Musa Nil'e Terk Edildi (Moses Abandoned on the Nile) Ressam : Juan Manchola Tarih : 1858
Musa’nın annesine şunu vahyettik: “Onu emzir, ona bir şey olacağından korktuğun zaman da nehre bırak. Korkma ve üzülme; biz onu sana geri verecek ve elçilerimizden yapacağız.” Derken, Firavun`un ailesi onu buldu; sonunda kendileri için bir düşman ve bir hüzün kaynağı olacak (bu bebeği) sahiplendiler. Belli ki Firavun, Haman ve onların askerleri yanılgı içindeydiler. Firavun’un karısı; "İkimizin de gözü aydın! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur ya da onu evlat ediniriz" dedi. Onu almakla hata ettiklerini bilmiyorlardı. (Kasas 7-9)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Tâ Sîn Mîm
2.
Bunlar, apaçık olan[*] Kitab’ın ayetleridir.
Kur’an-ı Kerim, muhkem /hüküm bildiren ve müteşabih /muhkemlerin benzeri olup onların ayrıntılarını ortaya koyan ayetlerden oluşur. Bu metot sayesinde Kitab’ın tamamı ayrıntılı olarak açıklanmış (mufassal), böylece kendisi de apaçık (mübin) hale gelmiş olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
3.
Sana Firavun’la Musa arasında geçen olayların bir bölümünü, inanmaya eğilimli insanlar için bütün gerçeğiyle anlatacağız.[*]
Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kıssası diğer surelerde genellikle, kendisine peygamberliğin verildiği halkadan başlar, doğum halkasından değil. O halkada ise güçlü kuvvetli iman, azgın zorbalığa karşı çıkıyor, ardından iman galip geliyor, zorbalık ise en sonunda yeniliyor, yerle bir ediliyor. Burada ise amaç, bu anlamı vurgulamak değildir. Asıl amaç, kötülüğün azması, büsbütün iğrençleşmesi durumunda kendi felaketine neden olacağını anlatmaktır.
Zorbalık iyice azıttığında, onu insanlardan uzaklaştıracak birine gerek kalmayacağını, böyle bir durumda kudret elinin dolaysız olarak olaya müdahale edeceğini vurgulamaktır. Haksızlığa uğrayan zayıfların elinden tutup onları ve içlerindeki iyilik yanlılarını kurtaracağını, onları eğiteceğini, onları bir ümmet haline getirip yeryüzüne mirasçı yapacağını vurgulamaktır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
4.
Doğrusu Firavun, o yerde (Mısır`da) büyüklük taslayarak zorbalığa kalktı. (Saltanatını sürdürebilmek için) halkını çeşitli sınıflara böldü. Onlardan bir topluluğu (İsrailoğullarını) zayıflatıyor, oğullarını kesiyor, kızlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardan biriydi.[*]
Bu hikâyede geçen olayların yaşandığı dönemde Mısır'ın başında bulunan Firavun'un kim olduğu kesin olarak bilinmiyor. Zaten tarih belirlemek, Kur'an'daki kıssaların varmak istediği hedefler arasında yer almaz. Ayrıca bu kıssaların verdiği mesajlara bir katkıda bulunmaz. Bu olayın, babasını ve kardeşlerini yanına alan Hz. Yusuf'tan - selâm üzerine olsun- sonra meydana geldiğini bilmemiz yeterlidir. "İsrail" Hz. Yusuf'un babası Yakub'un adıdır.
Bunlar da O'nun soyudur. Böylece Mısır'da çoğalmış, büyük bir halk kitlesi haline gelmişlerdi.
İşte bu azgın Firavun yeryüzünde kibirlenmiş, büyüklük taslayıp zorbaca bir düzen kurmuştu. Mısır halkını çeşitli gruplara ayırmış, her bir gruba ayrı bir uygulamada bulunmuştu. Baskının, işkencenin en ağırını da İsrailoğulları'na uygulamıştı. Çünkü onlar Firavun ve kavminin dininden ayrı birtakım bozulmalar ve sapmalar olmuştu, ama temelde tek İlah'a inanıyor, Firavun'un ilahlığını ve bütün Firavuncuların, putçu inançlarını inkâr ediyorlardı.
Böylece tağut, böyle bir grubun Mısır'daki varlığının tahtı ve saltanatı açısından bir tehlike oluşturduğunu sezmişti. Onları sınır dışı da edemiyordu. Çünkü sayıları yüzbinleri bulan büyük bir kitleydiler. Böyle bir şey yapsa, Firavunlarla sürekli savaş halinde bulunan komşuları ile aleyhinde birleşip saldırıya geçebilirlerdi. Bu yüzden kendisine kulluk etmeyen, tanrılık iddiasını benimsemeyen bu gruptan sezdiği potansiyel tehlikeyi bertaraf etmek ve onları sistematik olarak soykırıma uğratmak için son derece iğrenç, o kadar da korkunç cehennemi bir plan uyguladı. Onları en zor ve en tehlikeli işlerde çalıştırmak, onları aşağılamak, çeşitli işkencelerden geçinmek bu planın bir parçasıydı. Yine nüfusları artmasın diye doğar doğmaz erkek çocuklarını öldürmek, kız çocuklarını erkeksiz bırakmak da uygulanan planın bir parçasıydı. Böylece, çektikleri işkence ve eziyetlerin yanında erkeklerinin azalıp, kadınlarının artmasıyla zayıf düşmelerini, kendisine başkaldıramayacak duruma gelmelerini planlıyordu.
Anlatıldığına göre, Firavun İsrailoğulları'nın hamile kadınlarının doğum yapmalarından önce ebeler gönderir ve doğan çocukları kendisine bildirmelerini isterdi. Amaç, hiçbir suçları bulunmayan çocuklara acımayan, iğrenç ve cehennemi planı uyarınca daha doğar doğmaz erkek çocukları boğazlamaktı.
İşte bu surede anlatıldığı şekliyle, Musa kıssasının doğumla ilgili bölümünün geçtiği ortam bundan ibaretti. (Seyyid Kutub Tefsiri)
5.
Biz de istiyorduk ki, o yerde ezilenlere lütfedelim, onları önderler yapalım ve onları ötekilerin mülküne mirasçı yapalım
6.
ve onları güvenlik içinde yeryüzünde yerleştirelim; Firavun’u, Hâmân’ı ve onların ordularını da onların [İsrailoğulları’nın] eliyle korktukları şeye uğratalım.[*]
Hâmân için 38. âyetin notuna bkz. İndiği hassas zaman göz önüne alınırsa, bu âyetin ilk muhatapların yüreğini nasıl serinlettiği daha iyi anlaşılır. Allah Rasûlü’nün o zor ve kor günlerde ashabına çağın iki imparatorluğunun başkentini vaad etmesinin arkasında, vahyin verdiği bu mesaj yatıyordu. Zımnen: İnancınız uğruna köle edildiğiniz bir ülkeden sürgünü göze alırsanız, efendisi olacağınız bir ülke size ödül olarak sunulur. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
7.
Musa’nın annesine şunu vahyettik[*]: “Onu emzir, ona bir şey olacağından korktuğun zaman da nehre bırak. Korkma ve üzülme; biz onu sana geri verecek ve elçilerimizden yapacağız.”
Sözlükte vahiy; işaret dili, fısıldama, rumuz, yazı veya ima ile konuşma anlamlarına gelir (Müfredat). Allah’ın vahyi; ilham yoluyla, perde arkasından veya melekleri aracılığı ile olur (Şûrâ 42/51). Bu üç çeşit vahiyden ilk ikisi her insana yapılır. Allah her insanın içine, yaptığının iyi mi yoksa kötü mü olduğunu ilham eder (Şems 91/7-8). Ayrıca rüyada da bazı şeyler bildirebilir (Yusuf 12/4-5,43-49). Allah bir meleği insan kılığında da gönderebilir (Hicr 15/51-66, Zariyat 51/24-37) Meryem validemize böyle bir vahiy gelmiştir (Meryem 19/16-21). Musa aleyhisselamın annesine gelen de ilham türünde bir vahiydir. Allah’ın yaptığı vahyin üçüncü çeşidi ise insanlara bildirmek istediği sözlerini, insanlardan seçtiği elçilere melekler aracılığı ile ulaştırmasıdır. Bu esnada Allah öyle bir ortam oluşturur ki elçiler, bu vahyin Allah'tan geldiğini kesin olarak anlarlar(Cin 72/26-28). Onlar bu vahyi, insanlara bildirmekle görevli oldukları için Allah'ın resulü yani elçisi olurlar. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
8.
Derken, Firavun`un ailesi onu buldu; sonunda kendileri için bir düşman ve bir hüzün kaynağı olacak (bu bebeği) sahiplendiler.[*] Belli ki Firavun, Haman ve onların askerleri yanılgı içindeydiler.
Bu mudur güvende olmak? Verilen söz bu muydu? Bu muydu müjde? Zavallı kadıncağız çocuğu adına Firavun ailesinden çekinmiyor muydu? Onlar çocuğunu görecekler diye korkudan titremiyor muydu? Hem zaten çocuğunun Firavun ailesinin eline düşmesinden korkmuyor muydu?
Evet!.. Ama kudret eli meydan okuyor. Açıktan açığa ve dolaysız olarak işe müdahale ediyor. Firavun'a, Haman'a ve her ikisinin ordularına meydan okuyor... Çünkü onlar saltanatları, tahtları ve kişisel egemenlikleri açısından korktukları için Musa'nın kavminden doğan erkek çocukları izliyorlardı. Herhangi bir erkek çocuğu ellerinden kaçıp kurtulmasın diye Musa'nın kavminin üzerine gözcüleri dikmiş, aralarına ajanlarını salmışlardı. İşte kudret eli, aramalarına yorulmalarına gerek kalmadan bir erkek çocuğunu kucaklarına atıyor. Hem de hangi çocuğu? Hepsinin yok olmasına neden olacak bir çocuğu! İşte kudret eli bu çocuğu her türlü güçten, her türlü plandan yoksun, kendini savunamayacak kadar çaresiz bir durumda onlara teslim ediyor. Azgın, kanlı diktatör Firavun'un onu korumasını sağlıyor. Firavun'un onu, İsrailoğulları'nın evlerinde, doğuran kadınlarının bağrında aramasına gerek kalmıyor artık. (Seyyid Kutub Tefsiri)
9.
Firavun’un karısı; "İkimizin de gözü aydın! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur ya da onu evlat ediniriz" dedi. Onu almakla hata ettiklerini bilmiyorlardı.[*]
Bundan önce Firavun'un sarayının, kendisine karşı onu himaye etmesini sağladığı gibi, kudret eli şimdi de yine Firavun'a karşı karısının kalbini Musa'yı korumaya yöneltiyor. İşte bu ince ve şeffaf sevgi perdesiyle onu korumuştu. Silahla, mevkiyle veya malla değil. Onu kadının kalbindeki duygusallıkla, sevgiyle korumuştu. Bu sevgi aracılığı ile Firavun'un katılığını, sertliğini yumuşatmış, hırsına ve önlem alma eğilimine engel olmuştu. Yüce Allah'ın bu zayıf ve güçsüz çocuğu, sadece bu ince ve şeffaf perdeyle Firavun'a karşı koruması hiç de zor değildi!
"ikimizin de gözü aydın!"
Halbuki kudret eli onu Firavun'u karısı hariç- hepsine düşman olsun, içlerine sıkıntı salsın diye kucaklarına atmıştı:
"Onu öldürmeyin."
Oysa Firavun'un ve ordularının yerle bir edilmesi onun eliyle gerçekleşecektir.
"Belki bize faydası dokunur ya da onu evlat ediniriz."
Ama ilahi takdir, uzun zamandan beri korktukları felaketi, o çocuğun varlığının gerisinde saklıyordu.
"Onu almakla hata ettiklerini bilmiyorlardı."
Kendilerine meydan okuyan, kendilerini alaya alan, dilediğini yapabilen bu gücün farkında değillerdi. (Seyyid Kutub Tefsiri)
10.
Musa’nın annesi, gönlü bomboş, sabaha kadar oğlunu düşündü. Eğer biz, vaadimize inananlardan olması için kalbini iyice pekiştirmemiş olsaydık, saraya alınan çocuğun oğlu olduğunu açığa vuracaktı.
11.
Annesi Musa’nın ablasına, "Onun izini takip et" dedi. O da, onlar farkına varmadan uzaktan kardeşini gözetledi.
12.
Ve Biz daha ilk günden onun (Mısırlı) süt anneleri (emmekten) geri durmasını sağladık. Bu durumu (öğrenen kız kardeşi) “Onun bakımını sizin adınıza üstlenecek bir aile göstermemi ister misiniz?” dedi (ve ekledi): “Hem, onlar ona bakabilecek en samimi kimselerdir.”[*]
Hiç kuşkusuz onu gözeten güç, neler olacağını planlamıştı. Onun aracılığı ile Firavun ve ailesine bir plan hazırlamıştır; Onu bulmalarını, onu sevmelerini, onu emzirecek bir süt anne aramalarını sağlamıştır. Öte yandan bu ilahi güç şaşkına dönmeleri için çocuğun hiçbir süt annesinin memesini kabul etmemesini sağlıyor. Kendisine verilmek istenen her memeyi reddediyor. Onlarsa çocuğun ölmesinden ya da zayıf düşmesinden endişeleniyorlar.
Nihayet ablası uzaktan görüp tanıyor. Böylece ilahi güç çocuğu süt anne arayan adamların şaşkınlığını Musa'nın ablası için bir fırsat haline getiriyor. Ablası onlara şöyle diyor: "Sizin için onun bakımını üstlenecek ve ona öğüt verip onu güzelce eğitecek bir aileyi göstereyim mi?" Musa'nın ablası sözlerini bitirmeden dediklerini yapıyor ve seviniyorlar. Bu arada sevimli yavrucağın kurtulması için doğru söylüyor olmasını diliyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)
13.
İşte böylece, o’nu annesine kavuşturduk ki gözü gönlü aydınlansın, artık üzülmesin ve onların çoğu bunu bilmeseler bile o, Allah’ın verdiği sözün mutlaka gerçekleşeceğini bilsin!
BÖLÜM 2
14.
Musa ergin hale gelip olgun bir kişilik kazanınca ona hikmet / doğru karar verme yeteneği ve ilim verdik. Biz güzel davrananları işte böyle ödüllendiririz.
15.
Ve (Musa), halkının [şehirde olup bitenden] habersiz [evlerinde oturdukları bir gün] şehre indi; ve biri kendi halkından, ötekisi düşmanlarından olan iki adamın birbiriyle kavga ettiğini gördü. Kendi halkından olan kişi düşman tarafından olan kişiye karşı o’nu yardıma çağırdı; bunun üzerine Musa onu yumrukla devirip işini bitirdi. [Ama hemen sonra kendi kendine:] “Bu düpedüz Şeytan’ın işi!” dedi, “Doğrusu o [insanı] yoldan çıkaran apaçık bir düşmandır!”[*]
“Şeytan’ın işi” ifadesiyle ilgili olarak bkz. 115:17 hk. 16. notun ilk yarısı. 16-17. ayetler göstermektedir ki, yukarıda anlatılan olayda Mısırlı değil, İsrailoğullarından olan adam suçludur (karş. sonraki not). Görünüşe bakılırsa Hz. Musa, olayda hangi tarafın haklı olduğunu anlamaya çalışmadan, kavmî insiyâkına kapılarak İsrailoğullarından olan adamın yardımına koşmuş; ama hemen sonra, sadece bir adam öldürdüğü için değil, fakat bunu kabilevî -ya da bugünkü deyimle- ırkî peşin hükümlerle yaptığı için ciddî bir suç işlemiş olduğunu fark etmiştir. Açıkça görülmektedir ki, Kur’an’ın Hz. Musa’nın kıssasının bu bölümünde asıl işaret etmek istediği husus budur. Bu konudaki Kur’ânî anlayışa Hz. Peygamber tarafından da her fırsatta dikkat çekilmiştir; o’ndan bu konuda rivayet edilen meşhur Hadisler’den biri şöyledir: “Kabilevî ‘asabiyetle ortaya atılan kişi bizden değildir; kabilevî asabiyet yüzünden kavgaya giren bizden değildir; kabilevî asabiyet yüzünden ölen bizden değildir” (Cubeyr b. Mut‘im’den rivayetle Ebû Dâvûd). Kendisinden “kabilevî asabiyet”in ne olduğu konusunu açıklaması istendiğinde, Hz. Peygamber, “haksız oldukları bir konuda insanın kendi halkına/kabilesine arka çıkmasıdır” demiştir (a.g.e. Vâsile b. Eska‘ya dayanarak). (Muhammed Esed Tefsiri)
16.
(Ardından) "Rabbim!" dedi, "Ben kendime kötülük ettim! Ne olur beni affet!" Bunun üzerine Allah onu affetti: çünkü O Gafûr'dur; bağışlaması çoktur, Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
17.
"Ey Rabbim!" dedi (Musa,) "Bana bahşettiğin nimetler hakkı için bir daha asla suçlulara arka çıkmayacağım!"
18.
Sabaha kadar endişe içinde, etrafı kontrol ederek geceyi geçirdi. Sabahleyin, bir de baktı ki dün kendisinden yardım isteyen soydaşı, yine Musa’yı imdadına çağırıyor. Mûsa ona: "Belli ki sen azgının tekisin!" dedi.
Aradan bir gün geçmiş, Musa yaptığını ortaya çıkmasından korkarak şehirde sabahlamış, ifşa olmanın, eziyet görmenin endişesiyle etrafı gözetliyor... Ayette geçen "gözetleme" kelimesi, etrafına bakıp duran, birilerinden saklanan, her an bir kötülüğe uğrama, beklentisi içinde olan birinin içinde bulunduğu endişeli durumu tasvir ediyor. Aynı şekilde burada ortaya çıkan durumda, heyecanlı kişiliğin özelliklerindendir. Ayetin ifade yöntemi korkunun ve endişenin egemen olduğu durumu bu kelimeyle somutlaştırırken "şehirde" sözüyle de olayı büyütmektedir. Çünkü normalde şehir güven ve huzurun egemen olduğu bir ortamdır. Şehirde korku içinde etrafı gözetlediğine göre, bu yerde güven içinde barınamayacak kadar büyük bir korku içindedir demektir.
Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- bu durumu, onun o sırada sarayın adamlarından biri olmadığını gösteriyor.
Yoksa zulüm ve azgınlığın hüküm sürdüğü dönemlerde saraya mensup birinin bir kişiyi öldürmesinden daha sıradan, daha önemsiz ne olabilir ki? Şayet hala Firavun'un gönlündeki ve sarayındaki yerini koruyor olsaydı, şehirde korkarak etrafı gözetlemesi bir yana herhangi bir şekilde endişelenmeyecek, korkmayacaktı.
O, bu korku içinde saklanmaya çalışırken birden "Dün kendisinden yardım isteyen kişi bağırarak yine ondan yardım istiyordu." (Seyyid Kutub Tefsiri)
19.
Fakat bir yandan da her ikisinin ortak düşmanı olan kimseyi yakalamaya girişmişti. O kişi "Ey Musa!" dedi, "Daha dün öldürdüğün adam gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? Anlaşılan senin arzun haksızları gideren ve düzeltenlerden biri olmak değil, ülkenin başına zorba kesilmek."[*]
Bu ikinci sınavda doğrunun bilgisine sahip olduğu halde doğru davranışı gerçekleştirecek olgunluğa sahip olmadığı anlaşıldı. Bunun üzerine ciddi bir eğitimden geçmek üzere Medyenli üstada yollanacaktır. Burada ilâhî takdirin akıl sır ermez cilvelerinden biri tecelli etmektedir. Zira bağımsız Hz. Musa biyografilerine göre, Mısır ordusunun başında gönderildiği Habeş seferinden muzaffer bir “prens” olarak dönen Musa, mevcut yöneticiden sonra, Mısır sarayının iktidara en yakın adaylarından biridir. İlk bakışta olumsuz gibi duran olaylar zinciri, o farketmese de, son tahlilde Hz. Musa’ya yepyeni bir yol haritası çizen bir dizi gelişmenin başlangıcını oluşturur. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
20.
Tam o sırada şehrin öteki ucundan bir adam koşarak geldi ve “Ey Musa!” dedi, “[Ülkenin] ileri gelenleri seni öldürmek üzere hakkında görüşüyorlar; hemen çık git; şüphesiz ben senin iyiliğini isteyen kimselerdenim!”[*]
Hiç kuşkusuz kudret eli, iradesini yerine getirmek üzere gerektiği anda hemen devreye girer, açıkca olaya müdahale eder.
Firavun'un çevresinden, hükümet üyelerinden ve kendisine yakın olanlardan oluşan bu ileri gelenler bunun Musa'nın işi olduğunu öğrendikleri, Musa'nın gerçekleştirdiği bu eylemdeki tehlike sinyalini algıladıkları kuşkusuzdur. Çünkü bu eylem özü itibariyle bir başkaldırı, bir direniş ve ezilen İsrailoğulları'na yardım niteliğindedir. Şu halde bu olay olağanüstü toplanıp bir karara varmayı gerektirecek kadar tehlikeli bir olaydır. Eğer suç, sıradan bir adam öldürme suçu olsaydı Firavun ve önde gelen kurmayları bu kadar ilgilenmezlerdi. Bu sırada kudret eli ileri gelenlerden birini seçiyor. Büyük bir ihtimalle bu adam Firavun ailesine mensup imanını gizleyen bir mü'mindir. Gafir suresinde sözü edilen kişi de budur.(Firavun ailesine mensup imanını gizleyen mü'min bir adam şöyle dedi: "Rabb'im Allah'dır dediği için bir adamı öldürecek misiniz?" (Gafir Suresi, 28)) Kudret eli "şehrin öbür ucundan" kralın adamları yetişmeden önce koşarak, olayın öneminin bilincinde olarak Musa'ya haber vermesi için onu görevlendiriyor: "Ey Musa, ileri gelenler seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Hemen uzaklaş. Doğrusu ben sana öğüt veriyorum." (Seyyid Kutub Tefsiri)
21.
Musa korku içinde, çevreyi gözetleye gözetleye oradan çıktı. “Rabbim, beni yanlışlar içindeki bu topluluktan kurtar!” dedi[*].
Bu konu İncil’de şöyle geçer: “Kırk yaşını doldurunca Musa'nın yüreğinde öz kardeşleri İsrailoğulları'nın durumunu yakından görme arzusu doğdu. Onlardan birine haksızlık edildiğini gören Musa, onu savundu. Haksızlığı yapan Mısırlı'yı öldürerek ezilenin öcünü aldı. ‘Kardeşlerim, benim Tanrı'nın aracılığımla kendilerini kurtaracağını anlarlar’ diye düşünüyordu. Ama onlar bunu anlamadılar. Ertesi gün Musa, kavga eden iki İbrani'yle karşılaşınca onları barıştırmak istedi. ‘Efendiler’ dedi, ‘Siz kardeşsiniz. Niye birbirinize haksızlık ediyorsunuz?’ “Ne var ki, soydaşına haksızlık eden kişi Musa'yı yana iterek, ‘Kim seni başımıza yönetici ve yargıç atadı?’ dedi. ‘Yoksa dün Mısırlı'yı öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun?’ Bu söz üzerine Musa Midyan ülkesine kaçtı. Orada gurbette yaşadı ve iki oğul babası oldu (İncil/Elçilerin İşleri 7:23-29).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
22.
Mûsa Medyen[*] (şehrine) doğru yönelince dedi ki: "Umarım, Rabbim bana doğru yolu gösterir (de Medyen’e giderim)."
‘Medyen” Hz. Musa ve Şuayb’ın hayat hikayeleri dolaysıyla Kur’an’da pek çok yerde geçmektedir. Medyen, Arap yarımadasının güneyinden ve özellikle Yemen’den gelip kuzeye, Filistin ve Suriye’ye giden ticaret kervanlarının göç yolu üstündeydi. Kervanların geçtiği bir yer olduğu için halkı çok zengindi. Hicaz yarım adasının en zengin şehirlerinden birisiydi. Medyen halkı “Midianlılar-Midyânîler” adıyla anılan bir kavimdir. Bugünkü Suriye'nin güneyi ile Ürdün ve Hicaz'ın kuzeyine denk gelen bölgede yaşadıkları söylenmektedir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 3
23.
Medyen suyuna ulaştığında, su başında halktan bir grup gördü. Hayvanlarını suluyorlardı. Biraz ötelerinde çekingen bir halde duran iki kadın fark etti. "Derdiniz nedir?" dedi. "Şu çobanlar çekilip gidinceye kadar biz hayvanlarımızı sulamayız. Üstelik babamız da ileri yaşta bir ihtiyardır" dediler.[*]
Medyen bölgesindeki bir su kaynağına ulaşması ile birlikte meşakkatli ve uzun yolculuğu sona ermişti. Suyun başına geldiğinde yorgun ve bitkindi. O sırada, Hz. Musa'nınki gibi bozulmamış bir fıtratın, insani özelliklerini yitirmemiş bir nefsin rahatsız olacağı, kaldıramayacağı bir sahne ile karşılaşıyor. Çobanların sulamak üzere hayvanlarını suyun başına sürdüklerini, öte yandan iki kadının da hayvanlarını suyun başına süremediklerini görüyor. Oysa insani özelliklerini yitirmemiş ve fıtratları bozulmamış insanlara yakışan, öncelikle iki kadının hayvanlarına su içirmelerine, sürülerini aradan çıkarmalarına müsaade etmektir. Normal olan erkeklerin onlara yol verip yardımcı olmalarıdır.
Yurdundan kaçan, kovalanan ve uzun yolculuktan yorgun düşmüş olan Musa-selâm üzerine olsun- böylesine anormal ve çirkin bir tablo karşısında yorgunluğunu, yabancılığını bahane ederek oturup dinlenmiyor. Tam tersine kalkıp o iki kadının yanına gidiyor ve bu tuhaf durumlarının nedenini soruyor.
Neden anlaşılmıştır, zayıflık... Onlar kadındırlar, bu çobanlarsa erkek. Babaları da çobanlık yapamayacak bu adamlarla mücadele edemeyecek kadar yaşlıdır. Bunun üzerine Hz. Musa gayrete geliyor, bozulmamış fıtratı harekete geçiyor. Gerekeni yapmak üzere öne atılıyor. Onurlu ve saygın erkeklerin yapması gerektiği gibi önce iki kadının sürüsüne su içirmek için öne geçiyor. Oysa Hz. Musa bilmediği bir yerde yabancı biridir. Burada bir dayanağı, bir yardımcısı yoktur. Üstelik azıksız, hazırlıksız çıktığı bir uzun yolculuktan geldiği için son derece yorgun ve bitkindir de. Öte yandan yurdundan kovulmuş birisidir, peşinde acımasız düşmanlar var. Ne var ki, bütün bu olumsuzluklar onu insanlığın, mertliğin ve iyiliğin gereklerini yerine getirmekten, tertemiz ruhların yakından tanıdığı tabi hakkı gerçek yerine koymaktan alıkoymuyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
24.
Bunun üzerine (Musa) onların hayvanlarına su verdi, sonra gölgeye çekildi: “Rabbim! Bana göndereceğin her hayra muhtacım!” dedi.[*]
"Musa onların hayvanlarını suladı." Bu da yüce Allah'ın gözetimi altında yetişen ruhun soyluluğunu gösteriyor. Aynı zamanda uzun bir yolculuk sonucu oldukça yorgun düşmüş olmasına rağmen onun caydırıcı, heybetli gücüne de işaret etmektedir. Belki de, çobanların içine korku salan güç onun bedensel gücünden çok ruhsal gücü olmuştur. Çünkü insanlar daha çok kalplerin ve ruhların gücünden etkilenirler: "Sonra gölgeye çekildi." Bu ifade o günlerin kavurucu ve sıcak günler olduğuna, Hz. Musa'nın yolculuğunun bu sıcak ve kavurucu günlerde gerçekleştiğine işaret ediyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
25.
Az sonra, iki kadından biri utana utana Musa’ya doğru yürüyüp geldi. "Babam bizim hayvanlarımızı sulamana karşılık ücret vermek için seni çağırıyor" dedi. Musa, onun yanına varınca başından geçenleri anlattı. O da: "Korkma, zalim kavimden kurtuldun" dedi.[*]
Ayetlerin akışı bu konuda fazla bir şey söylemeden sahneyi bitiriyor. Genç kızın davet etmesi ve Hz. Musa'nın da davete uyması dışında da izleyiciye düşünecek bir alan bırakmıyor. Ardından Hz. Musa ile yaşlı adamın buluşma sahnesi ile karşı karşıya kalıyoruz. Ancak bu yaşlı adamın ismi belirtilmiyor. Bu yaşlının bildiğimiz Şuayb peygamberin kardeşinin oğlu olduğu, adının da Yesrun olduğu söylenmektedir.(Daha önce "Fı Zilâl-il Kur'an"da bu adamın Şuayb peygamber olduğunu söylemiştim. Bir keresinde de bu adamın Şuayb peygamber olabileceği gibi, olmayabileceğini de söylemiştim. Şimdi ise bu adamın Şuayb peygamber olmadığını, Medyen halkından yaşlı bir adam olduğunu tercih ediyorum. Bu görüşü tercih etmemin nedeni, adamın yaşlı oluşudur. Oysa Şuayb peygamber -selâm üzerine olsun- kavminden kendisini yalanlayanların yok edilişlerini görmüştü ve geride sadece kendisine inananlar kalmıştı. Şayet bu adam kavminden geriye kalan mü'minler arasında yaşamakta olan Şuayb peygamber olsaydı, çoban!ar, yaşlı peygamberlerinin kızlarından önce hayvanlarını sulamazlardı. Mü'min toplumların davranış şekli bu değildir. ilk kuşaktan beri mü'minler peygamberlerine ve kızlarına böyle davranmazlar.
Bunun yanı sıra Kur'an'da kayınpederinin Hz. Musa'ya herhangi bir şey öğrettiğinden de söz edilmiyor. Şayet bu adam Şuayb peygamber olsaydı, on yıl birlikte yaşadığı Musa'yla konuşurken bazı peygamberlik sözlerini mutlaka işitecekti.
Hiç kuşkusuz Hz. Musa'nın güvenliğe ihtiyacı vardı. Bedeninin yemeye ve içmeye ihtiyacı olduğu gibi. Ne var ki, ruhunun güvenliğe olan ihtiyacı bedeninin yiyeceğe olan ihtiyacından daha fazlaydı. Bu yüzden ayetlerin akışı buluşma sahnesinde bu saygın yaşlının "Korkma" sözünü önplana çıkarıyor. Hz. Musa'nın başından geçenleri anlatmasından sonra yaşlı adamın Musa'nın içine duygusunu akıtmak, kendisini emniyette hissetmesini sağlamak için söylediği ilk söz olarak bu kelimeyi ifade ediyor. Sonra açıklamada bulunuyor, güvenlikte oluşunun nedenini vurguluyor. "O zalim kavimden kurtuldun" Çünkü Medyen üzerinde bir etkinlikleri yoktur, yönetimleri altında değil. (Seyyid Kutub Tefsiri)
26.
Kadınlardan biri şöyle dedi: "Babacağım, ücretle tut onu. Her halde ücretle çalıştırdıklarının en hayırlısı olacak; güçlü, güvenilir biri."
27.
Babaları şöyle dedi: “Yanımda sekiz yıl ücretle çalışman şartıyla şu iki kızımdan birini sana nikahlamak isterim. On yıla tamamlarsan bu senin ikramın olur. Sana güçlük çıkarmak istemem. İnşaallah iyi biri olduğumu göreceksin.”
28.
(Musa) dedi ki: “Bu, seninle benim aramda bir antlaşmadır. Bu iki süreden hangisini tamamlarsam tamamlayayım bana kızıp darılmak yok. Allah, söylediklerimize vekildir.”
Musa b. İmran’ın burada ayrıntısı verilen kıssası, büyük dedesi sayılan Hz. Yusuf’un kıssasının tam tersi bir süreç izler. Biri saraydan ücretli çobanlığa, diğeri kölelikten saraya... Bu pasajda Hz. Musa’nın hayatı üzerinden şu hakikat verilir: İnsanoğlu gerçekte bir adım sonra kendisini neyin beklediğini bilmekten ve görmekten âcizdir. Bu yüzden parçada kötü gibi duran bütünde güzel durabilir. Parçayı gören insana düşen, bütünü gören Allah’a güvenmek ve teslim olmaktır. Zira bütünü gören Rabbu’l-Âlemîn, insanı eğitmeyi murad etmiştir: Hayat bir okul, insan bu okulun talebesidir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 4
29.
Mûsâ, süreyi tamamlayınca ailesi ile birlikte yola çıktı. Tûr Dağı tarafından bir ateş gördü. Ailesine, “Siz burada bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut tutuşmuş bir odun getiririm de ısınırsınız” dedi.
Acaba Hz. Musa ne düşündü de korkarak çıktığı Mısıra geri dönmek istedi? Ne gibi bir düşünce, bir insanı öldürdüğü bir yerde, kendisini bekleyen tehlikeyi ve orada kendisini öldürmek için kavminin ileri gelenleri ile toplantılar düzenleyip kararlar alan Firavun'u unutmasını sağladı?
Hiç kuşkusuz Musa'nın tüm adımlarını yönlendiren Kudret eli bu sefer de üstlenmek üzere yaratıldığı ve ilk andan itibaren onun için gözetildiği görevi yerine getirmesi için fıtri bir eğilimle onu ailesine, aşiretine, yurduna ve yetiştiği çevreye yöneltmiş O'na korkusundan tek başına yollara düştüğü tehlikeyi unutturmuş olabilir.
Her neyse! İşte O, dönmek için yola koyulmuş bile. Yanında da ailesi var. Vakit de gece. Ortalık kapkaranlık. Bu yüzden yolu da kaybetmiş. Ayrıca bir haber ya da ısınmak için bir kor getirmek amacıyla gördüğü ateşe koşmasından da anlaşıldığı gibi soğuk bir kış gecesinde yol alıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
30.
Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısındaki ağaçtan kendisine şöyle seslenildi: "Ey Musa, muhakkak ki alemlerin Rabb’i olan Allah benim ben!"[*]
“Allah, bir insanla ancak (mesajını doğrudan kalbine ileterek) vahiy yoluyla yahut perde arkasından (ona seslenerek) konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder…” (Şura 42/51) Bu ayetten anlıyoruz ki; Allah, hiçbir beşerle doğrudan konuşmaz. Burada anlatılan vahiy perde arkasından yani ağaç üzerinden yapılan vahiydir.İlahi vahyin önce ağaçta tecelli etmesi, Hz. Musa’yı vahye alıştırmak ve vahyin havasını tedricen yaşatmak için olabilir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
31.
"Asanı at!" Asanın çevik bir yılan gibi titreyip kıvrıldığını görünce gerisin geri döndü; arkaya bile bakmadı. "Geri dön ey Mûsa, korkma! Güven içinde olanlardansın.
32.
Elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz çıksın! Korkudan (dolayı) açılan kollarını kendine çek.[*] İşte bu iki mucize, Firavun`a ve onun ileri gelenlerine karşı Rabbinin (sana) verdiği iki delildir. Çünkü onlar yoldan çıkmış ve yozlaşmış bir topluluktur.”
Bu ifade, Musa’nın (a.s.) elini koltuk altından çıkarıp bembeyaz olduğunu gördükten sonra korku ile kolunu kaldırıp koltuk altına baktığını göstermektedir. Ona “kolunu indir, bu bizim bir mucizemizdir” denmiş olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
33.
Musa: “Ey Rabbim!” dedi. “Ben onlardan birini öldürdüm ve bu yüzden onların da beni öldürmelerinden korkuyorum.
34.
Ayrıca kardeşim Harun’un konuşma tarzı, benimkinden daha düzgündür; öyleyse benim söylediklerimi doğrulayan bir yardımcı olarak, O’nu da benimle birlikte gönder. Çünkü gerçek şu ki, beni yalanlayacaklarından korkuyorum."
35.
Allah, “Seni kardeşinle destekleyeceğiz; mucizelerimizle ikinize bir kudret vereceğiz ki, onlar size el uzatamayacaklar. Siz ve size uyanlar üstün geleceksiniz” dedi.
36.
Mûsâ, onlara apaçık mucizelerimizle gelince, “Bu, sadece uydurma bir sihirdir.[*] Önceki atalarımızdan, böylesini işitmemiştik” dediler.
Mekke'de Hz. Muhammed'in salât ve selâm üzerine olsun sunduğu ayetleri dinleyen müşriklerin söylediği sözün tıpkısı: "Bu uydurulmuş bir büyüden başka bir şey değildir. Biz önceki atalarımızdan böylesini işitmedik." Bu, karşı çıkılması, çürütülmesi mümkün olmayan açık ve anlaşılır gerçeği karşı söylenen bir demogojidir. Gerçek batıla karşı çıkıp ta batıl cevap vermede zorlanınca her zaman bu demogojiye başvurulur. Onlar kendilerine sunulan ayetlerin sihir olduğunu ileri sürüyorlar, ama duymamış olmalarından başka bir kanıt gösteremiyorlar.
Onlar bir kanıt göstererek tartışmıyorlar. Bir belge ileri sürüp haklılıklarını kanıtlamıyorlar. Tam tersine bir gerçeği ortaya koymada, bir batıl iddiayı çürütmede ve herhangi bir iddiayı savunmada; insana hiçbir yararı dokunmayan, herhangi bir katkıda bulunmayan bu bulanık ve kapalı sözü söylüyorlar. Ama Musa aralarındaki meseleyi yüce Allah'a bırakıyor. Çünkü görüşlerini kanıtlamak açısından tartışabilecek bir kanıt ileri sürmemişler. Kendisinden bir delil de istememişler. Sadece her zaman ve her yerdeki batıl taraftarlarının yaptığı gibi demogoji yapmışlar. Şu halde meseleye kısaca değinmek daha iyidir. Onlardan yüze çevirmek, aralarındaki meseleye Allah'a bırakmak daha uygundur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
37.
[Musa:] "Kimin O’nun katından bahşedilmiş doğru yol bilgisiyle geldiğini, bu (geçici dünya) yurdu(nu)n sonunda kime kalacağını en iyi bilen benim Rabbimdir. Muhakkak olan şu ki, zalimler asla kurtuluşa, esenliğe erişemezler!" diye karşılık verdi.
38.
Firavun da dedi ki: "Ey benim danışmanlarım ve devlet adamlarım! Ben sizin benden başka bir ilahınız olduğunu bilmiyorum.[1*] Hâman![2*] Haydi benim için tuğla ocağını tutuştur, balçığı pişir, fazlaca tuğla imal ettirip benim için öyle yüksek bir kule yap ki, belki de onun vasıtasıyla yükselip Mûsâ’nın (varlığını iddia ettiği) Tanrısını görürüm! Aslında, ben onun yalancının biri olduğu görüşündeyim ya (neyse!)"
[1*] Bu açıklama, Firavun’un “Ben sizin en büyük Rabbinizim” (79:24) iddiasına dayanmaktadır. Rab olma iddiası, tüm boyutlarıyla “hayata müdahil olma” iddiasıdır. Değilse, Firavunlar Mısır’ının Amon kültü çok tanrıcıydı.
[2*] Bazı oryantalistler Hâmân olarak anılan kişinin, Eski Ahid’de Pers kıralı Ahaşveroş’un veziri olarak geçmesinden yola çıkarak Kur’an’ı eleştirirler. Fakat son dönemlerde, Firavunlar dönemine ait hiyerogliflerde II. Ramses’in “Âmen” isminde bir yardımcısı olduğu tesbit edilmiştir (Cabiri, Medhal ile’l-Kur’ani’l-Kerîm 330, ed-Dâru’l-Beydâ’-2006). Yine hiyerogliflerde Firavun’un imar işleriyle görevli vezirinin adının Hâmân olarak imla edildiği M. Bucaille tarafından kaydedilmiştir. Hâ-Âman, Amon dininin rahiplerine verilen isimdi ve protokolde Firavun’dan sonra gelen ikinci kişiydi. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
39.
İşte o ve onun askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklendiler; ve sandılar ki kendileri Bizim huzurumuza hiç çıkmayacaklar.
40.
Ve bu yüzden onu ve onun buyruğunda olanları kıskıvrak yakalayıp denize gömdük. Bak işte, zalimlerin sonu nasıl oldu!
41.
(Haksız yere büyüklenmelerinden dolayı) Onları, ateşe çağıran önderler haline getirmiştik. Kıyamet / mezardan kalkış gününde bir yardım da görmeyeceklerdir.
42.
Bu dünyada onları sürekli dışlanır hale getirmiştik. Kıyamet / mezardan kalkış günü de yüzlerine bakılmayacak kimselerden olacaklardır.
BÖLÜM 5
43.
İlk nesilleri (Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb’ın halklarını) yok ettikten sonra Musa’ya, halkı aydınlatan bir kılavuz ve rahmet olarak kitabı verdik; belki öğüt alırlar diye.
44.
Mûsâ'ya emrimizi[1*] bildirdiğimiz zaman, sen, batı yönünde Mûsâ'yı bekleyenler arasında değildin, onu görenler arasında da yoktun.[2*]
[1*] Emr, yani “şeriat”, “yasa” ya da “buyruk” anlamına gelen ve Eski Ahid’in ilk beş kitabını oluşturan Tora. Kur’an’da Musa’ya verilen vahiy A’lâ 19’da suhuf, diğer tüm âyetlerde kitab olarak geçer. Sadece Enbiya 48’de kitab hem Musa, hem de Harun’a isnat edilir. Kur’an’ın Tevrat’la kastettiği şey 39 kitaptan (ya da 54 Peraşa/Sidra’dan) oluşan ve bir çok İbranî peygamberin kitaplarının yer aldığı Eski Ahid’dir (Tanah). İşte bu yüzden olsa gerek, hiçbir âyette Tevrat ismi Musa adına izafe edilmez. Tevrat’tan esfâr (kitaplar) diye söz edilen tek yer 62:5’tir.
[2*] Atıf yaptığı tarihî olayı ve onun içerisinde yer aldığı kıssayı Kur’an vahyinin ilâhîliğine delil olarak gösteren bir âyet. Zımnen: Bu olaylardan, böylesine ayrıntılı bir biçimde ancak vahiy sayesinde haberdar oldun. 45 ve 46. âyetlerde yer alan aynı delil, farklı formlarla Âl-i İmran 44 ve Yusuf 102’de de geçer. Kur’an’ın aktardığı bu kıssalar nüzul ortamında bilinenden farklı olmasaydı, bu türden meydan okuyucu ifadelere başvurmaz ya da bu ifadeler muhataplar tarafından alaya alınırdı. Böyle bir şey bilmiyoruz. Bu yüzden, “bunlar sana bildirdiğimiz gaybî haberlerdir” (11:49) âyetindeki ğayb “senin şahit olmadığın” mânasına alınabilirse de, sadece bu mânaya indirgenemez. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
45.
Biz nice topluluklar var (inşa) ettik ve onların üzerinden çok uzun zamanlar geçti. Sen Medyen halkı zamanında yaşamış değilsin ki, (medyen hakkında) muhataplarına ayetlerimizi okuyasın. Ancak (medyen ile ilgili ayetlerimizi) sana gönderenler biziz.
46.
Musa’ya seslendiğimiz sırada Tur’un yanında da değildin. Bunları Rabbinden bir ikram olarak (öğrendin) ki senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir topluluğu uyarasın. Belki doğru bilgileri kullanırlar.
47.
Kendi elleriyle yaptıkları günahlar yüzünden, başlarına bir felaket geldiği zaman: “Ey Rabbimiz! bize bir elçi göndersen de, ayetlerine uyup mü'minlerden olsaydık” diyecek olmasalardı, seni göndermezdik. Bu bahanelere fırsat vermemek için seni gönderdik.
48.
Fakat katımızdan bu gerçek / Kur’an gelince şöyle dediler: “Musa’ya verilenlerin / mucizelerin bir dengi ona da verilseydi olmaz mıydı?”[*] Bunlar, Musa’ya verileni daha önce görmezden gelmediler mi? Bir de tutup “Bunlar, (Tevrat ve Kur’an) birbirini destekleyen iki sihirdir” dediler. Şunu da söylediler: “Biz ikisini de reddediyoruz.”
Kur’an’da sık sık belirtildiği gibi, Muhammed (s)’e vahyedilen temel ahlakî gerçekler, bozulmamış haliyle önceki vahyî kitaplarda vaz‘edilenlerle esasta aynıdır. Muhammed (s)’in gerek kendi çağındaki gerekse sonraki çağlardaki muhaliflerinin, Kur’an’ın güvenilirliğini (authenticity) sorgularken, “Eğer Allah tarafından vahyedilmiş olsaydı, getirdiği teklifler ve özellikle de toplumsal ilkeler, daha önceki kitaplarda, örn. Tevrat’ta öngörülen esaslarla bu kadar kökten ayrılıklar gösterir miydi?” diyerek itiraz ettikleri ifade budur. Bu itirazı yapanlar önceki kitapların (Tevrat, İncil) zaman içinde tahrifata uğrayıp uğramadığını hesaba katmadıkları bir yana, Kur’an’da sıkça belirtildiği gibi, önceki yasa örgülerinin (şeriatların) belli toplumların manevî/ahlakî seviyelerine, insanlık tarihinin belli safhalarına tekabül ettikleri ve dolayısıyla insan inkişafının daha sonraki safhası için yeni ilke ve yasalarla yenilenmeleri gerektiği gerçeğini gözardı etmektedirler (bu konuda bkz. 5:48’in ikinci paragrafı ve ilgili 66. not). Oysa, ayetin devamından ve özellikle son cümlesinden açıkça anlaşılacağı üzere, bu gayrisamimî iddianın amacı Kur’an karşısında eldeki Eski Ahid’in güvenilirliğini, sıhhatini savunmak değil, fakat daha çok, hem Eski Ahid’e hem de Kur’an’a duyulan güveni sarsarak, din dışı zihniyetin doğal olarak her zaman karşı olduğu temel dinî ilkeyi, yani ilahî vahiy fikrini, insanın var olan her şeyin Yaratıcısı ve Âmili olan Allah’a karşı mutlak bağımlılığı ve sorumluluğu fikrini çürütmektir. (Muhammed Esed Tefsiri)
49.
Onlara de ki "Eğer siz doğruyu söyleyenlerden iseniz, o zaman Allah’ın katından bir kitap getirin de, o kitap Tevrat ve Kur’an'dan daha doğru bir yol belirlesin ve bende ona uyayım."[*]
Bir rakibe karşı ancak bu kadar toleranslı davranılabilir. Bu, delil getirmek için tanınan en uzun süredir. Buna rağmen kim bu fırsattan sonra gerçeğe yönelmezse; o, hiçbir delile dayanmayan ve büyüklük kompleksine kapılan, kendi hevasına, arzusuna uyan birisidir! (Seyyid Kutub Tefsiri)
***
Bu anlam örgüsü içinde İncil’den bahsedilmemiştir; çünkü, Hz. İsa’nın kendisinin de belirttiği gibi, o’nun mesajı Hz. Musa’nın tebliğ ettiği ilkelere dayanmaktaydı ve dolayısıyla Tevrat’ı yürürlükten kaldırmayı amaçlamıyordu. (Muhammed Esed Tefsiri)
50.
Ve eğer senin bu çağrına da karşılık veremiyorlarsa bil ki onlar, sadece arzu ve heveslerine uyarlar. Allah’tan doğruyu gösterir bir belge olmaksızın, sadece kendi arzu ve hevesine uyan kimseden, daha sapık ve şaşkın kim olabilir. Şüphesiz ki Allah, yaratılış gayesi dışına çıkanları doğru yola iletmez.[*]
Bu ayet, Kur'an'ı anlayamadıklarını, bu dini bütünüyle kavrayacak bilgiye sahip olmadıklarını ileri sürerek; kendilerini mazur göstermeye çalışanların yolunu tıkamaktadır. Buna göre bu Kur'an kendilerine ulaşır ulaşmaz, bu din kendilerine sunulur sunulmaz önlerine bir kanıt serilmiş demektir. Bu durum tür tartışmaların sonudur, bütün mazeretleri geçersiz kılar. Çünkü insan, bizzat açık ve anlaşılır şekilde ortadadır. Hevesini, ihtirasını önder edinip ona uyandan başkası bu açık ve anlaşılır gerçekten yüz çeviremez. Kendisine zulmeden, apaçık gerçeğe zulmeden, böylece yüce Allah'ın hidayetini haketmeyen akılsız, ahmak kimselerden başkası bu mesajı yalanlamaz: "Elbette Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez."
Kuşkusuz gerçeğin onlara ulaşması, onlara sunulması ile birlikte mazeretleri ortadan kalkmıştır. Buna karşı ileri sürebilecekleri geçerli bir gerekçeleri, inandırıcı bir delilleri de yoktur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 6
51.
Andolsun, düşünüp öğüt alsınlar diye o sözü (Kur’an âyetlerini) onlara peş peşe ulaştırdık.[*]
Kur’an ayetlerinin zamana, şartlara ve gündeme bağlı olarak tedrici bir şekilde inmesi hem iyi anlaşılması hem hayata geçirilmesinin daha kolay olması hem de kıyamete kadar cereyan edecek hadiselere cevap verebilmesi bakımından çok önemlidir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
52.
Daha önce kendilerine kitap verdiğimiz ilim sahipleri buna da, Kur'âna da inanırlar.[*]
Kendi kitabına inananlar, hem bu kitabın onları tasdik eden yapısını hem de -tıpkı önceki kitaplar gibi- ayetleri ayetler ile açıklayan (hikmet) yapısını gördüklerinde bunun Allah’ın gönderdiği Kitap olduğunu anlayacaklardır. Bakara 2/121, Ankebut 29/47.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
53.
Onlar, kendilerine (Kur’an vahyi) iletildiğinde “Buna iman ettik, çünkü bu Rabbimizden gelen hakikatin ta kendisidir; zaten biz bundan önce de (O’na) kayıtsız şartsız teslim olmuş kimselerdik!”[1*] derler.[2*]
[1*] Veya: “biz bundan önce de müslüman olmuş kimselerdik..” İslâm ve müslüman terimlerinin tüm vahiylere iman etmiş kimseleri kapsadığının ve bu terimlerin özelleştirilemeyeceğinin, hepsinden öte, Kur’anî ifadelerin bir “isme” değil bir “niteliğe, duruşa ve hale” (yani “Allah’a kayıtsız şartsız itaat etme” haline) isim olduğunun açık ve net bir ifadesidir. Kur’an’ın bu konudaki yaklaşımının diğer tanıkları için bkz. “İslâm Allah’ın kabul ettiği tek hak dindir: 3:19 ve 85; Nûh müslümandır: 10:72; İbrahim müslümandır: 2:131-132; 3:67; İsmail müslümandı: 2:128; Lût müslümandı: 51:36; Yusuf müslümandı: 12:101; Musa ve İsrâiloğulları müslümandı: 10:84; tüm İbranî peygamberleri müslümandı: 5:44; Firavun ölürken müslüman olmak istemişti: 10:90; Süleyman müslümandı ve Belkıs müslüman olmuştu: 27:44; İsa ve havarileri müslümandı: 5:111.”
[2*] 52-55 arasındaki âyetlerin gönderme yaptığı yaşanmış olay kaynaklarda şöyle geçer: “Habeşistanlı kitap ehlinden oluşan 20 kişilik bir gurup Mekke’ye gelir. Allah Rasûlü onlara Kur’an okur. Onlar gözyaşları içinde dinlerler ve okunanın Allah kelâmı olduğunu tasdik ederler“ (İbn Hişam ve Beyhaki). Bu âyetle daha önce inmiş olan Şu’arâ 197 arasında bir bağ vardır. Biz, teslisçi Hıristiyanlardan farklı olarak “Biz Nasârâ’yız” (5:14 ve 82) diyenlerin muvahhid İsevilerden oluşan farklı bir gurup olduğu kanaatindeyiz. İşte bu Habeşli gurup onların başında geliyordu. Bu muvahhid İseviliği Mekke’de üç kişi temsil ediyordu: Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş ve Osman b. El-Huveyris.
(Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
54.
İşte onlara, sabretmelerinden ötürü mükafatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızası için harcarlar.
55.
Boş sözler işitince onlara aldırmaz, şöyle derler: “Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da sizedir! Size esenlik ve güvenlik dileriz. Kendini bilmezlerle işimiz olmaz.”
56.
Sen istediğin kişiyi doğru yola getiremezsin ama Allah, gereğini yapanı[*] doğru yola getirir. Doğru yola yönelenleri en iyi o bilir.
Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gereğini yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
57.
"Doğru söylüyorsun, ama biz sana tâbi olup o doğru yolu tutarsak, yerimizden yurdumuzdan olur, burada barınamayız" dediler.[*] Oysa tarafımızdan bir rahmet olarak Biz, onları her türlü ürünün getirilip toplandığı, güvenli, dokunulmaz bir yere (Mekke-i Mükerreme’ye) yerleştirmedik mi? Ne var ki onların çoğu bu nimetin kadrini bilmezler.
Yani Kureyş kabilesi. Bunu söyleyenin, Hâris b. Osman
b. Nevfel b. Abdümenaf olduğu da söylenmiştir: “Tamam, senin hak
üzere olduğunu biliyoruz; ancak biz “bir baş yiyenler”iz; yani genel Arap nüfusuna oranla azınlık durumdayız. Sana tâbi olur, Araplara muhalefet edersek, bizi yerimizden - yurdumuzdan söküp atarlar!” İşte Allah Teâlâ, kendisini de sakinlerini de Beytullah’ın saygınlığı sayesinde güvenli kıldığı bu harem bölgesine onları kendisinin yerleştirdiğini belirterek bu sözlerini ağızlarına tıkayıverdi. Oysa çevrelerinde cahiliye Arapları birbirlerini yağmalıyor, boğazlıyor; Kureyş ise haremlerinde gayet güvenli bir şekilde korkusuz yaşıyordu.
Yine, ekinsiz çorak bir vadide Kâbe hürmetine ikamet edebiliyorlar; meyveler, sebzeler, bilumum erzak ve gıda ürünleri her taraftan toplanıp kendilerine geliyordu. Kâfir ve putperest oldukları halde, yalnız Kâbe hürmetine Allah onlara bu rızık ve güven nimetini ihsan etmişse Kâbe’nin saygınlığına bir de İslâm’ın saygınlığını kattıklarında yerlerinden yurtlarından sökülüp atılacakları ve bu güvenin kaybolacağı gerekçesi nasıl doğru olabilir!? (Zemahleri Tefsiri)
58.
Biz, geçim bolluğu içinde yaşamış fakat, hakkı kabul etmemiş nice şehirleri helak ettik. İşte yerleri, onlardan sonra orada çok az oturan oldu. Onların mirasçısı biz olduk.
59.
Ama senin Rabbin hiçbir ülkeyi, onların ana kentine kendilerine mesajlarımızı okuyup açıklayan bir elçi göndermedikçe asla helak etmemiştir. Zaten Biz başkalarını değil, sadece fertlerinin (birbirine) zulmettiği toplumları helak etmişizdir.
60.
Size verilen her şey dünya hayatının geçimi ve süsüdür. Allah katındaki ise, daha hayırlı ve daha devamlıdır. Buna rağmen hâlâ, aklınızı kullanmayacak mısınız?[*]
Bu, her zaman için geçerli olan nihai değerlendirmedir. Sırf kaçırmaktan korktukları güven, toprak ve nimetle ilgili değildir. Sadece yüce Allah'ın kentlere bahşettiği ama şımarmaları yüzünden yok ettiği nimetlerle de ilgili değildir. Bu, hiçbir zaman kesintiye uğramasa da hatta eksiksiz sürekli bile olsa, kısa sürede yok olması, tükenmesi söz konusu olmasa da dünya hayatındaki her şeyi kapsayan nihai değerlendirmedir. Çünkü bütün bunlar "Dünya hayatının geçimi ve süsüdür. Allah'ın katında olan ise daha hayırlı ve kalıcıdır." Özü itibariyle daha hayırlı, süreklilik bakımından daha kalıcıdır.
Ama bu ikisinden hangisinin daha üstün olduğunu bilmek, her ikisinin de özünü kavrayan bir akıl gerektirir. Bu yüzden bu ifadeden sonra yer alan değerlendirme, aklın seçme işinde kullanılması için uyarma amacına yönelik oluyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 7
61.
Öyleyse, kendisine, [yeniden dirileceği gün] gerçekleştiğini göreceği güzel bir vaadde bulunduğumuz kimsenin hali, kendisine dünya hayatında geçici doyumlar sağladığımız, ama Kıyamet Günü kendisini yargı karşısına çıkarılanlar arasında bulacak olan kimsenin hali gibi midir?[*]
Burada biri iki dünyalı diğeri tek dünyalı iki tipten söz edilir. İki dünyalı olan ebedî dünyasına yaptığı yatırımı kat kat fazlasıyla bulmuş, tek dünyalı olan onu da kaybedince elleri boş kalakalmıştır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
62.
İşte o gün (Allah) onlara seslenecek ve "Öteden beri Bana ortak olduğunu sandıklarınız hani, neredeler?" diye soracak.[*]
Aslında yüce Allah o gün sözü edilen ortakların varolmadığını, dünya hayatında onlara uyanların bu gün onlar hakkında bir şey bilmediklerini ve onlara ulaşma imkanına sahip olmadıklarını biliyor. Fakat bu soruyu yönelterek onları şahitlerin huzurunda rezil-rüsva ediyor.
Bu yüzden soru sorulanlar cevap vermiyorlar. Çünkü bu soru sorulurken cevap verilmesi hedeflenmiyor. Onlar da cevap yerine, peşlerinden gelenleri saptırma ve Kureyş kabilesinin önde gelenlerinin kendilerine uyan insanlara yaptıkları gibi kendilerini izleyenleri, Allah yoluna girmekten alıkoyma suçundan sıyrılmaya çalışarak şöyle diyorlar: (Seyyid Kutub Tefsiri)
63.
Üzerlerine hüküm hak olanlar şöyle diyecekler: "Rabbimiz, azdırdıklarımız işte şunlar! Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onlardan uzak olduğumuzu sana arz ediyoruz. Zaten onlar sadece bize kulluk / ibadet etmiyorlardı ki!.."
64.
Sonunda onlara: "Çağırın ortak (koştuk)larınızı!" denilecek ve onları yardıma çağıracaklar, fakat kendilerine asla karşılık verilmeyecek ama azabı görüverecekler. Ne olurdu sanki, daha önceden doğru yolu bulmuş olsalardı!
Onları çağırın ve onları izlemekten kaçmayın (!) Onları çağırın ki, size cevap versinler, sizi kurtarsınlar. Çağırın onları, işte bugün, onların işe yarayacakları gündür. (!) Zavallılar, onları çağırmanın hiçbir şeye yaramayacağını biliyorlar ama zorla emre itaat ediyorlar! "Onlar da çağırırlar ancak, kendilerine cevap veremezler." Bunun dışında bir şey beklenmiyordu zaten. Amaç onları aşağılamak ve ezmektir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
65.
Nitekim o gün, böylelerine seslenilip: “Size gönderilen elçilere, ne cevap verdiniz?” diye sorulacak.[*]
Aslında yüce Allah onların peygamberlere ne cevap verdiklerini biliyor. Fakat bu soru da, kınama ve rezil etme amacı ile yöneltiliyor. Onlar da bu soruyu duymazlıktan gelerek, susarak karşılıyorlar. Bu duymazlıktan gelme, içinde bulundukları sıkıntının ifadesidir. Suskunluk da, söylenecek bir şey bulamamaktan kaynaklanıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
66.
Ne var ki, o Gün, geçmişte olup bitenler için bir mazeret, bir açıklama getirmek yönünde önlerinde bütün yolların kapanmış olduğunu görecekler; ve bu konuda birbirlerine de herhangi bir şey soramayacaklar.
67.
Fakat tevbe ederek, iman edip iyi işler yapan kimseye gelince, o, kurtuluşa erenler arasında olmayı umabilir.[*]
Bu da karşı sayfa. Bu sayfa, müşriklerin içinde bulunduğu, dayanılmaz sıkıntının zirveye ulaştığı bir sırada, günahlarından tevbe eden, inanan ardından iyi işler yapanlardan ve onları bekleyen kurtuluş umudundan söz ediyor. Ve bu sayfalar, şu anda seçme için yeterli vakit varken kim hangisini isterse onu seçsin diye sunuluyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
68.
Senin Rabbin, tercih ettiğini[1*] yaratır. İnsanların seçim hakkı olan şeylerden de seçim yapar[2*]. Allah, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir.
[2*] Allah seçip yaratmazsa insan hiçbir şey yapamaz (İnsan 76/29-30, Tekvir 81/27-29).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
69.
Rabbin, gönüllerinin gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir.
70.
O Allah ki, O ndan başka ilah yok. Hem dünyada, hem ahirette bütün övgüler ve her şeyin hükmünü vermek, O na ait olup, dönüşünüz onadır.
71.
De ki: "Söyleyin bakalım, Allah geceyi, kıyamet gününe kadar üzerinizde sürekli kılsa, Allah’tan başka hangi ilah size ışık getirebilir? Hâlâ dinlemeyecek misiniz?"[*]
İnsanlar, bu iki olayın sürekli yenilenmesine uzun süre alıştıklarından dolayı, olayın pörsümez tazeliğini unutuyorlar. Güneşin doğuşu ve batışı karşısında çok az zaman ürperiyorlar. Gündüzün doğuşunun, ardından gecenin gelmesinin onları sarstığı çok nadirdir. Gece ve gündüzün bir düzen içinde dönüşümlü olarak birbirini izlemesinin kendilerine yönelik rahmet olduğunu, monotonluktan, bıkkınlıktan, durgunluktan yıpranmışlıktan, ölgünlük ve yok olmaktan kurtuluş olduğunu düşünmüyorlar.
Kur'an onları alışkanlıkların ve geleneklerin neden olduğu durgunluktan, ölgünlükten uyandırıyor. Çevrelerindeki evrene ve evrenin olağanüstü sahnelerine dikkatleri çekiyor. Bunu da, ebediyen gece veya ebediyen gündüz olması durumunda ne olacağını düşünmelerini sağlayarak, her iki durumda da karşı karşıya kalacakları zorluklardan korkutarak gerçekleştiriyor. Çünkü insan, kaybetmediği ya da kaybetmekten korkmadığı sürece bir şeyin değerini bilmez.
İnsanlar kış günlerinde gece biraz uzayınca sabahı özlerler. Bir süre bulutların arkasında gizlenince güneş ışığına özlem duyarlar. Ya bu ışığı büsbütün kaybederlerse ne olacak? Şayet kıyamete kadar hep gece olsa ne olacak durumları? Bir an için hayatlarını sürdüreceklerini varsaydığımızda, bu tür endişeler söz konusudur. Oysa eğer hep gece olsa ve hiç gündüz olmazsa hayat yok olma ve sönme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
72.
De ki: "Ne dersiniz? Allah, üzerinize gündüzü kıyamete kadar sürekli kılsaydı, Allah’tan başka hangi ilâh size içinde dinleneceğiniz bir gece getirebilir? Hâlâ görmeyecek misiniz?"[*]
Gündüz saatlerinde sıcaklığın etkisi uzadıkça insanlar gölgelere çekilip dinlenmek isterler. Yaz mevsiminde gündüz birkaç saat uzadığı için, geceye özlem duyarlar. Gündüz saatlerindeki hareketlilik esnasında harcanan enerjiyi yeniden toplamak için hayatın bütünlüğü açısından bir süre geceleyin dinlenmeye ihtiyaç vardır. Bir an için hayatta kalacaklarını varsayarsak, şayet kıyamete kadar hep gündüz olsa, ne yapacak insanlar? Oysa eğer hep gündüz olsa, insanlık hayatı yok olma ve durma tehlikesi ile karşı karşıya kalır.
Gecenin hiç bitmeden sürmesinden söz edildiği zaman "işitmiyor musunuz" şeklinde bir soru yöneltiliyor. Gündüzün hiç bitmeden sürmesinden söz edildiğinde ise "Görmez misiniz'!" şeklinde bir soru yöneltiliyor. Bunun nedeni, dinlenmenin geceye
özgü "Görmenin ise gündüze özgü bir olgu oluşudur. Bu da ifadedeki edebi ahenk örneklerinden biridir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
73.
O, rahmetinin eseri olarak gece ile gündüzü var etti ki, geceleyin istirahat edesiniz, gündüzün de hayatınız için çalışıp Allah’ın lütfundan nasibinizi arayasınız ve O’nun nimetlerine şükredesiniz.
74.
Evet, o gün onlara seslenip, "Bana ortak olduğunu düşündüğünüz [varlıklar ya da güçler] neredeler?" diye sorulacak.
75.
Ve [bu soru cevapsız kalacak, çünkü] Biz [o sırada] her ümmetten bir şahit [1*} çıkarmış olacağız ve [günahkarlara:] “Geçmişteki iddialarınızı doğrulayan bir delil getirin!” [2*] diyeceğiz. Ve böylece görecekler ki, gerçek bütünüyle Allah’tan yana [3*] ve kendi çarpık muhayyilelerinin ‘Hayal gücü’ Kişinin herhangi bir konu hakkında yaratmış olduğu fikir ve düşünceler bütünü olarak da ifade etmek mümkün. ürünü bütün o düzmece tanrılar onları terk etmiş. [4*]
[1*} Yani, insanlık tarihinin çeşitli dönemlerinde görevlendirilen ve ayette sözü edilen günahkarlar güruhuna vaktiyle Allah’ın mesajlarını yeterince tebliğ ettiklerine dair şimdi (Hesap Günü’nde) beyanda bulunacak olan peygamberler.
[2*] Lafzen, “Getirin delilinizi” -yani, Allah’tan başka herhangi bir varlığın yahut kimsenin tanrısal nitelikler, tanrısal güçler taşıdığını isbat makamında.
[3*] Yani, görecekler ki, Hak olan Allah’tır ve tanrılık da ancak Allah’a mahsustur; geri kalan her şey ve herkes O’nun mutlak iradesine bağlıdır.
[4*] Mâ kânû yefterûn (lafzen, “uydurageldikleri şeyler”) ibaresine burada ve 6:24, 7:53, 10:30, 11:21 ve 16:87’de verdiğimiz “kendi çarpık muhayyilelerinin ürünü düzmece tanrılar” karşılığı için bkz. 11. sure, 42. not; ayrıca, 6:22 hk. 15. not. Bu “çarpık muhayyile”nin özel bir örneği -insanın dünyevî itibar ve zenginliğine dayanarak sürüklendiği boş gurur ve gösterişe işaret edici yönde- hemen bundan sonraki ayette geçen Kârûn kıssasında sergilenmektedir (bkz. bir sonraki not). (Muhammed Esed Tefsiri)
BÖLÜM 8
76.
[İmdi,] Hesap Günü’nde bu duruma düşmek istemeyenler bilsinler ki şu ünlü Kârûn da Musa’nın kavmindendi [1*] ve kendini büyük görüp onlara zulmediyordu; çünkü Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki, sadece anahtarlarını taşımak bile bir manga adama, hatta daha fazlasına zor gelirdi. [2*] Soydaşları ona: “[Servetinden ötürü] böyle böbürlenme, çünkü Allah böbürlenenleri sevmez!
[1*] Yukarıdaki cümlenin kuruluş tarzı, Allah’ın büyük peygamberlerinden birinin ümmetine, yani o’nun getirdiği mesaja bağlı bir topluma mensup birinin bile -önceki pasajda işaret edilen “çarpık muhayyile”nin özel bir tezahürü olarak- kendini boş gurura ve büyüklük duygusuna kaptırıp günahkarca bir hayat sürdürmesinin az rastlanır bir durum olmadığına işaret etmektedir. Kârûn’la Eski Ahid’in Korah’ı (Sayılar, xvi) arasında kurulagelen özdeşlik, yukarıdaki kıssayla tarihî bir olayın anlatımı değil, fakat ahlakî bir mesaj amaçlandığı gözönünde bulundurulursa pek tutarlı gözükmediği gibi Kur’ânî metin tarafından da doğrulanmamaktadır. Bu husus, ayrıca, Kur’an’ın başka bölümlerinde (29:39 ve 40:24) Kârûn’la Firavun’un yanyana anılmasını da açıklıyor.
[2*] ‘Usbeh terimi, on yahut daha çok (kırka kadar) adamın meydana getirdiği topluluk için kullanılır. Burada ise çokluktan kinaye olarak ağırlık ifade etmek üzere mecazen kullanılmıştır. Mefâtih ismi hem “anahtar” anlamına gelen miftah veya miftâh kelimesinin hem de “kilit altındaki şey” yani, “mal stoğu” ya da “hazine sandığı” anlamına gelen meftah kelimesinin çoğuludur ki, ayetteki anlam akışına uygun düşen de bu son kelimedir.
(Muhammed Esed Tefsiri)
77.
Allah’ın sana verdikleriyle ahiret yurdunu kazanmaya çalış. Dünyadan da payını unutma. Allah sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap. Yeryüzünde düzeni bozmaya çalışma. Allah bozguncuları sevmez.”
78.
(Karun:)“Ben bu servete ilmim ve becerim sayesinde kavuştum” dedi.[*] Peki, şunu da bilmiyor muydu ki Allah, daha önce kendisinden daha güçlü ve serveti daha fazla olan kimseleri helâk etmişti? Artık suçlulara günahlarının ne olduğu sorulmaz (cezaları verilir.)
Zımnen: Serveti sınav aracı olan bir emanet değil mutlak bir mülkiyet olarak gördü. Servetin sadece “alınan” değil “verilen” bir şey olduğunu hatırlamadı. Eğer hatırlasaydı, “vereni” görecekti. Sözün özü: Karun mutlak anlamda servete sahip olduğunu sanınca, servete ait oldu.
(Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
79.
Karun bir gün, yine bütün ihtişam ve şatafatıyla halkının karşısına çıktı. Dünya hayatına çok düşkün olanlar: "Keşke bizim de Karun’unki gibi servetimiz olsaydı. Adamın amma da şansı varmış, keyfine diyecek yok!" dediler.
80.
Âhirete dair ilimden nasibi olanlar ise: "Yazıklar olsun size! Bu dünyalıkların böylesine peşine düşmeye değer mi? Oysa iman edip güzel ve makbul işler yapanlara Allah’ın cennette hazırladığı mükâfat elbette daha hayırlıdır. Buna da ancak sabredenler nail olur Erişmek. Ulaşmak ."
81.
Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi.[*]
Kârun servetini sadece bir güç olarak Firavun’un kurduğu sistemin yaşaması ve muktedir olması için kullanıyor ve Allah’ın verdiği maddi güçle Hz. Musa ve Harun’a muhalefet ederek âdeta Allah’a karşı mücadele veriyordu. Dolaysıyla Kârun’un cezalandırılması serveti yüzünden değil, servetin verdiği şımarıklık ve taşkınlık yüzünden olmuştur.
(Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
82.
Daha düne kadar onun yerinde olmak isteyenler şöyle demeye başladılar: “Vay be! Demek ki Allah, kullarından tercih ettiği[*] kişi için rızkı genişletirmiş de daraltırmış da. Allah bize iyilikte bulunmasaydı bizi de batırırdı. Vay be! Demek ki kâfirler umduklarına kavuşamazlarmış.”
Şâe (شاء) fiili için bkz Kasas 28/56. ayetin dipnotu.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 9
83.
İşte âhiret yurdu! Biz onu, yeryüzünde üstünlük taslamayanlarla bozgunculuk peşinde koşmayanlara veririz. Sonuç, takva[*] sahiplerinindir.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
84.
Kim bir iyilik getirirse, ona ondan daha güzeli vardır. Kim kötülük getirirse, kötülükleri yapanlar, ancak yaptıkları kötülük kadar cezalandırılırlar.
85.
Kur’an’a uymayı sana farz kılan Allah, elbette seni sılana[*] (Mekke’ye) döndürecektir. De ki: “Bu rehberi kimin getirdiğini, kimin de açık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi Rabbim bilir.”
"Sıla" “gurbetteki bir kimse için doğup büyüdüğü ve özlediği yer” anlamındadır. Burada sıla anlamı verilen kelime “dönmek ve tekrarlamak” anlamına gelen avd (عود) mastarından türemiş mekân zarfı olan mead (مَعَادٍ)’dır. Muhammed aleyhisselamın sılası yani dönüp geleceği yer Mekke’dir. Bu dönüş vaadi Mekke’nin fethiyle gerçekleşmiştir (Feth 48/1, 27, Nasr 110/1).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
86.
Sen, sana bu kitabın vahyedileceğini ummuyordun, ama bu ancak Rabbinden bir rahmet olarak sana verilmiştir. O halde, sakın Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenlere[*] arka çıkma, destekçi olma.
Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)
87.
Ve Allâh’ın, âyetleri sana indirildikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Rabbine davet et, ortak koşanlardan olma.
88.
Ve asla Allah'la beraber başka bir ilaha yalvarıp yakarma! O`ndan başka ilah yok: her şey yok olacak, sadece O`nun Zatı baki kalacak. Nihai yargı yalnız O`na aittir: sonunda elbet hepiniz O`na döndürüleceksiniz.