşuna feryad etmeyin bugün! Zira bizden yardım göremeyeceksiniz.
66.
Ayetlerim size okunuyordu da siz arkanıza dönüyordunuz.
67.
Ayetlerime karşı büyüklük taslayarak, geceleri toplanıp saçma sapan değerlendirmeler yapıyordunuz.
68.
Peki onlar Allah'ın sözünü anlamaya çalışmadılar mı? Yoksa önce geçip gitmiş babalarına hiç gelmemiş olan, ömürlerinde ilk defa duydukları bir şeyle mi karşılaştılar?
69.
Yoksa, kendilerine gönderilen elçiyi tanımadıkları için mi onu inkar ediyorlar?
70.
Yoksa cinlerin etkisinde[*] olduğunu mu söylüyorlar? Hayır! O bunlara doğruları getirdi ama bunların çoğu doğrulardan hoşlanmıyor.
Peygamberimize (a.s) neden "mecnun-cinlenmiş" dediklerini anlayabilmek için o dönem Arapların Allah, melekler ve cinler hakkındaki inançlarını bilmek gerekir. O dönem Araplar Allah’a inanıyordu ama Allah’ı çok yüce kabul edip, insanları muhatap almayacağına inanırlardı. Alırsa da bu kişi o şehrin en zengin, en itibarlı, en sözü dinlenen insanı olmalıydı. O dönem Araplar Allah’ın gökyüzünün en üst katında ikamet ettiğine, meleklerin de kızları olarak etrafında Kendisini zikreden varlıklar olduğuna inanırdı. Melekler Allah’ın çevresinde olduğu için ilahi bilgiye sahiptir. Meleklerin altında da cinler vardır. Cinlerle melekler akrabalık bağı ile birbirine yakındır. Cin akrabalar meleklerin sahip olduğu ilahi bilgiyi kulak hırsızlığıyla çalarlar ve dünyaya şair ya da kâhin dostuna getirir anlatırlar. O dönem Araplar her şairin bir cini olduğuna inanırdı. Bu cin, şairin içini coşturur, şair bu sayede şiir yazar. Mecnun’nun cinlenmiş anlamına gelmesinin kökeni budur. O dönemde arrâf denen “kahinler” de vardı. Gelecekte ne olacağını haber veren kahinlerin de cinlerle bağlantısı olduğuna inanılırdı. Kahinlere gelecek bilgisini getiren de yine cinlerdir. Kur'an ayetleri de şiirsel vezne sahiptir. Peygamberimiz şiirsel vezni olan ayetleri okuyunca kendisine bu yüzden mecnun-cinlenmiş denmiş. (Onur)
71.
Eğer doğru, bunların arzularına göre şekillense göklerin, yerin ve oralardaki her şeyin[*] düzeni bozulurdu. Aslında bunlara, fıtratlarındaki doğru bilgiyi getirdik ama bunlar, o doğru bilgiden yüz çeviriyorlar.
(Men = من) kelimesi akıllı varlıklar için kullanılır. Akıllı varlıklar ile akılsız varlıklar birlikte anlatılıyorsa onları da içerecek şekilde kullanılır. Bunun Türkçede en iyi karşılığı “şey”dir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
72.
Yoksa sen onlardan (hakka davet karşılığında) dünyevî bir bedel mi istiyorsun? (Hayır), çünkü senin Rabbinin ödeyeceği bedel daha yüksektir: zira rızık verenlerin en hayırlısı O’dur.
73.
Aslında sen onları doğru yola çağırıyorsun.
74.
Şurası bir gerçek ki ahirete inanmayanlar o yoldan ayrılırlar.
75.
Onlara, rahmet edip sıkıntılarını gidersek, yine de azgınlıklarına devam ederler.
76.
Biz onları çeşitli azaplara da uğrattık. Buna rağmen yine de Rab'lerine boyun eğip O'na yalvarıp yakarmadılar.
77.
Nihayet üzerlerine çok şiddetli bir azab kapısı açtığımız zaman da, onun içinde ümitsizliğe düşeceklerdir.[*]
Bu insanlar arasında katı kalpli, Allah'dan habersiz, ahiret gerçeğini yalanlayan bir zümrenin genel niteliğidir. Hz.
Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- karşı koyan müşrikler de bu zümredendirler.
Musibet anında, zarara uğrama sırasında boyun bükmek, yakarmak Allah'a dönmenin, O'ndan başka bir sığınak, bir korunak olmadığının bilincine varmanın kanıtıdır. Kalp bu tarzda Allah'a bağlandığı an, incelir, yumuşar. Uyanır, gerçekleri algılar. İşte bu duyarlılık kalbi gafletten ve zilletten koruyan, onu gözetleyen bir bekçidir. Bu durumda kalp imtihandan yararlanır, musibetten ders alır, olumlu sonuçlar çıkarır. Fakat buna rağmen sapıklığını sürdürür çirkefte bocalamaya devam ederse, artık ondan ümit kesilir, düzelmesi beklenmez. Ahiret azabı ile başbaşa bırakılır. Bu azaba beklemediği bir sırada yakalanınca elleri çaresizlikten yana düşer, karamsarlığa kapılır, şaşkına döner, kurtuluş ümidini yitirir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 5
78.
Size; işitme, görme ve düşünme özelliği veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz? [*]
Şayet insan, kendi yaratılışını, organik yapısını, kendisine verilen duyu ve organları, bahşedilen yetenek ve güdüleri gereği gibi inceleyip düşünecek olursa, kesinlikle Allah'ı bulur. Onun biricik yaratıcı olduğunu kanıtlayan bu mucizelerin kılavuzluğu ile O'na doğru yol alır. Çünkü Allah'ın dışında hiç kimse bu olağanüstü yaratılışı büyük, küçük hiçbir varlıkta gerçekleştiremez.
Örneğin sadece şu kulak, nasıl çalışır? Sesleri nasıl algılar ve nasıl ayırır birbirinden? Sonra şu göz kendi kendine nasıl görür? Işıklar ve şekilleri nasıl algılar? Sonra şu kalp denen şey nedir? Nasıl kavrar? Eşyayı, şekilleri, anlamları, değerleri, duygu ve düşünceleri nasıl değerlendirir?
Sırf bu duyu ve güçlerin özelliklerini, çalışma şekillerini öğrenmek insanlık aleminde mucize düzeyinde bir keşif olarak nitelendirilmektedir. Yaratılışları ve yapıları itibariyle insanın içinde yaşadığı evrenin özellikleriyle bu tarzda bir ahenk nasıl oluşmuştur. Bu ahenk öylesine ince planlanmış ki, evrenin veya insanın tabiatına olan oranlarından biri bozulacak olursa duyu ve organlar arasındaki bağ kopacaktır. Kulak hiçbir sesi, göz hiçbir ışığı algılayamayacaktır. Ne var ki, her şeyi düzenleyip yönlendiren güç, insanın yapısı ile insanın içinde yaşadığı evrenin yapısı arasında bir ahenk oluşturmuştu. Duyu ve organlar arasındaki bağ bu şekilde sağlanmıştır. Buna rağmen, insan, nimete karşılık şükretmez. "Ne kadar az şükrediyorsunuz." Şükür, nimeti vereni bilmekle, O'nun sıfatlarını üstün saymakla başlar. Sonra sadece O'na kulluk etmekle somutlaşır. O birdir, sanatındaki izler O'nun birliğine şahitlik etmektedir. Ardından duyu ve güçlerin hayat ve nimetlerden zevk almada kullanılması gelir, ama kulluk edenin, her hareketinde, her zevkinde Allah'ı düşünmesi, O'na şükretmesi şartıyla. (Seyyid Kutub Tefsiri)
79.
Sizi yeryüzüne yayan da O’dur, yine O’na döndürüleceksiniz.[*]
Size kulak, göz ve kalp bahşettikten sonra, sizi yeryüzüne halife yapan, bu halifelik için zorunlu olan yetenek ve enerjiyi veren O'dur. "Ve O'nun huzurunda toplanacaksınız." Bu halifelik, görevini yerine getirirken yaptığınız iyilik ve kötülükler, yapıcılık ve bozgunculuklar,'hidayet ve sapıklıklar hususunda sizi sorgulayacaktır. Çünkü siz boşuna yaratılmamışsınız, başı boş bırakılmamışsınız. Tamamen bir hikmet, bir plan ve bir kader doğrultusunda yaratılıp yeryüzüne halife kılınmışsınız. (Seyyid Kutub Tefsiri)
80.
Hayat veren de ve öldüren de O’dur. Gece ve gündüzün oluşması O’nun yasalarına göredir. Niçin aklınızı kullanmıyorsunuz?[*]
"Sizi yaratan ve öldüren O'dur." Hayat ve ölüm, her an meydana gelen iki olaydır. Ama Allah'dan başka hiç kimse öldürme ve yaratma gücüne sahip değildir. Örneğin -yaratıkların en üstünü olan- insan bir tek hücrede hayatı meydana getirme gücünden yoksundur. Aynı şekilde herhangi bir canlının hayatına gerçek anlamda son verme gücünden de yoksundur. Hayatı bahşeden kimse, sırrını da O bilir. Hayatı verip alma gücüne O sahiptir. İnsanlar hayatın yok edilmesine kimi zaman aracı ve sebep olabilirler. Fakat gerçekte canlıyı hayattan yoksun bırakan onlar değildirler. Yoksa yaratan ve öldüren Allah'dır. O'ndan başkası değil.
"Gecenin ve gündüzün birbirini izlemesi O'nun uygulamasıdır." Ölüm ve hayatın peşpeşe meydana gelmesi gibi, gece ile gündüzün birbirinin ardından geçip gitmesini yönlendiren O`dur. Bu yetki ve güç O'na aittir. Gece ve gündüzün bu tarzda gerçekleşmesi tıpkı ölüm ve hayat gibi evrensel bir yasadır. Ölüm ve hayat ruhlara ve bedenlerle ilgiliyken, gece ve gündüz, evren ve uzayla ilgilidir. Canlı bir varlıktan hayat unsurunu çekip çıkardığı zaman, bedeni sönüp hareketsiz kaldığı gibi, yeryüzünden aydınlığı giderip sönük ve hareketsiz kalmasını da gerçekleştirir. Sonra hayat ve ışık ortaya çıkar. Ölüm ve karanlığın yerini bunlar alır. Bu düzen Allah dilemedikçe aksamadan, kesintiye uğramadan sürüp gider... "Hiç düşünmeyecek misiniz?" Bütün bunları planlayan yaratıcıya, hayat ve evreni yönlendirme işine tek başına sahip olan ortaksız hükümrana şahitlik eden bunca kanıtı düşünüp kavramıyor musunuz? (Seyyid Kutub Tefsiri)
81.
Ancak onlar, öncekilerin dediklerini tekrarladılar.
82.
“Ne yani” dediler, “biz ölüp gittikten, toza toprağa karışmış bir iskelet halini aldıktan sonra tekrar mı diriltilecek mişiz?
83.
Bu tehdit şimdi bize yöneltildiği gibi daha önce atalarımıza da yöneltilmişti. Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir."[*]
Yüce Allah'ın planlamasını, yaratılıştaki hikmetini dile getiren bu ayetlerden ve kanıtlardan sonra onların bu sözleri oldukça tuhaf ve çirkin olarak beliriyor. İnsan hareketlerinden ve eylemlerinden sorumlu olsun diye kendisine kulak göz ve kalp bahşedilmiştir. Bu bağışların bir diğer gerekçesi de insanın yapıcılığının ve bozgunculuğunun karşılığını görmesidir. Hesaplaşma ve yapılanların karşılık görmesi ise, ancak ahirette tamamlama ile gerçekleşebilir. Görülen odur ki, yapılanların karşılık görmesi yeryüzünde gerçekleşmiyor. Çünkü bu olay, öte dünyadaki hesaplaşma anına bırakılmıştır.
Yaratan ve öldüren Allah'dır. Ölümden sonra dirilişin zor bir tarafı da yoktur. Her an hayat unsuru yol almakta, Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği bir yerden ortaya çıkmaktadır.
Bunların da kavrama yeteneklerinin Allah'ın hikmetini ve yeniden diriltmeye olan gücünü kavramaya yetmemesi bir yana, kalkıp sözü edilen ölümden sonra dirilişi ve yapılanların karşılık görmesini alaya almaları ne tuhaftır. Güya bu tür şeyler daha önce atalarına da söylenmiş ama bir türlü gerçekleşmemiş.
"Bu tehdit şimdi bize yöneltildiği gibi daha önce atalarımıza da yöneltilmişti. Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir."
Ölümden sonra diriliş yüce Allah'ın planı ve hikmeti uyarınca belirlediği zamanda gerçekleşecektir. Bu süre, insanlar arasında herhangi bir kuşağın isteğine ya da gerçekleri göremeyen, gafil bir toplumun alaya almasına cevap vermek için ne öne alınır, ne de geciktirilir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
84.
De ki: “Söyleyin bakalım, yeryüzü ve onda bulunanlar kime aittir?”
85.
“Allah’a aittir” diyecekler. De ki: “ Hala öğüt almayacak mısınız?”[*]
Arap müşrikleri bir inanç karmaşası içindeydiler. Yüce Allah'ı inkâr etmezlerdi. O'nun göklerin ve yerin sahibi olduğunu, gökleri ve yeri O'nun yönlendirdiğini, göklere ve yere egemen olduğunu inkâr etmezlerdi. Buna rağmen onlar yüce Allah'a birtakım düzmece tanrıları ortak koşarlardı ve Zümer süresinde geçtiği gibi şöyle derlerdi: "Biz bunlara bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." Birde Allah'ın kızlarının olduğunu ileri sürerlerdi. Hiç şüphesiz, yüce Allah onların nitelendirmelerinden uzaktır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
86.
Onlara bir de “Yedi kat göğün ve Yüce Arş’ın[*] sahibi kimdir?” diye sor.
Burası, kainatın yönetim merkezidir (Saffât 37/6-10, Yunus 10/3, Ra’d 13/2). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
87.
“Allah’tır” diyecekler. De ki: “O halde takva[*] sahibi olmayacak mısınız?
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
88.
Sor bakalım: “Evrenin egemenliğine sahip olan, koruyup gözeten ve kendisine karşı kimsenin korunamayacağı kimdir? Biliyorsanız söyleyin.”
89.
“Allah’tır” diyecekler. De ki: “O halde, nasıl büyülenmiş (gibi) davranabiliyorsunuz?”[*]
Bu sorulara verdiğiniz doğru cevaplarla, onlarla taban tabana zıt olan tavır ve davranışlarınız arasındaki farkı nasıl ve neyle açıklıyorsunuz? Aklî hiçbir izahı olmayan bu fark, olsa olsa bu tür eylem sahiplerinin düşünme yeteneklerini tamamen devre dışı bırakmalarıyla açıklanabilir. Ki bu da bir tür “büyülenme” olsa gerek. Bu pasaj şunu söyler: Sadece bir yaratıcının varlığını bilmek ve inanmak, fakat onun evrene ve insana karşı ilgisiz olduğunu düşünmek (deizm) kişiyi kurtuluşa götüren iman değildir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
90.
Hayır, Biz onlara hakkı ulaştırdık; buna rağmen onlar yine de yalanı tercih ediyorlar![*]
Lafzen, “onlar gerçekten yalancıdırlar” -yani, Allah’a inandıklarını söyledikleri halde, ölümden sonraki hayat fikrini redderek kendi kendilerini aldatıyorlar. Oysa, bu dünyada pek çok zalim ve haksız insan bolluk ve genişlik içinde yaşarken dürüst ve inanmış pek çok insanın acı ve sıkıntı içinde olduğu gözönünde tutulursa, ölümden sonra hayat fikri ilahî adalet kavramının ayrılmaz bir parçasıdır. Öte yandan, ölümden sonra diriliş fikrini inkar etmek, Allah’ın sınırsız gücünden ve dolayısıyla, gerçek anlamıyla O’nun Tek Tanrı oluşundan şüphe etmek demektir ki bu şüphe en tipik ifadesini tanrısal güçlerin çok başlılığını öngören mistik ve çok tanrıcı inançlarda ifadesini bulmaktadır; bu çarpık inanç biçimlerine bundan sonraki ayetle temas edilmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)
91.
Allah evlat edinmemiştir ve O'nun yanı sıra bir başka ilah yoktur. Yoksa her ilah, kendi yaratıklarını otoritesi altına alıp bir yana gider ve biri öbürüne karşı üstünlük kurmaya çalışırdı.[*] Allah onların bu asılsız yakıştırmalarından münezzehtir Temiz, arı.
Uzak. .
Her tanrı yarattığını ayırır, onu özel bir yasa ile yönlendirirdi; o zaman evrenin her bir parçasının, ya da yaratıklardan her bir grubun kendine özgü bir yasası olurdu. Her parçayı ve her grubu yönlendiren genel bir yasa etrafında birleşmezlerdi. "Biri öbürüne karşı üstünlük kurmaya çalışırdı." Diğerlerine galip gelmek, egemenlik kurmak ve evrenin yönlendirmesini elinde bulundurmak için üstünlük sağlamaya çalışırdı. O zaman da ancak bir yasa, bir yönlendirme ve bir planlama ile ayakta kalabilen, düzeni sağlanan evrenden eser kalmazdı. (Seyyid Kutub Tefsiri)
92.
Allah, gaybı / görünmeyeni ve görüneni de bilendir. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden çok yücedir.
BÖLÜM 6
93.
De ki: "Rabbim, eğer onların tehdid edildikleri şeyi mutlaka bana göstereceksen (ben sağ iken onları cezalandıracaksan),"
94.
o takdirde Rabbim, beni zalimler güruhunun arasında bırakma!”
95.
"Biz, onları tehdit ettiğimiz şeyi sana göstermeye elbette kadiriz.
96.
[Fakat, onlar ne söylerlerse, ya da ne yaparlarsa yapsınlar, sen yine de onların işlediği] kötülüğü, en iyi yol hangisi ise, onunla sav:[*] (çünkü) onların [Bize] yakıştırageldikleri şeyleri en iyi bilen Biziz."
Bu anlam örgüsü içinde, kötü olarak nitelendirilen şey -sonraki cümlenin de gösterdiği gibi- Allah’ı kullara ya da yaratılmış şeylere yakışan niteliklerle “tanımlama”ya kalkışmaktır (karş. 91. ayet): fakat, yukarıdaki buyrukla îma edilen ahlakî ilke 13:22’nin son cümleciğinde ve ayrıca, 41:34’de dile getirilen ilkeyle, yani kötülüğün başka bir kötülükle değil, fakat iyilikle savılması ilkesiyle aynıdır. (Muhammed Esed Tefsiri)
97.
Ve de ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım!
98.
Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım Rabbim!"[*]
el-Hemz dürmek demektir. el-Hemezât bu ifadenin cem-‘i merresi, yani sayısal olarak çokluk bildiren formudur. Mihmâzü’r-râid (süvarinin mahmuzu) ifadesi de buradan gelir. İfade “Tıpkı süvarinin hayvanı
yürümeye zorlamak için mahmuzlaması gibi şeytanlar da insanı günaha
teşvik eder, kışkırtırlar” anlamındadır.
Peygamber (s.a.)’e bunların kışkırtmaları karşısında Allah’a sığınması, Rabbine yalvaran kimsenin ifadelerini kullanması, “Ya Rabbi! Ya Rabbi!” diye tekrarlaması, onların kendisine daha baştan yaklaşamamaları ve etrafını saramamaları için Allah’a sığınması emredilmiştir. İbn Abbas’ın, “Bu sığınma Kur’ân okuma esnasında yapılır” dediği, İkrime’nin [v. 105/723] ise, “Şeytanın dürtmesi esnasında yapılır” dediği nakledilmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)
99.
Onlardan (kafirlerden) birine ölüm geldiğinde: “Rabbim! Beni geri döndürün[*]! der.
Bu sözler, ruhun melekler tarafından alındığı sırada söylenen sözlerdir. Muhatabın tekil olmasına rağmen ifadenin, “Beni geri döndürünüz” şeklinde çoğul kullanılması, bu sözün en az üç kere tekrarlandığı şeklinde anlaşılabileceği gibi Allah ile araya koyduklarını da işe katarak onlardan da yardım istedikleri şeklinde de anlaşılabilir. (Secde 32/12, Şura 42/44). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
Bu, ölüm sahnesidir. Ölümle karşı karşıya kalınırken duyulan pişmanlığın, tövbe etmenin ifadesidir. Kaçırılanfırsatları değerlendirmek, geride bırakılan mal ve evladı yapıcı ve yararlı yollarda kullanmak için yeniden dünya hayatına dönme özlemidir. Sahne adeta şu anda yaşanıyormuş gibi, seyirciler tarafından izleniyormuş gibi sergileniyor. Bu yüzden cevap da istek sahibine değil seyircilere veriliyor.
"Asla. Bu söz, boş yere söylenmiş yararsız bir lâftır."
Anlamsız bir sözdür bu. Ötesinde bir amaç yok. Bu yüzden ne sözü ne de söyleyeni dikkate almamak gerekir. Korkudan söylenmiş bir sözdür bu. İçten gelerek, pişmanlık duyularak söylenmiş değildir. Sıkıntı anında söylenmiş bir sözdür: Kalpte bu sözü destekleyen samimi duygular yoktur.
Bununla da ölüm sahnesi sona eriyor. Artık bu sözleri söyleyen kişi ile dünya arasına, bütün engeller yerleştirilmiştir. İş sonuçlanmış, bütün bağlar koparılmıştır. Kapılar kapatılmış, perdeler indirilmiştir.
"Yeniden dirilecekleri güne kadar onların önünde geçit vermez bir engel vardır." '
Şimdi onlar ne dünyalıdırlar ne de ahiretlidirler. İkisinin arasındaki bu ara yerdedirler. Ve bu durumları dirilecekleri güne kadar bu şekilde sürecektir. Sonra surenin akışı o güne dönüyor, o günü tasvir ediyor, gözler önüne seriyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
100.
(Gönderin ki,) arkada bıraktığım yerde iyi bir iş yapayım.” Hayır, hayır! Bu onun söylediği anlamsız bir sözdür. Çünkü dünyadan ayrılanların önünde, (kıyamette) tekrar diriltilecekleri güne kadar (geri gelmelerine mâni olacak) bir berzah[*] vardır.
“Ötelerinde ise tekrar diriltilecekleri güne kadar devam edecek bir
berzah vardır.” Zamir topluluğa işaret eder, yani “Önlerinde kendileri ile geriye dönüş arasında kıyamete kadar baki bir engel vardır” anlamındadır. Ancak bu, “diriliş günü dönecekleri” anlamına gelmez. Aksine, diriliş günü sadece ahirete dönüleceği malum olduğu için, tamamen ümit kesici bir ifadedir. (Zemahşeri Tefsiri)
101.
Ve sonra, [kıyamet] sûru üflendiği zaman, o Gün artık ne aralarındaki kan bağları işe yarayacaktır ne de birbirlerine (olup biten hakkında) soru sorabileceklerdir.
102.
Ve [o Gün, iyi eylem ve davranışları] tartıda ağır gelen kimseler; işte kurtuluşa erişecek olanlar böyleleridir.[*]
Burada sadece bir emeklilik ve sonrası için 40-45 sene çalışan ve fakat ebedi hayatı ciddiye almayan insanlara da bir mesaj vardır. Garantisi olmayan 20-30 yıllık bir hayat için uzun yıllar sermaye biriktirmeniz gerekiyor da ebedi cennet için bir şey gerekmez mi? Dünyada ev araba gibi değerli şeyleri alabilmek için iyi bir kredi skoruna ihtiyaç duyuyorsunuz da ahirette iyi bir hayat yaşamanız için itibarlı bir kredi skoruna ihtiyacınız olmayacak mı? (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
103.
Kimin iyilikleri tartıda hafif kalırsa, işte kendilerini ziyana sokanlar, cehennemde ebedî kalanlar onlar olacaklardır.
104.
Ateş onların suratlarını kavuracak; pişmiş kelle misali sırıtan dişleriyle öylece kalakalacaklar.[*]
Ateşin yüzleri yalaması, bu durumda dişlerin sırıtarak ortaya çıkması, şeklinin çirkinleşmesi, renginin bozulması
sahnesi, iç karartıcı, sıkıntı verici ve acı bir sahnedir.
Şu tartıları hafif gelenler, her şeylerini kaybetmişlerdir. Bir kere kendilerini kaybetmişlerdir. İnsan kendini de kaybettikten sonra neye sahip olabilir ki? Nesi var artık? Kendisini bile kaybetmiş, kişiliğini kaybetmiştir, bundan önce hiç varolmamış gibi.
Burada bir olayı anlatma üslubu bir yana bırakılıyor, doğrudan hitap üslubuna geçiliyor. Bu sayede -bunca korkunçluğuna rağmen- adeta elle tutulacak olan somut azap, işittikleri azarın, kınamanın, ayıplamanın yanında çok basit kalıyor. Ve biz sanki şu anda seyrediyor gibiyiz, uzayıp giden o karşılıklı konuşmayı gözlerimizle görüyor gibiyiz. (Seyyid Kutub Tefsiri)
105.
"Siz değil miydiniz size ayetlerim okunurken onları yalanlayanlar?"
106.
(Onlar şöyle) diyecekler: “Ey Rabbimiz! Biz azgınlığımıza yenik düştük ve sapık bir toplum olduk.
107.
Rabbimiz! Bizi buradan çıkar! Bir daha (yaptıklarımıza) dönersek, artık belli ki biz zalim insanlarız.”
108.
(Allah) diyecek ki: “Sürüm sürüm sürünün orada ve bana cevap yetiştirmeyin.
109.
Kullarımın içinde: ‘Rabbimiz! İnanıp güvendik. Bizi bağışla, bize ikram et, sen ikram edenlerin en iyisisin’ diyen bir kesim vardı.
110.
Ama siz onları alaya alıyordunuz. Öyle ki onlar, size benim zikrimi / ayetlerimi unutturdu. Onlara gülüp duruyordunuz.
111.
Şüphesiz ki bugün ben de onlara, (dünyada) sabretmelerinin karşılığını verdim; şüphesiz ki onlar başaranlardır.”[*]
Burada yer alan [bimâ saberû] ifadesi, mahşerdeki ödüllerin dünyadaki fedakârlıkların karşılığında olduğunu ortaya koymaktadır Buna göre [sabır] “sebep”, kurtuluş ve ödül ise “sonuç”tur. Yüce Allah inkârcıların dünyada alay edip kendilerine güldükleri bu müminleri dünya hayatlarındaki sabırları, kararlılıkları ve inkârcılara karşı dik duruşları sebebiyle mahşerde ödüllendirdiğini ve azaptan kurtulduklarını inkarcı muhataplarına bildirecektir. (Mehmet Okuyan Tefsiri)
112.
(Allah inkârcılara:) “Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?” diye soracak.
113.
“Orada bir gün kaldık, yahut bir günden daha az; bunu [zamanı] saymasını bilenlere sor...”[*] diye cevap verecekler.
Onlar dünyada kaldıkları süreyi ‘sonsuza dek cehennemde kalış’ları ile ve oradaki azapla mukayese edince çok kısa bulmuşlardır. Çünkü
sıkıntı içerisinde olan kimseye o sıkıntılı günler çok uzun gelir; buna kıyasla müreffeh günleri ise çok kısa gelir. Ya da onlar dünyada huzur ve mutluluk içinde idiler, bu tür günler ise insana kısa gelir. Bu yüzden böyle söylemişlerdir. Veya geçip gitmiş olan sanki hiç yaşanmamış hükmündedir. Allah Teâlâ onların dünyada kalış süreleri hakkındaki bu söylediklerini tasdik etmiş ve içerisinde bulundukları gaflet sebebiyle kendilerini kınamıştır.
"Sayabilenlere sor" ifadesi fe-seli’l-’âddîn şeklinde de
okunmuştur. Anlam, “Bu senelerin sayısını bilmiyoruz, ancak çok az olduğunu düşünüyoruz; sanki bir gün hatta günün bir kısmı kadar olduğunu sanıyoruz. Çünkü bir azabın içerisindeyiz; aramızda o yılları olduğu gibi sayabilecek biri yok, bu yüzden sen bunu sayması mümkün olanlara, bunun üzerinde düşünmeye güç yetirebilecek olanlara sor!” şeklindedir. Anlamın “Kulların ömürlerini ve amellerini sayan meleklere sor.” şeklinde olduğu da söylenmiştir. (el-’Âddîn[sayanlar] ifadesi) el-’âdîn (hadsiz saldırganlara) şeklinde şeddesiz de okunmuştur ki bu durumda anlam, “Zalimlere sor, onlar da bizim dediğimiz gibi diyeceklerdir.” şeklindedir. Yine, el-’âdiyyîn şeklinde de okunmuştur ki bu durumda da mâna, “O uzun ömürlü kadim insanlara sor, onlar bile dünya hayatını az buluyorlar; diğerleri nasıldır, var düşün!” anlamındadır. İbn Abbas’ın, “İki nefha arasında çektikleri azap onlara unutturmuştur” dediği nakledilmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)
114.
(Allah) şöyle buyuracaktır: “Sadece az bir süre kaldınız; keşke (bunu) bilmiş olsaydınız!
115.
Sizi boşuna yarattığımızı; huzurumuza çıkarılmayacağınızı mı hesap etmiştiniz?”
116.
Gerçek hükümdar olan Allah pek yücedir. O’ndan başka ilah yoktur. O, değerli Arş’ın / yönetimin sahibidir.
117.
Kim Allah ile birlikte başka bir ilaha yalvarırsa –ki bu kişinin hiçbir delili yoktur– o kimsenin hesabı ancak Rabbinin katındadır. Şüphesiz ki kâfirler kurtulamayacaklardır.
118.
Öyleyse (ey Resulüm ve ey mümin! ) Sen şöyle dua et: “Ya Rabbî, Sen bizi affet, Sen bize merhamet et. Zira merhamet edenlerin en hayırlısı Sensin Sen!