O gün yerküre başka bir yerküreye dönüştürülür. Gökler de öyle. Hepsi o Vâhid; eşsiz benzersiz bir tek ve Kahhâr; karşı konulmaz güce sahip olan Allah’ın huzurunda dikilir. O gün, suçluları zincirlere vurulmuş olarak görürsün. Gömlekleri katrandandır. Yüzlerini ateş bürümüştür. Böylece Allah herkese yaptığının karşılığını verir. Allah hızlı hesap görendir. İşte bu bütün insanlığa bir duyurudur: "Bununla uyarılsınlar, O Allah’ın, Tek İlâh / Kainatın İmparatoru olduğunu bilsinler ve temiz düşünce / akıl sahipleri de düşünüp öğüt alsınlar!" (İbrahim 48-52)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Elif, Lâm, Ra. Bu, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarman için[*] indirdiğimiz bir kitaptır. Azîz; daima üstün olan ve Hamîd; bir sebep olmaksızın zâtıyla övgüye lâyık olanın yoluna...
Kuruntu ve hurafelerin karanlığından... Siyasal rejim ve toplumsal geleneklerin karanlığından... Değişik Rabblerin
neden olduğu bunalımın, şaşkınlığın, farklı düşüncelerin, değer yargılarının ve ölçülerin meydana getirdiği
kararsızlığın karanlığından... İnsanlığı bütün bu karanlıklardan aydınlığa çıkarasın diye... Bu karanlıkları dağıtan
aydınlığa... Hem vicdan aleminde, hem düşünce dünyasında karanlıkları ortadan kaldıran aydınlığa... Ardından
hayatın pratiğinde, değer yargılarında, siyasal rejimlerde ve toplumsal geleneklerde karanlıkları dağıtan, ortadan
kaldıran aydınlığa...
Allah'a iman, kalpte parlayan bir aydınlıktır. Katı çamurdan ve Allah'ın ruhundan bir soluktan oluşan insanın yapısı
bununla aydınlanır. İnsan denen varlık bu soluğun aydınlığından yoksun olduğu zaman, içinde bu aydınlık
sönüverdiği zaman kapkaranlık bir çamura dönüşür. Hayvanlar gibi, et kandan oluşan bir çamura dönüşür. Eğer
insanın yapısında yeralan ve Allah'ın ruhundan gelen bu ışık iman sayesinde aydınlanıp parlamasa, bu karanlık
bedende ışımasa, bu karanlık varlığı aydınlatmasa, tek başına et, kan ve çamurdan başka bir anlam ifade etmez,
çünkü bunların üçü aynı maddelerden meydana gelmektedirler.
Allah inancı ruhu aydınlatan bir ışıktır. Artık insan bu ışık yardımı ile yolunu seçer. Allah'a giden yolu apaçık görür.
Hiçbir karanlık, hiçbir sis gizleyemez, örtemez bu yolu. Efsanelerin karanlığı ve hurafelerin sisi bu ışık sayesinde
dağılır gider. İnsan ruhu bu aydınlık aracılığı ile yolunu seçtiği zaman, dosdoğru yol alır, artık ayağı kaymaz,
tökezlemez, sağa sola sapmaz, yolunu şaşırmaz.
Allah inancı hayatı aydınlatan bir ışıktır. Bu sayede insanlar birbirinden farksız, eşit kullar olurlar. Onları birbirine
bağlayan bağ Allah inancıdır. Başkasına değil, sadece O'na boyun eğerler. Bölük pörçük olup tağutlara (zorbalara)
kul olma durumuna düşmezler. Onları evrene bağlayan bilgi bağıdır. İçindeki herkesi ve her şeyi ile birlikte şu
evrende yürürlükte olan yasalar sistemini bilmektir bu. Böylece onlar, içindeki herkes ve her şeyle birlikte şu
evrenle barışık bir hayat yaşarlar.
Allah'a inanmak aydınlıktır. Adalet aydınlığı, özgürlük aydınlığı ve bilgi aydınlığı... Allah'a yakın olmayı hissetmenin,
yoklukta ve bollukta, darlıkta ve genişlikte O'nun adaleti, rahmeti ve hikmeti ile güven duymanın aydınlığı... Bu
güven sıkıntıda sabretmeyi, bollukta da şükretmeyi sağlayan bir duygudur. Bunun yanında imtihandaki hikmeti
kavrama aydınlığıdır bu.
İlah ve Rabb olarak sadece Allah'a inanmak eksiksiz bir hayat sistemidir. Sadece vicdanı kaplayan ve onu
aydınlatan bir inanç değildir. Tek başına Allah'a kul olma, sadece O'nun Rabblığına boyun eğme, kulların
Rabblığından kurtulma ve kulların egemenliklerinin üstüne çıkma ilkesine dayanan bir hayat sistemidir.
Bu sistem, insan fıtratı ile uyuşan ve bu fıtratın gerçek ihtiyaçlarına cevap veren ilkeler içermektedir. Bu sayede
hayata, mutluluk, aydınlık, güven ve huzur havası egemen olur. Bu sistemde süreklilik ve değişmezlik esastır.
Kulların Rabblığına ve hakimiyetine boyun eğen toplumlarda görülen, kulların ortaya koyduğu politik, idari ve
ekonomik sistemlerin ahlâk ve hayat tarzına ilişkin kuralların, gelenek ve göreneklerin karşı karşıya kaldığı
değişimlerden, çalkalanmalardan korunmuştur. Bütün bunların yanında bu sistem insan enerjisini kulların
ilahlaşması uğruna harcanmaktan, tağutların (zorbaların) borazanı, davulu, çığırtkanı olmaktan korumaktadır.
Kuşkusuz şu kısacık ifadenin:
"İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarasın diye" ardından hem akıl ve kalp dünyası, hem hayat ve realite dünyası
ile ilgili gerçekleri içeren engin ufuklar yeralmaktadır. Ama insanın ifade yeteneği bu ufukları olduğu gibi tasvir
edemez, sadece onlara kısaca işaret edebilir.
"Rabblerinin izni ile insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarasın diye." Peygamberin elinden tebliğden başka bir şey
gelmez. Onun görevi açıklamaktır, başka bir şey değil. İnsanların karanlıklardan aydınlığa çıkarılması ise, yüce
Allah'ın iradesinin öngördüğü evrensel yasa uyarınca yine O'nun izni ile gerçekleşir. Peygamber ise sadece
peygamberdir.
"İnsanları Rabblerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarasın, üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletesin
diye..."
Ayette geçen "es-Sırat = yol" kelimesi "en-Nur = aydınlık" kelimesinin açıklaması niteliğindedir. Allah'ın yolu da;
onun belirlediği, uyulmasını istediği çizgi, kural, varlıklar aleminde yürürlüğe koyduğu evrensel yasası ve insan
hayatına hükmeden şeriatıdır. İşte aydınlık (nûr) insanı bu yola iletir. Ya da bizzat bu yolun kendisi aydınlıktır.
Anlam olarak bu daha güçlüdür. İnsan ruhunu aydınlatan nûr, evreni de aydınlatan nûrdur. İlahi yoldur bu. Bu nûr
evrene egemen olan yasal sistemdir. Allah'ın şeriatıdır. Bu aydınlığın içinde yaşayan insan ruhu, meseleleri
kavramada, düşüncede ve hayat tarzında yanılmaz artık. Çünkü O, dosdoğru yolu izlemektedir. "Üstün iradeli ve
övgüye lâyık Allah'ın yolu"nu takip etmektedir. Karşı konulmaz ve her şeye egemen bir güce sahip, aynı zamanda
övgüye ve şükre lâyık Allah'ın yoludur bu.
Kim karanlıklardan çıkıp doğru yolu bulursa O'dur kurtulan. Bunun dışında fazla bir şey söylenmiyor burada.
Ayetlerin akışı kâfirleri tehdit etmekle sürüyor, onları çekecekleri şiddetli azaptan sakındırıyor. Vay onların haline.
Nimeti inkâr etmelerinin karşılığıdır bu ceza. Karanlıklardan aydınlığa çıkarılmaları için kitapla birlikte peygamber
gönderilmesi nimetini inkâr etmelerinin cezası işte bu korkunç azaptır Halbuki bu nimet yeryüzünde insana
bahşedilen en büyük nimettir, insanların şükrü bu nimete karşılık hep yetersiz kalır. Bu yüzden bu nimeti inkâr
etmek en büyük suçtur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
2.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi kendisinin olan Allah`ın yoluna. Şiddetli azaptan dolayı kâfirlerin vay haline!
3.
Onlar, dünya hayatını Âhirete tercih eden, Allah’ın yolundan engelleyen ve o yolda kolayca anlaşılamayacak bir eğrilik[*] olmasını isteyen kimselerdir. Onlar derin bir sapkınlık içindedirler.
İvec (عوج), çok dikkat etmedikçe anlaşılamayacak eğriliktir (Müfredat). Allah’ın yolunda böyle bir eğrilik isteyenler, yaptıkları yanlışlar kolaylıkla anlaşılmasın diye doğruya çok yakın görünecek çarpıtmalar yaparlar. Ayette sözü edilen kişilerin en çok istediği budur. Bu sebeple en tehlikeli yanlış, doğruya en çok benzeyendir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
4.
Biz, her resulü / kitabı[1*] ancak kendi halkının dili ile gönderdik ki (ayetleri) açık açık anlatsın. Bundan sonra Allah, (sapıklığı) tercih edeni sapık sayar, (doğru yolu) tercih edeni de yoluna kabul eder[2*]. O Azîz'dir; daima üstün ve Hakîm; bütün kararları doğru olandır.
[1*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmek için gönderilen elçi” anlamına da gelir. (Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü (رسول اللّه) ifadelerinde asıl vurgu ayetleredir. Muhammed aleyhisselam öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır (Al-i İmrân 3/144). Resul kelimesi yerine ”resul /kitap” ifadesi bunun için yazılmıştır (Maide 5/67, Nahl 16/35).
[2*] Şâe (شاء) fiilinin kökü, “bir şey yapma” anlamında olan şey (شيء) dir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
5.
Andolsun ki, Musa'yı da: “Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın (sıkıntılı ve huzurlu) günlerini hatırlat” diye ayetlerimizle göndermiştik. Elbette bu (gibi hatırlatmaların yapılması)nda çok sabreden ve çok şükreden herkes için (alınacak) dersler vardır.[*]
Eski Arap geleneğinde “günler” deyimi genelde önemli tarihi olayları işaret için kullanılırdı. Ayette geçen “Allah’ın günleri” ifadesi geçmişte kalan sıkıntılı ya da huzurlu günlere atıfta bulunarak onları hatırlatmak için kullanılmış olabilir. Mümkündür ki bu ifade, Allah’a isyan eden, zulmü, haksızlığı, adaletsizliği, zorbalığı ve hakka karşı direnmeyi alışkanlık haline getiren toplumların helakini anlatmış olacağı gibi, bir sonraki ayette de görüleceği gibi, zulmü adet haline getiren Firavun ve avanesinin elinden Musa Peygamberin gelmesiyle kurtulan ve böylece Allah’ın lütuf ve ihsanıyla bolca nimete kavuşan İsrailoğullarının refah dolu günlerini de anımsatmış olabilir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
6.
Bir gün Musa halkına şöyle demişti: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani sizi Firavun hanedanından kurtarmıştı. Onlar size kötü bir azap vermek istiyor, oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. O işin içinde, Rabbinizin sizi yıpratan büyük bir imtihanı vardı.”
BÖLÜM 2
7.
Hatırlayın ki, Rabbiniz size şöyle buyurmuştu: “Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artırırım, eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”[*]
Şu büyük gerçek karşısında durup düşünüyoruz. Şükür etmekle nimetin artması ve nankörlükle korkunç azabın
hakedilmesi gerçeği...
Evet bu gerçek karşısında biz de durup düşünüyor ve daha ilk anda içimize güven duygusu doluyor. Çünkü bu, yüce
Allah'ın vaadidir. Her halukârda gerçekleşmesi kaçınılmazdır bu vaadin... Bu sözün kanıtlarını hayatımızda görmek
kavrayabilecéğimiz sebeplerini araştırmak istesek, çok geçmeden birçok sebeple, kanıtla karşılaşacağız.
Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın verdiği nimetlere karşı şükretme, insan ruhundaki ölçülerin doğruluğunun göstergesidir.
İyi olan şükreder, çünkü bozulmamış fıtrata göre şükür onun tabii tepkisidir.
Bu bir... Diğeri de, nimetine karşılık yüce Allah'a şükreden kişinin bu nimet üzerindeki uygulamalarında,
şımarmadan, diğer halka karşı büyüklük taslamadan, bu nimeti baskı, kötülük, pislik ve bozgunculuk aracı olarak
kullanmadan yüce Allah'ı gözeteceği, onun hoşnutluğunu gözönünde bulunduracağı gerçeğidir.
Bunların ikisi de nefsi arındıran, onu iyi işler yapmaya, nimet üzerinde onu geliştirecek, bereketlendirecek, iyi
uygulamalarda bulunmaya teşvik eden unsurlardır. Böylece insanlar hem bu nimetten hem de ona sahip olan
kişiden memnun olur, ona yardımcı olurlar. Bu sayede toplumda yeralan fertlerin birbirleriyle olan ilişkileri sağlıklı
bir yapıya kavuşur, mal varlıkları her yönüyle güvencede olmak üzere gelişme imkânı bulur. Bunun gibi hayatın
içinden daha birçok tabii ve gözle görülür sebebi sıralamak mümkündür. Gerçi yüce Allah'ın vaadi mü'min için
yeterli bir güvencedir. Mü'min ister sebepleri kavrasın, ister kavramasın, bu bir realitedir ve gerçektir. Çünkü yüce
Allah'ın vaadidir.
Allah'ın nimetine karşı nankörlük etmek de, ona karşı şükür görevini yerine getirmemekle olur. Ya da bu nimeti
bahşedenin yüce Allah olduğunu inkâr etmekle, bu nimeti bilgiye, tecrübeye, kişisel emek ve çalışmaya bağlamakla
olur! Sanki bütün bu yetenekler yüce Allah'ın bahşettiği nimetler değilmiş gibi! Nankörlük, bu nimeti kötü emeller
için kullanmakla olur. Nimetle şımarma, büyüklenme, onu insanlara karşı üstünlük sağlama aracı olarak kullanma,
ihtiraslar ve bozgunculuk uğruna koz olarak kullanma... Evet bütün bunlar yüce Allah'ın nimetini inkâr etmek
anlamına gelmektedir.
Şiddetli azap, nimetin kökten yok edilmesini de içine alır. Bu, ya nimetin tamamen giderilmesi ya da bilinçlerde
etkilerinin silinmesi şeklinde olur. Nice nimetler vardır ki, bir felakete dönüşür. Ona sahip olan mutsuzluğa mahkûm
olur. Ondan yoksun olanlar da kıskançlık duygusuna kapılırlar. Bu azap yüce Allah'ın dilemesine göre ya dünyada bir
süre için ya da ahirete kadar ertelenebilir. Ama kesinlikle gerçekleşecektir. Çünkü yüce Allah'ın nimetini inkâr etmek
karşılıksız kalmayacak bir suçtur.
Şükür, yüce Allah'a bir kazanç sağlayacak değildir. Nankörlük de ona zarar verecek değildir. Yüce Allah hiçbir şeye
muhtaç değildir. Bizzat övgüye lâyıktır, insanların övgüsü ve bahşettiği nimetlere karşılık şükretmesi ile değil... (Seyyid Kutub Tefsiri)
8.
Musa (şöyle) dedi: “Siz ve yeryüzünde olanların tamamı, topyekûn inkâr etseniz (sadece kendinize zarar vermiş olursunuz). Çünkü Allah Ganî'dir; sınırsız zengindir, kimseye ihtiyacı yoktur ve Hamîd’dir; bir sebep olmaksızın zâtıyla övgüye lâyık olandır."
9.
Sizden öncekilerin haberi size gelmedi mi? Nûh, ‘Âd ve Semud kavimlerinin ve onlardan sonra gelenlerin... Ki onları(n başına neler geldiğini) Allah’tan başka kimse bilmez. Elçileri onlara hakikatin apaçık delilleriyle gelmiş, onlar ise nimeti teperek (sözlerini) ağızlarına tıkmışlar ve “Şunu aklınıza koyun ki biz sizinle gönderilenleri reddediyoruz; zira biz, davet ettiğiniz şeye dair endişe verici derin bir şüphe içindeyiz” demişlerdi.
10.
Elçileri şöyle dediler: “Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi olur![1*] Günahlarınızı bağışlamak ve belli bir süreye kadar yaşatmak için sizi davet ediyor.” Onlar ise “Siz de tıpkı bizim gibi bir beşersiniz. Atalarımızın kulluk ettiği şeylerden bizi uzaklaştırmak istiyorsunuz,[2*] o halde bize boyun eğdirecek açık bir delil / mucize getirin!” demişlerdi.
[1*] (Allah hakkında şüphe edilir mi hiç?!) ifadesinde, zarfın başına yadırgama mânası veren Hemze getirilmiştir, çünkü sözün konusu
“şüphe” değil, “şüpheye konu olan şey”dir ve bu şeyin açık delillerle ve şahitlikle ispatlanmış olması sebebiyle şüphe taşımasının mümkün olmadığını
ifade etmek üzere söylenmiştir. “Sizi, birtakım günahlarınızı bağışlamak için
çağırıyor.” Yani sizleri bağışlamak için sizi imana davet ediyor. Ya da sizleri
bağışlamak için davet ediyor. (Zemahşeri Tefsiri)
***
[2*] Kur’an’da anlatılan peygamberlerin hayat hikâyelerinde en çok karşılaştığımız ifade; “atalar dini” dir. İnsanlar atalarından devraldıkları gelenek haline dönüşmüş, kalıplaşmış dini araştırmadan, sorgulamadan ve akıl yürütmeden kabul etmişler, Allah’a ve elçilerine karşı gelmek pahasına da olsa bu dinlerinden kopamamışlar, alışılmış tarihi düşünce kalıplarıyla kendi inandıkları dışındaki tutum ve anlayışları reddetmişlerdir. “Onlara: “Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Resul'(ün size tebliğ ettiği şeyler)e gelin” denildiği zaman (onlar): “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyler bize yeter” derler.” (Mâide 5/104) (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
11.
Elçileri onlara dedi ki “Doğru, biz de tıpkı sizin gibi bir beşeriz. Ama Allah, gerek gördüğü kullarına iyilikte bulunur. Allah’ın izni olmadan size boyun eğdirecek bir delil / mucize getirmek bizim elimizde değildir. Müminler, yalnız Allah’a güvenip dayansınlar.
12.
Hem bize yollarımızı bulmada rehberlik ettiği hâlde, Allah’a neden güvenip dayanmayalım ki? Ve elbette sizin bize çektirdiğiniz eza ve cefaya rağmen direneceğiz: sağlam bir dayanak arayan herkes de sadece Allah’a güvenip dayansın!”[*]
Konumundan ve yolundan emin olan, dostuna ve yardımcısına güvenen kendisine doğru yolu gösteren yüce Allah'ın
hiç kuşkusuz yardım ve desteğini de göndereceğini bilen bir mü'minin sözüdür bu. Kul doğru yolda olmayı
garantiledikten sora dünya hayatında zaferin gerçekleşmemesinin ne önemi var?
Adımlarını yönlendirenin, yolunu gösterenin yüce Allah olduğunun bilincinde olan bir kalp, Allah'a bağlanmış bir
kalptir. Allah'ın varlığı, otoriter ve egemen ilahlığı hakkında bilinç planında bir yanılgıya düşmez bu kalp. Böyle bir
bilinçle Allah'ın yolunu takip etmekle tereddüt geçirme birarada olmaz. Yoldaki engeller ne kadar zor ve aşılmaz
olursa olsun, bu yolda pusu kuran tağutlar (zorbalar) ne kadar güçlü olursa olsun durum değişmeyecektir.
Peygamberlerin -salât ve selâm üzerlerine olsun- verdikleri cevap ile yüce Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiğinin
bilincinde oluşları, tağutlardan (zorbalardan) gelen ağır tehditler karşısında O'na dayanmaları, sonra bu tehditlere
rağmen yollarını takip etmekte ısrarlı oluşları arasındaki bağlantı da bu yüzdendir.
Bu gerçeği -mü'minin kalbinde yer eden Allah'ın yol göstericiliğinin bilincinde olmak ile ona dayanmanın zorunluluğu
arasındaki bağlantı gerçeğini- cahiliyenin zorbalarına karşı fiili bir harekette bulunan, derinliklerinde yüce Allah'ın
elini hisseden bir kalpten başkası algılayamaz. Bütün aydınlık kapıları üstüne açılmıştır bu kalbin. Parlayan ufukları
seyre dalınıştır, iman ve bilgi meltemlerini teneffüs ediyor, kendini bildik, tanıdık ve yakın bir çevrede
hissediyordur... Böyle bir durumda yeryüzünü parsellemiş tağutların savurdukları sözlere aldırış bile etmez. Herhangi
bir saptırma girişimine eğilim göstermesi ya da tehdide boyun eğmesi imkânsız bir olaydır. O, yeryüzünün
tağutlarına, büyüklük taslama ve şımarma aracı olarak sahip oldukları güç ve kudrete küçümser bir gözle
yaklaşmaktadır. Bu şekilde Allah'a bağlanmış bir kalbi ne korkutabilir ki? Şu zavallı kullar onu nasıl korkutabilirler? (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 3
13.
İnkar edenler, elçilerine dediler ki: "Ya sizi mutlaka yurdumuzdan çıkarırız, ya da bizim dinimize dönersiniz!" Rableri de onlara şöyle vahyetti, "zalimleri mutlaka helak edeceğiz![*]
Bu noktada İslâm ile cahiliye arasındaki çarpışmanın gerçek nedeni ve tabiatı ortaya çıkıyor. Cahiliye, İslâmın
kendisinden bağımsız bir yapıya sahip olmasını istemez. Kendi varlığından ayrı bir varlık göstermesine katlanamaz.
İslâm barış istese bile cahiliye buna yanaşmaz. Ama İslâmın bağımsız bir önderliğe ve yönetime sahip örgütlü bir
hareket olarak ortaya çıkması kaçınılmazdır. İşte cahiliyenin hazmedemediği, katlanamadığı budur. Bunun için
kâfirler peygamberlerinden sadece davalarından vazgeçmelerini istemiyorlar, ayrıca tekrar inançlarına dönmelerini,
cahili toplumlarına katılmalarını, bağımsız bir yapıları kalmayacak şekilde aralarında eriyip gitmelerini istiyorlar. Ama
bu dinin tabiatı gereği mensuplarına yasakladığı, peygamberlerin de bu yüzden reddedip kabul etmediği de budur.
Çünkü içinden kopup geldikten sonra bir müslümanın yeniden cahiliye toplumuna katılması mümkün değildir,
olmaması gereken bir davranıştır.
Zalim ve zorba kuvvetler, çirkin ve katı yüzlerini gösterdikleri zaman ne davet hareketine ne de delil göstermeye
imkân kalmaz. Böyle bir durumda yüce Allah peygamberleri cahiliyeye teslim edecek değildir.
Organik yapısının tabiatı gereği, cahiliye toplumu müslüman bir unsurun kendi bünyesinde hareket etmesine
hoşgörülü davranmaz. Bu müslümanın çalışması, çabası ve enerjisi cahiliye toplumunun yararına, onun kökleşmesi
uğruna olmadığı sürece... Cahiliye toplumunun arasına karışmak, onun organik yapısı ve kurumları içinde yeralmak
suretiyle dinlerine hizmet edebileceklerini, dinleri için birtakım faaliyetlerde bulunabileceklerini zannedenler,
toplumun organik yapısının tabiatını kavrayamayan kimselerdir. Toplumsal organik yapının tabiatı, bünyesinde
yeralan her ferdi bu toplumun yararına, onun sisteminin ve dünya görüşünün kökleşmesi uğruna çalışmaya, çaba
sarfetmeye zorlar. İşte bunun için seçkin peygamberler, yüce Allah kendilerini kurtardıktan sonra tekrar
kavimlerinin arasına karışmayı, onların dinine uymayı reddediyorlar.
Bu noktada en büyük güç devreye giriyor. Kesin ve bitirici darbesini indiriyor. Zorba tağutlar bile olsalar, basit
beşeri güçler buna karşı koyamaz. "Rabbleri onlara vahiy yolu ile bildirdi ki, "Biz zalimleri kesinlikle yok edeceğiz." (Seyyid Kutub Tefsiri)
14.
Onlardan sonra o yurda sizi yerleştireceğiz. Bu, otoriteme saygı duyan ve tehditlerimden korkanlar içindir."[*]
Unutmamak gerekir ki, peygamberlerle kavimlerinin arasını ayırmak için devreye giren bu büyük güç, her zaman
peygamberlerin kavimlerinden tamamen ayrılmalarından sonra devreye girer. Müslümanlar, yüce Allah kendilerini
kurtardıktan sonra kavimlerinin dinine dönmeyi, onların aralarına karışıp hayat biçimlerine uymayı reddettikten
sonra... Dinleri ile özel İslâmi toplumları ile, kendilerine özgü yönetimleri ile apayrı bir yapı olarak varlıklarını
sürdürmede ısrarlı olduktan sonra... İnanç temeline dayalı olarak kavimlerinden ayrıldıktan sonra... Dolayısıyla bir
kavim, inanç, sistem, yönetim ve toplum olarak iki ayrı ümmete bölündükten sonra... İşte o zaman en büyük
kuvvet, bitirici darbesini indirmek, mü'minleri tehdit eden tağutları yerle bir etmek, mü'minleri yeryüzüne
yerleştirmek, kendilerine zafer ve egemenlik vereceğine ilişkin yüce Allah'ın peygamberlere yönelik vaadini
gerçekleştirmek için devreye girer. Müslümanlar cahiliye toplumuna karışmış bulunuyorken, onun rejiminin ve
yönetiminin belirlediği ölçüler içinde çalışıyorlarken, ondan ayrılmamışken, bağımsız islâmi bir yönetim altında
bağımsız ve organik bir hareket olarak belirginleşmemişken, ilahi müdahale asla söz konusu olmaz.
"Ve onların arkasından yeryüzüne sizi yerleştireceğiz."
Abartma ya da palavra değil bu, her zaman için yürürlükte olan, adil bir kanundur bu.
"Bu müjde benim karşıma çıkacağından çekinen ve benim tehditlerimden korkanlar içindir."
Bu yerleştirme ve halifelik görevi benim karşıma çıkacağından çekinen, üstünlük taslamayan, haddini aşmayan,
büyüklenmeyen, zorbalık yapmayan ve tehditlerimden korkanlar içindir. Buna göre hesabını yapan, sebeplerinden
sakınan, yeryüzünde bozgunculuk yapmayan ve insanlara zulmetmeyenler içindir. Zaten halifelik görevini de bu
yüzden hakediyor. Bunu hakederek elde ediyorlar.
Böylece küçük ve komik kuvvet -zalim tağutların kuvveti- zorlu ve muazzam kuvvetle -her şeye egemen, ulu ve
ezici kuvvetle- karşı karşıya kalıyor. Çünkü peygamberlerin görevi apaçık bir duyurma ve mü'minlerle
yalanlayanların iyice belirginleşip ayrılması ile sona eriyor.
Bir safta, komik ve cılız kuvvetleri ile birlikte zorba tağutlar, diğer safta da yüce Allah'ın gücünün desteğinde
mütevazi ve davetçi peygamberler yeralıyor. Her iki saf da zafer ve fetih istiyor. Akıbet nasıl olması gerekiyorsa
öyle oluyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
15.
(Elçiler, düşmanlarına karşı Allah’tan) fetih istediler ve her inatçı zorba perişan oldu.
16.
Ardından da (o inatçı zorbaya) cehennem vardır; kendisine irinli su içirilecektir!
17.
Yudum-yudum içmeye çalışacak, fakat bir türlü boğazından geçmeyecek; her taraftan ölüm gelecek ona, fakat ölmeyecek de ve ileride daha da ağır bir azap var.
18.
Rablerini inkâr edenlerin durumu şudur: Onların işleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer. (Dünyada) kazandıkları hiçbir şeyin (ahirette) yararını görmezler. İşte bu, derin sapıklıktır.[*]
Onların yaptıkları rüzgârın savurduğu kül gibidir. Küller nasıl ki rüzgârın esmesiyle savrulup gidiyorsa onlar da yok olup gidecektir. Çünkü yaptıkları her şey sadece dünya içindir. Dünya ile sınırlı çalışmalar yok olup gidecek olan dünya ile beraber yok olmaya mahkûmdur. İnkârcıların yaptıkları da sadece bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya ile sınırlı olduğu için kül kadar değersiz, sevap terazisine konamayacak kadar kıymetsiz, rüzgarla savrulacak kadar zayıf ve geçici işlerdir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
19.
Allah’ın gökleri ve yeri gerçek varlıklar[*] olarak yarattığını görmedin mi? Gerek görürse sizi yok eder ve yerinize yeni bir halk getirir.
Bu ayetler, bazı tasavvufi ve felsefi akımların vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud gibi görüşlerini reddetmektedir (Bakara 2/164, Al-i İmran 3/190, En’am 6/99, Yunus 10/6, 101, Ra’d 13/2, Rum 30/8, Casiye 45/12-13, Nuh 71/15-17). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
20.
Ve bu Allah için zor da değildir.
21.
(Kıyamet günü) İnsanların hepsi Allah'ın huzuruna çıkacaklar. Ve zayıflar büyüklük taslayanlara şöyle diyecekler: "Bizler, sizlere uymuştuk. Şimdi siz, Allah'ın azabından en ufak bir şeyi bizden savabilir misiniz?" Onlar da diyecekler ki: "Allah bizi hidayete erdirseydi, biz de size doğru yol gösterirdik. Artık şimdi bizler sızlansak da sabretsek de birdir. Çünkü kaçacak yerimiz yoktur."[*]
Zayıflar zayıflığı benimseyen kimselerdir. Düşünce, inanç ve hedef açısından kişisel özgürlüklerinden feragat edip
müstekbirlere ve tağutlara uyruk olmak suretiyle yüce Allah'ın insanlara bahşettiği en belirgin insani özelliklerini
ayaklar altına alan Allah'ın egemenliği yerine Allah'dan başka birtakım kullara boyun eğen, o kulların egemenliğini
seçen kimselerdir. Zayıflık mazeret değildir, aksine suçtur. Yüce Allah hiç kimsenin zayıf, güçsüz olmasını istemez.
O, bütün insanları güç-kuvvet bulacakları himayesine girmeye çağırıyor. Çünkü güç, kuvvet tümüyle Allah'a aittir.
Yüce Allah hiçbir insanın kendi isteği ile ya da istemeyerek özgürlüğünden vazgeçmesini istemez, -çünkü insanın en
belirgin özelliği ve onur kaynağı özgürlüğüdür-. Hiçbir maddi kuvvet, -ne olursa olsun- özgürlük isteyen, insani
onurunu ayaklar altına almayan, ona sarılan
bir insanı köleleştiremez. Bu kuvvetler en fazla insanın bedenine sahip olabilirler, ona işkence edip
cezalandırabilirler, zincire vurup hapsedebilirler. Ama insanın vicdanına, ruhuna ve aklına hiç kimse sahip olamaz
hapsedemez, aşağılayamaz. Sahibi kendi eliyle vicdanını, ruhunu ve aklını hapse, zillete teslim etmediği sürece...
Şu zayıfları, inanç, düşünce ve hayat tarzı noktasında büyüklük taslayan zorbalara uymaya kim zorlayabilir? Şu
zayıfları Allah'dan başkasının egemenliğine sokmaya kimin gücü yetebilir? onları yaratan, rızıklarını veren,
başkalarına değil, kendisine güvenmelerini isteyen yüce Allah olduğu halde, onları başkasının hakimiyetine girmeye
kim zorlayabilir?
Hiç kimse... Sadece zayıf kişilikleri, başka değil. Onlar maddi kuvvet bakımından tağutlardan geri oldukları için zayıf
değildirler. Ya da rütbe, mal, mevki veya makam bakımından aşağı oldukları için bu duruma düşmediler. Kesinlikle
hayır... Bütün bunlar dışarıdan kaynaklanan geçici etkenlerdir. Tek başlarına zayıfların zayıflık sıfatını haketmelerine
yeterli değildirler. İnsan olmanın en belirgin ve en başta gelen özellikleri olan ruh, kalp, onur ve izzeti nefs
bakımından zayıf oldukları için bu duruma düşmüşlerdir.
Kuşkusuz mustaza'flar (zayıflar) çoğunlukta, tağutlar ise azınlıktadırlar. O halde çoğunluğun azınlığa boyun
eğmesini hangi güç sağlamaktadır? Boyun eğmelerindeki etken nedir? Onların tağutlara boyun eğmesini sağlayan
etken, ruhsal zayıflıkları, azimden yoksun oluşları, onur eksikliği ve yüce Allah'ın insanoğluna bahşettiği üstünlük
duygusundan kendiliklerinden vazgeçmiş olmalarıdır.
Hiç kuşkusuz halk kitleleri istemese tağutlar onları ezemez, boyun eğdiremez. Çünkü ezilen halk yığınları istedikleri
an tağutların karşısına dikilebilirler. O halde bu yığınlarda eksik olan özgür iradedir.
Aşağılık, zelil insanların ruhlarındaki aşağılanmaya yatkınlık duygusu olmasa aşağılanma, zelil olma söz konusu
olmaz. İşte tağutların da dayanakları sadece ezilen halk yığınlarındaki bu ezilmeye yatkınlık duygusudur.
İşte burada ezilenler ahiret sahnesinde aynı zayıflık duygusu içinde, yine büyüklük taslayan tağutlara itaatkâr bir
tavırla soruyorlar:
"Biz size bağlı idik, size uymuştuk. Şimdi Allah'ın bize vereceği azabın herhangi bir bölümünü başımızdan
savabilecek misiniz?"
Hiç kuşkusuz size uyduğumuz için bu acıklı sonla yüz yüze geldik.
Belki de onlar azabı görünce, büyüklük taslayanları öncülük yapmaya teşvik edip kendilerini azaptan korumalarını
umuyorlar. Ayet onların sözünü her halukârda zillet damgasını taşıyorken aktarmaktadır:
Büyüklük taslayanlar da bu soruya şu karşılığı veriyorlar:
Önderler ise güçsüzlere şu karşılığı verirler: Eğer Allah bizi doğru yola iletseydi, biz de sizi doğru yola erdirirdik.
Şimdi feryat etsek de sabretsek de farketmez, çünkü kaçıp sığınabileceğimiz bir yer yok."
Zayıfları başlarından savmak istediklerini onlardan sıkıldıklarını dile getirmektedir bu cevap.
"Eğer Allah bizi doğru yola iletseydi, biz de sizi doğru yola erdirirdik." Neye dayanarak bizi kınıyorsunuz. Biz ve siz
aynı sonuca giden aynı yolda beraber değil miydik? Kendimiz doğru yoldayken sizi saptırmadık ki? Eğer Allah bizi
doğru yola iletseydi biz de sizi kendimizle birlikte doğru yola iletirdik. Tıpkı saptığımız için sizi de saptırdığımız gibi.
Burada onlar doğru yolda ya da eğri yolda olmayı yüce Allah'a bağlıyorlar. Daha önce yüce Allah'ı ve gücünü inkâr
ettikleri, yüce Allah'ın karşı konulmaz ve ezici gücünü hesaba katmayan bir tavırla zayıflara karşı üstünlük
tasladıkları halde yüce Allah'ın gücünü itiraf ediyorlar. Aslında onlar işi Allah'a bağlamakla sapma ve saptırmanın
sorumluluğundan kaçmak istiyorlar. Oysa yüce Allah sapıklığı emretmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır.
"Allah kötülük işlemeyi emretmez." (Araf Suresi 28) Sonra bu müstekbirler çaktırmadan zayıfları azarlıyorlar. Onlara
feryad etmenin ya da sabretmenin hiçbir şey değiştirmeyeceğini bildiriyorlar. Kuşkusuz azap hakedilmiştir. Ne sabır
ne de feryad etmek bu durumu değiştirmez. Azaba karşı feryad etmenin işe yaradığı, insanın sapıklıktan doğru yola
girmesine neden olduğu, aynı şekilde zorluğa karşı sabretmenin yarar sağladığı, yüce Allah'ın rahmetinin ulaşmasına
neden olduğu anlar geride kaldı. İş işten geçti. Kaçılacak, sığınılacak bir yer de yok artık: (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 4
22.
(Hesap görülüp) iş bitirilince şeytan (cehennem ehline) diyecek ki: “Şüphesiz Allah, gerçek olan (ahireti, dünyada iken) size vaad etmişti. Ben de size (ahiretin olmadığını) vaad etmiştim. Söz verdim ama (gördüğünüz gibi) yalancı çıktım. Aslında benim sizi zorlayacak bir gücüm de yoktu. Ben sizi sadece (isyana ve inkâra) çağırdım, (işinize geldiği için) siz de hemen bana geliverdiniz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Aslında, beni Allah'a ortak tutmanızı (Allah'a inandığınız halde bana kulluk etmenizi) onaylamış da değildim (bu konuda beni bile geçtiniz). Hiç kuşkusuz zalimlere pek de acıklı bir azap vardır[*].
Allah, Allah, bu şeytan gerçekten de şeytandır. Burada kişiliği her yönüyle ortaya çıkıyor. Tıpkı bu karşılıklı
konuşmada zayıfların ve büyüklük taslayanların kişiliği her yönüyle ortaya çıktığı gibi...
Göğüslere vesvese veren, insanların Allah'a isyan etmesini teşvik eden, küfrü yaldızlı, çekici gösteren, onları hak
daveti dinlemekten alıkoyan şeytandır bu...
Evet odur bu sözleri söyleyen, onları oldukça acı ve etkileyici bir şekilde kınayan... Ama onu reddedecek durumda
değildirler. Çünkü iş işten geçmiştir. Bu sözleri zamanı geçtikten sonra söylüyor ne fayda!
Sonra onları kendi çağrısına uymalarını ayıplayarak bir kez daha utandırıyor. Oysa üzerlerinde hiçbir etkinliği,
yaptırım gücü yoktu. Sadece onlar kişiliklerinden sıyrıldılar, kendileri ile şeytan arasındaki eski düşmanlığı unuttular,
yüce Allah'ın hak davetini terkedip onun batıl çağrısına koştular "Benim size yönelik somut bir yaptırım gücüm yoktu, sadece sizi yoluma çağırdım siz de çağrıma uyuverdiniz."
Sonra onları ortada bırakıyor, onlardan uzaklaşıyor. Daha önce çeşitli vaadlerde bulunan onları ümitlendiren,
emellere daldıran ve hiç kimsenin kendileri ile baş edemeyeceğini telkin eden oydu. Ama şimdi bağırıp çağırsalar da
kendilerine cevap verecek değildir. O da feryat etse kendileri de ona yardım edemezler
Ardından kendisini Allah'a ortak koşmalarını onaylamadığını, bu şirklerini inkâr ettiğini belirtiyor
Şu şeytana bakın... Kendilerini sapıklığa çağıran ve bu çağrısına olumlu karşılık verip uydukları şeytan
yardakçılarına bakın... Peygamberler de onları Allah'a itaat etmeye çağırmış, ama onları yalanlayıp, inkâr etmişlerdi. (Seyyid Kutub Tefsiri)
***
Şeytanın cehennem ehline karşı; “Aslında benim size karşı bir gücüm yoktu” demesi, insan iradesinin şeytani dürtülere karşı daha güçlü olduğunu gösterir. Nitekim “Şüphesiz ki şeytanın tuzağı ve hilesi zayıftır,” (Nisa 4/22) buyrulmuştur. Evet şeytanın hilesi ve tuzağı vardır ama insanın da buna direnecek gücü ve iradesi bulunmaktadır ve insan öyle güçlüdür ki şeytanın tuzağı bu gücün karşısında zayıf kalmaktadır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
23.
Fakat iman eden ve o imana uygun iş işleyen kimseler, zemininden ırmaklar çağlayan cennetlere buyur edilecekler. Onlar orada Rablerinin izniyle ebedi kalacaklar. Onlar orada (birbirlerine şöyle) mukabele edecekler: "Mutluluklar!.."
24.
Baksana; Allah, nasıl bir benzetme yapıyor? Güzel bir söz, kökü yerin derinliklerinde sabit, dalları ise göğe doğru yükselmiş bir ağaç gibidir.
25.
Rabbinin izniyle o her mevsim ürün verir. İşte Allah belki ders alırlar diye insanlara böyle misaller veriyor.
26.
Ve çirkin bir sözün durumu ise, kökü toprağın üstüne çıkarılmış, bütünüyle kararsız, dayanıksız çürük bir ağacın durumuna benzer.[*]
Kökü sağlam, dalları göklere tırmanan güzel bir ağaca benzeyen güzel söz ile dik duramayan ve kökü de yerden
kesilmiş iğrenç bir ağaca benzeyen iğrenç sözün oluşturduğu sahne, genelde surenin atmosferinden, peygamberler
ile onları yalanlayanların hikâyesinden, özelde de her iki grubun akıbetinden alınmış bir sahnedir. Burada
peygamberlik ağacı ve bu ağaca yansımış peygamberlerin babası Hz. İbrahim'in gölgesi net bir şekilde
görülmektedir. Bu ağaç her dönemde güzel ve tatlı meyveleri vermektedir... Peygamberlerden biridir bu meyve...
İman, iyilik ve canlılık meyvesini vermektedir...
Fakat bu örnek, surenin ve surede ele alınan hikâyenin atmosferi ile uyuşmakla birlikte, bundan daha engin
ufukları; daha geniş bir alanı, daha derin bir gerçeği ifade etmektedir.
Hiç kuşkusuz güzel söz -yani gerçek söz- tıpkı güzel bir ağaç gibidir. Sağlam, görkemli ve bol meyvelidir.
Sağlamdır, kasırgalar ne kadar amansız olurlarsa olsunlar onu yerinden sökemez. Batıl rüzgârları onu sarsamaz.
Tağutların balyozları onu etkilemez. Kimi dönemlerde bazılarınca yokolma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığı
zannedilse bile sağlamdır, uludur. Kötülükten, zulümden ve azgınlıktan hep yüksektir. Kimi zamanlar onun batıl
tarafından yerinden sökülüp boşluğa atıldığı sanılsa bile meyvesini vermeye devam eder. Bu ağaç ve meyveleri hiç
eksik olmaz. Çünkü bu ağacın tohumları gün geçtikçe artan ruhlarda yeşermektedir.
Aynı şekilde iğrenç söz -yani batıl söz- tıpkı iğrenç bir ağaç gibidir. Kabarır, yükselir, dal-budak salar. Bu yüzden
bazı insanlar onun güzel ağaçtan daha iri, daha güçlü olduğunu sanabilirler. Hatta toprağın dışındadır. Onun bu
görkemi geçici bir süre içindir, sonra tekrar yere yıkılacaktır. Sağlamlığı, kalıcılığı söz konusu değildir.
Bunlar salt birer örnek değildirler. Sırf iyileri desteklemek, onları yüreklendirmek amacına yönelik olarak söylenmiş
sözler değildir bunlar. Kimi dönemlerde gerçekleşmesi gecikse de hayatta yaşanan bir realitedir bu.
İyilik kalıcıdır, kötülük onu sıkıştırsa da, yoluna engel olsa da ölmez, solmaz. Kötülük ise uzun süre yaşayamaz.
İçine karışmış kimi iyilik kalıntıları yok olana kadar yaşayabilir. -Zaten saf kötülük çok az bulunabilir- İçindeki kimi
iyilik kalıntıları yok olunca, kötülük de yok olup gider. Geride bir şey kalmaz. Bu durumda görkemli ve üstün gibi
görünse de içten içe yok oluyor, dağılıp gidiyordur.
Unutulmamalıdır ki, iyiliğin karşılığı iyilik, kötülüğün karşılığı da kötülüktür.
"İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara çeşitli örnekler verir."
Bunlar, doğrulayıcı kanıtlarına yeryüzünün pratik hayatında her zaman karşılaşılabilinecek örneklerdir. Ama insanlar
hayatın yoğunluğu içinde çoğu zaman banları görememekte, unutup gitmektedirler.
İfadede ve ifadenin oluşturduğu atmosferde sağlamlık anlamını tasvir için katkıda bulunan ve kökü sağlam ve
toprağın derinliklerine uzanmış, dalları ise alabildiğine boşluğa doğru uzanmış, görkemli olarak tasvir edilen,
göz önünde sağlamlık ve güçlülük örneği olarak duran ve sağlam ağacın gölgesinde... (Seyyid Kutub Tefsiri)
27.
Allah, inanıp güvenmiş kimseleri hem dünya hayatında hem de ahirette sabit sözle sağlamlaştırır. Yanlış yapanları da sapık sayar. Allah yaptığını kurduğu düzene göre yapar.
BÖLÜM 5
28.
Allah'ın nimetini küfre çevirenleri[*] ve böylece kendi toplumlarını yok olma yurduna sürükleyenleri görüyorsun değil mi?
Şu hayret verici durumu görmüyor musun? Yüce Allah'ın kendilerine peygamberin, iman etmeye çağırılmanın,
bağışlanmaya ve cennet yurduna sevk edilmenin şahsında somutlaşan birçok nimetler bahşettiği kimselerin
durumunu? Bütün bu nimetleri bir kenara bırakıp yerine "Küfrü" alıyorlar. Bunlar, kavminin ulularından eşraf ve
önder kimselerdir. Bu halleri ile onlar her kavmin ulularından eşraf ve önder kimselere benzemektedirler. Bunların
bu şaşırtıcı tercih yüzünden milletlerini cehenneme sürükleyişlerini seyretmiştik. Ne de kötü bir yere varıyorlar!..
Seçtikleri yurt ne kötü!..
Kendilerinden önce yaşamış milletlerin başına gelenleri gördükleri halde yine de bu tutumlarını sürdüren kavmin bu
şaşırtıcı tavrını görmüyor musun? Hiç kuşkusuz Kur'an-ı Kerim geçmiş kavimlerin başına gelenleri bu surenin birinci
bölümünde sunulan sahnelerde gözler önüne sermişti. Olaylar o denli canlı sahnelenmişti ki, şu. anda meydana
geliyor gibiydi. Hiç kuşkusuz meydana gelecektir de... Kur'an-ı Kerim'in, meydana gelmesi kararlaştırılan bir olayı,
meydana gelmiş gibi, şu anda seyredilen bir tabloda sunması bambaşka bir güzelliktedir.
Onlar, peygamber ve sunduğu mesajında somutlaşan nimete küfürle karşılık verdiler. Peygamber onları tevhide
çağırıyordu ama, onlar bu çağrıya kulak asmadılar.
"Onlar insanları Allah'ın yolundan saptırmak için O'na çeşitli ortaklar koştular."
Allah'a benzettikleri çeşitli eşleri onun gibi ilah tanıdılar. Allah'a kulluk eder gibi onlara kulluk ettiler. Allah'ın
egemenliğine boyun eğer gibi onların otoritesine uydular. İlahlığın en belirgin özelliklerini onlara yakıştırdılar.
İnsanları yüce Allah'ın değişmez ve tek yolundan saptırmak için Allah'a eşler koştular.
Ayet, kavmin ulularının Allah'dan başka Rabbler edinmekle kavimlerini yüce Allah'ın yolundan saptırmayı
hedeflediklerine işaret etmektedir. Çünkü Tevhid inancı her zaman için tağutların iktidarlarına ve çıkarlarına karşı bir
tehlikedir. Bu tehlike sadece ilk cahiliye için geçerli değildir. İnsanların ne şekilde olursa olsun mutlak tevhitten
saptıkları, liderliklerini ulularına teslim ettikleri, onların iktidarları uğruna özgürlüklerinden ve kişiliklerinden feragat
ettikleri, onların arzularına ve ihtiraslarına boyun eğdikleri, yasalarını Allah'ın vahyine dayandıracaklarına bu uluların
sapık arzularına dayandırdıkları her yer ve her çağdaki cahiliye düzenleri için geçerlidir. Bu durumlarda tevhid
inancına yapılan çağrı ileri gelenler ve eşraf takımı için bir tehlike unsurudur. Bu yüzden tüm araçlara başvurarak
bu tehlikeyi bertaraf etmek isterler. İlkel cahiliye dönemlerinde Allah'a çeşitli ilahları ortak koşmak tevhide karşı
başvurulan bir korunma silahı idi. Günümüzde de Allah'ın emretmediğini emreden, onun yasaklamadığını
yasaklayan, insan ürünü kanunları Allah'ın yolundan sapmış gönüllerde ve pratik hayatta Allah'a eş konumuna
yerleştirmektedirler. (Seyyid Kutub Tefsiri)
29.
Gidecekleri yer Cehennem'dir; kalacakları yer ne kötüdür!
30.
(Onlar insanları) Allah'ın yolundan saptırmak için O'na eşler koştular.[*] De ki: “(dünyada istediğiniz gibi) yaşayın! Çünkü varacağınız yer ateştir.”
İnsanları, Allah’ın kendisine has olan özelliklerini bir kısım insanlara yakıştırarak, Allah’ın dışında otoriteler kabul ederek onlar üzerinden saptırdılar. Eski zamanlarda insanlar putlar yaparak Allah’a eş koşarlardı. Onun için putperestler “put” bulmakta bayağı zorlanırdı. Çünkü pişmiş topraktan ya da kaliteli taştan yapılacak heykeller için yetenekli ustalar gerekiyordu. Ama günümüzde artık putların yerini insanlar aldığı için böyle bir problem yok! Çünkü insanlar tapmak için kendi aralarından bir zavallı çıkarıyorlar ve onu kutsamaya başlıyorlar, o da kısa zamanda “Put”a dönüşüyor. Ya da makama, şöhrete, paraya taparak onları putlaştırıyorlar. Anlayacağınız, eskiye göre putperestlik kolaylaşmıştır! Onun için putperestlerin sayısı her geçen gün artmaktadır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
31.
İnanan kullarıma söyle: Namazı kılsınlar, kendilerine verdiğimiz rızıklardan, hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun olmadığı o gün gelmeden önce, gizli ve açık infak[*] etsinler.
Sözlükte “tükenmek, tamamlanmak, son bulmak” mânasındaki nefk kökünden türetilen infâk “bitirmek, yok etmek; yoksul düşmek” gibi anlamlara gelirse de daha çok “para veya malı elden çıkarmak” mânasında kullanılmaktadır. Dinî-ahlâkî bir terim olarak genellikle “Allah’ın hoşnutluğunu elde etme amacıyla kişinin kendi servetinden harcama yapması, muhtaçlara aynî ve nakdî yardımda bulunması” demektir. (TDV İslâm Ansiklopedisi, İnfak maddesi) (Onur)
32.
Allah gökleri ve yeri yaratan, gökten bir su indirip sizin için çeşitli meyvelerden besinler çıkarandır. Koyduğu yasaya göre sizi denizde taşıması için gemileri emrinize verdi. Aynı şekilde ırmakları da emrinize verdi.
33.
Görevlerini şaşmadan yapmak üzere Güneş’i ve Ay’ı da size boyun eğdirdi. Geceyi ve gündüzü de hizmetinize verdi.
34.
Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size vermiştir. Allah'ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu insan pek zalim ve çok nankördür.[*]
Bir hamledir bu... Vicdanı yakan bir kırbaçtır bu... Gökler ve yer, güneş ve ay, gece ve gündüz, denizler ve
nehirler, yağmurlar ve meyvalar bu hamlede yeralan dehşet verici araçlardır. Kendine özgü bir sesi bir şaklaması
var bu kırbacın... Çok zalim ve son derece nankör olan şu insanı sızlatan bir etkisi vardır.
Hiç kuşkusuz bu kitabın gerçekleştirdiği mucizelerden biri, bütün evrensel sahneleri, tüm ruhsal çalkantıları tevhid
inancı etrafında birleştirmesidir, evrenin sayfalarında ya da insan vicdanında yer alan her parıltıyı bir kanıta, bir
mesaja dönüştürmesidir. Böylece evren, içindeki canlı ve cansız varlıklarla birlikte Allah'ın ayetlerinin sergilendiği bir
vitrin niteliğini kazanır. Burada yüce Allah'ın kudret eli her an yeni harikalar meydana getirmektedir. Kudret elinin
izleri evrenin her sahnesinde, her manzarasında, her tablosunda ve her bölgesinde kendisini gösterir. Bu Kur'an
ilahlık ve kulluk problemlerini zihinsel bir tartışmada, soyut teolojik bir incelemede ya da fizik ötesi felsefi bir kalıpta
sunmaz. Bu tür bir sunuş insan kalbini uyaramayan, onu etkilemeyen, ona bir mesaj veremeyen donuk ve içeriksiz
bir sunuştur... Bu Kur'an, ilahlık ve kulluk problemini evrenin sahnelerinden oluşan gerçekçi etkenler ve etkileyici
mesajlar alanında ele alır. Yaratılış evrelerinde, fıtratın derinliklerinde insanın kavrama yeteneğinin algılayacağı son
derece açık alanlarda irdeler. Hem de kendine özgü bir güzellik, bir görkem, bir ahenk içinde...
Yüce Allah'ın gücünün ve nimetlerinin sergilendiği bu görkemli ve uçsuz bucaksız sahnede, harikalar yaratan sanat
fırçası nimetlerin insanlara veriliş gayesine uygun çizgiler çizmektedir: Önce gökler ve yer çiziliyor. Ardından gökten
inen su ve bu su sayesinde yerden biten meyvalar ve bitkiler çiziliyor. Sonra bu fırça yeni bir çizgi, yeni bir
manzara eklemek için tekrar gök tablosuna dönüyor. Güneş ve ayı çiziyor, onları ekliyor tabloya... Yer tablosunda
çizilen son manzara ise, güneş ve ayla bağlantılı bir manzaradır. Gece ve gündüz.. En sonunda gökler ve yeri
kapsayan bir çizgi çiziliyor. Bu çizgi bütün sayfayı renklendirmeye gölgelendirmeye yetiyor:
"O size kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetlerini sayacak olursanız, onları
bitiremezsiniz."
Hiç kuşkusuz bu bir mucizedir. Fırçanın çizdiği bütün dokunuşlar, bütün çizgiler, bütün renkler ve gölgeler
olağanüstü bir ahenk oluşturmaktadır. Bütün bunlar insanın emrine mi verilmiştir? Bu dehşet verici evren bütünüyle
insan denen şu küçücük yaratığın hizmetine mi sunulmuştur? Su indiren gökler, bu suyu emen toprak ve ikisinin
arasında biten meyveler. Allah'ın emri ile insanın hizmetine verilen gemilerin yüzdüğü deniz, şaşırmadan, sağa sola
sapmadan kendileri için belirlenen yörüngede dönen güneş ve ay, birbirini izleyen gece ve gündüz... Bütün bunlar
insan için mi yaratılmışlardır? Buna rağmen insan Allah'a şükretmiyor mu? Onu anmıyor mu? (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 6
35.
Bir zaman İbrahim[*], şöyle demişti: "Rabbim, bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!"
Şimdi yüce Allah, bir misal olarak Hz. İbrâhîm'i anlatmaktadır. Hz. İbrâhîm, Yukarı Mezopotamya'daki Ur (Urfa) kentinde doğdu. Allah kendisini peygamberlikle görevlendirdi. Putatapanlara karşı geldi, putları yerdi. Kral Nemrud kendisini ateşe attırdı. Fakat Allah onu yanmaktan korudu. O da kardeşinin oğlu Lût'u ve âilesini yanına alarak Mezopotamya'dan çıktı, Harran'dan geçip Mısır'a gitti. Mısır'da bir süre kaldıktan sonra Filistin'e gelip yerleşti. Karısı Sare'nin çocuğu olmuyordu. Sâre'nin teşvikiyle Hâcer'le birleşen İbrâhîm'in İsmâ'îl adlı bir oğlu oldu. Bir zaman sonra çok ileri yaştaki Sâre'den de İshâk adını verdiği oğlu doğdu. Bunun üzerine Sâre, Hâcer'den olan çocuğun, kendi çocuğuyla birlikte İbrâhîm'in mîrâsına sâhibolmasını önlemek için İbrâhîm'e, Hâcer'i, çocuğu ile beraber evden uzaklaştırmasını söyledi. Aslında Hâcer, kendi câriyesi olduğu için yasal olarak buna hakkı vardı. Hz. İbrâhîm de Allah'ın vahyine dayanarak Hâcer'le İsmâ'îl'i alıp Faran'a yani Mekke yöresindeki dağların eteğine yerleştirdi. İşte şimdi okuduğumuz âyetler, Hz. İbrâhîm'in, karısını ve çocuğunu bu vâdîye getirdikten sonra Allah'a yalvarışını anlatmaktadır. (Süleyman Ateş Tefsiri)
36.
Rabbim! O putlar insanların birçoğunu yoldan çıkardılar[*]. Bana uyan bendendir. Bana karşı çıkan olursa şüphesiz sen Gafûr'sun; çok bağışlayan ve Rahîm'sin; ikramı bol olansın.
“O putlar” diye tercüme edilen ifade, bir önceki ayette bahsedilen putları gösteren ve akıllı dişil çoğul varlıkları işaret etmek için kullanılan “onlar” zamiridir. Kur’an’da, müşriklerin meleklere dişi isimler verdiği ve onları Allah’ın kızları diye nitelendirip aracı koyarak taptıkları bildirilmektedir (Nisa 4/117, Necm 53/19-21,27). Bu ayete göre, İbrahim (a.s.) döneminde var olan putlar da benzer düşünceyle oluşturulmuş olmalıdır.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
37.
"Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bir kısmını namazı dosdoğru kılmaları için, senin Beyti Haram'ının[*] yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmını onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerle rızıklandır ki şükretsinler.
Beyt, içinde gece kalınabilecek yerdir (Müfredat). Nuh Tufanı ile birlikte yıkılmasından sonra Mekke’de böyle bir bina kalmamıştı. İbrahim aleyhisselam Kabe’nin temellerini İsmail aleyhisselamın belli bir yaşa gelmesinden sonra onunla birlikte yükseltmiştir (Bakara 2/127). Bu sebeple, buradaki ifade, Hacer validemizle İsmail aleyhisselamın Kabe’nin temellerinin bulunduğu yere yerleştirildiğini gösterir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
38.
Ey Rabbimiz! Sen bizim gizlediğimizi de açığa vurduğumuzu da bilirsin. Yerde de gökte de hiç bir şey Allah’a gizli kalmaz.
39.
Her tür övgü ve sena, yaşlılığıma rağmen bana İsmail ve İshak’ı bahşeden Allah’a aittir. Gerçekten de benim Rabbim duaları işitendir:
40.
Rabbim! bana, namazı sürekli kılmamda yardımcı ol, soyumdan olanlara da!.. Rabbimiz! Duamı kabul buyur!
41.
Ey Rabbimiz![*] Herkesin hesaba çekileceği günde beni, ana babamı ve müminleri bağışla!"
Burada Hz. İbrahim'in huşu ve yakarmalarla dolu duasının her bölümünde "Rabbimiz" ya da "Rabbim" sözcüğünü
tekrarlayışına değinmeden geçemeyeceğiz. Çünkü onun sözleri ile yüce Allah'ın hem kendisinin, hem de kendisinden
sonra çocuklarının Rabbi olduğunu ifade etmesi özel bir anlam taşımaktadır... Hz. İbrahim, yüce Allah'ı ilahlık sıfatı
ile değil de Rabblık sıfatı ile anıyor. Çünkü Allah'ın ilahlığı, cahiliye toplumlarında -özellikle Arap cahiliyesinde- pek
fazla tartışma konusu edilmezdi. Sürekli tartışma konusu olan Rabblik meselesidir. Dünya hayatında kime itaat
edileceği, kime boyun eğileceği, yani kime kulluk edileceği meselesidir. Bu mesele insan hayatında büyük etkisi olan
pratik ve reel bir meseledir. Bu aynı zamanda realite dünyasında İslâm ile cahiliye, tevhid ile şirk arasında bir yol
ayrımıdır. Buna göre insanlar ya Allah'a boyun eğecekler, o zaman Rabbleri Allah olacaktır, ya da başkasına boyun
eğecekler, o zaman da Rabbleri başkası olacaktır. Tevhid ile şirk, İslâm ile cahiliye arasında pratik hayattaki yolların
ayrılış noktası burasıdır. İşte Kur'an Arap müşriklerine ataları İbrahim'in Rabblık meselesi ağırlıklı duasını sunarken,
bu duanın anlamı ile açıkça çeliştiklerine, ona muhalefet ettiklerine dikkatlerini çekiyordu. (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 7
42.
Sakın Allah’ı, yanlışlar içinde olanların yaptıklarından habersiz sanma! O sadece, onlara gözlerin yuvalarından fırlayacağı bir güne kadar süre vermektedir.
43.
(O gün onlar) havaya dikilmiş başları ve hiçbir tarafa bakamayan gözleri ile gönülleri bomboş bir şekilde (umutsuzca çağrıldıkları tarafa doğru) koşarlar.[*]
Yani çağırana doğru hızla giderler. Söylendiğine göre
el-ihtā‘ “gözlerini göreceğin şeye doğru çevirmen ve hiç göz kırpmaksızın
sürekli ona bakman” demektir. “Başlarını kaldırarak; bakışları kendilerine
dönmeyecek şekilde sabit” yani gözleri açık, göz kapakları hiç hareket etmeksizin, gözlerini kırpmaksızın ya da “gözlerini kendilerine çevirip kendi
hallerine hiç bakmadan…”
"Gönülleri bomboş" ifadesindeki] el-hevâ’ içerisinde cismin
yer almadığı boşluk mânasına gelir. Gönülleri bu nitelikle nitelendirilmiştir. Nitekim bir insan korkak olduğu zaman, kalbinde kuvvet ve cesaret olmadığı zaman, kalbu fulânin hevâun (Falancanın kalbi boştur) denilir. Aynı
şekilde ahmak kişi için de kalbuhû hevâun (kalbi boş) ifadesi kullanılır. (Zemahşeri Tefsiri)
44.
İnsanları, başlarına azabın geleceği günle ilgili olarak uyar. Yanlış yapmış kimseler şöyle derler: “Rabbimiz! Bize kısa bir süre ver de çağrına olumlu karşılık verelim ve elçilerine uyalım.” (Onlara denir ki:) “Daha önceden yemin etmemiş miydiniz, hani sizin sonunuz gelmeyecekti![*]
Lafzen, “sizin için herhangi bir düşüşün [veya “yıkımın”] olmadığına” -yani, bu dünya hayatından, günahkarların hak ettikleri cezayı bulacakları bir ahiret hayatına geçişin vuku bulmayacağına: Kur’an’da sıkça dile getirilen, ölümden sonrasına ve dolayısıyla Allah’ın nihaî yargılamasına karşı pek çoklarının gösterdiği inkarcı tavıra ilişkin bir atıf. (Muhammed Esed Tefsiri)
45.
Kendilerini yanlışlar içine sokanların yerlerine yerleşmiştiniz. Onlara nasıl davrandığımız da sizin için ayan beyan ortaya çıkmıştı. Size nice örnekler de vermiştik.”[*]
Kendilerinden önce yaşamış ve fakat kendilerini kötü duruma düşürmüş Âd ve Semûd kavimlerinin zalimlerinin yaşadığı felâketler hatırlatılarak onların durumundan ders çıkarmaları isteniyor. Aynı durum bugün için de geçerlidir. Dünyanın geldiği noktada eski Karun ve Firavun toplumlarındaki zulümlerin, isyanların, karşı çıkmaların, Allah’a meydan okumaların benzeri daha katmerli bir şekilde uygulanmaktadır. Başta kirletmek ve bozmak yoluyla doğaya yapılan ihanetle, hayvanların yaşam haklarının ellerinden alınarak dünyanın dengesini bozmakla ve insan fıtratıyla çelişen davranışlar sergilemekle, şirkle, inkârla, isyanla, yaratılışın gayesini unutmakla, Allah’ın hayata müdahalesine karşı çıkmakla Allah’a meydan okumak her geçen gün artarak devam ediyor. Toplum ve kişi haklarına tecavüz ediliyor, özgürlükler alabildiğine kısıtlanıyor, haksızlık ve adaletsizlik her geçen gün artıyor, zalim keyifle zulmünü devam ettiriyor, mazluma sahip çıkmak yerine zalim alkışlanıyor. Ezilen, sömürülen ve hakları çiğnenen mazlum ve çaresiz kimseler sahip çıkılmayı beklerken birileri çıkarları için dünyayı ateşe vermeye çalışıyor. Devlet otoritelerinin fertlere ve toplumlara yaptıkları zulümler, haksızlıklar, işkenceler kimseyi ilgilendirmiyor. Sorumlu yaratılan insan sorumsuzluğu ilke edinmiş, sadece kendi egosunu tatmin için çırpınıyor. Dünya nüfusunun büyük bir kesiminin açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşaması kimsenin dikkatini çekmiyor. Toplumlarda her türlü fuhşiyatın, cinsel sömürünün, sapık ilişkilerin yaygınlaşmasını dünya hayretle ve taktirle seyrediyor. Toplumsal çözülmenin ve yozlaşmanın önüne geçmek için namus, iffet ve ahlak gibi yüce değerleri güçlendirmek uğruna sorumluluk alanların önleri kesiliyor, hayat hakları ellerinden alınıyor. Bu da gösteriyor ki; insanoğlu aklını başına devşirmez ve bu gidişattan rahatsızlık duyarak sorumluluk almazsa geçmiş milletlerin başına gelen felaketlere hazır olmalıdır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
46.
Gerçekten onlar (İslam'a karşı) tuzaklar kurdular. Oysa onların tuzakları dağları yerlerinden oynatacak nitelikte de olsa, Allah'ın denetimi altındadır (O'nun iznine tabidir.)[*]
İnkâra şartlanmış olanların İslam’a karşı ortaya koyacakları hile ve entrikalar ne kadar güçlü olursa olsun, velev ki dağları yerinden oynatacak kadar kurgulanmış güçlü ve kuvvetli olsun Allah izin vermedikten sonra onların kimseye bir zarar vermesi düşünülemez. Zira inkârcılar, kemiyet ve keyfiyet bakımından çok güçlü de olsa, o gücün kullanılmasında ortaya konacak olan irade tamamıyla Allah’ın elindedir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
47.
Bunun içindir ki, sakın, Allah’ın, elçilerine verdiği sözden döneceğini sanma; çünkü Allah Azîz'dir; daima üstündür ve herkese yaptığının acısını tattırır.
48.
O gün yerküre başka bir yerküreye dönüştürülür. Gökler de öyle. Hepsi o Vâhid; eşsiz benzersiz bir tek ve Kahhâr; karşı konulmaz güce sahip olan Allah’ın huzurunda dikilir.
49.
O gün, suçluları zincirlere vurulmuş olarak görürsün.
50.
Gömlekleri katrandandır. Yüzlerini ateş bürümüştür.
51.
Böylece Allah herkese yaptığının karşılığını verir. Allah hızlı hesap görendir.
52.
İşte bu bütün insanlığa bir duyurudur: "Bununla uyarılsınlar, O Allah’ın, Tek İlâh / Kainatın İmparatoru olduğunu bilsinler ve temiz düşünce / akıl sahipleri de düşünüp öğüt alsınlar!"[*]
Bu duyurunun, bu uyarının temel hedefi: İnsanların yüce Allah'ın "tek ilah olduğunu" öğrenmeleridir. Allah'ın dininin
başlıca ilkesi budur ve bu dinin hayat sistemi de bu ilkeye dayanır.
Doğal olarak amaç sadece bilmek değildir. İnsanların günlük hayatlarını bu bilginin öngördüğü ilkeye göre
düzenlemeleridir hedeflenen. Amaç, Allah'dan başka ilah olmadığına göre, insanlar sadece ona boyun eğmelidirler
ilkesini yerleştirmektir. Çünkü Rabblık yani egemenlik, efendilik, uygulama, kanun koyuculuk ve yönlendiricilik sıfatı
olanın hakkıdır. İnsan hayatının bu temele dayanması, onu kulların kullara Rabblığı, yani kulların boyun eğmesi
temeline dayanan bütün hayat biçimlerinden farklı kılar. Bu farklılık inanç ve düşüncede, kulluk kastı taşıyan bireysel
davranış ve eylemlerde, ayrıca ahlâk ve davranış kurallarında, değer ve ölçülerde aynı şekilde siyasi, ekonomik ve
toplumsal rejimlerde, kısacası bireysel ve toplumsal hayatın her alanında kendini gösterir.
Hiç kuşkusuz ilahlığın tekliğine ve ortaksızlığına ilişkin inanç biçimi, hayatın her alanını ele alan eksiksiz bir hayat
sisteminin temelini oluşturur. Vicdanlarda yereden ve harekete dönük olmayan bir inanç tek başına yeterli değildir.
İnanç sisteminin (akide) sınırları harekete dönük olmayan inançdan daha geniştir. Akidenin sınırları hayatın her
alanını içine alacak kadar geniş ve kapsamlıdır. Bütün ayrıntıları ile hakimiyet sorunu İslâma göre bir inanç
sorunudur. Bütünüyle ahlâk sorunu bir inanç sorunu olduğu gibi! Ahlâk ve değer ölçülerini kapsadığı gibi aynı
düzeyde rejim ve kanunları da kapsayan hayat sistemi inançtan kaynaklanır. İnanç noktasında hepsi de aynı öneme
sahiptirler.
Bu yüzden biz, bu dinde inancın kapsadığı alanı, Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın
peygamberi olduğuna şahitlik etmenin anlamını, sadece Allah'a kulluk yapmanın, sadece O'na boyun eğmek
anlamına geldiğini, bu durumun sırf namaz esnasında değil, hayatta karşılaşılan her mesele için geçerli olduğunu
bilip kavramadığımız ürece, Kur'an'ın içerdiği mesajı kavrayamayız.
PUT VE PUTÇULUK
Hiç kuşkusuz Hz. İbrahim'in yüce Allah'a yalvararak hem kendisini, hem de çocuklarını kulluk yapmaktan uzak
tutmasını istediği putlar sadece Arap cahiliyesinde olduğu gibi ya da çeşitli putperest toplumlarda ki, taştan,
ağaçtan, heykelden ya da hayvan, kuş, yıldız, ateş, ruhlar veya hayaletler gibi değişik şekilleri bulunan ilkel biçimde
belirmez.
Bu ilkel görünümler, Allah'a ortak koşmanın her çeşidini, Allah'ın bir yana bırakıp putlara ibadet etmenin tüm
şekillerini kapsamazlar. Şirkin anlamını bu ilkel görünümlerle sınırlandırmak, sonsuz şekilleri bulunan diğer şirk
biçimlerini görmemize engel olur. Günümüz cahiliyesinde tüm insanlığın içinde yüzdüğü şirk çeşitlerini gerçek
mahiyetleri ile birlikte sağlıklı bir şekilde görmemize engel olur.
O halde şirkin tabiatını ve putların şirkle ilişkilerini iyice kavramak, tüm detayı ile bilmek zorunludur. Putların ifade
ettikleri anlam ve günümüz cahiliyesinde büründükleri çağdaş görüntüleri iyice kavramak, bilmek kaçınılmazdır.
Hiç kuşkusuz Allah'dan başka ilah olmadığına şahitlik etmenin karşıtı olan Allah'a ortak koşma (şirk), hayatın her
alanında sadece Allah'a itaat edilmeyen, sadece O'na boyun eğilmeyen her rejimin, her yönetim biçiminin varlığında
somutlaşmaktadır. Görünüm ve mahiyet itibariyle şirkin ortaya çıkması için, varolması için kulun hayatın herhangi
bir alanında Allah'a boyun eğerken, başka alanlarda Allah'dan başkasına boyun eğmesi yeterlidir. Bireysel kulluk
davranışları ise, birçok çeşidi bulunan boyun eğmenin, ibadet etmenin sadece bir şeklidir. Günümüzde insanlığın
hayatında her an görülebilen örnekler, tüm özellikleri bakımından şirkin pratik örnekleridirler. Onun tek bir ilah
olduğuna inanarak Allah'a yönelip abdest, taharet, namaz, oruç, hac ve benzeri ibadet şekillerinde Allah'a boyun
eğerken, aynı zamanda ekonomik, siyasi ve sosyal hayatında Allah'dan başkasının koyduğu kanunlara boyun eğen,
değer yargılarında ve toplumsal ölçülerinde Allah'dan başkasının ortaya koyduğu düşüncelere ve kavramlara uyan,
ahlâk kurallarında, gelenek ve göreneklerinde, kılık kıyafetinde -Allah'ın şeriatına karşı çıkarak- kendisine bu ahlâk
kurallarını, gelenek ve göreneklerini ve kılık kıyafetleri belirleyen beşeri Rabblere uyan bir kul, en açık şekliyle şirk
işlemektedir. Allah'a ortak koşmaktadır. "Allah'dan başka ilah yoktur, Muhammed Allah'ın peygamberidir"
şehadetinin ifade ettiği en belirgin gerçeğe karşı çıkmaktadır. İşte günümüzde büyük bir umursamazlıkla ve boş
vermişlikle bu şirki işleyen insanlık bu gerçekten habersizdir. Bu davranışlarının her zaman ve her yerde yaşanan
şirkin kendisi olduğunu bilmiyorlar.
Putların, o ilkel ve basit şekilde ortaya çıkmaları bir zorunluluk değildir. Çünkü putlar tağutun sembollerinden başka
bir şey değildirler. Tağut insanları put adına kendisine taptırmak, onun aracılığı ile insanların kendisine kulluk
yapmalarını, boyun eğmelerini garantiye almak için putun arkasına saklanır.
Hiç kuşkusuz put, ne konuşabilir, ne işitebilir ne de görebilir. Fakat mabed bekçileri, kâhinler ve egemenler putun
arkasına gizlenerek muskalar, efsunlar ve nazarlıklar dağıtarak onu kutsarlar. Sonra da kendi isteklerini onun
isteğiymiş gibi halk kitlelerine empoze ederler. Halk kitlelerini kendilerine kul yapmak, onları yönetimleri altında ezip
aşağılamak için putu aracı yaparlar.
Herhangi bir yerde ve herhangi bir zamanda, birtakım yöneticiler ve kâhinler, bu semboller adına Allah'ın izin
vermediği konularda yasalar, kanunlar, değer yargıları, ölçüler, uygulama ve hareket biçimleri belirliyorlarsa... İşte
bu semboller, özellikleri, mahiyetleri ve fonksiyonları itibariyle putturlar.
"Milliyetçilik" bir sembol olarak yükseltildiği ya da "Vatan" bir sembol olarak yükseltildiği veya "Halk"
bayraklaştırıldığı yahut "Sınıf" sembolleştirildiği zaman... Sonra insanları Allah'ı bir yana bırakıp bu sembollere
kulluk yapmaları, bunlar uğruna canlarını, mallarını, ahlâk ve namuslarını feda etmeleri istendiği zaman... Allah'ın
şeriatı, O'nun belirlediği kanunlar, O'nun direktif ve öğretileri ile bu semboller ve işlevleri çeliştiğinde Allah'ın şeriatı,
O'nun kanunları, direktif ve öğretileri bir yana bırakılıp, bu sembollerin ya da daha doğru ve yerinde bir ifade ile bu
sembollerin arkasında yeralan tağutların istekleri yerine getirildiği zaman... Bu, Allah'ı bir yana bırakıp, putlara
ibadet etmenin ta kendisidir. Çünkü, putun taştan veya ağaçtan bir heykel şeklinde somutlaşması bir zorunluluk
değildir. Put bir ideoloji, bir sembol de olabilir.
İslâm sadece taştan ve ağaçtan yapılmış putları ortadan kaldırmak için gelmemiştir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş
peygamberler kafilesinin kesintisiz olarak sarf ettiği bunca çaba, sırf bu amaca yönelik değildir. Bu kadar
fedakârlığa, bunca işkence ve azaba, sırf taştan ve ağaçtan yontulmuş putları ortadan kaldırmak için
katlanılmamıştır.
İslâm, hayatı ilgilendiren her konuda, yaşanan her olayda sadece Allah'a boyun eğmek ile ondan başkasına boyun
eğmenin her çeşidi, her şekli arasındaki yol ayrımını belirlemek için gelmiştir. Yürürlükte olan düzenlerin ve
sistemlerin tabiatını kavramak, tevhid esasına mı, yoksa şirk esasına mı dayandığını, tesbit etmek, yani sadece
Allah'a mı itaat edildiğini, yoksa çeşitli tağutlara, rabblere ve putlara mı kulluk yapıldığını belirlemek için her
dönemde ve her rejimde geçerli olan yönetim biçimine bakmak gerekir.
Dilleri ile "Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik ederiz" dedikleri
ve arınmada, bireysel ibadet davranışlarında, evlilik, boşanma ve miras gibi konularda pratik olarak Allah'a itaat
ettikleri için kendilerini "Allah'ın dinine" mensup kişiler olduğunu zannedenler, bunun yanında, bu dar kapsamlı
alanın dışında kalan konularda Allah'dan başkasına boyun eğenler, birçoğu açıkça Allah'ın şeriatına karşı olmak
üzere Allah'ın izin vermediği yasalara uyanlar, gerek isteyerek, gerek istemeyerek bu yeni putların kendilerinden
istediği görevleri yerine getirmek için canlarını, mallarını, namus ve ahlâklarını feda edenler. Din, ahlâk ve namus
kavramları putların istekleri ile çeliştiği zaman Allah'ın emirlerini, kulak ardı edip bu putların isteklerini yerine
getirenler.
Kendilerini "müslüman" ve "Allah'ın dinine" mensup kişiler zannedip de durumları bundan ibaret olanlar... Evet
bunlar bir an önce uyanıp ne kadar büyük bir şirk işlediklerini görmelidirler!
Hiç kuşkusuz "Allah'ın dini" yeryüzünün doğusunda ve batısında kendilerini "müslüman" zannedenlerin düşündüğü
gibi ciddiyetten uzak komik bir şey değildir. Allah'ın dini günlük hayatın her parçasını, tüm ayrıntılarını kuşatan bir
hayat sistemidir. Temel ve bütünlük arz eden alanları bir yana, günlük hayatın her parçasında, tüm ayrıntılarında
sadece Allah'a boyun eğmek, yalnızca O'na uymak, Allah'ın dinidir. Yüce Allah'ın hiç kimseden başka türlüsünü
kabul etmediği İslâm dini işte budur.
Allah'a ortak koşmak sadece onunla birlikte başka ilahların varlığına inanmakla ortaya çıkmaz. En başta Allah'la
birlikte birtakım Rabblerin hakimiyet kurması şeklinde ortaya çıkar şirk...
Taştan ve ağaçtan yontulmuş heykeller dikmek,putlara ibadet etmenin tümünü ifade etmez. Tıpkı putlarınki gibi
etkinlikleri, sonuçları ve işlevleri olan semboller, putlara ibadetin anlamını daha çok somutlaştırmaktadırlar.
O halde yeryüzündeki bütün ülkelerde yaşayan insanlar, günlük hayatlarında en yüce makamı kime verdiklerine,
tam anlamı ile kime boyun eğdiklerine, kime uyduklarına, kime itaat ettiklerine, kimin sözünü dinlediklerine bir
baksınlar. Şayet bütün bu konularda sadece Allah'a itaat ediyorlarsa, sırf ona boyun eğiyorlarsa, onlar Allah'ın
dinine mensupturlar... Yok eğer bu konularda Allah'dan başkasına (onunla birlikte ya da onu bir yana bırakarak)
uyuyorlarsa, onlar tağutların, putların dinine mensupturlar. Allah korusun...
"Bu Kur'an, tüm insanlara yönelik bir duyurudur. Onun aracılığı ile insanlar uyarılsın, herkes Allah'ın tek olduğunu
öğrensin ve sağduyulu kimseler onun ibret derslerinden yararlansın diye inmiştir." (Seyyid Kutub Tefsiri)