Sure adını üçüncü âyette geçen, “merdiven, çıkılacak yer, yükselme derecesi” anlamındaki mi‘rec (ma‘rec) kelimesinin çoğulu olan meâricden almıştır.
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Biri çıkıp gelecek azabı sordu.[*]
Bir kısım müfessirler “azabı sordu” anlamı verirken diğer bir kısmı ise, Seele fiilinin öteki mânasını esas alarak “Azabın gelmesini istedi” demişlerdir. [8,32; 67,24-27; 10,46-48] âyetleri de bu ikinci mânayı destekler. Zira kâfirler tehdit edildikleri azaba, daha doğrusu Peygambere inanmadıkları için “azap gelsin de görelim!” demek, kendilerine kolay geliyordu. (Suat Yıldırım Tefsiri)
2.
Kafirlerin[*] başına gelecek olan, kimsenin de engelleyemeyeceği azabı...
Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)
3.
Mearic[*] sahibi Allah tarafından.
MEÂRİC, Mirâc gibi veya aynı anlamda mim harfinin kesresi ile "minber" kalıbında "mi'rec" veya mimin üstünü ile "menhec" kalıbında "ma'rec" kelimelerinin çoğuludur. "Uruc" ve "Suud", yani aşağıdan yukarıya çıkma aletleri, merdivenler ve asansörler, yahut çıkılacak dereceler, mertebeler, yükseklikler demektir. "Zi'l-meâric" de bunların sahibi demek olur. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
4.
Süresi elli bin yıl olan bir günde /zaman diliminde[1*] melekler ruhlarla birlikte[2*] ona yükselir.
[1*] Gün kelimesi zaman dilimi anlamına da gelir (Müfredat) Kur'ân'da kamerî yıl esas alınır (Tevbe 9/36). Bir kamerî yılın uzunluğu bazen 354 bazen de 355 gündür. Ortalaması 354,5 gün eder. Allah’a göre bir gün, bize göre bin yıl (Hac 22/47, Secde 32/5) olduğu için Allah’a göre bir yıl, bize göre 354.500 yıl eder. İlk insanın ölümü ile yeniden diriliş arası Allah’a göre elli bin yıl ettiğinden bunun bize göre uzunluğu, 50.000 X 354.500 =17.720.000000 (onyedi milyar yedi yüz yirmibeş milyon) yıl olur.
[2*] Ölen insanların ruhları göğe yükselecektir (Al-i İmran 3/55, En’am 6/61, A’raf 7/40, Zümer 39/42). İnsan, ruh ve bedenden oluşan bir varlıktır. Kur’an’da hem bedene hem de ruha “nefs (نفس)” denir. İnsanın vücut yapısının ana rahminde tamamlanmasından sonra, bilgisayara işletim sisteminin yüklenmesi gibi bedene yüklenen ruh (A’raf 7/179, Müminun 23/14, Secde 32/7-9), uyku ve ölüm sırasında vücuttan çıkar, uyanma (Zümer 39/42) ve yeniden dirilme sırasında gelip tekrar vücuda girer (Tekvîr 81/7). Ruh kişiye, işitmenin yanında dinleme, bakmanın yanında basiret, kan pompalayan kalbin yanında gönül sahibi olma/karar verme yeteneği kazandırır. Böylece o, imtihan edilebilir bir varlık haline gelir. Bu yapı cinlerde de vardır (A’râf 7/179). Bu yüzden, sadece bu iki varlık imtihana tâbidir (Zariyat 51/56). Kur’an’da ruh kelimesi, Allah’tan gelen bilgi anlamında da kullanılır (Nahl 16/2, Mümin 40/15, Şura 42/52). Allah’ın bilgisi, hayallerin ötesinde bir büyüklüğe sahiptir (Kehf 18/109, Lokman 31/27), ama o bilgiden insanlara verilen çok azdır. Allah’tan aldığı bilgileri onun nebîlerine ulaştırmakla görevli olan Cebrâîl için de Allah, “Ruh’ul-emîn” (Şuarâ 26/192-193), “Ruh’ül-kudüs” (Nahl 16/102), “ruhumuz” (Meryem 19/16-17) ifadelerini kullanmıştır. Adem aleyhisselam yaratılırken, her insan gibi, bedenine ruh üflenmişti. Daha sonra Allah Teala’nın ona öğrettiği varlıklar alemine dair bilgiler de Kur’an’da ruh olarak adlandırılmıştır (Hicr 15/29, Sad 38/72). Bu bilgiler İblis’i kıskandırıp isyan ettirmiştir (Bakara 2/30-34). İsa aleyhisselamı beşikteyken konuşturan, kendisine kitap ve nebilik verildiğini, namaz ve zekat görevi yüklendiğini, iyi bir evlat olacağını (Meryem 19/30-33) söyleten de ona, ana rahminde iken insana üflenen ruhtan ayrı olarak öğretilen özel bilgilerdir (Enbiya 21/91, Tahrim 66/12). Allah’ın, gayretli ve dürüst kişilere destek mahiyetinde ilham ettiği bilgiye de ruh denir (Mücadele 58/22).(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
5.
Şimdi sen güzelce sabret.
6.
İnkâr edenler o azabın başlarına gelmesini çok uzak görüyorlar.
7.
Biz ise onu yakın görüyoruz.
8.
O gün gökyüzü yanık yağ tortusu gibi kıpkızıl olacak.
9.
Dağlar da atılmış renkli yüne dönecek.[*]
Ayetin orijinalinde geçen "el-Muhl" kelimesi; madenlerin erimiş halidir, tıpkı yağın tortusu gibi. "el-ihn" ise, dağınık,
kabarık yün demektir. Kur'an-ı Kerim, birçok yerde, kıyamet günü olağanüstü olayların meydana geleceğinden,
evrensel cisimlerin yer, nitelik, dayanak ve bağlantılarının değişeceğinden sözeder. Kıyamet günü gerçekleşecek
olaylardan biri de gökyüzünün erimiş madenlere benzeyecek olmasıdır. Doğa ve astronomi bilimleri ile uğraşanların
bu ayetler üzerinde düşünmeleri gerekir. Çünkü onlarca genel kabul gören görüşe göre gök cisimleri gaz düzeyine
gelene kadar eriyen madenlerden meydana gelmişler. -Bu, belli bir süreç içinde gerçekleşen erime ve akma
aşamalarından sonraki bir aşamadır-. Belki de bu cisimler kıyamet günü söneceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman." (Tekvir suresi 2) Soğuyup ısınan madenler hâline geleceklerdir.
Böylece şimdiki durumları, yani gaz hâlinde olmaları durumu ortadan kalkacak yeni bir şekil alacaklardır.
Her halükarda bu, doğa ve astronomi bilimleri ile uğraşanların yararlanabilecekleri bir ihtimaldir. Bize gelince; bu
ayetin önünde duruyor, gökyüzünün erimiş maden tortusuna dönüştüğü, dağların etrafa saçılmış kabarık yünler gibi
savrulup atıldığı, bu dehşet verici sahneyi düşünüyoruz. Bu sahnenin arka planında ruhları kıskıvrak yakalayan,
şaşkına çeviren korkuyu düşünüyoruz. Kur'an-ı Kerim bu korkuyu şu derinlikli ifadeyle dile getiriyor: (Seyyid Kutub Tefsiri)
10.
Bir dost başka bir dostu soramayacak.
11.
Onlar birbirlerine gösterilecekler. Günahkâr, o günün azabından kurtulmak için çocuklarını fidye vermeyi temenni edecek,
12.
eşini ve kardeşini.
13.
Ve kendisini barındıran soyunu sopunu / akrabalarını.
14.
Yeryüzündekilerin hepsini verse de, kendisini kurtarsa...[*]
insanların dertleri başlarından aşkın. Kendisinden başkasına aldıracak durumu olmaz. Zaten kafasında da
Kendisinden başkasına yer yoktur. "Dost dostun halini sormaz." Çünkü dehşet saçan korku bütün bağları
koparmıştır. Her kişiyi, kendi canının telaşına düşürmüştür. Başkasını düşünmesine imkan kalmamıştır. O dehşetli
günde dostlar karşı karşıya getirilirler: "Birbirlerine gösterilirler." Sanki bilerek ve kasden birbirlerine gösterilirler. Ne
yazık ki her birinin başından aşkın derdi vardır. Her birinin vicdanı kendi haliyle meşgul. Dostunun durumunu
sormak veya yardımını istemek hiç kimsenin aklına gelmez. Çünkü sıkıntı hepsini kuşatmıştır. Dehşet tümünü
çepeçevre sarmıştır.
Acaba "suçlu" ne durumdadır? Korkudan donakalmış, duygusuz hale gelmiştir. Dehşetten kendini kaybetmiştir. Şu
anda azaptan kurtulmak için en çok sevdiği; uğruna hayatını feda etmeye hazır olduğu, onlar için mücadele ettiği,
onlar için yaşadığı oğlunu, karısını, kardeşini, içinde yetiştiği kendisini barındıran yakın aşiretini fidye vermek ister.
Daha doğrusu kurtuluş çırpınmaları, kendisinden başkasını düşünme duygusunu ortadan kaldırmıştır. Bu yüzden
yeryüzünde bulunan her şeyi vermek ister, tek kendisi kurtulsun diye. Burada önü alınmaz bir hırsın, insanı şaşkına
çeviren bir paniğin ve ipini koparmış serkeş bir arzunun tablosu çiziliyor. Derin anlamlar yüklü Kur'an ayetlerinin
satır aralarında üzerine korku sinmiş, sıkıntı bulaşmış, dehşetle renklendirilmiş bir tablo canlandırılıyor.
Suçlu bu durumdayken, gerçekleşmesi mümkün olmayan bu dilekte bulunuyor. Ama içini karartan, tüm ümidini yok
eden veya içinde geçen ve kendisine güç veren tüm yanıltıcı sözleri silip süpüren bir cevap işitiyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
15.
Hepsi boş! Cehennem alevler saçar,
16.
Derileri kavurur, soyar.
17.
Çağırır o ateş, imandan yüz çevirip de (Hakka) arka döneni,
18.
Bir de (mal ve para) biriktirip depoya, kasaya yığanı...[*]
Ortamın sıkıntı ve dehşetinden şaşkına döndükten sonra insan ruhunun her aydınlık ümidiyle koştuğu bir sahnedir
bu. Ama "Hayır!" Bu sahne onun gerçekleşmesi imkansız olan arzusunu söndürüyor. Oğullarını, eşini, kardeşini,
aşiretini ve yeryüzünde bulunan herkesi fidye verip azaptan kurtulma ümidini kırıyor. "Hayır! O alevlenen bir
ateştir." Alevlenen ve yakan bir ateştir. "Derileri kavurur soyar." Yüz ve kafa derilerini soyar. Bu, dehşeti ile insanı
çıldırtan bir ateştir. Canlı bir kişiliği vardır. isteyerek ve kasden korku ve azap atmosferine katkıda bulunuyor:
"Çağırır; sırtını dönüp gideni, mal toplayıp kasada yığanı." Daha önce doğru yola girmeye çağırdığı ve bu çağrıya
sırtını dönüp gittiği gibi çağırır onu. Fakat bugün cehennem onu çağırdığı zaman arkasını dönüp gidemez.
Dünyadayken mal toplayıp kasalarda saklamakla meşgul olduğu için Allah'ın dinine uymaya ilişkin çağrıya kulak
vermemişti. Fakat bu gün cehennemin çağrısını kulak ardı edemez. Yeryüzündeki her şeyi verip te ondan kurtulma
olanağına da sahip değildir.
Bu surede, önceki "Hakka" ve "Kalem" surelerinde küfür, Allah'ın ayetlerini yalanlama ve Allah'ın emrine karşı
gelmenin yanı sıra ısrarla iyiliğe engel olmaktan, yoksulu doyurmaya teşvik etmemekten, mal yığıp kasalarda
toplamaktan söz edilmesi, islam davasının Mekke ortamında küfür, yalanlama ve sapıklığın yanı sıra cimrilik, mal hırsı
ve açgözlülük unsurlarını da barındıran özel durumlarla karşılaştığını ortaya koymaktadır. O kadar ki bu duruma sık
sık işaret edilmesi, akıbetinin korkunçluğunun vurgulanması. Allah'a ortak koşmaktan ve küfürden sonra azabı
hakkeden bir suç olduğunun belirtilmesini gerektirmiştir.
Bu anlamı pekiştiren, islam davasının karşısına dikildiği Mekke toplumunun karakteristik özelliklerini yansıtan başka
işaretler de vardır surede. Mekke toplumu ticaret ve faiz yoluyla mal toplama peşindeydi. Bu işleri de kureyş
kabilesinin ileri gelenleri tekellerine almıştı. Ticaret amaçlı yaz ve kış yolculuklarına çıkan kervanlar onlara aitti.
Servete yönelik azgın istek ve cimrilik fakirleri yoksun, duruma düşürmüştü. Yetimler her şeylerini kaybetmişlerdi.
Bu yüzden meselenin üzerinde ısrarla duruluyor, bu tutum içinde olanlar sakındırılıyorlardı. Kur'an-ı Kerim Mekke'nin
fethinden önce ve sonra ruhların derinliklerindeki ihtiras ve doyumsuzluğa karşı savaştığı gibi kesintisiz olarak mal
hırsına ve açgözlülüğe karşı da savaşmıştır. Faizden uzak durmaya, haksız yere insanların mallarını yememeye,
yetimlerin mallarını onların büyümelerini beklemeden har vurup harman savurmamaya, yetim kızlara zorbalık
etmemeye, mallarına konmak için onları isteksizce evlenmeye zorlamamaya ilişkin uyarıları inceleyenler bunu açıkça
görebilirler. Yine, ihtiyacından dolayı isteyeni reddetmemeye, yetimi itip kakmamaya, yoksulların haklarına el
koymamaya ilişkin uyarılar da bu yönde başlatılan savaşın belirtileridirler. Bu savaşta bunun gibi toplumun
karakteristik özelliklerine işaret eden daha bir çok sert karakterli saldırılar ardarda sıralanmıştır. Bunlar aynı
zamanda her toplum için geçerli olan psikolojik tedavi amaçlı direktiflerdir. Mal sevgisi, servet hırsı, cimrilik ve
süslenme arzusu insan ruhuna dizgin vuran bir afettir. Bu afetin dizgininden, kementinden, boyunduruğundan
kurtulmak gerekir. Bunun içinde kesintisiz bir savaşa, uzun bir tedaviye ihtiyaç vardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
19.
Gerçek şu ki, insan tatminsiz bir tabiata sahiptir.[*]
Sadece burada geçen helû‘, Ferrâ’ya göre “sürekli yakınmak, sızlanmak, tatminsizlik” (ed-dacûr) mânasına gelir. Kelime Müfredât ve Külliyyat’ta hiç yer almamış, İbn Âşûr ise üç sayfadan fazla yer ayırmış. Fe’ul vezninden olan kelime hem özne, hem nesne anlamı taşır. Bu bizi şu anlama ulaştırır: Özünde tatminsiz olan, bunun cezası olarak da tatminsizliğe maruz kalan. Bu tatminsizlik insan için bir fırsattır, eğer doğru kullanırsa. Doğru kullanmanın yolu devamındaki âyetlerde gösterilir. Zımnen: Bana neyle tatmin olduğunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. Allah rızası ve cennetten aşağısıyla tatmin olan ucuza gitmiştir. “Yükseliş yollarının” sahibi Allah’la tatmin olana ise o yollara koyulup yükselmek düşer. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
20.
Kendisine kötülük dokundu mu sızlanır,
21.
Bir iyilik dokunduğunda ise, o iyiliği paylaşmaz.
22.
Namaz kılanların bir kısmı[*] farklıdır.
Namaz kılan herkes burada istendiği gibi davranmadığından الْمُصَلِّينَ=el-musallîn kelimesinin başındaki el ال takısı ahd içindir. Namaz kılanlardan, burada anlatılan özellikleri taşıyanlar kastedilmektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
Namaz, tatminsizliği Allah ve cennetle tatmin olma yolunda bir teşvik kılan imkân. Dünya hayatını, gök iğnesiyle âhiret atlasına günde beş kez dikmektir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
24.
Bunların mallarında belirli bir hak vardır:[*]
Buna göre zekât varsılın yoksula bir ikramı değil, yoksulun varsılın malındaki hakkıdır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
25.
Onu, ihtiyacını söyleyene de söyleyemeyene de ayırır.[*]
Servetini harcayanlar ile servetin harcadıkları arasındaki fark böyle anlaşılır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
26.
Bunlar, din gününü içtenlikle doğrularlar.
27.
Bunlar, yalnız Rablerinin azabından ürperirler.
28.
Çünkü Rab'lerinin azabından kimse emin olamaz.[*]
Mürâîce bir böbürlenmeye karşı yapılan bu uyarı, ne kadar “iyi” olursa olsun, bir kimsenin her zaman ahlakî bir hata yapmasının (mesela, bir arkadaşını incitmesi) ve sonra bu günahını unutmasının her zaman mümkün olduğunu gösterir. Bu uyarı, dolaylı olarak, kişinin bütün eylemlerinde bilinçli olmayı elden bırakmamaya bir çağrıdır -çünkü, “kötülük ayartısı (fitne), yalnızca hakikati inkar edenlere musallat olmaz” (8:25), ama aynı zamanda dürüst ve erdemlilere de musallat olabilir. (Muhammed Esed Tefsiri)
29.
Edep yerlerini ve çevresini özenle korurlar.
30.
Sadece hür eşlerine veya hâkimiyetleri altında olan[1*] esir eşlerine karşı[2*] ayıplanmazlar.
[1*] Zorla hakimiyet altına alınanlar esirlerdir. Hürler, zorla hakimiyet altına alınamazlar. Bütün ticari ilişkiler ve iş sözleşmeleri karşılıklı rızayla olur. (Nisa 4/29).
[2*] Bütün mezhepler ve onların emrinden çıkmayan tefsir alimleri, bu âyetteki “أَزْوَاجِهِمْ = eşlerine” sözünün kadını da erkeği de kapsadığını kabul ederken “hâkimiyetleri altındakiler” sözüne, sadece “erkeklerin hakimiyeti altında olan cariyeler” anlamı vererek âyetin anlamını tahrif etmiş, bu âyeti, cariyelerin, sahiplerine nikâhsız helal olduğunun delili saymışlardır. Halbuki cinsel ilişkinin helal olması açısından cariye ile hür kadının farkı yoktur. İkisi de ancak, nikahlı olmaları şartıyla helal olur (Nur 24/32-33) Bunun tek istisnası, Nebî’mize hediye edilen, bu yüzden Kur’an’da savaş esiri değil, fey diye tanımlanan ve ona özel olmak üzere helal kılınan Mariye’dir. (Ahzab 33/50, Tahrim 66/1-2). Gelenek, Mariye ile ilgili âyetlerin meâlini de bozarak sistemini korumaya çalışmıştır.
Bu âyeti, kendi arzularına uydurmaya çalışanlar, âyetteki "veya =أو" bağlacına "ve =و" anlamı vermek zorunda kalmışlardır. Bunu yapmasalardı, onların verdiği anlama göre bir erkeğin veya kadının edep yerlerini ya eşine ya da hakimiyeti altında olan esir kadın veya erkeğe açabileceği, ikisine birden açamayacağı şeklinde bir anlam ortaya çıkardı. Yani cariyesiyle nikahsız ilişkisi olan erkeğin nikahlı eşiyle, kölesiyle nikahsız ilişkisi olan kadının da nikahlı kocasıyla ilişkide bulunamayacağı şeklinde bir anlam ortaya çıkardı ve her şey alt üst olurdu.
İlgili âyetlerde açıkça görüleceği gibi, ister kadın ister erkek olsun, bir Müslümanın eşi ya hür ya da esir olur (Bakara 2/221). Kadının birden fazla eşi olamayacağı için esir erkekle evlenmesini sınırlayan bir şey yoktur. Ama erkek, hür kadınla evlenebilecek imkana sahipse esir kadınla evlenemez. İmkanı olmadığı için esir kadınla evlenmişse onun üzerine ikinci eş alamaz. İkincisini alması için esir eşini hürriyetine kavuşturmak zorundadır. (Nisa 4/25). Bu sebeple ayetlerde hür eş ile esir eş, erkek açısından daima farklı değerlendirilmiştir.
Esir kadın her ne kadar hür kadın gibi, evliliğe hür iradesiyle karar verse de (Nisa 4/25) esir olması onun iradesini etkileyeceği için hür eşine düşmanca davranabilir. Bu da ailede huzur bırakmaz. Oysa aile kurumundan beklenen şey huzurdur (A’raf 7/189, Rum 30/21). Bu yüzden Allah Teala, hür kadınlarla evlenecek imkana sahip olmayan erkeklere, esir kadınla evlenmektense sabırlı davranmalarını tavsiye etmiştir (Nisa 4/25). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
31.
Bunlardan başkalarına açanlar sınırları aşmış olurlar.
32.
Bunlar, kendilerindeki emanetlere ve ahitlerine sadık kalırlar.
33.
Bunlar, tanıklıklarını tam yaparlar.
34.
Ve bunlar, namazlarını / dualarını korurlar.[*]
Makbul kulların özellikleri sayılırken, başta ve sonda namaza yer verilmesi, namazın önemini apaçık ortaya koymaktadır. 22. ve 23. âyetlerde namaza devam etme ve bu konuda ihmal göstermeme noktasına temas edilmişti; 34. âyette ise namazın bütün haklarını vermenin, yani bir taraftan erkân ve âdâbına riayet etmenin, diğer taraftan namaz dışındaki davranışlarda da, namazın kazandırdığı ulvî hasletleri korumanın önemine işaret edilmektedir. (Diyanet Vakfı Tefsiri)
35.
İşte bunlar cennetlerde ikram göreceklerdir.
BÖLÜM 2
36.
Sana doğru başlarını uzatan şu kafirlerin dertleri ne?
37.
Sağdan, soldan, ayrı ayrı gruplar halinde (gelip başına üşüşüyorlar)?
38.
Onlardan her biri nimet cennetine sokulacağını mı umuyor?[*]
Müşrikler bölük bölük gelerek, Hz. Peygamber’in etrafındakilerin arasına karışır, onun sözlerini dinleyip, "Şayet bunlar, Muhammed’in dediği gibi cennete girecekler ise, biz elbette onlardan önce cennete gireriz" diye alay ederlerdi. (Diyanet Vakfı Tefsiri)
39.
Hayır! Öyle şey yok! Biz onları bildikleri şeyden yarattık.[*]
Fakat kendilerini bir damla sudan ne hale getirdiğimizi düşünüp ibret almıyorlar. (Süleyman Ateş Tefsiri)
40.
İş, onların sandığı gibi değil! Doğuların ve batıların Rabbine[*] yemin olsun ki, biz gerçekten gücü yetenleriz;
Aslında mesele yemini gerektirmeyecek kadar açıktır. Fakat doğulara ve batılara yönelik işaret yaratıcının yüceliğini
göstermektedir. Doğular ve batılar deyimi ile uçsuz bucaksız evrendeki sayısız yıldızların doğuş ve batış yerleri
kastedilmiş olabilir. Yeryüzünün değişik bölgesinde birbirini izleyen doğular ve batılar da kastedilmiş olabilir. Bu iki
olay her an birbirini izleyerek gerçekleşmektedir yeryüzünde. Çünkü dünyanın güneşin önünde kendi ekseni
etrafında dönüşümün her saniyesinde doğuş ve batış olayı yaşanmaktadır.
Burada doğular ve batılar deyimi ile ne kastedilmiş olursa olsun, bu ifade de kalbe yönelik varlıklar aleminin
yüceliğini ve varlıklar aleminin yaratıcısının yüceliğini gösteren bir işaret vardır. Yüce Allah'ın onlardan daha hayırlı
olanları yaratmaya gücünün yettiğini vurgulamak için neden yaratıldıklarını bilen bu insanlara doğuların ve batıların
Rabbine yemin içmeye gerek var mıdır? Onların yüce Allah'ın buyruğunu önleyemeyeceklerini, onun gözünden
kaçamayacaklarını, kaçınılmaz akıbetlerinden kurtulamayacaklarını anlatmak için böylesine büyük bir yemine bile
gerek yoktur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
41.
Onları kendilerinden daha üstün olanlarla değiştirmeye... Ve biz önüne geçilebilecekler değiliz.
42.
Artık onları kendi haline bırak; vaad edildikleri güne kavuşuncaya kadar lafa dalıp oynayadursunlar.[*]
Bu dünya hayatının oyun ve eğlence olduğunu ifade eden âyetler, bu âyet ışığında anlaşılmalıdır (Msl: 29:64). Buna göre, tek dünyalı bir bakış açısına sahip olanlar için bu dünya bir oyun ve eğlencedir, iki dünyalılar içinse hasadı âhirette yapılacak bir “tarla.” (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
43.
O gün, kabirlerinden koşarak çıkacaklar; sanki (ibadet ettikleri) dikili putlara koşuyorlarmış gibi...[*]
Şu kabirlerinden çıkanlar, dikilen putlara ibadet etmeye gidiyormuş gibi hızlı adımlarla yürüyorlar. Bu ifadede
dünyadaki durumlarını çağrıştıran bir alay göze çarpmaktadır. Çünkü bayramlarda, törenlerde dikilmiş heykellere
koşuyor çevrelerinde halka tutup saygı duruşunda bulunuyorlardı. İşte bu günde koşuşup duruyorlar. Fakat bu gün
o gün arasında çok fark vardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
44.
gözleri yıkılmış, zillete bürünmüş bir haldedirler... İşte onların daha önce defalarca tehdit edildikleri gün bu gündür.