Firavun ailesinden, imanını gizlemekte olan mü’min bir adam şöyle dedi: “Rabbim Allah’tır, dediği için bir adamı öldürecek misiniz? Hâlbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirdi. Eğer yalancı ise, yalanı kendi aleyhinedir. Eğer doğru söylüyorsa, sizi tehdit ettiği şeylerin bir kısmı başınıza gelecektir. Şüphesiz Allah, aşırı giden, yalancılık eden kimseyi doğru yola eriştirmez.” Ey kavmim! Bugün iktidar sizin tekelinizde, yeryüzünde ezici güçsünüz; tamam ama, eğer Allah`ın cezasına maruz kalırsak bizi kim kurtaracak?" Firavun dedi ki: "Ben size sadece kendi görüşümü bildiriyorum; ve sizi doğru olan alternatifsiz bir yola yöneltiyorum. ... (Mümin 28-29)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Hâ, Mîm.
2.
Bu kitabın indirilişi Allah katındandır; Azîz; daima üstün ve Alîm; her şeyi bilen,
3.
Ğafir; günahları bağışlayan, tövbeleri kabul eden[1*], cezası çetin[2*] ve ihsanı bol olanın (katındandır). Ondan başka ilah yoktur, dönüp varılacak yer onun huzurudur.
İşlenen günah ne olursa olsun, ölüm gelmeden önce terk edilerek tövbe edilir ve doğru yola girilirse Allah, günahı bağışlamakla kalmaz, onu sevaba çevirerek ikramda da bulunur (Al-i İmran 3/135-136, Nisa 4/17, 48, 116, A’raf 7/153, Nahl 16/119, Taha 20/82, Furkan 25/68 -71, Zümer 39/53)
Allah’ın ayetleriyle mücadele eden, yalnızca doğruları reddeden inkârcılardır. Allah’ın onları şehirlerde yaşatıp dolaşmasına müsaade etmesi seni aldatmasın.
5.
Onlardan önce Nûh kavmi, sonra da [Allah’ın elçilerine karşı] birleşen [öteki kavim]lerin tümü hakikati yalanladılar; bu toplulukların her biri kendilerine gönderilen elçileri yakalayıp ortadan kaldırmak için onlara karşı tuzaklar kurdular; ve hakikati etkisiz hale getirmek için [elçilerin getirdikleri mesaja] yanlış ve yanıltıcı delillerle karşı koydular; bu yüzden onları hesaba çektim: ne çetindir Benim intikamım!
6.
Böylece Rabbinin inkâr edenler hakkındaki "Onlar ateş halkıdır" sözü yerini bulmuş oldu.
7.
Arşı / yönetim merkezini taşıyanlarla onun çevresinde olanlar (melekler), yaptığını mükemmel yapması sebebiyle Rablerine boyun eğer, ona inanıp güvenirler. Ona inanıp güvenmiş olanlar için de şu şekilde bağışlanma talebinde bulunurlar: "Rabbimiz! Sen, ikramınla ve bilginle her şeyi kuşatmış durumdasın. Tövbe edenleri / dönüş yapanları ve senin yolunda gidenleri bağışla; onları yakıcı ateşin azabından koru!
8.
Rabbimiz! Onları kendilerine vaad ettiğin Adn cennetlerine koy. Ana-babalarından, eşlerinden ve soylarından uygun durumda olanları da... Şüphesiz sen Azîz'sin; daima üstün olan ve Hakîm'sin; doğru kararlar veren ancak Sensin.
9.
Onları azaptan koru. O gün, kimi azaptan korur isen; elbette kendisine rahmet etmişsindir. İşte büyük kurtuluş budur!"
BÖLÜM 2
10.
Kafirlik edenlere[*] de şöyle seslenilecektir: "Allah'ın kızgınlığı, sizin kendinize olan kızgınlığınızdan fazladır; çünkü (dünyada) imana çağrıldığınızda kâfirlik ediyordunuz.”
Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)
11.
Onlar şöyle diyeceklerdir: "Rabbimiz! Bizi iki şekilde öldürdün, bize iki şekilde hayat verdin[*]. Suçlarımızı da itiraf ettik. Buradan çıkışın bir yolu vardır, değil mi?”
İnsan, biri beden diğeri ruh olmak üzere iki ayrı nefisten oluşur. Ruh, bilgisayarın işletim sistemi gibidir. Onun bedene yerleştirilmesi, vücut yapısının tamamlanmasından sonradır. Böylece insan; dinleyen, basiret ve gönül sahibi olan bir canlı türü haline gelir (Mü'minûn 23/12-14, Secde 32/7-9). Allah’ın öldürmesi, ruhu bedenden almasıdır. Allah, ruhu bedenden iki şekilde alır; birincisi uykuda, ikincisi de ölüm sırasında olur. Allah, hem uyuyan hem de ölen bedenin ruhunu tutar. Uyuyanın ruhu, uyandığında, ölenin ruhu ise ahirette yeniden dirildiğinde bedene geri döner (Zümer 39/42, Tekvîr 81/7). Ayette geçen iki türlü ölme; ruhun bedeni uyku veya ölüm esnasında terk etmesidir. İki türlü hayat verilmesi de ruhun bedene, uyanırken veya yeniden dirilirken geri dönmesidir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
12.
Sizin bu cezanızın sebebi, tek olan Allah'a çağırıldığınızda inkâr etmeniz, O'na şirk koşulduğunda inanmış olmanızdır. Artık hüküm, Aliyy; yüceliğine sınır olmayan ve Kebir; büyüklüğüne sınır olmayan Allah’ındır!"
13.
O (Allah), (varlığına ve büyüklüğüne delalet eden) âyetlerini size gösteriyor ve sizin için gökten rızık indiriyor. (Bunlardan) ancak O`na yönelen düşünüp ibret alır.[*]
"Ayetlerini size gösteren O'dur:' Allah'ın ayetleri bu varlık alemindeki her şeyde görülmektedir. Güneşten yıldızlara, geceden gündüze, yağmura, şimşeğe gök gürültüsüne varıncaya kadar büyük ve geniş bir sahada... Çiçek, yaprak, hücre ve atom gibi en küçük varlıklara varıncaya kadar her şeyde harika bir ayet bir mucize göze çarpmaktadır. Bu harika varlıkların dehşet verici büyüklüğü insan onları - yoktan var etmek şöyle dursun- taklid etmeye kalktığı zaman dahi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu evrende yüce Allah'ın eli tarafından yaratılan en basit ve en küçük yaratığı bütün inceliğiyle eksiksiz olarak taklid etmek o kadar olmayacak bir iştir ki!
"Gökten size rızık indiren O'dur". İnsanlar gökten inen bu rızkın bir kısmı olan yağmuru biliyorlar. Yağmur bu yeryüzünde hayatın kaynağı yiyecek ve içeceklerin temel sebebidir. Yine bu gökten inen rızkın kapsamında değerlendirilmesi gereken şeylerin bazılarını insanlar gün geçtikçe bir bir keşfetmektedirler. Bu dünya gezegenine hayat veren ve olmadıkları takdirde burada hayatın sona ermesine neden olacak kadar önemli olan diriltici ışınlar da bu rızkın kapsamında değerlendirilir. Daha çocukluk döneminden itibaren insanlığa yol gösteren, adımlarını doğru yola Allah'a ve O'nun sağlam olan yasasına ileten yaşam biçimlerine doğru yol gösteren ilahi mesajlar, Peygamberlikler de herhalde bu gökten inen rızkın kapsamında değerlendirilmelidir.
"Allah'a yönelenlerden başkası ibret almaz". Rabbine yönelen O'nun nimetlerini hatırlar, lütuflarını aklına getirir, katı kalbli insanların unuttuklarını ilahi ayetleri hatırına getirir.
Allah'a yönelmeden söz edilmesi ve bu yönelmenin kalbte meydana getirdiği hatırlatma ve düşündürmenin harekete geçirilmesi üzerine yüce Allah müminleri yalnız Allah'a dua etmeleri ve yalnız O'na boyun eğmeleri, kâfirlerin
antipatilerine değer vermemeleri için yönlendiriyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
14.
Doğruları inkâr edenlerin hoşuna gitmese de, sen dinde yalnızca sana öğretildiği gibi ilave yapmadan, Allah’a dua et.
15.
Allah, dereceleri yükseltendir, Arş’ın / yönetimin sahibidir. Kendi işi olan o ruhu / kitabını[1*], (melekleri aracılığı ile) kullarından tercih ettiği kişiye[2*] verir ki (o kişi) huzura varma günü konusunda uyarılarda bulunsun,
[1*] Bu ayetteki Ruh, Allah’ın emirlerini içeren ayetler kümesi yani onun kitabıdır (Nahl 16/2, İsra 17/85).
[2*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kaderanlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
16.
onların kabirlerinden çıkacakları gün konusunda... Onlardan hiçbirinin hiçbir şeyi Allah'a gizli değildir. O gün bütün yetki kimindir? O Vâhid; tek olan ve Kahhâr; karşı konulmaz bir güce sahip olan Allah’ındır!
17.
O Gün her insan kazandığının karşılığını görür: O Gün hiçbir haksızlık [yapılmaz]. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir!
“O gün herkes, ne yapmış ise onun karşılığını alacak” ifadesi, herkesi kendi geleceğini hazırlamaya davet ediyor. İnsan ne ekerse onu biçer. Kasanıza para koyarsanız alırsınız, hesabınıza para yatırırsanız çekersiniz. Herkesin hesabı kendine aittir. Kişi dünyada kredi çekerek, ödünç alarak ya da çalarak çırparak bir şeyler yapılabilir ama ahiret bütün bunlara kapalıdır. Orada sadece kişinin dünyada yaşadıklarına bakılır ve ona göre değerlendirme yapılır. Onun için ucuz ve kolay yoldan cennete gitmek için şefaate ve himmete gönül bağlayarak ebedi nimetleri başkalarının üzerinden devşirmeyi düşünmemeliyiz. “O gün kimsenin kimseye faydası olmayacak.” (İnfitar, 82/19) “Onların hepsi kıyamet günü O’na tek başına gelecek.” (Meryem, 19/95) “Hangi cemaatten, hangi tarikattan, hangi koldan, hangi soydan olursan ol ahirette yalnızsın! Orada genetik test yok, DNA yok, biyolojik yakınlık yok, soy sop yok; sadece sen varsın. Yaşadıklarınla baş başasın! Ve hak ettiğini yaşayacaksın!” (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
18.
Bu sebeple, onları yüreklerin boğulurcasına gırtlağa dayanacağı o yaklaşan Gün’e karşı uyar: (o Gün) zalimler ne bir dost bulacaklar, ne de sözü dinlenecek bir şefaatçi:
19.
[çünkü] O, art niyetli bakışların ve yüreklerin gizlediği şeylerin farkındadır.[*]
Allah’ın kuşatıcı bilgiye sahip olması, burada, kelimenin alışılmış anlamıyla “şefaat”in neden Allah’a karşı geçerli olamayacağının bir sebebi olarak gösterilmiştir (Muhammed Esed Tefsiri)
20.
Allah hakkıyla yargılama yapacak, Allah ile aralarına koyup yardıma çağırdıkları ise hiçbir yargılama yapamayacaktır.[*] Allah Semî'dir; dinler ve Basîr'dir; görür.
Görüldüğü gibi Allah otoritesinin hiç kimse ile paylaşılmasını istemiyor. Bütün günahları affedeceğini ama kendi niteliklerini başkalarına atfedenleri asla affetmeyeceğini vurguluyor. “Allah, kendisine ortak koşulmasını (başkalarının ilahlaştırılmasını) asla bağışlamaz. Onun dışında, dilediği kimsenin günahını bağışlar. Kim Allah’tan başka varlıklara tanrısal nitelikler yüklerse kesinlikle büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 3
21.
O kâfirler, yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı? Baksalar ya, kendilerinden öncekilerin akıbeti nasıl olmuş? Onlar hem kuvvet, hem de eserleri bakımından yeryüzünde kendilerinden çok daha üstündüler. Böyle iken Allah onları günahları yüzünden helâk etti. Kendilerini Allah’ın azabından bir koruyan da olmadı.
22.
Böyle oldu, çünkü elçileri kendilerine hakikatin apaçık belgeleriyle geldiği halde, onlar inkarda direndiler; bunun üzerine Allah da onları cezalandırdı: Zira O Kavî’dir; çok güçlüdür, Şedid’ül İkab"dır; cezası çok şiddetlidir.
23.
Doğrusu biz, Mûsa’yı mucizelerimizle ve apaçık bir delille gönderdik:
24.
Firavun'a, Hâmân'a ve Kârûn'a. Fakat onlar: “Bu yalancı bir sihirbazdır” dediler.[*]
İşte bu ilk karşılaşmadır: Bir tarafta Hz. Musa, yanında Allah'ın ayetleri ve haktan destek alan elindeki manevi güç, öbür tarafta Firavun, Haman ve Karun. Yanında tutarsız ve güçsüz olan batılları, somut-maddi güçleri ve büyük etki sahibi gerçekle karşılaşmasından korktukları makamları... İşte bu ilk karşılaşmada onlar gerçeği etkisiz hale getirmek için gerçeğe dayanmayan sahte bir yönteme başvuruyorlar: "Bu yalancı bir büyücüdür" dediler.
Surenin akışı bu tartışmadan sonra meydana gelen olayları özet halinde veriyor. Hz. Musa'nın büyücülerle mücadelesi/müsabakası ve onların saçma temellere dayalı oyunlarını bozan, uydurdukları şeyleri yutuveren gerçeğe iman etmeleri anlatılmıyor. Bu olaylardan sonraki aşamaya geçiliyor: (Seyyid Kutub Tefsiri)
25.
(Mûsâ,) Onlara katımızdan hakkı getirince: "Onunla beraber inananların oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın!" dediler.[*] Fakat kâfirlerin tuzağı hep boşa çıkar.
Firavun daha önce de -Hz. Musa'nın doğduğu sıralarda- buna benzer bir yasa çıkartmıştı. Bu ilk yasadan sonra meydana gelen olaylar konusunda iki ihtimal bulunmaktadır:
Birinci ihtimal: Bu yasayı çıkaran Firavun ölmüştü. Onun yerine oğlu veya veliahdı geçmişti. Söz konusu yasa bu yeni dönemde uygulanmıyordu. Hz. Musa Peygamber olarak geldiğinde, daha veliahd iken kendisini tanıyan, sarayda yetiştiğini ve İsrailoğullarının erkeklerinin öldürülmesi, kızlarının ise sağ bırakılmasına ilişkin önceki yasayı bilen yeni Firavun ile karşılaşmıştır. İşte bu esnada Firavun'un danışmanları O'na bu önceki yasayı sadece Hz.
Musa'ya iman edenlere uygulamasını teklif etmişler ve bu inananlar ister büyücüler olsun isterse Firavun ve kabinesinin dehşet saçan tepkilerine rağmen iman eden bir avuç İsrailoğulları olsun fark etmez demişlerdir.
İkinci ihtimal: Bu yasayı çıkaran Hz. Musa'yı evlat edinen önceki Firavun'du. Halâ tahtında bulunuyordu. Daha önceki yasanın uygulanmasında bir süre sonra gevşeklik gösterilmiş veya zamanı geçtiği için uygulanması durdurulmuştu. Şimdi Firavun'un danışmanları bu yasayı tekrar uygulamasını öneriyorlar. Korkutma ve sindirme amacıyla bu yasayı sadece Hz. Musa ile birlikte iman edenlere uygulamasını söylüyorlar.
Firavun'a gelince öyle anlaşılıyor ki, onun başka bir görüşü vardı. Veya komplo esnasında geçici bir önerisi vardı. Yani o bizzat Hz. Musa'nın kendisinden kurtulma ve böylece rahat etmenin yolunu arıyordu. (Seyyid Kutub Tefsiri)
26.
Firavun “Beni bırakın, Musa’yı öldüreyim de o Rabbine yalvarsın dursun. Ben, onun sizin dininizi değiştirmesinden ve yeryüzüne (Musa’nın öğrettikleri ile) bozgunculuğun yayılmasından korkuyorum” dedi.[*]
Firavun'un "Bırakın beni Musa'yı öldüreyim" demesinden anlaşılıyor ki, onun bu görüşüne aykırı ve O'na engel olan görüşler vardı. Mesela şöyle deniyordu: Musa'yı öldürmek problemi çözmez. Zira böyle bir uygulama halk kitlelerinin onu kutsamasına ve şehid saymasına neden olabilir. Ona ve getirdiği dine karşı onların duygusal bilinçlenmelerine yol açabilir. Özellikle Hz. Musa'nın mesajını kırmak ve milleti ondan soğutmak için getirilen büyücülerin kalabalık bir halk kitlesinin huzurunda iman etmelerinden ve iman etmelerinin sebeplerini açıklamalarından sonra böyle bir işe kalkışmak fayda yerine zarar getirebilir... Kralın bazı danışmanlarının içinde şöyle bir korku da kendisini hissettirebilir: Eğer Firavun böyle bir işe kalkışırsa Hz. Musa'nın ilahı ondan intikamını alır. Kendilerini de cezalandırır. Bu da, uzak bir ihtimal sayılmaz. Zira onlar putperest insanlardı. İlahların çokluğuna inanıyorlardı. Bu insanlar Hz. Musa'nın bir ilahı olduğunu ve O'na saldıranları cezalandıracağını, rahat düşünebilirlerdi. Bu durumda Firavun'un: "Varsın Rabbine çağırsın" sözü bu yaklaşıma bir cevap niteliğini kazanır. Firavun'un bu çirkin sözü zorbalığından ve azgınlığından söylemiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Az sonra geleceği gibi o işin sonunda bu tutumunun cezasını çekmiştir.
Firavun'un Hz. Musa'yı öldürmek için ileri sürdüğü delil ilginç olması nedeniyle üzerinde durmaya değer: "Çünkü ben O'nun, dininizi değiştireceğinden, veya yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum."
Putperest bir sapık olan Firavun'un yüce Allah'ın elçisi Hz. Musa hakkında "Çünkü ben onun dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum" demesinden daha ilginç ne olabilir
Bu söz, her bozguncu azgının her ıslahat (iyilik) önderi için söylediği sözün aynısı değil midir? Bu, çirkin batılın güzel olan hakkın karşısında söylediği sözün kendisi değil midir? Bu söz, imanın sakin ve masum olan yüzüne karşı kuşkular uyandırmak isteyen çirkin ve aldatıcı sözün kendisi değil midir?
Bu her zaman aynı olan bir mantıktır. Hak ile batıl, iman ile küfür, iyilik ile azgın nerede ve ne zaman karşı karşıya gelmişse, onca yer ve zaman farklılığına rağmen değişmeyen bir anlayıştır. Bu uzun bir hikayedir. Zaman zaman gün yüzüne çıkmakta ve yeniden yaşanmaktadır.
Hz. Musa'ya gelince, o sağlam sütuna, muhkem kaleye sığınmıştır. Kendisine sığınanları koruyan ve himayesine girenlere güven veren yüce zata sığınmıştır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
27.
Mûsâ da, "Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a sığınırım" dedi.
BÖLÜM 4
28.
Firavun ailesinden, imanını gizlemekte olan mü’min bir adam şöyle dedi: “Rabbim Allah’tır, dediği için bir adamı öldürecek misiniz? Hâlbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirdi. Eğer yalancı ise, yalanı kendi aleyhinedir. Eğer doğru söylüyorsa, sizi tehdit ettiği şeylerin bir kısmı başınıza gelecektir. Şüphesiz Allah, aşırı giden, yalancılık eden kimseyi doğru yola eriştirmez.
29.
Ey kavmim! Bugün iktidar sizin tekelinizde, yeryüzünde ezici güçsünüz; tamam ama, eğer Allah`ın cezasına maruz kalırsak bizi kim kurtaracak?" Firavun dedi ki: "Ben size sadece kendi görüşümü bildiriyorum; ve sizi doğru olan alternatifsiz bir yola yöneltiyorum.[*]"
Ben size doğru gördüğümden, faydalı olduğuna inandığımdan başkasını söylemem. Bu söylediklerimin doğru ve gerçek olduğunda kuşku yoktur. Tartışma götürmez söylediklerim! Azgın iktidar sahiplerinin söyledikleri herhalde doğru, iyi ve gerçekten başka ne olabilir ki? Birilerinin onların bazan hata edebileceklerini söylemesine izin verirler mi acaba? Başkalarının kendilerinin görüşleri yanında başka görüşler ileri sürmelerine izin verirler mi? Eğer tüm bunlar olmasaydı onlar neden azgın kimseler oluyorlardı? (Seyyid Kutub Tefsiri)
30.
Yine iman eden kimse söze girerek dedi ki: “Ey kavmim! İnanın ki ben, şu (inkârda) ittifak etmiş toplulukların helâkine benzer bir günün sizin de başınıza gelmesinden korkuyorum;
31.
Nuh, Âd ve Semûd kavimlerine ve onlardan sonrakilere olduğu gibi. Allah kullarına zulmetmeyi istemez.
32.
Ey kavmim! Feryat figan edilecek o günden sizin için korkuyorum;
33.
birbirinize sırt çevireceğiniz günden... (O gün) Sizi Allah'a karşı koruyacak hiç kimse yoktur! Allah’ın sapık saydığını, yola getirecek kimse yoktur.
34.
Daha önce Yusuf da size açık belgelerle gelmişti. Size getirdikleri hakkında sürekli ikilemde kalmış, öldüğü zaman da “Allah, Yusuf'tan sonra asla elçi göndermez!” demiştiniz. Allah (onları nasıl sapık saydıysa) aşırı giden ve (hakta) şüphe edeni de aynı şekilde sapık sayar.
35.
Onlar, kendilerine gelmiş bir delil olmadan Allah'ın ayetleri hakkında tartışmaya girenlerdir. Bu davranış, hem Allah katında hem de inanıp güvenenler katında ne büyük öfke sebebidir! Allah, kibirli ve zorba olan herkesin kalbinde işte böyle bir tabiat oluşturur[*]."
Bu durum, kişi tövbe edip kendini düzeltinceye kadar devam eder (Nisa 4/17-18, Furkan 25/68-71). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
36.
Firavun dedi ki: "Ey Hâmân! Benim için bir kule yap; belki o yollara ulaşırım.
37.
Göklerin yollarına. Böylece Musa'nın ilâhına çıkarım. Çünkü ben onu yalancı sanıyorum.[*]" İşte bu şekilde Firavun'a kötü işi süslü gösterildi ve yoldan alıkonuldu. Firavun'un tuzağı muhakkak boşa çıkacaktı.
İşte zalim ve zorba olan Firavun gerçekle açık bir şekilde yüzyüze gelmemek, tahtını sarsmakta ve mülkünün üzerinde kurulduğu efsanevi hikayeleri tehdit etmekte olan tevhid davasını kabul etmemek için olayı bu şekilde saptırıyor, demogoji yapıyor, manevralar sergiliyor. Firavun'un anlayışının ve kavrayışının bu olması ihtimali çok uzaktır. Hz. Musa'nın ilahını böyle basit ve somut bir şekilde gerçekten aramaya kalkmış olması da uzak bir ihtimaldir. Mısır Firavunları bilgi ve kültür seviyeleri açısından bu düşüncenin ve anlayışın çok ilerisinde bulunuyorlardı. Aslında onun bu tutumu bir taraftan olayı alaya aldığının ve ona karşı büyüklük taslayarak basit gördüğünün ifadesi, öbür taraftan göstermelik bir insaflılık, hakşinaslık ve inceleme-temkinli davranmadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 5
38.
İman eden kişi dedi ki: "Ey kavmim! Bana uyun sizi doğru yola ileteyim.
39.
Ey kavmim! Şüphesiz bu dünya hayatı ancak (geçici) bir yararlanmadır. Ahiret ise ebedî olarak kalınacak yerdir.
40.
Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza görür. Kim de kadın veya erkek, mümin olarak faydalı bir iş yaparsa işte onlar, cennete girecekler, orada onlara hesapsız rızık verilecektir.[*]
Allah’ın merhametini bundan daha güzel özetleyen ne olabilir? Kötülük yapan ancak yaptığı kötülüğün büyüklüğü kadar ceza görecek –ki bu da Kur’an’ın diğer birçok yerinde ifade edildiği gibi Allah’ın bağışlanma çağrısına maksatlı olarak icabet etmeyen, fırsat bulduğu halde kötülüklerini iyiliklerle örtmeyen, günâh işlemeyi ve zulmetmeyi kasıtlı olarak devam ettiren kimseler içindir- ama kim iman ettikten sonra faydalı iş yapar ve erdemli bir tavır sergilerse ona hesapsız rızık verilecektir. Buradaki “hesapsız rızık” söylemi; dünyevi hayallerin ötesinde, insan tasavvuruyla algılanamayan sınırsız güzellikler, zihni ve ruhi zenginlikler anlamındadır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
41.
Ey kavmim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz.
42.
Siz beni, Allah’a nankörlük etmeye ve hakkında hiçbir bilgim olmayan şeyi O’na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Bense sizi o Azîz; daima üstün ve Gaffâr; suçları örtene davet ediyorum.
43.
Sizin beni çağırdığınız şeye kesinlikle ne dünyada, ne de ahirette dua edilemez (onlar kendilerine yapılan duayı duymazlar ve ona cevap veremezler). Bizim dönüşümüz Allah'adır. Aşırı gidenler, işte onlar ateş halkıdır.
44.
Size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını çok iyi görendir."
45.
Allah, o mümin kişiyi, onların kurduğu tuzağın kötü sonuçlarından korudu. Firavun hanedanını da o kötü azap kuşattı;
46.
sabah akşam karşısına çıkarıldıkları ateş azabı...[1*] Kıyamet / mezardan kalkış saati geldiği gün ise (Allah şöyle diyecektir:) "Firavun hanedanını daha çetin[2*] bir azaba sokun!"
[1*] Bu ayet kabir azabına delil getirilir. Halbuki ölüm ile yeniden diriliş arasında geçen süre, insanın algılaması açısından gözü kapayıp açma hatta daha kısa bir süre gibidir. Kimse aradan geçen sürenin farkında olmaz (Nahl 16/77, Yasin 36/51-52, Kamer 54/46-50). Firavun gibi kafirler yeniden dirildiklerinde: “Vay halimize, uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı?” diyeceklerdir (Yasin 36/52). Eğer kabir azabı çekiyor olsalardı, "Oh kurtulduk!" diye sevinmeleri gerekirdi. Dolayısıyla bu ayet kabir azabına delil getirilemez. Ayet, Firavun ailesinden birinin Musa aleyhisselama inandığını gören Firavun ve adamlarının nasıl çaresiz kaldıklarını ve hayatın onlara nasıl zindan olduğunu gösterme dışında bir anlama gelmez. Bu azab, bir önceki ayette “kötü azap” diye nitelenen azap ile ilgili bir tanımlamadır. Dünyadaki bu kötü azabı, nebilerine karşı çıkan bütün kafirler yaşarlar (En’am 6/155-157, Neml 27/4-5).
Kâfirler, o gün ateşin içinde birbirleriyle çekişirlerken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara, “Biz size uymuştuk: Şimdi ateşin birazını bizden savabilir misiniz?” diyecekler.[*]
Öyleyse güçsüzler de büyüklük taslayanlarla birlikte cehennemdedirler. Kuyruk oluşları, her gelene paşam demiş olmaları onları kurtarmamıştır! Hiçbir görüşü, iradesi ve tercihi olmayan güdülen bir koyun sürüsü olmaları onların cezalarım-azaplarını hafifletmemiştir! Oysa yüce Allah onlara şeref, onur bahşetmiştir. İnsanlık onuru, bireysel sorumluluk onuru, seçebilme ve özgürlük onuru bağışlamıştır. Fakat onlar bu özelliklerin hepsini hiçe saymışlar.
Onlardan vazgeçmişler. Büyüklerin zalimlerin, idarecilerin ve yönetenlerin peşlerine takılmışlardır.. 'Onlara hiçbir zaman "Hayır" dememişlerdir. Hatta "Hayır" demeyi düşünmemişlerdir bile. Onların kendilerine söyledikleri üzerine düşünmedikleri gibi onların kendilerini sürükledikleri sapıklığı da düşünmemişlerdir. Orada sözleri: "Biz dünyada size uymuştuk" olacak. Doğal olarak onların yüce Allah tarafından kendilerine bağışlanan yeteneklerinden vazgeçmeleri ve büyüklerine uymaları Allah katında kendilerini kurtaracak değildi. Onlar da cehennemliktirler. Önderleri dünya hayatında nasıl onları koyunlar gibi güdüyor idiyse şimdi de tıpkı onları koyun sürüsü güder gibi cehenneme sürüklemişlerdir. İşte şimdi bu insanlar büyüklerine soruyorlar: "Siz şu ateşten küçük bir parçayı bizden savabilir misiniz?" Nitekim dünya hayatı boyunca kendilerini doğru yola ilettikleri bozgunculuktan onları korudukları kötülükten, zararlı şeylerden ve düşmanların tuzaklarından onları kurtardıkları imajını vermeye özen gösteriyorlardı! (Seyyid Kutub Tefsiri)
48.
Büyüklük taslayanlar, “Hepimiz ateşin içindeyiz. Şüphesiz ki Allah, kulları arasında hüküm vermiştir” diyecekler.[*]
"Hepimiz ateş içindeyiz". Hepimiz güçsüz haldeyiz. Ne yardım eden ne de imdada koşan kimsemiz var. Hepimiz eşit halde bu sıkıntı ve ızdırap içindeyiz. Burada büyükler ile onların izinde giden güçsüzlerin aynı durumda olduğunu göre göre ne diye bize soruyorsunuz?
"Allah kullar arasında şüphesiz hüküm vermiştir." Hükmün tekrar gözden geçirilmesine imkan yok. Herhangi bir değişikliğin ve düzeltmenin yapılmasına da imkan yok. İş bitmiştir artık. İnsanların hiçbiri yüce Allah'ın verdiği hükümde ufak bir hafifletme yapamaz.
Hem büyükler hem de güçsüzler Allah'tan başka bir sığınak ve kurtarıcı olmadığını anladıklarında her iki kesim de herkesi saran bir zillet içinde cehennem bekçilerine yöneliyorlar. Büyüklerle güçsüzleri aynı hizaya getiren bir niyaz içinde onlara sesleniyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)
49.
Ateşin içinde bulunanlar, bu defa cehennemin vazifeli meleklerine: “Ne olur, Rabbinize yalvarın da azabımızı (hiç değilse) bir günlüğüne hafifletsin” diye yalvaracaklar.[*]
Rabblerine dua etmeleri için cehennem bekçilerine yalvarıyorlar. Uğradıkları belanın şiddetini ortaya koyan dilektir bu. "Ne olur Rabbinize dua edin de hiç değilse bir gün, bizden azabı biraz hafifletsin". Bir gün olsun. Yalnız bir gün. Rahat nefes alacakları ve istirahat edecekleri tek bir gün. Demek ki, bir tek gün dahi duaya, yalvarmaya ve aracı kullanmaya değiyor.
Fakat cehennem bekçileri bu hazin, zavallı ve umutsuz yakarışlara gönül rahatlatan bir cevap vermiyorlar. Çünkü onlar ilkeleri biliyorlar. Allah'ın yasalarını ve zamanın çoktan geçtiğini biliyorlar. Bu nedenle onlar azarlamaları ve bu azaba düşüş nedenlerini hatırlatmaları ile azap içindekilerin ızdıraplarını daha da arttırıyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)
50.
[Cehennemin bekçileri]: “Elçileriniz size hakikatin bütün kanıtlarını getirmiş değiller miydi?” diye soracaklar. O [ateşdeki]ler, “Evet, öyleydi!” diyecekler. [Ve cehennemin bekçileri,] “Madem öyle yalvarıp durun!” diye cevap verecekler;[*] çünkü inkar edenlerin yalvarması, avunmadan başka bir anlam taşımaz.
Klasik müfessirlere göre bu cevap, “cehennemin bekçileri”nin mahkum olan günahkarlar için aracılık yapmayı reddetmelerini ve onlara, sanki, “yapabiliyorsanız siz yalvarın” demelerini ifade etmektedir. Ama bana öyle geliyor ki, burada günahkarların önceki bâtıl tapınma nesnelerine ve düzmece değerlere adanmışlıklarına dolaylı olarak îmada bulunulmaktadır -bu durumda, cevabın anlamı, “Allah’a ortak koşmuş olduğunuz bu hayalî güçlere şimdi yalvarın ve size yardım edip edemeyeceklerini görün!” şeklinde olur. Bu dünya hayatında “hakikati inkar edenler”in yakarışlarında saklı bulunan avunmadan (dalâl) söz eden bir sonraki cümle de, bu yorumu desteklemektedir- çünkü, Hesap Günü, bütün bu avuntular sona erecektir.(Muhammed Esed Tefsiri)
BÖLÜM 6
51.
Şüphesiz ki biz elçilerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında hem de şahitlerin (şahitliğe) duracakları günde yardım edeceğiz.
52.
O hesap günü zulmedenlerin getireceği mazeretler kendilerine hiçbir yarar sağlamayacak. Lanet onların üzerinedir ve kalınacak yerlerin en kötüsü de onlar için ayrılmıştır.
53.
Biz Musa’ya doğru yola ileten bir kitap verdik ve İsrâiloğullarını da o kitaba mirasçı yaptık.
54.
O kitap, akl-ı selim[*] sahipleri için bir hidâyet rehberi ve öğüt kaynağıdır.
Akıl ile kalbin birleşmesine lübb denir, çoğulu elbâb’dır (el-Ayn). Sağlam duruşlu diye meal verdiğimiz kavram, lübb sahipleri anlamına gelen ulü’l-elbâb’dır. Bunların özelliklerini şu ayetten öğreniyoruz: “Sözü dinleyip en güzeline uyanlar, Allah’ın doğru yolda saydığı kişilerdir. İşte ulü’l-elbâb onlardır.” (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
55.
O halde, sen sabret! Çünkü Allah’ın vaadi gerçektir. Hem günahından istiğfar et, sabah akşam Rabbine hamd ederek zikir ve ibadete devam et.[*]
Bu pasajın ilk muhatabı doğrudan Hz. Peygamber olsa da aslında bu onun aracılığıyla bütün mü’minleri kapsamaktadır. Kur’an’daki Hz. Peygambere yapılan hitapların çoğunda görülen emirler, yasaklar, örnekler genel bir muhteva taşımaktadır ve bütün insanlar için geçerlidir. “Günahların için bağışlanma dile!” emri; peygamber de olsa hiç kimsenin günahsız ve masum olamayacağı anlamına gelmektedir. Nitekim Hz. Âdem ile Havva’nın yasak olan meyveden yemeleri ve ceza olarak cennetten çıkarılmaları (Taha, 20/115), “… Böylece Âdem, Rabbinin emrine karşı gelerek günah işlemiş oldu.” (Hud 20/121) Hz. Yunus’un Allah’tan izinsiz tebliğ bölgesini terk etmesi ve ceza olarak balık tarafından yutulması (Saffat, 37/139-145), Hz. Eyyub’un, gittiği yerden geç dönen karısına yüz sopa vuracağına dair yemin etmesi ve bunun yanlış olduğunun Allah tarafından kendisine bildirilmesi (Sâd, 38/44) de bu gerçeği doğrulayan Kur’an örneklerindendir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
56.
Allah’ın mesajlarını hiçbir delilleri olmadan sorgulayanlara gelince; onların içinde hiçbir zaman tatmin edemeyecekleri[*] küstahça bir kendini beğenmişlik (duygusun)dan başka bir şey yoktur, öyleyse sen Allah’a sığın çünkü Semî; her şeyi işiten, Basîr; her şeyi gören yalnız O’dur!
Lafzen, “hiçbir zaman yetiş[e]meyecekleri” yahut “yerine getiremeyecekleri”. Bu, birçok bilinemezciyi (agnostic) insanın “kendi kendine yeterli” olduğu ve bu nedenle, başarılarının sınırı olmadığı ve daha üstün bir Güc’e karşı sorumlu olduğunu varsaymanın gereksiz bulunduğu düşüncesine yönelten kibirlenmeye bir atıftır. Karş. bu bağlamda Kur’ânî vahyin ilklerinden biri olan 96:6-7: “İnsan ne zaman kendini yeterli görse fütursuzca azar.” Bu “kendi kendine yeterlilik” tamamen bir yanılsama olduğundan, dünya görüşlerini onun üstüne bina edenler, “aşırı büyüklenme duygularını hiçbir zaman tatmin edemezler.” (Muhammed Esed Tefsiri)
57.
Göklerin ve yerin yaratılması elbette insanın yaratılmasından daha büyük (bir olay)dır ama insanların çoğu (bunun ne anlama geldiğini) bilmezler.[*]
Gökler ve yeryüzü insanın gözleri önüne serilmiştir. İnsan onları görür, kendisini onlarla karşılaştırabilir. Ancak insan oranların ve boyutların gerçeğini, hacimlerin ve kuvvetlerin gerçeğini "öğrendiğinde" büyüklük taslamaktan
vazgeçer, küçülür, güçsüzlüğünü, cılızlığını kavradığından eriyip bitecek hale gelir. Yüce Allah'ın kendisinin bünyesine yerleştirdiği ve bu nedenle onu onurlandırdığı o yüce özü düşündüğünde evet işte ancak bunu düşündüğünde bu korkunç ve koca evrenin büyüklüğü önünde yine de ayakta kalabilir.
Gökleri ve yeri yıldırım hızı ile gözden geçirmek dahi insanın bu gerçeğe ulaşması için yeterlidir.
Üzerinde yaşadığımız bu dünya, güneşin büyük uydularından biridir. Dünyanın kütlesi güneşin kütlesinin milyonda üçü kadardır. Hacmi ise güneşin hacminin milyonda birinden azdır.
Güneş ise bize yakın olan ve içinde yer aldığımız saman yolunda yer alan yüz milyon güneşten sadece birisidir. Bugüne kadar insanlık bu saman yollarından yüz milyon tanesini keşfetmiştir. Bunların hepsi korkunç genişlikteki uzaya serpiştirilmişlerdir. Ama yine de orada kaybolur gibi olmuşlardır!
İnsanların keşfettikleri basit ve küçücük bir alanı kapsamaktadır. Evrenin bütünü içinde bunların sözünü etmeye bile değmez. İnsanların bu keşfettikleri bütüne oranla o kadar küçük olmasına rağmen sırf düşünülmesi dahi insanın başını döndürecek genişlikte ve korkunçluktadır. Bizimle güneş arasındaki uzaklık doksan üç milyon mil kadardır.
Yani o, bizim küçük dünya gezegenimizin aile reisidir. Hatta o -tercih edilen görüşe göre- bu küçük dünyanın anasıdır. Bizim dünyamız anasının kucağından bu uzaklıktan daha uzağa gitmemiştir: Doksanüç milyon mil.
Güneşin bağlı olduğu (Galaksiye) saman yoluna gelince, onun çevresi yüz milyon yıl kadardır... Işık yılı... Işık yılı ise, altıyüz milyar mili ifade eder! Zira ışığın saniyedeki hızı yüzseksen altı bin mildir!
Bizim saman yolumuza en yakın Galaksi ise, bizden yediyüzelli bin ışık yılı kadar uzaklıktadır.
Bir daha hatırlatıyoruz ki, bu uzaklıklar, bu boyutlar ve bu hacimler basit olan insan biliminin şu ana kadar keşfettikleridir. İnsanların bu bilimi itiraf ediyor ki, bu keşfettikleri şu uçsuz bucaksız evrenin ancak küçük bir parçasıdır.
"Göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler."
Allah'ın kudretine oranla daha büyük, daha küçük, daha zor daha kolay diye bir şey yoktur. O her şeyi tek kelime ile yaratandır. Ancak bunlar eşyanın yapısındaki gerçeklerdir. İnsanlar onları böyle tanırlar ve öyle değerlendirirler. Bu ölçülere göre insan nerede, dehşet verici evren nerede? Onun büyüklüğü nerde koca evrenin büyüklüğü nerde? (Seyyid Kutub Tefsiri)
58.
Kör ile gören bir olmaz, iman edip salih ameller işleyen kimseler ile kötülük yapan da bir değildir. Ne kadar da az düşünüyorsunuz![*]
Gözü gören adam görür ve öğrenir. Kadrini, değerini bilir, olduğundan büyük görünmez. Kabarmaz, büyüklük taslamaz. Çünkü gerçeğe bakar ve görür. Kör olan ise görmez. Konumunu da bilmez. Çevresindeki varlıklarla oranını da anlamaz. Kendisini de, çevresindeki varlıkları da yanlış değerlendirir. Yanlış değerlendirmeden dolayı şurada burada boşuna uğraşıp durur... Aynı şekilde iman edip iyi işler yapanlarla kötülük yapan bir değildir. Birinci kesim gözlerini açmış görmüş ve tanımıştır. Bunlar güzel biçimde değerlendireceklerdir. Diğeri ise kör olmuş, cahil kalmıştır. O ise yanlış değerlendirecektir. Her şeyi yanlış değerlendirecek... Kendisi ise kötülük edecek. İnsanlara da kötülük edecek... Her şeyden önce kendi değerini ve çevresindekilerin değerini anlamada yanılgıya düşecektir.
Kendisini, çevresindekilerle karşılaştırırken hataya düşecektir. Çünkü o kördür. Zaten asıl kör olma, kalplerin kör olmasıdır!
Eğer düşünseydik gerçeği anlardık. Çünkü mesele gözlerimizin önünde ve açıktır. Hatırlatma ve hatırlamadan öte bir şeye gerek yoktur.
Sonra eğer biz ahireti hatırlasaydık, geleceğine tam güvenseydik, oradaki durumumuzu düşünseydik ve oradaki sahneyi gözlerimizin önüne getirseydik gerçeği kavrardık. (Seyyid Kutub Tefsiri)
59.
Kıyamet saati gelecektir. Onda hiç şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu ona inanmıyor.
İşte bunun için tartışır ve büyüklenirler. Gerçeğe boyun eğmezler, gerçek konumlarını belirleyemezler, hadlerini aşarlar.
İbadet ederek Allah'a yönelmek, O'na elini açıp niyazda bulunmak insanı kibirle kabaran, hiçbir delile ve kesin belgeye dayanmadan Allah'ın ayetleri hakkında ileri geri konuşmaya iten bu hastalıktan kurtarır. Yüce Allah O'na yönelelim ve niyazda bulunalım diye bize kapılarını açmakta, kendisine dua ederek yalvaranın duasını kabul etmeyi prensip edindiğini bize açıklamaktadır. Ona ibadet etmekten burun kıvıranları kendilerini bekleyen zillete ve cehenneme atılmaya karşı uyarmaktadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
60.
Rabbiniz şöyle dedi: “Bana dua edin, duanıza cevap vereyim! Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir hâlde cehenneme gireceklerdir.”[*]
Hem dua, hem ibadet zikredilmiş olduğu için, ya duanın ibadet ile yahut da ibadetin dua ile tefsir edilmesi gerektiği için, tefsir bilginleri iki şekilde açıklamışlardır. Birincisi, Kur'ân'ın birçok yerlerinde olduğu üzere dua, ibadet mânâsına olarak; bana ibadet ve kulluk edin ki size sevap ve mükafat vereyim demek olur. İbnü Abbas, Dahhak ve Mücahid'den rivayet edilen bu tefsire göre "isteme" dil ile değil, bunun yanında "fiilen talep" şart edilmiş demektir. Bu şekilde şu açıklama bu mânâya uygun olur: Çünkü ibadet etmekten yüz çevirenler, yani kibirlerinden bana ibadet etmek istemeyenler, muhakkak yarın hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir. İkincisi, "Yalvarın bana ki size karşılık vereyim." demek, isteyin benden vereyim size demektir ki, Süddi'den rivayet olunan ve ilk bakışta anlaşılan da budur. Fakat buna göre de ibadetin dua ile tefsir edilmesi gerekir. Bunu böyle iki şekilli olarak ifade etmedeki incelik, ibadetin duayı, duanın da ibadeti gerektirdiğini ifade içindir; bir taraftan dua ibadetin iliği mesabesinde olduğu gibi, ibadet de duanın kabulünün şartlarındandır.
Bu dua emri çok önemli ve dikkate değerdir. Burada önce insanın cüz'î iradesinin bir ifadesi ile cebr'in reddi vardır. Gerek ibadet mânâsına olsun, gerek sadece dua, ikisinde de istemek emredilmiş ve Allah'ın karşılık vermesi için kulun istemesi şart kılınmıştır. Hem öyle şart kılınmıştır ki şartın yokluğundan, şarta bağlanan şeyin yokluğu gerekeceğinden terkine "cehenneme girecekler" diye tehdit getirilmiştir. Şu halde emir vücub içindir ki, her duanın kabul edilip edilmemesi konusuna gelince, "Hayır ancak O'nu, çağırırsınız, O da kendisine çağırdığınız herhangi bir şeyi dilerse açar." (En'am, 6/41) âyetinden anlaşıldığına göre, dileme ile kayıtlıdır. Yani buradan anlaşılan kazıyye-i şartıyye (şart önermesi) külliye (tümel) değil, mühmeledir. "Güzel kelimeler ancak O'na yükselir, onu da iyi amel yükseltir." (Fâtır, 35/10) âyetin mânâsınca bazı kabul şartları ile de şartlıdır. Onun için burada ibadet ile birlikte zikredilmiştir. Keşşaf'ta Ka'b'dan şöyle nakledilir: "Yüce Allah bu ümmete üç özellik vermiştir ki onları geçmişte kendi katından göndermiş olduğu peygamberlerden başkasına vermemiştir. Her peygambere "Sen benim halk üzerine şahidimsin" demişti, bu ümmete de "İnsanlara karşı şahitler olasınız." (Bakara, 2/143) buyurdu.
"Peygamberin üstüne Allah'ın farz ettiği herhangi bir şeyde hiçbir vebal yoktur." (Ahzab, 33/38) âyetinin mânâsınca "sana meşakkat yok" demişti, bu ümmete de: "Allah sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez." (Maide, 5/6) buyurdu. "Bana dua et, sana karşılık vereyim" demişti. Bu ümmete de "Bana yalvarın ki size karşılık vereyim." (Mümin, 40/60) buyurdu."
"Bana yalvarın size karşılık vereyim" şöyle demek de olur: Çağırın bana ki size cevap vereyim. Bu şöyle demek olur: Benden beni talep edin size icabet ederim, beni bulursunuz, beni bulan da her şeyi bulmuş olur. Çünkü "O'nun emri bir şeyi dilediği zaman ona ancak 'Ol' demesinden ibarettir. O da oluverir." (Yâsin, 36/82) denilmiştir ki işte hiç reddolunmayan dua budur. Nitekim bazı haberlerde "Beni talep eden, beni bulur" diye varid olmuştur. Bana ibadetten, yani bana dua ile beni talepden kibirlenenler benden uzak kalarak mahrumiyet cehenneminde zelil ve hakir olacaklardır. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
BÖLÜM 7
61.
Geceyi dinlenmeniz için, gündüzü de aydınlatıcı olarak yaratan Allah’tır. Şüphesiz Allah, insanlar için lütuf sahibidir. Ancak insanların çoğu şükretmezler.
62.
İşte Rabbiniz, bütün bunları yapan, her şeyi yaratan Allah’tır. O’ndan başka ilah yoktur. Böyle iken nasıl oluyor da bu gerçeği kabul etmekten vazgeçiyorsunuz?
63.
Allah'ın ayetlerini bile bile inkar edip duranlar yalana işte böyle sürüklenirler.
64.
Yeri sizin için yerleşim alanı, göğü de kubbe yapan, size şekil verip şeklinizi güzel yapan ve sizi temiz besinlerle rızıklandıran, Allah`tır. İşte, Rabbiniz olan Allah budur. Âlemlerin Rabbi olan Allah, ne yücedir!
65.
O Hayy'dır; hakkında ölüm geçerli olmayandır. O’ndan başka ilah yoktur. Dinine bir şey katmadan O’na yalvarın. Her şeyi güzel yapan yalnız Allah’tır. O, tüm varlıkların Sahibidir.
66.
De ki: "Rabbimden bana apaçık belgeler geldikçe, sizin Allah'tan başka kulluk ettiklerinize kulluk etmem yasaklandı. Alemlerin Rabb'ine teslim olmakla emrolundum."
67.
O, sizi topraktan, sonra döllenmiş yumurtadan, sonra rahim duvarına asılı embriyodan yaratandır. Sonra sizi bir bebek olarak çıkarır. Sonra güçlü kuvvetli hale gelesiniz daha sonra da ihtiyarlayasınız (diye sizi yaşatır). Fakat kiminiz daha önce vefat ettirilir. Bunlar belirlenmiş ecelinizi tamamlamanız içindir.[*] Belki aklınızı kullanırsınız.
Vücudun yaratılışı sırasında ölçüleri konan son kullanma tarihi, biyolojik ömür. İnsanın vücut ölçüleri döllenmiş yumurta haline geldiği sırada belirlenir(Abese 80/17-19)
Süresi belirlenmiş ecel (ecel-i müsemmâ), yalnız Allah'ın bildiği yaşama süresidir. O süre dolunca insan ölür. Bazı yanlış davranışlar bu eceli kısaltabilir. Tövbe edip /dönüş yapıp durumunu düzeltenin eceli eski seviyesine çıkar (İbrahim 14/10, Nuh 71/4). Bunun örneği, Yunus aleyhisselamdır.(Saffat 37/139-149) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
68.
Yaşatan ve öldüren O`dur. Bir işin olmasını istediği zaman, ona sadece, “ol” der ve o hemen oluşmaya başlar.[*]
Kur'an-ı Kerim'de hayat ve ölüm mucizelerine çokça işaret edilir. Zira bu iki gerçek insanın kalbini sert bir biçimde ve derinden sarsar. Ayrıca bunlar insanın hissedip gördüğü her şeyde apaçık olarak tekrar tekrar gördüğü olaylardır, realitelerdir. Diriltmenin ve öldürmenin ilk bakışta göze çarpanın ötesinde büyük anlamları vardır. Hayatın çeşitleri vardır. Ölümün de çeşitleri. Hayatın hiçbiri izi bulunmayan kupkuru bir toprağı gördükten sonra onun hayat dolu olgunluğunu görmek... Bir mevsimde yaprakları ve dalları ile kupkuru olan bir ağacı görüp sonra da onun her tarafından hayatın kaynadığını, yeşerdiğini, yapraklandığını ve çiçek açtığını... Sanki her tarafından hayatın coşup taştığını görmek... Yumurtayı sonra da ondan çıkan yavruyu görmek... Bir de bu sürecin tersini izlemek. Ölümden hayata doğru giden süreç gibi bir de hayattan ölüme doğru giden süreci seyretmek. Evet bu olayların hepsi insanın kalbine dokunmakta ve onu harekete geçirmektedir. İnsanlar durumlarına ve iç alemlerinin hallerine göre farklılık gösteren derecelerde bu olaylar üzerinde düşünür ve onlardan etkilenirler.
Hayat ve ölüm gerçeklerinden yaratma gerçeği ve yoktan var etme aracına geçilmektedir. Bu da Allah'ın dilemesidir. Yaratmaya yönelişinde somutlaşan iradesi. Herhangi bir şeyin yaratılması "ol" kelimesine bağlı. Onun ardından bir de bakmışsın ki, varlık "oluvermiş". En güzel yaratıcı olan Allah'ın şanı ne yücedir!
İnsan hayatının yaratılması önünde, hayat ve ölüm sahnelerinin, yaratma ve yoktan var etme gerçeğinin gölgesi altında Allah'ın ayetleri hakkında ileri geri söz etmek çok abes ve çirkin kaçmaktadır. Peygamberleri yalanlamak hayret ve nefret verici bir hareket olarak ortaya çıkmaktadır. Onun için bu eyleme, ürpertici bir kıyamet sahnesi biçiminde sunulan korkunç bir tehdit ile karşılık veriliyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 8
69.
Baksana Allah`ın ayetleri hakkında ileri geri konuşan şu tiplere: (tasavvurları) kendilerini hakikatten nasıl da uzaklaştırıyor.[*]
Lafzen, “nasıl yüz çeviriyorlar/uzaklaşıyorlar” -yani, hakikatten: bu örnekte, Allah’ın kudretinin ve yaratıcı gücünün gözlenebilir bütün kanıtlarından. (Muhammed Esed Tefsiri)
70.
Onlar, bu ilahi kelamı ve elçilerimize daha önce gönderdiğimiz mesajları yalanlayan tipler; fakat bu gibiler zamanı gelince (gerçeği) öğrenecekler.
71.
Boyunlarında prangalar ve zincirlerle sürüklenecekler.
72.
Kaynar suyun içine. Sonra da ateşte yakılacaklar.
73.
Sonra da onlara: "Nerede o ortak koştuklarınız?"[*] denilecek.
Ayetteki sorulu cevaplı konuşmalardan, insanların dünyada, ilahlaştırdıkları varlıkların insan olduğu anlaşılmaktadır. Bir insana tapmak için illa da onu bir ilah, bir Tanrı olarak görmek gerekmiyor. Eğer insan, kendisi gibi aciz bir varlığı soyut olarak kendisine çok yakın hissediyorsa, onu kutsayarak kendi dünyasında müstesna bir yere koyuyorsa, ona yüklediği yüce vasıflarla onu insanüstü bir varlık olarak görüyorsa, namazların secdelerinde bile Allah’ı düşünemezken, hayalindeki bu kişinin önünde onlarca kez saygı ile eğiliyorsa o kişiye tapıyor demektir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
74.
(Nerede) Allah ile aranıza koyduklarınız?” Onlar da derler ki: “Bizden ayrıldılar. İşin aslı biz daha önce (kayda değer) bir şeye dua etmiyormuşuz.” Allah, o kâfirlerin sapıklığını işte böyle onaylar[*].
Kafirler, hem Allah’la araya koydukları varlıkların bir güce sahip olmadıklarını bilirler hem de onlardan yardım istemeye devam ederler. Allah da onlara bu suçlarını itiraf ettirir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
75.
İşte, içine düştüğünüz bu durum, yeryüzünde haksız yere övünmenizden ve taşkınlık göstermenizden dolayıdır.[*]
Demek ki bu ayetle beraber Müminun 23/115; “Sizi boşuna yarattığımızı mı sanıyorsunuz?” ayeti bir uyarı olarak alınmalı; insan mal-mülk edinmek, hükmetmek, tüketmek, lüks yaşamak, kariyer yapmak, makam kapmak, gündemde kalmak, prestij kazanmak, reklam olmak, övülmek, parmakla gösterilmek, pohpohlanmak için yaşamamalı. Onun yüksek idealleri, faziletli hedefleri erdemli çalışmaları ve diğer canlılardan onu ayıracak farklı bir hayat tarzı olmalı. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
76.
Girin cehennemin kapılarından; sürekli kalacaksınız içeride. Kibirlenenlerin barınağı ne de kötüymüş!
77.
Sen sabret! Şüphesiz Allah’ın verdiği söz gerçektir. Onları tehdit ettiğimiz azâbın bir kısmını sana göstersek de (ya da göstermeden önce) seni vefât ettirsek de, sonunda onlar bize döndürüleceklerdir.
78.
Andolsun biz, senden önce de elçiler gönderdik. Onlardan kimini sana anlattık, kimini de anlatmadık. Hiçbir elçi, Allâh’ın izni olmadan bir mucize getiremez.[*] Allâh’ın emri geldiği zaman hak yerine getirilir ve işte o zaman (Allâh’ın âyetlerini) boşa çıkarmaya uğraşanlar, hüsrana uğrarlar.
Kur’an’dan anladığımıza göre, her millete ya da kabileye, o toplumun durumuna göre peygamber gönderilmiştir. Fakat Kur’an, hikmetine binaen daha çok Arabistan Yarımadasıyla Mezopotamya (Dicle ve Fırat Nehirleri arasında kalan bölge)’da gönderilen peygamberlerin hayatlarına yer vermiştir. İbrahim 14/11 ve Ra’d 13/38’de olduğu gibi bu ayette de “Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamberin mucize gösteremeyeceği” ifade edilmektedir. Bundan da anlıyoruz ki; mucizeler tamamen Allah’ın takdirindedir ve O’nun fiilidir. O halde mucizeye göre elçilere büyüklük atfetmek ve mucizelerin farklılığından dolayı peygamberler arasında üstünlük kurmak ve ayırım yapmak doğru değildir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 9
79.
Allah, bir kısmına binesiniz diye sizin için en’amı / koyun, keçi, sığır ve deveyi var edendir. Bir de onlardan yersiniz.
80.
O hayvanlarda sizin için daha nice faydalar vardır. Onları binek yaparak, gönüllerinizdeki arzuya ulaşırsınız. Hem onlar üzerinde hem gemiler üzerinde taşınırsınız.
81.
Allah size âyetlerini gösteriyor. Şimdi Allah`ın âyetlerinden hangisini inkâr edersiniz?
82.
Yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin sonu nice olmuş diye bakmıyorlar mı?[*] Öncekiler bunlardan sayıca daha çok, kuvvetçe daha zorlu ve yeryüzündeki eserler bakımından daha üstün idiler. Ama kazanmış oldukları şeyler, kendilerine hiçbir yarar sağlamadı.
Tarihten ders alarak karşılaştırmalar yapmak, insanın öğrenme sürecinin en önemli unsurlarındandır. Bir toplumun geleceğinin şekillenmesi, o toplumdaki bireylerin kendi geçmişlerinden doğru ve faydalı dersler çıkarmalarına bağlıdır. Onun için Kur’an çoğu zaman tarihten örnekler vererek kalpleri onlara doğru çevirir ve insanların geçmişten ders almalarına yardımcı olur. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
83.
Çünkü onlara elçileri hakikatin apaçık delilleriyle geldiğinde, elde tuttukları bir parça bilgiye güvenip küstahça şımardılar:[*] sonunda alay ede geldikleri gerçek kendilerini çepeçevre kuşattı.
Yani onlar, tecrübeye ve gözleme veya tahmine ve çıkarıma dayanarak elde ettikleri veya devraldıkları bilgiden hoşnuttular; ve insanın “kendi kendine yeterli” olduğu ve bu nedenle beşerî kavrayışın ötesindeki bir Güc’ün rehberliğine muhtaç olmadığı şeklindeki küstahça inançları sonucu, peygamberlerin sunduğu her türlü etik ve manevî hakikati inkar ettiler. (Muhammed Esed Tefsiri)
84.
Ve kahredici cezamızı gördükleri zaman "Tek olan Allah`a iman ettik ve O`na ortak koştuğumuz şeylere olan inancımızı reddettik!" dediler.
85.
Fakat kahredici cezamızı gördükten sonra iman etmeleri, onlara hiçbir yarar sağlamadı. Kulları hakkında geçmişten bugüne Allah`ın uygulaması budur: Nitekim inkarı tabiat edinenler orada ve o anda hüsrana uğradılar.