MAİDE / SOFRA SURESİ

İniş Sırası: 112 • Mushaf Sırası: 5 • Medeni Sure • 120 Ayet

Havarilere Öğüt (The Exhortation to the Apostles), Ressam : James Tissot, 1886 - 1894, Bulunduğu yer : Brooklyn Müzesi

Havarilere: "Bana ve elçime inanın!" diye vahyetmiştim (kalblerine bu düşünceyi atmıştım); "İnandık, bizim müslümanlar olduğumuza şahidol!" demişlerdi. Bir gün havariler dediler ki: “Ey Meryemoğlu İsa! Rabbin bize, gökten sofra indirebilir değil mi?” İsa: “Eğer inanıp güveniyorsanız Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının!” dedi. “Biz inecek sofradan yemek yersek, kalplerimiz tatmin olacak ve senin bize söylediğinin doğru olduğunu öğreneceğiz ve mucizeye (sofranın inmesine) şahitler olacağız” dediler. Bunun üzerine Meryem oğlu İsa şöyle dedi: “Ey Allah'ım! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki bizim için, geçmiş ve geleceğimiz için bir bayram ve senin bize gösterdiğin bir mucize olsun. Bize rızık ver. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.” Allah da şöyle buyurdu: “Şüphesiz ben onu size indireceğim, ama bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, kâinatta hiçbir kimseye etmediğim azabı ona edeceğim.” (Maide 111-115)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Ey inanıp güvenenler! Sözleşmelerinizin gereğini yerine getirin[1*]. Durumu daha sonra bildirilecek[2*] olanlar hariç, en’âm cinsi hayvanlar / koyun, keçi, sığır ve deve[3*] size helal kılınmıştır[4*]. İhramlı iken avlanmayı[5*] da helâl saymayın. Allah istediği hükmü verir.

[1*] “Sözleşme” şeklinde tercüme edilen sözcük “akit”tir. Müminlerin asıl sözleşmeleri Allah iledir. Bu şekilde oluşturdukları bağa itikat denir. Helallar ve haramlar, bu itikadın gereklerindendir. Haram olmayan konularda, insanlarla yaptıkları sözleşmelere de uymak zorundadırlar.

[2*] Bunlar, bu surenin üçüncü ayetinde belirtilen hallerdeki hayvanlardır.

[3*] En’am 6/143-144.

[4*] Av hayvanlarının “behimet’ül- en’am’dan / en’am cinsi evcil hayvanlar”dan istisna edilmesi, ayette bunların yabanilerinin kastedildiğini gösterir. Çünkü evcil hayvanlar avlanmaz. Bunlar yaban öküzü, yaban ineği, geyik, yaban keçisi gibi en’am benzeri av hayvanlarının da en’am kapsamında olduğunu gösterir.

[5*] İhramlı iken kara avı haram olduğu gibi başkası tarafından avlanan kara hayvanlarından yemek de haramdır ama deniz avı helaldir (Mâide 5/95-96). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

2. Ey inanıp güvenenler! Allah’a kulluğun simgelerine[1*], haram aylara, hacıların yanlarında getirdikleri kurbanlık hayvanlara, onlara takılan gerdanlıklara[2*], Rablerinin ikramını ve rızasını elde etmek için Kâbe’ye yönelenlere saygısızlık etmeyin[3*]. İhramdan çıktığınızda avlanabilirsiniz. Mescid-i Haram’a girmenizi engellediler[4*] diye bir topluluğa olan nefretiniz, sizi aşırılığa sürüklemesin. Erdemli olma ve takva / yanlışlardan korunma konusunda birbirinizle yardımlaşın ama günah ve taşkınlık konusunda yardımlaşmayın. Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının. Allah’ın cezalandırması çetindir[5*].

[1*] Şeâir; Allah’a kulluk etmeye vesile olan, saygı gösterilmesi ve korunması gereken belli işaret ve semboller anlamına gelir. Burada her ne kadar hac menasiki denen ve hac ibadetinin yapıldığı yerler olan Ka’be, Safa ile Merve, Arafat, Mina ve Müzdelife kast edilmiş olsa da aslında bunlar, ezan, Kur’an, mescitler vs gibi İslam dininin tüm simgelerini ve kutsallarını da kapsar. Çünkü Safa ile Merve’nin ve kurbanlık hayvanların da şeâirullâhtan olduğu beyan edilmiştir (Bakara 2/158, Hac 22/36). Başka bir ayette ise Allah Teâlâ, şeâirullâha yani kendi koyduğu simgelere saygı gösterilmesinin, kalplerin takvasına bağlı olduğunu bildirmiştir (Hac 22/32).

[2*] Harem bölgesinde kesilmek üzere götürülen hayvanlar “hedy” diye adlandırılır (Mâide 5/95, Fetih 48/25). Bu ayetteki (الْقَلآئِدَ = el-kalâid) ise gerdanlıklar anlamındadır. Hedy kelimesinden hemen sonra gelmesi sebebiyle, tanınıp saygı gösterilsin diye o kurbanlıkların boynuna takılan özel süsler demektir.

[3*] “Saygısızlık etmeyin” şeklinde tercüme edilen ibare (لاَ تُحِلُّواْ= helal saymayın)'dır. Helal; mübah olan bir şey veya kişinin yapıp yapmamakta serbest olduğu eylemdir. Bu ayet, Safa ile Merve arasında say, hacıların kurban bayramında kesmek üzere getirdikleri kurbanlıklar (Hac 2/28) gibi Allah’a kulluğun sembollerinden olan şeylere saygısızlığı yasaklamaktadır (Bakara 2/158,196, Hac 22/32, 36). Haram aylar helal sayılamayacağı gibi herhangi bir zamanda ibadet için Mekke’ye gelenler de helal yani dokunulabilir sayılamaz.

[4*] Fetih 48/25

[5*] Ayetteki (شديد =şedîd), sıkı bağ kuran veya sıkıca bağlı demektir. Allah’ın ödülü veya cezası, kulun fiiline bağlıdır (En'âm 6/160). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

3. Ölmüş hayvan, kan, domuz eti ve Allah’tan başkasının adı anılarak kesilenler size haram kılınmıştır. Ölmeden önce yetişip kestikleriniz hariç; boğularak, darbe alarak[1*], düşerek, boynuz darbesi yiyerek ve yırtıcılar tarafından parçalanarak ölenler de haramdır. Sunaklar[2*] üzerinde kesilenler ve (etleri) aranızda şans oyunuyla paylaşmanız da[3*] haram kılınmıştır. Bunların hepsi fısktır[4*]. Bugün ayetleri görmezlikte direnenlerin dininizden bir umutları kalmamıştır. Onlardan çekinmeyin, benden çekinin. Bugün dininizi, sizin için mükemmel hale getirdim[5*], size olan nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm’ı uygun gördüm. Kim açlık içinde çaresiz kalır da günah eğilimi olmadan (yasak yiyeceklerden) yerse şüphesiz Allah Gafûr'dur; çok bağışlar ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.

[1*] Sopa ve taş gibi sert bir cisimle başına veya vücudunun herhangi bir yerine vurularak öldürülen hayvanlar.

[2*] Tapınaklarda, üzerinde kurban kesilen, günlük yakılan, dinî tören yapılan taş masa (Türk Dil Kurumu).

[3*] Cahiliye devrinde en çok yedi kişiden oluşan bir topluluğun satın aldığı bir deve kesilerek butlar, uyluklar, ön ve arka bacaklar ve omuzlar olmak üzere on parçaya bölüştürülürdü. Devenin kafasını ve ayaklarını hayvanı kesen kişi alır, geri kalan küçük parçalar ise önceki on parçaya eşit şekilde paylaştırılırdı. Bu oyuna katılan oyuncular çekilişten önce birden yediye kadar hisseleri ve risk değerleri üzerlerinde işaretli oklar arasından maddî güçlerine ve sosyal konumlarına uygun olanı seçerlerdi. Bu okların hisse toplamı yirmi sekiz olduğundan çekilişte ilk çıkan ve on hisseye kadar olan okların sahipleri kazanmış, diğerleri kaybetmiş sayılırdı. Kaybedenler yani çekilişe konu deveden pay almaya hak kazanamayanların o devenin etinden yemeleri ayıp sayılırdı. (DİA, “Meysir”). Ayet bunu kumar saymış ve etlerin bu şekilde paylaştırılmasını yasaklamıştır.

[4*] Fısk, doğru yoldan çıkma anlamında mastardır. Bu ayette, helal olmadığı anlatılan şeylerin ortak özelliğini gösteren isim olarak kullanılmıştır (En’âm, 6/121 ve 145).

[5*] Mükemmel olan şeye ilave veya çıkarma yapılamaz. Kur’an’da olan dine yapılan her türlü ilave ve çıkarma kişiyi bu dinden çıkarır ve müşrik yapar (Bakara 2/136-138, Al-i İmran 3/85, En’am 6/14, Hud 11/1-2). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

4. Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: Size, temiz olan her şey helal kılındı[1*]. Kendinize alıştırarak eğittiğiniz, Allah’ın verdiği bilgi ile yetiştirdiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını, üzerine Allah’ın adını anarak yiyin. Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının. Allah hesabı çabuk görür[2*].

[1*] Eti helal olan hayvanlar, en’am ile sınırlı değildir. Temiz olanların hepsi helaldir. Bir şeyin temiz olması, insan fıtratına ters olan pisliklerden arınmış olmasıdır.

[2*] Bir önceki ayette “ölmüş”, “darbe almış” ve “yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmış” hayvanların haram olduğu bildirilmişti. Bu ifadelerden sonra avlanan hayvanların yenilip yenilmeyeceği sorusu akla gelir. Çünkü gerek av hayvanı ile gerekse av silahı ile avlanan hayvanların ölü olarak ele geçirilme ihtimali yüksektir. İşte bu ayette Allah Teâlâ “avcı hayvanların, sizin için tuttuklarını “Bismillah /Allah'ın adıyla” diyerek yiyin.” buyurmuş, böylece avlanma yolu ile öldürülen hayvanların da helal olduğunu bildirmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

5. Bugün size, temiz olan her şey helâl kılındı. Kendilerine kitap verilmiş olanların yiyeceği size helâl[1*], sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. İffetli mümin kadınlar ile sizden önce kitap verilmiş olanlardan iffetli olan kadınlar; mehirlerini vermeniz, sizin de iffetli olmanız, zinadan uzak durmanız ve onları gizli dost edinmemeniz şartıyla size helâl kılınmıştır[2*]. Kim bu imanı / Kur’an’ı görmezden gelirse yaptığı boşa gider ve ahirette kaybedenlerden olur[3*].

[1*] Öncekilerde helal olup da Kur'an'da haram kılınan bir yiyecek yoktur. Zira Kur'an kendisinden öncesini misliyle veya hayırlısı ile neshetmiştir (Bakara 2/106). Bize helal kılınanlar Kur'an'ın son vahiy olmasından dolayı onlara da helal kılınmıştır. Bu sebeple “Kendilerine kitap verilmiş olanların yiyeceği” ifadesine domuz eti girmez; çünkü domuz onlara da haram kılınmıştır. "Domuz çatal ve yarık tırnaklıdır, ama geviş getirmez. Sizin için kirli sayılır. Bu hayvanların etini yemeyecek, leşine dokunmayacaksınız, sizin için kirlidir." (Levililer 11:7-8). İşledikleri bazı suçlar sebebiyle Yahudilere, normalde helal olan bazı yiyecekler ceza olarak haram kılınmıştır. (Nisâ,4/160-161; En’âm, 6/146) Bunun dışında Allah Teâlâ onlara cumartesi günleri balık avlamayı da yasaklamıştır (A’râf, 7/163; Bakara, 2/65-66). İsa aleyhisselamın nebi olarak görevlendirilmesi ile birlikte, ceza olarak haram kılınan bazı temiz yiyecekler Yahudilere helal kılınmıştı (Al-i İmrân, 3/50). Son nebi Muhammed aleyhisselamın gelmesi ile de ceza olarak haram kılınan temiz yiyeceklerin tamamının helal kılındığı bildirilmiş (A’râf, 7/157), haram yiyeceklerin sayısı dört ile sınırlandırılmıştır (Bakara, 2/173; Mâide, 5/3; En’âm, 6/145; Nahl, 16/115). Böylece “bizden önce kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri” ile bizim yiyeceklerimiz arasında helallik-haramlık açısından bir fark kalmamış, bizim yiyeceklerimiz onlara, onların yiyecekleri bize helâl kılınmıştır.

[2*] Kadın olsun erkek olsun, namuslu olma, gizli veya açık olarak zinadan uzak durmak, evlenmede olmazsa olmaz şartlardandır (Nisa 4/24, 25, Nur 24/3 ve 26). Zinadan uzak duran bir mümin erkek veya kadın, ancak kendi gibi zinadan uzak duran bir erkek veya kadınla evlenebilir. Bunları yaptıktan sonra tövbekâr olup kendini tamamen düzelten de namuslu sayılır (Furkan 25/68-70).

[3*] Allah Teala burada, kendilerine kitap verilenlerin yiyeceklerinin ve onlardan bir hanım ile evlenmenin helal olduğunu bildirerek din farkının yiyecekler konusunda da evlenme konusunda da bir engel oluşturmadığını kesin hükme bağlamıştır. Onların iman esaslarından biri, gelecek nebiye inanmaktır (Al-i İmran 3/81-85). Muhammed aleyhisselamın bekledikleri nebi, Kur’an’ın da inanmaları gereken kitap olduğu konusunda en küçük şüpheleri olmamasına rağmen inanmayarak kafir olmaları (Bakara 2/89-91, 146, En’am 6/20-21) onları, elinde kitap olmayan müşriklerden daha kötü konuma sokar. Her kafir müşrik olduğu için (Al-i İmran 3/151) müşriklerden daha kötü konuma düşmüş birinin yiyeceğinden yemek veya onunla evlenmek yasak değilse diğer müşrikler konusunda hiçbir yasak olmaz. Şunu da unutmamak gerekir ki Müslüman olmayanlarla evlenmek haram değildir ama tavsiye edilmez (Bakara 2/221). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

6. Ey inanıp güvenenler! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi ve dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın. Başınızı ve bilek kemiklerine kadar ayaklarınızı mesh[1*] edin. Eğer cünüp iseniz yıkanın. Hasta veya yolculuk halinde olursanız ya da sizden biri abdest bozduğu yerden gelirse[2*] yahut kadınlarınızla birleşir[3*] de su kullanma imkanı bulamazsanız[4*] temiz bir yüzeye[5*] yönelip onunla yüzünüzü ve ellerinizi[6*] meshedin. Allah, size güçlük çıkarmak istemez. Ama sizi arındırmak ve size olan nimetini tamamlamak ister[7*]. Belki görevlerinizi yerine getirirsiniz.

[1*] Mesh etmek, eli bir şey üzerinde gezdirmektir (Müfredât). Bkz. Sad 38/33. Ayette, su bulamayanların teyemmüm etmeleri emredildiği için abdestte meshin ıslak elle yapılması gerektiği anlaşılır. Başı mesh etmek, ıslak eli başın üzerine sürmek; ayağı mesh etmek de ıslak eli bilek kemiklerine kadar ayağın üzerine sürmektir.

[2*] ‘Abdest bozma yeri’ diye meal verdiğimiz (الغائطَ = el-ğait), geniş ve rahat yer anlamındadır (Lisan). Yellenme, küçük ve büyük abdest, böyle bir yerde yapılabilir. Kişinin uyuduğu yer de rahat ettiği yerdir. Uyku, eklemlerin gevşemesine ve yellenmeye sebep olur. Bu sebeple ayetin başında yer alan ‘namaza kalkma’ ifadesi, hem böyle bir uykudan uyanarak kalkma hem de abdestsiz veya cünüp olunduğunda namaz kılmak için kalkma anlamındadır.

[3*] Cinsel ilişki veya başka yolla meydana gelen orgazm hali.

[4*] Suyu kullanacak durumda değilseniz (Müfredat وجد md.).

[5*] Saîd (صَعٖيدً) üste çıkmış şey anlamındadır. Dünya’nın dış yüzeyine (Kehf 18/8) ve yüzeyde olan her şeye saîd (Kehf 18/40) denir.

[6*] Arapçada el anlamına gelen (يد = yed) kelimesi, sözlüklere göre omuzdan parmak uçlarına kadar tüm kolu ifade eder. Ancak kelimenin Kur’an’daki kullanımları, bilekten parmak uçlarına kadar olan, bir şeyi tutmaya yarayan bölümü ifade etmektedir. Bu durum A’râf 7/195 ve Taha 20/22. ayetlerde görülebilir. Bu sebeple Mâide suresi 6. ayette abdest tarif edilirken, “ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın” denilerek, sadece ellerin yıkanıp bırakılmaması, yıkanacak bölgenin dirseklere kadar uzatılması emredilmiştir. Ayrıca Nisâ 43 ve Mâide 6. ayetlerde “yüzünüzü ve ellerinizi meshedin” şeklinde tarif edilen teyemmümü, “dirseklere kadar” ifadesi kullanılmadığı için nebimiz de ellerini bileklerine kadar mesh ederek yerine getirmiş, dirseklerine kadar mesh etmemiştir (Buhari, Teyemmüm 3; Ebu Davud, Taharet 123).

[7*] Ayette geçen "size olan nimetini tamamlamak ister" ifadesi, yeni bir hükmün geldiğini göstermektedir. Bu ayette geçen teyemmüm, daha önce Nisa 43. ayette de aynı şekilde geçtiği, abdest ise detaylarıyla sadece burada anlatıldığı için bu yeni hükmün abdestle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Bu, önceki şeriatte var olan ve bu ayet gelinceye kadar Müslümanların da uyguladıkları “ayakları yıkama” hükmünün meshe çevrilmesidir. "Allah size güçlük çıkarmak istemez" ifadesi de buna işaret etmektedir. Bakara suresinin 106. ayetinde "Biz bir ayeti nesh edersek veya unutturursak ya aynısını ya da daha hayırlısını getiririz" buyrulduğundan bu durum, oruç tutmada getirilen kolaylık (Bakara 2/187) gibi daha hayırlısıyla neshin örneğini teşkil etmektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

7. Allah’ın size olan nimetini ve sizinle sözleştiğinde ona verdiğiniz sözü hatırlayın. Hani “Dinledik ve gönülden boyun eğdik!” demiştiniz[*]. Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının. Allah içinizde olanı bilir.

Bir Müslüman her namazda şöyle der: "(Allah’ım!) Kulluğu doğrudan sana yaparız, yardımı doğrudan senden isteriz. Bizi doğru yoluna kabul et; nimet verdiğin kimselerin yoluna; öfkeni hak etmemiş ve sapıtmamış olanların yoluna!” (Fatiha 1/5-7) Böylece Allah’ın istediği teslimiyeti kabul etmiş, “Dinledim ve gönülden boyun eğdim!” demiş oluruz. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 2
8. Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet numunesi şahitler olun. Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın,[1*] takvâya[2*] en uygun hareket budur. Allah'a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.

[1*] İnsanların dünya hayatlarındaki en önemli sorumluluklarından başlıcaları; adaleti ayakta tutmak, Hakkı ve haklıyı savunmak, adalet ve hakkaniyetle şahitlik etmek anlaşmalara uymak… gibi Allah’ın kesin emirlerindendir. İslami ıstılahta adalet; kültür, bilgi, mevki, cinsiyet, dil, din, mezhep, meşrep, parti, tarikat, ırk veya kişi farkı gözetmeksizin insanlara eşit davranmak ve haklarını vermek demektir. İnsanın huzuru ve güveni, toplumun birliği, dirliği ve barışı; adaletin ayakta durmasına, hakkın teslim edilmesine, haklının korunmasına, adil şahitliğin canlı tutulmasına bağlıdır. Adaletin olmadığı yerde huzur olmaz, ahlak kalmaz, sevgi-saygı bulunmaz, birlik sağlanamaz, barış tesis edilemez, hele medeniyet hiç kurulamaz. Âyetin, mü’minlere hasım topluluklara dahi adaletle muamele etmeyi emretmesi ve bu davranışın takva ile ilişkilendirilmesi bilhassa önemlidir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

***

[2*] Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

9. Allah, iman eden ve iyi işler yapanlara günahlarının bağışlanacağını ve büyük bir ödülün onların olacağını vaat etmiştir.
10. Kâfir[*] olup âyetlerimizi yalan sayanlar ise cehennemliktirler.

Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)

11. Ey inanıp güvenenler! Allah’ın üzerinizde olan nimetini hatırlayın; hani bir topluluk[*] sizi ele geçirip yok etmeye kalkışmıştı da Allah onların ellerini sizden çekmişti. Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının. Müminler, yalnız Allah’a dayansınlar.

Bu ayeti, bundan sonraki ayetler ve Haşr Suresinin ilk ayetleri ile birlikte okursak, bunların Benî Nadîr yahudileri olduğu anlaşılır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 3
12. Allah, içlerinden on iki temsilci çıkararak[1*] İsrailoğulları adına söz almış ve şöyle demişti: “Eğer namazı özenle ve sürekli kılar, zekâtı verir, elçilerime inanıp güvenir, onların değerini bilir[2*], bana[3*] güzel bir ödünç[4*] verirseniz ben de yanınızda olur; kötü işlerinizi örter, sizi içinden ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan böyle kim kafirlik ederse doğru yoldan çıkmış olur.”

[1*] Yakup aleyhisselamın 12 çocuğunun her birinin soyunun temsilcisi.

[2*] Ayette geçen bu ifade, onlara yüklenen, gelecek nebiye inanma ve ona destek olma sorumluluğunu yerine getirmediklerini gösterir. (Bakara 2/40-41-89-91; Araf 7/157).

[3*] Sözlükte eğmek/bükmek/çevirmek anlamındaki (left = لفت) kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır: ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır.

[4*] Bu ödünç Allah rızası için ve onun yolunda mallardan ve canlardan yapılan harcamalardır. Bakara 2/245, Hadid 11/11,18, Tegabun 64/17, Müzzemmil 73/20. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

13. Verdikleri sözden dönmelerinden dolayı onları lanetledik / dışladık, kalplerini katılaştırdık. Kelimelerin asıl anlamlarını tahrif ediyor / kaydırıyor[1*], akıllarında tutmaları istenen bilgilerin bir kısmını unutuyorlardı[2*]. Pek azı dışında onlardan hep hainlik göreceksin. Sen onlara bakma ve yeni bir sayfa aç. Allah güzel davrananları sever.

[1*] Din bilginlerinin Tevrat üzerinde yaptıkları tahrif/ anlam kaydırması, Tevrat’ın içinde de yer bulmaktadır: “Nasıl, “biz bilge kişileriz, Rabbin Yasası bizdedir” diyebiliyorsunuz? İşte, bilginlerin yalancı kalemi Yasayı yalana çevirmiş.” (Yeremya 8/8)

[2*] Allah kimseyi, unuttuğu şeyden dolayı sorumlu tutmayacağı için (Bakara 2/286) buradaki unutma mecazdır. Hıristiyanların unuttukları şeylerden biri de gelecek nebiye inanma görevidir (Araf 7/157). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

14. Aynı şekilde “biz Hıristiyanlarız” diyenlerden kesin bir söz almıştık; ama onlar da kendilerine verilen öğütlerin önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebeple, kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.
15. Ey ehlikitap / kitaplarında uzman olanlar! Size, kitabınızdan gizlemekte olduğunuz şeylerin çoğunu ortaya çıkaran[1*], birçoğuna da dokunmayan[2*] elçimiz / kitabımız geldi. Size Allah’tan bir ışık ve açık bir kitap geldi.

[1*] Yahudiler kitaplarında olanın çoğunu gizliyorlardı (En’am 6/91).

[2*] Burada Kur’an’ın önceki kitapları nasıl nesh ettiği anlatılmaktadır. Nesh, bir kitaptaki yazıyı diğer kitaba aktarmaktır. (el-Ayn) İki kitabın yazarı aynı şahıs ise yazıların büyük bir kısmını olduğu gibi bir kısmını da daha iyi şekilde aktarır. Onun için nesih ya dengiyle ya da daha iyisiyle olur. (Bakara 2/106) Allah, önceki kitapların hükümlerini son kitabında korumuştur (Şûrâ 42/13). Yukarıdaki ayet, önceki kitaplarda bulunan bazı emirlerin gizlendiğini, Allah’ın onları Kur’ân’a almadığını bildirir. O hükümlerin Kur’an’a alınmamış olması, önceki kitaba inananlar üzerindeki sorumluluğu kaldırmaz. O kitapların bazı hükümleri ise daha iyisi ile değiştirilmiştir. Mesela Müslümanlar ilk başta orucu, önceki ümmetler gibi tutarken (Bakara 2/183) daha sonra bazı hafifletmeler yapılmıştır (Bakara 2/187). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

16. Allah, rızasını kazanmak isteyenleri bu kitap sayesinde barış, esenlik ve kurtuluş yollarına ulaştıracaktır.[*] Onları kendi izni ve iradesiyle (dalalet ve cehalet) karanlıklarından (kurtarıp) aydınlığa çıkaracak (ve sonu cennet olan) dosdoğru yola iletecektir.

“Kur’an sayesinde Allah’ın rızasını gözetenlerin kurtuluşa ermesi” tanımlaması, insanın hem maddi hem de manevi her türlü kötülükten emin olması ve iç huzuru yakalaması demektir. Yunus sûresinin 10/57. âyetinde de ifade edildiği gibi Kur’an insan için genel anlamıyla bir “şifa” kaynağıdır, selamet ve saadeti için bulunmaz bir hazinedir. Kâinat kitabını doğru okuyan ve hayatını Kur’an’a göre programlayan insanın önündeki yolların kapanması mümkün değildir. Şirk, iftira, fitne, yalan, hırsızlık, aldatma, kayırma, zulüm gibi kötülüklerin her türlüsünden uzak kalarak, huzurla dolu, barış ve esenliğin hâkim olduğu bir hayatın tesisi ancak Kur’an’la mümkündür. Kur’an’la hayatın dizayn edilmesi için, onun çok iyi anlaşılması lazım. Anlaşılmayan bir şeyi okumanın kimseye bir faydası yoktur. “Kur’an ziyafeti” diye insanlar merasimlere davet ediliyor fakat Kur’an mesajını anlamak yerine sadece “lafız tilaveti” yapılıyor. Kur’an’daki deruni mesajların beyinlere kazınması ve yüreklere nüfuz etmesi gerekirken, sadece lafız tilavetiyle duygulanarak ve gözyaşı dökerek Kur’an’dan istifade edilmeye çalışılıyor. Yani Kur’an’la uyandırılması gereken toplum, şanına hiç de yakışmayacak bir şekilde Kur’an’la uyutulmaya çalışılıyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

17. “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir[1*]” diyenler, kesinlikle kâfir / doğruları örtmüş oldular. De ki: “Allah; Meryem oğlu Mesih’i, anasını ve yeryüzünde olan herkesi yok etmek istese ona karşı koymaya kimin gücü yeter?” Göklerde, yerde ve bu ikisinin arasında tüm yetkiler Allah'ındır. O, gerekli gördüğünü[2*] yaratır. Allah, her şeye bir ölçü koyar.

[1*] Katolik Kilisesi’nin yayınladığı Din ve Ahlak İlkeleri (İstanbul 2000) kitabında, özetle şu ifadeler yer alır: “İsa, Allah’ın elçisidir (Par. 858) Havariler zamanında İsa, gerçek anlamda insan sayılırdı. Onun Allah’ın oğlu olduğu iddiasını Pavlus ortaya attı. Bunu doğru sayan karar, üçüncü yüzyıldan sonra Antakya’da alındı (Par. 465.) 325’te toplanan Ökümenik İznik Konsili de İsa’nın yaratılmış olmadığına, Baba’dan doğduğuna ve onunla aynı özden olduğuna karar verdi (Par. 465). Üçüncü Ökümenik Efes konsili 431’de şu kararı aldı: “İsa, kendi kişiliğini, akıllı ruhla canlandırılmış bir bedenle birleştirerek insan olmuştur. Meryem Ana ise, gerçek anlamda Tanrı’nın anasıdır.” 451’de toplanan dördüncü ökümenik Kadıköy konsili onun gerçek tanrı olduğunu şöyle ilan etti: “Rabbimiz Mesih İsa’nın mükemmel Tanrılığa ve mükemmel insanlığa sahip, gerçek Tanrı ve gerçek insan olduğunu, akıllı bir ruhtan ve bedenden oluştuğunu, Tanrılık açısından Baba ile, insanlık açısından da bizimle aynı özde olduğunu, günah dışında hepimize her şeyde benzer olduğunu, Tanrılık açısından yüzyıllar öncesinden Baba’dan doğduğunu, insanlık açısından bizim esenliğimiz için bakire Meryem’den doğduğunu oybirliği ile kabul ettiğimizi resmen beyan ederiz (Par. 467).”

[2*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

18. Yahudiler ve Hıristiyanlar “Biz, Allah'ın oğulları ve sevdiği kimseleriz” dediler. De ki: “Madem öyle, Allah niçin günahlarınızdan dolayı size azab ediyor?” Hayır, siz de onun yarattığı birer beşersiniz. Allah, affedilmenin gereğini yapanı affeder, azabı hak edene de azap eder. Göklerde, yerde ve bu ikisinin arasında tüm yetkiler Allah'ındır. Dönüp varılacak yer, onun huzurudur.
19. Ey ehlikitap / kitaplarında uzman olanlar! “Bize bir müjdeci ve uyarıcı gelmedi!” dersiniz diye, elçilerin arasının kesildiği bir dönemde, size doğruları ortaya koyan elçimiz geldi. İşte size bir müjdeci ve uyarıcı geldi[*]. Allah her şeye bir ölçü koyar.

Bu elçinin geleceği, İncillerde Yuhanna 14:26, 15:26 bölümlerinde İsa aleyhisselamın ağzından anlatılmaktadır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 4
20. Bir zamanlar Musa, kavmine şöyle demişti: “Ey kavmim! Allah'ın size geçmişte lütfettiği nimetini hatırlayın! Zira O, içinizden nebîler çıkarmış, sizi (özellikle Yusuf nebi zamanında) yöneticiler ve hükümdarlar yapmış ve dünyada başka hiçbir topluma vermediği nimetleri size vermişti.
21. Ey kavmim! Haydi Allah'ın size nasib ettiği kutsal ülkeye[*] girin, sakın geri dönüp kaçmayın. Yoksa hüsrana düşerek perişan olursunuz. ”

“Kutsal ülke”, İbrâhim, İshak, Yâkub (a.s.)’ın vatanı olan Filistin’dir. Mısır’dan ayrıldıklarında Allah onları oraya yöneltmişti. Bu âyetler Hz. Mûsâ’ya tâbi olan o zamanki İsrailoğullarından bahsetmektedir. Dolayısıyla onların âlemlere üstün kılınmaları, o kutsal ülkeye girmeleri o döneme aittir ve Allah yolunda olma, O’na lâyık davranışlarda bulunma ile şartlıdır. (Suat Yıldırım Tefsiri)

22. Onlar şu cevabı verdiler: “Ey Mûsâ! Orada zorba bir halk var; onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz.”
23. O yere girmeye korkanların arasından Allah’ın nimet verdiği iki kişi[*] şöyle dedi: “Onların yanına şu kapıdan girin; oradan girerseniz hakim olanlar siz olursunuz. İnanıp güveniyorsanız yalnız Allah’a dayanın.”

Karşı çıkanların içinde olan ama onlar gibi olmayan Nun oğlu Yeşu’yla Yefunne oğlu Kalev giysilerini yırttılar. Sonra bütün İsrail topluluğuna şöyle dediler: “İçinden geçip araştırdığımız ülke çok iyi bir ülkedir. Eğer RAB bizden hoşnut kalırsa, süt ve bal akan o ülkeye bizi götürecek ve orayı bize verecektir. Ancak RAB’be karşı gelmeyin. Orada yaşayan halktan korkmayın. Onları ekmek yer gibi yiyip bitireceğiz. Koruyucuları onları bırakıp gitti. Ama RAB bizimledir. Onlardan korkmayın (Çölde sayım 14 /5-9) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

24. Dediler ki: “Ey Musa! Onlar orada bulundukça biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin onlarla savaşın. Biz burada oturacağız.”
25. (Musa): "Ey Rabbim! Ben kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Bizimle şu yoldan çıkmış topluluğun arasını ayır" dedi.
26. Allah dedi ki: “Artık orası onlara kırk yıl yasaktır[1*]. Onlar burada şaşkın şaşkın dolaşıp duracaklar. Yoldan çıkmış bu topluluğa üzülme[2*]!”

[1*] 40 yıl oraya girme yasağı, işlenen suça denk bir cezadır. Çünkü bu emre muhatap olan kişilerin bu dünyada yaşayacakları süre, ortalama 40 yıldır.

"RAB Musa’yla Harun’a da, “Bu kötü topluluk ne zamana dek bana söylenecek?” dedi, “Bana söylenen İsrail halkının yakınmalarını duydum. Onlara RAB şöyle diyor de: ‘Varlığım adına ant içerim ki, söylediklerinizin aynısını size yapacağım: Cesetleriniz bu çöle serilecek. Bana söylenen, yirmi ve daha yukarı yaşta sayılan herkes çölde ölecek. Sizi yerleştireceğime ant içtiğim ülkeye NUN OĞLU YEŞU (YÛŞA)’yla YEFUNNE OĞLU KALEV'den başkası girmeyecek. Ama tutsak edilecek dediğiniz çocuklarınızı oraya, sizin reddettiğiniz ülkeye götüreceğim; orayı tanıyacaklar. Size gelince, cesetleriniz bu çöle serilecek. Çocuklarınız, hepiniz ölünceye dek kırk yıl çölde çobanlık edecek ve sizin sadakatsizliğiniz yüzünden sıkıntı çekecekler. Ülkeyi araştırdığınız günler kadar –kırk gün, her gün için bir yıldan kırk yıl– suçunuzun cezasını çekeceksiniz. Sizden yüz çevirdiğimi bileceksiniz!’ Ben RAB söyledim; bana karşı toplanan bu kötü topluluğa bunları gerçekten yapacağım. Bu çölde yıkıma uğrayacak, burada ölecekler.” Çölde Sayım 14:26-35

[2*] Bakara 2/58-59. "Bütün İsrail halkı Musa’yla Harun’a karşı söylenmeye başladı. Onlara, “Keşke Mısır’da ya da bu çölde ölseydik!” dediler, “RAB neden bizi bu ülkeye götürüyor? Kılıçtan geçirilelim diye mi? Karılarımız, çocuklarımız tutsak edilecek. Mısır’a dönmek bizim için daha iyi değil mi?” Sonra birbirlerine, “Kendimize bir önder seçip Mısır’a dönelim” dediler. Bunun üzerine Musa’yla Harun, İsrail topluluğunun önünde yüzüstü yere kapandılar. Ülkeyi araştıranlardan Nun oğlu Yeşu’yla (Yûşa) Yefunne oğlu Kalev giysilerini yırttılar. Sonra bütün İsrail topluluğuna şöyle dediler: “İçinden geçip araştırdığımız ülke çok iyi bir ülkedir. Eğer RAB bizden hoşnut kalırsa, süt ve bal akan o ülkeye bizi götürecek ve orayı bize verecektir. Ancak RAB’be karşı gelmeyin. Orada yaşayan halktan korkmayın. Onları ekmek yer gibi yiyip bitireceğiz. Koruyucuları onları bırakıp gitti. Ama RAB bizimledir. Onlardan korkmayın!” (Çölde Sayım 14:5-9). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 5
27. Onlara, Âdem’in iki oğluyla ilgili haberi tüm gerçekliği ile anlat: Bir gün ikisi de birer sunu[*] takdim etmişler, birininki kabul edilmiş, diğerininki edilmemişti. Sunusu kabul edilmeyen “Seni kesinlikle öldüreceğim!“ deyince kardeşi şöyle demişti: “Allah sadece müttakilerden / kendisini yanlışlardan koruyanlardan kabul eder.

Arapça “kurban = القربان” kelimesi, “Yüce Allah’a yakınlasma vesilesi yapılan şeydir. Yaygın kullanımda, ‘hak yolunda boğazlanan kurbanın’ adı haline gelmiştir.” (Müfredat). Bu nedenle Allah’ın kitaplarında kendisine yakınlaşmak amacıyla takdim edilmesini emrettiği çeşitli türden sunular bu kapsama girer. Nitekim Habil ve Kabil’in Tevrat’taki kıssası, sunulardan birinin toprak mahsulü, diğerinin ise hayvan cinsinden olduğunu göstermektedir:

“Habil çoban oldu, Kayin (Kabil) ise çiftçi. Günler geçti. Bir gün Kayin toprağın ürünlerinden Rabb’e sunu getirdi. Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. Rab Habil’i ve sunusunu kabul etti. Kayin’le sunusunu ise reddetti. Kayin çok öfkelendi, suratını astı. RAB Kayin’e, “Niçin öfkelendin?” diye sordu, “Niçin surat astın? Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim?” (Yaratılış 4:2-7). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

28. Beni öldürmek için el kaldırsan bile, ben seni öldürmek için elimi oynatmayacağım; çünkü ben âlemlerin Rabbi Allah’tan korkarım.
29. İsterim ki sen, hem benim günahımı hem kendi günahını[*] yüklenesin de o ateşin ahalisinden olasın. Yanlış yapanların cezası işte budur.”

“Benim günahımı” ifadesi, “beni öldürme günahını” anlamındadır. Yoksa kimse kimsenin günahını üstlenmez (Fatır 35/18). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

30. Sonunda nefsi onu, kardeşini öldürmeye sevk etti de onu öldürdü. Böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.
31. Derken, Allah, kardeşinin cesedini nasıl saklayacağını ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. O dedi ki: "Vay be! Şu karga kadar bile olamıyor muyum ki, kardeşimin cesedini saklayayım." Bu arada, pişmanlık duyanlardan olmuştu.
32. Bundan dolayı Biz İsrâiloğullarına şöyle vahyetmiştik: Kim cinayet suçu işlememiş veya yeryüzünde fesat çıkarmamış bir kişiyi öldürürse, sanki bütün insanlığı öldürmüş gibi olur. Buna karşılık kim de birine hayat verirse, sanki bütün insanlığa hayat vermiş gibi olur. Elçilerimiz onlara hakikatin tüm delilleriyle gelmişlerdi; fakat daha sonra onların çoğu yeryüzünde her tür aşırılığı irtikâp edip durmuşlardı.
33. Allah’a ve resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmak için uğraşanların cezası; öldürülmeleri veya asılmaları ya da ellerinin ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi yahut bulundukları yerden sürgün edilmeleridir[*]. Bu, dünyada uğrayacakları rezilliktir. Onların ahirette hak ettiği ise büyük bir azaptır.

“Yeryüzünde bozgunculuk yapma” ile ilgili çok sayıda ayet vardır. Onların hiçbirinde suçluya verilecek cezadan söz edilmez (Bakara 2/204, Maide 5/13, 64, Tevbe 9/107-108). “Allah ve resulü ile savaş” olarak nitelenen faiz yeme hakkındaki ayette de insanlar tarafından uygulanacak bir ceza yoktur (Bakara 2/279). Bu ayette ise “bozgunculuk yapma” ve “Allah ve resulüyle savaş” suçlarının ikisi birden işlenmektedir. Bu suç, toplumdaki can ve mal güvenliğini ortadan kaldırmaya yönelik terör ve eşkıyalık suçudur. Bunlardan adam öldürenler, öldürülür veya insanlara ibret olsun diye asılırlar. Adam öldürmemiş ama organize bir eylem ile insanların mallarını ellerinden almış olanların da elleri ve ayakları çaprazlama kesilir. Korku salarak insanları yurtlarından uzaklaştıranlar ise sürgün edilirler. Bu, Allah’ın suçla ceza arasında kurduğu dengenin gereğidir (Şura 42/40). Demek ki bu iki suç birlikte işlenmediği takdirde suçlulara bu dünyada insanlar tarafından verilecek bir ceza yoktur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

34. Ancak onları ele geçirmenizden önce (pişmanlık duyup) tevbe eden (ve kendiliklerinden teslim olan)lar bunun dışındadır. Allah Gafûr'dur; çok bağışlayar ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
BÖLÜM 6
35. Ey inanıp güvenenler! Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının. Sizi ona yöneltecek vesile[1*] arayın ve Allah yolunda cihad edin / elinizden geleni yapın[2*] ki umduğunuza kavuşasınız.

[1*] Bu ayette geçen vesile, kulu Allah’a yaklaştıran şeydir. Bunlar iman ve salih amellerdir (Sebe 34/37, Alak 96/19). Allah, kendisine yaklaşmak için nebileri, melekleri, salih kulları veya başka varlıkları vesile kılmayı yasaklamıştır. Çünkü bu, Allah’a yaklaşmak değil, onu ikinci sıraya koyup ondan uzaklaşmaktır (A’raf 7/3, Zümer 39/3). Bu da Allah’ın asla affetmeyeceği şirk günahı olur (Nisa 4/48, 116).

[2*] Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

36. İnkârcılar, yeryüzünde ne varsa hepsine, hatta bir misli fazlasına sahip olsalar da kıyamet gününün azabından kurtulmak için tamamını fidye olarak verecek olsalar, onlardan yine kabul edilmez. Onlara çok acıklı bir azap vardır.
37. Ateşten çıkmak isteyecekler fakat onlar oradan asla çıkamayacaklar. Onlar için kalıcı bir azap vardır.
38. Erkek hırsız ile kadın hırsızın ellerini kesin ki bu hem onların yaptıklarının karşılığı hem de Allah tarafından (herkese) verilen caydırıcı bir ders olsun. Azîz; daima üstün ve Hakîm; bütün kararları doğru olan Allah’tır.
39. Kim, yaptığı bu yanlıştan sonra tövbe eder / dönüş yapar ve kendini düzeltirse, Allah, onun tövbesini / dönüşünü kabul eder[*]. Allah Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.

Bir malı çalan kişi; biri mal sahibine, ikincisi topluma, üçüncüsü Allah’a karşı olmak üzere üç suç işlemiş olur. Bunların cezası, suçlunun elini kesmektir. Bu ceza hem ona hem de çevresine, iyi bir ders olur. Bu, el kesme cezasının caydırıcı özelliğidir. Suçlu, yakalanmadan teslim olur ve iyi hal gösterirse el kesme cezasından kurtulur. Artık onun cezası, çaldığı mal ile birlikte onun dengi bir mal daha vermektir. Kur’an’ın sârik /hırsız dediği kişinin nasıl bir suç işlediğini, Kur’an’dan tespit etmek mümkündür. Yusuf Suresi 70-72. ayetlerde Yusuf aleyhisselam, bir plan yaparak kralın su tasını öz kardeşinin yükünün içine koymuş ve bundan dolayı üvey kardeşlerinin hırsız (sârik) sanılmalarını sağlamıştır. Kendilerine ait olmayan bir eşyayı gizlice almış olan kişilere ayette sârikûn denmiştir. Ayetteki “neyi kaybettiniz” ifadesi bir malın sahibinden gizlice alındığını göstermektedir. Yine “kralın su kabı” ifadesi malın başkasının mülkiyeti altında ve korunan bir mal olduğunun yanısıra belli bir ekonomik değere sahip olduğunu da belirtmektedir. Yusuf Suresinin 76. ayetinde kralın su kabının Yusuf aleyhisselamın öz kardeşinin yükünden çıkmış olması, eyleme konu olan malın bulunduğu yerden izinsiz ve gizlice alınarak başka bir yere nakledildiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bir suçun el kesme cezasını gerektirecek şekilde nitelikli hırsızlık (serika) olarak değerlendirilebilmesi için şu şartları taşıması gerektiği anlaşılmaktadır: Koruma altında olan başkasının mülkiyetindeki belli bir ekonomik değer taşıyan bir malın, sahibinin izni olmaksızın gizlice bulunduğu yerden alınması ve başka bir yere intikal ettirilmesi. Malın korunuyor olması, suçun gizli yapılıyor olması, malın ekonomik bir değer taşıması, serika türündeki hırsızlığın mülkiyet hakkına yönelik bir saldırı olduğunu ortaya koymaktadır. Malın bir başka yere nakledilmiş olması da suçun tasarıdan tatbikata dönüştüğünün göstergesidir. Kelimenin mecaz olarak kullanıldığı Hicr 15/17-18. ayetlerde bile çalınan şeyin korunuyor, çalanın da eylemi gizlice yapıyor olduğu görülebilmektedir. Yukarıda sayılan şartlardan birini dahi barındırmayan bir hırsızlık suçu, serika olarak adlandırılamayacağı için bu suçu işleyene de sârik denmez ve el kesme cezası uygulanmaz. Nebimizin de çeyrek dinar veya bir kalkan ya da zırh değerinde olmayan malların çalınması durumunda el kesme cezasını uygulamadığı hadis rivayetlerinde yer almaktadır (Bkz: Buhari, Hudud 13; Ebu Davud, Hudud). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

40. Bilmez misin, göklerde ve yerde tüm yetkiler Allah’ındır! Azabı hak edene azap eder, bağışlanmayı hak edeni de bağışlar. Allah her şeye bir ölçü koyar.
41. Ey resul! Kalpten inanmadıkları halde ağızlarıyla “inandık!” diyenlerin ve Yahudilerin kâfirlikte yarışmaları seni üzmesin. Onlar, yalan söylemek için kulak kesilir, sana gelmeyen başka topluluklara bilgi ulaştırmak için tüm dikkatleri ile seni dinlerler. Kelimelerin asıl anlamlarını yerlerinden kaydırır / tahrif eder; “Size şu hüküm verilirse kabul edin, verilmezse kabul etmeyin” derler. Allah’ın sıkıntıda kalmasını istediği bir kişi lehine Allah katında yapabileceğin bir şey yoktur. İşte onlar Allah’ın, kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Dünyada onların payına düşen, rezillik; ahirette de büyük bir azaptır.
42. Onlar yalanı can kulağı ile dinlerler; haramı tıka basa yerler. Sana geldiklerinde, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir şekilde zarar veremezler. Ama aralarında hükmedersen, adâletle hükmet! Allah, âdil davrananları sever.
43. Yanlarında Tevrat ve onda da Allah’ın hükmü bulunduğu hâlde seni nasıl hakem tutuyorlar ve daha sonra da o hükümden yüz çeviriyorlar? İşte böyleleri, gerçek mü’min de değildirler.[*]

Kendi inançlarına karşı dahi ikiyüzlü davranan Yahudilerin bu tutumunu deşifre ediyor. Zımnen: Kendi kitaplarına karşı böylesine laubali olan bir toplumun Kur’an’ın mesajına karşı gösterdiği olumsuz tavırda garipsenecek ne var? (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

44. İçinde doğru yol rehberi ve bir nur bulunan Tevrat’ı biz indirdik. Allah’a teslim olmuş nebiler, Yahudilere onunla hüküm verirlerdi[*]. Kendini Rabbinin yoluna adayanlar ve âlimler de Allah’ın kitabını koruma ve onun Allah katından olduğuna şahitlik etme görevleri gereği, onunla hüküm verirler. Siz insanlardan çekinmeyin; benden çekinin. Ayetlerimi geçici bir çıkara karşılık satmayın. Her kim Allah'ın indirdiği ile hüküm vermezse kâfirler işte onlardır.

Bu ayette nebilerin Yahudilere Tevrat’la hükmettikleri bildirilmektedir. Bakara suresinin 140. ayetinde de İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve esbatın Yahudi ya da Nasrani olmadığı vurgulanır. Esbâtın da Musa’ya kadar devam ettiği düşünülürse, Tevrat sürecinin Musa ile başladığı söylenebilir. Kur’an’ın hiçbir ayetinde Musa’ya Tevrat’ın verildiğinden bahsedilmez. Musa’ya kitap verildiği bildirilir. Yahudi geleneğinde de Eski Ahit'in/Tanakh'ın ilk beş bölümünün Musa'ya verildiği kabul edilmektedir. Hali hazırdaki Kitab-ı Mukaddes’in içeriğinden hareketle Tevrat’ın omurgasını /ahkama dair yönünü Musa’ya verilen kitabın oluşturduğu düşünülebilir. Tevrat pek çok nebiye indirilen kitapların toplamıdır. Yahudi geleneğinde Eski Ahit'in/Tanakh'ın tamamına "Yazılı Tevrat" denmektedir. Musa’dan sonraki nebilere indirilen her kitap Musa’ya indirilen kitaba eklenmiş, Tevrat meydana gelmiştir. Nebiler sadece kendilerine verilenle değil kendilerinden önce indirilenle de amel ediyor, hüküm veriyorlardı. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

45. Onlara o kitapta şunu yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralamalara karşılık kısas gerekir. Kim kısas hakkını bağışlarsa[1*], günahları için keffaret[2*] olur. Her kim Allah'ın indirdiği ile hüküm vermezse yanlış yapanlar işte onlardır.

[1*] Tevrat’ta şu ifadeler yer alır: Acımayacaksınız: Cana can, göze göz, dişe diş, ele el, ayağa ayak (Yasanın Tekrarı 19:21). Ama başka bir zarar varsa, cana karşılık can, göze karşılık göz, dişe karşılık diş, ele karşılık el, ayağa karşılık ayak, yanığa karşılık yanık, yaraya karşılık yara, bereye karşılık bere verilecektir (Mısır’dan Çıkış 21:23-25). Kur’an’da kısas, sadece adam öldürmelerde farz kılınarak Tevrat’taki hükümler daha hayırlısı ile neshedilmiştir (Bakara 2/106, 178-179).

[2*] Kefere kökünden olan keffaret kelimesi, suçun üstünü örten şey anlamına gelir. Türk okuyucunun kafirlik ve kafir kavramlarını anlaması bakımından önemlidir; çünkü keffaret, Türkçeye de Arapça anlamına çok yakın bir şekilde geçmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

46. Sonra arkalarından, onların izini takip eden ve önündeki Tevrat’ı tasdik eden Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. İsa’ya da içinde doğru yol rehberi ve bir nur bulunan, önündeki Tevrat’ı tasdik eden, müttakiler için bir rehber ve öğüt olan İncil’i verdik[*].

Ayette İsâ Aleyhisselamın gönderilmesinin Tevrat’ı tasdik etmesiyle kendisine verilen İncîl’in Tevrat’ı tasdik etmesi birbirinden ayrılmaktadır. Çünkü İsâ Aleyhisselam, doğumundaki özel durum sebebiyle Tevrat’ı, İncil’den ayrı olarak tasdik etmektedir. Tahrîm 66/12. ayette geçen Meryem validemizin Allah’ın kelimelerini ve kitaplarını tasdik etmesi ifadeleri de bunu göstermektedir. Enbiyâ 21/91 ve Müminun 23/50. ayetlerde Meryem validemiz ve oğlunun birer ayet olduklarının söylenmesi de yine Tevrat’taki bölümü tasdik etmeleriyle ilgilidir. Zira Meryem validemiz ve İsa Aleyhisselam, Tevrat’ta da ayet kelimesinin karşılığı olan “alâmet” ifadesi ile anlatılır: “Bunun için Rab kendisi size bir alâmet verecek; işte, bakire kız gebe kalacak ve bir oğul doğuracak ve onun adını İmmanuel (Allah bizimle) koyacak.” (İşaya, 7:14) İsa Aleyhisselamın babasız olarak dünyaya gelmesi Tevrat’taki bu ifadeleri tasdik etmiştir. Matta İncili’nde de Tevrat’taki ifadelere gönderme yapılmakta ve beklenen olayın gerçekleştiği ifade edilmektedir. “Ve bir oğul doğuracaktır; ve onun adını İsâ koyacaksın; çünkü kavmini günahlarından kurtaracak olan odur. İmdi peygamber vasıtası ile Rab tarafından söylenen: ‘İşte kız gebe kalacak ve bir oğul doğuracak ve onun adını İmmanuel koyacaklar’ sözü yerine gelsin diye hep bunlar vaki oldu.” (Matta, 1: 23) Böylece İncil, Tevrat’taki ifadeleri aynen kullanmak suretiyle onu tasdik etmiş olmaktadır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 7
47. İncil’de uzman olanlar, Allah'ın o kitapta indirdiği ile hüküm versinler. Her kim Allah'ın indirdiği ile hüküm vermezse fasık / yoldan çıkmış olanlar işte onlardır.[*]

Bu konuda kural, sadece Allah'ın indirdiklerine göre hüküm vermektir.

Hristiyanlar ve yahudiler -İslâm öncesinde- Tevrat ve İncil'in gereklerini yerine getirmemişlerse ve -İslâm sonrasında- Allah katından gönderilen Kur'an doğrultusunda harekât etmemişlerse, neticede bir hiçtirler. Tüm bu kitaplarda tek bir şeriat söz konusudur. Onlar bu şeriata uymakla yükümlüdürler. Allah'ın, tek bir harfi bile olmaksızın korunmuş son şeriatı da İslâm'dır:

"Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, fasıkların, doğru yoldan çıkanların ta kendileridirler."

Buradaki nassta da yine genel ve kesin bir ifade kullanılıyor. Yalnız burada, daha önceki "kâfirler" ve "zalimler" biçimindeki niteliklere, "fasıklar" diye bir yenisi daha ekleniyor. Bu, daha önceki ayetlerde bahsedilenlerden farklı bir topluluk ya da değişik bir durum söz konusu olduğu anlamında değildir. Durum yine aynıdır. Olay, bu ayetle, hangi ulustan ve hangi kuşaktan olursa olsun Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişiye, daha önceki iki niteliğe ek olarak, yeni bir niteliğin daha eklenmesinden ibarettir.

Küfür, Allah'ın şeriatını reddederek O'nun ilahlığını inkâr ederek olur. Zulüm, insanları Allah'ın belirlediği şeriat dışında bir şeriata uymaya zorlamak ve onların yaşamlarında kargaşaya, bozguna neden olmakla işlenir. Fasıklık ise, Allah'ın sistemini bırakıp başka bir sisteme tabi olmak demektir. İşte ilk fiil, bu niteliklerin her üçünü de kapsamakta ve söz konusu fiili işleyen kişi her üç niteliği de -aralarında hiçbir ayrım yapılmaksızın- bütünüyle hak etmektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

48. (Ey Muhammed!) Gerçekleri içeren bu kitabı sana, kendinden önceki kitapları tasdik edici ve koruyucu özellikte indirdik. O halde aralarında Allah’ın indirdiği ile hüküm ver. Sana gelen gerçekleri bırakıp onların arzularına uyma. Her biriniz için bir özel hüküm ve geniş yol oluşturduk. Allah gerek görseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Böyle olması, verdiği şeylerle sizi yıpratıcı bir imtihandan geçirmek içindir. Siz iyi işlerde yarışın. Hep birlikte dönüp geleceğiniz yer Allah’ın huzurudur. Anlaşmazlığa düştüğünüz konuları Allah size bildirecektir.[*]

Nihayet sıra, Allah'ın insanlığa gönderdiği son mesaja, son şeriata gelmiştir. Bu şeriat insanlığa "İslâm"ı nihaî biçimiyle sunmaktadır. İslâm, kendi şemsiyesi altında toplayan bir nihâî kaynak olmak üzere gönderilmiştir. İnsanların yaşamında Allah'ın sistemini egemen kılmak üzere indirilmiştir. Yaşamın her alanı bu sistem üzerine oturtulacaktır. Yaşamda bu şeriat eksen kabul edilecek, onun buyrukları doğrultusunda hareket edilecektir. İnanç esasları, sosyal düzen, bireysel ya da toplumsal davranışların nasıl olacağı, bu şeriata göre belirlenecektir. İslâm, sadece okunsun öğrenilsin ve sonuçta defterler ve kitaplar arasına sıkışıp kalmış bir kültür olsun diye değil, tam tersine Kur'an'ın ayetlerine göre hüküm verilsin diye gönderilmiştir. İslâm her şeyi dikkatle inceleyen, kılı kırk yaran bir dindir. Yaşama ilişkin hiç bir meselede boşluk bırakmamıştır. Yaşama ilişkin hiçbir meselede onun koyduğu hükümler, şu ya da bu şekilde kesinlikle değiştirilemez... Bu konuda ya İslâm'ın hükmü vardır, ya da keyfï arzular doğrultusunda belirlenen cahiliyye hükmü... İnsanları uzlaştırabilmek, bir araya getirebilmek için dini kolaylaştırmak yaftası altında da olsa hiç kimsenin İslâm'a aykırı davranmaya hakkı yoktur. (Seyyid Kutub Tefsiri)

***

Ey insanlar! “Her biriniz için bir şeriat ve” bir minhâc, yani dinde yürümekte olduğunuz aşikâr “bir yol belirledik.” - Yahyâ b. Vessâb [v. 103/721] Şin’in fethasıyla (şer'aten) okumuştur. Bu âyet bizim öncekilerin şeriatıyla amel etmek durumunda olmadığımızın delilidir, denmiştir. “... hepinizi tek bir ümmet yapardı,” yani tek bir şeriat üzere toplanmış tek bir ümmet kılabilirdi veya hiçbir ihtilaf / anlaşmazlık yaşamayan tek bir ümmet yani tek bir dinin mensubu yapabilirdi. “Fakat O, sizi, size verdiği (muhtelif şeriatlar) ile deneyecek olduğu içindir ki böyle yaptı.” Bakalım bu şeriatların, durumlara ve çağlara göre farklılaşan maslahatlar [genel insanlık yararları] doğrultusunda değiştiğine inanarak ve bunları farklı farklı kılmakla Allah’ın sadece hikmetinin gereğini yaptığını itiraf ederek, bunlarla amel mi edeceksiniz yoksa şüphelerin peşine takılıp amel konusunda gevşeklik mi göstereceksiniz?!

“Öyleyse, (insanlık için) hayırda yarışın!” hayırlı işlere seğirtin ve onları işlemek için birbirinizle yarışın. Çünkü “hepiniz, sonunda Allah’a döneceksiniz.” Neden hayırda yarışılması gerektiğini ifade anlamında bir istinaf cümlesidir. “Ve O size” haklıyı haksızdan, amelde doğru yolu tutanı ifrat ve tefrite düşenden ‘ayırt edici karşılık’ı hiçbir kuşkuya mahal kalmayacak şekilde “bir bir haber verecek.” (Zemahşeri Tefsiri)

49. Sen de aralarında, Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma! Dikkat et de, Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırıp fitneye düşürmesinler. Eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah onları bazı günahları yüzünden belâya çarptırmak istiyor. Zaten insanların birçoğu doğru yoldan iyice sapmış bulunuyorlar.[*]

Rivayete göre yahudiler peygamberimize gelerek, recm hükmü başta olmak üzere belirli hükümlerin uygulanmasında kendilerine hoşgörülü davranacak olursa, iman edebileceklerini söylediler. Peygamberimizi bu noktada uyaran ayet de, yahudilerin bu önerileri üzerine indirilmişti.. Ama meseleye -açıkça görüldüğü üzere- daha genel bazda bakmak gerekir. Zira bu şeriata inananlar da değişik vesilelerle her zaman için bu meseleyle karşılaşabilirler. Bu nedenle Allah, meseleyi son derece net bir biçimde ortaya koymayı ve de belirli koşulları göz önünde bulundurarak ya da farklı istemlerle, farklı arzularla karşılaşıldığında bir orta yol bulup insanları uzlaştıracağız diyerek ihmalkarlığa itebilecek beşerî içgüdülerin yolunu kesinkes kapatmayı uygun görmüş ve peygamberimize şöyle buyurmuştur: Allah, dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Ama O, onların her biri için ayrı bir yol, ayrı bir yöntem belirledi. O, gönderdiği din ve şeriatla, yaşam boyunca verdiği nimetlerle, insanları sınamayı diledi. Her insan kendi seçtiği yolda yürüyecektir. Sonunda ise tüm insanlar Allah'a döneceklerdir. Orada, gerçek, kendilerine bildirilecektir. Her biri dünyada seçtikleri yol ve benimsedikleri sistem konusunda sorguya çekilecektir. Öyleyse, değişik görüşlerdeki değişik düşüncelerdeki kimseleri birleştirebilmek için şeriattaki herhangi bir hükmü kolaylaştırmayı düşünmek doğru değildir. Onlar zaten birleşmezler:

"Her ümmet için ayrı bir şeriat, ayrı bir ana yol belirledik. Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat belirlediği yolda, sizleri denemeyi diledi. Buna göre hayırlı işlerde yarışınız. Çünkü hepiniz Allah'a döneceksiniz ve O, anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin içyüzünü size haber verecektir."

Allah'ın şeriatı bâkîdir, her şeyden daha değerlidir. Onun bir bölümünü de olsa, Allah'ın uygun görmediği bir şey uğruna kurban etmeye değmez! İnsanlar Allah tarafından yaratılmıştır. Her birinin kendine göre bir yeteneği, mizacı, kafa yapısı ve seçtiği bir yol vardır. İnsanlar, Allah'ın hikmeti gereği, birbirlerinden farklı yapılarda yaratılmışlardır. Allah onlara doğru yolu göstermiş ve bu noktada onları serbest bırakmıştır. Bu, onları sınamak istediğindendir. İnsanlar sonuçta Allah'a döneceklerdir. Ve o gün dünyada benimsedikleri yola göre, yaptıklarının karşılığını göreceklerdir.

Öyleyse bir kimsenin, Allah'ın şeriatını gözetme adına, bir başka deyişle insanların yararını ve kurtuluşunu gözetme adına, tüm insanları aynı çatı altında birleştirebilmek için çırpınması, boşa kürek çekmek demektir. Allah'ın şeriatından ödün vermek yada onda bazı değişiklikler yapmak, neticede, yeryüzünde bozguna neden olmak, biricik sapasağlam sistemi bırakıp sapıtmak, insanların yaşamında adaleti ortadan kaldırmak, insanların birbirlerine köle olmalarına, Allah'ı bırakıp birbirlerini rabb edinmelerine zemin hazırlamak dışında hiçbir işe yaramayacaktır. Bu ise en büyük kötülük, en büyük yıkımdır..: Sonu gelmeyecek, olmayacak girişimler peşinde koşmak, doğru değildir.

Çünkü insanın doğası için Allah, bu tür girişimleri uygun görmemiştir. Bu, Allah'ın hikmeti gereği insanların farklı kafa yapılarına, farklı mizaçlara, farklı görüşlere, farklı eğilimlere sahip olmalarına da terstir. İnsanları yaratan Allah'tır. Onların geçmişlerini de geleceklerini de çok iyi bilmektedir. Sonuçta herkes O'na dönecektir.

Böylesi bir amaçla, Allah'ın şeriatındaki herhangi bir hükmü kolaylaştırmaya kalkışmak -bu ayetten anlaşıldığı ve de yaşamın her noktasında- görüldüğü kadarıyla, boşa yorulmaktır. Böylesi bir girişim, realiteyle bağdaşmamaktadır. Allah'ın iradesine de uymamaktadır. Böyle bir girişimi, -Allah'ın isteklerini gerçekleştirmek için didinen- müslümanlar da onaylayamaz. Bu durumda, kendilerini "müslüman" olarak yaftalayan bazı kimseler, nasıl oluyor da örneğin şöyle laflar edebiliyorlar: "Turistleri kaybetmek istemiyorsak,şeriatı tatbik etmeyi düşünmemiz hiç de doğru olmaz" Abartmıyorum! Aynen böyle laflar eden insanlar var bugün!

Burada, daha net bir biçimde, aynı gerçeğin altı bir kez daha çiziliyor. Bu konudaki ilk ayette: "Buna göre onların arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre büküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi arzularına uyma!" denilmiştir. Kısacası, Allah'ın şeriatını bütünüyle onların keyfî arzusuna terk etmek yasaklanmıştı. Şimdi ise peygamberimiz, insanların kendisini Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakınması için uyarılıyor:

"O halde onların arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm ver, onların keyfi arzularına uyma, onların seni Allah'ın indirdiği bükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakın!"

Buradaki uyarı, daha kesin ve daha vurguludur. Burada mesele, tüm çıplaklığıyla ortaya koyuluyor. Bu fitneden, böylesi şaşırtmacalara kanmaktan, özenle kaçınmak gerekir. Bu meselede iki olay söz konusudur: Ya Allah'ın indirdiği hükmü aynen vermek ya da insanların -Allah tarafından sakınılması istenen- keyfî arzularına ve şaşırtmacalarına tâbî olmak.

Ayette daha sonra keyfî arzulara uyma konusuna açıklık getirilerek, peygamberimizin, kendisine gelen yahudilerin önerileri meselesini çözümleyebilmesi kolaylaştırılıyor. Artık söz konusu yahudiler, bu şeriattaki küçük büyük her şeye bütünüyle bağlanmazlarsa, İslâm'ı benimsemeyip sırt dönerlerse, Allah'ın şeriatıyla yargılanmaktan yüz çevirirlerse, peygamberimizin yapacağı bellidir. (O dönemde, bu konuda serbestlik vardı. Ancak daha sonra, "daru'l- İslâm"da İslâm şeriatıyla hüküm vermek zorunlu kılındı):

"Eğer sana sırt çevirirlerse bil ki, Allah, günahların bazısı yüzünden onları cezalandırmak istiyor. Kuşku yok ki, insanların çoğu fasıktır."

Sana sırt çevirirlerse, yapabileceğin bir şey yoktur. Onların bu tutumları seni, Allah'ın hükmüne ve şeriatına bütünüyle sarılmaktan ödün vermeye itmesin. Onların getirdikleri öneri, senin gücünü kırmasın, tavrını değiştirmesin. Onlar, sırtlarını dönüp yüz çevirmekteler. Çünkü Allah onları, işledikleri kimi günahlardan ötürü cezalandırmak istiyor. Bu tutumları nedeniyle başı derde girecek olanlar, onlardır. Onların bu tavırları ne sana zarar getirir, ne Allah'ın şeriatına, ne dinine; ne de dinlerine bağlı müslümanlara... İnsanın yapısı böyledir:

"İnsanların çoğu, fasıktır"..

Onlar dinden çıkarlar, sapıtırlar. Çünkü yapıları böyledir. Bu noktada sen, onların bu durumuna bir çare bulamazsın. Bunda şeriatın da günahı yoktur. Onların doğru yolu bulmaları da mümkün değildir.

Böylece şeytanın, müslüman yüreğine girebileceği tüm pencereler kapatılıyor. Hangi amaçla ve hangi durumda olursa olsun, bu şeriatın hükümlerinden herhangi birini terk etmeye yol açabilecek tüm gerekçeler, ortadan kaldırılmış bulunuyor.

Sonra insanlar, bu yol ayrımı üzerinde iyice düşünmeye sevk ediliyor. Ya Allah'ın hükmü ya da cahiliyyenin hükmü... Bu ikisinin ortası olamaz. Bu ikisi dışında başka bir alternatif yoktur. Ya, yeryüzünde Allah'ın hükmü egemen olacak, insanların yaşamında Allah'ın hükmü yürürlüğe konacak, insanların yaşamı Allah'ın sistemine göre yönlenecek... Ya da, cahiliyye hükmü, keyfï arzulara göre belirlenmiş bir şeriat, kölelik sistemi yürürlükte olacak... Bu iki alternatiften hangisini istiyorlar? (Seyyid Kutub Tefsiri)

50. Yoksa onlar, cahiliyye kanunu [ile yönetilmek] mi istiyorlar? Halbuki, kalben mutmain olan insanlar için Allah’tan daha iyi kanun-koyucu olabilir mi?[*]

Cahiliyyenin anlamı bu ayette belirgin bir biçimde ortaya konuluyor. Cahiliyye -Allah'ın belirttiği, Kur'an'da ifade edildiği üzere- insanların insanlar için hüküm belirlemesi, insanın insana köle kılınması, Allah'a kulluğun bırakılması, Allah'ın ilahlığının reddedilmesi ve de buna karşılık, kimi insanların ilah kabul edilmesi ve -Allah'a değil- onlara tapılmasıdır.

Olaya bu ayetin ışığında baktığımızda, cahiliyyenin tarihsel bir süreçten ibaret olmadığını görüyoruz. Cahiliyye, bir olgudur. Geçmişte yaşanmış olan bu olguyla, bugün de yarın da yine karşılaşılacaktır. Cahiliyyenin niteliği, İslâm la çelişme, İslâm`a karşı olmadır.

Nerede ve hangi zamanda olursa olsun eğer insanlar, tek bir konuda bile ödün vermeksizin Allah'ın şeriatına göre hükmediyorlarsa, bu şeriatı benimsiyorlar ve ona gerçek anlamda teslim oluyorlarsa, Allah'ın dinine mensup olmuş demektirler. Yok eğer, beşer aklının ürünü olan bir şeriat, bir öğretiye göre hüküm veriyorlarsa -hangi şekilde olursa olsun- söz konusu öğretiyi benimsiyorlarsa, onlar cahiliyye sınıfındadırlar. Onlar, öğretisi doğrultusunda hüküm verdikleri kişinin dinini benimsemiş durumdadırlar, Allah'ın dinini değil! Allah'ın hükmünü istemeyen, cahiliyye hükmünü istiyor demektir. Allah'ın şeriatını reddeden, cahiliyye düzenini kabul ediyor, cahiliyyeyi yaşıyor demektir.

Bu, yolların ayrılış noktasıdır. Allah bu noktada, insanlardan iyice düşünmelerini istiyor. Gerisi insanlara kalmıştır. Diledikleri yolu seçmekte özgürdürler.

Ardından Allah bu tür insanlara, cahiliyye düzenini istemelerinden ötürü kınayıcı bir soru yöneltmektedir. Yine bu soru, Allah'ın hükmünün daha üstün olduğunu vurgulamaya yöneliktir:

"Kesin inançlılara göre Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?"

Evet! Allah'tan daha iyi hüküm koyabilecek olan kim vardır?

İnsanlar için Allah'ın şeriatından ve hükmünden daha iyi bir şeriat ve hüküm belirleyebileceği iddiasında bulunmaya kim kalkışabilir?

Böylesi büyük bir iddiaya kalkıştığında, bunu hangi gerekçeyle açıklayabilir?

Bu iddiaya kalkışan, insanları, onların yaratıcısından daha iyi tanıdığını söyleyebilir mi? İnsanlara karşı, onların rabbinden daha hoşgörülü olduğunu ileri sürebilir mi? İnsanlar için en uygun olanı, onların yararını Allah'tan daha iyi gözetiyorum diyebilir mi? Nihai şeriatını gönderen, son peygamberini gönderen, onu peygamberlerin sonuncusu, getirdiği mesajı kitapların sonuncusu kılan, İslâm şeriatını kıyamete dek geçerli olarak niteleyen Allah'ın durumların değişebileceğini, yeni gereksinimlerin ortaya çıkacağını, farklı koşullar söz konusu olabileceğini bilemediğini iddia edebilir mi? Bir insan, Allah tüm bunları bilemediği için şeriatında belirtmemişti, ancak bugün işte tüm bunlar bizler tarafından kavranmıştır diyebilir mi?

Allah'ın şeriatını yaşamdan koparan, onun yerine cahiliyye şeriatını, cahiliyye hükmünü ikame eden, kendi keyfî arzusunu ya da herhangi bir halkın veya neslin keyfî arzularını Allah'ın şeriatından, Allah'ın hükmünden üstün tutan kimseler, bu tür sözler söyleme cüretini nasıl gösterebiliyorlar?

Özellikle de kendini müslüman olarak adlandıran bir insan, bu türden sözler edebilir mi?

İçinde bulunduğumuz koşullarmış. Durum çok değişmişmiş! İnsanların istememesiymiş! Düşmanlardan çekinmemiz gerekirmiş! Allah müslümanlardan kendi aralarında şeriatını yürürlüğe koymalarını, Kur'an doğrultusunda hayat sürmelerini, onlardan kimi insanların kendilerini indirdiği şeriatından ufacık bir noktada bile şaşırtmalarından sakınmalarını isterken, daha sonra olup bitecek herşeyi bilmiyor muydu?

Beklenmedik gereksinimler, yenilenen koşullar ve görmezlikten gelinemeyecek durumları, Allah'ın şeriatı ihata edemeyecek denli eksikmiş! Bu nasıl iddia edilebilir? Şeriatından ödün verilmemesi için bu denli kesin bir ifade ' kullanan ve insanları özenle uyaran Allah, tüm bunların olacağını bilmiyor muydu?

Bu konuda, müslüman olmayan bir kimse dilediğince konuşabilir. Ama müslüman olan ya da müslüman olduğunu iddia eden bir kimse bu türden sözler edebilirmi? Bu türden sözler edebiliyorsa onun İslâm'la artık ne ilgisi kalmıştır? Tüm bunlardan sonra, onda İslâm'ın en ufak bir izi görülebilir mi?

Bu, tam bir yol ayrımıdır. Kişi seçimini yapmak zorundadır. Seçimini yapmışsa artık tartışmanın gereği yoktur.

Ya İslâm, ya cahiliyye! Ya iman, ya küfür. Ya Allah'ın hükmü ya cahiliyye düzeni.

Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, kafirlerin, zalimlerin, fasıkların ta kendileridirler. Yönetilenlere karşı Allah'ın hükmüyle hükmetmeyenler, kesinlikle mümin değildirler.

Bu meseleyi müslüman, kesin ve net bir biçimde kafasına yerleştirmelidir. Yaşadığı çağda, insanlara karşı Allah'ın hükmünü uygulama noktasında asla tereddüde düşmemelidir. Bu gerçeğin zorunlu sonucu olarak, dosta da düşmana da Allah'ın şeriatını uygulamalı ve de bunun neticesine katlanmalıdır.

Müslüman bu meseleyi kafasına net olarak yerleştiremezse, bir türlü istikrara kavuşamayacak, kendini yöntem kargaşasının içinde bulacak, hak ile batılı birbirinden ayıramayacak, doğru yolda bir adım bile ilerleme kaydedemeyecektir... Bu meselenin sıradan insanların kafasında bu denli netleştirilemeyeceği doğru kabul edilse bile, "müslüman" olmayı isteyen, müslümanlığın gereklerini yerine getirmeye azmeden insanların kafasında iyice netleştirmeyi savsaklamak asla doğru değildir... (Seyyid Kutub Tefsiri)

51. Ey İnananlar! Yahudiyim diyenler ve Hristiyanım diyenleri veliler[*] (yöneticiler) edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridirler / yöneticileridir. Sizden kim onları yönetici / veli edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğruya iletmez.

Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)

52. (Bu ilahi uyarıya rağmen) kalplerinde (şüphe ve korku gibi) hastalık bulunan (münafık)ların: “Başımıza bir bela gelmesinden korkuyoruz” diyerek (inkârcılara şirin gözükmek için) onların arasında dolanıp durduklarını görürsün. Ancak Allah, (kendisine güvenen mü'minlere) zafer ihsan edecek ya da kendi tarafından (münafıkların maskelerini düşürme gibi) bir başka durum ortaya çıkaracaktır. İşte o zaman onlar içlerinde gizledikleri (şüphe ve korku) için büyük bir pişmanlık duyacaklardır.[*]

Şimdi ey Muhammed, kalblerinde hastalık olanları, İbnü Übeyy ve benzeri münafıkları görürsün ki yahudi ve hıristiyanlar içinde onların dostluk ve yardımları konusunda hızla koşuşurlar, korkarız ki devir aleyhimize döner, başımıza bir felaket gelir derler.

"Daire", dünyanın baş ucunda dönüp dolaşan felaket ve inkılâb demektir. Bunlar, ahireti hesaba almaz, hakkın üstün gelmesine, İslâmın yükselmesine bel bağlamaz, tersine bir devrim oluverip devletin kâfirlere geçmesini düşünür ve öyle bir halde onlardan istifade edebileceğini de ümit eder ve bu ümit ile özürleri kabahatlerinden büyük olmak üzere bu şekilde itiraz ederler. Bununla güya bir darlık zamanında müslümanlara bir hizmet etmek fikriyle akıllıca bir ihtiyatta bulunuyorlarmış gibi görünmek isterler. Halbuki gerçekte Resulullah'ın başarısından ve İslâm dininin gerçeklerinden şüphe ederler. İhtilaf ve inkılâb peşinde koşarlar. Rivayet olunuyor ki, bu sözü münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy söylemiştir. Benî Kureyza yahudileri Peygambere karşı bir savaş durumu aldıkları zaman Ubâde b. Sâmit (r.a.): "Benim bu yahudilerden pek çok dostum var, fakat ben bunların dostluklarından Allah'a ve Resulüne sığınıyor, Allah ve Resulüne dostluk ediyorum" demişti. Abdullah b. Übeyy de: "Ben öyle bir adamım ki felaketlerden korkarım, dostlarımdan vazgeçemem" demiş bu âyetler nazil olmuştur.

Öyle amma devrin bu gibi ihtimalleri içinde kendilerinden başka kimseye dost olmayanlardan ümit beklemektense Allah'ın peygambere ve müslümanlara fetihler veya başka şekilde ferahlık ihsan edivermesi veyahut kendi tarafından bir emir ile o dost dediklerine hatır ve hayale gelmez bir felaket verivermesi ve dolayısıyla bu münafıkların gönüllerinde gizledikleri şeylere nâdim olmaları pek yakın ve Allah'tan daha çok beklenen bir ihtimaldir. Ki bu, bir ilâhî vaaddir. Allah'ın kudretiyle yahudi ve hıristiyanların kudret ve ahlâkları karşılaştırılınca, hadd-i zatında yakın olan bu ilâhî vaad ile de kesinlik kazanan bu ihtimal gerçekleştiği zaman, bunların bu hallerini gören müminler ne der bilir misiniz? (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

53. (Münafıkların foyası açığa çıkınca, onurlu ve şuurlu) mü'minler birbirlerine (şöyle diyecekler:) “Sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle Allah'a yemin edenler bunlar mıdır?” Onların bütün yaptıkları boşa gitti ve böylece onlar, hüsrana uğrayan kimseler oldular.
BÖLÜM 8
54. Ey inanıp güvenenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, daha sonra Allah bir topluluk getirir. Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Müminlere alçak gönüllü, kâfirlere karşı dik duruşlu olur; Allah yolunda cihad eder / ellerinden geleni yapar ve kınayanın kınamasından da korkmazlar. İşte Allah’ın lütfu budur; onu, gereğini yapana verir. Allah Vâsi'dir; imkânları geniş olan ve Alîm'dir; daima bilendir.
55. Sizin veliniz[*], ancak Allah, Elçisi ve namazlarını kılan, zekatlarını veren, rüku'a varan mü'minlerdir.

Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)

56. Kim Allah’ı ve elçisini ve iman edenleri yardımcı (veli) edinirse, bilsin ki Allah’ın tarafında olanlar galip gelecek olanlardır.
57. Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve gerçeği yalanlayan nankörlerden, dininizi alay ve eğlenceye alan kimseleri veliler edinmeyin. Eğer iman etmiş kimselerseniz, Allah'a karşı takvâlı[*] olun.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

58. Siz ezan[*] okuyarak namaza dâvet edince, bunu alay ve eğlence konusu yaparlar. Onların böyle yapmalarının sebebi, akıllarını kullanmayıp bu güzelliği anlamamalarıdır.

Bu ayet namaz için okunan ezanın bir delilidir. İlk ezan hicretten hemen sonra 622 yılında okunmuştur. Ezandan önce farklı yöntemlerle Müslümanlar namaza çağrılıyordu. Sabit bir yöntemle namaza çağrı konusunda Hz. Peygamber bir istişare toplantısı yaptı. Bu toplantıda, çan çalınmasını, borazan kullanılmasını, ateş yakılmasını önerenler oldu ama Hz. Peygamber hiçbirisinden tatmin olmadı. Çünkü Çan’ı Hıristiyanlar, borazanı Yahudiler, Ateş’i Mecusiler kullanıyordu. Hazrec kabilesinden Abdullah b. Zeyd’in teklifiyle bugün olduğu gibi ezan okunmaya başlandı. İlk ezan Bilal-i Habeşi tarafından Mescid-i Nebevi’nin hemen yanındaki yüksek bir evin damından okunmuştur. Ayrıca; “Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, alışverişi bırakarak hemen Allah’ın zikrine koşun!” (Cuma, 62/9) ayetindeki çağrının da ezan ile yapıldığı bilinmektedir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

59. De ki: "Ey Kitap ehli, Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz?[*] Oysa sizin çoğunuz yoldan çıkmıştır."

Önceki âyetlerde eğlence ve oyun edilen değerlerin “bize ve bizden öncekilere gönderilen” ortak değerler olduğunu bu âyetten yola çıkarak söylemek mümkündür. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 9
60. De ki: Allah katında bundan daha kötü konumda olanları size bildireyim mi? Onlar Allah’ın öfkelendiği, dışladığı; kimini maymun, kimini de domuz gibi yaptığı kimseler[1*] ile tağutlara[2*] boyun eğenlerdir. İşte bunlar daha kötü konumda ve doğru yoldan daha da sapmış olanlardır.”

[1*] Cumartesi yasağını çiğneyenler maymunlar gibi olmuşlardı. Bu, onlara has fiziksel dönüşüm değil, benzer davranışları gösteren herkese uygulanan bir dışlama biçimidir (Nisa 4/47).

[2*] Tağut, haddini aşmakta ileri giden insan ve cin şeytanlarıdır. Bunlar, yoldan çıkmakla kalmaz ayetleri ya yok sayarak ya da anlamlarını bozarak başkalarının da haddini aşmasına ve yoldan çıkmasına sebep olurlar (Bakara 2/256, 257; Nisa 4/51, 60, 76; Nahl 16/36; Zümer 39/17). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

61. Sizin yanınıza geldiler mi, inandık derler, halbuki onlar, bulunduğunuz yere kafirlikle girdikleri gibi gene kafirlikle çıkmışlardır ve Allah, onların gizlediğini, onlardan daha iyi bilir.
62. Onların çoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede birbirleriyle yarıştıklarını görürsün.
63. Onların (din adamları) rabbanileri ve âlimleri, günah olan kötü sözleri ve pervasızca yedikleri haramları yasaklamaları gerekmiyor muydu? Yaptıkları şey ne kadar kötüdür.[*]

“Bu ustaca yaptıkları, gerçekten ne kötüdür!” Bu ifade ile onlar [rabbanîler ve âlimler] münker olan şeyleri işleyenlerden daha günahkâr sayılmış olmaktadır çünkü bir fiili işleyen kişiye “onu zanaat haline getirdi, ustaca yaptı” denilmez. Keza her işe de zanaat denmez, zanaat olabilmesi için kişinin o işte iyiden iyiye ustalık kazanması, o şeyi tekrar tekrar yapmış olması ve nihayetinde kendisinin de ona nispet edilir hale gelmesi gerekir. Çünkü masiyet işleyen biri, onu kendisini motive eden, işlemesi için arkasından itekleyen bir arzu ve ihtirasla birlikte işlemektedir; onu yasaklayacak kişinin ise, yasakladığı şey bir başkasının fiili olması hasebiyle ona karşı herhangi bir arzusu yoktur. Dolayısıyla o, bu haliyle tepkide ihmal gösterdiğinde, münkeri işleyenden daha şiddetli bir hal üzere olmaktadır. Hayatım üzerine yemin ederim ki bu âyet kulaklarda bomba etkisi bırakmakta ve kötülükler karşısındaki ilgisizliklerinden dolayı âlimlere müthiş bir uyarıda bulunmaktadır. İbn Abbâs [v. 68/688] “Bu âyet, Kur’ân’daki en şiddetli âyettir!” demiş, Dahhâk’in [v. 105/723] de “Bence bu âyetten daha korkutucu bir âyet yoktur” dediği rivayet olunmuştur. (Zemahşeri Tefsiri)

64. Yahudiler “Allah’ın eli sıkı” dediler.[*] Elleri bağlanasıcalar! Böyle dedikleri için dışlandılar. Hayır, Allah’ın iki eli de açıktır; nasıl kural koymuşsa ona göre verir. Rabbinin sana indirdiği, onlardan birçoğunun azgınlığını ve kâfirliğini artırır. Aralarına, kıyamet / mezardan kalkış gününe kadar sürecek bir düşmanlık ve nefret sokmuşuzdur. Ne zaman bir savaş ateşi tutuştursalar Allah onu söndürür. Onlar yeryüzünde bozgunculuk için uğraşırlar. Allah bozguncuları sevmez.

“Bir kimsenin eli sıkıdır” ibaresi, cimriliği gösteren mecazî bir ifadedir, tıpkı tersinin -“onun eli açıktır”- cömertliğe işaret etmesi gibi (Zemahşerî). Ancak bu iki ibare daha geniş bir anlama da sahiptirler: sırasıyla, “güç/kudret eksikliği” ve “sınırsız güç/kudret” (Râzî). Öyle görünüyor ki Medine Yahudileri, Müslümanların yoksulluğunu görünce, onların Allah yolunda mücadele ettikleri ve Kur’an’ın ilahî vahiy olduğu şeklindeki inançlarını küçümsediler. Böylece, bu ayette zikredilen Yahudilerin, “Allah’ın eli sıkıdır” deyişi ve 3:181’deki paralel söz, “Allah fakir olduğu halde biz zenginiz”, onların İslam’a ve Müslümanlara karşı tavırlarının dolaylı bir tanımıdır. O öyle bir inkar ve tezyif tavrıdır ki şu şekilde ifade edilebilir: “Eğer siz Müslümanların Allah’ın iradesini yerine getirdiğiniz doğru olsaydı, Allah size kudret ve zenginlik verirdi; oysa sizin yoksulluğunuz ve zayıflığınız sizi yalanlamaktadır; yahut sizin bu iddianız, aslında Allah’ın size yardım edemediğini söylemek demektir.” Ancak Kur’an’da çok sık başvurulan bu çarpıcı dolaylı ifade tarzı (îcâz) işaret ettiği tarihsel şartları çok aşan bir anlam taşır: yani, dünyevî zenginlikleri yahut güçleri manevî açıdan “doğru yolda olmak” ile haksız biçimde özdeşleştiren bir zihinsel tavrı tasvir eder. Bir sonraki ayette Kur’an, bu tavrı ele alır ve maddî başarıyı Allah’ın rızasını kazanmış olmanın bir kanıtı olarak görenlerin manevî hakikatlere karşı körleştiklerini ve bu nedenle ahlâken zaaf sahibi ve Allah katında lânetlenmiş olduklarını aynı dolaylı ifade tarzı ile ilan eder. (Muhammed Esed Tefsiri)

65. Eğer Kitap Ehli de inanıp takva[*] sahibi olsaydı, kötülüklerini örter, nimet dolu Cennetlere koyardık.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

66. Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve kendilerine Rableri tarafından indirilenleri uygulamış olsalardı,[*] gökten ve yerden gelen tüm nimetlerden yararlanırlardı. Onlardan doğru, âdil bir yol tutturanlar var. Çoğuna gelince: ne berbat şeyler yapıyorlar!

Buradaki uygulama, tahrif edilmemiş Tevrat ve İncil’in hayata geçirilmesidir. Zaten bu kitaplar hayata geçirilmediği için özgünlüklerini kaybetmişlerdir. Bir inancı tahriften korumanın en kestirme yolu onu hayata taşımaktır. Eğer kitap ehli kitaplarını uygulamada samimi olsalardı, bu samimiyet onları kitaplarının aslını aramaya yöneltecek, bu arayış da onları Kur’an’a ulaştıracaktı. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

67. Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.
68. De ki: "Ey kitap ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni uygulamadıkça bir şey (dayanak) üzere olamazsınız. Sana Rabbinden indirilen onların çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracaktır. Sen bu kâfirler topluluğu için üzülme!"
69. (Kur’an’a) inananlar ile Yahudiler, Sâbiîler ve Hristiyanlar var ya! Onlardan her kim Allah'a ve ahiret gününe inanır da iyi işler yaparsa onların üzerinde ne bir korku olur ne de üzülürler[*].

Bakara 2/62, Hac 22/17. Kendisine bir elçinin tebliği ulaşmayan kimse, sadece bile bile şirk koşmaktan (Bakara 2/22) ve bildiği doğrulardan sorumlu tutulur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 10
70. Andolsun, biz İsrail oğullarından söz almış ve onlara elçiler göndermiştik. Ne zaman bir elçi onlara canlarının istemediği bir şey getirdiyse (gelen elçilerin) bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürüyorlardı.[*]

Allah Teâlâ, resullerine yardım eder ve onları düşmanlarından korur (Maide 5/67, Yunus 10/102-103, Enbiyâ 21/7-9, Saffat 37/171-173). Nebi olmayan resuller vardır (Şuara 26/106, 123, 141, 176) Ama her nebi, aynı zamanda resul olduğu için nebilerin ve resullerin öldürülmesi, onların nebiliklerinin ve resullüklerinin öldürülmesidir. İlgili ayetlerde geçen öldürme /katl kelimesinin kök anlamlarından biri izlâl (Müfredât) yani itibarı ile oynamadır. Yahudiler, İsa aleyhisselamı öldürdüklerini söylerler (Nisa 4/157). Hıristiyanlar da sistemlerini, İsa aleyhisselamın çarmıha gerilip defnedilmesinden üç gün sonra kabrinden çıkarak Celile’de 11 havarisine gö­ründüğü iddiası üzerine kurarlar (Matta 28/16–20). İncil, Allah’ın İsa aleyhisselama indirdiği kitaptır (Maide 5/46). Onun ölümünden sonrası ile ilgili sözler İncil’e ait olamaz. Bazı İncillere Yahya aleyhisselamın öldürüldüğü iddiaları da sokuşturulmuştur (Matta 14/3-12, Markos 6/17-29). Hâlbuki Kur’an, bu iki nebinin öldürüldüklerinden değil, öldüklerinden söz eder ve öldükleri gün tam bir güven içinde olduklarını bildirir (Meryem 19/15 ve 33). Nebiler gibi dürüst davranmaya davet eden insanların kişiliklerini öldürme gayretleri de eskiden olduğu gibi bugün de devam etmektedir (Al-i İmran 3/21-22). Allah onları da, kurtarma sözü vermiştir (A’râf 7/163-166, Hud 11/116). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

71. Başlarına bir bela gelmeyeceğini sandıkları için, kör ve sağır kesildiler. Sonra tövbe ettiklerinde Allah da tövbelerini kabul buyurdu. Sonra içlerinden birçoğu yine kör ve sağır kesildiler. Allah yaptıklarını hakkıyla görüyor.
72. Şüphesiz "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler kâfir olmuşlardır. Oysa Mesih: "Ey İsrailoğulları! Benim de Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Kim Allah'a ortak koşarsa şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır ve onun barınağı cehennemdir. Zalimlerin herhangi bir yardımcıları da yoktur" demişti.

Hz. İsa’nın bu çağrısı Matta 4:10, Luka 4:8, Yuhanna 20:17’de açıkça görülür. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

73. ”Allah üçün üçüncüsüdür”[*] diyenler de kâfir oldular. Oysa tek tanrı dışında tanrı yoktur. Söyledikleri bu sözden vazgeçmezlerse, kafirlik eden o kimseleri acıklı bir azap saracaktır.

Hristiyanların bu türden yakıştırmaları “Allah üç uknumdan (asıldan/unsurdan) birisidir.”, “Allah üçlünün üçüncüsüdür” şeklindedir ki buna [teslîs] yani “üçleme” denmektedir. Bu kabulün sahiplerine göre, üçlünün unsurları “Allah, İsa, Kutsal Ruh” veya “Allah, Meryem, İsa” veya “Baba, Ruhu’l-Kudüs, Oğul” ya da “Baba, Ana, Oğul” şeklindedir ve üç uknumdan yani üç unsurdan oluşan bu kabulde Hz. İsa bu üçlünün biri olarak benimsenmektedir. İşte Yüce Allah böyle bir kabulü küfür, bu kabulü benimseyenleri ise kâfir olarak nitelendirmektedir. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

74. Hâlâ Allah'a yönelip tövbe ederek ondan af dilemiyorlar mı? Allah Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
75. Şunu çok iyi bilsinler ki, Meryem’in oğlu Mesih yalnızca Allah’ın bir elçisidir. Ondan önce de elçiler gelmişti. Mesih’in annesi Allah’ı tasdik eden bir kadındı ve onların ikisi de, yemek yiyen iki insandı. Bak, biz ayetleri onlara nasıl açıklıyoruz sonra bak onlara, nasıl döndürülüyorlar.[*]

Yahudiler, Hz. İsa’nın gayri meşru yollardan dünyaya geldiğine inanıyor ve Hz. Meryem’i fahişelikle itham ediyorlardı. Bu ayet, Hz. Meryem’in fahişeliğini reddederek onun namuslu bir bakire olduğunu vurgulamaktadır. Ali İmran suresinin 3/45, 46 ve 47. ayetlerinde olduğu gibi Meryem suresinin 19/16-36. ayetlerinde de Hz. İsa’nın nasıl yaratıldığı geniş şekilde anlatılmaktadır. Ayrıca bu ayet; Hristiyanların Hz. Meryem’e ve Hz. İsa’ya tanrılık vasfı vermelerini ve böylece Hz. İsa’yı Allah’ın insan şeklindeki bir tezahürü konumuna yücelterek bir azizler hiyerarşisi oluşturmalarını da reddetmektedir. Zira “Her ikisi de yemek yerlerdi” ifadesi, onların da diğer insanlar gibi yiyen-içen birer beşer olduğu ve hiçbir şekilde ilahlık konusunda onlara bir atıfta bulunulamayacağı ifade edilmektedir.

Hz. İsa’nın sadece bir resûl olduğunu (yani Allah olmadığını) anlatan bu ayetin ilk cümlesiyle Hz. Muhammed’in de sadece bir resûl olduğunu anlatan ayetin ilk cümlesi motamot aynıdır. “Muhammed, sadece bir resuldür. Şüphesiz ki ondan önce de resuller gelip geçmiştir” (Ali İmran 3/144). Hz. Muhammed’i bulutların üzerine çıkararak varlık âleminin yaratılış sebebi olarak görenler bu ayetten de ders çıkarmalıdırlar. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

76. De ki: "Size zarar veya fayda verme yetkisi olmayan birini Allah ile aranıza koyup[*] ona kulluk mu ediyorsunuz?" Allah Semî'dir; her şeyi dinleyen ve Alîm'dir; bilendir.

Kur’an’da; “Allah’tan başka varlıklar” anlamına gelen “min dünillah” ifadesi 70 yerde geçmektedir. Bu ifade geçtiği bütün yerlerde, insanın Allah’ın dışındaki canlı cansız bütün tapınma objelerini gösterir. Yani Allah’a inanmakla beraber O’nun dışındaki varlıkları da ilah edinmeyi ya da onları aracı kılmayı anlatır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

77. De ki: “Ey Ehl-i kitap! Dininize ait konularda haksız yere haddi aşmayın. Daha önce gelip geçenlerden hem kendisi sapmış, hem bir çok insanları da saptırmış olan atalarınızın ve şimdiki durumda da doğru yoldan sapan birtakım kimselerin heva ve hevesine uymayın.[*]

Dini öğrenmeye, incelemeye ve hükümlerini dikkatli bir şekilde tatbik etmeye yönelmek aşırılık değil, içtihad, mücahede, ciddiyet ve takvâdır. “Haksız yere” kaydı: “Dinde hedefiniz daima hak olsun, kör bir taklit, kuru bir tutuculuk ile ifrat veya tefrite sapıp hakkın sınırını geçmeyiniz. Ey Hıristiyanlar! siz Mesihi tanrılaştırmayınız. Ey Yahudiler! Siz onun nebîliğini inkâr etmeyiniz. Bu batıl inançlarınızı devam ettirmeniz hakikatin sınırını aşmak, dolayısıyla Allah’ın hakkına tecavüz etmektir.” Bu âyet, Hıristiyanlığın şirk inançlarının etkisi altında kaldığına da işaret etmektedir. (Bkz. 9,30). (Suat Yıldırım Tefsiri)

78. İsrailoğullarından kafir olanlara Davud'un diliyle de lanet edilmişti, Meryemoğlu İsa'nın diliyle de. Bu da isyan ettiklerinden ve aşırı gittiklerindendi.[*]

Mâide 5/13’te de belirtildiği gibi, İsrailoğulları’nın lanetlenmesi “sonuç”tur; bunun “sebeb”i ise verdikleri sözleri tutmamaları, isyan etmeleri ve hadlerini aşmalarıdır. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

79. İşledikleri kötülükten, birbirlerini menetmezlerdi. Gerçekten de yaptıkları iş, ne de kötüydü.[*]

Kur’an’ın birçok yerinde geçtiği gibi, İsrailoğulları kendilerini Allah’ın ayrıcalıklı kulları olarak gördükleri için diğer insanları hep hor görmüşlerdir. Onların, bu kendilerinin dışındakileri hor görmeleri, aşağılamaları şüphesiz Hz. Musa’ya gönderilen orijinal Tevrat’tan kaynaklanmamaktadır. Tevrat’ın nüzulünden sonra, bir kısım Yahudiler zaman içinde bu İlahi kitap üzerinde tahrifatlar yapmışlar ve yaptıkları tahrifatı da Allah’a isnat etmişlerdir. Böylece Tevrat’ı aşırı ırkçı tutumlarına alet edip dünyevi amaçlarına “kutsal” bir görünüm kazandırarak sapık, bozguncu ve isyankâr tavırlarına devam etmişlerdir. Onların isyan etmeleri ve isyanlarında peygamberleri öldürecek kadar ileri gitmeleri Hz. Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle de lanetlenmiştir. Bu ayetler, birinci elden İsrailoğullarının ortaya koyduğu çirkeflikleri anlatsa da bunlardaki mesaj aynı zamanda genel bir muhteva taşımaktadır. Yeryüzünü kötülüklerden bütünüyle arındırmak elbette ki imkânsızdır. Ancak İslam, kötülüklere karşı mücadele etmeyi emreder ve kişilerin kötülük işlemesine asla müsaade etmez. Fenalıklardan olabildiğince arındırılmış daha derli toplu bir dünyanın oluşması için bireyin ve toplumun kötülüklerin karşısında durmasını, onlara karşı birbirlerini sakındırmasını zorunlu kılar. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

80. Ehlikitaptan çoğunun, kafirlik edenleri veli / yakın dost edindiğini görürsün. Allah’ı kızdırarak kendileri için ne kötü bir gelecek hazırlıyorlar! Onlar o azap içinde, ölümsüz olarak kalacaklardır.
BÖLÜM 11
81. Eğer Allah’a, nebisine ve ona indirilmiş olana (Kur’ân’a) inanıp güvenselerdi kâfirleri veli / yakın dost edinmezlerdi. Ama onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.
82. İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli (ve tehlikeli) olarak Yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın. Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da “Biz Hıristiyanlarız” diyenleri bulacaksın. Çünkü Hıristiyanlar arasında Allah'a bağlı bilginler ve din adamları vardır ve onlar büyüklük taslamazlar.[*]

Ayette Yahudileri anlatan “yehûd” kelimesinin başına “lam-ı ta’rif” vardır, yani belirlilik takısı olarak “el” gelmiştir. Bu da gösteriyor ki; bundan kastedilen, o gün mü’minlerle aynı coğrafyada yaşayan ve İslam’a tavır alan malum Yahudilerdir. Yoksa tarihin her döneminde yaşamış ve yaşayacak olan Yahudileri kapsayan bir husus değildir. Ayette bahsi geçen Hıristiyanların ise, Habeşistan’a (Etiyopya’ya) göç eden Müslümanları iyi konuk eden ve onları hoşgörüyle karşılayan Hıristiyanlar ile Hz. Muhammed’le antlaşma yapan Necran Hıristiyanları olduğu söylenmektedir. Bir sonraki ayette de görüleceği gibi, Habeş Hıristiyanlarından keşişler ve rahipler, Rasülullah’ı tanımak için geldiklerinde, Kur’an’dan okunanları dinleyince ve Hz. Peygamberin tavır ve davranışlarını görünce Müslüman olmuşlardır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

83. Elçiye indirileni duydukları zaman, tanıdıkları gerçeklerden dolayı gözlerinden yaşlar boşaldığını görürsün.[*] Derler ki: “Rabbimiz! İman ettik, bizi (gerçeğe) şahit olanlarla birlikte yaz!

Ayette yer alan “tanıdıkları gerçeklerden dolayı” ifadesi gereği, keşişlerin ve rahiplerin Hz. Muhammed’i dinlerken asıl ağlama nedeni, tanıdıkları gerçeklerle buluşmalarıdır. Sanıldığı gibi burada sadece okumak değil, okunan metindeki bilgileri daha önce kendi kitaplarındaki bilgilerle buluşturmaları, hak ve hakikatı tanımalarıdır. [Nasârâ] denilen grubun içerisinde yer alan keşişler ve rahipler kendi ellerinde bulunan kitapta gördükleri ve bildikleri hakikatlarla Kur’an’daki bilgilerin örtüştüğünü görmüş ve bundan etkilenmişlerdi. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

84. Rabbimizin bizi iyiler arasına katmasını umup dururken Allah’a ve bize gelen gerçeğe niçin iman etmeyecekmişiz ki!”[*]

Ayette söz konusu edilen keşişler ve rahipler eski inanışları ile birlikte şirk ve inkâr içerikli kabullerini de terk edip hakikate iman etmişlerdi. Bu imanları nedeniyle kendilerini kınayan kavimlerine karşı Yüce Allah’a ve O’nun tarafından gönderilip kendilerine ulaşan gerçeklere iman etmemelerinin söz konusu olamayacağını dile getirmiş ve sonraki nesillere örnek olabilecek yiğitçe bir duruş sergilemişlerdir. Bu kişiler cennete girebilmek için imanın şart olduğunu göstermişler, salih olmanın gerektiğini de imanlarıyla birlikte belirtmişlerdir. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

85. Ve Allah da onları, bu inançlarından dolayı zemininden ırmaklar akan cennetlerle ödüllendirdi, orada karar kılacaklar: işte budur iyilerin ödülü.
86. Kafir olanlar ve ayetlerimizi yalanlayanlar ise işte onlar da cehennem halkıdır.
87. Ey inananlar! Allah'ın size helal kıldığı hayatın güzelliklerinden kendinizi yoksun bırakmayın (onları kendinize haram etmeyin)[*] ve Hakkın sınırlarını da aşmayın! Allah, aşırı gidenleri asla sevmez.

Allah, yarattığı helal ve temiz rızıklardan kulunun istifade etmesini emretmiş ve hangi sebeple olursa olsun insanın Allah’ın helal kıldığı bir şeyi -Allah’a yakınlaşma adına da olsa- kendisine yasaklamasını da haram kılmıştır.” “De ki: “Bana vahyedilenlerde leş, akıtılmış kan, iğrenç bir şey olan domuz eti, üzerinde Allah’tan başka bir ismin anıldığı kurban dışında yenmesi yasak olan hiçbir şey görmüyorum.” (En’am 6/145) Günümüzde özellikle deniz ürünleri gibi farklı sahalarda bu yasakların her geçen gün eklenerek çoğaldığını görmekteyiz. Ayrıca duygusal mülahazalarla da farklı yasaklar konmaktadır. Örneğin; “peygamberim bundan yememiş ya da yiyememişti, rahmetli annem-babam bunu çok severdi” gibi manasız ve gereksiz düşüncelerle hiçbir nimetin yasaklanmasına Allah müsaade etmez. Allah verdiği nimetleri bir sonraki ayette de görüldüğü gibi kulu üzerinde görmek ve gördüğü nimetlerin karşılığını almak ister. İnsana düşen, Allah’ın verdiği nimetlerden israf etmeden, savurganca davranmadan, şımarmadan istifade ederek kulluğunu ortaya koyması ve ihsan edilen nimetlerin şükrünü Kur’an’ın tarif ettiği şekilde eda etmesidir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

88. Allah’ın size verdiği rızıktan temiz helal olarak yiyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah’a karşı [takvâlı][*] olun!

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

89. Allah, boş bulunarak (gereksiz yere) ettiğiniz yeminlerle sizi sorumlu tutmaz. Ama bile bile yaptığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bu durumda yeminin kefareti, ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden on yoksulu doyurmak, yahut onları giydirmek ya da bir köle / esir azat etmektir. Kim (bu imkânı) bulamazsa, onun kefareti üç gün oruç tutmaktır. İşte yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin kefareti budur. Yeminlerinizi tutun. Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor ki şükredesiniz.[*]

“Allah ayetlerini size böylece açıklıyor ki şükredersiniz” yani büyük bir günah işlemişsiniz, vebal altına girmişsiniz ve bundan kurtulmanız gerekiyor. Bunun için Allah kurtuluş yolunu ayetleriyle size gösteriyor. İşte sizi bu günahtan kurtardığı için Allah’a şükretmeniz gerekiyor.

Yemine karşı ortaya konan bu duyarlılığın temelinde insana saygı vardır. Allah, insanların birbirlerini aldatmalarını ve bu konuda etkili olmak için kendi adını istismar etmelerini şiddetle yasaklıyor. Böyle durumlarda insanların imkânlarına göre yasağın ehemmiyetine binaen on yoksulu yedirmek, köle azat etmek, üç gün oruç tutmak gibi ağır müeyyideler koyuyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 12
90. Ey inanıp güvenenler! İçki - uyuşturucu çeşitleri[1*] ve kumar çeşitleri[2*], sunaklar[3*] ve piyango[4*] şeytan işi pisliklerdir. Onlardan uzak durun ki umduğunuza kavuşasınız.

[1*] Ayet metninde geçen “hamr (خمر)” kelimesi aklı örten anlamındadır. Sarhoş edici tüm içkileri ve uyuşturucu maddeler aklı örttüğü için onların hepsi hamrdır. Nebimizin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Sarhoşluk veren her şey hamrdır. Sarhoş eden her şey haramdır.” (Müslim, Eşribe,73; Ebû Dâvûd, Eşribe, 5)

[2*] Kumar çeşitleri diye meal verdiğimiz meysir kelimesi, kolaylık anlamına gelen “yusr = يسر” kökünden gelir. Üç ayette “hamr” ile birlikte zikredilir (Bakara 2/219, Mâide 5/90-91). Malın kolayca kazanılmasına ve kaybedilmesine yol açan her türlü kumar bu kapsama girer

[3*] Tapınaklarda, üzerinde kurban kesilen, günlük yakılan, dinî tören yapılan taş masa. (Türk Dil Kurumu)

[4*] Ezlam ile ilgili olarak bkz. Maide 5/3’ün dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

91. Şeytan; içki (sarhoşluk ve uyuşturucu ile) ve kumarla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; Allah’ı anmaktan (emir ve yasakları hatırlamaktan) ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyor musunuz?[*]

İslâm’dan önce Araplarda çok yaygın bir şarap içme alışkanlığı bulunduğu için Allah Teâlâ ilk müslümanları yavaş yavaş içki yasağına alıştırmış, önce onun zararının faydasından çok olduğunu bildirmiş, sonra içkili namaz kılmayı yasaklamış ve en sonunda bu âyetle kesin olarak sarhoşluk veren içkileri içmeyi haram kılmıştır. Yine cahiliye devrinde Araplar on adet ok sapı ile bir nevi kumar ve şans oyunu oynarlardı. Bunların yedisinde bazı paylar yazılı idi, üçü de boştu. Güvenilir bir kimse, bir torbanın içinden bunları, katılanlar adına teker teker çekerdi. Dolu çıkanlar maldan hisselerini alır fakirlere verirlerdi. Boş çıkanlar ise bu malın parasını öderlerdi. Kumarların belki de en nezihi olmasına rağmen İslâm bunu da yasaklamış, ortaya mal ve para konarak oynanacak hiçbir şans oyununa izin vermemiş, fukaraya yardım edilecekse bunu herkesin, helâl kazancından ayırarak etmesini istemiştir. Âyet içki ve kumar yasağının en önemli ictimaî, ahlâkî ve dinî hikmetlerini açıklamıştır. İlgili hadisler ile ilim, bunlara ekonomik ve sıhhî sebepleri de eklemiştir. (Diyanet Vakfı Tefsiri)

92. Şu hâlde Allah’a itaat edin, Rasûl’e itaat edin ve (kötülükten) sakının! Eğer yüz çevirirseniz, iyi bilin ki Elçi’mizin görevi mesajı apaçık tebliğ etmekten ibarettir.
93. İman edip sâlih amel işleyenler, takva ehli oldukları, iman edip sâlih amel işlemeye devam ettikleri sürece, (önceden) tattıklarından dolayı sorumlu tutulmayacaklardır; yeter ki takvada ve imanda, dahası, takvada ve iyilikte kararlı olsunlar: Zira Allah iyileri sever.[*]

Denildi ki: Bu âyet, hamrın / içkinin haram olduğuna dair hüküm nâzil olunca sahabîlerin; “Ya Resûlallah! İçki içerek, kumar parası yiyerek ölen kardeşlerimizin durumu ne olacak?!” demesi üzerine gelmiştir. [Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 515]

Yani müminler haramlardan sakındıkları sürece tattıkları hiçbir mübah şeyden dolayı sorumlu olmayacaklardır. Buna göre “evet, sakınıp iman ettikleri, evet, sakınıp ihsan üzere hareket ettikleri takdirde” ifadesi onların bu özellikleri taşıdığı anlamında olup takva ve iman üzere, yine takva ve ihsan üzere oldukları konusunda onları övmüş medhetmiş olmaktadır. Benzeri şudur: Birisi sana “Zeyd’in işlediklerine karşılık ona bir günah var mı?!” dediği zaman sen -o şeyin mübah olduğunu da bilerek- “Haramlardan sakındığı sürece mübah bir konuda hiç kimseye günah yoktur, kaldı ki o ihsan üzere hareket eden bir mümindir.” dersin ve bu sözünle Zeyd’in ihsan üzere hareket eden takvalı, mümin bir kimse olduğunu bu haliyle yaptıklarından dolayı da sorumlu tutulmayacağını kastedersin. (Zemahşeri Tefsiri)

94. Ey inanıp güvenenler! Allah sizi, ellerinizin ve mızraklarınızın ulaşabileceği avlarla yıpratıcı bir imtihandan geçirecektir. Allah bunu, kendinden içten içe korkanları bilmek için yapar. Bundan sonra kim aşırı giderse onun için acıklı bir azap vardır.[*]

Bu âyet Hudeybiye senesi inmiştir, Allah onları ihramlı iken av ile sınamıştı. O kadar çok avlanacak hayvan vardı ki neredeyse bineklerine sürtünüyorlar, elle tutulacak, mızrakla avlanacak kadar yakınlarına geliyorlardı. “Bakalım kim, gaip olduğu halde kendisinden korkuyor’ ayırt etmek için…” yani Allah’ın -âhirette gerçekleşeceği beklenen gayp niteliğindekiazabından korkarak avlanmaktan sakınanlarla pervasızca ava yeltenenler birbirinden ayrılsınlar diye Allah sizi mutlaka deneyecektir. Bu sınamadan sonra, her kim haddi aşar da avlanırsa o takdirde söz konusu tehdit kendisini mutlaka bulur! (Zemahşeri Tefsiri)

95. Ey inanıp güvenenler! İhrama girmişken[*] av hayvanı öldürmeyin. Sizden kim onu bilerek öldürürse, öldürdüğüne denk bir kurbanlık hayvanı ceza kurbanı olarak Kâbe’ye ulaştırmalıdır. Denklik kararını içinizden iki adil kişi versin. Ceza, yoksulları doyuracak keffaret yahut suçu dengeleyecek oruç şeklinde de olur. Bu, işlediği suçun cezasını çekmesi içindir. Allah, daha önce olanları affetmiştir. Bundan sonra o suçu kim tekrar işlerse Allah ona hak ettiği cezayı verir. Azîz; daima üstün olan, hak edildiği kadar ceza veren Allah’tır.

İhram, niyet edip telbiye getirerek hac veya umre ibadetine başlayan kişi için, bu ibadetler tamamlanıncaya kadar bazı yasakların başlaması anlamına gelir. Bu tıpkı, niyet edip tekbir getirerek namaza başlayan kişiye, namaz boyunca bazı davranışların yasak olması gibidir. Kara avı avlamak, ihram yasaklarındandır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

96. Deniz avı[1*] ve yiyeceği[2*] size helal kılındı ki hem siz yararlanasınız hem de yolcular yararlansın. Kara avı ise ihramda olduğunuz sürece haram kılındı. Huzurunda toplanacağınız Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının.

[1*] Arapçada büyük su kütlelerine; denize, akarsulara, tuzlu veya tuzsuz göllere “bahr (بحر)” denir (Lisan’ul-arab). Nitekim tatlı ve tuzlu su ayrımı olmaksızın Kur’an’da her ikisine de “bahr” denmiştir. Bahr kelimesi Türkçeye deniz diye çevrilir. Deniz deyince kimsenin aklına tatlı su kütlesi gelmeyeceği için kelimenin “büyük su kütlesi” şeklinde meallendirilmesi aslında daha uygundur. Bu nedenle tatlı ve tuzlu su avlarının tamamı ayetteki “deniz avı” kapsamındadır.

[2*] “Denizden yakaladıklarınız ve topladıklarınız” çevirisi de yapılabilir. Bu durumda kaçma özelliği olduğu için avlanmak suretiyle ele geçirilen deniz canlıları ve kaçamadıkları için toplanabilen deniz canlılarının tamamı helal olmuş olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 13
97. Allah Kâbe'yi, o hürmete layık mâbedi, insanların din ve dünya hayatları için bir nizam vesilesi kılmıştır; o haram ay'ı da, Kâbe'ye gönderilen gerdanlıksız veya gerdanlıklı kurbanlıkları da. . . Bütün bunlar, Allah'ın göklerde olanı da, yerde olanı da bildiğini ve gerçekten Allah'ın her şeyi bildiğini sizin de bilip anlamanız içindir.[*]

Hac uluslararası düzeyde, dünya çapında, yılda bir tekrarlanan bir vakıa olduğu gibi, umre de daha küçük çapta devam eden bir vakıadır. Hac ziyaretinin kültürel, sosyal, ekonomik, turistik fayda ve neticeleri gözle görülmektedir. Fakat daha fazla faydası, ziyaretçilerin manevî hayatlarına yön verip, onları mânen beslemesidir. Allah’ın yeryüzünde inşasını emrettiği ilk Mabedi ziyaret etmekle, insanlığın babası Hz. Âdem (a.s.)’dan günümüze kadar gelen bütün insanlarla buluşması, başka kapılarda sürünüp perişan olanların, sıcak aile yuvalarına dönüşü, geçici dünya imtiyazlarının (ırk, asalet, servet, makam, güzellik, gençlik gibi imtiyazların) gerçekten geçici olduğunun ispatlanması, mahşer manzarasından bir enstantanenin dünyada yaşanarak insanların ona göre kendilerine çekidüzen vermeleri gibi nice muazzam gerçekleri yaşar ki bunları düşününce “Kâbe’nin nasıl bir yön ve nizam unsuru” ve yön belirleyen bir pusula olduğunu anlar. Haram ay (Şehr-i haram) hac ibadetinin yer aldığı Zilhicce veya hac mevsiminin yer aldığı Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. (Suat Yıldırım Tefsiri)

98. Bilin ki Allah, azap ettiğinde çok şiddetli eder. Allah; Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
99. Elçiye düşen, ancak Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ etmek (bildirmek) dir. Allah sizin açığa vurduğunuz şeyleri de, içinizde gizlediklerinizi de bilir.
100. (Ey Muhammed!) De ki: “Pis ile temiz bir olmaz. Pisin çokluğu hoşuna gitse bile.” Ey akıl sahipleri! Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.
101. Ey inananlar! Size açıklandığı takdirde sizi üzecek olan şeylere dair soru sormayın! Eğer Kur'an indirilirken bunlara dair soru sorarsanız size açıklanır.[*] Hâlbuki Allah onları bağışlamış, sizi onlardan muaf tutmuştur. Allah; Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Halîm'dir; pek yumuşak davranandır.

Hz. Peygamber; “Allah üzerinize haccı farz kıldı” buyurunca; sahabeden birisi, ‘her sene mi?’ Sonra tekrar ‘her sene mi? Ey Allah’ın Resulü!’ diye sordu. Bunun üzerine Peygamberimiz, bir sonraki ayette görüldüğü gibi “sizden evvelkiler hep çok soru sormaktan helâk oldular, işi zorlaştıracak sorular sormayın” diye uyarıda bulundu ve bunun üzerine bu ayet nazil oldu. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

102. Sizden önce bir topluluk böyle şeyler sormuşlardı da sonra o yüzden kâfir olmuşlardı[*].

Musa aleyhisselam İsrail oğullarına, Allah’ın onlara, bir sığır kesmelerini emrettiğini bildirmişti. Herhangi bir sığır kesebilirlerdi ama sordukları sorular sonucunda apis özelliğinde bir sığırı kesmek zorunda kaldılar (Bakara 2/67-72). Daha sonra da apisi kendilerine tanrı edindiler (Taha 20/83-98) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

103. Allah ne bahîre, ne sâibe, ne vasîle, ne de hâm diye bir şey bildirmemiştir.[*] Fakat, o kâfirler bu inançlarını Allah'a mal ederek O'na iftira etmişlerdir. Onların ekserisinin akılları ermez.

Cahiliye Araplarının batıl inançlarından biri de birtakım bahanelerle bazı hayvanları putlara kurban etmeleri ya da putlar adına serbest bırakmaları idi. Bu yaptıklarını da Allah adına ve O’nun emriyle yaptıklarını söylerlerdi. Yukarıdaki ayetle, dinin bir uygulaması haline gelen bu tür cahiliye adetleri kaldırılmıştır.

“Bahire”: Beşinci batında erkek doğurduğunda kulağı yarılıp salıverilen devedir. Bu durumda kimse ondan yararlanamazdı.

“Saibe”: Herhangi birisinin şifa bulması ya da yakın birisinin gelmesiyle salıverilen devedir ki bundan da kimse yararlanamazdı.

“Vesile”: Koyun, dişi doğurduğunda kendilerine ayırırlardı, erkek doğurduğunda ise ona isim vererek onu ilahlarına adarlardı.

“Ham”: Bir erkek devenin dölünden on batın doğunca onu serbest bırakırlar ve sırtına da yük yüklemezlerdi. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 14
104. Onlara “Allah’ın indirdiğine ve elçinin getirdiğine gelin” denildiğinde, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyler bize yeter” derler. Eğer ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde değillerse de mi, atalarına uyacaklar?
105. Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah'ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.
106. “Ey inanıp güvenenler! İçinizden birine ölüm hali gelir de vasiyette / borç itirafında bulunursa[1*], o sırada aranızdan adil iki kişi ona şahitlik etsin. Ölüm musibeti yolculuk yaptığınız sırada gelip çatarsa, sizin dışınızdan / Müslüman olmayanlardan iki kişi[2*] de şahitlik edebilir. Şahitlerden şüphelenirseniz namazdan sonra alıkoyar, onlara şöyle yemin ettirirsiniz: “Lehinde şahitlik ettiğimiz kişi en yakınımız bile olsa, vallahi bu işten bir kazancımız yoktur. Allah için yaptığımız şahitlikte hiçbir şeyi gizlemeyiz. Öyle olsa biz elbette günahkarlardan oluruz.”

[1*] Bakara 2/282. ayette borcun yazılmasını emretmiş ancak 283. ayette “Biriniz diğerine güvenir (borcu yazmaz, rehin de almaz) ise, kendine güvenilen kişi, Rabbi / Sahibi olan Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakınsın da güveni kötüye kullanmasın.”

[2*] Yolculuk sırasında ölmek üzere olan kişinin bulabildiği iki kişi.. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

107. Şahitlerin günaha girdikleri anlaşılırsa, mağdur ettikleri taraftan / ölünün yakınlarından şahitlik etmeye en uygun iki kişi şahitlerin yerine geçip şöyle yemin ederler: “Vallahi, bizim şahitliğimiz onlarınkinden daha doğrudur, biz kimsenin hakkına girmiyoruz. Öyle yaparsak elbette yanlış yapanlardan oluruz.”
108. Şahitliği gereği gibi yapmalarının en alt seviyesi budur. Şahitlerde, yeminlerinin başka yeminlerle çürütülmesi korkusunun oluşmaması (böylece doğru şahitlik yapmaları) için en uygun olan da budur. Siz, Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının ve bu söylenenlere kulak verin. Allah, yoldan çıkan topluluğu yola getirmez.
109. Allah, bütün resulleri bir araya getireceği gün (onlara şöyle) soracak: “İnsanlar çağrılarınıza ne cevap verdi?” Resuller de: “Bizim bildiğimiz bir şey yok. Yaratılmışların idrakini aşan, görülmeyen ve bilinmeyen her şeyi tümüyle bilen sensin!” diyecekler.[*]

Burada Kur’an’ın birçok yerinde farklı üsluplarla tasvir edilen mahşerin durumu hakkında -özellikle vahyin ilk muhataplarının algısı da dikkate alınarak- özet bir bilgi veriliyor. Resullerin; “bizim bildiğimiz bir şey yok, her şeyi tümüyle bilen sensin” şeklindeki cevabı, Allah’ın koyduğu ve hiçbir şeyi atlamadığı çok hassas işleyen kayıt sistemine zımnen işaret ediliyor. Yani “biz bilsek de bilmesek de şahit olsak da olmasak da senin sistemin her şeyi en ince ayrıntısına kadar kaydetmiştir.” Ayrıca peygamberler, Allah katından getirdikleri buyruk ve yasalara kendilerinden sonra insanların nasıl bir tepki verdiği hususunda herhangi bir bilgiye sahip olmadıklarını ve her şeyi bilenin sadece Allah olduğunu da belirtiyor. Zira birçok sözde Müslüman Hz. Peygamberin ölmediğini, kendilerini takip ettiğini, yaşadıkları her şeye onun tanık olduğunu ve yarın Allah’ın huzurunda yaşadıklarına şahitlik edeceğini iddia ediyor. Bu ayet aynı zamanda bu batıl inancı da çürütmüş oluyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

110. Allah “Ey Meryem’in oğlu İsa! Sana ve annene olan nimetlerimi hatırla, seni Kutsal Ruh (Cebrail) ile desteklediğimde, beşikte ve yetişkin döneminde insanlarla konuştun, sana kitabı ve kitabın içinden nasıl hüküm çıkarılacağını, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. Havarilere “Bana ve elçime inanın diye vahy etmiştim” de onlar “İman ettik ve bizim Müslüman olduğumuza şahitlik et” demişlerdi. Sen (çamurdan) bir kuş heykeli yapmış sonra sen ona üfürünce, iznimle kuş olmuştu. Yine benim iznimle kör ve alaca hastalığı olanı iyi etmiştin ve yine iznimle ölüyü çıkarmıştın, yine sen İsrail oğullarına açıklayıcı kanıtlar getirmiştin ve seni ret edenler “Bu ancak apaçık bir sihirdir” demişlerdi de, seni onların kötülüklerinden korumuştum.[*]

Bu âyette ve bundan sonraki âyetlerde zikredilen olağanüstü hadiseler mucizedir. Mucizeler, insanların gücünü aşan, onların yapmaları -tabiat kanunlarına göre- mümkün olmayan şeylerdir. Ancak tabiat kanunlarının da yaratıcısı ve düzenleyicisi olan Allah, kullarının kolayca iman etmelerini, hidayete kavuşmalarını temin maksadıyle peygamberine mucizeler lütfeylemiştir; bunlar yalnızca Allah’ın izin ve kudretiyle, bildiğimiz sebepler zinciri dışında vücuda gelmektedir. (Diyanet Vakfı Tefsiri)

111. Havarilere: "Bana ve elçime inanın!" diye vahyetmiştim[*] (kalblerine bu düşünceyi atmıştım); "İnandık, bizim müslümanlar olduğumuza şahidol!" demişlerdi.

[Havari] kelimesi, “beyaz giyenler”, “beyazlara bürünenler”, “tasdik edenler”, “samimi olanlar”, “tertemiz kişiler” gibi anlamlara gelmektedir.,Burada geçen [evhaytü] “vahyettim” fiili, bilinen anlamda “hakiki vahiy” değil, “bildirmek, ilham etmek” şeklinde bir bilgilendirme olarak anlaşılmalıdır. Çünkü burada söz konusu edilen vahiy fiilinde muhataplar peygamber değildir. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

112. Yine o zaman Havariler “Ey Meryem oğlu İsa!” demişlerdi; “Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?”[*] (İsa) cevap vermişti: “Eğer gerçekten inanıp güveniyorsanız Allah’a karşı saygılı olmalısınız!” demişti.

Hz. Ali, Hz. Âişe, İbn Abbas, Muaz b. Cebel ve daha başka sahabiler “Rabbinden isteyebilir misin” şeklinde okumuşlardır. Âyetin son cümlesi ve 113. âyet, bunu Allah’tan istemenin takvâ ve güven zafiyeti olduğunu ifade eder. 115. âyet ise bu talebin karşılanmadığının zımnî ifadesidir. Böyle bir talebin arka planında, 3:37’deki Meryem’e bahşedilen nimetlere dair halk dilindeki rivayetler etkili olmuş olmalıdır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

113. “Biz inecek sofradan yemek yersek, kalplerimiz tatmin olacak ve senin bize söylediğinin doğru olduğunu öğreneceğiz ve mucizeye (sofranın inmesine) şahitler olacağız” dediler.
114. Bunun üzerine Meryem oğlu İsa şöyle dedi: “Ey Allah'ım! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki bizim için, geçmiş ve geleceğimiz için bir bayram ve senin bize gösterdiğin bir mucize olsun. Bize rızık ver. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.”
115. Allah da şöyle buyurdu: “Şüphesiz ben onu size indireceğim, ama bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, kâinatta hiçbir kimseye etmediğim azabı ona edeceğim.”
BÖLÜM 15
116. Allah kıyamet günü şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara Allah’ı bırakarak beni ve anamı ‘iki ilah edinin’ dedin?” İsa da şöyle diyecek: “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarım. Hakkım olmayan bir şeyi söylemem, benim için söz konusu olamaz. Eğer ben onu söylemiş olsaydım elbette Sen bunu bilirdin. Sen benim içimde olanı bilirsin, ama ben, Sende olanı bilemem. Şüphesiz ki, yalnızca Sen gaybları (görülmeyenleri) hakkıyla bilensin.
117. Onlara sadece senin bana emrettiğini söyledim: “Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin!” dedim. Aralarında bulunduğum sürece onlara şahittim (o zaman bunu diyen yoktu). Ne zaman ki beni vefat ettirdin[*], onları görüp gözeten sadece sen kaldın. Her şeye şahit olan sensin.

Zümer 39/42’ye göre vefat, işi biten ruhun bedenden ayrılmasıdır. Allah ruhu iki şekilde vefat ettirir, biri uykuya daldığında, diğeri de öldüğünde olur. Ruh, bilgisayarın işletim sistemi gibi bütün bilgileri korur. Onun için Allah, hem uyuyan hem de ölen bedenin ruhunu koruma altına alır. Uyuyan insanın ruhu, uyandığında, ölen kişinin ruhu da vücut yeniden yaratıldığında geri döner. (Bkz. Müminûn 23/100 ve Tekvîr 81/7) Bu ayete göre İsa aleyhisselam, vefatından sonraki ilk konuşmasını ahirette yapacağı için o, ölmüştür. Dünyaya tekrar gelmesi diye bir şey yoktur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

118. Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar Senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, yine şüphe yok ki Sen Azîz'sin; daima üstün ve Hakîm'sin; bütün kararları doğru olan Sensin.”
BÖLÜM 15
119. Allah şöyle diyecek: “Bugün doğrulara; doğruluklarının yarar sağlayacağı gündür.” Onlara içinden ırmaklar akan, içinde sonsuz kalacakları cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte bu büyük başarıdır.
120. Göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların mülkü / yönetimi Allah'ındır. O'nun her şeye gücü yeter.