KEHF / MAĞARA SURESİ

İniş Sırası: 69 • Mushaf Sırası: 18 • Mekki Sure • 110 Ayettir

Yoksa sen kudret ve hikmetimizin göstergelerinden (sadece) Ashab-ı Kehf’in (mağara arkadaşlarının) yani Ashab-ı Rakîm’in mi şaşırtıcı olduğunu sandın! Bir gurup genç mağaraya sığınmışlardı. Dediler ki "Ey Rabbimiz! Katından bize rahmet ver, işimizde en doğru olan neticeye ulaşmamız için bize destek ve kolaylık sağla." Bunun üzerine biz de o mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk / onları uykuya daldırdık. Sonra onları uyandırdık ki kaldıkları süreyi, iki taraftan hangisinin doğru tespit ettiğini bilelim... (Kehf 9-12)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Bütün övgüler Allah’a yakışır; O [Allah] ki, kuluna bu ilahi kelamı indirmiş ve onun anlaşılmasını güçleştirecek hiçbir çapraşıklığa yer vermemiştir:[*]

Lafzen, “ve ona herhangi bir çapraşıklık vermemiştir.” ‘İvec terimi, sözcüklerin soyut anlamlarıyla, “çarpıklık”, “zorluk/karışıklık” yahut “yoldan çıkma/yolu karıştırma” anlamlarına geldiği gibi, “tahrif” ya da “saptırma” anlamına da gelmektedir. Yukarıdaki cümle, Kur’an’ın açık ve dolaysız ifade tarzına işaret edip onun her türlü bulanıklıktan, tutarsızlıktan uzak olduğuna dikkat çekmektedir; karş. 4:82 -“O eğer Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı onda mutlaka birçok (tutarsızlık ve) çelişki bulurlardı!” (Muhammed Esed Tefsiri)

2. [Bu] tutarlı ve dosdoğru [kitap, inkarcıları] O’nun katından zorlu bir cezayla uyarmak ve dürüst, erdemli davranışlarda bulunan müminlere hak ettikleri güzel karşılığı müjdelemek içindir.
3. Mü’minler o ödül yerinde (cennette) sürekli kalacaklardır.
4. Ayrıca bu kitap: “Allah kendine bir çocuk edindi”[*] iddiasında bulunanları da uyarmak içindir.

Bunlar meleklere Allah'ın kızlarıdır diyen Arap müşrikleri, Uzeyr'e Allah'ın oğlu diyen yahudiler, Mesîh'e (Hz. İsa) Allah'ın oğlu diyen hıristiyanlardır. Öyle olmakla beraber bu hususta hıristiyanlar hepsinden fazla ısrar ediyorlar. Çünkü bunu dinlerinin birinci esası saymışlardır. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

5. Ne onların, ne de atalarının bu konuda bir bilgileri yoktur. Ağızlarından ne büyük bir söz çıkıyor! Yalandan başka şey söylemiyorlar.
6. Şimdi onlar bu söze (Kur'an'a) inanmıyorlar diye üzülerek kendini helâk mi edeceksin?[*]

Bu belâgat sorusu, en başta, getirdiği mesajın müşrik/putperest Mekke’liler arasında uyandırdığı düşmanlığa derinden üzülen, onların manevî/ruhanî akibetleri hakkında duyduğu kaygı yüzünden ızdırap çeken Hz. Peygamber’e hitab etmektedir. Ama Hz. Peygamber’e münhasır kalmayıp, aynı zamanda, herhangi bir ahlakî ülkünün ya da önermenin doğruluğuna inanıp da toplumsal çevrenin buna karşı ilgisiz kalmasından cesareti kırılan herkese uzanmaktadır. (Muhammed Esed Tefsiri)

7. Kim daha güzel iş yapacak diye insanları yıpratıcı bir imtihandan geçirmek için, biz yerin üstünde olanları onun süsü yaptık.
8. Ve hiç şüphe yok ki (zamanı gelince) yeryüzündeki her şeyi kupkuru toprak haline getireceğiz.[*]

“Yeryüzündeki şeyleri” yani yeryüzüne ve halkına ziynet olmaya uygun dünyevî güzellik ve süsleri [oranın süsü kıldık] “ki kimlerin daha güzel amel ettiğini sınayalım.” Güzel amel, dünyaya gereğinden fazla değer vermemek, dünyaya aldanmayı terk etmektir. Sonra “Ve Biz, onun üzerindekileri elbette kuru bir toprak haline getireceğiz!” ifadesiyle Allah Teâlâ dünyaya meyletmekten insanları soğutmuştur; yani dünyanın ziyneti tıpkı başlangıçta verimli ve yemyeşil iken daha sonra hiçbir bitki içermeyen çorak arazi haline gelmiş, güzelliği gitmiş, cazibesi yok olmuş, ziynet sayılacak yönleri giderilmiş, yani canlıları öldürülmüş, bitki ve ağaçları kurutulmuş kupkuru toprağa benzetmiştir.Allah Teâlâ burada önce küllî âyetleri / kanıtları çerçevesinde yeryüzünü üzerinde yaratmış olduğu sayısız cins ile süslemiş olmasını ve ardından bunların hepsinin sanki hiç olmamış gibi giderileceğini zikretmiş, ardından da “Yoksa sen … mu sandın!?” buyurmuştur. Demek istemektedir ki bu1, Ashâb-ı Kehf kıssasından, onların uzun bir süre hayatta tutulmalarından daha muazzamdır. (Zemahşeri Tefsiri)

9. Yoksa sen kudret ve hikmetimizin göstergelerinden (sadece) Ashab-ı Kehf’in (mağara arkadaşlarının) yani Ashab-ı Rakîm’in[*] mi şaşırtıcı olduğunu sandın!

Rakîm, kelimesi Türkçede kullandığımız rakam kelimesinin de türetildiği rakm (رقم) kökündendir. Kur’an’da bu kökten iki kez geçen merkum kelimesi de “hiçbir eksiği olmayan, rakamsal bir kesinlikte olan” anlamıyla, iyilerin ve kötülerin kayıtlarının tutulduğu defterleri nitelemektedir (Mutaffifin 83/9,20). Bu ayette de kelimenin rakamlarla ilişkisi olmalıdır. Çünkü, sonraki ayetlerde Ashabı Kehf ile ilgili olarak, kaç kişi oldukları ve kaç yıl uyudukları gibi rakamsal konularda tartışmalar olduğu belirtilmektedir. Bu özelliklerinden dolayı Ashabı rakim şeklinde isimlendirilmiş olmaları makul görünmektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

10. Bir gurup genç mağaraya sığınmışlardı. Dediler ki "Ey Rabbimiz! Katından bize rahmet ver, işimizde en doğru olan neticeye ulaşmamız için bize destek ve kolaylık sağla."
11. Bunun üzerine biz de o mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk / onları uykuya daldırdık.
12. Sonra onları uyandırdık ki kaldıkları süreyi, iki taraftan[*] hangisinin doğru tespit ettiğini bilelim.

İki taraf, mağaradaki gençlerin kendi aralarında iki farklı görüşte olduklarını gösterir (Kehf 18/19). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 2
13. Sana; onların kıssalarını gerçek olarak anlatalım: Doğrusu onlar; Rabblerine inanmış, genç yiğitlerdi. Biz de onların hidayetini artırmıştık.
14. Kalplerini pekiştirmiştik. Hani, kâfirlerin karşısına dikilip şöyle demişlerdi; "Bizim Rabb’imiz, göklerin ve yerin Rabb’idir; O’ndan başkasına yalvarmayız, yoksa saçmalamış oluruz.
15. İşte şunlar bizim halkımız O’nun dışında ilâhlar edindiler. Onlar hakkında açık bir kanıt getirmeleri gerekmez miydi?[*] Allah’a yalan uyduran kimseden daha zalim kim olabilir?"

İşte bir inanca bağlanmanın, onu benimsemenin yolu budur. Buna göre insanın dayandığı güçlü bir delili olmalıdır; elinde, ruhları, akılları etkileyecek ve onları ikna edecek bir belge bulunmalıdır. Aksi taktirde ileri sürülen görüş iğrenç bir yalan olur, çünkü bu durumda Allah'a iftira edilmiş olur. "Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?" (Seyyid Kutub Tefsiri)

16. İçlerinden biri dedi ki, "madem onlardan ayrıldınız ve Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz, sığının mağaraya da Rabbiniz, rahmetiyle bir genişlik versin ve işinizde de size kolaylık sebepleri hazırlasın."[*]

Burada mü'min kalplerde baş gösteren ilginç bir durum ortaya çıkıyor; toplumları ile ilişkilerini kesen, evlerini terkeden, ailelerinden ayrılan, yeryüzünün çekici süslerinden ve dünya hayatının gözalıcı nimetlerinden uzaklaşan ve dar, sert zeminli ve karanlık mağaraya sığınan bu gençler Allah'ın engin rahmetini soluyorlar,. Bu, bir gölge gibi kuşatıcı, geniş ve engin rahmeti hissetmektir: "Rabb'iniz engin rahmetinden size bir pay göndersin" ayetin orijinalinde geçen (Yenşuru) kelimesi, etrafa sonsuz bir genişlik, ferahlık ve huzur havası yayıyor. Bir de bakıyoruz ki, o daracık, sert zeminli, kapkaranlık mağara; engin rahmetin yayıldığı, etrafa saçıldığı, onları şefkatle, yumuşaklıkla ve huzurla saran kuşatıcı bir gölge gibi yayılan, geniş ve huzur veren bir boşluğa dönüşmüş. Kuşkusuz insanları sıkan dar sınırlar ortadan kaldırılır, ışık geçirmez yaman duvarlar saydamlaşır, incelir; ürkütücü yalnızlık şeffaflaşır. Her tarafı bir rahmet, bir şefkat, bir huzur ve bir yakınlık havası kaplar.

İşte bu, imandır...

Dış görünüşün ne değeri var? İnsanların dünya hayatında, üzerinde uzlaşma sağladıkları, önem verdikleri değer yargılarının, rejimlerin ve kavramların ne değeri vardır? İmanla dolup taşan, Rahman'la yakınlık kuran, mü'min kalplerin yaşadığı bir başka alem vardır. Bu alemi, rahmet, şefkat, huzur ve hoşnutluk kaplamıştır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

17. (Orada olsaydın) Güneş doğunca mağaralarının sağ tarafından kayıp gittiğini, battığı sırada da onları soldan yalayıp geçtiğini görürdün. Onlar ise mağaranın geniş bir yerindeydiler. İşte bu, Allah'ın ayetlerindendir. Allah’ın, doğru yolda olduğunu onayladığı kişi hidayete ermiş olur. Yoldan saptığını onayladığı kişiler için de yol gösterecek bir dost bulamazsın.
BÖLÜM 3
18. Uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Öyle ki, Biz onları bir sağa çeviriyorduk, bir sola; ve köpekleri de eşikte ön ayaklarını uzatıp (uyuyakalmıştı). Onlara (bu halleriyle) rastlamış olsaydın arkanı dönüp kaçardın; onlardan yana için korkuyla dolardı.[*]

Yani, hazırlıksız bir seyirci, bu Mağara İnsanları’nı kuşatan atmosferde ilk bakışta derinlikli, sarsıcı, belki uhrevî bir şeyler hisseder ve Allah tarafından seçilmiş kimselerin karşısında olduğunu hemen fark ederdi (Taberî, Râzî, İbni Kesîr, Beydâvî). (Muhammed Esed Tefsiri)

19. Böylece biz, birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: "Ne kadar kaldınız?" dedi. (Bir kısmı) "Bir gün, ya da bir günden az", dediler. (Diğerleri de) şöyle dediler: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi şu gümüş para ile kente gönderin de baksın; (şehir halkından) hangisinin yiyeceği daha temiz ve lezzetli ise ondan size bir rızık getirsin. Ayrıca, çok nazik davransın (da dikkat çekmesin) ve sizi hiçbir kimseye sakın sezdirmesin.
20. Çünkü ellerine geçirseler bizi taşlayarak öldürür ya da kendi dini yaşama biçimlerine döndürürler de sonsuza kadar umduğumuza kavuşamayız."
21. Bu yolla[1*] insanları onların durumundan haberdar ettik ki Allah'ın vaadinin doğru olduğunu, tekrar dirilip kalkış saatinden şüphe edilemeyeceğini bilsinler. Bir gün insanlar onların durumunu tartışıyorlardı. Neticede: "Üzerlerine bir anıt yapın. Onları, (gerçekten kim olduklarını) en iyi Rableri bilir” dediler. Sözleri dinlenenler de dediler ki "Kesinlikle üzerlerine bir mescit yapacağız[2*]".

[1*] Yüzyıllar önce kullanılan bir gümüş para ile şehre giden genç, alışveriş etmek istediği kişilerde şüphe uyandırmış ve onun kimliğinin sorgulanmasına neden olmuş olmalıdır. Gencin, kendisi ve arkadaşlarının durumu hakkında bilgi vermesi kaçınılmaz olmuş, bu şekilde Ashab-ı Kehf’in mağarada yüzyıllarca uyudukları ortaya çıkmıştır.

[2*] Bu gençler, Hıristiyan literatüründe “Efes’in Yedi Uyurları” olarak bilinir. Putperestlik eden toplumlarından uzaklaşarak bir mağaraya sığındıkları ve tam da yeniden dirilişi inkar eden bir Hristiyan mezhebin ortaya çıktığı sıralarda uyandıkları bilinir. Uyanma nedenlerine, sayılarına ve şehre inenlerinin ismine dair Hristiyanlar arasında farklı görüşler olsa da, içlerinden biri şehre inip yüzyıllar öncesinden kalmış parasıyla insanlarla karşılaştığında durumlarının ortaya çıktığı ve onların yeniden dirilişin delili kabul edildikleri konusunda herkes mutabıktır. Ölümlerinden sonra, onlar için mücevherli lahitler yapılması düşünülür; ama İmparatorun emriyle o dönemin mescidi olan bir kilise yapılmasına karar verilir (TDV İslam Ansiklopedisi, Ashâb-ı Kehf; Britannica, Seven-Sleepers-of-Ephesus). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

22. Kimileri (Ashâb-ı Kehf 'in sayıları hakkında): “Onlar üç kişi idi, dördüncüleri köpekleridir” diyecekler, kimileri “beş kişi idiler, altıncıları köpekleridir” diyecekler. (Bu sözler) karanlığa taş atmaktır. Kimileri de “yedi kişi idiler, sekizincileri köpekleridir” diyeceklerdir. De ki: “Onların sayısını hepimizden daha iyi Rabbim bilir. Onları pek az (insan) dışında kimse bilemez.” O hâlde, onlar hakkında (Kur'an'ın sana aktardığının) dışında kimse ile münakaşa etme ve bu konuda ileri geri konuşanlardan da hiçbir bilgi isteme![*]

Burada esas olan Ashâb-ı Kehf ‘in sayılarını, kimliklerini, zamanını, şartlarını bilmek değil; onlar üzerinden anlatılan kıssa ile hayatı, ölümü, ölümden sonraki yeniden dirilmeyi düşünmek ve zamanın beşerî algılama tarzı içindeki izafiliğini dile getiren bu mesajdan ders çıkarmaktır. (Cemal Külünkoğl Tefsiri)

BÖLÜM 4
23. “Hiçbir iş için sakın: “Ben bunu mutlaka yarın yapacağım” deme!”
24. "Allah gerekli desteği verirse[*]" dersen o başka. Unutursan Rabbini hatırla ve de ki: "Belki Rabbim beni yarından da yakın bir vakitte başarıya ulaştırır."

Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

25. Onlar, mağaralarında, üç yüz yıl kaldılar ve dokuz yıl ilave ettiler.[*]

Bu sayı, tahmin yürütenlere aittir. Zira bir sonraki ayette böyle olduğu anlaşılmaktadır. Böyle tahmin edenlere bir sonraki ayette cevap verilmektedir. (Erhan Aktaş Tefsiri)

26. (Bu onların iddialarıdır.) De ki: "Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yeryüzünün gaybı / görülemeyeni O’nundur. O, ne güzel görendir. Ve O, ne güzel işitendir Onların O’ndan başka bir velisi / yardımcısı yoktur. Kendi hükmüne / kararına hiç kimseyi ortak etmez."
27. Rabbinin kitabından sana vahyolunanı oku! O`nun kelimelerini değiştirecek kimse yoktur. O`ndan başka bir sığınak da bulamazsın.
28. Rablerinin rızasını kazanmaya odaklanarak öğlende ve akşam üzeri ona dua edenlerle birlikte olmaya gayret göster! Dünya hayatının süsüne kapılıp da gözlerin onlardan başka tarafa kaymasın. Kalbini zikrimize (Kur’an’a) karşı ilgisiz bulduğumuz, arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kişiye de boyun eğme.[*]

Kâfirlerin ileri gelenlerinden bir grup Peygamber (s.a.)’e “Teke gibi kokan şu köleleri uzaklaştır ki gelip senin yanında oturalım!” demişlerdi. Bunlar da Suheyb, Ammâr, Habbâb gibi fakir müminlerdi. Benzer şekilde kavmi de Nûh (a.s)’a “Sana en aşağı tabakadan kimseler uymuşken, sana iman edip bağlanır mıyız biz!” [Şu‘arâ 26/111] demişlerdi. İşbu âyet müşriklerin Peygamber (s.a.)’e söyledikleri bu söz üzerine inmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)

29. De ki: Bu gerçek / Kur’an Rabbinizdendir. Artık isteyen inansın, isteyen kâfirlik etsin. Kafir olma yanlışını yapanlar için alevleri kendilerini kuşatacak bir ateş hazırladık. (Susuzluktan) feryad ederlerse erimiş madene benzeyen ve yüzleri kavuran bir su ile imdatlarına yetişilir. Ne kötü içecektir o su; ne kötü bir dinlenme yeridir orası!
30. İman edip iyi işler yapanlar (bilmelidir ki), biz güzel iş yapanların ödülünü boşa çıkarmayacağız.[*]

Mahşerde azaptan kurtulabilmek için dünya hayatında imanlı olmak ve sâlih ameller işlemek gerekmektedir. Bu iki değeri hayatına hâkim kılanlar zaten güzel işler yapmış olacakları için Yüce Allah onların ödüllerini ziyan etmeyeceğini ifade etmektedir. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

31. Onlar için, içlerinden ırmaklar akan Adn bahçeleri vardır. Orada altından bileziklerle süslenirler, ipek ve kadifeden dokunmuş yeşil elbiseler giyerler. Orada koltuklar üzerine yaslanırlar. Ne güzel bir ödül ve ne güzel bir durak.
BÖLÜM 5
32. Onlara şu iki adamı örnek olarak anlat. Adamlardan birine iki üzüm bağı vermiştik, bağlarını hurma ağaçları ile çevirmiş ve iki bağın arasına bir tahıl tarlası koymuştuk.
33. Bağlar meyvalarını cömertçe veriyorlar, hiçbir ürünlerini esirgemiyorlardı. İki bağ arasından bir de ırmak akıtmıştık.
34. Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: "Ben, servetçe senden daha zenginim; insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm."[*]

Bu söylem günümüz zenginlerinin söylemlerine ne kadar da benziyor. Servete ve şöhrete sahip olanların refah seviyesi düşük olanlara karşı kasıla kasıla zenginliklerini göstermeleri, evlerinden, arabalarından, adamlarından, sosyal ilişkilerinden bahsetmeleri, yazlıklarını, kışlıklarını, yatırımlarını dillendirmeleri, geldikleri durum sanki kendi başarılarıymış gibi hayat hikâyelerini, ballandıra ballandıra anlatmalarını, çalışmalarından övgüyle ve iftiharla söz etmeleri ve kendilerini devamlı üstün görmeleri bu ayetteki benzetmeyle birebir örtüşüyor. Bir bakalım böylelerinin âkibetleri ile ilgili Allah ne buyuruyor? (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

35. Kendine zulmetmiş olan bu adam (arkadaşını yanına alarak) bahçesine girdi ve dedi ki; "Bu bahçenin sonsuza dek yok olacağını sanmıyorum.
36. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Ama eğer Rabbime döndürülüp götürülürsem, bundan daha iyisini bulacağımdan eminim."
37. Tartışmaya girdiği arkadaşı ona: “Seni topraktan, sonra bir nutfeden yaratan, sonra da seni insan şekline sokana nankörlük mü ediyorsun?”
38. Bana gelince, benim Rabb’im Allah’dır. O’na hiç kimseyi kesinlikle ortak koşmam.[*]

Sahip olduğu mal ve adamlarla övünen kişi, bunları onun hizmetine veren Allah’ı ikinci plana atıp kendisini ön plana çıkarmış, böylece nefsini/kendini Allah’a ortak koşmuş olur. Kehf 18/35-36 ayetlerde bu konuşmalar aktarılmıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

39. Bağına girdiğinde, ’Mâşallah, kuvvet yalhız Allah’tandır!’ desen olmaz mıydı? Gerçi sen beni, malca ve evlatça senden basit görüyorsun ama,
40. kim bilir belki Rabbim bana senin bağından daha yararlısını verir; seninkine de gökten bir afet indirir de ot bitmez çöle döndürür;
41. Yahut, bağının suyu yerin dibine çekilir de bir daha suyunu çıkarıp bağını sulayamazsın."
42. (Derken) Ürününü felaket sardı. Yaptığı harcamalara üzülerek ellerini ovuşturmaya başladı. Bağ, çardakları üzerine çökmüştü. "Ah, keşke Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım!” diyordu.
43. Onun, Allah’tan başka yardım edecek kimsesi olmadı. Kendi kendine de bir şey yapamadı.
44. İşte bunun içindir ki, koruyucu, kayırıcı güç bütünüyle, tek ve gerçek Tanrı olan Allah’a aittir. Hak edilen karşılığı vermekte de, sonucun ne olacağını belirlemekte de en iyi olan O’dur.[*]

Bu örnekte Allah’a koşulan eş servettir, zenginliktir, bağdır, bahçedir. Vurgulanmak istenen; sevgide, ilgide, güvende bunların Allah’ın önüne geçirilmesidir. Demek Allah’ın verdiği nimetlere sevdalanmak ve onları amaç haline getirmek de bir nevi şirktir. Allah kendisinden başkasına kulluk edilmesini istemiyor. Eğer yalnızca zengin olmayı hedeflemişsek zenginliğe kul olmaya hazırız demektir, sadece şöhreti amaçlamışsak şöhret olmayı tanrılaştırmışız demektir, gayemiz sadece para kazanmaksa paranın kulu olmuşuz demektir. “… Eğer kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler sizlere Allah'tan, O'nun resulünden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın (azap) emri gelinceye kadar bekleyin.” (Tevbe 9/24) “O gün ne malın bir faydası olur ne de evlâdın. Yalnızca Allah'ın huzuruna kötülükten korunmuş bir kalple çıkanlar (kurtulacaktır)!” (Şuara 26/88-89) (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 6
45. Sen onlara dünya hayatının misalini şöyle anlat: O, gökyüzünden indirdiğimiz bir su gibidir. Onunla yeryüzünün bitkileri birbirine karışmıştır. Sonra da rüzgârların savurduğu çöp kırıntıları olmuştur. Allah her şeye Muktedîrdir / her şeye güç yetirendir!
46. Mal ve çocuklar dünya hayatının süsüdür. Faydalı olan kalıcı işler ise Rabbinin katında, sevapça daha iyi, umut bağlamaya daha lâyıktır.[*]

Mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdürler; İslâm da normal ve temizlik sınırları içinde bu süslerden yararlanılmasını yasaklamaz. Ne var ki, İslâm mal ve evlada sonsuzluk terazisinde herhangi bir süs ve değer ifade ediyorsa o değeri verir, fazla değil.

Mal ve evlatlar süstürler ama değer değildirler. Şu halde insanların bu süslere göre ölçülmeleri, dünya hayatında bu süsler temel alınarak değerlendirilmeleri doğru değildir. Gerçek değer, hareket tarzı, söz ve ibadet gibi geride bırakılan yararlı ve kalıcı şeylerdir.

Öteden beri insanlar mal ve evlada karşı eğilimli olsalar bile, geride bırakılan iyi ve kalıcı davranışlar sevap kazandırma bakımından daha yararlı ve umut kaynağı olmaya daha lâyıktırlar. Tabii ki, kalplerin onlara bağlanması, ümitlerin onlara yönelmesi, mü'minlerin bunların hesaplaşma günündeki sonuçlarının ve meyvelerinin beklentisi içinde olması şartıyla. (Seyyid Kutub Tefsiri)

47. Bir gün dağları yürüteceğiz, yeri çıplak ve dümdüz bir halde göreceksin. Onları (insanları ve cinleri) bir araya toplayacağız. Birini bile bırakmayacağız.
48. Ve dizi dizi Rablerinin huzuruna çıkarıldıklarında [Rableri onlara şöyle diyecek:] “İşte, sizi ilk kez yarattığımız günkü gibi [bütünüyle yapayalnız ve boyun eğmiş olarak] huzurumuza geldiniz; oysa, sizin için böyle bir buluşmayı gerçekleştirmeyeceğimizi sanıyordunuz hep!”[*]

Bu noktada surenin akışı o günün niteliklerini saymayı bir yana bırakıyor ve doğrudan doğruya o geniş meydanda toplananlara hitap ediyor. Sanki sahne şu anda gözlerimizin önünde yaşanıyor gibi. Sahnede olup bitenleri adeta görüyor, konuşulanları bizzat işitiyoruz gibi. Bu günü yalanlayan, böyle bir şeyi inkâr edenlerin yüzlerindeki utanç ifadesini görüyor gibiyiz. "Tıpkı ilk yarattığımızda olduğu gibi şimdi karşımıza çıktınız. Oysa benimle biç karşılaşmayacağınızı sanmıştınız."

O günün niteliklerinin anlatılmasından, doğrudan toplananlara hitap etmeye yönelik bu dönüşüm, sahneyi daha canlı hale getiriyor, somutlaştırıyor. Sanki bu sahne gaybın bilinmezlikleri içinde hesaplaşma gününde değil de şu anda karşımızdaymış gibi.

Yüzlerdeki utanç ifadesini, çehrelere yansıyan aşağılanmışlık belirtilerini ayrıca bu suçlulara azarlayıcı bir üslupla hitap eden ulu ve dehşet verici sesi çok yakından hissediyor ve görüyor gibiyiz. "Tıpkı ilk yarattığımızda olduğunuz gibi şimdi karşımıza çıktınız." Ama siz böyle bir şeyin olmayacağını sanıyordunuz. "Oysa benimle hiç karşılaşmayacağınızı sanmıştınız." (Seyyid Kutub Tefsiri)

49. Kitap (amel defteri) ortaya konulacaktır. Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmakta olduklarını göreceksin. (Onlar) “Ah, vay hâlimize! Bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmüş!” diyecekler. Yaptıklarını (karşılarında) hazır bulacaklardır. Rabbin, kimseye haksızlık etmeyecektir.[*]

İşte bu önlerine konan, onların dünya hayatlarındaki çalışma karnesidir, amel defteridir. Bu defteri inceliyorlar, evirip çeviriyorlar, her şey var defterde. Son derece kapsamlı, iğneden ipliğe, her şeyi içeren incelikli bir defter. Bunu görür görmez başlarına gelecek akıbetten korkmaya başlıyorlar. Hiçbir şeyi gözden kaçırmayan hiçbir davranışı atlamayan bu defteri inceleyince içleri daralıyor, sıkılıyorlar. "Vay başımıza gelenlere! Ne biçim deftermiş bu, küçük-büyük hiçbir davranışımızı atlamadan sayıp dökmüş" derler." Bu, yürek acısından kaynaklanan, öfke dolu ve en kötü akıbete çarptırılacağının bilincinde olan birinin söyleyeceği sözdür. Çünkü kıskıvrak yakalanmış, her şey ortaya dökülmüştür. Bir tarafa kaçması, kıvırması mümkün değildir. Demagoji yapmaya, yalan yanlış açıklamalarda bulunup yakayı kurtarmaya imkân yoktur: "Yaptıkları her işin kaybını karşılarında bulmuşlardır." Böylece haksızlığa uğramadan hakettikleri cezaya çarptırılmışlardır. "Rabb'in hiç kimseye haksızlık etmez.' (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 7
50. Bir gün Meleklere “Âdem’e secde edin / karşısında saygıyla eğilin![1*]” dedik; İblis hariç hemen saygıyla eğildiler. İblis de (melek olarak görevlendirilen) o cinlerdendi[2*] ama Rabbinin emrinden çıktı. Şimdi siz, onu ve soyunu, benimle aranızda kendiniz için veliler mi ediniyorsunuz? Hâlbuki o size düşmandır. Yanlış yapanlar için ne kötü tercihtir bu!

[1*] Secdenin kök anlamı, eğilme ve boyun eğmedir (Müfredat). Bakara 2/58, Nisa 4/154, A’raf 7/161 ve Yusuf 12/4 ve 100. âyette bu anlamdadır. Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızlar gibi gök cisimlerinin birbiri ile olan eğimleri secde olduğu (Hac 22/18) gibi gölgenin uzayıp kısalması da secdedir (Nahl 16/48, Ra’d 13/15). Namaz kılarken yapılan secde, yere yapışmaya benzer şekildedir (Nisa 4/103).

[2*] İmtihana tabi sorumlu varlıklar insanlar ve cinlerdir (Zariyat 5156). İnsanlar duyu organları ile algılanabilirken, cinler algılanamazlar. Melek ise cinlerin Allah tarafından görevlendirilmiş olanlarına verilen isimdir. Dolayısıyla melekler de duyu organlarıyla algılanamayan, imtihana tabi sorumlu varlıklardır. Görevinden kovulan bir melek artık sıradan bir cin haline gelecektir. Halk arasında bu ayete dayanılarak İblis’in melek değil, cin olduğu bilgisi yaygındır. Oysa meleklere Adem Aleyhisselama secde etmeleri emrinin verildiğini bildiren ayetlerde “hepsi secde etti ama İblis etmedi” ifadeleriyle İblis bu melekler içerisinden istisna edilir (Bakara 2/34, A’râf 7/11, Hicr 15/31, İsrâ 17/61, Kehf 18/50, Taha 20/116, Sebe 34/20, Sâd 38/74). Bu durum İblis’in de meleklerden yani Allah katında görevli cinlerden olduğunu gösterir. Secde emrine karşı gelip kibirlendiği için Allah tarafından kovulması da görevinden azledildiğini ve artık sıradan bir cin olduğunu ifade eder (A’râf 7/13). Bu suçu diğer melekler de işlerse onlar da aynı şekilde görevlerinden alınırlar (Nisâ 4/172, 173). Ayette geçen “İblis cinlerdendi” ifadesi bu açıklamayı doğrular ve tüm meleklerin cinlerden olduğunu gösterir. Çünkü ayetin başında emir sadece meleklere verilmiştir. Cinler meleklerden farklı olsaydı Allah’ın meleklere secde emri İblis’i kapsamazdı. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

51. Ben onları (İblis ve soyunu) ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de bizzat kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Ben yoldan çıkaranları yardımcı edinecek değilim.
52. Nitekim, o Gün [Allah]: “[Şimdi] çağırın bakalım, benim ortaklarım olduğunu sandığınız varlıkları!” diyecek. Bunun üzerine onları çağıracaklar, ama berikiler onlara bir karşılık vermeyecek: çünkü onlarla ötekiler arasına aşılmaz bir uçurum koyacağız.[*]

“Benim ortaklarım olduğunu sandığınız” söylemi doğrudan, Allah’a ulaşmak ve yakarışların Allah’a ulaştırılmasını sağlamak için araya bir takım hayal ürünü düzmece varlıkları, tapınırcasına yüceltilen kişileri sokmaya çalışan sefil müşriklere hitaptır. “Aralarında aşılmaz uçurumun olması” söylemi ise, kendilerini putlaştırmaya çalışan ve akıl tutulması yaşayan müşrik ruhlu insanların bu tavırlarına seyirci kalan ve hatta bundan hoşlanarak destek veren sözde büyük zatların (!) da azap göreceğine işarettir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

53. Ve günaha gömülüp gitmiş olanlar o zaman ateşi görecek ve oraya girmek zorunda olduklarını anlayacaklar ama ondan kaçmak kurtulmak için bir yol bulamayacaklar.
BÖLÜM 8
54. İşte bunun gibi, Biz bu Kuran’da insanlar[ın yararlanması] için çeşitli açılardan türlü türlü dersler ortaya koyduk. Bununla birlikte, insan her şeyden çok tartışmaya düşkündür:[*]

Muhatabı etkilemek ve akılda kalıcılığı sağlamak için dolaylı anlatım tarzı olarak örnek/misal verilir. Kur’an diliyle biz buna “misal getirmek” diyoruz. Kur’an’da peygamberlerin hayat hikâyelerinde olduğu gibi mesajların etkisini artırmak için verilen örnekler de oldukça fazla yer almaktadır. Bu bakımdan müşrikler “bu nasıl ilahi bir kitaptır ki; çiçekten, böcekten, sinekten, örümcekten bahsediyor” diyerek Kur’an’daki misallerle alay ediyorlardı. “İşte Biz insanlara böyle (ibret içerikli) örnekler veriyoruz ki; (ruhen ve zihnen aydınlanmaları için) düşünüp öğüt alsınlar.” (Haşr 59/21) Allah ilahi hakikatleri değişik örneklerle insanların algılarına sunarak anlamalarını sağladıktan sonra bu mesajları ruhlarına ve zihinlerine iyice kazımak istiyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

55. Nitekim, kendilerine doğru yolu gösteren rehber geldiği zaman insanları iman etmekten ve Rablerine af dilemekten alıkoyan şey; ya öncekilerin başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesini, ya da ahiret azabının gözlerinin önüne konulmasını istemekten başkası değildi.
56. Oysa ki Biz elçilerimizi (azap getirsinler) diye değil, yalnızca müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. İnkarda direnenlerse, aslı faslı olmayan iddialarla hakikati geçersiz kılmanın kavgasını vererek ayetlerimizi ve uyarılarımızı alay konusu ederler.
57. Rabbinin âyetleri kendisine anlatılan, arkasından onlardan yüz çeviren ve daha önce kendi yaptıklarını unutandan daha büyük yanlış yapan kişi kimdir? Kur’an’ı anlamasınlar diye (sanki[*]) kalplerinin üzerinde kat kat örtüler, kulaklarında da tıkaç oluşturmuşuz. Onları doğru yola çağırsan asla yola gelecek değillerdir.

Âyette kâfirlerin önyargıları, istiare-i temsiliyye (alegori) denen mecazi anlatımla canlandırılmıştır. İstiarede benzetme edatı gizlenir ama mecaz, gerçek sanıldığı için burada benzetme “sanki” sözüyle açığa çıkarılmıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

58. Bununla beraber Rabbın Gafûr’dur; çok bağışlayandır ve merhamet sahibidir. Eğer yaptıkları yüzünden onları (dünyada) cezaya çarptırsaydı, elbette azaplarını çarçabuk verirdi. Fakat onlar için belirlenmiş bir gün vardır ki (o gün gelince) ondan (Allah`ın azabından) kaçıp sığınacak bir yer bulamayacaklardır.
59. İşte o şehirlerin harabeleri! Oraların ahalileri zulümlerinde ısrar edince onları imha ettik. Onların helâkleri için de bir vâde tayin ettik.[*]

Helak edilenler, Âd, Semud gibi kavimlerdir (Hakka 69/4-8). Bunların tek istisnası Yunus’un (a.s.) kavmidir. Onlar azap gelmeden yanlışlarından dönmüş ve kurtulmuşlardır (Yunus 10/98). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 9
60. An o zamanı ki Musa, genç arkadaşına, "ben" demişti, "iki denizin[*] kavuştuğu yere dek durmadan, dinlenmeden gideceğim, yahut da yıllarca bu uğurda uğraşacağım."

En doğrusunu Allah bilir, ama genel kanıya göre burada sözü edilen iki denizin birleştiği yer "Akdeniz'le Kızıldeniz'in birleştiği yerdir, iki denizin birleştiği yer, acı göllerle timsah gölünün bulunduğu bölgedeki buluşma noktalarıdır. Ya da Kızıldeniz'deki Akabe Körfezi ile Süveyş Kanalı'nın birleştiği bölgedir. Çünkü bölge Mısır'ı fethettikten sonra İsrailoğulları tarihinin yaşandığı sahnedir. Bununla neresi kastedilmiş olursa olsun Kur'an-ı Kerim bu noktayı kapalı bırakıyor. Biz de bu işaretle yetiniyoruz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

61. İki denizin birleştiği yere vardıklarında yanlarındaki balığı bir kenarda unuttular, o da bir yolunu bularak denize kaçtı.
62. Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ beraberindeki gence, "Öğle yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan dolayı çok yorgun düştük" dedi.
63. Genç arkadaşı Musa’ya "Bak sen! Kayalığa vardığımızda balığı unutmuştum, bana onu hatırlatmayı unutturan mutlaka şeytandır, balık şaşırtıcı bir şekilde canlanarak denize kaçtı" dedi.[*]

Yine tercih edilen görüşe göre balık pişirilmişti ve bu balığın canlanarak bir delikten geçip denize kaçması yüce Allah'ın buluşma yerlerini bulmasını sağlamak amacı ile Hz. Musa'ya gösterdiği bir mucizedir. Musa'nın genç arkadaşının balığın denize kaçmasına şaşırmış olması, bunu gösteriyor. Eğer balık elinden düşüp denize dalsaydı, bunda şaşılacak bir şey olmazdı. Yolculuğun bütünüyle gaybı ilgilendiren sürpriz gelişmelerle dolu olması bu görüşü tercih etmemize neden oluyor. Nitekim bu gelişme de sözünü ettiğimiz sürprizlerden biridir.

Bunun üzerine Hz. Musa bilge ve saygın kul ile buluşması için Rabb'inin belirlediği noktayı geçtiğini ve bu noktanın da kayalıklı bölge olduğunu anlıyor. Bunun üzerine o ve genç arkadaşı geldikleri yolu izleyerek geri döndüklerinde o kulu orada buluyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

64. Musa; "Bizim aradığımız da buydu zaten" dedi. Hemen geldikleri yoldan kendi izlerini sürerek geri döndüler.
65. Orada, kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lütfumuzdan bir ilim öğretmiştik.[*]

“Kullarımızdan bir kul” söylemindeki “kul” ifadesinin kim için kullanıldığıyla alakalı kesin bir şey söyleyemeyiz. Ayette ibadet ve ubudiyet makamının yüceliği ifade edilen bu kişi, tefsir otoritelerinin çoğuna göre, insanî normları aşan, kendisine ilahi bilgi ve hikmet öğretilen temsilî bir kişiliktir. Buna ister Hızır deyin isterse başka bir şey, aşağıdaki ayetlerdeki kanıtlara bakıldığında onun beşerî yasalara tâbi olmayan melek veya başka bir ruhanî varlık olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an bu kişinin kim olduğu ile ilgili herhangi bir şey söylememektedir.

“Ayette geçen “ledün” sözcüğü, “nezd, taraf, huzur” anlamlarına gelen bir kelimedir. Yani ona Allah tarafından ilim öğretilmiştir. Tıpkı; Allah’ın Hz. Âdem’e bütün varlıkların isimlerini, sıfatlarını, özelliklerini, kanunlarını öğrettiği gibi (Bakara 2/31). “Ledün” kelimesinin Kur’an’da geçtiği yerler: (Nisa 4/67, Meryem 19/13, Taha 20/99, Enbiya 21/17 ve Kasas 28/57)

“Katımızdan ilim öğrettiğimiz” cümlesini insanlar için kullanmak, çalışmadan Allah tarafından kalbine ilham edilen özel bilgiler olarak değerlendirmek, dini nesnel kaygılarına alet eden din tüccarlarının ekmeğine yağ sürmek olur. Bazıları bu âyeti istedikleri şekilde yorumlayarak kendilerine has bir ilim dalı icat etmişler ve buna da “ilm-i ledün” demişler. Onlara göre, duyu, akıl ve tecrübe dışında, bir de ilm-i ledün vardır ki bu da vehbî bir ilimdir. Bu da okuyarak öğrenilemeyen, çalışarak elde edilemeyen Allah’ın ihsanı ile kalbe ilham edilen, olayların iç yüzlerine vakıf olmayı sağlayan Allah tarafından özel olarak lütfedilen ilahi sırlara ait bir ilimdir. Bu ilim yoluyla elde edilenler, görünüşte akla ve nakle zıt gelebilir ama arka planında mutlaka bilinmeyen bir derinlik, sırrına vakıf olunamayan bir hikmet vardır. İlm-i ledün sahibi olanlar, hadiselerdeki gizli sırları ve hikmetleri de bilirler. İşte önce böyle bir ilim dalı icad ediyorlar ve bunu da Kur’an’a (bu âyete) dayandırarak insanların önüne koyuyorlar, ondan sonra da ver elini evliya, ulema, fukeha, suleha, kübera... Arkasından bu yolla Allah adına aldatılmış milyonlarca cahil cühela... (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

66. Musa ona dedi ki: “Sana öğretilenlerden, beni olgunlaştıracak bir şeyi öğretmen için sana tabi olabilir miyim?"
67. O kul, “Sen benimle birlikte olmaya sabredemezsin.
68. Bütün yönleriyle kavrayamadığın meseleler karşısında nasıl kendini tutabilirsin ki? ”
69. Mûsâ: "İnşAllah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiç bir işine karşı gelmiyeceğim" dedi.
70. "O halde" dedi, "bana tâbi olduğuna göre, hangi konuda olursa olsun, ben onun hakkında sana söz açmadıkça, asla bana soru sormayacaksın!"
BÖLÜM 10
71. Bunun üzerine ikisi yola koyuldu[*]. Sonra gemiye bindiklerinde gemide delik açtı. Musa dedi ki "İçindekileri boğmak için mi delik açtın? Gerçekten korkunç bir şey yaptın!"

Burada fiilin tesniye (ikil formda) olması, Musa ile yola çıkan gencin bu olaylar sırasında onların yanında olmadığını gösterir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

72. O kul, “Sen benimle beraber bulunmaya dayanamazsın, dememiş miydim?” dedi[*].

Evet, Hz. Musa'nın tepkisel ve heyecanlı bir karaktere sahip olduğu doğrudur. Bu karakterin özelliklerini hayatın tüm devrelerindeki uygulamalarında gözlemlemek mümkündür. Örneğin bir yahudi ile kavga ettiğini görünce bir Mısırlı'yı yumruklamış, bilinen o kızgınlığı ile adamı öldürmüştü. Daha sonra yaptığına pişman olmuş, özür dileyerek Rabbi'nden affedilmesini istemişti. Ama ikinci gün yahudinin bir başka Mısırlı ile kavga ettiğini görünce tekrar saldırmıştı.

Evet. Hz. Musa işte böyle bir karaktere sahiptir. Bu yüzden adamın davranışı karşısında sabredemiyor, işin tuhaflığı karşısında verdiği sözü yerine getiremiyor. Ne var ki, pratik deneyimden, teorik düşünceden farklı bir tat alma ve apayrı bir gerçekle karşılaşma bütün insanların ortak özellikleridir. İnsanlar fiilen tatmadıkça, pratik olarak denemedikçe meseleleri gereği gibi kavrayamazlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

73. Musa; "Unutkanlığım yüzünden beni azarlama ve bilginden yararlanma konusunda bana zorluk çıkarma" dedi.
74. Yine yola koyuldular. Bir süre sonra bir genç ile karşılaştılar. O kulumuz, delikanlıyı öldürdü. Musa; "Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Gerçekten çok kötü bir iş yaptın" dedi.[*]

Bu sefer unutmuş ya da söz verdiğini bilmiyor değildir. Bilinçli davranıyor, meydana gelişine katlanamadığı ve hiçbir sebeple izah edemediği bu kötü işe karşı çıkıyor. Çünkü ona göre delikanlı suçsuzdur. Öldürülmesini gerektirecek bir suç işlemiş değildir. Kaldı ki henüz erginlik çağına erişmediği için yaptıklarından sorumlu da tutulamazdı. (Seyyid Kutub Tefsiri)

75. O kul, “Ben sana, sen benimle beraber bulunmaya dayanamazsın, dememiş miydim?” dedi.
76. Mûsâ: "Eğer" dedi, "sana bir daha soracak olursam, bundan böyle benimle hiç arkadaşlık etme! Artık özür dileyemeyecek hale geldim."[*]

Peygamber (s.a.)’in, “Kardeşim Mûsâ’ya Allah rahmet eylesin! Hayâ ettiği için böyle söylemiştir” buyurduğu, yine “Allah’ın rahmeti bizim ve kardeşim Mûsâ’nın üzerine olsun. Eğer arkadaşıyla beraber kalsaydı ilginç şeylerin bile en ilginçlerini görürdü” buyurduğu [Ebû Dâvûd, “Kitâbü’l-hurûf ve’l-kırâât”, 29.] nakledilmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)

77. Yine yola koyuldular. Bir süre sonra bir köye vardılar. Köylüden yemek istediler, fakat ağırlanma istekleri reddedildi. Az sonra yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarla karşılaştılar. O kulumuz, eğri duvarı doğrulttu. Musa ona 'Eğer isteseydin bu yaptığın işe karşılık bir ücret alabilirdin' dedi.
78. O kul “İşte bu soru, seninle beni ayıran sorudur. Sabretmeye tahammül edemediğin olayların yorumunu sana haber vereceğim” dedi.
79. "Gemiden başlayayım: O gemi, denizde işçilik yapan bir grup yoksulundu. Ben onu kusurlu hale getirmek istedim. Çünkü biraz ötelerinde bir kral vardı; tüm gemilere zorla el koyuyordu.
80. Gence gelince, onun, anne ve babası mümin idi. Gencin onları azdırıp, küfre sürüklemesinden korktuk.
81. Rabblerinin onlara, ondan daha iyisini ve kendilerine karşı daha merhametli bir çocuk vermesini istedik.
82. Duvar ise şehirdeki iki yetim erkek çocuğundu. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki ergin hale[1*] gelsinler de hazinelerini kendileri çıkarsınlar. Bu, Rabbinin bir ikramıdır. Ben bunlardan hiç birini kendi isteğimle yapmadım[2*]. İşte sabır gösteremediğin işlerin iç yüzü[3*] bunlardır."

[1*] Nisa 4/6. ayette yetimlerin mallarının reşit olacakları zamana kadar korunması görevi, onların velilerine yüklenmiştir. Bu ayetteki yetim çocukların malları ise Allah tarafından, ergin olacakları zamana kadar koruma altına alınmaktadır. İki ayet birlikte okunduğunda Nisa Suresinde geçen nikah ve rüşd çağının bu ayette ergin olunan dönem olarak ifade edildiği görülmektedir. Buna göre ergin olma, ergenlikten farklı olarak malı idare edebilme kabiliyetinin de kazanıldığı rüşd çağına ulaşma olarak anlaşılır.

[2*] Kehf 18/65 ayetinden buraya kadar anlatılan ve kendisine Allah katından bir ilim öğretilen kulun (Kehf 18/65) Hızır olduğu sahîh hadislerde belirtilmiştir (Buhârî, İlim 16, 44, Tefsîru'l-Kur'ân, Tefsîru Sûrati'l-Kehf 2-4; Muslim, Fedâil 170-174). Bu ayet, Hızır'ın bir insan değil, bir melek olduğunu göstermektedir. Çünkü o, yaptığı işleri kendi isteği ile değil, Allah'ın emri gereği yaptığını söylemiştir. Allah Teala bu gibi işler için melekleri görevlendirir (Meryem 19/64, Duhan 44/3-6).

(Melekler der ki:) “Biz Rabbinin emri olmadan inmeyiz. Yapmakta olduğumuz, eskiden yaptığımız ve ikisinin arasında yaptıklarımızın hepsi onun (emrini yerine getirmek) içindir. Rabbin unutkan değildir. (Meryem 19/64)

[3*] Bazı şeyler kötü görünebilir ama aslında hayırlıdır (Bakara 2/216). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 11
83. Sana Zülkarneyn'den de sorarlar:[*] De ki: "Size ondan bir hatıra okuyacağım."

Ayetlerin indiriliş sebepleri ile ilgili çeşitli rivayetler vardır. Ancak biz, doğruluğunda kuşkuya yer bulunmayan Kur'an ayetinin sınırları içinde kalmayı tercih ediyoruz. Bu ayetten anlıyoruz ki, Zülkarneyn hakkında bir soru sorulmuş ama kesin olarak kimin sorduğunu bilmiyoruz. Soruyu kimin sorduğunu bilmek, hikâyenin ifade ettiği anlama bir katkıda bulunmayacaktır. Bu yüzden biz hikâyeye herhangi bir eklemede bulunmadan Kur'an ayetini ele alıyoruz.

Ayet, Zülkarneyn'in şahsı, yaşadığı dönemi ve yeri hakkında herhangi bir açıklamada bulunmuyor. Bu belirsizlik, Kur'an'da yeralan hikâyelerin değişmez özelliğidir. Çünkü Kur'an'da yeralan hikâyelerin asıl amacı, tarihi tespit değildir. Amaç, hikâyeden yararlı sonuç çıkarmaktır. Çoğu zamanda yer ve zaman tespitine gerek kalmadan hikâyelerden istenen sonuç çıkarılabilir.

Yazılı tarih, İskender-i Zülkarneyn adlı bir kraldan söz eder. Ancak bu kralın Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen Zülkarneyn olmadığı kesin. Çünkü Yunan Kralı İskender putperestti. Oysa Kur'an'da sözü edilen Zülkarneyn Allah'ın birliğine inanan bir mü'mindir, ölümden sonra dirilişe ve ahirete inanan birisidir.

Astronomi bilgini Ebu Reyhan el-Biruni "Geçmiş yüzyıllardan geride kalan izler" adlı eserinde şöyle der: "Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen Zülkarneyn, bu isimle anılan bir Himyer kralı idi. Çünkü Himyer kralları, isimlerinin başına "zi" eki bitiştirilerek anılırlardı. "Zinüvas, Ziyezn" gibi. Sözünü ettiğimiz kralın da adı Ebubekir b. İfrikaş idi. Bu kral, orduları ile birlikte Akdeniz sahillerine kadar gitmiş, Tunus ve Merakeş gibi yerlere uğramıştı. Orada İfrikiye şehrini kurmuştu. Daha sonra tüm kıta, bu adı (Afrika) almıştı. Güneşin doğduğu ve battığı yerlere ulaştığı için Zülkarneyn adını almıştı."

Bu sözler doğru olabilir. Ancak bu sözlerin doğru olup olmadığını kesin şekilde belirleme imkânına sahip değiliz. Çünkü hayatının bir bölümü Kur'an'da anlatılan Zülkarneyn'le ilgili olarak yazılı tarihte bir araştırma yapmak mümkün değildir. Bu hikâyenin durumu, tıpkı Kur'an-ı Kerim'de anlatılan Nuh, Hud, Salih kavimleri gibi diğer hikâyelerin durumuna benzer. Çünkü insanlığın ömrüne oranla tarih ilminin doğuşu çok yeni bir olaydır. Kuşkusuz yazılı tarihten önce hakkında hiçbir şey bilinmeyen çok olaylar yaşanmıştır. Dolayısıyla bu tür olaylar hakkında, henüz yeni doğmuş olan tarih ilminden açıklama beklenemez.

Şayet Tevrat bozulmuşluktan ve eklemelerden kurtulabilmiş olsaydı, bu tür olaylar hakkında güvenilir bir kaynak olacaktı. Ne var ki Tevrat; efsane olduğundan şüphe götürmeyen yığınla hurafeyle doludur. Allah tarafından vahyedilmiş olan asıl Tevrat'a eklendiklerinden kuşku duyulmayan birçok rivayet yeralmaktadır. Şu halde Tevrat içindeki tarihi hikâyeler, güvenilir bir kaynak kabul edilemez.

Bu durumda, bozulma ve değiştirilmeden korunmuş bulunan Kur'an'dan başka kaynak kalmıyor. İçindeki tarihi hikâyelerin tek kaynağı odur.

İki açık nedenden dolayı Kur'an'da yeralan hikâyeleri tarih ilmine göre değerlendirmeye tabi tutmanın doğru olmayacağı kesindir.

Birincisi, tarih ilmi yeni doğmuştur. Tarih ilmi doğmadan önce insanlık tarihinde, hakkında herhangi bir şey bilinmeyen sayısız olaylar yaşanmıştır. Kur'an-ı Kerim'de tarihte izine rastlanmayan bu tür olayları zaman zaman anlatır.

İkincisi; tarih -bu olayların bazısını kapsamına alsa bile- her yönüyle yetersiz bir varlık olan insanoğlunun ürünüdür. Bu yüzden insanın ortaya koyduğu her üründe kendini gösteren eksiklik, yanlışlık ve tahrif ona da yansıyacaktır. İletişim araçlarının ve araştırma yöntemlerinin bunca gelişme kaydettiği günümüzde bile bir tek haber ya da olayın değişik şekillerde anlatıldığına tanık olabiliyoruz. Bu bir tek haber ya da olaya farklı açılardan bakıldığını, hakkında birbiriyle çelişen yorumlar yapıldığını görebiliyoruz. İşte tarih dediğimiz ilim bu dedikodulardan, birbiriyle uyuşmayan çelişkili bilgilerden meydana gelmiştir. Bundan sonra incelemeye ve ayıklamaya tabi tutulduğu söylense de. Kur'an-ı Kerim'de yeralan hikâyeler hakkında tarih ilminin görüşüne baş vurmaktan sözetmek, Kur'anın her konuda gerçek ve kesin hükmü belirlediğini vurgulayan inanç sisteminden önce, insanların kabul ettikleri bilimsel kurallara da ters düşmektedir. Dolayısıyla Kur'ana inanan aynı şekilde bilimsel araştırma yöntemlerine inanan birisi böyle saçma bir söz söyleyemez.

Bazıları Zülkarneyn hakkında Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- soru sormuş, yüce Allah da Zülkarneyn'in hayatının burada anlatılan kısmın vahyetmişti. Zülkarneyn'in hayatını ele alan Kur'an dışında bir başka kaynak da yok elimizde. Bu yüzden bir bilgiye dayanarak hikâyeyi daha geniş boyutlarda ele alma imkânından yoksunuz. Tefsirlerde bu hikâyeye ilişkin çeşitli söylentiler vardır. Ancak biz bu söylentilere kesinlikle güvenemiyoruz. İçindeki israiliyat ve hurafelerden dolayı bu söylentilerden uzak durulmasının gerekliliğine inanıyoruz.

Kur'anın akışında, Zülkarneyn'in çıktığı üç yolculuktan söz ediliyor: Birincisi; yeryüzünün batısına, ikincisi; doğusuna, üçüncüsü de; iki set arasındaki bölgeye yapılmıştır. Şu halde ayetlerin akışı içinde bu üç yolculukta olup bitenleri izleyelim. (Seyyid Kutub Tefsiri)

84. Şüphesiz, biz, ona yeryüzünde imkan sağladık ve kendisine her şeye ulaşacağı bilgiyi verdik.
85. Sonra o yollardan birini takip etti.
86. ًGüneşin battığı / sürekli ufkun altında olduğu yere[1*] ulaşınca güneşi, balçıklı bir su kaynağında batıyorken buldu. Oranın yanında bir topluluk da buldu. “Ey Zülkarneyn!” dedik. “Onlara azap edebileceğin gibi güzel bir yol da izleyebilirsin[2*]."

[1*] Güneş’in battığı yer, görünmediği yerdir. Dünya yuvarlak olduğu için gözlemcinin olduğu yere göre Güneş’in batmadığı bir nokta yoktur. Böyle bir nokta olmadığı için oraya gitmek diye bir şey olamaz. Zülkarneyn’in gittiği yere “Güneş’in battığı yer” dendiğine göre bu söz, “Güneş’in gün boyu ufkun altında olduğu yer” dışında bir anlam ifade edemez. Böyle bir yer, ancak kutup bölgelerinde olur. Zülkarneyn oraya Güneş batarken gittiğinden, Güneşsiz günlerin başlangıcında gitmiş olur. Güneş’in kaybolduğu tarafı görebildiği için oraya gündüzün gitmiştir. Çünkü Güneş’in görünmediği yerlerde de gündüz aydınlığı olur ve gündüzün bütün bölümleri yaşanır.

[2*] Allah Teala her insanla bir şekilde konuşabilir (Şura 42/51). Nitekim Adem aleyhisselam nebi olmadan önce Allah onunla konuşmuş (Taha 20/115-122) ve ona, evrendeki bilgileri öğretmiştir (Bakara 2/31). Allah’ın Zülkarneyn ile yaptığı bu konuşma da onun nebi olduğunu göstermez. Eğer nebi olsaydı Allah ona, insanları müjdeleme ve uyarma görevi verirdi (Bakara 2/213). Bu ayetler, Allah’ın Zülkarneyn'in, insanlara yapacağı muamele ile imtihan ettiğini gösterir. Allah her insanı, böyle bir imtihandan geçirir (Furkan 25/56-57, Müzzemmil 73/19, İnsan 76/2-4, İnsan 76/29-30, Nebe’ 78/39-40). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

87. Zülkarneyn o topluma dedi ki; "Aranızdaki zalimleri cezaya çarptıracağız. Onlar, ileride Rabb’lerinin huzuruna vardıklarında eşi görülmemiş, ağır bir azaba uğrayacaklardır.
88. Amma her kim de iman edip iyi bir iş yaparsa, buna da en güzel mükâfat vardır. Biz ona dünyada kolaylık gösterir zor işlere koşmayız.
89. Sonra yine bir yol tuttu.
90. Güneş’in doğduğu / sürekli ufkun üstünde olduğu yere varınca Güneş’i bir topluluğun üzerinde gözüküyorken buldu. Güneş’le o topluluk arasına bir engel koymamıştık[*].

Güneş’in doğarken göründüğü yer, kimsenin ulaşamayacağı bir yerdir. Gözlemci ulaşmak istedikçe ondan uzaklaşır. Zülkarneyn gidebildiğine göre orası, Güneş’in sürekli göründüğü ve beyaz gecelerin yaşandığı kutup bölgesi olur. Zaten Güneş ile o topluluk arasında engel olmaması, Güneş’in ufkun altına inmemesi anlamındadır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

91. İşte böyle, onun serüveni, bütün ayrıntıları ile bilgimizin kapsamı içindedir.
92. Sonra yine bir yol tuttu.
93. Nihayet iki set arasına ulaştığı zaman, onların arasında yaşayan bir topluluğa rastladı; konuştuğu dilden pek anlamıyorlardı.
94. Dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Yecuc ile Mecuc[*] burada bozgunculuk yapıyor. Onlarla aramızda başka bir set yapsan da karşılığında sana bir ödeme yapsak olur mu?

Tevrat’a göre Magog, Nûh’un oğlu Yâfes’in yedi çocuğundan biridir (Tekvîn 10/2). Ayrıca Magog’un neslinden gelen ulusun adıdır (Hezekiel 38/2). Gog ise Roş, Meşek ve Tubal’ın kralı ya da Magog ülkesinin adıdır (Hezekiel, 38/1-3; 39/1-2). Eski Ahitte Gog yahudilere musallat olan, onların mallarını yağmalayan, çocuklarını öldüren bir topluluk olarak nitelendirilir (Tesniye, 28/49-57; Yeremya, 5/15-18). Yeni Ahid’e göre Gog ve Magog, kutsal şehri işgal etmek üzere İblîs’in kendileriyle işbirliği yapacağı bir topluluktur (Vahiy, 20/1-9). (TDV YE’CÛC ve ME’CÛC) https://jewishencyclopedia.com/articles/6735-gog-and-magog (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

95. Zülkarneyn onlara dedi ki; "Rabb’imin bana bağışladığı güç, sizin bana vereceğiniz maldan daha hayırlıdır. Siz bana beden gücünüzle yardımcı olunuz da onlar ile aranıza aşılmaz bir set çekeyim.
96. Bana, demir kütleleri getirin." Nihayet dağın iki ucunu denkleştirdiği vakit: "Ateş yakıp körükleyin" dedi. Demiri bir ateş koru haline getirince. "Bana erimiş bakır getirin üzerine dökeyim" dedi.
97. Artık Ye’cuc ve Me’cuc bu seti ne aşabildiler ne de delebildiler.
98. (Zülkarneyn) dedi ki: “Bu Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaadinin zamanı geldiğinde, onu yerlebir edecektir: zira Rabbimin vaadi mutlaka gerçekleşir.”[*]

Zımnen: İktidar ve güç ne kadar büyük olursa olsun Allah’ın mutlak iktidarı karşısında bir gün yok olacaktır. Burada Allah Rasûlü inşâ edilmektedir. Zımnen: Ey rasul senin ellerinle kurulacak bir yapı da bu genel İlâhî yasanın dışında değildir. Emek zahmet inşâ ettiğin sınırları ve günah setlerini yıkmaya kalkanlar çıkacaktır. Esasen Zülkarneyn kıssasının tümünde Allah Rasûlü’nün elleriyle kurduğu medeniyetin sınırlarının doğudan batıya kadar yayılacağına işaret vardır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

99. O gün onları bırakmışızdır, birbirleri içinde dalgalanırlar. Sûra da üflenmiştir; hepsini bir araya toplamışızdır.[*]

Bu her renkten, her cinsten, her bölgeden, her kuşaktan ve her çağdan dirilip koşuşan insanların biraraya gelmesi ile meydana gelen hareketi gözler önüne seren bir sahnedir. Bu sahnede insanlar düzensiz ve özensiz olarak birbirlerine karışmışlar. Topluluğun itişip kakışması, tıpkı deniz dalgalarının üstüste binmesi gibidir. Birbirlerine girip karışmaları, deniz dalgalarının birbirine karışmasına benziyor. Sonra birden toplanıp düzene girmeleri için bir boru çalınıyor. "Sonra Sur'a üflenince hepsini bir araya toplarız." Ve işte hepsi sıraya girmiş, düzenli bir görünüm almışlar.

Sonra, gözlerinin önünde perde varmış, kulakları sağırmış gibi Allah'ın katından yüz çeviren kâfirlere cehennem sunuluyor. Ama bu sefer Allah'ın kitabından yüz çevirdikleri gibi cehennemden yüz çeviremiyorlar. Bugün cehennemden kaçamıyorlar. Yüce Allah gözlerinin önündeki perdeyi çekip kaldırmıştır. Dolayısıyla Allah'ın kitabından yüz çevirmelerinin, onun içerdiği gerçeği görmeyişlerinin tam karşılığı olan cezayı, olanca dehşetiyle görüyorlar! (Seyyid Kutub Tefsiri)

100. O gün cehennemi, kâfirlerin gözleri önüne dikeriz.
101. Onlar, gözleri zikrime / kitabıma[*] kapalı olan ve onu dinlemeye bile tahammül edemeyen kimselerdir.

Zikir, hem önceki kitapların hem de Kur’an’ın ortak adıdır (Hicr 15/9, Nahl 16/43-44, Enbiya 21/7-8, 24). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 12
.102 Kâfirlik edenler, benim kullarımı benimle kendi aralarında veli / koruyucu edinebileceklerini mi sanıyorlar[*]? Biz kâfirleri ağırlamak (!) için cehennemi hazırladık.

Bu ifade sadece tabii güçlere ya da varlıklara ve birtakım biçimsel tapınma nesnelerine tapınmayı değil, aynı zamanda ölü ya da diri azîz, velî, ermiş olarak bilinen kimselerin Allah katında, O’nun reddettiği kimseler lehine “aracılık”, “şefaat” ya da “kayırıcılık” yapabileceği yolundaki popüler inancı da işaret etmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)

103. De ki: "Size işleri bakımından en çok ziyana uğrayacak olanları söyleyeyim mi?"
104. Bunlar iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.
105. Bunlar, Rabb’lerinin ayetlerini ve O’nun huzuruna çıkaracaklarını inkâr edenlerdir. Bu yüzden onların iyi işleri geçersiz olmuştur. Kıyamet günü onların yaptıkları işleri tartıya almayız, kendilerine değer vermeyiz.
106. İnkar ettikleri, ayetlerimi ve elçilerimi hafife aldıkları için, onlara en uygun ceza cehennemdir.
107. İman edip iyi işler yapanlara gelince, onlar için makam olarak [Firdevs] cennetleri[*] vardır.

Mü’minûn 23:11’de de geçen “Firdevs” cenneti “cennetlerin en yükseği, has bahçe” demektir. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

108. Orada sürekli kalacaklar; oradan asla ayrılmak istemeyecekler.
109. De ki: "Eğer Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, hatta onun bir mislini de üzerine ilave etmiş olsak, yine de Rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi."[*]

İnsanların bildiği en geniş ve en bol şey denizdir. Ayrıca insanlar yazacakları şeyleri ve geniş olduğuna inandıkları bilgilerini mürekkeple yazarlar, onunla kaydederler.

Bu yüzden surenin akışı, olanca genişliği ve derinliği ile denizi yüce Allah'ın bilgisinin delili olan sözlerinin yazıldığı mürekkep şeklinde sunuyor. Bir de bakıyoruz, deniz tükeniyor ama yüce Allah'ın sözleri bitmiyor. Sonra bu denize bir diğeri daha katılıyor, sonra bu deniz de tükeniyor ve Allah'ın sözleri halâ yazılmak için mürekkep bekliyor.

Bu somut tasvir ve belirgin hareket aracılığı ile sınırlı düşünme yeteneği ile aralarındaki oran çok büyük ve geniş de olsa, sınırsız bir anlam insanını sınırlı düşüncesine yaklaştırılıyor.

Somut bir şekilde örneklenmediği sürece, soyut genel bir anlam insan düşüncesinde yer etmez, çabucak silinir gider. İnsan aklı her ne kadar soyutlandırma gücüne, yeteneğine sahip olsa da yine de soyut anlamların tablolar, şekiller, özellikler ve örnekler halinde somutlaştırılmasına ihtiyaç duyar. İnsan aklının sınırlılığa örnek oluşturan, soyut anlamlar karşısındaki durumu bu..: Ya sınırsız anlamlar karşısındaki durumu nasıldır?

Bunun için Kur'an-ı Kerim insanlara birtakım örnekler gösteriyor. Burada olduğu gibi birtakım örnekler vererek insanlara sunmak istediği en büyük anlamları, birtakım belirtileri, özellikleri ve şekilleri, somut tablolar ve sahneler halinde onların duygularına yaklaştırarak algılamalarını sağlar.

Bu örnekte deniz, insanın son derece geniş ve derin sandığı bilgisini temsil ediyor. Oysa deniz genişliğine ve derinliğine rağmen sınırlıdır. Allah'ın sözleri ise O'nun sınırsız bilgisini temsil ediyor. İnsanlar bu bilginin sonuna ulaşamazlar. Daha doğrusu insanların bu bilgiyi dile getirmesi bir yana, onu algılayıp kaydedemezler.

İnsanlar, kendi iç ve dış alemlerinde ortaya çıkardıkları bazı sırlardan dolayı gurura kapılıyorlar. Bu bilimsel zafer karşısında kendilerinden geçiyorlar. Her şeyi öğrendiklerini, en azından her şeyi öğrenmek üzere olduklarını sanıyorlar!

Ne var ki, dipsiz ve sınırsız ufukları ile bilinmezlik dünyası çıkar karşılarına. O zaman henüz kıyılarda dolaştıklarını, karşılarındaki okyanusun gözleri ile gördükleri ufuktan çok daha engin, çok daha sınırsız olduğunu anlarlar!

Yüce Allah'ın bilgisinden insanın algılayıp kaydettiği şeyler çok az ve önemsizdir. Çünkü bu bilgi sınırlı bir varlıkla sınırsız bir varlık arasındaki oranı temsil ediyor.

Şu halde insanoğlu istediğini öğrenebilir, varlıklar aleminde birtakım sırlar ortaya çıkarabilir. Ama ilmi gururunu frenlemelidir. Çünkü onun bilgisinin ulaşabileceği son nokta denizin elinde mürekkep olmasıdır. Deniz tükenir fakat yüce Allah'ın sözleri tükenmez. Yüce Allah bu denize bir diğerini de katsa o da tükenir, ama yüce Allah'ın sözleri tükenmek nedir bilmez. (Seyyid Kutub Tefsiri)

110. De ki: "Elbet ben de sizin gibi ölümlü bir insanım: Bana ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, işte o Allah`ı razı eden imanına layık işler yapsın ve Rabbine kulluk ederken hiç kimseyi O`na ortak koşmasın!"