O gün her şey ortaya dökülecek! Secdeye çağrılacaklar ama güçleri yetmeyecek.
Saygıyla önlerine bakacaklar, alçaklık her yanlarını saracak. Onlar bu hale gelmeden önce de secdeye çağrılmışlardı.
Sen, bu Kur`ân`ı yalan sayanı bana bırak! Biz onları, bilmedikleri bir yönden yavaş yavaş azaba yaklaştırıyoruz. (Kalem 42-44)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Nun.
Kaleme ve onunla yazılanlara andolsun ki;
2.
Rabbinin nimeti sayesinde sen, cinlerin[*] etkisinde değilsin.
Peygamberimize (a.s) neden "mecnun-cinlenmiş" dediklerini anlayabilmek için o dönem Arapların Allah, melekler ve cinler hakkındaki inançlarını bilmek gerekir. O dönem Araplar Allah’a inanıyordu ama Allah’ı çok yüce kabul edip, insanları muhatap almayacağına inanırlardı. Alırsa da bu kişi o şehrin en zengin, en itibarlı, en sözü dinlenen insanı olmalıydı. O dönem Araplar Allah’ın gökyüzünün en üst katında ikamet ettiğine, meleklerin de kızları olarak etrafında Kendisini zikreden varlıklar olduğuna inanırdı. Melekler Allah’ın çevresinde olduğu için ilahi bilgiye sahiptir. Meleklerin altında da cinler vardır. Cinlerle melekler akrabalık bağı ile birbirine yakındır. Cin akrabalar meleklerin sahip olduğu ilahi bilgiyi kulak hırsızlığıyla çalarlar ve dünyaya şair ya da kâhin dostuna getirir anlatırlar. O dönem Araplar her şairin bir cini olduğuna inanırdı. Bu cin, şairin içini coşturur, şair bu sayede şiir yazar. Mecnun’nun cinlenmiş anlamına gelmesinin kökeni budur. O dönemde arrâf denen “kahinler” de vardı. Gelecekte ne olacağını haber veren kahinlerin de cinlerle bağlantısı olduğuna inanılırdı. Kahinlere gelecek bilgisini getiren de yine cinlerdir. Kur'an ayetleri de şiirsel vezne sahiptir. Peygamberimiz şiirsel vezni olan ayetleri okuyunca kendisine bu yüzden mecnun-cinlenmiş denmiş. (Onur)
3.
Senin için kesintisiz bir ödül var.
4.
Ve sen yüce bir ahlaka sahipsin.
5.
Yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler;
6.
Şeytanın etkisine[*] giren kimmiş?
Buradaki kelime meftûn’dur. “Fitneye gelmiş” anlamındadır. Bilindiği gibi Şeytan cinlerdendir. Cinlerin etkisine girmekle itham edilmesi, şeytanın etkisine girdiğinin iddia edilmesidir. Şeytan insanı fitneye sokar. Bir ayet şöyledir:
“Ey Âdemoğulları! Sakın Şeytan ana-babanızı yaktığı gibi sizi de yakmasın. Açılması hoş olmayacak yerlerini kendilerine göstermek için onların elbiselerini sıyırmış ve o bahçeden çıkarmıştı. O ve onun gibiler, (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
7.
Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir,
hidayete erenleri de en iyi bilen O’dur.
8.
O halde gerçekleri yalanlayanları dinleyip onlara uyma.
9.
Çünkü onlar isterler ki, sen yağcılık yapasın,
onlar da sana yağcılık yapsınlar.[*]
Zira arzu ettiler ki sen yağcılık yapsan. Onları yağlasan, taptıklarına, alçak maksatlarına, haksızlıklarına ilişmesen, olur desen, yalanlarına yağ sürsen diye istediler de onun için yalanlamaya kalkıştılar. Yoksa sen yağcılık edecek, maksatlarını yerine getirme arzularını devam ettirecek olsaydın, böylece sen de onların sapıklıklarına katılmış bulunsaydın o vakit yaltaklanacaklardı. Onlar da sana yağ çekecek, yalanı doğrulayacak, ne büyük, ne akıllı adam diyeceklerdi. Fakat sen onlara yağcılık yapmayıp doğruyu söylediğin, Allah'ın emrini, peygamberliğini bildirdiğin için öyle iftiraya kalkıştılar, bile bile yalan söylediler. Onun için sen onlara itaat etme, arzularına yağ sürme. İşte yüce ahlâkın ilk prensibi budur. Demek ki dil, kalem kendilerine yemin edilmeye layık varlıklar olmakla beraber doğruyu söylemek için çalışmayan yağcı diller, yağcı kalemler ve onları dinleyenler büyüklükten, yüce ahlâktan, akıldan uzak ve itaat edilmeye layık olmayan zavallılardır. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
10.
Şunların hiçbirine uyma:
Yemini alışkanlık haline getirmiş alçağa,[*]
Yemin bir zorunluluk ve kesin bir gereklilik halinde hakkı vurgulamak ve ortaya çıkarmak için yapılır, pek büyük bir vurgu gücüdür. Çok çok yemin edip durmak ise, onu hafife almak, kendi kendinin delilini çürütmektir. Gerçi Allah'ın ismini saygı ile çok zikretmek çok sevaptır. En büyük ibadettir. Fakat onu her şeyde bir destekleme aracı olarak kullanmak, sık sık şahit olarak çağırıp durmak ise Allah'ı anmak ve ona saygı göstermek değil, onun ululuk ve kutsallığına saldırmaktır. Onun için yemin eden kimse son bir zorunluluk halinde, onun şahitlik ve kefilliğine baş vururken bütün hakkından emin olacak şekilde düşüne düşüne titriye titriye başvurmalıdır. Yoksa o yemin o kimsenin saygısızlığını ve yüce Allah'ın ululuğunu tanımadığını, yeminin son derece kutsal tutulması gereken ve hakkın ortaya çıkarılması, güvenliğin yerleştirilip sabitleştirilmesi için her yolun kesildiği en son noktada baş vurulacak en son ve biricik destekleyici güç olduğunu ve onu hafife alanın bütün yasal güvenliği çiğnemiş ve dolayısıyle kendi vicdanında kendine dahi hayat hakkı bırakmamış olacağını duymadığını, düşünmediğini gösterir. Bu ise yeminin hükmünü tanımamak demek olan yeminsizlikten "Onların yeminleri yoktur." (Tevbe sûresi, 9/12) kriteri ile ifade edilen mânâdan daha bayağı bir çelişkidir. Destek almak için başvurduğu en büyük gücün zayıflığını ilan ederek kendini yıkmaktır. Onun için bu, gerek inanç, gerekse amel bakımından her kötülüğün kaynağıdır. Bunu anlamak için burada her fenalığın başında sayılmasını düşünmek yeter. Bundan dolayı insan kesin olarak bildiği hakta dahi çok çok yemin etmekten sakınmalıdır. Zira düşüncesizce yemin eden, yalan yere yemin etmeye de alışır. Doğruya eğriye yemin etmeye alışmış olanlarda ise şu niteliklerin hepsi bulunabilir. alçak, görüşü ve düşüncesi önemsiz, bayağı düşünür, kendi kendini küçük düşürür, yalancı, değersiz, her kalıba dökülür, her fenalığa sürüklenir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
11.
Devamlı kusur arayan, laf götürüp getirenlere,
12.
Hayra engel olan saldırgan günahkarlara
13.
Saygısız, daha da ötesi şımarık olanları önemseme!
14.
Malı ve oğulları var diye şımarır.[*]
Şimdi, "böyle bir ferde veya topluma, akıllı bir kimsenin itaat etmesi nasıl düşünülebilir?" denilecek olursa, böyle denilmesine sebep olan gerekçe şöyle açıklanıyor: Mal sahibi olmuş ve oğulları var diye yani servet kazanmış ve kuvveti var, belki bir faydası dokunur veya kötülüğünden sakınılır diye itaat etme, başka bir sebeple itaat edilmeyeceği öncelikle bellidir. Aklı olan ve onların ahlâkında bulunmayan bir kimsenin onlara başka bir nedenle itaat etmesine ve bir çıkar elde etme gayesiyle doğruyu bırakıp onlar seviyesine inmesine ihtimal yoktur. Şu kadar var ki onun servetinden veya gücünden kişisel olan veya olmayan bir fayda veya zararından korunmak maksadıyle yağcılık yapmayı uygun görenler bulunabilir. Fakat kişisel istifade maksadı güdenler, onlar da bu "alçak" ve "soysuz" kavramlarının ifade ettiği mânâ kapsamına girmiş olacaklarından burada bu ihtimal de ortadan kalkmaktadır. Olsa olsa bir hayra yaramak ve kötülüklerinden korunmak ümidi kalır. Oysa bunlar hayır sahibi değil, hayır engelidirler. Kendi çıkarlarını gözetmeden, istedikleri gibi sürüklemeyi kurmadan bir lokma vermezler. Kötülüklerinden korunmak için öylelerine yağcılık edenler kendilerini daha büyük bir kötülüğün kucağına atmış olurlar. Büyük ahlâk sahibi ise birçok eziyete, sıkıntıya ve yoksulluğa katlanır, sabır ve tahammül eder de onlara itaat ve yağcılık edecek kadar küçülmez. Hak yolunda hayır kapılarının açılabilmesi için öncelikle o engellere göğüs germeye çalışır. "Her kim bir zengine sırf malından dolayı saygı gösterirse, dininin üçte ikisi gider." anlamındaki bir hadis-i şerif de, bu âyetin ifade ettiği mânâ kapsamına girer demektir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
15.
Âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman, "Öncekilerin masalları!" der.[*]
Benûn terimi (lafzen, “çocuklar” yahut “oğullar”) Kur’an’da çoğunlukla mecazî olarak “geniş bir destek” veya “çok sayıda taraftar” anlamında kullanılır; mâl (“dünyevî servet”) terimi ile bir arada kullanıldığında, zenginliğe ve (bundan doğan) güç ve etkinliğe yarı-dinî bir önem atfeden ve bu tür somut dünyevî başarı göstergelerini kişinin “dürüst ve erdemli oluşu”nun ve dolayısıyla başka bir rehberliğe ihtiyaç duymayışının bir kanıtı olarak değerlendiren belli bir zihniyeti göstermeyi amaçlar. (Muhammed Esed Tefsiri)
16.
Yakında biz onun hortumu üzerine damga basacağız / burnunu sürteceğiz.[*]
Ayetin orijinalinde geçen "Hortum" kelimesinin anlamlarından biri kara domuzunun burnunun bir tarafıdır. Herhalde
bununla Velid'in burnu kastedilmiştir. Arap dilinde burun büyüklüğü onurluluğu sembolize eder. Bu yüzden
büyüklenen için "burnu havada", gururu kırılan, alçalan için de "burnu yerde" denir. Birisi gururlanarak kızdığı
zaman "burnu şişti burnu kızardı" derler. Arapların izzetinefsi (onur ve saygınlığı) "Enfetu" -Burun- olarak
tanımlamaları da bu yüzdendir. Onun burnunun damgalanması ile tehdit edilmesi iki tür aşağılanmayı, horlanmayı
ifade eder. Birincisi, bir köle gibi damgalanması. ikincisi burnunun domuz burnu olarak nitelendirilmesi.
Hiç kuşkusuz bu ayetler Velid B. Muğire'nin üzerinde büyük etki bırakmışlardır. Çünkü Velid saygın insanların -asılsız
da olsa- bir şairin hicvinden her zaman sakındığı bir millete mensuptu. Ya gerçekten göklerin ve yerin yaratıcısı
tarafından damgalanmayı, hem de boşuna söylenmeyen böyle bir ifadeyle karşı karşıya kalmayı nasıl karşılamıştır.
Bu sözler varlık aleminin her tarafında yankılanmış, sonra da varlığın özüne yerleşerek tescil edilmiştir. Hem de
sonsuza dek...
İşte İslam'ın düşmanı, yüce ahlâka sahip saygın peygamberin düşmanı olan bu adam böylesine kesin bir hakareti
hak etmekteydi.
Mal ve evlada, Allah'ın ayetlerini yalanlayanların şımarmasına neden olan dünya nimetlerine işaret edilmesi
münasebetiyle yüce Allah burada örnek olarak onlara bir kıssa sunuyor. Öyle anlaşılıyor ki bu kıssa onlar tarafından
biliniyordu, aralarında yaygın olarak anlatılıyordu. Yüce Allah bu kıssa aracılığı ile onlara nimetle şımarmanın, iyiliğe
engel olmanın, başkalarının haklarına tecavüz etmenin akıbetini hatırlatıyor. Bu arada kendilerine bahşedilen mal ve
evlad nimetlerinin aslında onlar açısından bir sınav aracı olduğunu vurguluyor. Tıpkı bu kıssanın kahramanlarının
sınanması gibi. Ayrıca bu sınavın devamı da var. Onlar bununla da bırakılacak değildirler. (Seyyid Kutub Tefsiri)
17.
Şu bahçenin sahiplerini yıpratıcı bir imtihandan geçirdiğimiz gibi bunları da yıpratıcı bir imtihandan geçireceğiz. Bahçenin sahipleri, ürünü sabah erkenden devşireceklerine yemin etmişlerdi.[*]
Bu kıssa, dilden dile dolaşan, herkesçe bilinen bir kıssa olsa gerek. Fakat surenin akışı kıssada geçen olayların
perde arkasındaki Allah'ın faaliyetini ve gücünü ön plana çıkarıyor. Onun bazı kullarını sınayıp bu sınavın sonucuna
göre karşılık vermesini gündeme getiriyor. İşte bu kıssa ile ilgili olarak bundan önce bilinmeyen, ancak şimdi gözler
önüne serilen yeni unsur budur.
Kıssanın kahramanlarının ifadelerinden, sergilenen davranışlardan bir grup basit düşünen ilkel insanlarla karşı
karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Bunlar düşünme biçimleriyle, üzerinde kafa yordukları meseleleri ile, tutum ve
davranışları ile basit, ilkel köylü insanlara benziyorlar. Belki de insanlar arasından seçilen bu düzeyde bir örnek
kıssaya muhatap olan insanlara oldukça yakın bir durumu somutlaştırıyordu. Bunlar da hak içerikli mesaja karşı
direniyor, inat ediyorlardı. Fakat ruhsal yapılan fazla kompleks değildi. Tersine biraz fazla basit ve ilkel
düşünüyorlardı.
Kıssa ifade tarzı bakımından, Kuran'ın kıssaları sunmada başvurduğu sunuş yöntemlerinden birinin somut örneğidir.
Kıssada gerçekleşmesi şiddetle beklenen sürprizler son derece belirgindir. Ayrıca yüce Allah'ın planı ve sağlam
tuzağı karşısında çaresiz zavallı insanların tuzakları ile de alay ediliyor. Öte yandan kıssa çok canlı bir ifade tarzı ile
sunuluyor. Öyle ki, dinleyici, -veya okuyucu sanki olaylar gözlerinin önünde akıp gidiyormuş gibi canlı olarak
seyrediyor. Şu halde kıssayı surenin akışı içindeki durumuyla görmeye çalışalım.
Şu anda biz bahçe sahipleri ile karşı karşıyayız -Ayetin orijinalinde geçen "cennet" dünyadaki bahçedir, ahiretteki
cennetle ilgisi yoktur-. Ve işte bahçe sahipleri bahçeleri hakkında geceden bir şeyler tasarlıyorlar. Rivayetlere göre
önceki iyi niyetli salih sahibi döneminde yoksullar bahçenin meyvelerinden pay alıyorlardı. Fakat bu iyi niyetli salih
insandan sonra bahçeye varis olanlar şimdi bahçenin tüm ürünlerine el koymak, yoksulları paylarından yoksun
bırakmak istiyorlar. Şu halde olaylar nasıl gelişiyor seyredelim.
"Biz, vakti ile `bahçe sahiplerini' sınadığımız gibi bunları da sınadık. Hani onlar sabah olurken kimse görmeden onun
mahsullerini toplayacaklarına yemin etmişlerdi. Onlar istisna etmiyorlardı: '
Bahçenin meyvelerini sabah erkenden devşirme ve yoksullara da bir şey bırakmama önerisi etrafında görüş birliğine
varmışlardı. Bunun üzerine yemin etmiş, niyetlerini açıkça ortaya koymuşlardı. Kararlaştırdıkları bu kötülüğü nasıl
gerçekleştireceklerini geceden tasarlamışlardı. Şu halde onları gafletleri ile veya gece boyunca tasarladıkları
tuzakları ile baş başa bırakalım da, onların görmediği gecenin koyu karanlığında neler olup bittiğini seyredelim.
Çünkü yüce Allah her zaman uyanıktır, onlar gibi uyumaz. Allah, onların tasarladıklarından farklı şeyler tasarlıyor.
Hiç kuşkusuz bu, onların nimetten dolayı şımarmak, iyiliğe engel olmak yoksulun belirlenmiş payına el koymak gibi
geceden tasarladıklarını planın karşılığıdır... Öte tarafta ise, gizliden gizliye onlara bir sürpriz hazırlanıyor. İnsanlar
derin uykudayken gece karanlığında hayaletlerinkine benzer latif, görünmez hareketler cereyan ediyor (Seyyid Kutub Tefsiri)
18.
Bundan hiçbir kuşkuları yoktu.
19.
Fakat onlar henüz uykuda iken,
Rabbin tarafından gönderilen bir afet bahçeyi kapladı.
20.
Orası devşirilmiş gibi oldu.
21.
Sabahleyin birbirlerine seslendiler.
22.
"Mahsulü toplayacaksanız, erkenden yola çıkın!"
23.
Derken yola koyuldular...
Aralarında şöyle fısıldaşıyorlardı:
24.
Sakın bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın.[*]
Sanki şu anda Kuran'ı dinleyen veya okuyan bizler, bahçe sahiplerinin bilmediği, bahçenin başına gelen felaketi
biliyor gibiyiz. Evet, gecenin koyu karanlığında bahçeye uzanan, tüm meyvelerini yok eden gizli ve latif ele şahit
olmuştuk. Bahçenin bu gizli ve korkutucu salgından sonra tüm meyvelerin devşir ilmiş gibi simsiyah kesildiğini
görmüştük. Öyleyse nefeslerimizi tutalım da gece boyunca planlar kuran bu adamlar ne yapacaklar onu görelim. (Seyyid Kutub Tefsiri)
25.
Mahsulü toplayacaklarına emin olarak, erkenden gittiler.
26.
Fakat bahçeyi görünce "Herhalde yolu şaşırdık" dediler.
27.
"Hayır, hayır! Biz mahrum edilenleriz."[*]
Şimdi de başkalarına tuzak kurmanın, gizli planlar tasarlamanın, eldeki nimetlerden dolayı şımarıp yoksulların
payına el koymanın elem verici akıbetini tadıyorlarken, aralarında en ılımlı, en akıllı ve en iyi olanı öne atılıyor. Öyle
anlaşılıyor ki, bu adam ötekilerden farklı bir görüşe sahipmiş. Fakat, diğerleri karşı çıkıp kendisi yalnız kalınca onlara
uymuş ve gördüğü gerçeği ısrarla savunamamıştı. Bu yüzden o da diğerleri gibi nimetlerden yoksun bırakılmak
suretiyle cezalandırılmıştı. Fakat bu adam, burada daha önce kendilerine yönelttiği öğütleri, direktifleri hatırlatıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
28.
İçlerinden en dengeli olanı “Ben size ‘Allah yokmuş gibi hareket etmeyelim”[*] dememiş miydim?’ diye çıkıştı.
Tesbîh’in kök mânası “Allah adına hareket etmek”tir (Bkz: 87:1, not 2). Allah kendisi için istemez, kendisinden istediği kul için ister. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
29.
Hep bir ağızdan, “Rabbimiz! Sana boyun eğeriz. Biz yanlışlar içindeyiz!” dediler.
30.
Ardından, kabahati birbirlerine yüklemeye başladılar.
31.
Nihayet şöyle dediler: "Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kimselermişiz.
32.
Belki Rabbimiz bize (yok olan bahçemizin) yerine daha iyisini verir. Şüphesiz ki biz (artık) sadece Rabbimize yönelenleriz.”
33.
İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi.[*]
Böylece Kureyşlilere içinde yaşadıkları ortamdan alınma pratik bir deneyim, aralarında yaygın olarak anlatılan bir
kıssa örnek olarak sunuluyor. Böylece yüce Allah'ın geçmiş müşriklere ilişkin yasası ile şimdiki toplumlara ilişkin
yasası birbirine bağlanıyor ve pratik hayatlarına en yakın olan bir üslupla kalplerine dokunuluyor. Aynı zamanda
müminlere, müşriklerin -Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinin- sahip bulundukları geniş imkanların, servetin ve
nimetin Allah tarafından kendilerine bir sınav aracı olarak verildiği hatırlatılıyor. Bu sınavın sonuçlarının,
akıbetlerinin olduğu anlatılıyor. Yine insanların yoklukla sınandığı gibi nimetle sınanmalarının da bir yasa olduğu
belirtiliyor. Ellerindeki nimetlerden dolayı şımaran, iyiliğe engel olan sahip bulundukları mal-mülkle övünenlere
gelince işte bu kıssa da onların akıbetleri anlatılıyor: "Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi." (Seyyid Kutub Tefsiri)
***
"İşte böyledir azab." Bilenleri, bilmeye ve anlamaya yatkın olanları böyle dünyada uyandırır, yola getirir, hakka teslim ettirir, daha büyük tehlikeden korunmasına ve daha büyük hayra ermesine vesile olur. Yüce Allah'ın bela vermesinin acı azap ile cezalandırmasının hikmeti de budur. "Ve elbette ahiret azabı daha büyüktür." Mala değil, canadır. Geçici değil, sonsuzdur. O bir kez başa geldikten sonra uyanmanın faydası olmaz. Onun farkına varıldıkça şiddeti artar. O, o kadar büyük ve şiddetlidir ki içine düşen kurtulmaz. Onun insanı uyandırmasının faydası dünya azabı gibi bizzat içine düşülmesinde değil, içine düşülmezden önce bilinmesinde, uzaktan bilinip dünyada iken korunulmasındadır. "Fakat bilselerdi." Bunlara "eskilerin masalları" diyen ve kendilerine mal ve çocukları ile bela verilmiş olan o yalanlayıcılar o dünya azabını gördükten sonra olsun bunu bilselerdi Peygamberin duyurduğu âyetleri dinlerler, o kötü huylardan vazgeçerler, imana gelir, bütün istek ve arzularını Allah'a çevirerek o büyük ahiret azabından korunmaya çalışırlardı. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
BÖLÜM 2
34.
Takva[*] sahipleri için, Rableri katında nimetlerle dolu cennetler vardır.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
35.
Ne yani, kayıtsız şartsız Bize teslim olanları suçlularla bir mi tutsaydık?[*]
Müslim-mücrim karşıtlığına dikkat. Bu bağlamda muslim: “günahtan kaçınmak için Allah’a teslim olan”, mucrim: “günah işlemek için teslimiyetten kaçınan” vurgusu kazanıyor. Zımnen: İşlenen her günah kişinin İslâm’ını tehdit eden bir hastalıktır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
36.
Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?
37.
Yoksa bir kitabınız var da onu mu okuyorsunuz?
38.
O kitapta: "Beğendiğiniz her şey sizindir" diye mi yazılı?[*]
Surenin akışı olumsuzluk ifade eden, onların tutumlarını kınayan sorulardan sonra, şimdi de onları alaya alıyor,
gülünçlüklerini ortaya koyuyor: "Yoksa bir kitabınız varda ondan mı bu hükümleri okuyorsunuz? Onda beğendiniz
her şeyi mi buluyorsunuz?" akıl ve adalet ölçülerine sığmayan bu tür hükümleri çıkardıkları ve kendilerine
Müslümanlarla suçluların bir olduğunu söyleyen bir kitapları mı var? şeklinde yöneltilen soru alay etme ve
küçümseme amacına yöneliktir. Bu, olsa olsa onların arzularına uygun, isteklerini tatmin eden komik bir kitaptır. Bu
kitapta onların benimsediği ve istediği türden hükümler doludur. Onların bu komik kitabı gerçeğe, adalete, akla ve
normal insani standartlara uymuyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
39.
Yahut: “Her neye hükmederseniz o yerine getirilir” diye kıyamete kadar geçerli olacak size yeminle verilmiş sözümüz mü var?[*]
Eğer ellerinde kitap yoksa o zaman böyle bir söz almış olmalılar. Kıyamet gününe kadar diledikleri gibi hükmetmek
ve dilediklerini seçmek üzere Allah'tan bir söz almış olmalılar. Oysa böyle bir şey yok. Allah'tan böyle bir söz almış
değildirler. Şu halde neye dayanarak konuşuyorlar? Dayanakları nedir onların? (Seyyid Kutub Tefsiri)
40.
Sor onlara!
Onlardan hangisi, buna kefil / bu iddianın savunucusu olacak?
41.
Yoksa, onların ortakları mı var?
Sözlerinde doğru iseler, hadi getirsinler ortaklarını![*]
Bunlar, araya aracılar koyan ve o aracıların Allah katında kendilerini kayıracağına inanan kimselerdir. Onları, kendilerine karşı Allah’ın, Allah’a karşı da kendilerinin ortağı sayarlardı. Buna benzer ayetlerden biri şudur: “De ki “Şu ortaklarınıza, Allah ile aranıza koyup yardıma çağırdıklarınıza dönüp baktınız mı? Gösterin bana, onlar bu toprakların hangi parçasını yaratmışlardır? Yoksa göklerde ortaklıkları mı var? Ya da onlara yazılı bir belge verdik de ondaki açık hükümlere göre mi davranıyorlar? Hayır; bu zalimlerden birinin diğerine verdiği söz, onu aldatma dışında bir anlam taşımaz.” (Fatır 35/40) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
42.
Baldırın çıplak kalacağı,[*] secdelere çağrılacakları gün, onu da yapamayacaklar.
“Baldırın açılıp halhalların ortaya çıkması”, vaziyetin şiddetini,
durumun zorluğunu temsil eder. Aslı, korku ve hezimet esnasında kaçarken kadınların paçalarını sıvamaları ve bu esnada halhallarını açmalarıdır.
Hâtim (v. 578) şöyle demiştir:
Harp durduğunda kendini gemler savaşçı;
Ama kızışırsa harp, sıvar paçaları!..
İbn Rukayyât (v. 75/694) da şöyle demiştir:
Olgun insana evlâdını unutturur (baskın);
gün yüzü görmemiş bâkireye sıvatır paçaları!
O zaman, “baldırın açıldığı gün” ifadesi; “durumun şiddetlendiği,
iyice kötüleştiği zaman” ifadesiyle aynı anlamdadır; ortada ne açmak vardır,
ne de baldır. Tıpkı (meselâ) elleri kesik bir cimri için1
“elleri bağlı” demen
gibi ki ortada ne el vardır ne de bağ; bu sözle cimrilik anlatılır. Teşbih edenlere
gelince, (Burada edebiyattaki ‘benzetme’ sanatından ziyade, Tanrı’yı yaratıklarına benzeten Müşebbihe kastediliyor olmalıdır. / ed.) Beyan ilmindeki nosyonlarının yetersizliği ve incelemelerinin
azlığı sebebiyledir. Bunları bu konuda aldatan, İbn Mes‘ûd’un naklettiği şu
rivayettir: “Rahmân baldırını açar; müminler O’nun için secdeye kapanırlar.
[Dünyada gösteriş için namaz kılan] münafıkların sırtı ise sanki baston yutmuşlar
gibi kat kat olur, eğilemezler.” [Buhārî, “Tefsîr”, 68] Mâna şöyledir: Rahmân’ın
‘emr’i sertleşir; yaydığı dehşet iyice artar -ki kıyamet günü yaşanacak ‘en büyük korku’ budur.- Hem o teşbihçinin dediği gibi olsaydı sâk (baldır) kelimesinin ma‘rife olması gerekirdi. Çünkü o özel, bilinen bir baldırdır, Rahmân’ın
baldırı! “Peki [âyetteki] temsilde neden nekire gelmiş?” dersen şöyle derim:
Bunun, şiddeti bilinemeyen, alışılmışın dışında garip bir durum olduğuna
delâlet etmesi için. Tıpkı يَوْمَ يَدْعُ الدَّاعِ إِلَى شَيْءٍ نُّكُرٍ (“Görülmemiş bir şeye çağırdığı
gün o çağıran...” [Kamer 54/6]) âyetindeki gibi. Bir bakıma “korkunç ve dehşetli bir durumun yaşanacağı gün” denilmiş olmaktadır. -Söz konusu teşbih
Mukātil’den (v. 150/767) nakledilmiştir.- Ebû Ubeyde der ki: Horasan’dan
iki [büyük] adam çıktı; biri - Mukātil b. Süleyman- temsîle düşünceye kadar
teşbih etti; diğeri - Cehm b. Safvân- ta‘tîle
varıncaya kadar tenzih etti. Kim bu
ilme sahip olmamanın getirdiği büyük zararın farkına varırsa, ne kadar
büyük faydaları olduğunu da kavrar.
İbn Mes‘ûd şöyle demiştir: Belleri bütünleştirilir, yani eklemsiz
tek parça kemik hâline getirilir, kalkarken ve eğilirken asla esnemez. Hadiste de “Münafıkların sırtı sanki baston yutmuşlar gibi kat kat olur!” [Buhārî,
“Tefsîr”, 68] -yani tek bir omur hâline gelir- denmişti.
Şayet “Orada mükellefiyet söz konusu olmadığı hâlde neden
secdeye çağrılıyor olsunlar ki?” dersen şöyle derim: Secdeye, ibadet ve mükellefiyet anlamında çağrılmayacaklar; sırf azarlanmak ve dünyada secdeyi
terk ettikleri için kendilerine sert davranılmak üzere böyle denilecektir. Belleri katılaştırıldığı, secde edebilmeleri engellendiği hâlde, dünyada belleri ve
eklemleri sağlamken, imkânları varken, kendilerinden istenen ibadet hususunda herhangi bir hastalıkları yokken secdeye çağrıldıkları zaman fırsatı
kaçırdıkları için onları pişman etmek için (böyle yapılacaktır). (Zemahşeri Tefsiri)
43.
Saygıyla önlerine bakacaklar, alçaklık her yanlarını saracak.
Onlar bu hale gelmeden önce de secdeye çağrılmışlardı.
44.
Sen, bu Kur`ân`ı yalan sayanı bana bırak!
Biz onları, bilmedikleri bir yönden yavaş yavaş azaba yaklaştırıyoruz.[*]
“Onu bana bırak!” denir ki; “Onu bana havâle et, onunla ilgili olarak ben sana yeterim!” demek isterler. Âdeta şöyle demektedir: “Bunu bana bırakman ve onunla benim aramdan çekilmen, yapacak iş olarak sana yeter. Ona
ne yapılmak gerektiğini biliyorum ve buna gücüm yetiyor!” Kastedilen şudur:
“Kur’ân’ı yalanlayanı cezalandırma hususunda ben yeterim, kalbini onun durumuyla meşgul etme! Ona hak ettiği cezayı verme konusunda bana güven.” Bu
söz Peygamber’i (s.a.) teselli, yalanlayanları da tehdit etmek için söylenmiştir.
Kişi, bir şeyi basamak basamak indirip bir şeyin içine düşürdüğünde istedracehû ilâ kezâ denir. “Allah’ın asileri istidrac etmesi”, onlara
sıhhat ve nimet vermesi, onların da Allah’ın rızkını inkârcılıklarının ve günahlarının artmasına sebep ve basamak yapmalarıdır.
“Kendilerinin bilmediği”, yani istidrac
istidrâc “bir kimseyi bir şeye adım adım, derece derece yaklaştırmak, onu kurduğu tuzağa yaklaştırıp düşürmek, aldatmak” anlamındadır. olduğunu hissetmedikleri “bir yönden...” ki bu yön, kendilerine nimet bahşedilmesidir; çünkü
[Allah tarafından] tercih edildiklerini, müminlerden üstün tutulduklarını sanıyorlardı! Oysa bu zenginlik onların helâk sebebi idi! (Zemahşeri Tefsiri)
***
“Onları bilemeyecekleri yerden yavaş yavaş azaba yaklaştıracağız” İfadesi, “onlara iyi olacağını zannettikleri mal mülk, evlat, makam, şöhret, aile saadeti, başarı gibi dünyalıklar vererek, kendilerinde herhangi bir hata ve yanılma olmadığını, elde ettiklerinin kendileri için bir lütuf olduğunu düşünerek günah işlemeye devam ederler ve böylece hiç farkında olmadan aşama aşama anlamayacakları yerden azaba yaklaştırılırlar” demektir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
45.
Onlara biraz süre tanıyorum.
Doğrusu benim planım çok sağlamdır.
46.
Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de, onlar altında ezilecekleri ağır bir borç yükünden mi kaçıyorlar?[*]
Elçiler zekât ve sadaka alamazlar. Risalet mirasını üstlenenler de almamalıdırlar. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
47.
Yoksa gaybın bilgisi kendi yanlarında da onlar mı istedikleri gibi yazıyorlar?[*]
Allah'a ait olan gayb ilmi onların yanında, Levh-i Mahfuz'u yazan yüce kalem onların elinde de artık her şeyin kaderini, olup olacak olayları onlar mı yazıyor, işledikleri suçların, Allah'ı inkâr etmenin ve ona ortak koşmanın günah olmayıp sevap ve doğru olduğunu deftere onlar mı yazıyorlar ki bu şekilde akla ve kitaba uymaz hükümler veriyor, zulümler ediyor, henüz gayb aleminde olan ilahi hükmün, tepelerine ineceği günden çekinmiyorlar. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
48.
Öyleyse, Rabbinin hükmüne sabırla katlan ve öfkeye kapılıp da sonra [ızdırap içinde] haykıran büyük balık sahibi gibi olma.[*]
Bu, Yunus Peygamber’e atıftır - o, Allah’ın kendisine emanet ettiği görevden “kaçak bir köle gibi uzaklaştı”; çünkü halkı, tebliğ ettiği öğretiyi hemen kabul etmedi: böylece Muhammed (s)’e, Mekke halkının büyük kısmının kendisine gösterdikleri muhalefete kızmaması ve bundan dolayı ümitsizliğe kapılmaması, tersine peygamberlik görevini devam ettirmesi tavsiye edilmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)
***
Saffat suresinde de belirtildiği gibi balık sahibi Yunus peygamberdir. Yüce Allah O'nun yaşadığı deneyimi, bir birikim
ve azık olsun diye Hz. Muhammed'e anlatıyor. Çünkü O, peygamberlerin sonuncusudur. Peygamberlik halkasında
yer alan gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin yaşadığı deneyimler O'nun için bir birikimdir. Bütün emeklerin ürününü
en son o toplasın, bütün deneyimlerden en son O, yararlansın. Bütün azığı en son O, tüketsin diye. Bütün bunlar
omuzladığı büyük yükün ağırlığı karşısında O'na yardımcı olacaktır. Bir kabile, bir köy, bir millet değil tüm insanlığa
yol göstericilik yapma yükü. Kendisinden önceki peygamberlerde olduğu gibi bir kuşağa veya bir çağa değil tüm
çağlara ve nesillere yol göstericilik yapma yükü. Kendisinden sonra gelecek tüm nesilleri ve milletleri, her gün
yenilenen durumlarına, yaşanan yeni deneyimlere, yönetim biçimlerine cevap verecek kalıcı ve sürekli bir hayat
sistemine bağlama yükü. Evet geçmiş peygamberlerin deneyimleri işte bu ağır yükü omuzlamada O'na yardımcı
olur.
Peygamber Yunus B. Meta'nın -selâm üzerine olsun- yaşadığı deneyimin özeti şudur: Yüce Allah onu bir kent
halkına peygamber olarak gönderdi. Bu kentin Musul yakınlarındaki Ninova kenti olduğu söylenmiştir. Fakat kent
halkı iman etmekte ağır davranıyordu. Onların iman etmeyi ağırdan almaları Hz. Yunus un zoruna gitti. Bu yüzden
öfkelendi ve kendi kendine şöyle diyerek Peygamber olarak gönderildiği kenti terk etti! Yüce Allah, beni bu inatçı,
kıt anlayışlı kavim arasında kalmak zorunda bırakmakla sıkıntıya düşürmeyi istemez. O, beni başka bir kavme de
gönderebilir. Bu kızgınlık ve sıkıntı onu deniz sahiline doğru sürükledi ve orada bir gemiye bindi. Dağ gibi dalgalara
tutulunca gemi batmaya yüz tuttu. Bunun üzerine geminin yükünün hafiflemesi için aralarından birini denize atmak
üzere kura çektiler. Kura Hz. Yunus'a çıktı. Tutup onu denize attılar. Bir balık da O'nu yuttu.
Tam bu sırada Hz. Yunus son derece üzüntülü bir durumdayken, balığın karnındaki karanlıklar içinde, denizin
dibinde dayanılmaz bir sıkıntı ile Rabbine şöyle seslendi: "Senden başka ilah yoktur. Sen noksan sıfatlardan
münezzehsin. Şüphesiz ben zalimlerden oldum:' Bunun üzerine Allah'ın lütfu O'na ulaştı. Balık ta O'nu kıyıya bıraktı.
Derisi yüzülmüş bir et yığını gibi. Balığın karnında derisi yüzülmüştü. Yüce Allah insanların sınırlı dünyalarında alışık
oldukları hiçbir bağla sınırlanamayan gücü ile onun balığın karnında hayatta kalmasını sağlamıştı.
Burada yüce Allah şöyle buyuruyor: Eğer Allah O'na lütfetmeseydi balık onu kınanmış biri, davranışı, sabırsızlığı ve
Allah izin vermeden kendi hareket tarzını belirlemeye kalkışması yüzünden Rabbi tarafından kınanmış biri olarak bir
kenara atacaktı. Fakat yüce Allah'ın nimeti, lütfu onu bu duruma düşmekten korudu. Yüce Allah pişmanlığını,
suçunu itiraf edişini ve kendisini noksan sıfatlardan tenzih etmesini kabul etti. Çünkü ulu Allah O'nun lütfedilmeyi ve
kabul görmeyi hakkettiğini biliyordu: "Fakat Rabbi O'nun duasını kabul etti de onu salih insanlardan yaptı."
İşte balık sahibi Hz. Yunus'un yaşadığı deneyim budur. Yüce Allah bu deneyimi, kıt anlayışlılığın, Allah'ın âyetlerini
yalanlama eğiliminin egemen olduğu bir ortamda peygamberi Hz. Muhammed'e anlatıyor. Bundan önce de, gerçekt olduğu
gibi onu savaş alanından çekmişti. Savaşı dilediği gibi ve dilediği zamanda yönlendirmek üzere bu işi kendisine bırakmasını
istemişti. Zamanın belirlenmesine ilişkin hükmüne ve kararına, ayrıca belirlenen zaman dolan kadar yolun meşakkatlerine
karşı sabretmesini emrediyor.
Davet hareketinde asıl meşakkat, Allah'ın serbest iradesi ve hikmeti doğrultusunda belirlediği zamanı dolana kadar
O'nun verdiği hükme karşı sabretmenin zorluğudur. Davet yolunda birçok zorluklar vardır. Yalanlama ve eziyet
görme zorluğu... Kaypak ve inatçı insanlarla yüz yüze kalmanın zorluğu... Batılın görkemli ve egemen görünmesini
kabarmasının neden olduğu zorluk... İnsanların batılın görünürdeki üstünlüğüne aldanıp yoldan çıkmalarının
zorluğu... Ayrıca yoldaki meşakkatler ne kadar ağır olursa olsun kuşkuya düşmeden, yolu izlemekten bir an olsun
geri kalmadan Allah'ın gerçek vaadinin gerçekleşmesini hoşnutlukla, güvenle ve iç huzuruyla bekleyerek,
dayanabilmenin zorluğu... Hiç kuşkusuz bu büyük ve yorucu bir çabadır. Bu çabanın olumlu sonuç verebilmesi için
kararlılığa, sabretmeye, Allah'ın desteğine ve başarılı kılmasına ihtiyaç vardır. Savaşa gelince, ulu Allah ona ilişkin
kararını vermiştir; savaşı bizzat üstlenmeyi takdir etmiştir. Yine kendisinin öngördüğü bir hikmetten dolayı savaşın
aşamalı olarak, düşmana zaman tanıyarak sonuçlanmasını dilemiştir. Nitekim seçkin peygamberine de böyle
vaadetmiş ve bu vaad bir süre sonra gerçekleşmişti. (Seyyid Kutub Tefsiri)
49.
Eğer Rabbinin iyiliği imdadına yetişmeseydi, aşağılanmış bir halde açık alana[*] atılacaktı.
Balina ve yunuslar (deniz memelileri), eceli gelince çoğunlukla karaya vurur ve orada ölürler. Yunus’u (a.s.) da böyle bir deniz memelisi yuttuğu için bu ayete göre onun karnından çıkmasaydı, balık karaya vuracak ve onun vücudu Yunus aleyhisselamın kabri olacaktı. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
50.
Fakat Rabbi O’nun duasını kabul etti de onu salih insanlardan yaptı.
51.
Ayetleri görmezlikten gelenler,
bu zikri (Kur’an’ı) dinleyince seni gözleriyle yiyecekmiş gibi bakar:
“tamamen cinlerin etkisinde”[*] derler.
Peygamberimize (a.s) neden "mecnun-cinlenmiş" dediklerini anlayabilmek için o dönem Arapların Allah, melekler ve cinler hakkındaki inançlarını bilmek gerekir. O dönem Araplar Allah’a inanıyordu ama Allah’ı çok yüce kabul edip, insanları muhatap almayacağına inanırlardı. Alırsa da bu kişi o şehrin en zengin, en itibarlı, en sözü dinlenen insanı olmalıydı. O dönem Araplar Allah’ın gökyüzünün en üst katında ikamet ettiğine, meleklerin de kızları olarak etrafında Kendisini zikreden varlıklar olduğuna inanırdı. Melekler Allah’ın çevresinde olduğu için ilahi bilgiye sahiptir. Meleklerin altında da cinler vardır. Cinlerle melekler akrabalık bağı ile birbirine yakındır. Cin akrabalar meleklerin sahip olduğu ilahi bilgiyi kulak hırsızlığıyla çalarlar ve dünyaya şair ya da kâhin dostuna getirir anlatırlar. O dönem Araplar her şairin bir cini olduğuna inanırdı. Bu cin, şairin içini coşturur, şair bu sayede şiir yazar. Mecnun’nun cinlenmiş anlamına gelmesinin kökeni budur. O dönemde arrâf denen “kahinler” de vardı. Gelecekte ne olacağını haber veren kahinlerin de cinlerle bağlantısı olduğuna inanılırdı. Kahinlere gelecek bilgisini getiren de yine cinlerdir. Kur'an ayetleri de şiirsel vezne sahiptir. Peygamberimiz şiirsel vezni olan ayetleri okuyunca kendisine bu yüzden mecnun-cinlenmiş denmiş. (Onur)
52.
Oysaki bu (Kur’an), herkese yarayacak doğru bilgiden başka bir şey değildir.