İSRA / GECE YÜRÜYÜŞÜ SURESİ

İniş Sırası: 50 • Mushaf Sırası: 17 • Mekki Sure • 111 Ayettir

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Bir gece, kendisine delillerimizden gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya (en uzak mescide) yürüten Allah yücedir.[*] Şüphesiz ki O Semî'dir; her şeyi dinler ve Basîr'dir; görür.

İsra ve Miraç hakkında ayrıntılı bilgi için yazdığım makaleye bakabilirsin. İsra ve Miraç Gerçeği (Onur)

2. Musa’ya kitabı verdik ve o kitabı İsrailoğullarına rehber kıldık. “Benimle aranıza bir vekil koymayın” dedik.
3. Ey Nuh ile beraber gemiye bindirdiklerimizin soyundan gelenler![*] Hiç şüphesiz Nuh, şükür görevini yerine getiren bir kuldu.

Ey Nuhun gözetiminde gemiye bindirip tufandan kurtardığımız birkaç müminin çocukları! Yani ey bugünkü insanlar! Siz bu aslınızı düşünmelisiniz. Yalnız bunu düşünseniz başka vekil edinilemeyeceğini anlarsınız. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

4. O kitaba[*] İsrailoğulları için şu kararımızı koyduk: “Yeryüzünde iki kere fesat çıkaracak ve büyüklendikçe büyükleneceksiniz.”

Tevrat’ta Tesniye (28:15-68 ve 33:4), Yeşaya (5:24-30), Yeremyâ (2:28; 18:6-19) bölümlerinde İsrailoğulları’nın yaptıkları nedeniyle başlarına gelecek olaylar hakkında kehanetler bildirilmiştir. Ayetin bunlarla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

5. Onlardan birincisinin vâdesi gelince, kuvvet ve şiddet sahibi olan kullarımızı sizin üzerinize musallat ettik de onlar sizi yakalayabilmek için evlerin aralarına bile girerek her tarafı didik didik edip araştırdılar. Bu, yerine getirilmesi gereken bir vaad idi.

Kral Yehoyakim zamanında Bâbil Kralı Nebukadnezzar (Buhtunnasr) Kudüs'e girerek kralı emri altına almış, pek çok insanla birlikte mabedin değerli eşyalarını da götürmüştür. Üç yıl sonra kralın isyan etmesi üzerine 597'de Kudüs'e ikinci defa giren Nebukadnezzar, bu defa mabedin kalan eşyalarıyla birlikte yeni kral Yehoyakin'i Bâbil'e götürmüş, onun yerine Tsedekiya'yı kral yapmıştır. On yıl sonra Tsedekiya'nın saltanatında Nebukadnezzar'ın üçüncü defa Kudüs'e yürüyerek şehri kuşatması üzerine korkunç bir açlık baş göstermiş. Nihayet şehir düşmüş mâbed, saray ve genel olarak Kudüs ateşe verilmiş, duvarlar yıkılmış ve halkın bir kısmı sürgün edilmiştir. (İslam Ansiklopedisi, Kudüs md.) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

6. Sonra sizi tekrar, diğerlerine üstün hale getireceğiz, mallar ve evlatlar vereceğiz, askeri açıdan daha güçlü kılacağız[*].

Ahiretle ilgili birçok ayet gibi (Taha 20/125-126, Zümer 39/68) burada da olayın mutlaka olacağına vurgu yapmak için geçmiş zaman kullanılmıştır. Türkçede böyle bir kullanım olmadığından, çeviride gelecek zaman kipi kullanılmıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

7. İyi davranırsanız, iyiliği kendinize yapmış olursunuz. Kötü davranırsanız o da kendinize olur. Ama son tehdidin zamanı gelince sizi üzüntüye boğsunlar, o Mescide (Beyt-i Makdis’e) ilk girenler gibi girsinler ve yükselttiğiniz her şeyi yakıp yıksınlar diye (tekrar güçlü kullarımızı üzerinize salacağız[*].)

Burada geçen “iki fesat”, Tevrat’ın Yeremya 2:12-17 pasajlarında “iki kötülük” şeklinde geçmektedir:

“Ey gökler, şaşın buna, tir tir titreyin, şaşakalın!” diyor Rab. “Çünkü halkım iki kötülük yaptı: Beni, diri suların pınarına bıraktı; kendilerine sarnıçlar, su tutmayan çatlak sarnıçlar kazdılar. İsrail uşak mı? Köle olarak mı doğdu? Öyleyse neden gümbür gümbür kükreyen genç aslanlara av oldu? Ülkeyi viraneye çevirdiler, kentler yerle bir edildi, kimsesiz bırakıldı! Nof ve Tahpanhes halkı kafanı kırdı. Seni yolda yürüten Tanrın Rab’bi bırakmakla başına bunları getirdin.” Bu iki kötülüğün ilki İsrailoğullarının putlara tapmalarıdır ve bunun karşılığında Babil sürgünüyle dört bir yana dağılmışlardır. O sürgünden sonra da asla eskisi gibi bir araya gelememişlerdir. Bu nedenle İsra 17/6. ayette anlatılan ilk fesattan sonraki güçlenme dönemi şu anda yaşanan dönem olmalıdır. İsrail devletinin kurulmasıyla askeri güçleri artmış, tüm Yahudilerin dünyada bulundukları yerden geri dönebilecekleri bir merkez oluşturulmuş, Yasa’nın Tekrarı 30:3 pasajında anlatıldığı gibi dağıldıkları ulusların arasından geri gelmeye başlamışlardır. Bu yüzden son tehdidin henüz ortaya çıkmadığı düşünülmelidir. Nitekim, 30. Babın devam eden pasajlarında da, başarının İsrailoğullarının gelecekteki davranışlarına bağlı olduğu anlatılmaktadır: “Eğer yoldan döner, kulak vermezseniz, ayartılır, başka ilahlara eğilip taparsanız, bugün size kesinlikle yok olacağınızı bildiriyorum. Şeria Irmağı’ndan geçip mülk edinmek için gideceğiniz ülkede uzun yaşamayacaksınız.” (Yasanın Tekrarı 30:17-18) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

8. Belki Rabbiniz size merhamet eder. Ama (eski halinize) dönerseniz biz de (merhametimizden) döneriz[*]. Cehennemi de kâfirler için tıkılıp kalma yeri yaptık.

Bu konu Tevrat’ta şöyle ifade edilir: “Bir ulusun ya da krallığın kökünden söküleceğini, yıkılıp yok edileceğini duyururum da uyardığım ulus kötülüğünden dönerse başına felaket getirme kararımdan vazgeçerim. Öte yandan, bir ulusun ya da krallığın kurulup dikileceğini duyururum da o ulus sözümü dinlemeyip gözümde kötü olanı yaparsa ona söz verdiğim iyiliği yapmaktan vazgeçerim.” (Yeremya 18:7-10) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

9. Gerçek şu ki, bu Kur’an o dosdoğru olan yolu göstermekte; dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan müminlere, ödüllerinin çok büyük olacağını müjdelemektedir;[*]

Kur'an-ı Kerim insanı anlaşılmayan ve kapalı hiçbir tarafı bulunmayan açık ve sade bir inanç sistemi ile vicdan ve bilinç dünyasında en doğru yola iletir. Bu inanç sistemi insanın ruhunu kuruntuların ve saçmalıkların ağırlıklarından kurtarır. Çalışmaya ve yapıcılığa elverişli olan beşeri güçlerini serbest bırakır. Tam bir uyum ve ahenk içinde evrenin doğal yasaları ile insanın bünyesinde yer alan fıtri yasalar arasında bağlar oluşturur.

Kur'an insanın içi ile dışı, duyguları ile ahlâkı, inancı ile ameli arasında bir uyum sağlaması ile de onu en doğru yola iletir. Bir de bakmışsın ki, bütün bunlar çözülmez bir şekilde sağlam olan kulpa bağlanmıştır. Yeryüzünde oldukları halde, onları daha yükseklere doğru yönlendirmiştir. Bir de bakmışsın ki, insanın Allah rızasına yönelerek yaptığı her çalışma, hayatta kendisine kazanç ve yarar sağlayan bir çalışma da olsa, ibadete dönüşmüştür.

Kur'an-ı Kerim insanı, güç ile yükümlülük arasında sağladığı denge ile ibadetler dünyasında da en doğru yola iletir. Bu sistemde yükümlülükler ne insanoğlunu usandıracak ve ümitsizliğe itecek kadar ağırdır, ne de insanın içine rehavet ve vurdumduymazlığın çökmesine neden olabilecek kadar ucuz ve basittir. İtidal, orta yol ve insanın güç yitirme kapasitesi dışına çıkmaz.

Bununla beraber Kur'an-ı Kerim insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenlemede de en doğru yolu gösterir. Bireylerin ve eşlerin, hükümetlerin ve halkların devletlerin ve milletlerin ilişkilerini en güzel şekilde düzenler. Bütün bu ilişkileri arzulardan ve gönüllerden etkilenmeyen, sevgiye ve nefrete göre şekillenmeye şahsi çıkarlara ve menfaatlere göre farklılık göstermeyen köklü değişmez ilkeleri ölçüleri belirlemiştir. Bunlar her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan yüce Allah'ın belirlediği ilkelerdir. O yarattığı varlıkları daha iyi bilir. Her yerde ve her kuşakta kendileri için nelerin daha yararlı olduğunu en iyi bilendir. Bu nedenle idare düzeni, ekonomik düzen, sosyal düzen ve insanlık alemine yaraşır uluslararası ilişkiler düzeni konusunda insanlara en doğru yolu ancak o gösterebilir.

Bütün ilahi dinlerin oluşumunda ve bunların hepsinin birbirlerine bağlanmasında, kutsal değerlerine saygı gösterilmesi ve dokunulmaz kabul edilen olgularının korunmasında en sağlıklı yolu yine Kur'an gösteriyor. Bir de bakmışsın ki, insanlığın tamamı bütün ilahi inançlar konusunda tam bir barış ve uyum içindedir.

"İyi ameller işleyen mü'minlere kendilerini büyük bir ödülün beklediği müjdesini verir. Ahirete inanmayanlara gelince onlar için acıklı bir azap hazırladığımızı bildirir." İşte yapılan iş ile ona verilecek karşılık arasındaki en köklü ilke budur. İman ve iyi ameller üzerinde kuruyor binasını. "Amelsiz iman olmaz." İmansız amel de olmaz." Birincisi yarım kalmıştır. Tamamlanmamıştır. İkincisi ise kesiktir, kopuktur. Hiçbir dayanağı yoktur. İşte bu nedenle hayatın en doğru yola girmesi ancak iman, amelle birlikte olduğu zaman mümkündür. İnsan ancak bu ikisini beraber yerine getirerek bu Kur'an'ın gösterdiği yola girebilir.

Bu Kur'an'a uymayanlar ise, insanların arzu ve isteklerine boyun eğmişlerdir. Kendisine neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu bilmeyen, aceleci, peşinden gelen bir kötülüğün varlığını bilse dahi duygusal tepkilerini kontrol altına alamayacak kadar ihtiraslarına bağımlı insanın insafına bırakılmışlardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

10. Âhirete inanmayanlara ise gayet acı bir azap hazırladığımızı bildirir.
BÖLÜM 2
11. İnsan, bazen şerri, tıpkı hayrı istercesine ister. Pek acelecidir bu insan![*]

18. âyette dile getirilen dünyevileşmenin temelinde yatan zaaf. Kur’an şöyle der: “insanoğlu aceleci bir yaradılışa sahiptir” (21:37). Bu zaafa karşı Allah’ın muamelesi şöyledir: “eğer onların nimeti istemede acele ettikleri gibi Allah da insanlar için (hak ettikleri) cezayı vermede acele etseydi, onların sonunu getirecek hüküm hemen infaz edilirdi” (10:11). Bu kimseler, tehdit edildikleri feci akıbete meydan okuyan inkârcılardır. Sözün özü: İnsan aceleciliği yüzünden peşin felaketi vâdeli saadete tercih eder. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

12. Geceyi ve gündüzü iki ayet / gösterge yaptık, sonra gecenin göstergesini (karanlık olma şartını) kaldırdık[1*]. Gündüzün göstergesini aydınlatıcılık yaptık ki hem Rabbinizin lütfunu arayasınız hem de yılların sayısını ve hesabı bilesiniz[2*]. Biz her şeyi ayrıntılı olarak açıklamışızdır.

[1*] “Kaldırdık” diye tercüme edilen kelime mahv (المحو)'dır. Ayette gecenin göstergesinin kaldırıldığı söylenmektedir; ancak herkesin gecenin göstergesi saydığı karanlık, yaşadığımız bölgelerde her gece görülmeye devam eder. Yalnızca kutup bölgelerinde geceler kısmen karanlık ya da tamamen aydınlıktır. Öyleyse, ‘mahv’a “kısmen ya da tamamen kaldırmak” demek uygun düşer. Bu bilgi önemlidir; çünkü yaygın olarak gecenin göstergesi sayılan karanlık, belli bir enlemde birdenbire yok olmaz. 45 derece enlemden kutuplara doğru gittikçe, gecenin karanlık vakti kısalır. Yani gecenin göstergesi olan karanlık, 45 derece enlemden kutuplara doğru azar azar silinmiştir. Bu tedriciliğin dikkate alınması, Allah’ın kurduğu mizana uygun şekilde gece-gündüz dengesinin sağlanması ve doğru bir takvim yapılması için şarttır.

[2*] Gün içindeki vakitler ve Güneş takvimi Güneş’e göre; kamerî ay içindeki vakitler ve kamerî yıllar da Ay’a göre hesaplanır (Bakara 2/189, Yunus 10/5, Yasin 36/38-40, Rahman 55/5). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

13. Her insanın kuşunu[*] (amelini, uğurunu) kendi boynuna doladık. Kıyamet günü onun için, açılmış halde kendine ulaşacak bir kitap çıkarırız.

(kuşunu) yani amelini. -Bu konuda söylenecek olan şeyleri Neml sûresinde (47. âyetin tefsirinde) söyledik.- Süfyân b. ‘Uyeyne’den [v. 198/814] bu ifadenin tıpkı tāra le-hû sehmün (Oku çıkıp gitti.) ifadesi gibi bir kullanım olduğu rivayet edilmiştir. Bu durumda mâna, “Uçup giden amellerini ona bağladık, ilzam ettik.” şeklinde olup, “Kişinin ameli tıpkı bir kolyenin ya da zincirin boyna bağlanıp oradan ayrılmaz olduğu gibi, kendisine bağlıdır” anlamı kastedilmiştir. Arapların tekalledehâ tavka’l-hamâmeti (Güvercin gerdanlığı gibi onu boynuna bağladı) deyişleri ve el-mevtü fi’rrikāb (Ölüm boyunda asılıdır) deyişleri ve ve hâzâ ribkatün fî rakabetihî (Bu onun boynunda bir boyun bağıdır) deyişleri gibidir. Hasan-ı Basrî’den [v. 110/728], “Ey Ademoğlu! Önüne bir sayfa açtım, diriltildiğin zaman onu senin boynuna asacağım” dediği nakledilmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)

14. Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.[*]

Bu dünyada, gerek çevrenin olumsuz şartları, gerekse insanın birçok kötü arzu ve ihtirasları, onun kalp ve basîretini bağlayabilmekte, iyilik ve kötülükleri görmesini önleyebilmektedir. Buna karşılık, bu âyete göre, ahirette insan sözkonusu olumsuz âmillerden kurtulacağı için kendi hesabını bizzat kendisi yapacak, dünyadaki amellerinin değeri hakkında hüküm verecek ve kendisini ibrâ veya mahkûm edecek bir ruh olgunluğuna ulaşacaktır. (Diyanet Vakfı Tefsiri)

15. Kim yola gelirse kendisi için gelir, kim de yoldan çıkarsa kendi aleyhine çıkar. Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez. Biz bir resul / kitap göndermeden azap edecek değiliz.[*]

Böyle her insanın amelinin kendi boynuna takılmasının mânâsının özü daha fazla açıklanarak buyuruluyor ki: "Kim doğru yola gelirse, sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar..." İyi amma herkes hidayet ve sapıklığı nasıl belirlesin, denecek olursa, bu varsayılan soruya cevap olarak buyuruluyor ki: Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz. Peygamber gönderilince de hidayet ve sapıklık tebliğ edilmiş olur. Fakat onu kabul edip etmemek herkesin kendi boynuna, kendi iradesine bağlıdır. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

16. (Günaha dalmış) Bir yeri helak etmek istediğimizde oranın şımarıklarına (elçilerimizi göndererek) emirlerimizi ulaştırırız. Onlar tamamen yoldan çıkarlar. Artık helakin şartları oluşur, sonra orayı yerle bir ederiz.[*]

Ayeti kerime yüce Allah'ın şu yasasını yerleştiriyor: Bir millet yok oluşunun sebeplerine sarılıp, orada bozgunculuğun ele başları çoğalır da millet onları engellemez, yaptıklarına seyirci kalırsa, yüce Allah bu bozgunculuk önderlerini onların üzerine salar ve onları saptırırlar. Böylece sapıklık orada yaygınlaşır. Millet çözülür ve dağılır. Allah'ın yasası gerçekleşir. Yıkılış başlar ve o millet yok olur. Millet; bozgunluğa önderlik yapanları engellemediği, bozguncuların varlığına izin veren düzenlerini düzeltmediği için başına gelen felâketten bizzat kendisi sorumludur. Zaten bozguncuların bizzat bu varlıkları bile, yüce Allah'ın bu bozguncuları onların başına salmasının ve orada bozgunculuk yapmalarının nedenlerinden birisidir.

Eğer bu bozguncuların yollarını kesip, orada yayılmalarına izin vermeselerdi, yok olmayı hak etmezlerdi. Allah da onların başına orada sapıklık, bozgunculuk yapacak ve onları felâkete sürükleyecek kimseleri salmazdı.

Allah'ın iradesi insan hayatı için şaşmayan ilkeler ve değişmeyen yasalar belirlemiştir. Sebepler oluştuğunda peşinden sonuçlar gelir. Allah'ın iradesi yürürlüğe girer ve onun sözü yerine gelir. Yüce Allah, sapıklığı emretmez. Çünkü yüce Allah kötü şeyleri, hayasızlığı emretmez. Fakat bozguncu önderlerin sadece varlıkları bile o milletin yapısının sarsıldığının, çözülme yoluna girdiğinin ve Allah'ın takdirinin ona uygun bir ceza vereceğinin kanıtıdır. Zira bozguncu liderlerin varlığına ve yaşamına izin vermekle Allah'ın bu yasasının gerçekleşmesine neden olmuşlardır.

Buradaki irade, sebebi yaratan zoraki yönlendirmeyi ifade eden irade değildir. Bu sadece sonucun sebebe göre şekillenmesidir. Bundan kaçış mümkün değildir. Zira bu iş, yasanın gereği olarak böyle olmaktadır. Yoksa iş sapıklığa yöneltme şeklinde bir şey değildir. Bu sadece sapıklık önderlerinin varlığından kaynaklanan doğal sonucu, yani sapıklığı yaratmaktan ibarettir.

Buradan hareketle şu sonuca varabiliriz. Eğer bir toplum, bozuk sistemlerin yaptıklarına engel olmazsa bunun kaçınılmaz sonuçlarından sorumlu olur. Orada bulunan sapıklık önderlerinin bozgunculuğuna engel olmak bütün bir toplumun görevi olmalıdır ki, azgınlar orada bozgunculuk yapıp, Allah'ın sözünün gerçekleşmesine ve orayı yerle bir etmesine neden olmasın.

Bu yasa, Hz. Nuh'tan bu yana yaşayan tüm eski milletlerde asırlar boyu uygulana gelmiştir. Hangi millette günahlar çoğalmış, yayılmışsa, bu onları aynı acıklı sona götürmüştür. Yüce Allah kullarını günahlarından haberdardır ve görendir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

17. Nuh’tan bu yana Biz böyle nicelerini yok ettik! Çünkü kullarının günahlarını bütünüyle görüp haberdar olmakta senin Rabbin gibisi yoktur.
18. Kim sadece dünyayı[1*] isterse, istediğimiz kişiye gerek gördüğümüz kadarını[2*] bu dünyada çabucak verir, sonra ona cehennemi alçalmış ve terk edilmiş olarak kalacağı bir yurt yaparız.

[1*] Helal haram demeden bir an önce ele geçecek şeyler, dünya nimetleri (Bakara 2/200, Kıyamet 75/20-21).

[2*] Şâe (شاء ) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

19. Fakat ahiret hayatını[n güzelliğini] isteyen ve bunun için gösterilmesi gereken çabayı gösterenlere gelince, [gerçek] müminler bunlardır;[*] çabalarına [Allah katında] değer verilen kimseler de işte böyleleridir!

Allah’ın varlığına ve insanın O’na karşı sorumlu olduğuna inanmış olmak ahiret hayatının iyiliğini/güzelliğini gözetmek ve bunun için çaba sarf etmenin bir ön şartı olduğuna göre, bu anlam örgüsü içinde açıktır ki, “mümin” terimi, Allah’ın mutlak birliği ve biricikliği/eşsizliği-ortaksızlığı konusunda açık bir idrake ve ayrıca peygamberlere indirilen vahiyle insana teklif edilen doğru yol bilgisinin bile-isteye kabulüne işaret etmektedir. –Arapça metinde, bilindiği gibi, önceki cümlenin tamamı tekil kişi zamiriyle ifade edilmiştir (“isteyen ... ve çaba gösteren ... ve mümindir” gibi): fakat çoğul olarak ifade edilen sonraki cümleciği gözönüne alarak, Arapça kullanıma da uygun bir şekilde buradaki zamirleri çoğul olarak aktarmak daha yerinde olacaktır. (Muhammed Esed Tefsiri)

20. Rabbinin lütfundan her birine; (dünyayı isteyenlere de, ahireti isteyenlere de) veririz. Rabbinin lütfu (kimseden) kısıtlanmış değildir (kim ne isterse ve ne için çalışırsa karşılığını alır.)
21. Bir baksana, insanları dünyada nasıl birbirinden üstün kıldık. Oysa ahiretin dereceleri daha büyük olduğu gibi, aralarındaki üstünlük farkları daha geniş çaplıdır.[*]

Yeryüzünün alanı dardır. Bir kara parçası olarak dünya sınırlıdır. Buna rağmen yeryüzünde yaşayan insanlar, şartları, imkânları, hedefleri ve amelleri açısından birbirinden çok farklıdırlar. Alabildiğine geniş ve alabildiğine uzun bir zamanı kapsayan, yani dünyanın bütünü ile yanında bir sinek kanadı kadar değeri bulunmayan ahirette onların aralarındaki farklar nasıl olur acaba?

Gerçekten farklı olmak isteyen, büyük üstünlükler elde etmek isteyen, bunların geniş bir alana ve geniş bir zamana sahip olan, Allah'dan başkasının sınırlarını bilemediği ahirette olduğunu bilmelidir. Dileyen yarışçılar, bu konuda yarışsınlar. Basit, değersiz dünya malı konusunda değil!.. (Seyyid Kutub Tefsiri)

22. Allah ile birlikte başka bir ilâh edinme! Yoksa kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsın.[*]

Bu şirkin yasaklanması ve akıbetinden sakındırılmasıdır. Aslında emir geneldir. Yalnız burada birey tek başına muhatab alınıyor ki, herkes bu emrin kendisine yöneltilen bir emir olduğunun, kendi şahsına yöneltildiğinin bilincine varsın. İnanç kişisel bir sorundur. Herkes bizzat kendisi ondan sorumludur. Tevhid inancından sapar herkesi bekleyen akıbeti ise, daha önce işlediği kötü fiillerden dolayı "oturması" ve "kınanması"dır. Kınanmış durumda otura kalmasıdır. Yardımcısız bırakılmasıdır. Allah'ın yardım etmediği kimsenin çok yardımcısı olsa da yalnız kalmış demektir. "Otura kalırsın" sözcüğü, kınanan ve yalnız bırakılan adamın halini tasvir ediyor. Yalnızlık kendisini kuşattığı için oturmuştur. Bu ifade aynı zamanda acizliğini zayıflığını da ortaya koymaktadır. Çünkü bu şekildeki bir hal, insanın en zayıf halidir. Acizlik ve yerine çakılıp kalmanın en güzel tasviridir. Bu aynı zamanda onların bu yalnızlık ve itilmişlik hallerinin sürekliliğine işaret etmektedir. Zira oturuş; hareket ve durum değişikliğini çağrıştırmaz. Öyleyse bu söz, özellikle burası için seçilmiş bir sözdür. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 3
23. Zira senin Rabbin, başkasına değil yalnızca kendisine kulluk etmenizi emreder. Bir de ana babaya iyilik etmeyi... Eğer onlardan biri ya da ikisi senin yanındayken yaşlanırsa, sakın onlara "Üf!" bile deme ve onları azarlama! Aksine onlara gönül okşayıcı şeyler söyle![*]

Bu, şirkin yasaklanmasından sonra gelen ve yalnız Allah'a kul olmayı gerektiren bir emirdir. Yargı, hüküm biçiminde verilmiş bir emir. Bu, kesin bir hüküm kadar kesinlik ifade eden bir emirdir. "Hükme bağladı" sözcüğü bu emre bir pekiştirme anlamı katmaktadır, olumsuzluk ve istisna ifade eden "ancak" diye ifadesini bulan sınırlamayı da buna ilave etmeliyiz. "Yalnız kendisine kulluk yapın, başkasına değil." Böylece görülüyor ki, ifadenin tüm atmosferi pekiştirme ve sağlamlaştırma ile kuşatılmıştır.

Böylece ilke belirlendikten ve temel atıldıktan sonra bireysel ve toplumsal yükümlülükler geliyor. Artık bu yükümlülüklerin Allah'ın birliği, inancından kaynaklanan sağlam bir temelleri vardır. Bu da yükümlülüklerin ve çalışmaların etkenlerini ve hedeflerini birleştirir.

İnanç bağından sonra gelen ilk bağ aile bağıdır. İşte bu nedenle surenin akışı içinde anne-babaya iyilik, Allah'a kulluğa bağlanmaktadır. Bu da söz konusu iyiliğin Allah katındaki değerini ortaya koymaktadır.

"Anne-babana karşı nazik davranmanızı kesin hükme bağladı." (Seyyid Kutub Tefsiri)

24. Şefkatle, tevazu Alçak gönüllülük. ile onlara kol kanat ger ve şöyle dua et: "Ya Rabbî, onlar küçüklüğümde nasıl beni ihtimamla Özen, özenme, dikkatli davranma, itina. yetiştirdilerse, ona mükâfat olarak Sen de onlara merhamet buyur!"[*]

İşte Kur'an-ı Kerim gönülleri rahatlatan ifadelerle ve yüklü tablolarla çocukların kalplerinde iyilik ve merhamet duygularını coşturmaya çalıştırmaktadır. Çünkü hayat, kendi yolunda harekete iter. Herkesi hayattan daha fazla pay almaya sürükler. Onların en güçlü arzularını hep ileriye, çocuklarına, yeni yetişen kuşağa doğru yöneltir. Onlar çok az arzularını, geriye anne-babaya, geçmiş hayata, geçip-giden kuşağa yöneltirler. İşte bu nedenle çocukların geriye doğru duygulanmaları için, onların vicdanlarının güçlü bir şekilde coşturulması, annelere ve babalara yöneltilmesi gerekir.

Anne ve baba doğuştan gelen duygularla, çocuklarını korumaya yöneltilmiş bulunmaktadırlar. Onlar her şeylerini, hatta hayatlarını çocukları yolunda feda etmeye yatkın biçimde yaratılmışlardır. Tohumdan çıkan fidanın tohum tanesindeki bütün gıda maddelerini emerek onu kapak haline getirdiği, bir civcivin yumurtanın içindeki bütün gıdaları yiyerek onu bir kabuktan ibaret bıraktığı gibi çocuklar da anne-babalarının güzel nimetlerini, çabalarını, sağlıklarını ve bütün enerjilerini emerek onları -eğer ömürleri vefa ederse- düşkün ihtiyarlar haline getirirler. Buna rağmen yine de anne ve baba hallerinden mutludurlar.

Çocuklar ise, bunların hepsini çok çabuk unuturlar, ileriye dönük rollerini yerine getirmeye koşarlar. Eşlerine ve çocuklarına yönelirler. Böylece hayatın akışı devam eder.

İşte bu nedenle anne-babaların çocuklarına iyi davranmaları için özel bir övgüye ihtiyaçları yoktur. Bu konuda vicdanları sağlam bir şekilde coşturulması gerekenler çocuklardır. Onlara hatırlatılmalıdır ki, kuru bir ceset haline dönene kadar bütün enerjilerini ve imkânlarını, onlar için harcayan kuşağa karşı görevlerini hatırlasınlar!

Burada anne-babaya iyilik emri, pekiştirilmiş bir emir anlamı taşıyan, Allah tarafından belirlenmiş bir hüküm şeklinde veriliyor. Bundan daha önce ise, Allah'a kulluk yapılması pekiştirilmiş bir biçimde verilmişti.

Surenin akışı, havayı en ince gölgelerle gölgelendirmeyi, vicdanı; çocukluk hatıraları, sevgi, merhamet ve acıma duyguları ile coşturmaya başlıyor. "Eğer anne-babandan biri ya da ikisi yanında yaşlılık çağına ererlerse." Büyüklüğün kendisine özgü bir saygınlığı vardır. Büyüklüğün zayıflığı ise çok anlamlı bir olgudur. "Yanında" sözcüğü yaşlılık ve zayıflık dönemindeki sığınmayı ve himayesiné girmeyi dile getirmektedir.

"Sakın onlara "öf be, bıktım senden" deme, onları azarlama." İşte, bu, korumanın ve onlara karşı edebini takınmanın ilk şartıdır. Böylece evlâdın sıkıcı ve üzücü hareketlerden sakınması, aşağılama ve edepsizlik olarak değerlendirilebilecek tutumlardan uzaklaşması sağlanmış olmaktadır. "Onlara tatlı ve saygılı sözler söyle." Bu ise yapıcılığı açısından daha etkili bir tavırdır. Onlara karşı konuşması, saygı ve hürmeti çağrıştırmaktadır. Onlara karşı besleyeceğin acıma duygusunun etkisi ve önlerinde alçak gönüllülük kanatlarını indir." Burada ifade daha berraklaşıyor. Ve daha yumuşuyor. Kalbin ortasına ve vicdanın her tarafına ulaşıyor. Bu, gözlerini dahi kaldırıp bakmayan ve hiçbir dediğini iki yapmayan bağlılığı andıran merhametin incelen ve yumuşayan şeklidir. Burada sanki, boyun eğmenin kanadı vardır. Onu geriyor. Barışı, huzuru ve teslimiyeti simgeliyor bu kanat geriş: "Ey Rabbim, onlar küçükken beni nasıl büyüttüler ise, sen de öyle merhamet et" de. Bu evlâdın, annesi ve babası tarafından korunduğu güçsüz çocukluk günlerini hatırlamasıdır. Şimdi anne-baba aynı kendisinin çocukluk günleri gibi zayıf, korunmaya ve şefkate muhtaç durumdadır. Burada çocuk durup onlara merhamet etmesi için Allah'a yöneliyor. Çünkü Allah'ın rahmeti geniştir, koruması daha kapsamlıdır, Allah'ın himayesi daha boldur. Onlar kanlarını ve yüreklerini bu yolda harcadıkları için yüce Allah onlara, evlâdın gücünün yetmediği şeylerle ödüllendirebilir.

Hafız Ebu Bekir Bezzar kendi -rivayet zinciri ile- Bureyde'den o da babasından rivayet ediyor ki, "Bir adam Hac'da annesini sırtına almış Kâbe'yi tavaf ettiriyordu. " Bu arada Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Onun hakkını ödeyebildin mi?" diye sordu. Peygamberimize "Hayır hamileyken aldığı bir nefesin hakkını daha ödeyemedin" buyurdu. (Seyyid Kutub Tefsiri)

25. İçinizde ne var, Rabbiniz, sizden daha iyi bilir. Düzgün ve temiz kişiler olursanız şüphe yok ki o, tövbe edip hakka dönenlerin suçlarını örter.[*]

“Gönlünüzdekileri” yani ana-babaya iyilik etme ve onlara gösterilmesi gereken saygı ve tazimi gösterme yönünde içinizde olanı. “Sâlihlerden olursanız” iyiliği ve sâlih olmayı hedeflerseniz, sonra da kızgınlık anında ya da insanın elinde olmayan daralma durumlarında bu konuda bir kusur işlerseniz veya da dindarlık kaygısıyla hareket edip onlara eziyet edecek bir şey yaparsanız, ardından da Allah’a tövbe eder bu günahınızdan istiğfarda bulunursanız, Allah “kendisine dönen” tövbekârları elbette bağışlayıcıdır. Sa‘îd b. Cübeyr’den [v. 94/713] “Bu, kişinin ana-babasına sadece hayır amacıyla gösterdiği kızgınlık hakkındadır.” görüşü nakledilmiştir. Sa‘îd b. el-Müseyyeb’in ise, “Evvâb, her günah işlediğinde derhal tövbe eden kimsedir.” dediği nakledilmiştir. Bu ifadenin insanın akabinde tövbe ettiği her kusur ve günahını kapsaması da mümkündür. Bu durumda ebeveynine karşı kusur işleyip de hemen tövbe eden kimse de bu kapsama girer; çünkü bu kişi de günahın hemen ardından tövbe etmiş olmaktadır. (Zemahşeri Tefsiri)

26. Akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver. Ama gereksiz yere saçıp savurma![*]

Kur'an'ı Kerim'in akrabanın, yoksulların, yolda kalmışların, imkânları olanlar üzerinde bir hakkı olduğunu ve insanın boynuna borç bir yardım türü olarak kabul ettiğini anlıyoruz. Bu bir insanın başka birine lütfen yaptığı bir yardım değildir. Bu, Allah'ın farz kıldığı, belirlediği kulluk ve tevhid ilkesiyle birlikte ele aldığı bir haktır. Mükellefin vermekle kendi görevini yaparak kendisini kurtardığı, o sadece Allah'ın kendisine farz kıldığı bir görevi yerine getirmesine rağmen kendisi ile yardımı alan arasında bir sevgi ortamı oluşturan bir haktır.

Kur'an saçıp savurmayı yasaklıyor. Saçıp savurma (İbn-i Mes'ud ve İbn-i Abbas'ın da açıkladığı gibi) "doğru olmayan yerlere harcamada bulunmaktır." Mücahid der ki: Bir insan malının hepsini Allah yolunda harcasa, "saçıp savurmuş" olmaz. Bir avuç dahi doğru olmayan yerlere harcasa "saçıp savurmuş"lardan olur. (Seyyid Kutub Tefsiri)

27. Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleri olurlar. Ve şeytan, kendi Rabbine nankörlük etmiştir.[*]

Demek ki, saçıp-savurmanın az veya çok harcama ile ilgisi yoktur. Harcamanın yapıldığı yerle ilgisi vardır. İşte bu nedenle saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşi olmuşlardır. Zira onlar boş yerlere harcama yaparken, kötü şeylere de harcama yaparken günahta harcama yaparlar. İşte onlar şeytanın dostları ve arkadaşlarıdırlar: "Şeytan Rabbine karşı çok nankördür." Nimetin hakkını vermez. Saçıp-savuran kardeşleri de nimetin hakkını ödemezler. Nimetin hakkı, haddi aşmadan ve saçıp savurmadan onu Allah'a itaat etmek amacıyla hakların korunması uğrunda harcamaktır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

28. Eğer elinin dar olması sebebiyle Rabbinden umduğun bir lütfu, bir imkânı beklerken o hak sahiplerine şimdilik ilgi gösteremiyorsan, hiç değilse onlara gönül alıcı bir şeyler söyle.[*]

Eğer bir insan akrabanın, yoksulların ve yolda kalmışların hakkını ödeyecek bir imkân bulamıyor ve onlarla yüzyüze gelmekten utanıyorsa, Allah'a yönelsin, hem kendisine hem de onlara rızık göndermesini O'ndan dilemelidir. Kendilerini rahata, bolluğa çıkarmasını dilemelidir. Onlara yumuşak söz söylemelidir. Onların gelişi ile canını sıkmamalıdır. Onları kendi hallerine bırakıp susmamalı ve onların gelişiyle sıkıldığı imajını vermemelidir. Hoş ve tatlı bir söz bunun yerine geçer, umut verici ve güzel olur. (Seyyid Kutub Tefsiri)

29. Elini sıkıp boynuna bağlama (cimri olma) onu büsbütün de açma; sonra kınanmış ve eli boş kalırsın.[*]

Denge İslâm yolunun en büyük ilkelerinden biridir. Aşırı gitmek de, ihmal etmek gibi dengeyi bozar. Burada ifade ki, tasvir metoduna göre şekillenmiştir. Buna göre cimrilik elleri boynuna bağlı bir insan olarak tasvir ediliyor. Savurganlık ise, hiçbir şey tutmayan sonuna kadar açılmış bir el olarak gösteriliyor. Cimriliğin sonu da savurganlığın sonu da bir oturuş şeklinde veriliyor. "Kınanmış ve yorgun düşmüş" bir insanın oturuşu. Ayette geçen "Hasir" kelimesi sözlükte "yürüyemez hale düşmüş, zayıflığından ve acizliğinden durup dinlenen hayvan" demektir. Cimrinin hali de böyle. Cimriliği, onu öyle bir yorgun düşürür ki, takattan düşürür, durup dinlenmek zorunda bırakır. Savurganın durumu da farklı değildir. Onun bu savurganlığı kendisini yorgun düşmüş hayvanın durumu gibi bir duruma getirir. Her iki halde de kınanmış,pişman olmuştur. Cimrilikte de, savurganlıkta da... Demek ki, işlerin en hayırlısı orta olanıdır.

Bu orta yol önerilip emredildikten sonra rızık verenin Allah olduğu, rızkı genişletip bollaştıranın O olduğu gibi, daraltıp kısanın da O olduğu belirtiliyor. Harcamada orta yolu emredenin de rızkı verenin de kendisi olduğu açıklanıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

30. Rabbin, tercih ettiği[*] kişi için rızkı genişletir de daraltır da. Şüphesiz o, kullarının durumundan haberdar olan ve her şeyi görendir.

Şâe (شاء) fiili ile ilgili detaylı bilgi için bkz İsra 17/18. ayetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 4
31. Geçim endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin! Onları da sizi de rızıklandıran biziz. Şüphesiz ki onları öldürmek, büyük bir günahtır.[*]

İnanç sisteminde baş gösteren bozukluk, toplumun pratik hayatında da etkisini gösterir. Bu sapma ve bozulma sadece inanç bozukluğu ve ibadet niteliği taşıyan ayinlerle sınırlı kalmaz. Duyguların sağlıklı biçimde işlemesi ve yanlış algılamadan kurtulması sosyal hayatın da düzelip sağlıklı biçimde işlemesi ve yanlış algılamadan inanç sisteminin doğruluğundan kaynaklanır. Kızların diri olarak toprağa gömülmesi örneği insanın sosyal hayatı ve pratiğinde inancın etkilerini en açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu örnek gösteriyor ki, hayatın inançtan etkilenmemesi mümkün değildir. İnancın da hayattan kopuk biçimde yaşaması düşünülemez.

Şimdi de biz burada Kur'an-ı Kerim'in hayret verici ifade inceliklerini dile getiren bir örnek üzerinde kısaca durmak istiyoruz.

Burada çocukların rızkı babalarının rızkından önce gelmektedir. "Onların da sizin de rızkını veren biziz." En'am suresinde ise babaların rızkı çocukların rızkından önce gelmekteydi. "Sizinde onların da rızkını veren biziz. (En'am Suresi 151)

Bu ifadelerin bu şekilde verilmesinin sebebi her iki ayetin anlamlarındaki bir diğer farklılıktan kaynaklanmaktadır. Önce ayetlere bakalım:

"Yoksulluk kaygısıyla evlâtlarınızı öldürmeyiniz, onların da sizin de rızkını veren biziz."

Diğer ayet ise şudur:

"Yoksulluktan evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Sizin de onların da rızkını veren biziz."

Bu surede çocuklar fakirliğe sebep oldukları için öldürülmüşlerdir. Bu nedenle onların rızkı ayette öne alınmıştır. En'am suresinde ise, onların öldürülüşü babalarının bilfiil fakir olmaları nedeniyle olduğundan, babalarının rızkı öne alınmıştır. Dolayısıyla rızıkların ileriye-geriye alınışı her iki yerde de ifadelerin anlamlarına göre uygun yere yerleştirilmiştir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

32. Zinaya yaklaşmayın.[*] Çünkü o iğrenç bir iştir; yol olarak da çok kötüdür.

Çocukların öldürülüşü ile zina arasında bir ilişki, bir bağ vardır. Zaten zina yasağı çocukların öldürülmesi yasağıyla haksız yere adam öldür ne yasağı arasına yerleştirilmiştir. Bu yerleştirmenin nedeni de aynı ilgi ve aynı bağdan kaynaklanmaktadır.

Hiç şüphesiz zina da birçok açıdan bir öldürme çeşididir. Her şeyden önce zina hayat özünün kendi asıl yerinden başka tarafa akıtılmasıyla bir öldürmedir. Zinadan hemen sonra onun yükümlülüklerinden kurtulmaya çalışma isteği harekete geçer. Bu da ana rahmindeki ceninin şekillenmeden önce veya şekil aldıktan sonra, doğmadan önce veya doğduktan sonra öldürülmesi şeklinde bir cinayete neden olmaktadır. Eğer ana rahmindeki bu çocuk hayata terkedilirse, genellikle kötü bir hayata veya aşağılanmış bir hayata terkedilmektedir. Bu ise, toplumda herhangi bir şekilde bir hayatın kayboluşudur. Zina bir başka açıdan da öldürme sayılır. Zina, içinde yaygınlık kazandığı toplumu öldürür. Soylar kaybolur, kanlar karışır. Namus ve çocuk konusundaki güven yitirilir. Toplumsal çöküntü başlar. Bütün bağlar kopar. Diğer toplumlar arasında ölümü andıran bir sonuçla karşı karşıya gelir.

Zina bir diğer anlamda da toplum için ölümdür. Zina insanların gayri meşru yoldan kolay bir şekilde şehevi duygularını tatmin etmelerine yolaçar ve evlilik hayatını zorunlu olmayan saçma bir hayata dönüştürür. Aileyi gerekli olmayan bir yük olarak algılama sonucunu doğurur. Halbuki aile yeni yetişen nesil için en güzel yuvadır. Yeni neslin sağlıklı bir yapıya ve sağlıklı bir eğitime kavuşması ailesiz düşünülemez.

Kur'an-ı Kerim zinaya yaklaşmaktan dahi sakındırmaktadır. Bu ise, ondan kaçınmayı abartmak içindir. Çünkü zinayı güçlü bir şehvet duygusu körüklemektedir. Bu nedenle ona yaklaşmaktan kaçınmak daha garantili bir önlemdir. Zina onun sebepleri vasıtasıyla kendisine yaklaşıldığında artık bir güvence kalmamış demektir.

Bu nedenle İslâm, zinaya iten sebeplerin yolunu keser. Böylece zinaya düşülmesini engeller. Zorunlu şartlar dışında kadınlı-erkekli karma bir hayatı hoş görmez. Kadın ve erkeğin başbaşa kalmasını engeller. Kadının süsler takarak açılıp-saçılmasını yasaklar. Gücü yetenlerin evlenmesini teşvik eder. Gücü yetmeyenlerin ise oruç tutmalarını öğütler. Evliliğe engel olan mehirlerin pahalılığı gibi, zor şartları hoş karşılamaz. Çocukların fakirliğe ve yoksulluğa yolaçacağı endişesini ortadan kaldırır. Namuslarını korumak amacıyla evlenmek isteyenlere yardımcı olmaya teşvik eder. Bütün bunlara rağmen zina suçu meydana gelmişse, en ağır cezayı uygular. Namuslu, hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlara zina iftirasında bulunmaya da en ağır cezayı uygular. İslâm, toplumu gerileme ve çözülmeden korumak için daha buna benzer pek çok koruyucu ve tedavi edici önlemler almıştır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

33. Haklı sebeple olması dışında[1*], Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın. Kim haksız yere öldürülürse onun en yakınına yetki vermişizdir. O da katili öldürme işinde aşırıya kaçmasın[2*]. (Verilen bu yetkiyle[3*]) o, gerekli yardımı görmüştür.

[1*] Adam öldürmenin meşru olduğu durumlar, savaş (Bakara 2/190), kısas (Bakara 2/178-179, İsra 17/33) ve terör suçu işleyenlerden bir kısmına verilen ceza (Maide 5/33) ile sınırlıdır.

[2*] İnfazı mahkeme kararıyla bizzat maktulün velisi (en yakınlarından biri) yapar. Eziyet ederek öldürmek ya da katilden başkasını da öldürmeye çalışmak, öldürme işinde aşırı gitmek olur.

[3*] Buradaki yetki, kısas yetkisidir. Kısas, işlenen suç ile verilen ceza arasındaki denkliği ifade eder. Mahkemede suçu sabit olduktan sonra katil, öldürülen kişinin velisi tarafından öldürülür. Veli isterse katili affetme hakkına da sahiptir. Affetmesi Allah tarafından teşvik edilmiştir (Bakara 2/178). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

34. Yetimin malına da yaklaşmayın. Ancak rüşdüne (yaşına) erişinceye kadar en güzel şekilde (malını koruyup çoğaltmak için) yaklaşabilirsiniz.[1*] Bir de ahdi (yapılan sözleşmeyi) yerine getirin, çünkü verdiği sözden cayan (kıyamet günü) sorumludur.[2*]

[1*] İslâm, müslümanın kanını, namusunu ve malını koruma altına almıştır. Çünkü Allah'ın elçisi Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- buyuruyor ki: Müslümanın kanı, namusu ve malı müslümana haramdır. (Bu hadisi Malik, Buhari, Müslim Ebu Davud ve Tirmizi kitaplarına almışlardır.) Bu arada yetim malı üzerinde daha bir önemle duruluyor ve ona yaklaşılması kesin biçimde yasaklanıyor. Daha güzel hale getirmek amacıyla yaklaşma hariç tabii. Çünkü yetim, malını idare etmekten acizdir. Onu koruma gücünden de yoksundur. İslâm toplumu yetimi ve malını, gücünü elde edinceye, aklı erinceye, malını idare edip onu koruyacak güce gelinceye kadar korumakla yükümlüdür. Bu emirler ve yasaklara dikkat edersek görürüz ki, en bireysel konularla ilgili emirler ve yasaklar tekil ifadelerle verilmiştir. Toplumu ilgilendiren konularla ilgili emirler ve yasaklar ise çoğul şeklinde verilmiştir. Anne-babaya iyilik yapma, akrabaya yoksula ve yolda kalmışa malı yardımda bulunma, saçıp-savurmama, orta yolu izleyerek cimriliğe ve savurganlığa düşmeden infakta bulunma, sağlam biçimde öğrenme, böbürlenme ve büyüklük taslama yasağı ile ilgili emirler veya yasaklar tekil biçimde ifade edilmişlerdir. Zira bu konuların bireysel bir nitelikleri bulunmaktadır. Çocukları öldürme, zina, haksız yere adam öldürme yasakları ile yetimin malını koruma, sözünde durma, ölçüyü ve tartıyı doğru tutmaya ilişkin emirler ve yasaklar ise, çoğul biçimde verilmişlerdir. Zira bu konuların hepsi toplumsal bir nitelik taşımaktadır.

İşte bu nedenle daha güzelini kazandırma niyeti dışında yetim malına, yaklaşma yasağı çoğul olarak ifade edilmiştir. Tâ ki, toplumun tamamı yetimden ve malından sorumlu olsun. Bu toplum olması nedeniyle ona yüklenmiş bir görevdir.

[2*] Yüce Allah verdiği sözlerden insanı sorguya çekecek onu bozup yerine getirmeyenleri hesaba çekecektir.

İslâm, antlaşmaya bağlı kalmaya önem vermiş ve bu konuda kesin emirler vermiştir. Zira antlaşmaya bağlılık bireyin vicdanında ve toplumun hayatında dürüstlüğün, güvenin ve temizliğin kaynağıdır. Antlaşmaya bağlılık Kur'an-ı Kerimde ve hadiste çeşitli şekillerde ele alınmış ve işlenmiştir. Bu konuda Allah'la yapılan antlaşmayla kullar arasındaki antlaşma arasında fark yoktur. Bireyin antlaşması, toplumun antlaşması ve devletin antlaşması birdir. Yöneten ve yönetilenin antlaşması da aynıdır. İslâm, tarihi realitesinde antlaşmalara bağlılık hususunda öyle yüksek bir hedefe ulaşmıştır ki, insanlık ancak İslâmın gölgesinde bu yüksek dereceye ulaşabilmişlerdir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

35. Ölçtüğünüz zaman dürüst olun, tam ölçün. Doğru terazi ile tartın. Bu hem ticaretiniz için daha hayırlı, hem de âkıbet yönünden daha güzeldir.
36. Bilmediğin bir şeyin ardına körü körüne düşme,[1*] çünkü işitme, görme duyusu ve beyin, hepsi ondan sorumludur.[2*]

[1*] La takfu, “peşine düşme, ardınca gitme” anlamına (Ferrâ). İz sürücülük sanatına kıyâfe, bu işin uzmanına da kâif denilirdi. Bir önceki âyetle birlikte düşünüldüğünde yanlış ölçme ve değerlendirmenin yetersiz ya da yanlış bilgiden kaynaklandığını açıklayan bir ifade. Alternatif bir anlamı da şudur: “Bilmediğin bir konuda konuşma!”

[2*] Burada, “peşinden gitme” eyleminin bir sonuç olduğu, bunun öznesinin ise gözlem, bilgi ve bütün bunları ölçüp değerlendiren ve burada “akleden kalbe” karşılık gelen “gönül” olduğu dile getirilmektedir. Bunların sorguya çekilmesi, hesap gününde sahibi hakkında şahitlik yapacak olmasıdır ki, kulak ve gözlerin şahitliği Fussilet 22’de açıkça dile getirilir. Yine Kur’an diğer organların şahitliğinden de söz eder (24:24; 36:65). Âyetteki “gönlün sorumluluğu” ile Bakara 283’teki “kalbin günahkârlığı” arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Bütün bunlar, insan eyleminin çıkış noktasının tasavvur ve akıl oluşuyla açıklanabilir. Dolayısıyla sapmış bir eylemi düzeltmek, o eylemin merkezini düzeltmekten geçmektedir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

37. Yeryüzünde kibirlenerek yürüme; çünkü ne yeri yarabilirsin, ne de boyun dağlara erer, onlara erişebilirsin.[*]

İnsan, kalbini bütün kullarına egemen olan yaratıcı bilincinden boşalttığı zaman elindeki serveti, iktidarı, kuvveti veya güzelliğiyle övünme. Böbürlenme hissine kapılır. Eğer elindeki tüm nimetlerin Allah tarafından kendisine verildiğini, Allah'ın gücü karşısında çok zayıf olduğunu hatırlayıp anlayacak olsa büyüklük taslaması söner, böbürlenmesi iner. Yeryüzünde şaşkın ve şımarmış bir şekilde değil, olgun bir şekilde gezinmeye başlar.

Kur'an-ı Kerim bu kendini beğenmiş, üstünlük taslayan, gururlu insanı zayıflığı, acizliği ve basitliğiyle yüz yüze getirir. "Sen ne yeri delebilirsin, ve ne de dağlar kadar yükselebilirsin."

İnsan bedeni itibariyle çok zayıf, çok cılızdır. Allah'ın yaratmış olduğu büyük kütlelere ulaşamaz. O ancak Allah'ın kuvvetiyle güçlüdür. Allah'ın ona verdiği üstünlük sıfatıyla üstündür. Allah'ın kendisine üflediği soluk ile onurludur. İnsan ancak bu ruh vasıtasıyla Allah'la iletişim kurabilir. O'nun gözetimi altında olduğunu hissedebilir ve ancak bu şekilde O'nu unutmayabilir.

Kur'an'ın kendisine çağırmış olduğu kibir ve böbürlenmenin ortadan kaldırılmasıyla oluşacak, alçak gönüllülük ve olgunluk insanın Allah'a karşı ve insanlara karşı edebini takınması ile gerçekleşecektir. Bu hem psikolojik ve hem de sosyal bir edeptir. Ancak kalbi dar, uğraşıları basit olan kof insanlar, bu edebi bırakıp böbürlenmeye ve kendini beğenmeye saplanabilirler. Böyle kimselerin şımardığından ve nimetini inkâr ettiğinden dolayı Allah'ın sevmediği gibi, kabardığı ve üstünlük tasladığı için de insanlar sevmezler. (Seyyid Kutub Tefsiri)

38. Bütün bu sayılanların kötü olanları, Rabbin katında çirkin görülmüştür.
39. Bunlar, Rabbinin sana vahiy yoluyla bildirdiği bazı hikmetlerdendir. Allah ile birlikte başka bir ilâh edinme! Sonra kınanmış ve Allah`ın rahmetinden kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.
40. Rabbiniz erkek çocukları size özel kıldı da, kendisine melekleri kız çocuğu mu edindi?[*] Gerçekten, siz çok büyük söz söylüyorsunuz.

Lafzen, “meleklerden dişiler/kızlar mı edindi?”: Meleklerin Allah’ın kızları (bir tür tanrıçalar) olduğu yolundaki İslam öncesi çağların Arap inancını îma eden bir ifade. Müşrik Arapların bir taraftan kız çocuklarını hor görürken, diğer taraftan onları kendilerine değil de Allah’a, yüce tutulması gereken bir varlığa yakıştırmalarındaki çelişkiye dikkat çekiliyor olmalı (karş. 16:57-59 ve ilgili notlar). Bu belagat gereği soru, en geniş anlamıyla, Allah’ın uluhiyetinin bir başka varlığa yansıtılabilmesindeki, ya da bir başka varlıkla paylaştırılabilmesindeki saçmalığı, tutarsızlığı ortaya koyuyor (karş. 6:100-101). (Muhammed Esed Tefsiri)

BÖLÜM 5
41. Biz, onların akıllarını başlarına toplamaları için bu Kur’an’da (çeşitli ikaz ve ihtarları) türlü şekillerde tekrar ettik. Fakat bu, onlara, daha da kaçıp uzaklaşmaktan başka bir şey sağlamıyor.
42. Ey Muhammed de ki; "Eğer müşriklerin dedikleri gibi evrende Allah’ın yanısıra başka ilahlar olsaydı, bu ilahlar Arş’ın ve kesin egemenliğin sahibi olan Allah ile boy ölçüşmenin yolunu ararlardı.[*]

‘Arş terimi (lafzen, “taht” yahut, daha uygun bir ifadeyle “kudret makamı”) Kur’an’da Allah’ın var olan her şey üzerindeki mutlak hakimiyetini ifade için kullanılmaktadır; bunun içindir ki, zu’l-‘arş tabiri en yakın bir ifadeyle “Topyekün egemenliği elinde tutan” şeklinde aktarılabilir. Öte yandan, bu ayetin işaret ettiği anlam konusunda müfessirler bütünüyle hemfikir değildirler. Bazıları ayeti, “Eğer Allah’tan başka tanrılar var olsaydı, bunlar Allah’ı âlem üzerindeki kudret ve iktidarından kısmen ya da tamamen yoksun bırakmaya çalışırlar ve böylece âlemde bir kaosa, kargaşaya yol açarlardı” şeklinde açıklamışlardır. En başta Taberî ve İbni Kesîr olmak üzere bazıları ise, biraz karmaşık da olsa, daha iyi bir yorumda bulunmuşlardır. Allah’tan başka tanrılar ya da tanrısal güçlerin varlığına inanan kimselerin bu varlıkları ya da güçleri yalnızca Allah’la insanlar arasında aracılar olarak gördükleri yolundaki meşrulaştırıcı faraziyeden yola çıkarak bu müfessirler demişlerdir ki, eğer bu sözde tanrısal yahut yarı-tanrısal “aracılar” gerçekten var olsalardı, bu durum açıkça onların birer aracıdan başka bir şey olmamaları nedeniyle, Allah’ı mutlak ve müte‘âl varlık olarak tanıdıkları anlamına gelirdi ki bu da kendilerinin gerçekte herhangi bir kudrete sahip olmadıklarını ve son tahlilde bütünüyle O’na bağlı, O’na bağımlı olduklarını kabul etmek demektir; bağımlı oldukları, herhangi bir kudretten yoksun oldukları böylece aşikar olan bu hayal ürünü “aracıların”, hangi mahiyette olursa olsun, herhangi bir tanrısal nitelikten de yoksun oldukları ortadadır. Hal böyle olunca, artık insan için doğrudan doğruya Allah’a, o her şeye gücü yeten, her şeyi görüp işiten Tek İlah’a yönelmesi ve herhangi bir aracıya ihtiyaç duymaması çok daha makul, çok daha onurlu değil midir? (Muhammed Esed Tefsiri)

43. Allah onların, iddialarından münezzehtir Temiz, arı. Uzak. , son derece yücedir, uludur."
44. Yedi gök ile yer ve onların içinde yer alan her şey O'nun noksan sıfatlardan uzak olduğunu hatırlatmaktadır. Ayrıca kâinatta olan her şey yüce Allah'ın övgüye layık olduğunu da hatırlatmaktadır. Ne var ki siz, onların tesbihini[*] / bu hatırlatmasını anlayamıyorsunuz. O, Halîm'dir; kullarının hatasına karşı çok yumuşak davranır ve Gafûr'dur; çok bağışlar.

“Tesbih etmek”, sadece “suphanallah, elhamdülillah, Allah’u ekber” şeklinde zikretmek anlamına gelmez. Hareket etmek ve çalışmak anlamlarına da gelen tesbih, bütün varlıkların hayatlarını kapsamaktadır. Allah’ın verdiği görevi ifa eden her varlık tesbih halindedir. Güneşin doğuşu, dünyanın dönüşü, yıldızların kayışı, şimşeğin çakışı, bülbülün ötüşü, bulutların çöküşü, yağmurun yağışı, suyun akışı, ağaçların duruşu, horozların ötüşü, köpeklerin havlayışı ve hatta kıyametin kopuşu, ölüm meleğinin can alışı bile bir tesbihtir. Kendi doğal ortamlarında vazifelerini icra eden bütün bu varlıklar, ortaya koydukları performansla hem tesbih ederler ve hem de Allah’ın büyüklüğü konusunda insanlara mesaj verirler. Yani burada konu edilen tesbih: bütün canlıların sorumluluklarını kusursuz olarak yerine getirdiğidir. İnsana da düşen bu kusursuz düzen içerisinde diğer canlılar gibi görev ve sorumluluklarını yerine getirmek, Rabbini tesbih etmektir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

45. Kur’an okunduğunda, ahirete inanmayanlarla senin aranda sanki[*] bir perde var.

Kâfirlerin ön yargıları, istiâre-i temsiliyye /alegori ile canlandırılmıştır (Keşşaf). İstiârede benzetme edatı gizlenir. Buradaki mecaz gerçek sanıldığı için benzetme edatı, tarafımızdan “sanki” sözüyle açığa çıkarılmıştır (Yasin 36/8-10, Lokman 31/6-7, Câsiye 45/6-7). “Sanki” edatı yazılmazsa bazı insanlar, Allah’ın kafirlere, tövbe kapısını kapattığını ve özgürce karar almalarını engellediğini sanacaklardır (Nisa 4/18). Oysa tövbe edildiği yani yanlıştan dönüldüğü takdirde (Bakara 2/160) affedilmeyecek bir günah yoktur (Zümer 39/53). Ayetleri görmezlikte direnenler, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini gereği gibi kullanmaz; gerçekleri görmek, duymak ve anlamak istemezler (Fussilet 41/5). Sanki Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiş gibi davranırlar. Ayrıca Allah, kâfirleri, en’ama yani koyun, keçi, sığır ve deveye benzetmiştir. Bunun sebebi de kalplerini, kulaklarını ve gözlerini bir insan gibi kullanmamalarıdır (A’raf 7/179, Furkan 25/43-44). Ayrıca bakınız: Nisa 4/155, Maide 5/13, En’am 6/46, Araf 7/100-101, Tevbe 9/87-93, Yunus 10/74, Nahl 16/106-108, Rum 30/58-59, Mümin 40/35, Casiye 45/23, Muhammed 47/16, Saf 61/5, Münafikun 63/3, Mutaffifin 83/14. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

46. Kur’an’ı anlamasınlar diye sanki kalplerinin üzerinde kat kat örtüler, kulaklarında da tıkaçlar oluşturmuşuz. Kur’ân’da Rabbini tek olarak andığın zaman da uzaklaşarak sırtlarını dönerler.
47. Onların seni dinlerken, neye kulak verdiklerini biz daha iyi biliriz. Aralarında fısıldaşırlarken de şöyle konuşur o zalimler: "Büyülenmiş bir adamdan başkasının ardı sıra gitmiyorsunuz!"
48. Senin hakkında nasıl benzetmeler, ne tür yakıştırmalar yaptıklarına baksana! Sapıttılar, bir türlü doğru yolu bulamıyorlar.
49. Bir de tutmuş diyorlar ki: "Ne yani, şimdi biz kemik yığınına dönüşüp oradan da toza toprağa karıştıktan sonra yepyeni bir yaratılışla tekrar diriltileceğiz, öyle mi?"
50. De ki: "İster taş olun, ister demir,
51. İsterse yeniden dirilmesi aklınızca imkânsız gibi görünen herhangi bir yaratık, ne olursanız olun, mutlaka diriltilip kaldırılacaksınız." "O halde" diyecekler, "kimdir bizi diriltecek olan?" De ki: "Sizi ilk defa yoktan yaratan!" Bu sefer, alay ederek başlarını sallayacak da: "Ne zamanmış o?" diyecekler. De ki: "Belki de yakındır."[*]

Diriliş meselesi Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ile müşrikler arasında uzun boylu tartışmalara neden olmuştur. Kur'an-ı Kerim bu tartışmanın çoğunu dile getirmiştir. Aslında hayatın ve ölümün yapısını, dirilişi ve mahşerin yapısını gözönünde bulundurup değerlendirenler, onun gayet açık, sade, anlaşılır bir mesele olduğunu göreceklerdir. Kur'ana Kerim bu aydınlıkta meseleyi defalarca ortaya koymuştur. Fakat karşıdaki müşrikler meseleyi bu kadar açık ve bu kadar sade bir biçimde düşünmüyorlardı. Bu nedenle bedenlerin çürüyüp yok olmasından sonra tekrar dirilmeyi düşünmek zor geliyordu. (Seyyid Kutub Tefsiri)

52. O gün sizi çağıracak, hamd ederek icâbet edeceksiniz ona ve sanacaksınız ki pek az bir müddet kalmışsınız dünyâda.[*]

Bu, dirilişi inkâr eden ve onu yalanlayanların halini tasvir eden bir sahnedir. Ayağa kalkmışlar çağıranın çağrısına kulak veriyorlar. Dilleri Allah'a övgüler yağdırma çabasındadır. Onların bu sözden ve cevaptan başka hiçbir sözleri yoktur.

Bugünü bütünü ile inkâr eden, hatta Allah'ı da inkâr eden bu insanların verdikleri bu cevap gerçekten ilginçtir. Orada "Allah'a hamdolsun Allah'a hamdolsun" demekten başka cevapları yoktur.

O gün gölgenin dürüldüğü gibi, dünya hayatı dürülür. "Dünyada çok kısa bir süre kaldığınızı sanırsınız."

Dünyanın bu şekilde canlandırılışı muhatapların gönlünde onun değerini azaltmaktadır. Bir de bakmışsın ki, dünya küçük, küçücüktür. Artık onun gönüllerde bir gölgesi, duygularda bir tablosu kalmamıştır. O bir an geçip giden bir dönem, dönüşen bir gölge ve kısa süren bir yararlanmadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 6
53. Kullarıma, en güzel şekilde konuşmalarını söyle! Sonra şeytan aralarını bozar.[*] Çünkü şeytan, insanın amansız, apaçık bir düşmanıdır.

Genel olarak ve her alanda söylenecek sözlerin en güzelini seçip söylesinler... Böylece şeytanın aralarındaki sevgi bağını bozmasını engellesinler. Çünkü şeytan kardeşler arasında kullanılan sert sözler aracılığıyla bir sürtüşme çıkarmak, bunun arkasından gelecek bir kötü karşılık verme ile de aralarındaki sevgi, dostluk, uyum havasını, ayrılık, sertlik ve düşmanlığa dönüştürmek ister. Güzel söz ise, kalplerin yaralarını sarar, katılıklarını yumuşatır ve onları güzel bir sevgi etrafında toplar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

54. Rabbiniz sizi en iyi bilendir. İkramına uygun görürse ikram eder, azabını hak etmiş görürse sizi azaba uğratır.[*] Seni onlara vekil olasın diye göndermedik.

Şâe (شاء) fiili ile ilgili olarak bkz. İsra 17/18. ayetin dipnotu. Burada yaratılacak olan, o kişilerin hak ettikleri şartlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

55. Rabbin göklerde ve yerde kimlerin[1*] olduğunu da en iyi bilendir. Biz, nebilerin kimini kiminden üstün kıldık; Davud’a da bir zebûr / kitap[2*] verdik.

[1*] Göklerde ve yerde insanların göremediği akıllı varlıklar olarak cinler ve onların içinden Allah’ın görevlendirdiği melekler vardır (Nahl 16/49, Meryem 19/93, Saffat 37/6-10, Cin 72/8).

[2*] Ayette kitap yerine zebûr kelimesi geçer. Zebûr (زَبُور), hikmet dolu kitap anlamındadır. (ez-Zeccâc, Meânî’l-Kur’ân ve İ’râbuhu) Al-i İmrân 3/81’de bütün nebîlere kitap ve hikmet verildiği açıklandığı için bu ayette elif lâmsız olarak geçmesi, bunun Davut aleyhisselama özel bir kitap olmadığını, diğer nebîlere de verilen kitaplardan bir kitap olduğunu gösterir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

56. De ki: “Allah ile aranıza girdiğini iddia ettiğiniz kimseleri çağırın bakalım! Onlar sizin tek bir sıkıntınızı bile giderme gücüne sahip değildirler, onu başka tarafa da çeviremezler.”
57. Kaldı ki yardıma çağırdıklarının her biri -hangisi Rablerine daha yakın olacak[1*] diye- bir vesilenin[2*] peşindedirler. Onun ikramını umar ve azabından korkarlar. Rabbinin azabı korkulup kaçınılacak bir azaptır.

[1*] Müşriklerin Allah ile aralarına koyarak yardıma çağırdıkları arasında İsa aleyhisselam, salih insanlar ve melekler de vardır. Onlar aracı yapılmalarını asla kabul etmez, sırf Allah’ın rızası peşinde olurlar.

[2*] Bu ayette geçen vesile, kulu Allah’a yaklaştıran şeydir. Bunlar iman ve salih amellerdir (Sebe 34/37, Alak 96/19). Allah, kendisine yaklaşmak için nebileri, melekleri, salih kulları veya başka varlıkları vesile kılmayı yasaklamıştır. Çünkü bu, Allah’a yaklaşmak değil, onu ikinci sıraya koyup ondan uzaklaşmaktır (A’raf 7/3, Zümer 39/3). Bu da Allah’ın asla affetmeyeceği şirk günahı olur (Nisa 4/48, 116). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

58. Kıyamet / mezardan kalkış[1*] gününden önce yok etmeyeceğimiz ya da çetin[2*] bir şekilde cezalandırmayacağımız tek bir yerleşim yeri yoktur. Bunlar, Kitapta[3*] yazılıdır.

[1*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.

[2*] Çetin, ayetteki (شديد) şedîd’in karşılığıdır. Şedîd, ‘güçlü bağla bağlı’ anlamındadır. Allah, vereceği cezayı, kulunun suçuna bağlamıştır (En'âm 6/160).

[3*] Bu kitap Levh-i Mahfuz’dur (Buruc 85/22). Her şeye ilişkin ilâhî bilginin kayıtlı olduğu ve korunduğu ana kitaptır. Şu isimlerle de anılır: İmam-ı mübin (Yasin 36/12), ümmü’l kitab (Zuhruf 43/4), kitab-ı meknûn (Vakıa 56/78). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

59. Bizi mucizeler göndermekten alıkoyan, öncekilerin onları yalanlamış olmasından başka bir şey değildir.[1*] Semud’a apaçık (bir mucize) olarak dişi deveyi verdik de ona zulmettiler. Oysa biz mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz.[2*]

[1*] Bu âyet, Hz. Muhammed’e, daha önceki peygamberlere verilen türden hissi ilâhî kudret delilleri verilmediğini söyler. Aynı zamanda bu verilmeyişin gerekçesini de açıklar. Allah Rasûlü’nün risaletini destekleyici ‘ilâhî kudret delîli’ (âyet), daha öncekiler gibi beş duyuya hitabeden türden değil, akla hitabeden türdendir. O ilâhî kudret delîli vahiydir: “Ne yani! Şimdi, bu ilâhî kelâmı kendilerine iletmen için sana indirmiş olmamız (ilâhî kudret delîli isteyen) o kimselere yetmedi mi?” (29:51). Bu, “Rabbinden ona bir ilâhî kudret delîli/âyet indirilmesi gerekmez miydi?” (29:50) sorusuna verilmiş bir cevaptır. İlk inkârcı muhatapların bu tür taleplerini reddeden bir başka âyet, bu red için “Eğer kendilerine bir ilâhî kudret delîli gelmiş olsaydı yine de inanmazlardı” (6:109) gerekçesini gösterir.

[2*] İlk muhatabı olan inkârcı topluma, istedikleri (Bkz: Âyet 90-93) ilâhî kudret delillerinin gelmemesinin kendi lehlerine olduğu, helâk olan Semud toplumu örnek verilerek îmâ ediliyor. “Muhatabı aciz bırakarak zorla boyun eğdirme” anlamına gelen mucize kelimesi Kur’an’da ve sahih hadislerin ve 9 ünlü hadis kitabının hiçbirinde geçmez. İslam tarihinde “mucize” ıstılahı ilk defa hicri 4. yüzyılda görülür. Esasen mucize ile iman, zorla imana benzer. Mucize ile ifade edilen hakikati Kur’an âyet ve onun çoğulu olan âyât ile ifade eder. Kur’an aynı kelimeyi insan, tabiat ve kâinattaki varlıklar için de kullanır. Yani âyet/âyât hem olağan hem de olağandışı için kullanılır. Mucize kelimesi İslam kültürüne, hicri 3. yüzyılın ikinci yarısında girmiştir. Bu kelimenin İslam kültürüne girişinin hangi şartların zorlamasıyla gerçekleştiği ve bunun Kur’an bilgi sisteminden kopuşu ne derece etkilediği, müstakil bir araştırma ve inceleme konusudur. Kur’an’ı bütünsel bir okumaya tabi tuttuğumuzda, mucize konusunda şu sonuçlara ulaşmaktayız: 1) Kâinatta Allah’ın kudret eli değmiş olan her şey mucizedir. Etrafımız bu tür olağan mucizelerle kuşatılmıştır (12:105). 2) Olağandışı hiç bir mucize, Allah’ın sünnetinin dışında değildir. Zira Allah’ın sünnetinde bir değişme ve bir dönüşme olmaz (35:43). Mucizelerin olağanüstü bulunması, insanoğlunun tecrübesinin ve bilgisinin sınırlılığındandır. Olağandışı mucizeler, yaratıcıya ait sünnetin değil, yaratılmışa ait adetin istisnasıdırlar. 3) Hz. Musa gibi önceki rasullerden bazılarına, olağanüstü mucizeler verilmiştir. 4) Allah Rasûlü’nün Kur’an’dan başka mucizesi yoktur (29:50-51 ve 17:59). Aksini iddia eden Kur’an’ı yalanlamış olur. İsra rüyasında Nebi’ye gösterilen “âyetlerden bazıları” eğer “mucize” olarak adlandırılacaksa, “Allah Rasûlü’nün gösterdiği” değil, “Allah Rasûlü’ne gösterilen” mucizedir. 5)Kaynaklarımız, Kur’an dışında, Hz. Muhammed’in mucizesine şahit olup da iman eden tek bir kişinin varlığını kaydetmemiştir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

60. Hani bir zaman sana: “Rabb'in insanları kuşatmıştır” demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyeti[1*] ve Kur'an'da lanet edilen ağacı,[2*] sadece insanlar için fitne[3*] kıldık. Biz onları uyarıyoruz. Fakat bu onların aşırı azgınlıklarını daha da artırmaktan başka bir şeye yaramıyor.

[*] Bu ruyet, görüntü birinci ayette gösterilen görüntüdür. Ayrıntısına İsra ve Miraç hakkında yazdığım makaleden bakabilirsin. İsra ve Miraç Gerçeği (Onur)

***

[2*] Kur'ân'da lanet edilmiş olan ağacı da, aynı şekilde onlar için bir fitne (vesilesi) kıldık. Bu lanetlenmiş ağaçtan maksat, Buharî ve diğer hadis kitaplarında rivayet olunduğu üzere zakkum ağacıdır. Ki Sâffât Sûresi'nde: "Yoksa zakkum ağacı mı? Biz o ağacı zalimler için bir fitne (vesilesi) yaptık O, cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları, şeytanların başları gibidir. Onlar, ondan yiyecekler ve karınlarını onunla dolduracaklar. Sonra üzerine kaynar su katılmış bir içki, şüphesiz onlar içindir" (Sâffât, 37/62-67); Duhân Sûresi'nde: "Şüphesiz zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir. Pota gibi karınlarında kaynar. Sıcak suyun kaynaması gibi." (Duhân, 44642-46); Vâkıa Sûresi'nde: "Sonra siz ey doğru yolu kaybetmiş yalanlayıcılar! Mutlaka zakkum ağacından yiyeceksiniz. Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Onun üzerine de kaynar su içeceksiniz." (Vâkıa, 56/51-54) buyurulmuştur. Rivayet ediliyor ki, bu âyetler indiği zaman Ebu Cehil demiş ki: " Muhammed sizi öyle bir ateşle korkutuyor ki, taşları yakarmış. Sonra da diyor ki o ateşte ağaç biter!" İbnü'z-Ziba'ra da: "Biz zakkum diye ancak hurma ile kaymağı tanırız" demiş. Bunun üzerine Ebu Cehil cariyesine emredip hurma ve kaymak hazırlatmış ve arkadaşlarına: "haydi zakkumlanın!" demiş ve bunun üzerine zakkuma aşık olup İslâmiyet'ten çıkanlar olmuştu. Bu beyinsizler, deve kuşunun köz ve kızgın demir yuttuğunu ve yeşil ağaçta ateş gizlendiğini gördükleri halde, bunları yapan Allah'ın kudretinin ateşin kökünden cehennemin dibinden çıkaracağı ağacı inkâr etmek ve küçümsemekle ne kötü aldanmışlardı. Bu lanetlenmiş ağaç hakkında birkaç söz daha söylenmiş ise de en güvenilir ve en doğru görüşe göre zakkum ağacı olmasıdır. Bunun bu şekilde bu âyetin sonunda zikredilmesi ise, İsrâ'yı yalanlayan o inatçıların lanete hayranlıklarına işaret eden dehşetli bir uyarıdır. Nitekim buyuruluyor ki ve biz onları korkutuyoruz da o korkutma onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey artırmıyor. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

[3*] İmtihan

BÖLÜM 7
61. Hani, bir zaman meleklere demiştik: "Âdem’i selamlayın / önünde saygıyla eğilin." İblis’ten başka hepsi derhal saygıyla eğildiler / selamladılar. O dedi ki: "Çamur olarak yarattığın kimseyi selamlar mıyım?"
62. Sonra şöyle dedi: “Şu, benden değerli kıldığına hiç baktın mı! Bana Kıyamet / mezardan kalkış gününe kadar süre tanırsan az bir kısmı dışında onun bütün soyunu, kesinlikle parmağımda oynatacağım!”
63. (Allah) buyurdu ki: "Defol, git! Onlardan her kim seni izlerse, şu kesin ki, tümünüzü bekleyen bir ceza olarak cehennem, yaptıklarınızın mükemmel bir karşılığı olacaktır!
64. Haydi, şimdi onlardan gücünün yettiğini sesinle ayart; atlarınla ve adamlarınla[1*] onların üzerine yüklen ve (böylece) onların, mallarıyla çocuklarıyla [ilgili olarak işleyecekleri günahlara] ortak ol; onlara vaadlerde bulun;[2*] çünkü [onlar bilmezler ki] Şeytan’ın vaad ettiği her şey sadece akıl çelmek içindir.

[1*] Şayet “ İblis’in sesiyle onları yerinden oynatması, süvari ve piyadeleri ile onları kendine celbetmesi ne mânaya gelir?” dersen şöyle derim: Bu bir benzetme olup, İblis’in yoldan çıkarmış olduğu kimseler üzerinde tasallutu, bir topluluğun başına dikilen ve onları yerlerinden söküp atacak, içlerini korku ve endişe ile dolduracak şekilde nâra atan, süvari ve yaya birlikleri ile onların üzerine saldırıp onları kökünden kazıyıp atan bir savaşçının durumuna benzetilmiştir. “Sesinle” ifadesinin “şerre çağırmanla” anlamında; “süvari ve yaya birlikleri”nin ise “fesat ehlinden olan tüm yaya ve binekliler” anlamında olduğu da söylenmiştir. Yine, İblis’in atlı ve yaya birliklerinin olması mümkün görülmüştür. Mallara ve çocuklara ortak olmak ise, İblis’in malları ve çocukları vesile ederek onları sürüklediği bütün günahlardır ki faiz, haram kazanç, bahîre, sâibe gibi (bazı hayvanları haramlaştırmak şeklindeki) uygulamalar, fısk yolunda mal harcama, israf, zekât vermeme, haram yoldan evlat sahibi olma, babası olmadığı halde birinin babası olduğunu iddia etme, çocuklara ‘Abdül-’ Uzzâ (Uzza’nın kulu) ve Abdü’l-Hâris (Hâris’in kulu) gibi isimler koyma, çocukları Yahudi ve Hıristiyan olarak yetiştirme, onları kötü mesleklere, kınanmış pis işlere yönlendirme ve benzeri hususlardır.

[2*] “Ve onlara” asılsız, yalan “vaatlerde bulun.” İlahların şefaatçi olacağı, soylu neseplere sahip olanların Allah nezdinde değerli olacağı şeklindeki vaatlerle tövbeyi ertelemek, tövbe etmeden de günahların affedileceğini düşünmek, Allah’ın merhametine güvenmek, Hazret-i Peygamber (s.a.)’in büyük günahlar için şefaatçi olacağını düşünmek, cehennemde yanıp kül olduktan sonra ateşten çıkmayı ümit etmek, dünyayı ahirete tercih etmek gibi hususlar bunlar arasında yer alır. (Zemahşeri Tefsiri)

65. Sen kullarıma boyun eğdirecek bir güce sahip değilsin.[*] Rabbin vekil / dayanak olarak yeter.”

İster Müslüman, ister kâfir olsun, şeytanın hiç kimseye boyun eğdirecek güce sahip değildir. O, sadece kendisine uyanları etki altına alabilir. Bu da şeytanın üstünlüğünden değil, ona uyanların kendi tercihinden kaynaklanır (Nisa 4/118-120, İbrahim 14/22, Hicr 15/40-42, Nahl 16/99-100 Hadid 57/14) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

66. Rabbinizin size sunduğu nimetleri arayasınız diye gemileri denizde yüzdüren O’dur. Hiç şüphesiz O, size karşı pek merhametlidir.
67. Denizde size bir sıkıntı (boğulma korkusu) dokunduğu zaman O’ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur (artık o zaman, Allah’tan başka kimseden yardım istemezsiniz. Çünkü O’ndan başka sizi kurtaracak kimse yoktur.) Fakat (O) sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine (Allâh’ı bir tanımaktan) yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür.
68. (Denizden karaya çıktığınızda) O’nun sizi karada yerin dibine geçirmeyeceğinden, yahut üzerinize taş yağdıran bir kasırga gördermeyeceğinden emin misiniz? Sonra kendinize bir vekil de bulamazsınız.
69. Yahut sizi bir kere daha denize döndürüp üzerinize şiddetli bir fırtına gönderebilir ve nankörlüğünüz (kafirliğiniz) sebebiyle sizi boğabilir. Sonra bize karşı size arka çıkacak birini de bulamazsınız. Bütün bunlara karşı güvende misiniz?
70. Ama doğrusu Biz Âdemoğluna kat kat ikram ederek[1*] onu üstün ve şerefli kıldık.[2*] Karada ve denizde onlara ulaşım imkânı sağladık. Temiz ve helâl besinlerle onları rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün tuttuk.[3*]

[1*] İşareten: Yokluktan varlığa getirerek, varlık içinde can vererek, canlılar içinde ruh üfleyerek, üflenen ruhun içinde akıl, irade ve vicdan vererek, o akıl ve iradeye yol haritası olan rasuller ve vahiyler göndererek...

[2*] Kerramnâ fiilinin ait olduğu tef’il babı, kaynağın hedefe sürekli müdâhalesine işaret eder. Buradaki “süreklilik” katlanarak artan bir yapıdadır. Buna göre Allah’ın insana ikramı olup bitmiş bir ikram değil, süren ve katlanarak artan bir ikramdır. Bu nedenledir ki âdemoğlunun Rabbine yabancılaşması tek kat bir küfür değil, bu sûrenin 89 ve 99. âyetlerinde olduğu gibi “kat kat küfürdür”. Zira kufûrun tam karşılığı budur.

[3*] Bu son cümle, insanın tüm yaratılmışların en üstünü ve biriciği olduğu tezini zayıflatmaktadır. O, yaratılmışların “bir çoğundan” üstün kılınmıştır, “tümünden” değil. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 8
71. Gün gelir, her sınıftan insanları, tâbi oldukları önderlerine nisbet ederek çağırırız. Kimin hesap defteri sağından verilirse işte onlar defterlerini emin olarak okur ve kıl kadar olsun, haksızlığa uğratılmazlar.
72. Kim de bu dünyada (hakkı görüp kabul etmiyecek şekilde) kör olursa, artık o, ahirette de kördür ve yol bakımından da daha sapıktır.[*]

Bu pasaj göstermektedir ki, insanın ahiretteki hayatı sadece dünya hayatında izlediği davranış tarzıyla belirlenmiş olmakla kalmayıp, aynı zamanda, önceden yer etmiş eğilimlerin tabii inkişafı ve yoğunlaşması halinde dünya hayatının organik bir uzantısı olarak tecellî etmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)

73. Az kalsın, sana vahyettiğimizden başkasını bize mal etmen için, seni ondan uzaklaştırıp[*] başını yakacaklardı. O zaman seni kesinlikle dost edinirlerdi.

Bu ayet nebilerde ismet sıfatının olmadığının delillerindendir (Nisa 4/105-107, Enfal 8/67-68, Tevbe 9/43, Hud 11/12, Neml 27/10-11, Tahrim 66/1-2). Yani nebiler günahlardan korunmuş değillerdir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

Âyette, Kâfirûn sûresindekine benzer başarısız pazarlıkların tasarlandığından söz ediliyor. Rivayetlere göre, Taifli Sakîf kabilesi Allah Rasûlü’ne gelerek şehir putu olan Lât’ı terk etmeden müslüman olmak isterler. Lât’ın kendilerine kurak yıllarda yağmur getirdiğini söylerler. Eğer bunu diğer kabileler de isterse “Bunu bana Allah emretti dersin” diye de akıl verirler. Allah Rasûlü bu ısrarlı teklifi her defasında geri çevirir. Onlar Nebi’nin bu teklifi kabul etmesi halinde, kabilelerini İslam’a kolay sokacaklarını söylerler. Allah Rasûlü, o zor günlerin de baskısıyla bir ara onlara istedikleri vermenin ne getirip götüreceği üzerinde düşünür, bu teklifin müzakere edilip edilmemesi hususunda tereddüt yaşar. İşte bunun üzerine bu âyetler iner. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

74. Eğer sana direnme gücü vermeseydik, azıcık onlara yanaşmak üzereydin.[*]

Hz. Peygamberi hedef alan bu ayetlere bakıldığında vahiyden uzak kalan insanın Hak yoldan kopmasının ne kadar kolay olabileceği anlaşılıyor. Öyle ya vahiy ile beslenen ve doğrudan Allah’tan direktif alan bir peygamberin bile müşriklere meyletme tehlikesi varsa, ya sıradan bir insanın eğilim göstermesi çok daha kolay olmaz mı? Demek ki aynı imana sahip olmak için Hz. Peygamberi besleyen Kur’an’la beslenmek, onun ahlakıyla ahlaklanmak gerekir. Eğer besin kaynağımız aynı olursa duruşumuz, tavrımız ve kararlılığımız da aynı olur. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

75. Eğer onlara yanaşsaydın sana dünya hayatının ve ölüm ötesinin azabını katlayarak tattırırdık da bize karşı kendine yardım edebilecek hiç kimse bulamazdın.
76. Yine onlar seni yurdundan çıkarmak için neredeyse dünyayı başına dar edecekler. O takdirde senin ardından kendileri de fazla kalamazlar.

Peygamberi süren veya öldüren bir topluluk hakkında cari olan hüküm şudur: Ya helâk edilirler, ya düşman idaresine girerler, ya da peygamberin taraftarlarınca hezimete uğratılırlar. (Suat Yıldırım Tefsiri)

77. Senden önce gönderdiğimiz tüm elçiler için öngördüğümüz yasa (sünnet) budur. Yasamızda herhangi bir değişiklik göremezsin.
BÖLÜM 9
78. Namazı, güneşin tepe noktasını geçmesinden[1*] gecenin soğuğunun / karanlığının bastırmasına[2*] kadar düzgün ve sürekli kıl! Bir de doğu ufku boyunca dağılmış ışıkların bir araya toplandığı vakitte[3*] kıl! Doğu ufku boyunca dağılmış ışıkların bir araya toplanması gözle görülür[4*].

[1*] Düluk, “kayma” demektir. Hud 11/114. ayete göre gündüz kılınan sadece iki farz namaz, öğle ve ikindi vardır. Bu ayette ise “güneşin dülukundan gecenin ğasakına kadar namaz kıl” emri verildiği için güneşin düluku, “öğlen gökyüzünde en tepeye çıktığı noktadan batıya kayması” anlamına gelir.

[2* ] Gecenin ğasakı, “gecenin karanlığı” anlamına geldiği gibi “gecenin soğuk vakti” anlamına da gelir (Lisan’ul-Arab). Bulunduğumuz yerden Güneş ışınlarının tamamen çekilmesi, günün en serin vaktinin başlaması demektir. Bu sırada Güneşin ufka uzaklığı en az 18 derece olur ve zayıf ışıklı yıldızlar da gözükmeye başlar. Güneşin batmadığı yerlerde ğasaq’ul-leyl, gece serinliğinin iyice hissedildiği vakittir. Abdullah b. Ömer’e Şafak sorulunca “beyazlığın gitmesi”; ğasak yani karanlığın bastırması sorulunca da, “kızıllığın gitmesi”dir, demiş (Ebû Dâvûd,Salât 6). Bu, yerinde bir tespittir. Çünkü batı ufkunda oluşan kızıl ve beyaz ışık kuşaklarından beyaz kuşak kızıla karışınca yatsı vakti girer. Bu ince tabaka, başlangıçta bir kubbe gibi olur sonra tamamen kaybolur. Ufuktan Güneş ışınları çekilip en zayıf yıldızlar ortaya çıkınca yatsı vakti çıkmış, gecenin ortası diye de tanımlanan ğasak başlamış olur.

[3*] Kur'ân, karae (قرأ) fiilinin mastarı olan kur (القُرْء) veya kar (القَرْء)'dan türetilmiştir; anlamı, toplama ve birleştirmedir. Mastar olarak kullanıldığı gibi bütünlük ve küme anlamında isim olarak da kullanılır. Allah’ın kitabına Kur’an demesi, bütün sureleri toplayıp bir araya getirmesi sebebiyledir. (Lisanu’l-Arab). Kur’ân el-fecr (قُرْاٰنَ الْفَجْر) doğuda, seher vakti aydınlığı ile Güneş’in doğması arasında, ufkun üst tarafında oluşan beyaz kuşağın, ufkun alt tarafındaki siyah kuşağın ve bu ikisini -ışınların atmosferde kat ettiği yola göre değişen bir gökkuşağı rengiyle- ayıran ince çizginin bir araya gelmesidir (Bakara 2/187). Bu ayete göre namaz vakitlerinin üç değişmez özelliği vardır: 1) Güneşin düluku yani tepe noktasından batıya kayması: Bu, dünyanın her yerinde ve her mevsimde kolaylıkla tespit edilebilir. Bu sırada öğlen namazının vakti girer. 2) Gecenin ğasakı: Güneş ışınları tamamen çekilince hem hava kararır hem de günün en soğuk vakti başlar. Beyaz gecelerin yaşandığı yerlerde karanlık olmaz ama havadaki soğuma kendini iyice hissettirir. 3) Yukarıda açıklanan Kur’ân el-fecr. Bu üç değişmez özellik, her mevsimde ve dünyanın her yerinde gözlemlenebildiği için Svalbard’da, Güneş ufkun bir hayli üstünde iken bile gözlenebilmiştir. Ayette Güneş’in sadece meridyen geçişinden söz edilmiştir. Eğer Güneş’in doğuşu, batışı ve gecenin karanlığı ifadeleri kullanılsaydı kutup bölgesinde namaz ve oruç vakitlerini tespit imkansızlaşırdı.

[4*] Bu vaktin çıplak gözle görüldüğü, Bakara 2/187. ayette ifade edilmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

79. Sana özel ek görev olarak gecenin bir kısmında namaz kılmak için uykudan kalk[1*]. Belki Rabbin seni çok övülen bir yere[2*] gönderir.

[1*] Yatsı namazından sonra uyuyup sabah namazı vaktinin girmesinden önceki bir vakitte kalkarak kılınan gece namazına “teheccüd namazı” denir. Bu ayete göre teheccüd namazı, Muhammed aleyhisselama farzdır. Diğer mü’minler de bu namazı kılmaya teşvik edilmişlerdir (Furkan 25/64, Secde 32/15-16, Zümer 39/9, Zariyat 51/17-18). Nebimizin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Gece namazını kılın; çünkü bu sizden önceki sâlih kulların devam ettiği, Allah’a yaklaşmaya vesile olan, günahları örten ve engelleyen bir ibadettir” (Tirmizî, “Daavât”, 115).

[2*] Medine'ye ve daha nice güzel yerlere. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

“Makâm-ı Mahmud, övülmüş makam” dan kasıt, Hz. Muhammed’e Allah tarafından vatan olarak tahsis edilen Yesrib (Medine’) dir. Zira “makam” sözcüğü Kur’an’da genelde “konaklama, yaşama ve ikamet yeri” olarak geçmektedir. “…Orası ne kötü bir konaklama yeridir.” (Furkan 25/66), “Orası ne güzel bir yerleşme ve ikamet yeridir.” (Furkan 25/76) “Kuşkusuz takva sahipleri güvenli bir yerde olacaklardır” (Duhan 44/51) “O münafıklardan bir grup da demişti ki: "Ey Yesrib (Medine) halkı! Artık burası sizin için durulacak makam (yer) değil, haydi (hemen ayrılıp evlerinize) dönün! ...” (Ahzab 33/13) Bu ayetlerden de anlıyoruz ki; Hz. Peygambere vaad edilen yer Medine’dir ve Allah’ın vaadi daha sonraki zamanda gerçekleşmiş ve Medine Hz. Peygamberin övülmeyi hak eden vatanı olmuştur. Nitekim bu düşünceyi bir sonraki ayet de teyit etmektedir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

80. Şöyle yakar: "Rabbim! Beni, gireceğim yere doğruluk dürüstlükle sok, çıkacağım yerden doğruluk dürüstlükle çıkar. Katından bana yardımcı bir güç / kanıt ver."
81. Yine de ki: “Hak geldi, bâtıl Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. ise yıkılıp gitti; çünkü bâtıl yıkılıp gitmeye mahkûmdur!”[*]

Cümle diziminin zımnî karşılığı şudur: Bâtıl hakkın, karanlık aydınlığın yokluğu hâlidir. Enerjinizi bâtılı götürmek için değil hakkı getirmek için harcayın. Zira bâtıl kendi başına bir varoluş hâli değil, hakkın yokluğu hâlidir. Nihayet hakkın tahakkuk etmek gibi, bâtılın da batmak gibi bir tabiatı vardır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

82. Biz Kur’ân’dan, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olan âyetler indiriyoruz.[*] Zalimlerin de ancak zararını artırır.

Kur'an, şeytani telkinlere, şaşkınlığa ve korkuya karşı bir şifadır. Kur'an, kalbi Allah'a bağlar. Sakinleştirir. Huzura kavuşturur. Koruma ve güvenlik bilincini yerleştirir. Gönülleri hoşnut eder. Allah'ın rızasını kazandırdığı gibi, hayattan da razı eder. Korku bir hastalıktır. Şaşkınlık psikolojik bir rahatsızlıktır. Şeytani telkinler de birer hastalıktır. İşte bunların hepsini etkisiz hale getiren Kur'an elbette ki inanan için bir rahmettir.

Kur'an, nefsi arzuların, pisliklerin, cimriliğin, kıskançlığın ve şeytani aşılamaların hepsine karşı bir şifadır. Bu hastalıklar kalp hastalıklarıdır. Kalbi zaafa, yorgunluğa ve hastalığa uğratırlar. Onu yıkılışa, çözülüşe ve çöküşe iterler. Bunlara engel olan Kur'an, elbette ki mü'minler için bir rahmet aracıdır.

Kur'an, düşünceye ve bilince yönelik yanlışı, yıkıcı akımları ve yönelişleri de engelleyen bir şifa unsurudur. Aklı haddini aşmaktan alıkoyar. Verimli olan alanlarda ona özgürlük hakkını verir. Faydasız alanlarda enerjisini tüketmesine engel olur. Sağlıklı-sağlam bir program içinde çalışmasını temin eder. Çalışmalarını verimli ve garantili hale getirir. Aklın çalışmalarını aşırılıklardan ve açmazlardan kurtarır. Kur'an'ın ölçülerine bağlı olan insan, vücudunun her organının enerjisini bastırmadan ve azdırmadan kullanır. Enerjilerini ve gücünü sağlıklı ve faydalı alanlarda değerlendirir. Enerjilerini verimli ürün veren alanlarda değerlendirir. İşte bu nedenle de Kur'an, mü'minler için bir rahmettir.

Kur'an, toplulukların yapılarını zedeleyen, güvenini, huzurunu ve sağlığını gölgeleyen sosyal hastalıklara karşı da bir şifa aracıdır. Bu ölçülere bağlı kalan toplum, Kur'an sayesinde sosyal düzeni, sağlık, güven ve huzur içinde gerçekleşen kuşatıcı adaleti ile oluşan atmosferde rahat içinde yaşar. Kur'an bu açıdan da mü'minler için bir rahmettir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

83. Zira ne zaman Biz insana nimet ihsan etmişsek, mesafe koydu ve (sorumluluklarından) yan çizdi; ne zaman da başına bir ziyan gelse, tuttu umutsuzluğa kapıldı.
84. De ki: "Herkes kendi karakterine göre hareket eder. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir."

"ŞÂKİLE" kelimesi tabiat, âdet, din, ahlâk, niyet, mizaç ve yaratılış, birbirine benzeyen yollar gibi değişik ve fakat birbirine yakın mânâlarla tefsir edilmiş ise de en kapsamlı mânâsı sonuncusudur. Yani herkes kendi durum ve mizacına uygun olan yolda hareket eder. Başka bir ifade ile özel hislerine göre iş yapar. Bu durumda en doğru yola gideni Rabbiniz en iyi bilendir. Yani herkes kendi mizacına göre hareket ederek hoşuna giden yolu tutmakla doğru yol tutmuş olmaz. Bir din veya mezheb herhangi bir kişinin veya toplumun mizaç ve duygularına uygun gelmekle hemen doğru olamaz. Hak din, Allah'ın kitap ve Resulü ile bildirdiğidir. Buna göre mizacı hakka uygun olan kimselere ne mutlu! (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

BÖLÜM 10
85. Sana ruhtan soruyorlar. De ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir. Onun hakkında size çok az bilgi verilmiştir."[*]

Kur’an’da ruh kelimesi, iki anlamda kullanılır. Birincisi Allah’tan gelen bilgidir (Nahl 16/2, Mümin 40/15, Şura 42/52), Allah’ın bilgisi, hayallerin ötesinde bir büyüklüğe sahiptir. (Kehf 18/109, Lokman 31/27) O bilgiden insanlara verilen çok azdır. Allah’tan aldığı bilgileri, onun nebîlerine ulaştırmakla görevli olan Cebrâîl için de Allah, “Ruh’ul-emîn” (Şuarâ/192-193), “Ruh’ül-kudüs” (Nahl 16/102), “ruhumuz” (Meryem 19/16-17) ifadelerini kullanmıştır. Allah Teala’nın Adem aleyhisselama öğrettiği varlıklar alemine dair bilgiler, ona özel olarak üflediği ruhtur (Hicr 15/29, Sad 38/72). Bu bilgiler İblis’i kıskandırıp isyan ettirmiştir (Bakara 2/30-34). İsa aleyhisselamı beşikte iken konuşturan, kendisine kitap ve nebilik verildiğini, namaz ve zekat görevi yüklendiğini, iyi bir evlat olacağını (Meryem 19/30-33) söyleten de ona, ana rahminde iken yüklenen ruh, yani bilgilerdir (Enbiya 21/91, Tahrim 66/12). Allah’ın, gayretli ve dürüst kişilere verdiği ilhama da ruh denir (Mücadele 58/22).

İkincisi ise Allah’ın insanlara ve cinlere yüklediği yetenektir. O ruh, vücut yapısının tamamlanmasından sonra, bilgisayara işletim sisteminin yüklenmesi gibi yüklenir (A’raf 7/179, Müminun 23/14, Secde 32/7-9). Bu ruh kişiye, işitmenin yanında dinleme, bakmanın yanında basiret, kan pompalayan kalbin yanında gönül sahibi olma/karar verme yeteneği kazandırır. Böylece o, imtihan edilebilir bir varlık haline gelir. Bilgileri saklama görevi de yapan bu ruh, uyku ve ölüm sırasında vücuttan çıkar, uyanma (Zümer 39/42) ve yeniden dirilme sırasında gelip tekrar vücuda girer (Tekvîr 81/7). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

86. Ve eğer istersek,[*] kesinlikle sana vahyettiklerimizin tamamını gideririz. Ardından da Bize karşı seni savunacak bir koruyucu otorite bulamazsın.

Şâe (شاء) fiili ile ilgili olarak bkz. İsra 17/18. ayetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

87. Ama böyle yapmayıp Kur’ân âyetlerini muhafaza etmesi, sırf Rabbinin ihsanının sonucudur. Gerçekten O’nun sana olan lütfu pek büyüktür.
88. De ki: "Tüm insanlar ve cinler bu Kuran’ın bir benzerini oluşturmak amacıyla toplansalar ve bu konuda birbirlerine destek olsalar bile onun bir benzerini oluşturamazlar."[*]

Bu ayet, Kur’an’ın inkârcıları âciz bırakmanın ve onlara meydan okumanın en kapsamlı ifadesidir. Burada Kur’an’ın sadece bilinen edebi şekillerden farklı olması, hiçbir beşerin ulaşamayacağı derecede fesâhat ve belâğatin zirvesinde olan bir nazım, tertip ve telif güzelliğine sahip olması kastedilmiyor, aynı zamanda Kur’an’ın işlediği konular, ortaya koyduğu üslup, muhteva zenginliği, bilim ve akılla çelişmemesi, ilmi hakikatleri ortaya koyması, insan idrakini aşan geçmiş ve geleceğe ait haberler ihtiva etmesi ve bunların doğru çıkması, kalplerde meydana getirdiği deruni ve manevi tesirli öğretileri, insanın ferdi, sosyal, manevi ve ahlaki bütün problemlerine çözüm getirmesi ve bunlar gibi daha pek çok özelliği kastediliyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

89. Bu Kur’ân’da Biz her türlü mânayı, insanlar için çeşitli tarzlarda tekrar tekrar açıkladık. Ama insanların çoğu inkârcılıkta ısrar ettiler.[*]

İşte bu şekilde onlar Kur'an'ın mucizevi ufuklarına açılmaktan uzak durdular. Onlar kavrayamadılar. Maddi harikalar, mucizeler istemeye yöneldiler. Çocukça istekleriyle hareket ettiklerini gösteren tekliflerinde direttiler. Allah'ın zatı hakkında edepsizce ve çekinmeden şımardılar ve kafa tuttular. Kur'an'ın örneklerle çeşitli misallerle olayları ele alışı, her akla ve her duyguya her kuşağa ve her evreye uygun düşecek değişik yöntemlerle gerçeklerini sergilemesi onlara hiçbir fayda sağlamadı: (Seyyid Kutub Tefsiri)

90. Dediler ki: "Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadığın sürece sana asla inanmayacağız!
91. Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın.
92. Yahut ileri sürdüğün gibi göğü üzerimize parça parça düşürmeli veya Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.
93. Veya senin, altından yapılmış bir evin olmalı. Ya da gökyüzüne çıkmalısın! Ve ona çıkmana da asla inanmayacağız, ta ki bize; kendisini okuyacağımız bir kitap indirmedikçe!" De ki: "Rabbimi yüceltir, tenzih ederim! Ben sadece elçi olan bir beşer / insan değil miyim?"
BÖLÜM 11
94. Zaten, insanların ekserisinin, kendilerine hidâyet geldiği halde iman etmemelerinin başlıca sebebi: "Allah bula bula bir insan mı seçip halka elçi gönderdi?" demeleridir.[*]

Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olarak görevlendirilmesinden önce de bundan sonra da bütün ulusları peygamberlere inanmaktan ve onlarla birlikte gönderilen doğru yol kılavuzuna uymaktan alıkoyan inatçılıkları onların, peygamberin bir insan oluşunu bir türlü hazmedememeleri ve peygamberin bir melek olmayışıdır.

Bu yanlış anlayışın kaynağı, insanların, beşer oluşlarının değerini ve bu beşer oluşun Allah katındaki yerini kavramamaktır. Bu nedenle bir insanın Allah katından haber getiren bir elçi olmasını çok görmüşlerdir. Ayrıca bu yanlış anlayışa düşmelerinin bir nedeni de evrenin yapısını ve meleklerin yapısını iyice kavramayışlarıdır. Meleklerin şu yeryüzünde meleklik sıfatı ile dolaşmaları, insanlardan ayrı birer varlık oldukları ve melek oldukları herkes tarafından kesin biçimde kabul edebilecek biçimde ortada oldukları halde bu dünyada yaşamayacaklarını, böyle bir yaşama uyum sağlayabilecek durumda olmadıklarını anlayamamaktan kaynaklanıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

95. Onlara de ki: "Eğer yeryüzünde salına salına dolaşanlar melekler olsaydı, elbet Biz de onlara elçi olarak gökten bir melek indirirdik."[*]

Eğer yüce Allah, meleklerin yeryüzünde yaşamasını takdir etseydi, onları insan biçiminde yaratırdı. Zira bu şekil yaratılışın yasalarına ve yeryüzünün yapısına uygun düşmektedir. Nitekim başka bir ayette deniyor ki;

"Eğer meleklerden bir peygamber gönderseydik onu bir adam kılığında gönderirdik." (En'am Suresi 9)

Allah'ın her şeye gücü yeter. Fakat O yaratıklarını yaratmış, onlar için değişmez yasalar belirlemiş ve bu yasalara uygun takdir ve seçimlerde bulunmuştur. Bu yasaların değişmeden, farklılık göstermeden yoluna devam etmelerini takdir etmiştir. Böylece yaratılış ve oluşuma ilişkin hikmeti de gerçekleşmiştir. Fakat insanlar bu gerçeği kavrayamamışlardır! (Seyyid Kutub Tefsiri)

96. De ki: "Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, Habir’dir; kullarından haberdardır, Basîr'dir; onları görmektedir."
97. Allah’ın, doğru yolda olduğunu onayladığı kişi hidayete ermiş olur. Yoldan saptığını onayladığı kişiler için Allah ile aralarına girecek hiçbir dost bulamazsın. Onları tekrar dirilip kalkış günü yüzüstü, kör, dilsiz ve sağırlar olarak toplarız. Varıp kalacakları yer cehennemdir; ne zaman ateşi sakinleşse, onlar için alevi artırırız.
98. Onların cezaları işte budur! Çünkü onlar, ayetlerimizi inkâr ettiler ve dediler ki: "Kemik yığını ve ufalanmış toprak olduktan sonra mı?!.. Gerçekten biz mi?!.. Yepyeni bir yaratılışla diriltileceğiz?!.."
99. Onlar gökleri ve yeri yoktan var eden Allah’ın kendi benzerlerini bir kez daha yaratmaya gücünün yeteceğini görmüyorlar mı? Üstelik Allah onlar için bir gün sona ereceği kuşkusuz olan sınırlı bir yaşama süresi belirledi. Buna rağmen bu zalimler kâfirlikte direndiler.
100. Rabbimin rahmet hazineleri elinizde olsaydı, harcayıp tükenmesinden korkar da, sımsıkı tutardınız. Çünkü insan çok cimridir.
BÖLÜM 12
101. Yemin olsun, biz, Mûsa’ya açık seçik dokuz mucize[*] verdik. İsrailoğullarına sor: Hani, Mûsa onlara geldiğinde Firavun ona şöyle demişti: "Ben senin kesinlikle büyülendiğini düşünüyorum, ey Mûsa!"

Kur’an’da bu ayetle beraber Neml sûresi 27/12 ayetinde Hz. Musa’ya dokuz ayet/dokuz mucize verildiği ifade edilmektedir. Hz. Musa’ya verilen dokuz mucize: 1- Asasının ejderha olması (Şuara, 26/32), 2- Elini koynuna sokarak ışık vermesi (Şuara, 26/33), 3- Denizin yarılarak yol olması (Şuara 26/63), 4- Taştan on iki pınar fışkırması (A’râf 7/160, Bakara 2/60), 5- Tur Dağının İsrailoğullarının üzerine kaldırılması (Bakara 2/63), 6- Gökten kudret helvası ve bıldırcın sunulması (Bakara 2/57, Taha 20/80), 7- Konuşmasındaki sıkıntının giderilmesi (Taha 20/25-35), 8- Çekirge, ekin böceği, kurbağa ve kan yağması (A’râf 7/133), 9- Ürünlerde aşırı derecede noksanlığın başlamasıdır (A’râf 7/130). (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

102. (Musa Firavuna dedi ki:) “Bu mucizelerin, göklerin ve yerin Rabbi tarafından gönderildiğini kesin olarak biliyorsun. Ey Firavun! Ben de senin kesinlikle bütünüyle ziyan içinde olduğunu biliyorum!”.
103. Bundan sonra Firavun, İsrailoğullarını kendi topraklarında yok etmeye karar verdi. Biz de, Firavunu ve onunla beraber olanların tümünü suda boğduk.
104. Sonra İsrail oğullarına "Bu topraklar üzerine yerleşin. Bizim size vaat ettiğimiz son vaadimizin vakti gelince, sizi bir araya getireceğiz" demiştik.[*]

Bu ayet, İsra 6'ncı ayette anlatılan ikinci tehdidin gerçekleşmesine işaret etmektedir. İsrailoğullarının iyiliği ya da kötülüğü hak etmeleriyle ilgili kurallar da Tevrat/Yasa'nın Tekrarı 30 babında anlatılmaktadır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

105. Biz Kur`ân`ı hak olarak indirdik; o da hakkı getirdi. Seni yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
106. Biz onu, kur’ânlar[1*] / anlam kümeleri şeklinde ayırdık ki[2*] onu (anlam kümesinin tamamlanmasını) bekleyerek insanlara öğretesin. Onu parça parça indirdik.

[1*] Kur'ân, karaa (قرأ) fiilinin mastarı olan kur (القُرْء) veya kar (القَرْء)’dan türetilmiştir; anlamı, toplama ve birleştirmedir. Mastar olarak kullanıldığı gibi bütünlük ve küme anlamında isim olarak da kullanılır. Allah’ın kitabına Kur’an denmesi, bütün sureleri toplayıp bir araya getirmesi sebebiyledir (Lisanu’l-Arab). Arapçada Kur’ân (قُرْآنً)’ın çoğulu olmadığından tekil için de çoğul için de kullanılır. Bu sebeple kur’ân (قُرْآن) kelimesine, bağlamına göre, kur’ânlar diye de anlam verilebilir.

[2*] Beklenti diye meal verdiğimiz müks (مُكْث), “durup bekleme” anlamındadır (Müfredat). Demek ki Resulullah zamanında, bir ayet inince onu açıklayan ayetin inmesi bekleniyordu. Bu da kümeleri oluşturan ayetlerin aynı anda indirilmediğini gösterir. Şu ayetler; müks konusuna açıklık getirmektedir: “Böylece onu, Arapça kur'ânlar halinde indirdik. Çekinip korunsunlar ya da yeni bilgi edinsinler diye içine tehditleri, değişik şekillerde yerleştirdik. Gerçek yetki elinde olan Allah pek yücedir. Vahyi tamamlanmadan o kur’ânlar ile hüküm vermekte acele etme; “Rabbim ilmimi artır” de.” (Tâhâ 20/113-114). Buna göre, bir konu ile ilgili ayetlerin tamamı aynı anda inmeyebilir. Bundan dolayı Nebimiz, kendisine sorulan bazı sorulara hemen cevap vermemiş, ilgili ayet kümesinin tamamlanmasını beklemiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

107. De ki: “Siz Kur’an’a ister inanın, ister inanmayın. Ondan önce kendilerine bu konuda bilgi verilmiş olanlar, Kur’ân onlara bağlantılarıyla birlikte okunduğu zaman, yüzüstü secdeye kapanırlar.
108. Ve derler ki, “Rabbimizin şanı yücedir, O'nun verdiği söz (elçinin gelmesi ve Kur'an'ın inmesi) kesinlikle gerçekleşmiştir.”
109. Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar. (Kur'an okumak) onların saygısını artırır.
110. De ki: "Dua ederken ister "Allah" ister "Rahman" diye hitab edin. Hangisini deseniz en güzel isimler hep O’nundur!" Namazında sesini pek yükseltme, ama iyice de kısma, ikisinin arası bir yol tut.
111. Ve de ki: “Bütün övgüler, çocuk edinmeyen, egemenliğinde ortağı bulunmayan, güçsüzlükten, düşkünlükten ötürü herhangi bir yardıma, yardımcıya ihtiyaç duymayan Allah`a mahsustur.” İşte, O`nu (hep böyle) yücelterek an!