MÜLK / HÜKÜMRANLIK SURESİ

İniş Sırası: 77 • Mushaf Sırası: 67 • Mekki Sure • 30 Ayettir

Fotoğrafçı : Paul Goldstein, Yer : Suffolk, Birleşik Krallık, 16 Şubat 2018

Üstlerinde sıralar halinde uçuşan kuşları, kanatlarını çekerken görmediler mi? Onları, Rahman’dan başka hiç kimse o çizgide tutamaz. Her şeyi gören O’dur. (Mülk 19)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Mutlak hükümranlık elinde bulunan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gücü yeter.
2. Ölümü ve hayatı yaratan odur. Bunlar; hanginiz daha güzel iş yapacak diye sizi yıpratıcı bir imtihandan geçirmek içindir. O Azîz'dir; daima üstündür, Gafûr'dur; çok bağışlayıcıdır.[*]

Mülkün üzerindeki sınırsız egemenliğinin, yönlendiriciliğinin, her şeyi yapacak güçte oluşunun ve iradesinin serbestliğinin bir sonucu da ölümü ve hayatı yaratmış olmasıdır. Ölüm kavramı hayattan önceki dönem ile hayattan hemen sonraki dönemi ifade eder. Hayat kavramı da hem dünya hayatını hem de ahiret hayatını kapsar. Bu ayette vurgulandığı gibi bunları Allah yaratmıştır. Bu şekilde ayeti kerime bu gerçeği insanın düşüncesine yerleştiriyor ve bunların gerisindeki amaç ve imtihan olgusuna karşı uyanık olmalarını sağlıyor. Çünkü ölüm ve hayat meselesi plansız-programsız tesadüfen meydana gelmiş değildir. Aynı şekilde amaçsız boş bir olgu da değildir. Ölüm ve hayat, yüce Allah'ın bilgisinin kapsamında gizli bulunan insanların yeryüzündeki davranışlarının ortaya çıkması, böylece insanların yaptıkları amellere göre karşılık almaları amacına dönük bir sınav aracıdır: "Hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için." Bu gerçeğin insan vicdanında yer etmesi, onun sürekli uyanık, sakınan, günah işlemekten çekinen, gerek gizli niyetlerde gerekse görünür amellerde büyük-küçük her şeye karşı bilincini koruyan bir insan olmasını sağlar. Gafil olmasına veya oyun ve eğlenceye dalmasına izin vermez. Aynı şekilde onun kendine güvenip de hiçbir sorumluluk duymadan, rahat davranmasına da müsaade etmez. Bu ifadeden sonra aşağıdaki değerlendirme cümlesinin yer alması da bu yüzdendir. "O, üstündür, bağışlayandır." Amaç, Allah'ı gözeten, O'ndan korkan kalbe huzur vermektir, güven aşılamaktır. Çünkü Allah üstün iradelidir, galiptir ama Aynı zamanda bağışlayıcıdır, hoşgörülüdür. Kalp uyanık olduğu, bu dünyaya sınanma ve denenme için gönderildiğinin bilincine varıp kötülüklerden sakındığı, korunduğu zaman, Allah'ın bağışlamasına ve rahmetine güvenebilir, onun himayesinde rahata kavuşabilir.

İslam'ın kalplere yerleştirmek üzere tasvir ettiği gerçeğe göre yüce Allah insanları rahmetinden kovmaz, onlara sıkıntı vermez ve onları azaba çarptırmak istemez. Tersine varoluşlarının amacının farkında olmalarını ister. Özleri itibariyle sahip bulundukları gerçeğin düzeyine yaraşır davranışlarda bulunmalarını; yüce Allah'ın bu varlık içinde kendi ruhundan üfleyerek dolayısıyla yarattığı birçok canlıdan üstün kılarak kendilerine bahşettiği onuru tamamlamalarını ister. Eğer bunu gerçekleştirirlerse, engin bir rahmete, büyük bir yardıma, geniş bir hoşgörüye ve birçok günahın bağışlanması durumu ile karşılaşacaklardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

3. Gökleri yedi tabaka halinde yaratan O'dur. Rahman'ın yaratmasında bir düzensizlik göremezsin. Bak bakalım, işleyiş yasalarında bir uygunsuzluk görebilecek misin?
4. Sonra, tekrar tekrar bir daha bak! Gözlerin, bitkin ve aradığını bulamamış bir halde sana geri döner.[*]

Ayet-i kerimenin işaret ettiği yedi kat göklerin anlamını, astronomi ile ilgili teorilere dayanarak kesin olarak belirlemek mümkün değildir. Çünkü bu teoriler, gözlem ve keşif araçları geliştikçe her zaman üzerinde değişiklik yapılmaya veya düzeltmeye açık teorilerdir. Bu yüzden ayetin anlamını her zaman değişikliğe ve düzeltmeye açık bu tür keşiflerle yorumlamaya kalkışmak doğru değildir. Şu halde yedi tane gök olduğunu ve bunların farklı boyutlara sahip tabakalardan meydana geldiğini bilmemiz yeterlidir.

Kur'an-ı Kerim, dikkatleri özelde göklere genelde de evrenin her alanına çekerek yüce Allah'ın yaratmasını insanlara göstermeyi amaçlıyor. Dikkatleri Allah'ın yaratmasına çekerken, bu yaratılışın kusursuz olduğunu vurgulayarak meydan okuyor. Gözler bu kusursuz yaratılışa çaresiz, yorgun, şaşkın ve dehşete kapılmış olarak bakakalır.

"Rahman'ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın." Çünkü bu yaratmada bir boşluk, bir eksiklik, bir karışıklık yoktur. "Gözünü bir çevir bak." Bir kere daha bak, iyice araştırmak, kesin bir sonuç elde etmek için "Bir çatlak görebilir misin?" Gözün bir çatlağa, ya da bir yarığa veya bir bozukluğa ilişebilir mi? "Sonra gözünü iki kez daha döndür bak." Belki de birinci bakışta gözünden kaçan bir şey olur da bu sefer ortaya çıkarmış olursun. Bir daha bak, bir daha bak "Göz aradığı kusuru bulmaktan umudu keserek yorgun ve bitkin bir halde sana döner."

Bu meydan okuma üslubu hiç kuşkusuz göklere ve Allah'ın yarattığı tüm varlıklara bakma meselesine bir ciddiyet, bir önem kazandırıyor. işte Kur'an-ı Kerim'in harekete geçirmek, canlandırmak istediği, bu keskin, araştırıcı, düşündürücü ve irdeleyici bakıştır. Çünkü alışkanlığın neden olduğu uyuşukluk, bu ürpertici, hayret verici, güzel ve ince evrene yönelik bakışın dikkatini dağıtabilir. Oysa göz bu evrenin güzelliğini ve görkemini seyretmeye doymaz. Kalp bu evrenden gelen dolaysız mesajları ve işaretleri algılamaktan bıkmaz. Akıl evrenin düzenini ve ince sistemini düşünmekten yorulmaz. işte evreni böylesine düşündürücü bir gözle seyredenler, göz alıcı, görkemli ilahi bir panayırda yaşarlar. Bu panayırın olağanüstülüğü yıpranmaz, çünkü sürekli gözün, aklın ve kalbin önünde yenilenip durur.

Çağdaş bilimin bazı yönlerini ortaya çıkardığı şekliyle bu evrenin özüne ve kusursuz nizamına ilişkin bazı şeyler öğrenenler dehşete kapılıyor, kendilerin-den geçiyorlar. Fakat aslında bu evrenin görkemini, göz alıcılığını algılamak için böyle bir bilgiye de gerek yoktur. Çünkü sadece çıplak bir bakış ve yalın bir düşünme ile evrenle iletişim kurabilme yeteneğine sahip olması yüce Allah'ın insana yönelik büyük nimetlerinden biridir. Çünkü kalp açık ve gelen sinyalleri karşılamaya hazır olduğu zaman, bu dehşet verici ve göz alıcı güzelliğe sahip olan evrenden gelen mesajları dolaysız algılar. Bu dehşet verici ve şaşırtıcı evrenle ilgili düşüncesiyle ve gözlemiyle bir şeyler bilmeden önce bir canlının bir başka canlı ile iletişim kurması gibi iletişim kurar.

Bu yüzden Kur'an-ı Kerim insanları yalnızca bu evrene bakmaya, evrensel sahneleri ve olağanüstülükleri düşünmeye çağırmakla yetiniyor. Çünkü Kur'an-ı Kerim her çağdaki tüm insanlara hitap eder. Hem ormanda yaşayanlara, hem çölde yaşayanlara, hem şehirlilere, hem de denizlerin üzerinde dolaşanlara hitap eder. Okuma yazmasız halk kitlelerine hitap ettiği gibi astronomi bilginine, tabiat bilginine ve teorisyenlere de hitap eder. Bunlardan her biri kendisi ile evren arasında iletişim kuracak, kalbinde evreni düşünme, algılama ve algıladıklarından haz alma duygularını harekete geçirecek mesajlar bulur Kuran'da.

Bu evrenin yaratılış planında eksiksizlik/kemal olgusu ile birlikte güzellik olgusu da göz önünde bulundurulmuştur. Aslında bunlar bir gerçeğin iki değişik ifadesidirler. Çünkü bu evrendeki eksiksizlik/kemal olgusu güzellik/kemal düzeyine ulaşır. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim dikkatleri göklerin kusursuzluğuna çektikten sonra şimdi de dikkatleri göklerin güzelliğine çekiyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

5. En yakın göğü gezegenlerle süsledik. Orayı şeytanlar için taşlama yeri yaptık ve onlara alevli bir ateş hazırladık.[*]

Gökyüzündeki yıldızların sahnesi güzeldir. Bunda kuşku yok. Hem de kalpleri cezbeden bir güzellik. Sürekli yenilenen, vakitler değiştikçe görüntüsü değişen bir güzellik. Bu güzellik sabah başkadır, akşam başkadır. Bu manzara gün doğumunda başka güzeldir, gün batımın da başka güzeldir. Bu güzellik mehtaplı geceden, karanlık geceye, açık gökyüzünden, sisli bulutlu gökyüzüne göre farklıdır. Daha doğrusu bu güzellik saatine göre, gözlem yerine göre, bakış açısına göre değişir. Ama her an güzeldir, her an çekicidir, her an göz alıcıdır.

Şurada bir kenarda ışıldayıp duran şu küçücük yıldız, tıpkı güzel bir göz gibi sevgiyle parlıyor, adeta insanı yanına çağırıyor.

Şu köşede baş başa vermiş şu iki yıldız, kalabalıktan kurtulmuş, dertleşiyor gibidirler.

Şuraya buraya serpiştirilmiş yıldız kümeleri adeta gökyüzü şenliğinde halka tutmuş gece sohbetine dalmışlardır. Sanki şenlikte el ele tutuşup ayrılan dans eden arkadaşlar gibidirler.

Bir gece yavaş yavaş büyüyen, sessizce gelişen; Bir gece parlayan ve aydınlatan. Bir gece kırılan, küçülmeye başlayan. Bir gece hayata yeniden atılmış gibi doğan. Bir gece ağır ağır yokluğa doğru yol alan şu Ay...

Göz alabildiğine uzanan, boyutları insanın görme duyusunun sınırlarını fersah fersah aşan uçsuz bucaksız şu uzay boşluğu.

Evet gökyüzü her yönüyle, her şeyiyle güzeldir. insanın yaşayabileceği, ruhuna dolduracağı bir güzelliktir bu. Ama bu güzelliği anlatacak söz, onu tanıtacak ifadeler bulmak mümkün değildir.

Kur'an-ı Kerim insan ruhunun dikkatini göklerin çekici güzelliğine, tüm evrenin göz kamaştırıcı güzelliğine çekiyor. Çünkü varlıkların yaratıcısının güzelliğini kavramanın en doğru, en kestirme yolu, varlıkların güzelliğini kavramak-tır. İşte insanı ulaşabileceği en yüce ufka yükselten bu kavrayıştır. Çünkü bu durumda insan kendisini, dünya aleminin ve dünya hayatının kirinden uzak, sınırsız ve güzel bir alemdeki sonsuz hayata hazırlayacak bir noktaya bağlamış olur. Hiç kuşkusuz insan kalbinin en mutlu anları, evrendeki olağanüstü ilahi sanatın güzelliğini doyasıya algıladığı anlardır. Çünkü bu anlar insan kalbini ilahi güzelliğe ulaşmaya, onu içine doldurmaya hazırlandığı anlardır.

ŞEYTAN VE YANDAŞLARI İÇİN ACI SON

Kur'an ayeti, burada yüce Allah'ın dünyaya yakın göğü süslediği lambaların bir başka görevlerinin olduğundan söz ediyor:

"Bunları şeytanlara atılan taşlar yaptık."

Fizilâl'il Kuran'da, yüce Allah'ın bize bir yönünü anlattığı gayba ilişkin konulara herhangi bir eklemede bulunmayıp, Kur'an ayetinin belirlediği sınırın yanında durup ötesine geçmeme kuralına hep bağlı kaldık. Çünkü gündeme getirilen gayba ilişkin meselelerin ispatı için Kur'an-ı Kerim'deki açıklamalar yeterlidir.

İsmi şeytan olan birtakım yaratıkların varlığına inanıyoruz. Bunların bazı nitelikleri Kuran'da anlatılmıştır. Bu tefsirimizde de daha önce bunlardan söz ettik. Bunun dışında bir şey söylemiyoruz ve yüce Allah'ın gökleri süslediği bu lambaları, adı geçen şeytanları kovmak için, bir diğer surede değinildiği gibi delen ve yakan alevli taşlar olarak kullandığına inanıyoruz: "Ve onu itaat etmeyen her şeytandan koruduk:" (Saffat suresi 7) "Ancak meleklerin konuşmalarından bir sözü kapan olursa, onu da delen ve yakan alevli yıldızlar takip eder." (Saffat suresi 10) Ama nasıl? Ne kadar ağırlıkta? Ve ne şekilde? Bütün bunlar yüce Allah'ın hakkında herhangi bir açıklamada bulunmadığı konulardır. Bu tür meselelerde açıklayıcı bilgi edinilecek başka bir kaynak da yok elimizde. Şu halde bu kadarını bilmemiz ve meydana geldiğine inanmamız yeterlidir. Zaten konunun kısa tutulmasında güdülen amaç da budur. Şayet yüce Allah fazla bilgi vermenin, konuyu biraz daha açmanın, ayrıntılara girmenin yararlı olacağını bilseydi hiç kuşkusuz daha geniş açıklamada bulunacaktı. Yüce Allah'ın açıklamasında fayda görmediği bir meseleye, şeytanların taşlanması meselesi ile biz ne diye uğraşalım ki! (Seyyid Kutub Tefsiri)

6. Rab'lerini inkar edenler için de cehennem azabı vardır. Ne kötü bir son!
7. Onlar, [cehennem]e atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı sesi duyacaklar,[*]

Mekâyis’ul-luğa.(s.540) شَهِيقً soluk almak manasına olup zıddı زفير soluk vermek demektir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

8. Neredeyse öfkeden patlayacak... Günahkârların atıldığı her seferinde bekçiler, “Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?” diye soracaklar.
9. “Onlar: “Evet” diyecekler, “aslında bize bir uyarıcı gelmişti, ama biz o’nu(n söylediklerini) yalanladık ve o’na: ‘Allah [vahiy yoluyla] hiçbir şey indirmiş değildir! Siz [kendinizi uyarıcı olarak görenler] büyük bir yanılgı içindesiniz!’ dedik”.[*]

Bu ibâre, Tanrı’nın varlığını inkâr eden Ateizm’i değil, Tanrı’yı kabul etmekle birlikte O’nun mesaj indirdiğini, elçi gönderdiğini, hayata müdahil olduğunu inkâr eden Deizm ve Sekülarizmi de mahkûm eder. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

10. Ve onlar, “Eğer biz” diye ekleyecekler, “[bu uyarıları] dinlemiş olsaydık veya [en azından] kendi aklımızı kullansaydık, [şimdi] yakıcı ateşe müstehak olanlar arasında bulunmazdık!”[*]

Akıl, doğru kullanıldığında, insanı Allah’ın varlığını tanımaya ve böylece, O’nun bütün yaratma eyleminin altında belirli bir planın yattığını anlamaya sevk edecektir. Bu tanımanın mantıkî sonucu, insan hayatını etkileyen ilahî planın bazı yönlerinin -özellikle, doğru ile yanlış arasındaki ayrımın- Allah’ın seçilmiş elçilerine, yani peygamberlere indirdiği vahiy aracılığıyla insana sürekli olarak bildirildiği gerçeğinin kavranmasıdır. Bu, yaratılıştan gelen “Allah ile ahit” ancak, öteki dünyadaki azabı kaçınılmaz bir akibet haline getiren, insanın ruhî geleceği pahasına bozulabilir. (Muhammed Esed Tefsiri)

11. Böylece suçlarını itiraf ederler. O alevli ateş ahalisi için bundan sonrası tam bir perişanlıktır.
12. [Buna karşılık,] kendi kavrayışlarının ötesinde olsa da Allah’tan korku ve ürperti duyanlar için bağışlanma ve büyük bir ödül vardır.
13. Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki O, kalplerde olanı bilir.
14. Yaratan bilmez mi hiç! Latîf'tir O; bütün ayrıntıları bilir ve Habîr'dir; her şeyin iç yüzünden haberi olandır.
15. Yeryüzünü size hizmete hazır, uysal bir binek[*] gibi kılan da O'dur. Haydi öyleyse siz de onun omuzları üstünde rahatça dolaşın. O'nun takdir ettiği rızıklardan yiyin, istifade edin. Ama ölümden sonra dirilip O'nun huzuruna çıkacağınızı da bilin.

Yer uysal bir binek gibi insana hizmet ediyor. Omuzlar atın en hassas azasıdır. Binicisinin omuzuna basmasına pek razı olmaz. Arzın, omuzları üzerinde yürünürse, bunun mânası, onda itaat etmeyen hiçbir tarafın kalmadığıdır. Cenab-ı Allah, barındırdığı milyonlarca tür mahlûkata göre küçücük olan bu dünyayı, onların sayılara sığmayan fertlerine hazırlanmış yüz binlerce çeşit erzak ve ihtiyaç maddeleri ile doldurmuştur. Bu yerküreyi, bir gemi gibi uzay okyanusunda hızla hareket ettirip mevsimlere uğratarak, bahar ve yaz mevsimini, yüz binlerce yiyeceklerle doldurup, her kış erzakı tükenen canlıların, imdadına, erzak gemisi halinde göndermektedir. (Suat Yıldırım Tefsiri)

16. Gökte olanın, sizi yere batırıvermeyeceğinden emin misiniz? O zaman yer sarsıldıkça sarsılır.
17. Yahut gökte olanın üzerinize taş yağdıran (bir fırtına) göndermeyeceğinden emin misiniz? İşte (bu) tehdidimin ne demek olduğunu yakında bileceksiniz!
18. Doğrusu, onlardan önce de yalanlayanlar olmuştu, ama Beni inkâr nasılmış gördüler.[*]

Nekîrî, hem “beni inkâr” hem de “benim inkârım” anlamlarının her ikisini birden içerir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

19. Üstlerinde sıralar halinde uçuşan kuşları, kanatlarını çekerken görmediler mi? Onları, Rahman’dan başka hiç kimse o çizgide tutamaz. Her şeyi gören O’dur.
20. Rahmân’a karşı size yardım edecek olan ordunuz kimdir? İnkârcılar ancak bir aldanış / gurur içindedirler.[*]

Kur'an-ı Kerim bundan önce onları yerin dibine geçirilme ile, önünde taşlar savuran dehşet verici bir kasırgaya tutulma ile korkutmuştu. Yüce Allah'ın intikam alıp köklerini kuruttuğu geçmiş milletlerin acı akıbetlerini hatırlatmıştı. Şimdi ise onlara soru soruluyor: Allah'tan başka kim onlara yardım edebilir? Kim onları Allah'a karşı koruyabilir? Rahmeti bol olan Rahmandan başka kim Rahmanın can alıcı baskınını, karşı konulmaz öfkesini önleyebilir? "Kafirler derin bir gaflet ve aldanma içindedirler." Bu gurur onları, yalancı bir güvenliğe, korumaya ve sahte bir huzura itiyor. Rahmeti bol olan Allah'ın öfkesini ve karşı konulmaz baskınını, iman gibi bir aracı, rahmeti bol olan Allah'ın merhamet etmesini gerektirecek salih bir amel olmaksızın önleyebilecekleri yanılgısına düşürüyor. Öteki mesaj ise, her gün yararlandıkları, ama kaynağını unuttukları, üstelik ellerinden çıkıp kaybolmasından hiç endişelenmedikleri, üstüne üstlük onu azgın bir inatlaşma, burun kıvırma aracı olarak algıladıkları rızk olgusu ile ilgilidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

21. Peki, Allah rızkınızı keserse, size rızık verecek olan kimdir? Doğrusu onlar, azgınlık ve nefretle direnip duruyorlar.
22. Düşünün bir: Yüzükoyun kapanıp yerde sürünen mi varılacak yere daha kolayca ulaşır, yoksa dümdüz yolda düzgün şekilde yürüyen mi?[*]

Yüzü koyun sürünen ifadesi ile anlatılmak istenen, ya gerçekten yüce Allah'ın kendisini yarattığı gibi normal olarak iki ayağı üzerine yürüyeceğine yüzü koyun sürünen kimsedir, ya da yolda yürürken tökezleyip yüzükoyun yere kapanan, sonra tekrar kalkan; ardından yine düşen kimsedir. Bu ikincisi de tıpkı birincisi gibi yorucu, zor ve insanın ikide bir ayağının sürçmesine neden olan bir durumdur. Ve kesinlikle hidayetle, iyilikle ve amaca ulaşma ile sonuçlanmaz. Bu durum nerede, dolambaçsız, sürçmesiz dümdüz bir yolda normal bir insan gibi dosdoğru yürüyen, hedefi de önünde açık ve belli olan birinin durumu nerede?

Birincisi, Allah'ın yolundan sapmış, O'nun yol göstericiliğinden yoksun, O'nun koyduğu evrensel yasalar sistemi ile çatışan, yarattığı varlıkların fıtratına ters düşen bedbaht ve uğursuz birinin durumudur. Bu adam hareketleri ile varlıkların öz yaratılışına ters düşmektedir. Onun gidişinden farklı bir gidiş, onun yolundan farklı bir yol tutmuştur. Bu adam sürekli tökezleyip durur, her zaman yorgun argın düşer ve sonsuza dek sapıklık içinde kalır.

İkincisi, Allah'a giden yolu bulan, O'nun yol göstericiliğinden yararlanan, imanı, hamdı ve Allah'ın yüceliğini vurgulamayı kendine şiar edinen kafilenin izlediği işlek ve kullanışlı yolda Allah'ın koyduğu evrensel yasalar sistemi doğrultusunda hareket eden mutlu ve şanslı birinin durumudur. Kuşkusuz bu yolu izleyen iman kafilesi, aralarında canlılar ve eşyalarda olmak üzere şu varlıklar aleminin oluşturduğu kafiledir.

İman esasına dayalı hayat, kolaylıktır, dengeli harekettir, doğru yolda yürümedir. Küfür hayatı ise, zorluktur, ikide bir tökezleyip düşmektir, sapıklıktır. Peki bunlardan hangisinin tuttuğu yol doğrudur? Acaba bu soruya cevap vermeye gerek var mıdır? Hiç kuşkusuz bu soruyu sormanın amacı gerçeği ifade etmek, istenen cevabı almaktır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

23. De ki “Sizi var eden; size dinleme, ileri görüşlü olma (basiret) özelliği veren ve gönüllerinizi[*] oluşturan O’dur. Görevlerinizi ne kadar az yapıyorsunuz!”

Günümüz ilminde İnsan, düşünen veya konuşan canlı diye tarif edilir. Hâlbuki Kur’ân’da kuşların ve karıncaların konuşmalarına ve akıllarını kullanarak yaptıkları işlere yer verilir. Bu ve benzeri âyetlere göre insanın temel farkı, kulaklarında, gözlerinde ve gönlünde olandır. Gönül, kalp diye de adlandırılır. Gözler ve kulaklar kalbin danışmanıdır. Göz doğruları görür, kulak doğruları dinler. Akıl ise ayrı bir organ değil, yanlışları ayıklama işlemidir. Kalp, menfaatlerin, beklentilerin veya özentilerin etkisiyle, akıl süzgecinden geçen bilgileri ya kabul veya reddeder. İnsanı diğer varlıklardan farklı yapan şey ruhudur. İnsanın kişiliğini belirleyen bu ruhtur. İmanın, kalp ile tasdik şartına bağlanması da bundandır. Yoksa peygamberlerin söylediklerinin doğru olduğunu herkes bilir. Ama kendini bir düşünce ve anlayışa esir edenler, o doğruları görmek veya duymak istemezler. Asıl körlük ve sağırlık budur. Kâfir, örten demektir. Bunlar gerçekleri sürekli örtmeye çalışan kimselerdir. Örtecek bir şey yoksa örtme yani kâfirlik de olmaz. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

24. De ki: “Sizi yeryüzünde yaratıp çoğaltan O’dur; ve [yeniden dirildiğinizde] O’nun huzurunda toplanacaksınız”.
25. Diyorlar ki “Bu vaat (dirilme) ne zaman olacak? Doğru söylüyorsanız başımıza getirin.”[*]

Bu, kuşku içinde kıvranan bir insanın sorusudur. Ayrıca demagoji yapan bir inatçı da böyle bir soru sorabilir. Çünkü bu vaadin gerçekleşeceği zamanı bilmek bu vakti ne öne alır ne de erteler. Bu vaadin ne zaman gerçekleşeceğini bilmenin onun gerçekliği ile de bir ilgisi yoktur. İmtihandan sonra her şeyin karşılığını göreceği bir günün geleceğine ilişkin gerçek değişmez. Onlar açısından o günün yarın gelmesi ile milyonlarca yıl sonra gelmesi arasında bir fark yoktur. Önemli olan o günün kesinlikle gelecek olmasıdır, o gün bir araya gelip toplanacak olmalarıdır. Dünya hayatında yaptıklarının karşılığını o gün alacak olmalarıdır önemli olan.

Bu yüzden yüce Allah o günün ne zaman geleceğini hiç kimseye bildirmemiştir. Çünkü onu bilmelerinde kendileri açısından bir yarar yoktur. Ayrıca bugünün ne zaman gerçekleşeceğini bilmenin o güne hazırlık olsun diye insanlardan yerine getirilmesi istenen yükümlülükler üzerinde de bir etkisi olmaz. Tersine o günün vaktini bütün insanlardan gizlemek ve bu güne ilişkin bilgiyi sadece Allah'a özgü kılmak insanlar açısından daha yararlı ve daha yerinde bir karardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

26. De ki: “O bilgi yalnızca Allah katındadır. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.”
27. Ama onu (azabı) yakından gördükleri zaman, inkâr edenlerin yüzleri kararacak ve (kendilerine): İşte sizin isteyip durduğunuz budur! denecektir.
28. De ki: “Hiç düşündünüz mü? Allah beni ve benimle beraber olanların ölümünü takdir etse ya da bize rahmet edip (yaşatsa: ikisi de hayırdır).[*] Fakat (söyler misiniz), siz inkârcıları acıklı bir azabın pençesinden kim kurtaracak?”

Yani: Biz yaşasak da ölsek de bizim için hayırdır. İyi bir insanın ömrünün uzaması, iyiliklerini artıracağı için “rahmet”tir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

29. De ki: “(İşte kurtaracak olan) O Rahmân’dır! Biz O’na iman ettik ve O’na güvendik. (Size gelince:) kimin apaçık bir sapıklıkta olduğunu günü gelince öğreneceksiniz.”
30. De ki: “Hiç düşündünüz mü? Eğer suyunuz (yeryüzünden) tamamen çekiliverse, size tertemiz kaynak sularını kim getirecek?”[*]

Su hayattır, su canlıdır, su âyettir: hayat en büyük âyettir. Bu âyetlerin indiği tarihte bir gün gelip insanlığın yeryüzünün su rezervlerini hoyratça tüketeceği, ırmakları kurutacağı, denizleri kirleteceği kimsenin hayaline dahi gelmezdi, ama oldu. Bu âyet Kur’an’ın gaybî ihbarlarından sadece biridir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)