MÜDDESİR / İÇİNE KAPANAN SURESİ

İniş Sırası: 4 • Mushaf Sırası: 74 • Mekki Sure • 56 Ayettir

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Sen ey içine kapanan kişi![*]

Zımnen: İçine kapanıp yatan, uzlete çekilen kişi... Muddessir kelimesinin türetildiği tedessera fiili, “alta alınan şey” ile ilgilidir. Hatırlanacağı gibi Muzzemmilin türetildiği tezemmele de “üste alınan şey” ile ilgiliydi. “Erkek devenin dişi deveyi altına almasına” tedessera’l-fahlu’n-nâkate denilir. Tedessera’r-raculu feresehû, “Adam atına bindi” demektir. Mecazen sahibi sırtına bindiği için, ed-desr “çok mal” demektir. Yine hadiste geçen zehebe eshabu’d-dusûri bi’l-ucûr (Mal sahipleri ecrin tamamını alıp götürdü) hadisi de bu anlamı teyit eder (Mekâyîs ve Müfredât). Kelime bu yatağı izleyerek “değerin üzerine binmeyi, uzanmayı” ifade eder. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

2. Kalk ve (insanları) uyar![*]

“Çünkü sen muhteşem bir ahlâka/yaratılışa sahipsin” (68:4) ile birlikte bu âyetin zımnî vurgusu şudur: Ey yatan iyi! Yatan iyi olmak yetmez! Kalk ve uyar ki, iyilik de ayağa kalksın! (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

3. Rabbini tekbir et (O’nun büyüklüğünü an) [*]

Müslüman hayatının kodlarından olan tekbir (Allahu Ekber) bu emrin dile gelişidir. Ekber ism-i tafdil olarak “en büyük”, sıfat olarak tazim ve tekrim vurgusuyla “tek büyük” veya “büyüklükte eşsiz” anlamına gelir. Tekbirde sıfat mânası daha uygundur. Bu âyet namazdaki tekbire delâlet etse gerektir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

4. Elbiseni temiz tut![*]

Arapçada bir kimsenin ayıplardan ve kötü ahlâktan temiz olduğunu bildirmek için fülânün tāhiru’s-siyâbi ve tāhiru’l-ceybi ve’z-zeyli ve’l-erdâni (Falancanın elbiseleri temiz, yakası, etekleri ve yenleri temizdir) denir. Hâin ve güvenilmez kimse için de fülânün denisü’s-siyâbi (Falancanın elbisesi kirlidir) denir. Bu, elbisenin insana dokunup devamlı onunla beraber olması ve onu kuşatması sebebiyledir. Bundan dolayı “elbise” ile insanda bulunan ve ondan hiç ayrılmayan huylar kastedilmiştir. Dikkat edersen, Araplar; a‘cebenî Zeydün ‘akluhû ve hulukuhû (Zeyd, yani aklı ve ahlâkı hoşuma gitti) dedikleri gibi şöyle de derler: A‘cebenî Zeydün sevbühû (Zeyd, yani kisvesi [ahlâkı] hoşuma gitti) Aynı şekilde el-mecdü fî sevbihî (Şeref onun elbisesindedir), el-keramu tahte hulletihî (Değer / cömertlik; onun elbisesinin altındadır) ifadelerini de kullanırlar. Çünkü genelde içini temizleyip arındıran bir kişi, dışının temizliği ve arınmasına da özen gösterir; her hususta mutlaka pislikten kaçınır ve temizliği tercih eder. (Zemahşeri Tefsiri)

5. Pislikten uzak dur.[*]

Peygamberimiz, peygamber olmadan önce bile müşriklikten ve azaba çarpılmayı gerektirecek iğrençliklerden uzak durmuştu. Sağlıklı fıtratı bu tür bir sapıklığı, böylesine lekeli bir inanca kapılmayı, bu çeşit ahlâk bozukluklarını ve kirli gelenekleri reddetmişti. Onun hiçbir cahiliye uygulamasına katıldığı görülmemiştir. Buna rağmen kendisine niçin bu direktif veriliyor? Amaç barış ve uzlaşma kabul etmez bir farklılığı, bir saf ayrımını açık açık duyurmaktır. Çünkü islam yolu ile müşriklik akımı, hiçbir noktada buluşmayan iki ayrı yoldur. Bunun yanısıra bu direktifle sözkonusu iğrençliğin kirinden uzak durma yönünde duyarlı bir bilinç oluşturma amacı da güdülmüştür. Ayetin orjinalinde geçen "rics" sözcüğü aslında "azab" anlamındayken zamanla azaba uğramayı gerektiren davranışlar anlamını kazanmıştır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

6. Yaptığın iyiliği çok görme.[*]

Veya: “(Allah için) yaptığın iyiliği çok görme!” el-Mennu, yardım edenin yardım alana iyiliğini hatırlatması, bir tür baş kakıncı yapması. Zemahşerî, Hasan Basri’nin okuyuşuna dayanarak şöyle der: “Hasan Basri bunu vela temnun testeksiru şeklinde lafzen merfu fakat hal olmak üzere mahallen mansub okumuştur. Yani “çok görerek verme; verdiğini çok sanarak verme” veya “daha çoğunu umarak vermezlik etme” anlamına gelir. Bu âyet istiksârı yasaklar. İstiksâr, bir kimsenin daha fazlasını alma beklentisiyle vermesidir. Bu mantığı “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” sözü iyi özetler. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

7. Rabbin için sabret.
8. Sûr'a üflendiği zaman.
9. İşte o gün çok zor bir gün olacak,
10. Hele kâfirler[*] için; hiç de kolay olmayacak!

Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)

11. Bana bırak yalnız yarattığım[*] o kişi[yle uğraşma]yı,

وَحِيدًا   kelimesi “Allah”ın hâlidir ve iki anlama gelir. 1) Beni onunla baş başa bırak, çünkü ondan senin intikamını almaya Ben yeterim, başka cezalandırıcılara gerek yok! 2) Onu ben tek başıma yarattım; onu yaratırken hiç kimse bana ortak olmadı. Veya mahlûktan hâl olup “Onu tek başına, yalnız olarak yarattım; ne malı vardı, ne de evlâdı.” anlamındadır. Tıpkı “İşte, Bize; sizi ilkin nasıl yarattıysak aynen öyle (yapayalnız ve teker teker) geldiniz…” [En‘âm 6/94] âyetindeki gibi.

Bu âyetin Velîd b. Muğîre el-Mahzûmî (v. 1/622) hakkında indiği söylenmiştir. O kavmi içinde vahîd (bir tane) diye lakaplandırılırdı... Belki de âyetin inişinden sonra bu şekilde lakaplandırılmıştır. Daha önce lakaplandırıldıysa, âyet onunla ve lakabıyla alay etmekte; onu liderliği, zenginliği ve dünyalıkta ileri oluşu sebebiyle kavminin ‘bir tane’si olarak görüp medh ü senâ etme yönündeki maksatlarını yerme ve ayıplamaya çevirmektedir. Bu da şöyledir: O tek başına yaratıldı; ne malı ne de evlâdı vardı; bunları ona Allah verdi, ancak o Allah’ın nimetlerine nankörlük etti, ona şirk koştu ve diniyle alay etti. (Zemahşeri Tefsiri)

12. Ona ardı arkası kesilmeyen mallar,[*]

مَّمْدُودًا   (nice), yaygın, çok demektir. Veya (malların) artıcı özelliği ile desteklendi, zenginliği daimi kılındı anlamındadır. Bu mâna medde’n-nehru ve meddehû nehrun âharu (Nehrin suyu arttı; onu başka bir nehir artırdı.) şeklindeki kullanımdan alınmıştır. Rivayete göre Velid’in ekili arazileri, sağmal hayvanları ve ticarî faaliyetleri varmış. İbn Abbas’tan (v. 68/688) rivayet edildiğine göre; bu mallar, Mekke ile Tāif arasında bulunan farklı türlerdeki mallar imiş. Onun Tāif’te bir bahçesi olduğu ve meyvelerinin yaz kış hiç kesilmediği söylenmiştir. Bin, dört bin, dokuz bin veya bir milyon miskal (parası) olduğu söylenmiştir. İbn Cüreyc (v. 150/767) bahçelerinden her ay ürün alabildiğini söyler. (Zemahşeri Tefsiri)

13. Yanından ayrılmayan oğullar verdim.[*]

وَبَنِينَ شُهُودًا   (sürekli yanında olan oğullar) yani Mekke’de kendisiyle beraber duran çocuklar verdim; herhangi bir iş ve ticaret için yanından ayrılmazlardı, çünkü babalarının nimetlerinin bolluğu onlara yeter, kazanmaya ve kendi maişetlerini temine ihtiyaç hissetmezlerdi. O evlatlarıyla birlikteydi; kalbi onların yokluğuyla ve seferin tehlikelerine muhatap olacakları kaygısıyla meşgul olmuyor, ayrılıkları ve özlemleriyle mahzun olmuyordu. شُهُودًا   şu anlamda olması da mümkündür: Oğulları toplantı yerlerinde ve mahfillerde kendisiyle birlikte hazır bulunur; herhangi bir muhakeme olduğunda şahitliklerine başvurulurdu.

Mücâhid’den (v. 103/721); Velîd b. Muğîre’nin on çocuğu olduğunu söylediği nakledilmiştir. On üç olduğu da söylenmiştir; yine, tamamı erkek yedi kişi oldukları da söylenmiştir: Velid b. Velid, Hâlid, Umâre, Hişâm, Âs, Kays, Abdüşems. Bunların üçü müslüman olmuştur: Hālid [bin Velîd (r.a.)], Hişâm ve ‘Umâre. (Zemahşeri Tefsiri)

14. Her şeyi önüne serdim.[*]

“Önüne serdikçe serdim...” Ona geniş bir makam ve kavmi arasında lider olma nimeti verdim, mal ve makam nimetlerinin ikisini de birbirini tamamlamak üzere ona verdim ki bunların bir araya gelmesi dünya ehline göre kemaldir; nimetlerin zirvesidir. Nitekim edâma’llāhu te’yîdeke ve temhîdeke (Allah sana olan destek ve ihsanını daim eylesin!) derler ve makam ve çevresinin artmasını kastederler. Velîd, Kureyş’in şereflilerinden ve büyüklerinden idi; bu sebeple vahîd (bir tane) ve reyhânetü Kureyş (Kureyş’in ballısı) diye anılırdı. (Zemahşeri Tefsiri)

15. Üstelik o bunu daha da artırmamı umuyor.[*]

“Hâlâ daha istemekte!..” ifadesi onun tamah ve hırsının hedefine ulaşamayacağını ve yanlış bir şey olduğunu bildirmektedir; yani ona verilen zenginlik ve bolluk daha fazla artırılmayacaktır. Rivayete göre “Muhammed doğru söylüyorsa, cennet ancak benim için yaratılmıştır” dermiş!.. (Zemahşeri Tefsiri)

16. Asla, çünkü o, ayetlerimize karşı inatçı oldu.[*]

“Asla!” ifadesi onu azarlayarak isteğinin olmayacağını bildirmek, ümidini ve tamahını kırmak içindir. “Çünkü âyetlerimize inatla direnmekte!” Yeni bir cümle ile isteğinin neden yerine getirilmeyeceği bildirilmektedir. Sanki biri “Niçin artırılmayacak?” demiş de ona şu şekilde cevap verilmiştir: “Çünkü nimeti verenin âyetleri karşısında inat etti ve böylece O’nun nimetlerine nankörlük etti! Nankör ise (nimetin) artırılmasını hak etmez!” (Zemahşeri Tefsiri)

17. [Bu nedenle] onu acı veren çetin bir yokuşa süreceğim![*]

Sa‘ûd (lafzen, “yukarı çıkmak” veya “yokuş tırmanmak”) terimi urhikuhû (“onu dayanması için zorlayacağım/süreceğim”) fiili ile birlikte kullanıldığında aşırı derecede zor, acı veren veya sıkıntılı bir işi anlatır. Yukarıdaki bağlamda, insanın bu dünyada manevî/ahlakî ve ruhî hakikatleri “Allah’ın mesajlarını” bilinçli olarak ihmal etmesinin kaçınılmaz sonucu olan ve onun öteki dünyadaki ruhî gelişmesini engelleyecek olan fıtrî safvetin kaybına -ve dolayısıyla, bireysel ve sosyal bunalımlara- bir işarettir. (Muhammed Esed Tefsiri)

18. Zira o düşündü, ölçtü, biçti.[*]

“Çünkü düşündü.” ifadesi, tehdidin sebebini bildirmektedir. Âdeta, Allah; inadı sebebiyle zenginlikten sonra fakirlik vererek, izzetten sonra da dünyada zelil kılarak tehdidi hemen gerçekleştirmiştir. Âhirette ise -düşünerek, Kur’ân’a sihir demekle inatta zirveye, son noktaya ulaştığı için- azabın en şiddetlisi ve en korkuncu ile cezalandırılacaktır! (Zemahşeri Tefsiri)

19. Kahrolası nasıl da ölçtü, biçti.[*]

“Nasıl da ölçtü biçti kahrolası!” ifadesi, onun ölçüp biçmesine, insanları iknâ etmesine ve Kureyş’in meylettiği hedefi vurmasına hayret ettirmektedir. Veya alay etme maksatlı bir övgüdür. Veya ( Kureyş’in) kutile keyfe kaddar (Nasıl da ölçtü biçti, kahrolası!) diye tekrar edip durdukları bir sözü nakletmektir. Böylece (Velid’in) ölçüp biçmesini beğenmeleriyle ve onun sözünü büyük görmeleriyle alay edilmiş olur. Katelehu’llāhu mâ eşca‘ahû ve ahzâhu’llāhu mâ eş‘arahû1 diyen kimsenin sözü şu anlamı hissettirir: O öyle bir seviyeye ulaştı ki bu konuda ona haset edilmesi ve haset eden kimsenin bu sözlerle ona beddua etmesi normaldir.

Rivayete göre Velîd, Mahzûm oğullarına: “Vallahi az önce Muhammed’den öyle bir söz işittim ki insanların sözlerinden de cinlerin sözlerinden de değildi. Öyle bir tatlılığı, öyle bir revnak ve güzelliği vardı ki sormayın! Üst tarafı bol meyveli, alt tarafı verimli ve bereketli! Mutlaka üstün gelir, kesinlikle yenilmez!” demiş... Bunun üzerine Kureyşliler; “ Velîd de dinden çıktı vallahi!.. Allah’a ant olsun ki artık bütün Kureyş dinini değiştirir!” demişler. Ebû Cehl “Siz bu işi bana bırakın!” diyerek, hüzünlü bir edâ ile Velîd’in yanına oturmuş ve onun hamiyetini kabartacak şekilde konuşmuş. Velîd de kalkıp Kureyşlilerin yanına gelmiş ve; “Muhammed’in cinli olduğunu söylüyorsunuz; siz hiç onun boğulduğunu, nefesinin daraldığını gördünüz mü?! ‘Kâhin!’ diyorsunuz; hiç onun kâhinlik yaptığını gördünüz mü? ‘Şair’ diyorsunuz; hiç onun şiire daldığını gördünüz mü? ‘Yalancı’ diyorsunuz; hiç onun yalana benzer bir söz söylediğine tanık oldunuz mu?” diye sormuş. Her bir soruya: “Hayır, kesinlikle!” cevabını veriyorlarmış. Sonra; “Peki ne öyleyse bu!?” demişler. Velîd bir müddet düşünüp; “Sihirbazdan başka bir şey değil! Görmüyor musunuz, adam ile karısının, çocuğunun ve kölelerinin arasını ayırıyor. Onun sözleri Müseylime ve Bâbil ehlinden naklettiği sihirden başka bir şey değil!” demiş. Bunun üzerine meclis sevinç çığlıklarıyla çınlamış. (Velîd’in) sözünden hoşnut olarak ve (üstün zekâsına) şaşırmış bir vaziyette dağılmışlar (Zemahşeri Tefsiri)

20. Ah kahrolasıca, ne biçim ölçtü biçti!
21. Şöyle bir bakındı.
22. Sonra suratını astı ve kaşlarını çattı.
23. Sonra da arkasını dönüp büyüklendi.
24. Ve şöyle dedi: "Bu sadece öğretile gelen bir sihirdir.
25. Bu, sadece bir insan sözüdür."[*]

Velîd, aslında Kur’ân’dan çok etkilenen, meşhur bir edip idi. Kur’ân’ın, beşer üstü bir taraftan geldiğini de vicdanında hissediyordu. Fakat toplumdaki itibarını kaybetmemek için, Kur’ân hakkında ne diyeceğini şaşırmış, sonunda onun olağanüstü etkisini “büyü” diye nitelendirmişti. (Suat Yıldırım Tefsiri)

26. Onu Sekar’a[1*] yaslayacağım.[2*]

[1*] Nüzul sürecinde Cehennem’den Sekar adıyla ilk burada söz edilir. Kelime, Kamer 48’de bir kez daha görülür ve yerini cehennemin diğer isimlerine bırakarak kullanımdan çekilir. “Ateşle kızarmak, ateşi yansıtmak” köküne nisbet edilir (Mekâyîs ve Müfredât). Sekar’la 29. âyetteki levvâhanın anlam alanı şaşırtıcı bir biçimde örtüşmektedir (Bkz: 29. âyetin 21 nolu notu).

[2*] el-Islâ’: “yakmak için yaslamak” veya “yanmak için yaslanmak”. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

27. Sekar’ın ne olduğunu sen ne bileceksin?
28. O ne yaşatır, ne de (ölüme) terk eder,
29. İnsan için tablolar / levhalar / ekranlar sunandır o.[*]

Levvâha’nın türetildiği lâha fiili “yansıttı, parladı, gördü, gösterdi, rengini belli etti” demektir. Serap, deniz ve havaya da yansıtan özelliği nedeniyle levha denir (Mekâyîs). Levh, “parlak ve düz satıh” anlamına geldiği gibi, “acıdan dolayı bir şeyin özündeki değişiklik” anlamına da gelir. Zımnen: Cehennem maskeleri yakacak ve emanet edilen ruhunu ne hale getirdiğini insana açık bir biçimde gösterecektir. Özetle: insan, kendine verdiği zararı cehennem ekranında seyredecektir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

30 Üzerinde on dokuz vardır.[*]

Buradaki 19 rakamı, bir sonraki ayet gereği cehennemi işleten meleklerin sayısıdır. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

31. O ateşin yöneticilerini[1*] meleklerden başkası yapmadık. Sayılarını da sırf kafirler için bir imtihan sebebi yaptık. Böylece kendilerine kitap verilenler kesin kanaate varır; müminlerin güvenleri artar, kendilerine kitap verilenler ile müminler kuşkuya düşmezler. Kalplerinde hastalık olanlarla[2*] kafirler de “Allah bu örnekle ne demek istiyor?” derler. Allah, sapıklığın gereğini yapanın sapıklığını onaylar, doğru yolda olmanın gereğini yapanı da yola getirir. Allah’ın ordularını kendi dışında kimse bilmez. O (Kur’an), tüm insanlık için doğru bilgiden başkası değildir.

[1*] “Ateşin yöneticileri” diye meal verdiğimiz kavram, ashab’un-nâr’dır. Ashab = أَصْحَابٌ, sahib = صاحب kelimesinin çoğuludur. Sahib, bir şeyden ayrılmayana denir.

[2*] Bunlar münafıklardır. Allah Teala bunlarla ilgili olarak şöyle buyurur: Kimi insanlar da “Allah’a ve ahiret gününe inandık” derler; ama inanıp güvenmezler. Allah’a ve müminlere karşı oyun kurmaya çalışırlar. Onlar oyunu, sadece kendi aleyhlerine kurarlar da farkına bile varmazlar. Kalplerinde, (kâfirliklerinden dolayı) bir hastalık oluşur; Allah onlara bir hastalık daha (yalancılık hastalığını da) ilave eder. Yalan söylemelerine karşılık hak ettikleri ise içlerini acıtan bir sıkıntıdır.” (Bakara 2/8-10) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

Bu "sakar" cehenneminin "on dokuz" güvenlik görevlisi vardır. Bu "on dokuz" rakamı sert ve acımasız meleklerin birey olarak sayısı mıdır, yoksa bu meleklerin oluşturduğu safların sayısı mıdır, yoksa cehennem güvenliği ile görevli meleklerin türleri ve kategorileri midir, bilmiyoruz. Sadece şunu biliyoruz: Bu sayı, yüce Allah'ın verdiği bir bilgidir ve onu neden verdiği aşağıda açıklanacaktır.

Müminler, yüce Allah'ın bu konuda verdiği bilgiyi, Rabblerine güvenen, Rabbi karşısında gerekli edebi takınan kullara yaraşır bir teslimiyetle karşıladılar. Yüce Allah'ın sözünü ve verdiği bilgiyi tartışma ve demogoji konusu yapmadılar. Müşrikler ise bu sayısal bilgiyi, imandan yana boş kalplerle, yüce Allah'a saygı duygusundan uzak bir küstahlıkla karşıladılar. Bu durumlarda gereken ciddiyeti göstermediler. Tersine bu açıklamayı alaya, maskaraya aldılar. Onu gırgır ve dalga geçme konusu yaptılar. Bu küstahlığın sonucu olarak aralarından biri "Sizin her onunuz bucehennem görevlilerinden birinin hakkından gelemez mi?" dedi. Bir diğeri "Ona gerek yok. Siz hep birlikte onlardanbirinin hakkından gelin, gerisinin tümünün hakkından ben tek başıma gelirim" dedi. Kısacası onlar bu yüce açıklamayı, böylesine körelmiş, gerçeğe kapalı ve bomboş ruhlarla karşıladılar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 2
32. Hayır, hayır! Andolsun aya,
33. Dönüp gittiği zaman geceye,
34. Ağarmakta olan sabaha ki
35. Şüphesiz o Sekar, büyük felâketlerden biridir.
36. İnsanlar için bir uyarıcıdır.
37. İçinizden aşırılık eden veya iyilikten geri kalanlar için uyarıdır.[*]

Şâe = شاء fiilinin kökü, “bir şeyi var etme” anlamında olan şey =شيء’dir (Müfredât). Nesnesine göre anlamı değişir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

Gerek yeminin kendisi, gerek içeriği ve gerekse bu şekilde üzerine yemin edilen gerçekler, bütün bunlar insan kalbine sert darbeler indiren ağır dokunuşlardır. Bu vuruşlar bir yandan kıyamet borusunun yüksek frekanslı çınlayışları ve bu çınlamaların bilinçte meydana getirdiği dalgalanmalarla, öbür yandan surenin başındaki "Ey örtüye bürünerek saklanan Muhammed!" çağrısının melodisi ile öte yandan da "Kalk da uyar" komutunun gürlemesi ile ahenkli bir bütün oluşturmaktadırlar. Zaten surenin havasına çınlamalar, darbeler ve iç dalgalanmaların titreşimleri egemendir.

Bu son derece önemli ve çarpıcı mesajların ışığı altında herkesin kendinden ve kendine karşı sorumlu olduğu açıklanıyor, insanlar yollarını ve geleceklerini seçmek üzere serbest bırakılıyor; insanın öz tercihi ile yapacağı işlerden sorguya çekileceği, davranışlarının ve suçlarının tutsağı olduğu bildiriliyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

38. Her insanın (akıbeti) kendi kazandıklarına bağlıdır;
39. Doğrulardan yana olanların hali başkadır.[*]

“(O zaman) Siz, üç sınıf olursunuz: (Birincisi) uğurlular sınıfıdır. Ne mutlu o uğurlu olanlara!(İkinci sınıf) uğursuzlardır. Ne yazık o uğursuzlara! Bir de önde gidenler (sınıfı) var; hep önde gidenler!” Bkz. Vakia 56/7-10 (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

40/41. Onlar cennetlerde olacaklar ve oradan suçlulara soracaklar.
42. "Sizi sekara sürükleyen neydi?"
43. Cehennemlikler diyecekler ki: “Biz Hak’tan yana olanlardan / kulluk edenlerden değildik.[*]

“Musallin” kelimesini “namaz kılanlar” anlamında değil de “Hak’tan yana olanlar, insanca yaşamaya çalışanlar, sorumluluklarını bilinçli şekilde yerine getirenler” anlamında kullanmak daha doğru olacaktır. Çünkü bu sure peygamberliğin ilk yıllarında nazil olmuş ve namaz mü’minlere henüz farz kılınmamıştı. Namaz, bu sûrenin gelişinden yaklaşık on sene sonra farz kılınmıştır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

44. Yoksullara yedirmezdik.
45. Boş şeylere dalanlarla dalar giderdik.
46. Hesap verme gününü inkar ederdik.
47. Sonra da bu halimiz ölüm bize gelinceye kadar devam etti.
48. Şimdi bunlara hiçbir şefaatçinin şefaati fayda vermeyecektir.[*]

Şefaatin ilk kullanıldığı yer. Kur’an’daki şefaatle ilgili 25 âyetin tümü olumsuz formda gelir (Ayrıntı için bkz: 39:44, not 5). Bu konudaki âyetlerin bütününden çıkarılan sonuç şudur: Mutlak anlamda şefaat yalnızca Allah’a aittir (39:44). Allah, zatına ait olan bu yetkiyi, razı olduğu kimseler aracılığıyla, affetmeyi istediği kimseler için kullanır. Bu tıpkı şuna benzer: Bir ödülü takdir ettiği birine veren yüce makamın sahibi, ödülü hak edene takdim etme işini dilediği birine verebilir. Ödülü hak eden kimsenin ödülünü aracı bir kimseden alması ödülün sahibinin o olduğu anlamına gelmez. Ödülü takdim eden kişi, sadece bir aracıdır. Şefaat “çifte” (şef’) katlanmış bir ödül tevdiidir. Ödülün sahibi Allah’tır, ödülü vermesi istenen kişi de ödül verilen kimse gibi Allah tarafından onurlandırılmıştır. İnsan tercihine açık atıf yapan 37, 38 ve 43-47. âyetler ışığında anlaşılmalıdır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

49. Şu halde o öğüt ve uyarıdan yüz çevirmekle ellerine ne geçecek?
50. Onlar ürkek yaban eşeklerine benziyorlar;
51. aslanlardan ürküp kaçan.[*]

Hakikatten ve kendinden kaçma, dahası Allah’tan kaçma çabasının sembolik anlatımı. Zımnen: Dostla düşmanı ayırt edemiyorlar. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

52. Bu beyler, bu öğütle yetinmeyip, üstelik her biri kendisine mahsus özel kitap, özel ferman isterler!
53. Hayır (herkese kitap verilmez) Aslında onlar ahiretten korkmuyorlar.
54. Hayır hayır, o (Kur’an) akılda tutulması gereken bilgidir.
55. Gerekeni yapan herkes o bilgiyi kafasına yerleştirir.
56. Allah gerekli desteği vermezse[*] kimse bu bilgiyi kafasına yerleştiremez. Destek verdiği kişi de Allah’a karşı yanlış yapmaktan kaçınan ve affedilmeyi hak edendir.

Şâe = شاء fiilinin kökü, “bir şeyi var etme” anlamında olan şey =شيء’dir. Özne Allah ise “gereğini yarattı” anlamına gelir. (Bkz. Müfredât). Burada yaratılması beklenen şey, o bilgiyi kavrama gücüdür. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)