Kur'an'da Hûd aleyhisselamın gönderildiği Âd kavminden yüksek binalar inşa eden, yüksek anıtlar diken ve bu yaptıkları işin kendilerini ölümsüz kılacağını zanneden bir kavim olarak bahsedilir. Fecr 6-8. ayetlerinde İrem şehri için benzeri olmayan şehir denir. Rabbinin Ad Kavmine ne yaptığını görmedin mi? Sütunlarla dolu İrem’e, ki o (günün) dünyasında, bir benzeri daha inşâ edilmemişti? Hud 100. ayet ise şöyledir; Bunlar, mâceralarını sana hikâye ettiğimiz şehirlere âit haberler; o şehirlerden harâbeleri hâlâ duranlar var, biçilmiş ekin gibi yerle bir olanlar, eseri bile kalmayanlar var. Gerçekten de efsane İrem şehri tarih boyunca merak edilen, aranan bir yerdi. Bugün, 1990'lı yılların başında arkeolog Nicholas Clapp tarafından Yemen'de bulunan ve Ubar adı verilen şehrin İrem olduğuna inanılır. Acaba bulunan kalıntılar gerçekten İrem'e mi ait yoksa Hud 100. ayetteki gibi Allah Âd kavmini eserleriyle beraber yok mu etti?
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Elif-Lâm-Râ! Bu (Kur’an); Hakîm; daima doğru hükümler veren ve Latif; her şeyin iç yüzünü bilen Allah’ın bizzat kendisi tarafından, ayetleri hem muhkem[1*] / hüküm bildirir hale getirilmiş hem[2*] de ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.
[1*] Muhkem ayet, bir konuda hüküm içeren ayettir. O hüküm, başka ayetlerle ayrıntılı olarak açıklanır (Al-i İmran 3/7, Zümer 39/23).
[2*] Ayetteki (ثمَ) ‘sümme’ye açıklayıcı nitelikte olan ikinci cümleyi birinciye bağlayan “...hem ...hem” anlamı verilmiştir. Çünkü “sümme” dört türlü kullanımı olan bir edattır. Bu kullanımlardan biri, sıralama veya öncelik-sonralık kastedilmeksizin mutlak beraberliği ifade eder (Mu’cemu'l-Lugati'l-Arabiyyeti'l-Muasıra, Ahmed Muhtar Abdulhamid Ömer, Âlem-ül Kutub, 2008, c. 1, s. 328. (Yunus 10/103; Hud 11/3, 52; Beled 90/17). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
2.
(Açıklamayı Allah’ın yapmış olması) Allah’tan başkasına kulluk etmemeniz içindir[*]. (De ki:) Ben de onun tarafından size gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim.
Bu iki ayetten anlaşılacağı üzere Allah'ın ayetlerini ancak Allah açıklayabilir. Onun yaptığı açıklamalara da sadece bu Kitaptan ulaşılabilir (Yusuf 12/111, Nahl 16/89, Kıyamet 75/16-19). Muhammed Aleyhisselam dahil hiç kimsenin Kur'an'ı açıklama yetkisi yoktur. Onun görevi, kendisine gelen kitabı insanlara eksiksiz bir şekilde ulaştırmak, Allah'ın kitapta ona gösterdiği şekliyle onlara kitabı ve hikmeti öğretmek, onda bulunan hükümlerle insanları uyarmak ve onlara müjdeler vermektir (Bakara 2/151, Al-i İmran 3/164, Nisa 4/105, Maide 5/67, A'raf 7/1-3, Nahl 16/44, Cuma 62/2). Muhammed Aleyhisselamın müjdeleri de uyarıları da kendisine verilen kitapta mevcut olduğu için bu iki vasıf bizzat Kur’an için de kullanılmıştır (İsra 17/9-10, Kehf 18/1-2, Fussilet 41/2-3, Ahkaf 46/12). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
3.
Bir maksat da şudur: Rabbinizden mağfiret Allah'ın kullarının günahlarını örtmesi. dileyin. Sonra O’na tövbe edin! O’na dönün ki belirlenmiş bir ömür süresinin sonuna kadar sizi nimetleriyle yaşatsın ve faziletli bir hayat sürenlere, lütuf ve fazlından mükâfatlarını versin. Fakat imandan yüz çevirirseniz sizin tepenize inecek o müthiş günün azabından korkarım.[*]
Tevbe edenlere yönelik "müjde" ile ilahi buyruklara sırt dönenlere yönelik "tehdit" peygamberlik kurumunun ve ilahi mesajı duyurma fonksiyonunun temel dayanaklarıdırlar. Bunlar "özendirme" ve "caydırma" unsurlarını oluştururlar. Yüce Allah'ın insan tabiatına ilişkin engin bilgisine göre bu iki unsur, sağlam ve köklü caydırıcılardır.
Ahirete inanmak ise, dünya hayatının bir amacı olduğuna, bu amacın peygamberler tarafından insanlara önerilen iyi davranışlar olduğuna, bu iyi davranışların karşılıklarının mutlaka görüleceğine, eğer bu karşılıklar dünyada görülmez ise ahirette görüleceklerinin garanti olduğuna; insan hayatının kendisi için belirlenen doruğa orada ulaşacağına ilişkin bilincin oluşup pekişmesi için gereklidir. Dünya hayatında yüce Allah'ın sisteminden ve hikmetli yolundan sapanların azaba çarpılacaklarına, sonsuz bedbahtlığın çukuruna yuvarlanacaklarına ilişkin inanç da bu temel bilincin öbür yüzünü oluşturur. Bu bilinç, sağlıklı insan fıtratını sapmalardan alıkoyan bir garantidir. Eğer insan fıtratı, herhangi bir ihtirasa yenik düşerse, herhangi bir psikolojik zaafın pençesine kapılırsa, bu garanti sayesinde geriye dönerek tevbe eder, büsbütün isyana dalmaz. Böylece yeryüzündeki insan hayatına dirlik egemen olur, hayat iyi yol doğrultusundaki gelişimini sürdürmüş olur.
Buna göre ahirete inanmak, bazı kimselerin sandıkları gibi sadece öbür alemdeki sevaba konmanın yolu değildir, bunun yanısıra dünya hayatının iyilik doğrultusuna bağlı kalmasının, hayatı iyiye götürüp geliştirmenin de garantisi ve özendiricisidir. Yalnız bilmek gerekir ki hayat düzeyini geliştirmek, maddi kalkınmayı sağlamak başlıbaşına amaç değil, insana yaraşır bir hayat biçimini gerçekleştirmenin aracıdır. O insan ki, yüce Allah ona kendi ruhundan bir soluk üflemiş, onu diğer çoğu yaratıklarından üstün tutmuş, kendisini hayvanınkinden üstün bir düzeye çıkarmıştır. Böylece yüce Allah, insan hayatının amaçlarının hayvanın zaruri ihtiyaçlarının üzerine yükselmesini, insan içgüdülerinin ve ideallerinin hayvan içgüdülerinden ve isteklerinden aşkın olmasını dilemiştir.
Bundan dolay peygamberlik kurumunun ya da "muhkem" ve "ayrıntılı açıklamalı" Kur'an ayetlerinin içeriği ilk sıradaki yüce Allah'ın ortaksız egemenliği ve peygamberlik misyonunun O'nun katından kaynaklandığı ilkesini dile getirdikten sonra insanları müşriklik suçundan tevbe etmeye, Allah'dan af dilemeye çağırmıştır. Çünkü bu iki davranış, iyi amel işleme yoluna girmenin başlangıç adımlarıdır. İyi amel sadece kalp temizliği ile farz ibadetleri yerine getirmekten ibaret değildir. İyi amel, "iyiye götürme"nin bütün anlamları ile toplumları, hatta insanlığı iyiye götürmektir. Bütün yapma, onarma, çalışma, kalkındırma ve üretme faaliyetleri bu kavramın kapsamına girer. Bu tutumun karşılığı olan sonuç, ayette şöyle ifade ediliyor:
"Ki, Allah, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin."
Dünyadaki "mutlu hayat" yararlanılan nimetlerin niteliği ile ilgili olabileceği gibi bu nimetlerin nicelikleri ile, yani bollukları ile ilgili de olabilir. Ahiretteki mutluluk ise, hem niteliği ve hem de niceliği içerir. Üstelik bu niceliksel ve niteliksel mutluluk insan hayalini aşan boyutlara tırmanır. Şimdi biz dünya hayatına ilişkin mutluluk konusuna değinelim:
Çoğu kere dünya hayatında iyi insanların, salih amel işleyen kimselerin, günahlarından ötürü Allah'dan af dileyip tevbe edenlerin çalışıp didinenlerin geçim sıkıntısı çektiklerini görürüz. Peki, o zaman "mutlu hayat" müjdesi nerede kaldı?
Öyle inanıyoruz ki, bu soru çoklarının dilinden dökülen bir sorudur. Okuduğumuz ayetin içerdiği büyük anlamı kavrayabilmek için hayata geniş bir açıdan bakmamız, onun geniş kapsamlı çapını görmemiz, sadece geçici bir görüntüsüne bakışlarımızı takmamamız gerekir.
Öyle bir toplum düşünelim ki, dengeli ve iyi işleyen bir düzene sahiptir. Yüce Allah'a inanmayı, egemenliği O'nun ortaksız tekeline vermeyi, O'nu rakipsiz Rabb ve kayıtsız-şartsız hakim bilmeyi ilke edinmiştir. Böyle bir toplumda ilerleme, refah ve mutluluk toplumsal düzeyde mutlaka egemen olduğu gibi bireysel düzeyde de mutlaka emek ile kazanç arasında adalet, hoşnutluk ve güven geçerli olur. Eğer herhangi bir toplumda çalışan-didinen ve üretime katkıda bulunan "iyiler" geçim sıkıntısı içinde kıvranıyorlarsa, bu durum şunu gösterir. O toplumda yüce Allah'a
inanma ilkesine dayalı, emek ve kazanç arasında adaletli dengeyi kurmuş bir sosyal düzen geçerli değildir.
Üstelik bu tür toplumlarda yaşayan yapıcı, üretici ve "iyilikten yana" olan fertler kendi sınırlı dünyalarında mutlu bir hayat sürerler. Geçim sıkıntısı çekseler bile, ekmek paralarını zor sağlasalar bile, hatta içinde yaşadıkları toplum tarafından dışlansalar ve baskılara uğratılsalar bile bu böyledir. Vaktiyle müşrikler, müslüman azınlığı baskı altında tutmuşlar ve her dönemdeki cahiliye toplumlarında insanları Allah'a çağıran mü'min azınlıklara, baskı uygulamışlardır. Bu hükmümüz ne hayaldir ve ne de kuru bir iddiadır. Çünkü kalpleri donatan mutlu sona ilişkin güven, yüce Allah ile ilişki halinde olma bilinci; ilahi zaferin, ilahi bağışın ve ilahi desteğin günü gelince mutlaka imdada yetişeceği umudu, pratik hayatta çekilen birçok yokluğun ve sıkıntının telafisi yerine geçer. Bu beklenti, kaba maddecilik algılarının üzerine yükselebilmiş insanlar için başlıbaşına bir mutluluk, başlıbaşına haz verici bir nimettir.
Bunu emeklerinin karşılığını elde edemeyen mazlumlar ve ezilmişlerin, mahkum edildikleri adalete aykırı sosyal şartlara razı olsunlar diye söylemiyoruz. İslâm böyle bir düzene razı değildir. İman bu tür dengesiz şartlar karşısında sessiz kalmaz. Gerek mü'min toplum, gerekse mü'min fertler bu dengesizliklerin giderilmesi için sürekli çaba harcarlar. Böylece el emeğini seferber ederek üretime katkıda bulunan iyi insanların mutlu bir hayat düzeyine kavuşması için mücadele ederler. Biz böyle diyoruz, çünkü söylediğimiz gerçektir, yüce Allah ile ilişki halinde olan dar geçimli mü'minler, bunun böyle olduğunun bilincindedirler. Böyle olmasına rağmen, onlar günahlarından af
dileyip tevbe ederek Allah'a yönelmiş ve Allah'ın direktifleri uyarınca çalışıp didinerek insanların lâyık oldukları mutlu hayata kavuşmaları ve böyle bir düzeni garanti edecek sosyal şartları gerçekleştirmeleri uğruna sürekli çaba harcarlar, ellerinden gelen mücadeleyi yaparlar. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
" ..Ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin."
Bazı tefsir bilginleri buradaki "ödül"ü, ahiret mükâfatı ile sınırladılar. Benim görüşüme göre bu ödül, hem dünya için ve hem de ahiret için geçerlidir. Az yukarda dünya mutluluğunu açıklamak için söylediğimiz sözler, bu noktada da doğrudur. O açıklamamız bütün şartlara uygulanabilir. Yani erdemli insan, erdemli davranışını ortaya koyduğu anda ödülüne kavuşur. Bu ödülü gönül hoşnutluğu ve bilinç rahatlığı şeklinde görür. Yüce Allah'ın hoşnutluğunu
kazanmak amacı ile emek ya da mal harcayarak ortaya koyduğu erdemli tutumu sayesinde yüce Allah ile ilişki kurduğunun bilincine varması onun için bir başka ödüldür. Bütün bunlardan sonra yüce Allah'ın bu erdemli kişiye ahirette vereceği ödül, iyi davranışının karşılığı olarak yüce Allah'ın bağışı ve cömertliğidir. Ayeti okumayı sürdürelim:
"Eğer O'na sırt dönerseniz, sizin hesabınıza `büyük gün'ün azabından korkarım."
Burada sözü edilen azap "kıyamet günü azabı"dır. Yoksa bazı tefsir bilginlerinin dedikleri gibi, Mekkeli müşriklerin "Bedir savaşı" günü uğratıldıkları azap değildir. "Büyük gün" deyimi, Kur'an-ı Kerim'de böyle yerlerde "vadedilmiş gün (kıyamet günü)" anlamına gelir. Bu görüşümüzü, ayetin şu devamı destekler niteliktedir.
"Dönüş yeriniz Allah'ın huzurudur."
Gerek dünyada, gerek ahirette ve gerekse her an ve her durumda geri dönüş, Allah'a, O'nun huzurunadır. Fakat Kur'an'ın bilinen üslubu uyarınca bu ifade, hèr zaman dünya hayatından sonraki "Allah'a dönüşü" anlatır. Ayetin son cümlesini okuyoruz:
"O'nun gücü her şeye yeter."
Bunların hepsi bizim yukarda verdiğimiz anlamı destekler. Çünkü yüce Allah'ın her şeye gücünün yettiğinin vurgulanması, müşrikler tarafından uzak bir ihtimal olarak görülen ve gerçekleşmesi son derece zor bir olay sayılan "yeniden diriltme" olgusuna uygun düşen bir vurgulamadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
4.
Zaten hepinizin toptan döneceği yer, O'nun huzurudur. O, istediği her şeyi yapmaya kadirdir.
5.
İyi bilin ki onlar ondan gizlenmek için göğüslerini bükerler.[*] Yine iyi bilin ki, onlar elbiselerine bürünürlerken O onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilmektedir. Şüphesiz O, gönüllerde olanı bilendir.
Evet amma, muhakkak ki, onlar göğüslerini bükerler ondan gizlenmeleri için. Bizim dilimizde "göğüs bükmek" şeklinde bir deyim bilinen bir şey değildir. Fakat bilinmektedir ki, kalabalık bir mecliste başkalarından gizli bir şeyler yapmak isteyen bir kimse göğsünü öne doğru eğer veya yan tarafa çevirir veya sırtını döner. Aynı şekilde gocunduğu bir kimseye rastgeldiği zaman yüzünü gizlemek isteyen de bunu yapar. Rivayet olunduğuna göre, Mekkeli müşriklerden bir kısımları, Resulullah geçerken böyle göğsünü büker, sırtını döner, elbiselerini başlarına çeker de bürünürlerdi. Allah'ın Resulünden böyle gizlenmekten maksatları da Allah kelâmını işitmekten kaçınmak, bu da bir anlamda Allah'dan gizlenmeye çalışmak demek olduğu için burada buna işaret olunmakta, kâfirlerin haktan yüz çevirmelerinden kinaye olarak bu deyim kullanılmaktadır. Yani, "göğüs bükmek" mecaz ve kinaye olarak, Allah'dan gizlenmek, O'ndan yan çizip kaçınmak anlamına gelmektedir. Ayrıca "göğüs bükmek" deyimi, kalb çarpıklığından, dıştan iyi görünüp, dost görünüp içten içe münafıklık etmek mânâsından da kinaye olabilir. Nitekim yine rivayet olunduğuna göre; müşriklerden bir kısmı, "Kapılarımızı kilitler, perdelerimizi indirir, örtülerimize bürünür de sinelerimizi Muhammed'e kin ve düşmanlık üzere dürer bükersek o bizi nasıl tanıyabilecek" demişlerdi. Ki, bu tabirlerin hepsi kalblerindeki kin ve düşmanlığı son derece gizlemekten kinayedir. Bu mânâyı şu da teyid eder ki, Abdullah b. Abbas'tan gelen bir rivayete göre, bu âyet, Ahnes b. Şurayk sebebi ile nazil olmuştur. Bu Ahnes çok tatlı dilli, güzel söz söyleyen bir adamdı. Resulullah'a sevgi ve muhabbet gösterir, kalbinde de zıddını gizlermiş.
Evet amma onlar örtülerine bürünürlerken, yani sadece göğüslerini büktükleri zaman değil, bütün bütün gizlenmek için örtülerine büründükleri zaman bile ne sır saklar, neyi açığa vururlarsa Allah hepsini bilir. Çünkü O, hiç şüphesiz zatussüduru bilir. Sinelerde gizli olanı veya sinelerin sahibi olan nefislerin zatını, özünü bilir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
6.
Yeryüzünde hareket eden tek bir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın. Allah, onun ömür boyu bulunduğu yerleri de geçici olarak kaldığı yeri de bilir. Bunların hepsinin apaçık yazılı bir kaydı tutulur.[*]
Burada da yüce Allah'ın geniş kapsamlı ve ürkütücü bilgisini tasvir eden başka bir tablo karşısındayız. Şu yeryüzünde `kımıldayan' tüm canlıları düşünelim. Tüm insanlar, hayvanlar, sürüngenler ve böcekler bu kavramın kapsamına girerler. Yeryüzünün yüzeyini dolduran, toprağın derinliklerinde yaşayan, yerin gizli dehlizlerinde ve labirentlerinde saklanan bütün bu canlı türlerini hayalinizden geçiriniz. Bunlar ne sayılabilirler ve ne de istatistikleri tutulabilir. Ama onların tümüne ilişkin bilgi, yüce Allah'ın katında olduğu gibi, hepsinin beslenmesi, geçimlerinin sağlanması da yüce Allah'ın garantisi altındadır. O onların nerelerde barındıklarını, nerelerde saklandıklarını, nerelerden gelip nerelere gittiklerini bilir. Bu canlıların her biri O'nun ayrıntıları belirleyici, hassas bilgisinin satırlarında yazılıdır.
Bu tablo, O'nun yaratıklara ilişkin bilgisini akıl almaz ayrıntılar düzeyinde canlandıran bir tablodur. İnsan bu tabloyu, insana özgü hayalı ile tasavvur etmeye kalkışınca ürpertiye kapılır, dehşetten tüyleri diken diken olur.
Öte yandan yüce Allah bu yaratıkları sadece bilmekle yetinmiyor, ayrıca insanın tasavvur etmekten bile aciz olduğu bu korkunç kalabalık içindeki her canlı tekinin beslenmesini, geçimini de takdir ediyor. Bu bir başka aşamadır. İnsan hayali bunu tasavvur etmekten, bir önceki tabloya göre, daha da acizdir. Bunları tasavvur edebilmek için mutlaka yüce Allah'ın göndereceği özel bir ilhama muhtaçtır.
Yüce Allah yeryüzünde hareket eden bu korkunç kalabalığı beslemeyi özgür iradesi ile üstlenmiştir. Yeryüzünü bütün bu canlıların ihtiyaçlarını karşılayabilecek imkânlarla donatmış, ayrıca bu canlıları sözkonusu imkânlardan çeşitli biçimlerde yararlanarak besinlerini sağlayacak yetenekte yaratmıştır. Kimi canlılar besinlerini yalın, hammadde biçiminde, kimi tarımsal ürün biçiminde, kimi endüstriyel mamuller biçiminde ve kimisi de sentetik maddeler halinde alırlar. Bilimin ve teknolojinin gelişimine paralel olarak birçok besin maddesi üretme ve hazırlama yöntemleri keşfediliyor. Hatta bazı canlılar besinlerini sindirilmiş besin maddelerinden çıkan, özümlenmiş hazır kan biçiminde sağlarlar. Pire ve sivrisinek gibi.
Yüce Allah'ın evreni gördüğümüz, bildiğimiz gibi yaratmasına ilişkin hikmetine ve rahmetine uygun düşen şekil işte budur. Allah, bütün canlıları çeşitli yeteneklerle ve güçlerle donatarak yarattı. Özellikle insanı, onu yeryüzündeki halifesi, temsilcisi olarak ortaya çıkardı. Ona analiz ve sentez yapabilme yeteneği, üretme ve kalkınma gücü, yeryüzünü değiştirebilme ve sosyal hayatın şartlarını geliştirme yeteneği bağışladı. Yalnız insan, besin maddelerini sağlarken kendisi bu maddelerin ve sentetik ürünlerin hiçbirini yaratmıyor. Sadece evrenin birikimlerinden yararlanarak yeni bileşimler meydana getiriyor. Bu evrensel birikimleri, çeşitli güçler ve enerjiler biçiminde yaratan yüce Allah'dır. İnsan, Allah'ın koyduğu evrensel yasalar yardımı ile bu evrenin bütün canlıların yararına açık olan çeşitli birikimlerini ve besin kaynaklarını hizmetine sunuyor.
Bazı insanlar sanıyorlar ki, herkes için önceden belirlenmiş, kişiye özel bir rızk vardır. Bu rızık çalışmaya bağlı değildir, hiçbir engel onun ele geçmesini erteleyemez, ferdin ne yanlış davranışı ve ne de tembelliği onun
kaybedilmesine yolaçamaz. Biz yukarıdaki açıklamalarımız ile böyle bir şey söylemek istemiyoruz. Öyle olsaydı, yapışmamızı emrettiği ve evrensel yasal sisteminin bir parçası saydığı sebeplerin ne fonksiyonu kalırdı? Sözünü ettiğimiz yetenekleri ve enerjileri canlı varlıklara sunmasının ne anlamı kalırdı? Sosyal hayat düzeyi, yüce Allah'ın bilgisinde belirlenen doruğuna nasıl ulaşabilecek? Oysa insan bu alandaki fonksiyonunu yerine getirsin diye, yeryüzünde Allah'ın halifesi, temsilcisi olarak görevlendirilmedi mi?
Her canlı yaratığın bir rızkı vardır. Bu doğru. Fakat bu rızık bu evrenin çeşitli yerlerinde saklıdır. Yüce Allah'ın evrensel yasaları uyarınca emek harcanarak üretilmesi, kullanılır hale getirilmesi planlanmıştır. Hiç kimse boş oturup bu rızkın kendiliğinden ayağına gelmesini beklememelidir. Herkes biliyor ki, gökten ne altın ve ne de gümüş yağar. Fakat gökler ve yeryüzü bütün canlılara yetecek miktardaki besin kaynaklarını yapılarında taşırlar. Bu canlı varlıklar, yüce Allah'ın yasaları uyarınca sözkonusu besin kaynaklarının peşinden koştukları taktirde, hiç kimse eli boş
dönmez, emeği havaya gitmez, rızkının uzağına düşmez.
Yalnız bir de iyi-temiz kazanç ile kötü-kirli kazanç vardır. Her iki kazanç türü de çalışma ve emek karşılığında elde edilir, ama bunlar hem tür ve nitelik bakımından, hem de kendilerinden yararlanmayı izleyecek akıbet bakımından birbirlerinden farklıdırlar.
Az yukarıdaki direktif içerikli ayette "iyi rızık"tan "mutlu yaşatan geçim"den söz edildikten sonra bu ayette canlıların ve bu canlıların rızıklarının gündeme getirilmiş olmasının taşıdığı ince anlam dikkatlerimizden kaçmamalı, bu ikisi arasındaki ilişki aklımızdan çıkmamalıdır. Kur'an'ın "muhkem" ve uyumlu ayetleri, böylesine dikkat çekici üslup ve konu inceliklerini hiçbir zaman kaçırmaz, bu konu ve üslup kaynaklı uyarıların ortak katkısı ile ayetler grubunun özel atmosferi oluşturulur.
Bu iki ayet, insanlara gerçek Rabblerini tanıtmanın başlangıç adımını oluşturuyorlar. İnsanlar bu ayetlerde tanıtılan yüce Allah'ın ortaksız egemenliğini benimsemelidirler, yani sırf O'na kulluk sunmalıdırlar. Çünkü O, bilgisi ile bütün yaratıklarını kuşatan bir bilgindir. Yine O, hiçbir canlı varlığı aç bırakmayan bir rızık' vericidir. İnsanlar ile yaratıcıları arasında sağlıklı bir ilişkinin kurulabilmesi için, insanların kulluklarını yaratıcı,rızık verici, her şeyi bilen ve her şeyi avucunun içinde tutan Allah'a sunmaları için onların yüce Allah'ı bu nitelikleri ile tanımaları gereklidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
7.
O, öyle bir Allah'dır ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yarattı. Arşı da su üstündeydi.[*] Onlara "öldükten sonra tekrar dirileceksiniz" dersen, o kâfirler de kesinlikle sana: " Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir" diyecekler.
Gökler ve yer yaratılırken Allah'ın Arşının su üzerinde olması, belki de kâinâttaki hayâtın büyük ölçüde suya dayalı olduğuna işârettir. Nitekim Tevrât'ın, yaratılış sırasında "Allah'ın Ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu" (Tekvîn: 1/2) ifâdesinde de, suyun hayât kaynağı olduğuna işâret sezilmektedir. Gerçekten Allah, kâinâtın tahtı durumunda olan hayât ile kâinâtı yönetmektedir. Bu da suya bağlıdır. Gerçeği Allah bilir. (Süleyman Ateş Tefsiri)
8.
Ve eğer bunlardan bir kısmının göreceği azabı belli bir süreye kadar erteleyecek olursak, o zaman da "onu engelleyen nedir ki?" diyecekler. İyi bilin ki, o azap onlara geldiği gün kendilerinden geri çevrilecek değildir. Ve o alay ettikleri şey kendilerini kuşatmış olacaktır.[*]
Eski çağlardaki bazı milletler, yüce Allah'dan gelen bir azapla toplu kırıma uğruyorlardı. Bu toplu kırıma uğratıcı azap, istekleri üzerine kendilerine mucizeler gösteren peygamberlerini, bu olağanüstü kanıtlara rağmen yalanlamaya devam etmeleri üzerine başlarına iniyordu. Çünkü o dönemlerin peygamberlik misyonları, belirli bir zaman kesiti ile sınırlı idi, yani belirli milletlere ve bu milletlerin belirli kuşaklarına hitap ediyordu. O dönemdeki peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de öyleydi, yani onları sadece peygamberlerin muhatap aldıkları kuşaklar görebiliyordu. Bu mucizeler daha sonraki kuşaklar tarafından görülecek biçimde kalıcı ve sürekli değillerdi. Eğer öyle olsaydı, ilerideki kuşakların onlara, söz konusu ilk kuşaktan daha çok inanmaları beklenebilirdi.
Bizim peygamberimize gelince, O'nun misyonu, tüm peygamberlik misyonlarının sonuncusudur. Bütün milletlere ve bu milletlerin bütün kuşaklarına seslenir. O'nun gösterdiği mucize de somut değil, soyut bir mucizedir, kalıcı ve sürekli olmaya elverişlidir. Kendisinden sonraki kuşakların onu incelemesi ve birçok kuşakların ona iman etmesi mümkündür. Bundan dolayı bu ümmeti, toplu kıyıma uğratıcı bir azapla cezalandırmayı uygun görmedi, sadece belirli fertleri, belirli zamanlarda felâketlerle cezalandırmakla yetindi. Daha önce kendilerine kitap verilmiş olan yahudi ve hristiyan ümmetleri hakkında da aynı kural işletildi. Onlar da toplu kırım nitelikli bir azaba uğratılmadılar.
Fakat müşrikler cahildirler, yüce Allah'ın niçin insanı kendi yolunu serbest iradesi ile belirleyebilecek yetenekte yarattığını, bu ilkeye ilişkin ilahi yasaların hikmetini bilmezler, bunun yanısıra göklerin ve yerin insanın çalışmasına, gelişmesine ve sınavdan geçmesine elverişli biçimde yaratılmış olmasının hîkmetinden de haberdar değildirler. Bu cahillikleri yüzünden ölümden sonraki dirilişi inkâr ederler. Yüce Allah'ın, peygamberlik misyonlarına, mucizelere ve dünyada toplu kırıma yolaçıcı azaplara ilişkin yasalarından habersiz oldukları için, kendilerine yönelik dünya azabı belirli yılların ya da günlerin sonuna ertelendiğinde, hemen sormaya başlarlar: "Azabımızı bizden alıkoyan faktör nedir?" "Başımıza geleceği söylenen azap niye ertelendi?" Onlar yüce Allah'ın hikmetini ve rahmetini kavrayamıyorlar. Oysa bu azapla ..yüzyüze geldiklerinde onu hiç kimse başlarından savamaz, bu sorularının ve bu hafife almalarının kanıtladığı alaycı tutumlarının cezası olarak, ilahi azap tarafından çepeçevre kuşatılırlar.
Okuyoruz:
"Haberleri olsun ki, azabımızla yüzyüze geldiklerinde onu hiç kimse başlarından savamaz. Böylece alay konusu ettikleri akıbetin pençesine düşerler."
Hiçbir mü'min kimse, aklı başında hiçbir ciddi kimse, yüce Allah'ın azabı bir an önce gelsin istemez. Çünkü bu azap eğer gecikirse bunda hikmet ve rahmet vardır. Böylece iman etmeye hazırlıklı olan kimse o fırsattan yararlanarak iman eder.
Meselâ yüce Allah'ın, azabını Kureyşli müşriklerden uzak tuttuğu o "mühlet" döneminde nice kimseler müslüman olmuşlar, hem de iyi birer müslüman olmuşlar, girdikleri sınavlardan alınlarının akı ile çıkmasını bilmişlerdir. Nice kâfir çocukları ve torunlarına en verimli yıllarını İslâm'ın kucağında yaşamak nasip olmuştur. Bu iki sebep, bu ertelemenin bizim görebildiğimiz birkaç sebebidir. Göremediğimiz hikmetlerin neler olduğunu ise yalnız yüce Allah bilir. Fakat kısa görüşlü ve aceleci yapıda olan insanlar bu tür inceliklerden habersizdirler. (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 2
9.
Bunun gibi, insana katımızdan bir rahmet tattırsak,[1*] sonra da onu kendisinden çekip alsak, hemen [önceki lütfumuzu] nankörce unutup umutsuzluğa düşer. [2*]
[1*] Ayetin devamı göstermektedir ki, burada ve sonraki ayette geçen tür bildirici “insan” terimi, öncelikle ya Allah’ın varlığına kani olmayan ya da hakkı inkar eğiliminde olan bilinemezci (agnostic)/vahye ilgisiz, umursamaz kimseleri îma etmektedir; bununla birlikte, terimin, daha geniş anlamıyla, Allah’a inandıkları halde dinî çaba ve duyarlık olarak zayıf olan ve dolayısıyla haricî şartların ve özellikle de çıkar ve statü hesaplarının tesiriyle kolayca sarsılıp yön değiştiren kimseleri de ifade ettiği söylenebilir.
[2*] Lafzen, “umutsuzdur [ya da umutsuz olur]” yahut “umutsuzluğa kapılır” (yeûs); geçmişteki mutlu, müreffeh durumunu sadece sebep sonuç zincirinin rastlantıya bağlı bir ürünü olarak, yahut kısacası, Allah’ın bir lütfu olarak değil de, uluorta “şans” denen şeyin bir sonucu olarak gören birinin musibet karşısında düştüğü durumu dile getiren bir ifade. Bu açıdan, yeûs terimi, Kur’ânî kullanımıyla, manevî nihilizmin bir göstergesidir. (Muhammed Esed Tefsiri)
10.
Fakat ona, bir dertten, bir musîbetten sonra nîmeti tattırırsak "benden bütün kötülükler gitti" der. Şüphe yok ki o şımarır, böbürlenmeye övünmeye koyulur.
11.
Ancak her iki halde de sabredip makbul ve güzel işler yapanlar başka![*] İşte onlar için pek geniş bir mağfiret Allah'ın kullarının günahlarını örtmesi. ve pek büyük bir mükâfat vardır.
Bu ayetlerin oluşturduğu tablo, şu kısa görüşlü ve aceleci yapılı insanı aslına uygun biçimde tasvir ediyor, onu tıpatıp tanıtıyor bize. İnsan denen bu yaratık içinde bulunduğu anın sınırları içinde yaşıyor. Bu anın geçici şartları onu azdırıyor, baştan çıkarıyor. Bu yüzden ne geçmişi düşünüyor ve ne de gelecek hakkında kafa yoruyor. Bunların yanısıra hayırdan, iyilikten umut kesmeye son derece yatkındır, elindeki nimeti kaybeder-etmez, hemen nankör kesilir. Oysa elindeki o nimet, yüce Allah'ın kendisine yönelik, karşılıksız bir bağışı idi. Yine bu insan denen varlığın aklı bir karış havadadır, sıkıntıyı atlatıp rahatlığa geçer geçmez hemen şımarır. Sıkıntıya katlanıp sabretmez, yüce Allah'ın rahmetini umutla beklemez, sıkıntısının geçeceğine dair içinde iyimserlik beslemez. Buna karşılık nimete konunca sevincinde ve övünmesinde ölçülü olmaz, bu nimetin bir gün elinden gideceğini hiç hesap etmez. Son ayeti cümle cümle okuyalım:
"Yalnız sıkıntılı günlerde sabredenler müstesna."
Bunlar sıkıntılı günlerde sabrettikleri gibi, nimetli günlerde de sabretmişlerdir. İnsanların çoğu sıkıntılara katlanırlar. Böyle dönemlerde dişlerini sıkarak erkeklik gösterirler, kendilerini zayıf ve düşkün göstermek istemezler. Fakat nimetli günlerde sabırlı davranarak gurura kapılmayan, şımarmayan insanların oranı çok küçüktür. Devam ediyoruz:
"...Ve iyi ameller işleyenler."
Her iki durumda iyi işler yapanlar. Yani sıkıntılı günlerde çektikleri sıkıntılara gönül hoşnutluğu ile katlananlar, sabırlı davrananlar; buna karşılık nimete konduklarında şükredenler ve başkalarına iyilik edenler. İşte onlar:
"Onları bağışlama ve büyük ödül bekliyor."
Bu bağışlanmayı ve büyük ödülü sıkıntılara karşı sabrettikleri ve sevindirici günlerde şükrettikleri için hak etmişlerdi.
İnsan nefsini, kâfirliğin göstergesi olan sıkıntılı günlerdeki umutsuzluktan ve fasıklığın göstergesini oluşturan rahat günlerindeki şımarıklıktan koruyan tek faktör, iyi amellerde somutlaşan ciddi imandır. Böyle bir iman, insan kalbini sıkıntılı günlerde de nimetli günlerde de aynı doğrultuda tutar, onu her iki durumda da yüce Allah'a bağlar; ne sıkıntıların darbeleri altında sarsılmasına, burkulmasına meydan verir ve ne de nimetlerin oluk oluk aktığı günlerde böbürlenmesine, kabarmasına izin verir. Her iki durum da mü'min hesabına ayrı birer hayırdır. Peygamberimizin - salât ve selâm üzerine olsun- buyurduğu gibi böyle bir durum, böyle çift bir mutluluk sadece mü'minler için sözkonusudur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
12.
“Ona bir hazine indirilseydi veya beraberinde bir melek gelseydi ya!” demeleri yüzünden sana yapılan vahyin bir kısmını terk edecek gibi oluyorsun, bu da senin göğsünü daraltıyor. Hâlbuki sen yalnızca bir uyarıcısın. Her şeye vekil olan Allah’tır.[*]
Bu ayet, İslâm tarihinin o zor döneminin havasını yansıtır, Peygamberimizin içinde bulunduğu can sıkıntısını kanıtlar. O dönemin keçi inatlı cahiliyesine karşı koymanın ne kadar ağır bir yük olduğu hakkında bize fikir verir. Çünkü Peygamberimiz o çetin dönemde akrabası ile yardımcısını, yani amcası Ebu Talib ile eşi Hz. Hatice'yi kaybetmiş, bu yüzden yalnızlık duygusu gönlünü karartmış, bunun sonucu olarak cahiliye kuşatmasının çemberi içinde sıkışıp kalan bir avuçluk müslüman azınlığın kalplerini keder sarmıştı.
Ayetin kelimeleri arasında yükselen bu hüzünlü hava nerdeyse elle dokunulacak kadar somuttur. İşte bu ağır havayı dağıtmak üzere inen bu rahatlatıcı İlahi sözler kalplere huzur aşılıyor, gergin sinirleri gevşetiyor ve endişe dolu gönüllere su serpiyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
13.
Yoksa onlar "Muhammed, bu Kur’an’ı kendi uydurdu" mu diyorlar. Onlara de ki, "Öyleyse Kur’an’ın surelerine benzeyen on sure de siz uydurun bakalım. Eğer söylediğiniz doğru ise, bu konuda Allah dışında yardıma çağırabileceklerinizi de yardıma çağırın."[*]
Burada inkârcılardan, Kur’an’daki ilahi metinler ayarında on sûreye denk gelebilecek bir eser ortaya koymaları isteniyor. Onlar bunu yapamayınca, Bakara 2/23 ve Yunus 10/38. âyetlerinde olduğu gibi belagat ve tesirde onun ayarında herhangi bir sûre getirmeleri isteniyor. Üstelik getirecekleri bu çalışmanın illa da hakikat ifade eden bir eser olması gerekmiyor, uydurma bir çalışma da olabilir yeter ki belagat ve fesahat bakımından eşit durumda olabilsin.Kur’an’ı Muhammed uyduruyorsa, onu susturmak için bundan daha büyük fırsat mı olur? Sizler güzel edebiyat yapan, şiirler yazan söz ustaları değil misiniz? İşte size fırsat! Onun uydurduğunu iddia ettiğiniz herhangi bir sûre gibi bir ya da birkaç sûre yazacaksınız, olup bitecek. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
14.
Fakat, eğer onlar sizin çağrınıza cevap veremezlerse; o zaman bilin ki (Kur`an vahyi) yalnızca Allah`ın ilmiyle indirilmiştir; yine (bilin ki) O`ndan başka ilah yoktur: Şimdi siz, artık O`na kayıtsız şartsız teslim olacak mısınız?[*]
Yani Kur'an'ın on suresine benzer bir başka on sure uydurmayı başaramazlarsa. Böylece bu imkânsız işte size yardım edemeyecekleri, bu konuda ellerinden hiçbir şey gelmediği ortaya çıkarsa. Sizin de bu işte başarısız olduğunuz bellidir. Çünkü zaten başarısızlığınız ortaya çıkmasaydı, onları yardıma çağırmazdınız. Devam ediyoruz:
"Anlayınız ki, bu Kur'an, Allah'ın bilgisi altında indirilmişti."
Onu indirmeye gücü yeten, sadece O'dur. Sadece Allah'ın bilgisi, onu size indiği şekli ile indirmeyi gerçekleştirebilir. Evrensel yasalara, insanın değişik durumlarına, geçmişlerine, şimdiki zamanlarına, geleceklerine, şahıslarının ve yaşama tarzlarının yararına ilişkin kapsamlı bilgi birikimi içeren bu Kur'an, ancak Allah katından indirilmiş olabilir. Devam ediyoruz:
"O'ndan başka ilah yoktur."
Bu ilke, yüce Allah'ın indirdiklerine benzer bir başka on sure uydurma konusundaki çağrınıza cevap veremeyen, sahte ilahlarınızın başarısızlıklarının doğal bir sonucudur. Öyleyse tüm evrenin mutlaka bir tek ilahı vardır ve bu Kur'an'ı indirmeye sadece O'nun gücü yeterlidir.
Onaylanması, kabul edilmesi kaçınılmaz olan bu açıklamayı bir soru izliyor. Öyle bir soru ki, gerçek karşısında burun kıvırarak kaçanlardan, keçi inatlılardan başka herkes ona aynı cevabı verebilir, başka hiç kimse ona değişik cevap vermeye kalkışmaz. Okuyalım:
"Nasıl, artık müslüman oldunuz mu?"
Yani size meydan okundu ve bu meydan okuma karşısında başarısız kaldınız, yenik düştünüz. Böyle bir sonuca teslim olmaktan başka türlü göğüsleyebilir misiniz?
Fakat onlar, bundan sonra da gerçek karşısında burun kıvırmaya, kaçamak aramaya devam ediyorlar!
Aslında gerçek apaçık ortada idi. Fakat onlar dünya hayatında yararlandıkları çıkarlarının ve saltanatlarının ellerinden kaçmasından korkuyorlardı. Bu endişe ile insanların özgürlüğe, onurluluğa, adalete, şerefliliğe, kısacası "lâilâhe illellah (Allah'dan başka ilah yoktur)" ilkesine çağıranların sesine kulak vermelerinden ödleri kopuyor, insanlar bu çağrıya olumsuz karşılık vermesinler diye vicdanlarını baskı altında tutuyor, onları kendilerine kul-köle ediyorlardı.
Bundan dolayı, bundan sonraki ayetler onların tutumlarına uyan bir değerlendirme yapıyor, sonlarının nasıl olacağını canlı bir tablo halinde gözlerinin önüne seriyor.
(Seyyid Kutub Tefsiri)
15.
Kim dünya hayatını ve onun gösterişli zevklerini isterse, biz onlara, amellerinin karşlığını tamamen öderiz (sıhhat, zenginlik ve zevkle yaşarlar). Bu hususta, onlara noksanlık yapılmaz.
16.
İşte bunlar ahirette paylarına ateşten başka bir şey düşmeyen kimselerdir. Çünkü onların bu dünyada yapıp ettikleri, hep boşa gidecektir. Yapıp ettikleri her şey de anlamsız ve değersizdi zaten.[*]
Yani, iyi davranışları, yararlı eylemleri Hüküm Günü’nde her ne kadar hesaba katılacak ise de, ölümden sonra kalkışa ve ahirete inanmamakla işlemiş oldukları günah bunlardan ağır basacak. (Muhammed Esed Tefsiri)
17.
Onlar hiç Rabbinin açık belgesine uyanlar gibi olurlar mı? O belgeyi Rabbinden bir şahit okur. Ondan önce de bir önder ve ikram olarak Musa’nın kitabı vardır. İşte bunlar ona (Kur’ân’a) da inanırlar. Hangi kesim onu görmezlikten gelirse varıp kalacağı yer ateştir. Ondan şüphen olmasın. O Kur’ân, senin Rabbinden gelen bir gerçektir; ama insanların çoğu ona inanmazlar.
Allah’ın kitabını okuyup anlatan her kişi şahittir. (Ahzab 33/45-46, Fetih 48/8-9, Müzzemmil 73/15). Al-i İmran 3/18 ise ilim sahiplerini de şahit saymaktadır. Demek ki şahitlik, görerek veya ilim ile olur. İşte bunlar; yani Kur’an’a şahitlik edenler, ona inanırlar. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
18.
Kendi yalanlarını Allah’a yakıştıran kimselerden daha zalim kim olabilir? [Hesap Günü’nde] böyleleri Rablerinin huzuruna çıkarıldıklarında [kendilerine karşı] tanıklığa çağırılanlar (onlar için): “Rableri hakkında yalan söyleyen kimseler işte bunlardı!” diyecekler. Unutmayın, Allah’ın lâneti zalimlere yönelmiştir,
19.
Onlar Allah’ın yolundan alıkoyar ve onda çarpıklık ararlar.[*] Onlar aynı zamanda ahireti inkar edenlerdir.
Onlar doğru yolu, sapmasız rotayı istemezler. Çarpıklığı, kaypaklığı, zigzağı ve sapmayı isterler. Böyle olmasını istedikleri şey, yol da olabilir, hayat da olabilir, hayatın olguları da olabilir. Ayetin anlamı bunların hepsini içerir. Bunun yanısıra "Bunlar ahireti de inkâr eden" kimselerdir. Bu ifadede "onlar" zamiri iki kez tekrarlanıyor. Amaç pekiştirme yolu ile sözkonusu müşriklerin suçluluklarını vurgulamak, bu suça dikkatleri çekmek sureti ile onları "teşhir" etmektir.
Yüce Allah'a ortak koşanlar -ki, bunlar zalimlerdir- İslâmın dosdoğru rotasından ayrılınca hayatın tüm alanlarını eğriliğe yöneltmeyi amaçlarlar. Zaten yüce Allah'ın egemenliği dışındaki bir başka merciin egemenliğine girmek, hem insan kişiliğinin bütün cephelerini ve hem de sosyal hayatın tüm kesimlerini eğriliğe mahkûm eder.
Yüce Allah'dan başkasına kul olmak, insan vicdanında onursuzluk ve aşağılıklık meydana getirir. Oysa yüce Allah, insan vicdanının onurla donanmasını istemiştir. Öte yandan kula kulluk, sosyal hayatı zulmün ve azgınlığın pençesine düşürür. Oysa yüce Allah, bu hayatın adalete ve eşitliğe dayalı olmasını istemiştir. Ayrıca kula kulluk ilkésinin egemen olduğu toplumlarda insanlar, toprak kökenli egemenleri, sahte rabbleri ilahlaştırma emeklerini, çabalarını boşa harcarlar. Bu amaçla durmadan davullu-zurnalı şenlikler düzenlerler. Bu şenliklerde durmadan nefes tüketirler. Bu yolla düzmece ilahlarını yücelterek gerçek Rabbin yerini doldurmaya çalışırlar. Fakat bu düzmece egemenler, bu sahte ilahlar, özleri itibarı ile küçük ve zavallı oldukları için bir türlü gerçek Rabbin yerini tutamazlar, yüce Allah'a inançsızlıktan doğan boşluğu dolduramazlar.
Bu yüzden o düzmece ilahların zavallı kulları, sefil köleleri sürekli bir çaba, kesintisiz bir didinme içindedirler. Gece- gündüz durmadan bu düzmece ilahları şişirmek için çalışırlar. Dikkatleri ve projektörleri üzerlerine ,çekmeye uğraşırlar. Aralıksız biçimde onlar adına davul-zurna çalarlar. Marşlı, şarkılı, bandolu, trompetli şenlikler düzenlerler. Böylece yararlı üretim faaliyeti uğrunda harcanması gereken insan emekleri, bu sonuçsuz, bu uğursuz çabalar uğrunda, bu onur kırıcı ve gelişmeyi durdurucu amaçlar peşinde harcanır. Bundan daha büyük bir eğrilme, bundan daha büyük bir yamukluk düşünülebilir mi? (Seyyid Kutub Tefsiri)
20.
Böyleleri, yeryüzünde [yaptıkları yanlarına kalsa bile, nihaî hesaptan] yakalarını asla kurtaramayacak, kendilerini Allah’a karşı koruyacak bir dost da bulamayacaklar. (Hakkı) işitme yetilerini kullanmadıklarından ve görmek, fark etmek istemediklerinden ötürü [öte dünyada] azap kat kat artırılacaktır onlar için.
21.
İşte bunlar kendilerine yazık edenlerdir ve uydurdukları şeyler, yani putları, ilahları ve ilahlık yakıştırdıkları şeyler de onlara bir fayda vermeden kaybolup gitmiştir.
22.
Hiç kuşku yok ki, ahirette en çok kaybedenler onlardır.
23.
İnanıp da güzel işler yapan ve Rablerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet ehlidir. Onlar orada ebedî kalırlar.
24.
Bu iki grubun durumu; kör ve sağıra kıyasla, gören ve işitenin durumu gibidir. Şimdi hiç bu iki grubun durumu bir olur mu? Hâlâ düşünüp ibret / ders almıyor musunuz?
BÖLÜM 3
25.
Ve gerçek şu ki, Biz Nuh'u [da aynı mesajla] kavmine gönderdik: "Bilin ki, ben size açık, yalın bir uyarıyla geldim.[*]
Şimdi okuyacağımız ayetler ise, bizi başka gezintilere çıkarıyorlar. Bu gezilerde kendimizi yeryüzünün değişik yörelerinde, tarih sürecinin değişik dönemlerinde buluyor ve geçmiş milletlerin bazı hayat maceralarını yeniden yaşıyoruz. Bu geziler sırasında "İslâm inancı" akımının tüm insanlık tarihi boyunca cahiliye zihniyeti karşısında giriştiği sürekli mücadelenin bazı kritik evreleri gözlerimizin önünde canlandırılıyor.
Bu surede anlatılan peygamber hikâyeleri oldukça uzundur. Özellikle Hz. Nuh'a ve Tufan olayına ilişkin hikâye hepsinden uzun bir biçimde anlatılıyor. Bu hikâyeler, bu surenin başlangıcında yeralan ve tüm surelerin iniş gerekçesini oluşturan inanç sistemine ilişkin gerçekler etrafındaki tartışmaları içerirler. İnsan bu tartışmaları izlerken dünün yalanlayıcıları ile bugünün yalanlayıcılarının arasında önemli bir fark olmadığını, her ikisinin de hemen hemen aynı karakteri paylaştıklarını, tüm insanlık tarihi boyunca sergiledikleri zihniyetin aşağı-yukarı aynı zihniyet olduğunu açıkça görür.
Bu surede anlatılan peygamber hikâyeleri kronolojik sırayı izler. Buna göre önce Hz. Nuh'un, arkasından Hz. Hud'un, daha sonra Hz. Salih'in hikâyeleri anlatılır. Sonra Hz. Lût'a gidilirken Hz. İbrahim'e uğranır. Arkasından Hz. Şuayb'in hikâyesine geçilir, sonra da Hz. Musa'nın hikâyesine kısaca değinilir. Bu hikâyelerde tarih çizgisinin aşamalarına
bağlı kalınır. Çünkü amaç, tarihin sürekli akışı içinde ve oluş zincirine bağlı kalınarak yeni kuşaklara eski kuşakların akıbetlerini, sonlarının ne olduğunu hatırlatmaktır.
İlk hikâye, Hz. Nuh ile soydaşları arasındaki olayları anlatan hikâyelerdir. Bu hikâye, anlatılan hikâyelerin en eski tarihlisi olduğu gibi surede ele alınan hikâyelerin de ilkini oluşturuyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
26.
Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, çünkü sizin için çok acıklı bir günün azabından korkuyorum."[*]
İşte peygamberlik misyonunun temel dayanağı, uyarı fonksiyonunun ana içeriği budur. Peki bu uyarının amacı nedir?
"Yoksa sizin hesabınıza acıklı bir günün azabından korkarım."
Böylece bu kısacık cümleler aracılığı ile hem gerçekleri duyurma ve hem de uyarma görevi tamamlanmış oluyor.
Bir de şu noktaya değinmeliyiz: Ayette sözü edilen "gün" aslında "acıklı" değil; "acılarla dolu" bir gündür. Yani acıları tadacak olan günün kendisi değil, o günü yaşayacak olan insanlardır. Bu ifade "acı" olgusunu zihinlerde somutlaştırmak için bilerek seçilmiştir. Yani o günün kendisi acılarla yüklüdür, acıları iliklerinde duyuyor. Artık o günü yaşayacak olanların halini varın siz düşünün! (Seyyid Kutub Tefsiri)
27.
Kavminden ileri gelen inkârcı grup dedi ki: "Biz seni de bizim gibi insan görüyoruz ve sana bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz; tersine sizi yalancı sanıyoruz!"
Burada kendilerini beğenmiş elebaşların verdikleri cevabı okuyoruz. "İleri gelenlerin" toplumun kilit noktalarını ellerinde bulunduran, üst düzeydeki egemenlerin herkese tepeden bakan sözleri ile karşı karşıyayız. Bu sözler, Kureyşli elebaşlar tarafından Peygamberimize verilmiş bir cevap da olabilirdi. "Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz." "Sana uyanların aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduğunu görüyoruz." ``Gördüğümüze göre sizin bize karşı hiçbir üstünlüğünüz yok." "Tersine sizin yalancı olduğunuz kanısındayız."
Kuşkular aynı kuşkular. Suçlamalar aynı suçlamalar. Burnu büyüklük, aynı burnu büyüklük. Aynı aptalca, cahilce ve umursamasız cevap!
İnsanların "cahil" kesiminin kafalarına öteden beri takılan kuşkulardan biri şudur: İnsanoğlu, yüce Allah'ın elçiliğini taşıyamayacak kadar küçük ve yetersiz bir canlı türüdür. Eğer yüce Allah mutlaka insanlara elçi gönderecekse, bu görevi kesinlikle başka bir canlı türü yüklenmelidir. Bu cahilce bir kuşkudur. Kaynağı "insan" denen şu canlı türüne güvensizliktir. Oysa yüce Allah, insanı yeryüzünde halife olarak seçmiştir. Bu görev, son derece önemli bir görevdir. Buna göre yüce Allah, insana bu göreve denk düşecek yetenekler ve güçler bağışlamış olmalıdır; bu canlı türünü,
bazı seçkin fertlerin peygamberlik yükünü taşıyacak yeteneğe sahip olmalarını mümkün kılacak düzeyde yaratmış olmalıdır. Bu peygamberleri yüce Allah seçeceğine göre, bu peygamberlerin yapı hamuruna, insan türünün genel niteliklerinden fazla olarak hangi özel yetenekleri katacağını O, herkesten iyi bilir.
Bu alandaki bir başka cahilce kuşku da şudur: Madem ki yüce Allah insanlar arasından peygamber seçiyor. Bu peygamber, niye toplumun kaymak tabakasını oluşturan, yönetim mekanizmasının kilit noktalarını ellerinde tutan seçkinler arasından belirlenmiyor? Bu kuşkunun arkasında insan denen canlıya üstünlük kazandıran gerçek değerlerin ne olduğunu bilmemek; bütün bir tür olarak yeryüzü halifeliğine neden lâyık görüldüğünden ve bazı seçkin fertlerinin şahsında niçin yüce Allah'u elçiliği gibi yüce bir görevi taşımaya yetenekli sayıldığından habersiz olmak yatar. Söz konusu değerlerin servetle, mevki ile, yeryüzünde egemenlik kurmuş olmakla ilgisi yoktur. Bu değerler vicdan temizliği ile bu vicdanların yücelikler alemi ile ilişki kurmaya yetenekli olmaları ile ilgilidir. Bu vicdanların her türlü lekeden arınmış olmaları, yücelikler aleminin mesajlarını alabilmeleri, o alemle iletişim kurma yeteneğini taşımaları, bu ağır emaneti omuzlayacak güçte olmaları, onun yükleyeceği zorluklara katlanabilmeleri ve bu emaneti, ne pahasına olursa olsun, insanlara iletebilmeleri önemlidir. Bu saydıklarımız yanında peygamberliğin daha başka nitelikleri de vardır. Önemli olan peygamber olarak seçilenlerin bu nitelikleri taşımalarıdır ve niteliklerin servetle, mevki ile, yeryüzü egemenlerinden biri olmakla uzaktan-yakından ilgileri yoktur.
Fakat Hz. Nuh'un soydaşlarının seçkinleri, tıpkı diğer peygamberlerin soydaşlarının seçkinleri gibi bu yüce değerleri görmekten uzaktırlar, dünyevi konumları gözlerini bu gerçeği görmeyecek derecede kör etmektedir. Bu yüzden seçilen peygamberlerin bu yüce göreve lâyık görülmelerinin gerekçesini kavrayamamaktadırlar. Onlara göre bu görev, insanlara verilemez. Ama eğer mutlaka bir insana verilecekse, bu insan kesinlikle kendileri gibi toplumun kaymak tabakasını oluşturan egemenler arasından seçilmelidir! Nitekim bakın, neler diyorlar!
"Biz seni sadece bizler gibi bir insan olarak görüyoruz."
Bu, sözlerinden biridir. Öbürü ise daha da müthiş! Okuyoruz:
"Sana uyanların aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduğunu görüyoruz."
Bu sözde seçkinler, yoksul halk yığınlarına "ayak takımı" diyorlar. Zaten her toplumun ileri gelenleri, kendi dışlarındaki serveti ve mevkii olmayan halk kitlelerini her dönemde bu gözle görmüşlerdir. Oysa bütün peygamberlerin taraftarları genellikle bu yoksul halk kitleleri arasından çıkmıştır. Çünkü sıradan halk kitlelerinin fıtratı, insanları seçkinlere kul olmaktan kurtaran; kalpleri düzmece "ulular"dan daha yüce, ezici iradenin ortaksız sahibi olan tek Allah'a bağ-. lamaya daha yatkındır. Sebebine gelince, yoksul halk kitlelerinin fıtri (doğal) yapılarını şımarıklık ve lüks hayat bozmamıştır; şahsi yararlar ve göz kamaştırıcı nişanlar onları, ilahi çağrıya olumlu cevap vermekten alıkoymaz. Eğer yüce Allah'a inanırlarsa kaybedecekleri bir sosyal mevkileri yoktur. Oysa sözde seçkinler, halk yığınlarının gafleti sayesinde onları değişik biçimli putperest hurafelerin tutsağı yaparak elde ettikleri bu "çalıntı" saltanatlarını yitirmekten korkarlar. Sözkonusu putperest saplantıların başta geleni; yüce Allah'ın ortaksız ilahlığı kabul edileceği yerde, egemenlik yetkisi rakipsiz tek Allah'a özgü sayılacağı yerde, birtakım gelip geçici insanlara bağlılık sunmak, onların sözlerine kayıtsız-şartsız bir teslimiyetle itaat etmek, onların kulu-kölesi sayılmayı onaylamaktır. Bundan dolayı insanları tek Allah'a çağıran peygamberlik misyonları; her dönemde ve her yerde insanlık için gerçek kurtuluş hareketleri olmuşlardır. Böyle olduğu içindir ki, yeryüzünün zorba diktatörleri, zalim "tagut"ları, her zaman bu hareketlerin karşısına dikilmişler, halk kitlelerinin bu hareketlerin safında yeralmalarını önlemeye çalışmışlar, bunu yapabilmek için sözkonusu özgürlük hareketlerini karalamaya, önderlerini en iğrenç suçlamalarla lekeleyerek halkın gözünden düşürmeye, yığınların antipatisini üzerlerine çekmeye yeltenmişlerdir. Bu sözde seçkinlerin yukarıdaki sözlerini birkere daha okuyalım:
"Sana uyanların aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduklarını görüyoruz."
Yani onlar ne yaparlarsa, düşünüp taşınmadan yaparlar. Bu da toplumun en üst katını oluşturan sözde seçkinlerin, "mü'minler" topluluğuna tarihin her döneminde yönelttikleri bir suçlamadır. Onlara göre halk yığınları, kurtuluş hareketlerine katılmadan önce bu işi enine-boyuna düşünüp taşınmazlar. Bunun yerine bu hareketlere körü-körüne ve heyecanların körüklediği bir coşku ile katılırlar ki; bu büyük bir suçtur. Bundan dolayı seçkin beyefendilerin onların yöntemlerini benimsemeleri, onların yollarını izlemeleri şanlarına yakışmaz. Eğer ayak takımı bir çağrıya inanıyorsa, bu beyefendilerin de ona inanmaları, "ayak takımı"nın inancını paylaşmaları, ya da bu ayak takımı tarafından sözkonusu inanç sistemini benimsemeye çağrılmaları olacak şey değildir! Bakın daha neler söylüyorlar!
"Sizin bize karşı herhangi bir üstünlük taşıdığınız görüşünde değiliz."
Bu sözleri ile davanın önderi ile bu önderin çağrısına uyan halk kitlelerini, kendi şımarık deyimleri ile "ayak takımı"nı aynı kefeye koyduklarını gösteriyorlar. "Sizin hidayete daha yakın olmanızı sağlayacak ya da doğruyu daha iyi bilmeye yolaçacak bir üstünlüğünüz, bu konuda bize karşı bir avantajınız olduğu görüşünde değiliz. Eğer sizin bağlandığınız ilkeler yararlı ve doğru olsaydı, bunun daha önce biz farkına varırdık, sizden daha önce o ilkeleri benimserdik, sizden geride kalmazdık."
Onlar bu sözleri söylerken, daha önce değindiğimiz yanıltıcı ölçüyü kullanıyorlar, meseleleri bu sakat mantığın ölçeğine göre değerlendiriyorlar. Bu sakat mantığa göre üstünlüğün dayanağı servettir, akıllılığın dayanağı mevkidir ve bilginin dayanağı da iktidardır. O halde zenginler daha üstün, mevki ve rütbe sahipleri daha akıllı, iktidarda bulunanlar da daha bilgilidirler. Bu kavramlar ve bu değer yargıları her zaman Allah birliği inancının tamamen yok olduğu ya da etkisiz kaldığı toplumlarda egemen olurlar. O zaman insanlık cahiliye dönemlerine geriler, putperest geleneklerin çok sayıdaki türlerinden birinin pençesine düşer. Yalnız bu putperest gelenek, materyalist uygarlığın göz kamaştırıcılığı içinde ortaya çıkabilir, buna aldanmamak gerekir. (Meselâ günümüz Amerikası'nda
insanın değeri, gelir düzeyine ve bankadaki hesabının rakamlarına göre ölçülür. Amerika'dan kaynaklanan bu cahiliyeye özgü putperest bakış açısı dalga dalga bütün dün· yaya yayılıyor, hatta kendini müslüman sanan doğu dünyasında bile egemen oluyor!) Bu anlayışın, insanlık için bir gerileme olduğu, tersine gitmek anlamına geldiği kuşkusuzdur. Çünkü bu bakış açısı insanı insan yapan değerleri küçümsemekte, hiçe saymaktadır. Oysa insan bu değerler sayesinde yeryüzü halifeliğine lâyık görülmüş ve peygamberlik misyonu taşıyacak derecede yüceliklere tırmandırılmıştır. İnsan bu değerlerden yoksun kalınca, organik ve fizik yapısı ile hayvana yakın bir düzeye iner. Bir de şu sözlerini okuyalım:
Sözünü ettiğimiz seçkinlerin yüce Allah'ın peygamberine ve bağlılarına yönelttikleri sonuncu suçlama budur. Fakat bu suçlamayı, mensubu oldukları sınıfın, yani "Aristokrasi"nin yöntemleri uyarınca yapıyorlar. Söylemek istediklerini "Aristokrat"lara yaraşır bir ihtiyatlılıkla dile getiriyorlar; "olduğunuz kanısındayız" diyorlar. Neden derseniz, dobra dobra konuşmak ve kesin doğrultulu tercihi yapmak, bu beylere göre, taşkın ve ilkel düşünceli halk yığınlarının özelliklerindendir. O halde ileri görüşlü ve sağlam düşünceli seçkinler, hiçbir zaman bu düzeye düşmemelidirler!
Bu davranış türü ve bu konuşma üslubu Hz. Nuh'un zamanından beri sürekli tekrarlanan bir örnektir. Yani sözünü ettiğimiz cepleri dolu, kalpleri boş, burnu büyük, iddialı, boyun damarları çıkık ve şiş göbekli sözde seçkinler her zaman böyle konuşurlar, böyle davranırlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)
28.
Dedi ki: "Ey kavmim! Düşünsenize bir: ya ben Rabbimin katından gelen açık bir delile dayanıyorsam; dahası, ya O bana katından bir rahmet bahşettiği halde siz bunu görmüyorsanız? Şimdi siz, (O`nun delil ve rahmetini) görmeye dahi tahammül edemezken biz kalkıp da ona (imana) sizi zorlayabilir miyiz?
29.
Ey kavmim! Bu mesajı size ulaştırdığım için sizden bir menfaat da beklemiyorum. Benim çabalarımın karşılığı Allah katındadır. Ve siz istemiyor, beğenmiyorsunuz diye bana inananları da yanımdan kovacak değilim. Çünkü onlar, Rableriyle karşılaşacaklarını biliyorlar. Ama size gelince, sizin eğriden doğrudan habersiz, yol yordam bilmez bir topluluk olduğunuzu görüyorum.
30.
Ey kavmim! Eğer ben inananları yanımdan kovarsam, beni Allah`tan kim koruyabilir? Hiç düşünmüyor musunuz?
31.
Ben size, ‘Allah'ın hazineleri benim yanımdadır' demiyorum, gaybı da bilmem. ‘Ben bir meleğim' de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için, ‘Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir' diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovarsam ben gerçekten zâlimlerden olurum."[*]
Görüldüğü gibi Hz. Nuh, sözde seçkin soydaşlarına kendini ve peygamberlik görevini tanıtırken bütün sahte değerleri reddediyor, karşısındakilerin peygamberden ve peygamberlik misyonundan bekledikleri bütün yapmacık süslemeleri elinin tersi ile kenara itiyor. Kendini ve peygamberlik görevini, tüm saplantılardan arındırılmış, yüce gerçekliği ile sunuyor. Bu yüce gerçeğin sözü geçen yüzeysel cilalamalarının hiçbirine ihtiyacı yoktur. Başka bir deyimle, Hz. Nuh, karşısındakileri gerçeğin yalınlığı ve gücü ile baş başa bırakıyor.
Bütün bunları anlatırken hoşgörülü ve çıplak gerçek sevgisi ile dolu bir dil kullanıyor. Bu yolla karşısındakileri bu çıplak gerçekle yüzyüze getirmek, onun çizeceği rotayı benimsemelerini sağlamak istiyor. Ayrıca yağcılığa, gerçekleri çarpıtmaya, peygamberlik misyonundan ve bu misyonun yalın özünden taviz vererek karşısındakilerin hoşnutluğunu kazanma girişimlerine metelik vermiyor.
Hz. Nuh, bu tutumu ile İslâm davasının her dönemdeki önderlerine örnek oluyor. Onlara iktidar sahiplerine karşı nasıl davranacaklarına ilişkin ders veriyor. Bu derse göre İslâm davasının önderleri, iktidar sahipleri karşısında yalın gerçeği ortaya koymalıdırlar. Onların düşünce tarzlarına ayak uydurma gayretkeşliğine girişmemelidirler; onlara yardakçılık, yağcılık yapmamalıdırlar. Yalnız onların önünde eğilmemekle birlikte kullanacakları dil, sevgi dolu olmalıdır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
32.
"Ey Nûh! dediler. Bizimle mücadele ettin, bu mücadelende de hayli ileri gittin. Yeter artık, eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bizi tehdit edip durduğun o azabı getir de görelim!"
33.
Nuh dedi ki: Gerek görmesi halinde[*] o azabı başınıza getirecek olan sadece Allah’tır. Siz onun önüne geçemezsiniz.
Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
34.
Ben size nasihat etsem de, eğer Allah (inadınız yüzünden) sizi sapıklıkta bırakmak istemişse, nasihatim size fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve O`na döndürüleceksiniz."
35.
(Resulüm!) Yoksa o (Nuh`un kıssası)nı, “kendisi mi uydurdu” diyorlar?[*] De ki: “Eğer onu ben uydurduysam, günahım bana aittir. Ama ben, sizlerin suç olarak işlediklerinizden uzağım.”
Kur'an-ı Kerim, Hz. Nuh'a ilişkin hikâyenin bu noktasında beklenmedik biçimde sözü değiştiriyor. Kureyşli müşriklerin bu tür hikâyelere ilişkin tepkilerini gündeme getiriyor. Çünkü bu hikâye, onlar ile Peygamberimiz arasındaki hikâyeye çok benziyor. Onlar da Peygamberimizin bu hikâyeleri kendi kafasından uydurduğunu ileri
sürüyorlar. O yüzden Kur'an-ı Kerim, Hz. Nuh'a ilişkin hikâyeye ara vererek bu iddiaya cevap veriyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 4
36.
Nuh'a vahyolundu ki: "Kavminden şimdiye kadar iman etmiş olanların dışında artık kimse iman etmeyecek.[1*] Onların yaptıklarından dolayı üzülme![2*]
[1*] “Karar kesin: onlar boğulacaklar!” (23:27) Şöyle bir soru gelebilir: Kâfir kavmin artık inanmayacağına dair bu kesin haber Hz. Nûh’un helâk duasından (71: 26-28) sonra mı yoksa önce mi gelmiştir? Nûh 25 ışığında Hz. Nûh’un bu duayı, kavmin helâkinden sonra olan biteni kendi vicdanında da tasdik sadedinde yaptığı düşünülebilir. Yine âyetin devamından, Hz. Nûh’un onlar için üzüldüğü anlaşılmaktadır. Bu hakikatin Allah Rasûlü’nü nasıl derin bir endişeye sevk ettiğini tahmin edebiliriz.
[2*] Yani: Onlar üzülmeye değmez, zira onların kalemini Ben kırdım. Tufan, toprağa aldırılan gusül abdestidir. Bu âyet, ilâhî bir yasayı hatırlatmaktadır: Tuğyan olan yerde mutlaka tufan olur. Her zaman ve zeminin tuğyanı da tufanı da farklıdır. Tuğyanı ahlâk alanında olan bir toplumun tufanı da o alanda kopar. Tuğyanı güç ve servet alanı olan bir toplumun tufanı da o alanda kopar. Tuğyanı inanç alanında gerçekleşen bir toplumun tufanı da o alanda kopar. Böyle bir yerde tevhid ve adâlet ehline düşen tuğyan seline kapılmayıp, karada da olsa gemi yapmayı sürdürmektir. Eğer deniz lazım olursa, denizin Rabbi onu yerden olmazsa gökten indirmeyi bilir. Nasıl ki her tuğyanın bir tufanı varsa, her tufanın bir Nuh’u ve her Nuh’un bir gemisi vardır. Ezelî ve biricik hakikatin insanlığın son çevrimindeki tezahürü olan Kur’an, kendisinden sonraki tüm tufanlarda karada gemi yapacak olanların kılavuzu, rehberi, rotası ve yol haritasıdır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
37.
Bizim rehberliğimiz altında ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi inşa et[*] ve (bundan böyle) sakın kendisini harcayan kimseler hakkında Bana başvurma! Şu kesin: onlar boğulacaklar."
Nûh kıssasını kendimize çağdaş kılacak olursak, bu ilâhî ferman bize şunu söyler: Sen, Kur’an’ın rehberliği altında hayat gemini inşa et! Tufana gark olacak bir tuğyan ortamından, ancak Allah’ın rehberliği altında inşa edilmiş bir hayat gemisiyle kurtulabilirsin. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
38.
(Nûh) gemiyi yapıyordu. Kavminden ileri gelenler her ne zaman yanına uğrasalar, onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: "Bizimle alay ediyorsanız, sizin bizimle alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.
39.
Evet, zamanı gelince siz de öğreneceksiniz alçaltıcı bir cezaya kimin çarptırılacağını, dahası, kalıcı bir azaba kimin mahkum edileceğini."
40.
Sonunda Emrimiz çıkıp tandır[*] kaynadığında Nuh’a dedik ki: “Erkekli dişili her türden birer çifti ve -hakkında önceden karar çıkan kişi hariç- aileni, bir de inanıp güvenenleri gemiye bindir.” Onunla birlikte pek az kişi inanmıştı.
Tennur (التنور) tandır demektir (Lisan’ul- Arab). Ayetteki ‘tennur’ elif-lam ile marife olduğu için ‘geminin kazanı’ demek olur. Kazanın kaynaması, onun buharlı gemi olduğunu ve harekete hazır hale geldiğini gösterir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
41.
Nûh dedi: "Binin içine! Onun akıp gitmesi de demir atması da Allah’ın adıyladır. Benim Rabbim elbette ki Gafûr’dur; çok bağışlayıcıdır, Rahîm’dir; ikramı boldur."
42.
Gemi, dağlar gibi bir dalganın[*] içinde, onları (bir o tarafa bir bu tarafa) sürüklüyordu. Nuh, kenarda duran oğluna seslendi: “Yavrucuğum, bizimle birlikte sen de bin, kafirlerle beraber olma.”
Dalga diye tercüme ettiğimiz mevc (مَوْجٍ) kelimesi tekildir. Demek ki gemi henüz demir almamış ama çok büyük bir dalga gemiyi sallamaya ve içindekileri sağa sola savurmaya başlamıştı. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
43.
Oğlu "Beni sulardan koruyacak bir dağa sığınacağım" dedi. Nuh, ona "Bugün Allah’ın emrinden kurtaracak hiçbir güç yoktur, sadece O’nun esirgedikleri kurtulabilir" dedi. Tam bu sırada aralarına bir dalga girdi de Nuh’un oğlu boğulanların arasına katıldı.
44.
Nihayet denildi ki: "Ey yer, suyunu yut! Ve ey gök, suyunu tut!" Ve sular çekildi ve hüküm infaz edildi, sonunda gemi Cudi üzerine oturdu. Ve kendilerine kıyan toplum için "Olmaz olsunlar!" denildi.
45.
Nuh Rabbine hitâb edip: "Ya Rabbî, dedi, elbette boğulan oğlum da ailemdendi, öz evladımdı. (Halbuki ben onları gemiye alırken Sen bana kurtulacaklarını, müjdelemiştin). Senin vaadin elbette haktır ve Sen hâkimlerin hâkimisin!"
46.
Allah dedi ki: “Ey Nuh! O, senin ailenden değildir. O, uygunsuz bir işin ürünüdür. Aslını bilmediğin şeyi benden isteme[1*]. Kendini bilmezlerden[2*] biri olursun diye sana öğüt veriyorum.”
[1*] Bu ayetten, Nuh aleyhisselamın oğlum dediği çocuğun, kendi oğlu olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü bir önceki ayette Nuh “Rabbim, oğlum benim ailemdendir” demiş, Allah ise “O, senin ailenden değildir” diyerek bu ayette onu reddetmiştir. Tahrim 66/10. ayette ise Nuh’un karısının kocasına ihanetinden bahsedilir. Ayetin sonundaki “aslını bilmediğin şeyi benden isteme” ifadesi de Nuh’un o çocukla ilgili bilmediği şeylerin olduğunu gösterir.
[2*] “Kendini bilmez, kendine hakim olamayan” anlamları verdiğimiz bu kelime Arapça “cahil” kelimesidir. Arapçada cahil, bilgisiz anlamına geldiği gibi; bildiği halde üzüntü, öfke, arzu, menfaat gibi nedenlerle kendine hakim olamayan, kendini tutamayan anlamına da gelir (Nisa 4/17, Yusuf 12/33). Ayete göre Nuh aleyhisselam, o ana kadar kendi oğlu zannettiği kişiyi tufanda kaybetmiş olmanın acısıyla kendine engel olamayarak, Allah’a, bu emrinin gerekçelerini sormuştur. Bu tavır Allah’ın nebi resulü açısından uygunsuz olduğundan, Allah onu ikaz etmiş ve öğüt vermiştir. Kendisi de derhal Allah’a sığınmış ve bağışlanma dilemiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
47.
Nûh, “Rabbim! Doğrusu, hakkında bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni affetmezsen ve bana merhamet etmezsen kaybedenlerden olurum.” dedi.
48.
Ey Nuh! denildi. Sana ve seninle beraber olanlardan meydana gelecek ümmetlere, bizden bir selamet ve bereketlerle gemiden in. Fakat senin ve onların soyundan gelecek olan, zalim ve inkârcı insanlara gelince, biz onların bu dünyada belli bir süre yaşayıp geçinmelerine fırsat verecek, sonra da katımızdan bir azaba çarptıracağız.
49.
Ey Muhammed, bu anlatılanlar sana vahiy yolu ile bildirdiğimiz gaybe ilişkin haberlerdir.[*] Bundan önce ne sen ve ne de soydaşların bu olayları bilmiyordunuz. Müşriklerin olumsuz tepkilerine karşı sabret; sonuç, kötülüklerden sakınanlarındır.
Hz. Nûh kıssası, daha önceki zamanlarda da biliniyordu. Ancak dilden dile aktarılarak gelen kıssa Kur’an’da anlatıldığı kadar mesaj içerikli, doğru ve insicamlı değildi. Ayette geçen “Bütün bunlar sana vahyettiğimiz bilinmedik haberlerdendir” ifadesi, aynı zamanda Kur’an’ın diğer sûrelerinde anlatılan ve anlatılacak olan öteki peygamber kıssalarını da işaret etmektedir. Kur’an’daki tarihsel referansların, peygamber kıssalarının tümünde sıkça görülen mesajlar ve değerler genel bir ahlaki muhteva taşımaktadır ve bütün zamanlar ve şartlar için geçerlidir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 5
50.
Âd (kavmine) ise, soydaşları Hud`u gönderdik.[*] "Ey kavmim!" dedi, "Yalnızca Allah`a kulluk edin! (Zira) sizin, O`ndan başka kulluk edeceğiniz bir ilah yoktur. Sizin (yaptığınız) uyduruk ilahlar icat etmekten başka bir şey değildir!
Hz. Hud, Nuh Peygamberin oğlu Sâm’ın soyundan gelmektedir. Yemen’de Aden ile Umman arasında bulunan Ahkâf diyarında doğup büyüdü. Âd kavmine peygamber olarak geldi. Hz. Nuh’un torunlarından biri olan Âd’ın soyundan gelen insanlara Âd kavmi denmektedir. Nuh tufanından sonra putperestlik yapmaya başlayan ilk kavim Âd kavmidir. Bu sebeple Hz. Hud bu topluma peygamber olarak gönderilmiştir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
51.
“Ey kavmim! Bu [uyarılar] için sizden bir karşılık da bekliyor değilim; benim (çabalarımın) karşılığı beni yaratan (Allah’tan) başkasına düşmez. Öyleyse, artık aklınızı kullanmayacak mısınız?”
52.
Ey kavmim! Rabbinizden bağışlama dileyin, sonra O’na tövbe edin, üzerinize gökten bol bol yağmur / rahmet / bereket göndersin ve gücünüze güç katsın. Suçlular olarak yüz çevirmeyin."
53.
Dediler ki: "Ey Hûd! Sen bize açık bir mucize getirmedin. Biz de senin sözünle ilâhlarımızı bırakacak değiliz. Biz sana iman edecek de değiliz.
54.
Sana söyleyeceğimiz tek söz şudur: "Seni ilahlarımızdan biri çarpmış olmalı." Hud dedi ki; "Ben Allah’ı şahit tutuyorum, ayrıca siz de şahit olunuz ki, ben O’na koştuğunuz ortaklardan uzağım.
55.
O’ndan başka her şeyden uzağım, artık hepiniz toplanın bana istediğiniz tuzağı kurun, sonra hiç bekletmeyin.
56.
Ben muhakkak ki, hem benim Rabbim, hem de sizin Rabbiniz olan Allah’a dayanmaktayım. Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, idaresi ve yönetimi O’nun elinde olmasın. Benim Rabbim, hiç şüphe yok ki, doğru yoldadır.
57.
Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ‘benimle size gönderileni` size bildirdim. Rabbim sizden başka bir kavmi yerinize getirir de o kavme hiçbir zarar veremezsiniz. Çünkü benim Rabbim her şeyi koruyup gözetendir.”
58.
Emrimiz gelince, Hûd’u ve onunla birlikte iman etmiş olanları bizden bir rahmetle kurtardık. Biz onları çok ağır bir azaptan kurtardık.
59.
İşte Ad halkı böyleydi. Rab’lerinin ayetlerini reddettiler, elçilerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emrini izlediler.
60.
Bunun üzerine, hem dünya hayatında ve hem diriliş gününde bir lanete uğradılar. Kısacası, Ad halkı, Rab’lerine karşı çıktı. Hud’un halkı Ad yok olmuştur.
BÖLÜM 6
61.
Semûd’a da kardeşleri Sâlih’i gönderdik.[*] Dedi ki: "Ey toplumum! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yok. Sizi topraktan oluşturan ve size orada ömür geçirten O’dur. Artık O’ndan af dileyin, O’na dönün. Rabbim Karîb’dir, bize çok yakındır ve Mucîb’dir, dualara cevap verir."
“Semûd kavmi”, Âd kavminden Hz. Hûd’un peygamberliğini kabul eden ve bu şekilde Allah'ın gazabından kurtularak hayatta kalmayı başaran kavimlerden biridir. Bunlara “ikinci Âd” kavmi de denmektedir. Hûd’un kavmi ile bu toplumu birbirinden ayırt etmek için 60. ayette Âd kavminden bahsederken özellikle “Hûd’un Kavmi Âd” diye vurgu yapılmıştır. Semûd Kavminin, Hicaz ile Şam arasındaki Vadi el-Kura ve çevresinde yaşadıkları rivayet edilir. Kendilerine aynı kavme mensup olan Hz. Salih peygamber olarak gelmiştir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
62.
Dediler ki: "Ey Sâlih! Sen bundan önce, aramızda aranan / ümit beslenen bir kişi idin.[*] Şimdi kalkmış, atalarımızın kulluk ettiklerine kulluk etmemizi mi yasaklıyorsun? Gerçek şu ki biz, bizi çağırdığın şey hakkında kafaları karıştıran bir kuşku içindeyiz."
Sende umudumuz vardı. Sana umut bağlamamızın sebebi ya bilgin, ya akıllılığın, ya doğruluğun, ya ileri görüşlülüğün, ya da bu meziyetlerin tümü idi. Fakat bu umudumuz şimdi suya düştü. Sebebine gelince;
"Şimdi bize atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı mı yasaklıyorsun?"
Felâket bu! Her şey olabilir, ya Salih, ama bu olamaz! Senden böyle demeni hiç beklemezdik. Ne kadar da yanılttın, hayal kırıklığına düşürdün bizi. Ayrıca bizi kabul etmeye çağırdığın ilkeler hakkında kuşku içindeyiz. Öyle bir kuşku ki, bu bizi hem sana hem de söylediklerine inanmaktan alıkoyuyor. Okuyoruz:
"Bizi benimsemeye çağırdığın ilkeler konusunda koyu bir kuşku içindeyiz."
Görülüyor ki, Hz. Salih'in soydaşları hiçbir şaşırtıcı yanı olmayan bir teklif karşısında hayrete düşüyorlar. Daha doğrusu gerekli ve gerçek olan bir öneriyi yadırgıyorlar, onu işittiler diye dehşete kapılıyorlar. Kardeşleri Hz. Salih onları tek Allah'a kulluk sunmaya çağırıyor diye küplere biniyorlar. Niye? Bir delile, bir gerekçeye ya da bir düşünceye dayandıkları için değil. Sırf ataları, karşılarındaki şu putlara taptılar diye.
İşte katı bağnazlık, gözü kapalı geçmişe bağlılık insanı öyle dondurur ki, açık gerçek karşısında şaşkına döner, inançları; ataların davranışları ile gerekçelendirme saçmalığına düşürür.
Böylece ikinci ve üçüncü kez açıkça ortaya çıkıyor ki, "tek Allah" inancı özünde geniş kapsamlı, eksiksiz ve tutarlı bir özgürlük çağrısıdır; insan aklını taklitçilik boyunduruğundan kurtarma çağrısıdır; yine insan aklını hiçbir delile dayanmayan asılsız kuruntuların, saplantıların, önyargıların ve hurafelerin zincirinden kurtarma çağrısıdır.
Semudoğulları'nın, Hz. Salih'e yönelttikleri "Sen umut bağladığımız bir kişi idin" şeklindeki hayal kırıklığı içeren söz, bize bir zamanlar Kureyşli müşriklerin Peygamberimize karşı duydukları sarsılmaz güveni hatırlatıyor. Fakat Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onları tek Allah'ı "Rabb" olarak tanımaya çağırınca tıpkı Hz. Salih'in soydaşları gibi, bu çağrıyı tuhaf karşılayarak karşısına dikildiler. Arkasından O'nun için "büyücüdür, uydurmacıdır" dediler. Böyle derken O'nun lehindeki eski tanıklıkları ve güvenlerini unutuverdiler.
Karakter hep aynı karakter. Bu yüzden aynı belge yüzyıllar ve çağlar boyunca her aşamada tekrarlanarak önümüze geliyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
63.
Sâlih dedi ki, “Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden gelen apaçık bir delil üzerinde isem ve O, bana kendinden bir rahmet vermişse, buna ne dersiniz? Bu durumda O`na âsî olursam, beni Allah`tan kim korur? O zaman siz bana zarar vermekten başka bir şey yapmış olmazsınız.
64.
Ey kavmim! Allah’ın şu dişi devesi sizin için bir mucizedir. Onu bırakın Allah’ın toprağında otlasın. Ona bir kötülük etmeyin. Yoksa sizi yakın bir azap yakalar."
65.
Ama deveyi yere yıkıp kestiler. Sâlih dedi ki: "Yurdunuzda üç gün daha nimetlenin. Bu, yalanlanamayacak bir tehdittir."
66.
Nihayet emrimiz gelince; Salih’i ve onunla birlikte inanan kişileri, Bizden bir rahmetle, o günün rezilliğinden kurtardık. Şüphesiz Rabbin Kavî’dir; çok güçlüdür ve Azîz’dir; daima üstündür.
67.
Yanlış davrananları o yüksek ses yakaladı da yurtlarında çöküp kaldılar.
68.
Sanki daha önce orada hiç oturmamış (yuva kurup yaşamamış) gibi oldular. Haberiniz olsun ki, Semud (kavmi) gerçekten Rablerini inkâr etmişlerdi. Bak işte nasıl yok olup gittiler.
BÖLÜM 7
69.
Elçilerimiz İbrahim’e müjdeyi götürdüklerinde "Selam!" (Barış olsun) dediler. O da "Selam!" dedi ve hemen (onlara) kızartılmış bir buzağı sundu.[*]
Hz. İbrahim, doğum yeri olan Irak'taki "Keldaniler" yurdundan göçetmiş, Ürdün üzerinden geçerek çöl ortasındaki "Kenan ili"ne yerleşmişti. Bu yüzden Bedeviler'in konuk ağırlama adetleri uyarınca konuklarına yemek hazırlamaya koyulmuştu. Çünkü yüce Allah'ın bu melek kökenli elçilerini konuk sanmıştı. (Seyyid Kutub Tefsiri)
70.
Yemeğe el uzatmadıklarını görünce de halleri, hoşuna gitmedi ve onlardan, içine bir korku düştü.[1*] Dediler ki: Korkma, biz Lût kavmine gönderildik.[2*]
[1*] Lafzen, “onlar[ın bu davranışlarına] bir anlam veremedi ve onlardan korku duydu”. Sözü geçen elçiler melek oldukları için (Kitâb-ı Mukaddes, Tekvîn xviii, 8’deki ifadenin tersine) yemek yemediler; ve Arap geleneğine göre bir misafirin kendisine ikram edilen yemeği yememesi onun dostça olmayan niyetine yorulduğu için, o ana kadar ziyaretçilerinin melek olduğunu fark etmemiş olan Hz. İbrahim, onların düşmanca bir niyetleri olmasından kaygı duydu.
[2*] Kur’an’daki anlatılanların tersine, Kitâb-ı Mukaddes’in anlatımına göre Hz. İbrahim’in kardeşi oğlu Hz. Lût, Ürdün’de, bugünkü Ölü Deniz (Arapça’da Bahru Lût: “Lût Denizi/Lût Gölü”) yakınlarında yaşadı. “Lût kavmi” olarak geçen halk aslında Hz. Lût’un mensup olduğu kavmi belirtmez, çünkü o da, Hz. İbrahim gibi güney Babil’deki Ur şehrinin yerlilerindendi ve amcasıyla beraber oradan göç etmişti; bu yüzdendir ki, “Lût kavmi” tabiri Kur’an’da geçtiği her yerde, Hz. Lût’un aralarında yaşamaya karar verdiği ve peygamberlik göreviyle gönderildiği Sodom şehri (ya da ülkesi) sakinlerini ifade etmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)
71.
Bu sırada hanımı da, hizmet için ayakta durmuş, onları dinliyordu. Bunu işitince gülümsedi. Biz de onu İshak’ın, onun peşinden de Yâkub’un doğumu ile müjdeledik.
72.
"Vay başıma gelenler!" dedi. "Ben bir kocakarı iken, doğuracak mıyım? Üstelik, bu kocam da yaşlı bir ihtiyardır. Bu, cidden acayip bir şey!"
73.
Dediler ki: "Allah’ın emrine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir ey ev halkı! O Hamîd’dir; bir sebep olmaksızın zâtıyla övgüye lâyık olandır ve Mecîd’dir; yüceler yücesi, şanı çok yücedir"
74.
Sonunda İbrahim’in endişesi geçip de müjde kendisine ulaşınca, (bu kez de) Lût kavmi konusunda bize ısrarla yalvarmaya başladı;[*]
Lafzen: “Bizimle tartışmaya..” Kelimenin kipi (şimdiki zaman) bu bağlamda aykırılık teşkil eder (Keşşaf). Bizce sırf bu dilsel gerekçe dahi, yucâdilunânın “tartışma, çekişme” anlamı yanında daha farklı bir vurgu taşıdığını gösterir. Müfessirler serbest bir yaklaşımla “meleklerimizle tartıştı” şeklinde açıklarlar. Esed, hiçbir gerekçe göstermeden bu ifadeye “Bize yakarmaya başladı” anlamı verir. Tercihimiz, yucâdilunânın “bir şeyde ısrar etmek, direnmek” kök anlamına dayanır. Bir sonraki âyet ise bu tercihin doğruluğunu pekiştirir. Hz. İbrahim’in Rabbi tarafından ‘tartışma’ya yakın bir ısrar olarak nitelenen bu yalvarışını, Eski Ahid ayrıntısıyla aktarır (Tekvin 18:23-32). Parantez içi açıklama, endişesinin yersizliğini anlayan Hz. İbrahim’in bu kez de onlar adına ‘şefaatte’ bulunmaya kalkmasını ifade içindir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
75.
Çünkü İbrahim pek yumuşak huylu, içli ve daima Allah’a yönelmiş biriydi.
76.
(Elçilerimiz): “Ey İbrahim, bundan vazgeç! İşte Rabbinin kesin talimatı gelmiştir: artık onların başına, geri dönüşü olmayan bir ceza gelmektedir!” dedi.
77.
Ve elçilerimiz, Lut’a geldiğinde, kendilerini koruyacak gücü olmadığını görerek onlar hesabına derin bir kaygı duydu[*] ve "Zor bir gün, bu!" diye belirtti, (kaygısını).
Lafzen, “onlara kol kanat germekten aciz idi” -Hz. Lût’un, ziyaretçilerini, Sodomluların, bugün bile “Sodom” denince hemen akla gelen gayritabii eğilimlerine karşı korumak konusundaki çaresizliğini dile getiren ve klasik Arapça’da kullanılan deyimsel bir ifade. Hz. Lût, ziyaretçilerinin eli yüzü düzgün genç insanlar olduğunu görmüş olmalı ki, sapık hemşehrilerinin saldırısına maruz kalacaklarına muhakkak gözüyle bakıyor. (Muhammed Esed Tefsiri)
78.
Halkı koşa koşa ona geldiler. Onlar, önceden de kötü işler yapıyorlardı. “Ey halkım! İşte şunlar kızlarımdır,[1*] onlar sizin için daha temizdir. Allah için takvalı[2*] olun, misafirlerime karşı beni rezil etmeyin, içinizde hiç aklı başında kimse yok mu?” dedi.
[1*] “Kızlarım” sözcüğü ile kast edilen şey, Lût'un kendi öz kızları değil, o beldenin kızlarıdır. ‘Haûlai benati' açık benzetme türünden bir ifade olup, “kavmimin kızları/kadınları benim kızlarım mesabesindedir.” anlamına gelmektedir.” Dolayısı ile bu ifade “Lût'un öz kızlarına değil, kavminin kızlarına işaret etmektedir.” Erkeklere yönelmiş sapkınlığa karşı, doğru ilişkinin erkeğin kadınla ilişkisi olduğu uyarısı ve öğüdü yapılmıştır. Bu konuda; değil bir nebinin, herhangi bir kimsenin bile kişiliğine, saygınlığına, ahlakına yakışmayacak bir davranışı, sanki Lut Nebî kendi kızlarını başkalarına sunmuş gibi düşünmek akla ziyan bir durumdur. Bak, Hicr suresi, ayet 71: Meşru bir ilişkinin nasıl olması gerektiğinden hareketle, yol gösterme amaçlı söylenen bir sözü ifade etmektedir. “Kızlarım, sizin için daha temizdir” tümcesi onlarla evlilik yapılmasını ifade etmektedir. (Erhan Aktaş Tefsiri)
***
[2*] Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
79.
Dediler ki: "Sen de iyi biliyorsun ki bizim senin kızlarında gözümüz yok; aslında sen çok iyi biliyorsun bizim ne istediğimizi!"
80.
"Keşke size gücüm yetseydi veya güçlü dostlara sahip olsaydım" dedi.
81.
Misafirler dedi ki: “Ey Lut! Biz senin Rabbinin elçileriyiz; onlar sana asla ilişemeyecekler.Gecenin bir bölümünde -karın hariç- aileni yola çıkar. İçinizden kimse arkasına bakmasın. Bunların başına gelecek olan karının da başına gelecektir. Azapla buluşma zamanları sabahtır. Sabah da yakın değil mi?”
82.
Emrimiz gelince oranın üstünü altına çevirdik ve üzerine balçıktan, pişirilmiş, birbirini izleyen taşlar yağdırdık.[*]
Şuara 26/169-174. Bu taşlar, Tevrat’ın Yaratılış 19:24 bölümünde gökten yağdırılan kükürt ve ateş olarak tarif edilmiştir. Bu maddeler çoğunlukla bir yanardağ patlaması sonucunda ortaya çıkmaktadır.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
83.
Rabbinin katında işaretlenmiş taşları yağdırdık. Orası, yanlış yapan bu kimselerden (Mekke halkından) uzak değildir.
BÖLÜM 8
84.
Medyen`e de soydaşları Şuayb`i gönderdik.[1*] "Ey kavmim!" dedi, "Yalnızca Allah`a kulluk edin! (Zira) sizin, ondan başka kulluk edeceğiniz bir ilah yoktur. Bir de eksik ölçüp tartmayın![2*] Her ne kadar sizi şimdi refah içinde görüyorsam da, yine de ben sizi çepeçevre kuşatacak bir Günün gazabından korkuyorum!
[1*] Hz. Şuayb, Hz. İbrahim’in soyundandır. Ahlaki değerleri tamamen dejenere olmuş, Medyen halkına nebi olarak gönderilmiştir. İlk zamanlarda kendisine inanan kişi bulamadığından toplum tarafından sürekli dışlanmıştır. Medyen halkı bugünkü Suriye’nin güneyi ile Ürdün ve Hicaz’ın kuzeyine denk gelen alanda yaşadılar. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
***
[2*] Böylece, Tevhid inancıyla (Allah’tan başka tanrı olmadığına inanmak) insanlar arası ilişkilerde adaleti gözetmek ilkesi (bkz. 6. sure, 150. not), burada doğruluğun, doğru yolun, biri olmazsa olmaz iki ana ilkesi, iki temel boyutu olarak konuluyor. Bazı müfesirlere göre, Medyen halkı özellikle ticarî zihniyetin, karmaşık ticarî ilişkilerin geliştiği ve buna bağlı olarak ticarî hile ve sahtekarlıklara yaygın olarak başvurulan bir toplumdu. Bununla birlikte, açıktır ki, bu ayet ve devamının ifade ettiği mesaj, sadece “tarihsel” boyuta bağlı kalınarak yapılan yorumların çok ötesine geçmektedir. Hz. Şuayb kıssasının bu versiyonuyla güdülen amaç, Kur’an’ın daima yaptığı gibi, her çağda ve her toplum için geçerli genel bir ahlakî ilkenin dile getirilmesidir ki, bu da, kişinin insan ilişkileri alanında dürüst olmadıkça -yani, hem manevî planda hem de toplumsal planda dürüst olmadıkça- Allah’a karşı da dürüst olamayacağı ilkesidir. Bu husus, aynı uyarının, sonraki ayette, bu sefer olumlu cümlede bir emir olarak yeniden tekrarlanıp vurgulanmasını da açıklamaktadır.
(Muhammed Esed Tefsiri)
85.
Bunun içindir ki, ey kavmim, ölçüyle tartıyla yaptığınız alışverişte dürüst ve duyarlı olun; insanları kendi hakları olan şeylerden yoksun bırakmayın; ve kötülüğü yayarak yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.
86.
Eğer mümin iseniz, Allah’ın helâlinden bıraktığı kâr, sizin için daha hayırlıdır. Ben sadece sizin iyiliğinizi düşünerek öğüt veriyorum, yoksa sizin üzerinizde bir bekçi değilim."
87.
"Ey şuayb!" dediler. "Senin namazın / dinin mi sana emrediyor; atalarımızın ibadet ettiği şeyleri terk etmemizi veya mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi! Oysa sen; yumuşak huylu, çok akıllı biriydin."[*]
Hazret-i Şu‘ayb çok namaz kılardı. Kavmi onu namaz kılarken
gördüklerinde kaş göz işaretleri yapıp onunla alay ederlerdi. “Sana namazın
mı emrediyor?” derken de alay etme ve dalga geçmeyi kastetmişlerdi.
“(Namazı dosdoğru kıl) çünkü böyle bir namaz, hayasızlıktan ve
kötülükten alıkoyar.” [Ankebut 29/45] âyetindeki gibi insana mecazen yasak
koyduğu gibi, emredebilir de. “Sen iyi ve güzel olana davet eder, yönlendirirsin.”
denildiği gibi, “Namaz iyi ve güzel olanı emreder” demek caizdir.
Ancak Medyenliler Hazret-i Şu‘ayb’la alay ediyor ve onun namazını
küçümseme amacıyla namazın emretmesinden söz ediyor ve şöyle
diyorlardı: Senin putlarımızı bırakmamızı bizden istemene sebep olan
şey bâtıldır ve doğru bir şey olmasına imkân yoktur. Öyle bir şey istemeyi
senden ne akıl faktörü ister ne de zekâ âmiri. O zaman geriye bir tek
şey kalıyor: hezeyan âmiri ve şeytan vesvesesi; yani gece gündüz sürekli
kıldığın namazlar!.. Onlara göre, namaz kılmak bir nev-i delilikti; cinlenmiş,
vesveseli kimselerin meftun olduğu söz ve davranışlar kabilindendi.
Medyenliler Hazret-i Şu‘ayb’a “Sen, aklı başında, ağırbaşlı birisin!”
derken, aslında onun akılsız ve sapkın olduğunu söylüyorlar, fakat
onunla alay etmek için aksi ifadede bulunuyorlardı. Tıpkı kimseye bir şey
koklatmayan bir cimri ile alay ederken “ Hâtem-i Tāî görse sana secde eder”
denilmesi gibi. İfadenin; “Sen aslında halk arasında aklı başında ve ağırbaşlı
biri olarak bilinirsin, fakat bu emrettiğin şeyler halk arasında mâruf ve meşhur
olduğun hâle uymuyor!” anlamında olduğu da söylenmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)
88.
Şuayb: "Ey halkım! dedi, ya ben Rabbimden gelen açık delile dayanıyorsam ve O, kendi katından bana güzel bir nasip lütfetmişse? O’na nankörlük etmem doğru olur mu? Hem ben sizi birtakım şeylerden men ederek kendim onları işlemek istemiyorum ki! İstediğim tek şey, gücüm yettiğince ortamı düzeltmektir. Muvaffak Başarmış, başarılı kimse. olmam sadece Allah’ın yardımı ile olur. Onun için ben de yalnız O’na dayanıyorum, O’na yöneliyorum.
89.
Ey kavmim! Bana karşı olan düşmanlığınız, Nuh kavminin, Hûd kavminin yahud da Salih kavminin başına gelenler gibi, sizi bir felakete uğratmasın. Lût kavminin helak oluşları hem tarih açısından, hem de coğrafi konum olarak sizden çok uzakta da değildir.[*]
“Lut kavmi size pek uzak değil” ifadesi, onların da Hz. Şuayb’ın kavmine yakın bir zamanda ve yakın bir bölgede helak olduğunu anlatmak için söylenmiştir. Her zaman yakın tarih en anlaşılır tarihtir. Tarihteki ilahi felaketlere bakıldığı zaman Hz. Şuayb zamanında yaşayan insanların görebileceği en yakın Lût kavminin helakidir. Lût kavmi, insan neslinin devamı için zaruri olan cinsel ihtiyacı, Allah’ın çizdiği sınırların dışına taşırarak, toplumu ifsada götüren çok çirkin bir harama meylettikleri için Kur’an’ın birçok yerinde lanetlendikleri gibi helâkleri de o derece ağır olmuştur. Maalesef yaşadığımız bugünün dünyasında aynı ahlaksızlıklar üstelik toplumların ve ulusların onayıyla hız kesmeden ve her geçen gün daha da büyüyerek devam etmektedir. Kur’an’daki ilahi mesajlardan ve tarihi referanslardan anlaşılıyor ki Lût kavminin ve daha nice toplumların yaşadığı felaketlerin benzerlerini her an yaşayabiliriz. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
90.
Rabbinizden bağışlanma dileyin de artık ona yönelin! Rabbim Rahîm’dir; ikramı boldur ve Vedûd’dur; hem sever hem de sevilmeyi ister!"
91.
"Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve seni içimizde güçsüz görüyoruz. Yakın çevren olmasaydı seni mutlaka taşlardık. Bize karşı bir üstünlüğün de yoktur."
92.
"Ey kavmim! Yakın çevrem sizce Allah’tan daha mı üstündür ki, O’na sırt çeviriyorsunuz? Şüphesiz Rabbim yaptıklarınızı kuşatmıştır.
93.
Ey kavmim! Var gücünüzle yapacağınız ne varsa yapın! Ben de görevimi yapmaya devam edeceğim. Perişan edecek azabın kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu ileride anlayacaksınız. Bekleyiniz, ben de sizinle beraber bekleyeceğim."
94.
Emrimiz gelince; Şuayb’ı ve onunla birlikte inanan kişileri, Bizden bir rahmetle kurtardık. Zulmeden kimseleri korkunç ses yakaladı! Yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar!
95.
Sanki orada hiç yaşamamışlar gibi... Semud, nasıl yok edildiyse, Medyen de öylece yok edildi.
BÖLÜM 9
96.
Andolsun, Mûsâ’yı da âyetlerimizle ve açık bir delil ile gönderdik.
97.
Firavun’a ve ileri gelen adamlarına... Ancak onlar, Firavun’un emrine uydular. Firavun’un emri ise doğruya götürücü değildi.[*]
Lafzen, “doğru yolda (raşîd) değildi”. Firavun ve onun yandaşları hakkındaki bu kısa bölüm (96-99. ayetler), “her inatçı zorbanın koyduğu yasaya boyun eğen” ‘Âd kavmiyle ilgili olarak (bu surenin 59. ayeti) işaret edilen gerçeklerle paralellik göstermekte ve onları pekiştirmektedir. Bu itibarla, bu bölümün ana teması, liderliğin bâtıl, tevhid dışı bir yol izlemesi sorunu ve böyle bir “yüksek otoriteye” baş eğmek konusunda insanın bireysel olarak ve ahlaken sorumlu olup olmayacağı sorusudur. Kur’an bu soruya üstüne basarak olumlu cevap veriyor ve diyor ki: bu durumda hem yöneten, hem de yönetilenler eşit derecede sorumludur; hiç kimse bütün suçunun, statü olarak kendisinden üstte bulunan kimselerin verdiği emirleri körü körüne yerine getirmek olduğu mazeretiyle bu sorumluluktan kendini kurtaramaz. İnsanın nisbî olarak serbest irade sahibi olduğuna -yani, doğru ile eğri arasında seçim yapma özgürlüğüne sahip olduğuna- ilişkin bu dolaylı atıf, bu surede sözü geçen peygamberlerin ve onların zalim ve inkarcı toplumlarının kıssalarından çıkarılacak en uygun ders durumundadır. (Muhammed Esed Tefsiri)
98.
O, Kıyamet Günü (de)[1*] kavminin önüne düşecek ve onları ateşe sürecek: sürüldükleri yer ne berbat bir yer![2*]
[1*] Tıpkı dünyada olduğu gibi.
[2*] Vird, “girmek, sürmek” mânasına gelir. Bu âyette “sürüyü sulamak için suya sürme” işlemini ifade eder (Taberî ve Zemahşerî). Firavun’un sürüleştirici yönetim modelinin fenalığını îmâ eden bu ibare, onun zalim yönetiminde sürü olmayı kabullenenlerin fena akıbetine bir atıftır. Aynı kökten türetilmiş üç ayrı formun kullanıldığı âyette bu kelime kinaye olarak kullanılır. Yani Firavun, sürüleştirdiği kitleyi sulama bahanesiyle ateşe sürüklemektedir. Bu âyetten, Firavun’un sürüsü olmayı kabullenenlerin Allah tarafından mazur görülmediği anlaşılır. Onlar dünyada sürü olmayı kabullenmekle, kıyamette ateşe sürülmeyi hak etmiş olmaktadırlar. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
99.
Onlar burada da, kıyamet gününde de lânete uğratıldılar. (Onlara) verilen bu armağan ne kötü armağandır![*]
Bu cehennem ateşi, Firavun'un kendisine bağlı kalan soydaşlarına armağan ettiği bir bağış, bir minnet ödülüdür!
Hani Firavun, Hz. Musa'nın karşısına çıkardığı büyücülerine büyük bir ödül, göz kamaştırıcı bir armağan vaad etmemiş miydi? İşte onun gözü bağlı yandaşlarına verdiği armağan, cehennem ateşi! Ne fena bir varılacak yer ve ne kötü bir armağan! Değil mi? (Seyyid Kutub Tefsiri)
100.
Bunlar, mâceralarını sana hikâye ettiğimiz şehirlere âit haberler; o şehirlerden harâbeleri hâlâ duranlar var, biçilmiş ekin gibi yerle bir olanlar, eseri bile kalmayanlar var.[*]
Kur’an’daki kıssalar; genelde ahlakî ilkeleri daha etkin ve yaşanılabilir bir biçimde açıklığa kavuşturmak ve Allah’ın mesajına insanların gösterdiği değişik tepkileri ortaya koyarak Hakkın anlaşılmasını yansıtmak içindir. Mademki Kur’an bir hidayet mesajıdır o halde, hidayete götüren enstrümanların mutlaka emir şeklinde olması gerekmez. Peygamber kıssalarında olduğu gibi farklı versiyonlarla da mesaj verilebilir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
101.
O şehirlerin halklarına biz zulmetmedik, tersine onlar kendilerine zalimlik ettiler. Allah’ın azaba ilişkin emri geldiğinde Allah dışında imdada çağırdıkları düzmece ilahları, hiçbir dertlerine deva olmadılar, yıkımlarını arttırmaktan başka hiçbir işlerine yaramadılar.[*]
Bu da Kur'an'da yeralan bu hikâyelerin gerçekleştirdiği bir başka hedef. bilindiği gibi bu sure Allah'dan başkasının hükmüne başvuranlara, O'ndan başkasına itaat edenlere yönelik bir uyarı ile başlamıştı. Her gelen peygamberle birlikte bu uyarı yinelenmiş ve onlara şöyle denmişti: "Şu sahte Rabbler sizi Allah'a karşı koruyamayacaklardır." İşte bakın, akıbetler, bu uyarıyı doğrulamaktadır. Allah'a ortak koştukları sahte tanrılar hiçbir işlerine yaramadı. Rabbinin azaba ilişkin emri geldiğinde, bu azabı durduramadılar. Daha doğrusu bu düzmece tanrılar, onların hüsranını, yok edilişlerini arttırmaktan başka bir işe yaramadılar. (Ayette geçen "Tetbib" ifadesi yapısı ve sert vurgusu ile oldukça güçlü bir ifadedir) Bu şu demektir: Onlar o sahte ilahlara güvenip dayandılar. Bunlar da onların şımarıklıklarını, yalanlamalarını arttırdılar. Yüce Allah da başlarına gelen felâketi, yokolma azabını şiddetlendirdi. İşte "yıkımlarını artırmaktan başka hiçbir işlerine yaramadılar" ifadesinin anlamı budur. Çünkü bu düzmece tanrılar onlara herhangi bir zarar dokunduramadıkları gibi, bir yarar dokundurma gücüne de sahip değiller. Ne var ki, bu düzmece tanrılar yüzünden müşriklerin zararı ikiye katlanıyor, yokoluşları ağırlaşıyor, başlarına gelen felâket dayanılmaz oluyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
102.
Senin Rabbin, yanlışlar içine düşmüş kentleri yakaladığı zaman işte böyle yakalar. Onun yakalaması can yakıcıdır ve çetindir.
103.
İşte bunda, âhiret azabından korkanlar için elbette bir ders vardır. O gün bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür ve o gün herkesin hazır bulunduğu bir gündür.
104.
O kıyamet gününü, belirlenmiş bir zamana kadar erteleriz.
105.
O gün gelince Allah’ın izni olmaksızın, kimse konuşamayacaktır. O gün bir araya getirilenlerden kimileri, felakete uğramış üzüntülü ve mutsuz, kimileri de mutlu ve sevinçli olacaklardır.
106.
Mutsuz olan kimseler, ateşin içindedirler. Onlar orada feci şekilde inlerken ve bir de soluk alışverişleri vardır ki, (korkunçtur).
107.
Rabbin farklı tercihte bulunmazsa[1*]; onlar, gökler ve yer durdukça, orada ölümsüz olarak kalırlar. Senin Rabbin irade ettiği[2*] her şeyi yapacak güçtedir.
[1*] Bkz. Hud 11/33. ayetin dipnotu.
[2*] İrâde, istemek ve dilemektir. Allah kullarının, imtihanı başarmalarını irade eder ama herkes başaramaz (Nisa 4/26). Allah “ol” emrini vermeden onun iradesi gerçekleşmez (Yasin 36/82). İmtihanla ilgili konularda “ol” emrini, sadece gereğini yapanlar için verir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
108.
Mutlu edilenler ise Cennet’te olacaklardır. Rabbin farklı tercihte bulunmazsa;[*] onlar, gökler ve yer durdukça, bitip tükenmeyecek bir ödül ile orada ölümsüz olarak kalırlar.
Bkz. Hud 11/33. ayetin dipnotu. Ayette bu ifadenin kullanılması Allah’ın bunu yapmaya zorunlu olmadığını gösterir. Ancak cennetteki ikramının kesintisiz olduğunu bildirmesi, oradakileri dışarı çıkarmayacağının delilidir (Ra'd 13/35, Hicr 15/48, Kasas 28/60, Lokman 31/9, Sâd 38/54, Şurâ 42/36). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
109.
Kulluk ettikleri şeylerden dolayı bunlarla tartışmaya girme! Daha önce ataları nasıl kulluk etmişse bunlar da tıpkı onlar gibi kulluk ediyorlar. Biz bunların paylarına düşeni, eksiltmeden tastamam veririz.
BÖLÜM 10
110.
Biz Mûsâ`ya Kitâb`ı vermiştik de onda ihtilafa düşüldü. Rabbinin önceden verilmiş bir sözü olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi. Elbette onlar Kur`ân hakkında derin bir şüphe içindedirler.
111.
Emin ol ki Rabbin, onların her birine yaptıklarının karşılığı tastamam ödeyecektir. Unutma ki O, yaptıkları her şeyden haberdardır.
112.
Şu halde emrolunduğun gibi dosdoğru ol![*] Ve seninle birlikte yürümek için sana uyanlar da (aynı yolu tutsunlar)! Asla sınırı aşmayın! Unutmayın ki O yaptığınız her şeyin farkındadır!
Hz. Muhammed’e hitaben verilen “emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” emri, Hz. Nebinin sadece vahiy ile hareket ettiğini gösteriyor. Devamındaki cümle de ona uyanların da Kur’an’ın direktiflerine göre hayatlarını tanzim etmeleri gerektiğini anlatıyor. Ahkâf 46/9 “De ki: “…sadece bana vahyolunana uyarım“ ve Yunus 10/109 “Sana ne vahyolunduysa ona uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret!” ayetlerinden de anlaşılıyor ki Hz. Peygamber hiçbir zaman kafasına göre hüküm koymamış ve bütün çalışmalarını vahiy ile yürütmüştür.
Bu ayet sebebiyle olacaktır ki, Hz. Peygamber; “beni Hûd suresi kocattı” buyurmuştur. Azgınlık etmeden Hak ve adalet ölçülerine uyarak Allah’ın istediği istikamet üzere olmak Fatiha suresinde mü’minin hedefi olarak gösterilmiştir. Ayrıca dosdoğru yolun yolcuları cennetle müjdelenmiştir. “’Rabbimiz Allah'tır’ deyip de sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner ve derler ki: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaad edilmiş olan cennetle sevinin!’” (Fussılet 41/30) (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
113.
Sakın yanlış yolda olanlara sırtınızı dayamayın; yoksa o ateş size de dokunur! Onların Allah ile aralarına girecek bir yakınları olmayacaktır. Sonra yardım da göremezsiniz!
114.
Gündüzün iki bölümünde ve gecenin gündüze yakın vakitlerinde[*] namazı tam ve düzgün kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, bilgisini kullananların akıllarında tutmaları gereken doğru bilgidir.
Taraf (طرف), bir şeyin bölümlerinden biri anlamına gelir (Lisan’ül Arab). “Gündüzün iki tarafı”, iki bölümü demektir. Namaz kılınması gereken ilk bölüm, güneşin tepe noktasından batıya doğru kaydığı öğle vaktidir (İsra 17/78). İkincisi ise güneş batmadan önce kılınması gereken ikindi namazının vakti olur. Zülef (زلف), yakınlık anlamında olan “zülfe”nin (Mülk 67/27) çoğuludur (Lisan’ül Arab), “gecenin gündüze yakın vakitleri” demektir. Yakınlık, gündüzün aydınlığının gecenin karanlığına karışmasıyla anlaşılır. Arapçada çoğul en az üç adete işaret eder. Demek ki gecenin gündüze yakın vakitlerinde kılınan namazların sayısı en az üçtür. Bunlar akşamın alaca karanlığında kılınan akşam ve yatsı namazları ile sabahleyin doğuda ufuk boyunca uzanan siyah ve beyaz kuşakların bir çizgi ile ayrıldığı vakitte kılınmaya başlanan sabah namazıdır. Dolayısıyla bu ayet, bir günde öğle namazı ile başlayıp sabah namazı ile biten beş vakit namazın farz olduğunu gösterir. İlgili diğer ayetler için bkz. Bakara 2/238, İsra 17/78.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
Sizden önceki nesillerden, akıl ve idrak sahibi kimselerin, yeryüzünde insanları bozgunculuk yapmaktan engellemeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Varoluş gayesine aykırı davrananlar ise, kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar da, günaha gömülüp gittiler.[*]
Bu ifade, yüce Allah'ın milletlerin hayat süreçlerine ili,kin yasa sisteminden bir kanunu ortaya koymaktadır. Buna göre, herhangi bir şekilde insanların Allah'dan başkasına kulluk yapmalarıyla içinde bozgunculuk baş gösteren bir millette, bu durumu bertaraf etmek için harekete geçen kimseler bulunuyorsa, o millet kurtulmuş bir millettir. Yüce Allah azap etmek, köklerini kurutmak suretiyle on arı cezalandırmaz. Ama zalimlerin zulüm işledikleri, bozguncuların bozgunculuk yaptıkları, buna karşılık içinde bu zulme ve bozgunculuğa karşı koyacak kimsenin bulunmadığı veya bu durumdan hoşnut olmamasına rağmen bozulmuş realiteye etki edecek gücü bulunmayan kimselerin yer aldığı milletler ya kökten yok edilme felâketi ile ya da çözülme ve çökme felâketi ile cezalandırılmalarını gerektiren Allah'ın kanunun işlemesini hak ederler.
O halde, Allah'ın bir ve ortaksız Rabblığını egemen kılmaya davet edenler, yeryüzünü Allah'dan başkasına kulluk yapma çirkefinden dolayı içine düştüğü fesattan temizlemeye çağrı yapan mü'minler, halklar ve milletler için Allah'ın azabına karşı emniyet sibobu niteliğindedirler. Bu ise, Allah'ın Rabblığını egemen kılmak için mücadele eden savaşçıların her çeşit zulüm ve bozgunculuğa karşı koyan davetçilerin değerini ortaya koymaktadır. Çünkü onlar sadece Rabblerine ve dinlerine karşı görevlerini yerine getirmekle kalmıyorlar, bununla Allah'ın öfkesini, felâket ve perişanlığı gerektiren azabını da milletlerinden uzaklaştırmış oluyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)
117.
Rabbin, halkı dürüst hareket eden, hem kendi nefislerini, hem de birbirlerini düzeltmeye çalışan diyarları, haksız yere asla helâk etmez.
118.
Rabbin tercihini farklı yapsaydı[*] elbette insanları tek bir ümmet haline getirirdi. (Tercihi böyle yaptığı için) Onlar muhalefet etmeyi sürdüreceklerdir.
Bkz. Hud 11/33. âyetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
119.
Tabii ki Rabbinin rahmetiyle (yol gösterdiği) kimseler hariç. Oysa ki O, (tüm insanları) bu (rahmete nail olmak) için yarattı. Ne ki, (rahmete ısrarla sırt çevirenler için de) Rabbinin, "Andolsun ki Ben Cehennemi bütünüyle görünmeyen ve görünen tüm iradeli varlıkların (kötüleriyle) tıka basa dolduracağım" sözü, elbet gerçekleşmiş olacaktır.[*]
Allah, peygamberler aracılığıyla insanlara doğruyu ve yanlışı gösterdikten sonra kendilerine verdiği hür iradenin bir gereği olarak onları tutacakları yolu seçmekte özgür bırakmış, mutlaka razı olduğu yolu seçmeye zorlamamıştır. Onlara yanlışı seçme hakkı tanımamış olsaydı, insanları tek ümmet yapmış olurdu. Böyle yapmayarak onları doğru veya eğriyi seçmekte serbest bırakmıştır. Aksi takdirde seçimlerinden dolayı sorumlu tutulmalarının bir anlamı olmazdı. Bunun sonucu olarak bazıları nefislerinin heva ve hevesine uyup yanlışları seçmişler ve böylece ihtilaflar ortaya çıkmıştır. İhtilaflar çıkmaya da devam edecektir. Âyet-i kerimede bu gerçek vurgulanmakta, Allah’ın gösterdiği yolu seçenlerin O’nun rahmetini elde etmiş olacakları belirtilmekte ve aslında bütün insanların özgür iradelerini kullanarak bu rahmeti elde etsinler diye yaratıldığı yahut da kendi seçimlerine göre hangi yolu tercih etmişlerse, o yola gitmek üzere yaratıldıkları ancak birçoklarının yanlışları tercih ederek Allah’ın rahmetinden uzak kaldığı, böyleleri için de cehennemin kaçınılmaz bir varış yeri olarak kararlaştırıldığı ifade edilmektedir. (Diyanet İşleri Tefsiri)
120.
Ve böylece, elçilerin haberlerinden senin yüreğini güçlendirecek her şeyi sana anlatıyoruz.[*] Öyle ki, bu kıssalarla hak ulaşıyor sana ve ayrıca müminlere de bir öğüt, bir hatırlatma.
Yani, Kur’an bütün bunları sırf olayların seyrini vermek için, sırf hikaye etmiş olmak için anlatmıyor, tersine bu olayları, bu kıssaları (ya da onların işe yarar kesitlerini) ahlakî gerçekleri sergilemek ve inananların inancını güçlendirmek, pekiştirmek için kullanıyor (Muhammed Esed Tefsiri)
121.
İman etmeyenlere de ki: "Elinizden geleni yapın, biz de yapacağız.
122.
Bekleyin, biz de bekleyeceğiz.”
123.
Göklerin ve yerin gizli bilgileri Allah’a aittir. Tüm iş ve oluş O’na döndürülür. O halde O’na kulluk et, O’na dayanıp güven! Rabbin, yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir.