HİCR / KAYALIK SURESİ

İniş Sırası: 54 • Mushaf Sırası: 15 • Mekki Sure • 99 Ayettir

Median Salih Antik Kenti : Semud kavminin yaşadığı yer olarak biliniyor. Sureye adını veren Hicr, Medine'nin kuzeyinde yer alan kayalık bölgenin adıdır. Kentin adındaki Salih ismi Semud kavmine gönderilen Salih aleyhisselamdan geliyor. Kent UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi'ne eklenmiştir.

Yemin olsun, Hicr halkı da gönderilen elçileri yalanladı. Kendilerine ayetlerimizi verdik, fakat ondan yüz çevirdiler. Onlar, dağlardan emniyet içinde kalacakları evler oyarlardı. Sabaha girerlerken onları da (o) korkunç ses yakaladı. Sahip oldukları şeylerin, kendilerine hiçbir yararı olmadı. (Hicr 80-84)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Elif-Lâm-Râ! Bunlar Kitab’ın, apaçık[1*] anlam kümelerinin ayetleridir[2*].

[1*] Kur’an-ı Kerim, muhkem /hüküm bildiren ve müteşabih/muhkemlerin benzeri olup onların ayrıntılarını ortaya koyan ayetlerden oluşur. Bu metot sayesinde Kitab’ın tamamı ayrıntılı olarak açıklanmış (mufassal), böylece kendisi de apaçık (mübin) hale gelmiş olur.

[2*] Kur’ân kelimesi son Kitabın isimlerinden biridir. Kitaptaki hükümlere ulaşmayı sağlayan ayet kümeleri anlamına gelir. Bu sebeple Kur’an’ı Kerim Arapça kur’anlardan oluşur (Yusuf 12/2, Taha 20/113, Zümer 39/27,28, Fussilet 41/3, Zuhruf 43/3) Bir konuyu anlatan muhkem bir ayet ile onu açıklayan müteşabih (muhkem ayetle benzeşen) ayetler, o konuya ait ayetler kümesini yani kur’an’ı oluşturur (Al-i İmran 3/7, Zümer 39/23). Kelimenin bu anlama geldiğinin delillerinden biri İsra 17/78’de geçen “ وَقُرْآنَ الْفَجْرِ = kur'ân el fecr” ifadesidir. Sabah kızıllığının kümeleşmesi anlamına gelir. Hicr Suresinin bu ayetinde kelimenin belirlilik takısı olmadan kullanılması da ayet kümesi anlamındaki kullanımlara örnek teşkil eder. Bunun benzer ayeti olan Neml Suresinin ilk ayetinde ise özel isim olarak القرآن şeklinde bu ayettekinin tam tersi bir kullanımla Kitabın özel ismi olarak kullanılmıştır. Kur’an kelimesi ile ilgili olarak ayrıca Bakara Suresi 185. Ayetin dipnotuna bakınız. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

2. İnkâr edenler zaman zaman, “Keşke Müslüman olsaydık!” diye derin bir özlem duyarlar.[*]

İnanıp güvenmeyen biri, hayatı ne kadar iyi de olsa zaman zaman iç huzursuzlukları yaşar. Bu sıkıntılar, onun eksikliklerini ve hatalarını fark etmesi için Allah tarafından kendisine verilen ilhamdır. Bunlardan kimi sıkıntısını gidermek için kendisini düzeltme yolunu seçerken kimisi de çareyi daha da azgınlaşmakta bulur. Bu sıkıntının kafirler üzerindeki etkisi En'am 6/125'te, Allah'ın bütün insanlara ilham yoluyla uyarılarda bulunduğu bilgisi de Şems 91/8'dedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

3. Bırak onları, yesin içsinler, zevklerine düşsünler, arzu ve emelleri[*] kendilerini oyalaya dursun. Yakında bilecekler!

Oyalayıcı duygu ve isteklerin tablosu insanların hayatında gözlemlenebilir canlı bir tablodur. Sürekli parlayan emel, insanın tatlı hayallere dalmasına neden olur. Ve insan bu hayallerin peşine takılır, onlarla oyalanır, hayaller alemine dalar, gün gelir insanlık sınırını aşar; Allah'ı, kaderi ve insan ömrünün sınırlı olduğu gerçeğini unutur. Giderek birtakım sorumlulukların, sakınılması gereken şeylerin; hatta bir ilahın, ölümün ve yeniden dirilişin varlığını akıllarına bile getirmez.

İşte Hz. Peygamberin onları baş başa bırakmakla emrolunduğu öldürücü emel budur. (Seyyid Kutub Tefsiri)

4. Helak ettiğimiz her kentin mutlaka yazıya geçmiş belirli bir kararı vardır.[*]

Hiçbir memleketi de başka şekilde helak etmedik ancak bilinen bir kitabı olarak. Burada "bilinen" vasfı, unutulmaz ve gaflet olunmaz ve bundan dolayı ileri geri şaşmaz demektir. Yani gerek arazisini yerin dibine geçirip batırmak ve gerek halkını kırıp geçirmek gibi, türlü türlü felaket ve afetler ile öteden beri mahvedilen memleketlerin hiçbiri nasıl rastgelirse ve körü körüne değil, mutlaka herbiri Allah'ın hikmeti gereğince tayin ve takdir edilip, Levh-i Mahfuz'a yazılmış şaşmaz, unutulmaz, gaflet edilmez bir yazısı olarak ve dolayısıyla o yazıdaki kayıtlar ve şartlar ve özel eceli gereğince helak edilmişlerdir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

5. Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.[*]

Kimi milletler vardır ki, ne inanıyorlar, ne de iyi işler yapıyorlar, ne yeryüzünü ıslah ediyorlar, ne de ölçülü davranıyorlar, buna rağmen, bu milletler oldukça güçlüdürler, zengindirler, yok olacak gibi de değildirler... Evet böyle denebilir... Ama bu bir kuruntudur. Çünkü bu milletlerde az da olsa bazı iyi niteliklerin olması kaçınılmazdır. Bu nitelikler, yeryüzünü iyi bir şekilde imar etmek, kendi bağlılarına özgü dar bir çerçevede adalet ilkesini ayakta tutmak, kendi sınırları içinde maddi ıslahatlarda bulunmak ve iyilik yapmak şeklinde de olsa mutlaka vardır. İşte bu iyilik kırıntıları ile yaşamını sürdürmektedir bu milletler. Bunlar yokolduğu zaman, içlerinde bir iyilik kırıntısı kalmadığı zaman, kesinlikle bilinen akıbete uğrayacaklardır.

Çünkü Allah'ın yasası değişmez ve her milletin belirlenmiş bir yaşama süresi vardır.

"Hiçbir millet ne yok oluş gününü öne alabilir ve ne de yaşama süresini aşabilir." (Seyyid Kutub Tefsiri)

6. Dediler ki: “Ey kendisine Zikir[1*] indirilen kişi! Sen tamamen cinlerin etkisindesin.[2*]

[1*] Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât). Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan âyetler ve indirilen âyetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24,En’âm 6/80). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder (Ra’d 13/28). Allah’ı zikretmek; onu, kitabını ve yarattığı ayetleri dikkate almak, akıldan çıkarmamak ve onların üzerine düşünmektir. İnsan bunlardan bildiği kadarıyla sorumludur (Bakara 2/209). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

[2*] Peygamberimize (a.s) neden "mecnun-cinlenmiş" dediklerini anlayabilmek için o dönem Arapların Allah, melekler ve cinler hakkındaki inançlarını bilmek gerekir. O dönem Araplar Allah’a inanıyordu ama Allah’ı çok yüce kabul edip, insanları muhatap almayacağına inanırlardı. Alırsa da bu kişi o şehrin en zengin, en itibarlı, en sözü dinlenen insanı olmalıydı. O dönem Araplar Allah’ın gökyüzünün en üst katında ikamet ettiğine, meleklerin de kızları olarak etrafında Kendisini zikreden varlıklar olduğuna inanırdı. Melekler Allah’ın çevresinde olduğu için ilahi bilgiye sahiptir. Meleklerin altında da cinler vardır. Cinlerle melekler akrabalık bağı ile birbirine yakındır. Cin akrabalar meleklerin sahip olduğu ilahi bilgiyi kulak hırsızlığıyla çalarlar ve dünyaya şair ya da kâhin dostuna getirir anlatırlar. O dönem Araplar her şairin bir cini olduğuna inanırdı. Bu cin, şairin içini coşturur, şair bu sayede şiir yazar. Mecnun’nun cinlenmiş anlamına gelmesinin kökeni budur. O dönemde arrâf denen “kahinler” de vardı. Gelecekte ne olacağını haber veren kahinlerin de cinlerle bağlantısı olduğuna inanılırdı. Kahinlere gelecek bilgisini getiren de yine cinlerdir. Kur'an ayetleri de şiirsel vezne sahiptir. Peygamberimiz şiirsel vezni olan ayetleri okuyunca kendisine bu yüzden mecnun-cinlenmiş denmiş. (Onur)

7. Doğru sözlü isen bize melekleri getirsene."[*]

Gerek Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- gerekse ondan önce gelmiş, geçmiş peygamberlerle birlikte meleklerin de gönderilmiş olmasına ilişkin müşriklerin istekleri hem bu surede, hem de başka surelerde sık sık tekrarlanmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu istek, yüce Allah'ın onurlandırdığı, peygamberliği türüne özgü kıldığı, kendi içinden seçkin bireylerin peygamber olmasını istediği insan denen varlığın değerini bilmemenin göstergesidir.

Bu küçümsemeye, bu alaya almaya ve bu bilgisizliğe verilen cevap ise, geçmiş milletlerin yok oluşlarının şahitlik ettikleri genel kuralı hatırlatmaktan ibarettir. Buna göre melekler, herhangi bir peygambere sadece belirlenen süre dolduğu zaman kavminden yalanlayanları yok etmek üzere inerler. Bu durumda süre tanıma, azabı geciktirme, söz konusu olmaz artık. (Seyyid Kutub Tefsiri)

8. Biz melekleri ancak belli bir amaç için göndeririz, o zaman da kimseye süre tanınmaz.
9. Hiç kuşkusuz, o zikiri / Kur’an’ı biz indirdik, biz; her hal ve şartta onu muhakkak koruyacak olan da biziz.[*]

“Onu”daki zamirin, Kur’an yerine, Hz. Nebi’ye döndüğünü söyleyenler de olmuştur. Bunlar Ferra ve İbnu’l-Enbari’dir (Râzi). Bu takdirde ilâhi koruma garantisi kapsamına Kur’an değil Allah Rasûlü girmiş olur. Bu bir problemdir. Zira âyetin Nebi ile ilgili olan bağlamı bunu desteklerken, cümlenin dilsel yapısı aynı oranda bunu desteklemez. Fakat bu görüşte olan Ferra ve İbnu’l-Enbâri, Arap dilinde “imam” denecek kadar uzman iki isimdir. Zemahşerî, bu âyetin vahyin parça parça inişine yönelik kuşkuları da nefyettiğini söyler. Bizce tenzili bu vurguya hasretmek doğru değildir. Tenzil, vahyin kaynağına nisbet edildiğinde kullanıldığı formdur (Bkz: 12:2, not 3). Bu yananlamı “kaynağından” kelimesiyle çeviriye yansıttık. Zaten İbn Abbas vahyin korunmasını vahyin kaynağından hedefine ulaşmasıyla sınırlandırır. Kur’an hedefine ulaştıktan sonra binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce şahidin elinde, dilinde, hafızasında ve kalbinde korunarak nesilden nesile aktarılmıştır. Hz. Osman dönemine ait olduğu iddia edilen, fakat uzmanların 1. yüzyılın ikinci yarısına tarihlendirdiği en az bir nüsha bugüne kadar gelmiştir. Ceylan derisi üzerine yazılmış olan, hareke ve nokta bulunmayan eksik Taşkent nüshası da, kadim nüshalardan biridir. Dünyada Kur’an’ın elde bulunan tüm ilk nüshaları arasındaki farklar, hiçbiri de anlamın çatısını değiştirmeyen hareke, ses ve kıraat farklarından öteye gitmez. Hâfızûnun çoğul gelmesi, innâ (biz) zamirine ittibâandır. Bu “Biz” zamiri, Allah’ın vahyi koruma görevini yarattıklarının kimilerine tevdi etmesi olarak anlaşılacağı gibi, O’nun insan bilincinde kişileştirilmesinin önüne geçmek için de olabilir. Aynı âyette farklı zamirlerin kullanılmasının sebebi de budur (Msl: 17:8). (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

***

Hiç kuşkusuz bu kitap önceleri, çeşitli çekişmelerin ortaya çıktığı, fitnenin yaygınlaştığı, olayların peşpeşe geliştiği dönemler yaşadı. O dönemlerde her grup, Kur'an'dan ve Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- sözlerinden kendisi için dayanaklar aramaya koyulmuştu. Bu fitnelere özellikle dinin değişmez düşmanları olan yahudiler ve bir de Şuubiler diye adlandırılan ve halkı milliyetçiliğe çağıran ırkçılar katılıp gelişmeleri yönlendirmişlerdir.

Bu gruplar, Hz. Peygamberin sözleri arasına çeşitli uydurma hadisler katmışlardır. Allah'dan korkan ve gerçekleri kavrama yeteneğine sahip, onlarca alim peygamberin sünnetini kurtarmak, onun sözlerini ayıklamak, bu dinin aleyhinde komplolar kuran düzenbazların uydurmalarından arındırmak için onlarca sene uğraşmak zorunda kalmışlardır.

Ayrıca fitnenin yaygınlaştığı böyle bir ortamda bu gruplar, Kur'an ayetlerinin anlamlarını yorumlayarak, onları istedikleri hüküm ve direktifleri çıkarmak için sağa sola bükme imkânını da bol bol bulmuşlardır.

Buna rağmen -fitnenin yoğunluğunun ve baskısının şiddetli olduğu bu dönemlerde- bütün bu gruplar Allah tarafından korunan bu kitabın ayetlerine yeni bir şey ekleme imkânını bulamamışlardır. Onun ayetleri, değiştirilemeyeceğinin, her türlü yanlış yorumdan korunacaklarının, aynı şekilde bu korunmuş kitabın Allah katından gelişinin kanıtı olarak indikleri gibi kalmışlardır.

Sonra bir zaman geldi -ki biz halâ bu dönemi yaşamaktayız- müslümanlar inanç sistemlerini, sosyal düzenlerini, yurtlarını, ırzlarını, mallarım ve ahlâklarını hatta akıl ve düşüncelerini bile koruyamaz oldular! Onlara üstünlük sağlayan düşmanları, inananlarca iyi olan her şeyi değiştirip, yer_ine yine onlarca iğrenç kabul edilen kavramları yerleştirdiler. İnanç, düşünce ve değer yargısı; ölçü, ahlâk ve gelenek; düzen ve kanun olarak karşı çıktıkları, benimsemedikleri her şeyi onlara kabul ettirdiler. Toplumsal çözülmeyi, ahlâki çöküntüyü, dejenereyi ve insana özgü tüm niteliklerden soyutlanmayı kendilerine çekici gösterip; onları hayvanlarınkine benzer bir hayatın içine yuvarladıkları, zaman zaman hayvanları bile tiksindirecek bir hayat biçimini yaşattılar. Bütün bu kötülükleri "İlericilik", "Gelişmişlik", "Lâiklik", "Bilimsellik", "Serbestlik", "Özgürlük", Zincirleri kırmak", "Devrimcilik" ve "Yenilik" gibi parlak sloganlar ve isimler altında kabul ettirdiler. Böylece müslümanların kala kala sadece "müslüman" isimleri kaldı. Bu dinle uzaktan, yakından hiçbir ilgileri kalmadı. Sel sularının sürüklediği çerçöpe döndüler. Ateşe yakıt olmaktan başka da hiçbir işe yaramaz oldular. Hem de son derece adi bir yakıt...

Ne var ki, -bütün bunlàra rağmen- bu dinin düşmanları bu kitabın ayetlerini değiştiremediler, tahrif edemediler. Bu konuda başarıya ulaşamadılar. Hiç kuşkusuz bu hedefe varmak için insanlar arasında en hırslıları onlardı, bu ideali gerçekleştirmek en büyük arzularıydı.

Bu dinin düşmanları -en başta da yahudiler- Allah'ın dinine karşı tuzaklar kurmak için dörtbin yıllık -ya da daha fazla- deneyim birikimlerini seferber ettiler. Birçok şey de başardılar. Örneğin Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- ümmetini ve müslüman ümmetin tarihini örtbas etmeyi başardılar. Açıktan açığa yapamadıkları şeyleri yapmak, rollerini gereği gibi oynamak için, olayları çarptırmakta, müslüman toplumun bünyesine yerleştirdikleri adamlarının gerçek kimliklerini gözlemekte de büyük başarılar elde ettiler. Devletleri, toplumları, düzenleri ve kanunları yoketmeyi başardılâr. Yüzyıllardan beri, özellikle çağımızda müslüman toplumların bünyesinde kendi hesaplarına uygun, çeşitli yıkım ve çökertme faaliyetlerinde bulunmaları için işbirlikçi hainleri, kahraman ve kurtarıcı olarak sunup, kabul ettirebildiler.

Ama tüm koşullar kendi lehlerine olmasına rağmen, bir şeyi yapàmadılar. Bu korunmuş kitaba bir şey yapamadılar... Üstelik bu kitaba bağlı olduklarını söyleyenler, kitabı korumak bir yana, onu kulak ardı edip, sele kapılan çerçöp yığını gibi hiçbir tepki gösteremeden akıntıya kapılmış gidiyorlar... Bu da bir kez daha bu kitabın ilahi olduğunu göstermiştir. Bu akıllara durgunluk veren mucize, onun üstün iradeli ve her yaptığı bir hikmete dayanan yüce Allah tarafından indirildiğini kanıtlamıştır.

Bu vaad, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- döneminde sadece bir sözdü: Ama bugün -yaşanan bunca büyük olaydan ve uzun asırdan sonra bu vaadin bir mucize olduğunu, bu kitabın yüce Allah katından geldiğini kanıtladığı ortaya çıkmıştır. İnatçı kara cahillerden başkası bu gerçeği tartışma konusu yapmaz.

"Bu Kur'an'ı gerçekten biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz."

Hiç kuşkusuz doğru söylüyor yüce Allah... (Seyyid Kutub Tefsiri)

10. Senden önce, geçmiş topluluklara da elçiler gönderdik.
11. Onlara her ne zaman bir elçi geldiyse onu alaya aldılar.
12. Onu (o zikrin gerçek olduğunu) suçluların kalplerine işte bu şekilde[*] işleriz.

Burada suçluların kalbine işlenen, Allah’ın kitabıdır. Bir şeyi hafife almak için onda eksiklik aramak gerekir. Allah’ın kitabında eksiklik arayanlar, farkında olmadan onun doğruluğunu kavramış olurlar. Onun için bütün kafirler gerçekleri örtmek ve yalan söylemek zorunda kalırlar (En’am 6/33, Hud 11/59, Şuara 26/192-201, Neml 27/14). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

13. Öncekilerin sünneti / tuttukları yolun sonu ortada olduğu halde bunlar da bu zikre güvenmeyecekler.[*]

Öyle ki ona inanmazlar. Halbuki önlerinde öncekilerin sünneti geçmiştir. Yani geçmişte peygamberleri yalanlayanlar ve onlarla alay eden imansızları o inanmadıkları şeylerle Allah Teâlâ'nın hep mahvetmiş olduğu ve bunun öteden beri meydana gelen Allah'ın bir sünneti, Allah'ın bir kanunu olduğu, tecrübe ile sabit bir gerçek iken ve bundan ötürü ders alacak bunca tarihi ibret önlerinde geçmiş iken yine inanmazlar. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

14. Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar,
15. "Gözlerimiz hayal görüyor, herhalde birileri bize büyü yaptı" derler.[*]

Çirkin kibirlenmenin, aşağılık inadın olanca çıplaklığı ile ortaya çıkması için onların bu şekilde tasavvur edilmesi yeterlidir. Bu da gösteriyor ki böyleleriyle tartışmanın hiçbir yararı yoktur. Bu tutumlarının iman etmek için yeterince delil bulamamaktan kaynaklanmadığı ortadadır. Onların inanmalarını, engelleyen kendilerine meleklerin inmemiş olması değildir. Çünkü onların göğe doğru tırmanmaları, meleklerin inmiş olmasından daha etkili bir kanıttır, kendileri ile daha yakından ilgilidir. Fakat onlar kibirli bir toplumdurlar. Utanmadan, sıkılmadan, apaçık ve gözler önündeki gerçeğe, aldırmadan kibirleniyorlar!

İfadenin canlandırdığı bu tablo kibirli, gerçeklere kapalı, onları göremeyen insanın örneğidir. Bu örnek insanda tiksinti ve küçümseme duygularını uyandıran bir örnektir.

Bu örnek, belli bir bölgeye ve belli bir zaman dilimine özgü değildir. Belli bir dönemde yaşamış, belli bir toplumda da ortaya çıkmış değildir. Fıtratı bozulan, basirete kapanan içindeki algılama cihazları devre dışı kalan, çevresindeki canlı evrenle, onun mesajları ve etkenleri ile ilgisini koparmış her insanın örneğidir bu.

Bu örnek günümüzde dinsizlere ve "bilimsel (!) ideolojiler" diye adlandırılan materyalist ideolojilere inanan kimselere uymaktadır. Tüm bilimsel iddialarına rağmen, bu ideolojiler bilimden hatta sezgi ve basiretten çok uzaktırlar.

Materyalist ideolojilere mensup kişiler Allah'a inanmıyorlar. O'nun varlığını tartışma konusu yapıp bu varlığı inkâr ediyorlar. Sonra da Allah'ı inkâr etme ve evrenin bu haliyle yaratıcısız, planlayıcısız ve yönlendiricisiz, kendi kendine meydana geldiğini iddia etme temeline dayanarak... Evet bu inkâra ve bu iddiaya dayanarak toplumsal, siyasal ekonomik, ayrıca`ahlâki (!)" ideolojiler geliştiriyorlar. Ve bu temellere dayanan, hiçbir şekilde onlardan sapmayan bu ideolojilerin "bilimsel" olduklarını, hem de sadece "bilimsel (!) olduklarını iddia ediyorlar.

Evrende yeralan bunca kanıta, bunca tanığa rağmen yüce Allah'ın varlığına inanmamaları, bu bedbaht nesillerin içlerindeki algılama ve özümseme cihazlarının işlevsiz hale geldiğinin inkâr edilemez kanıtıdır. Ayrıca bu inkârda diretmeleri de önceki Kur'an ayetinin çizdiği bu örneğin bıraktığı övünme havasından herhangi bir şey azaltmamaktadır.

"Eğer onlara bir kapı açsak da göğe çıkmaya koyulsalar." "Gözlerimiz hayal görüyor, herhalde birileri bize büyü yaptı derler."

Evrende yeralan ve Allah'ın varlığına şahitlik eden kanıtlar, onların göğe çıkmalarından daha belirgin, daha açıktırlar. Bu kanıtlar devre dışı kalmamış insan fıtratına gizli-açık, sesli-sessiz hitap etmektedirler. Artık fıtrat Allah'ın varlığını kabul etmekten, onu tanımaktan başka bir şey yapamaz.

Evreni ayakta tutan, hareket etmesini ve düzenini sağlayan ayrıca birbirleri ile uyum oluşturan yasalar sistemine, bunun yanında evrenin bazı bölümlerinde hayatın meydana gelmesi için biraraya gelen ve birbirleri ile uyum oluşturan sayısız bileşimlere rağmen evrenin kendi kendine varolduğunu söylemek... Evet böyle bir sözü insan fıtratı temelden reddettiği gibi, insan aklı da kabul etmez. Bilim, bu evrenin özelliklerini, sırlarını, yapısında yeralan ve birbirleriyle uyum oluşturan bileşimlerini araştırmak amacı ile derinlere daldıkça; evrenin oluşumu ve varoluşundan sonraki gelişimi hakkında ileri sürülen tesadüf teorilerini reddetmekte ve evrenin ötesinde onu yönlendiren yaratıcı eli görme ihtiyacını duymaktadır. Bu görüş, evrenden gelen mesajların ve işaretlerin algılanması ile birlikte insan fıtratına bir düzey kazandırır. Ve bu durum, ancak son dönemlerde gelişme gösteren tüm bilimsel araştırmalardan önce meydana gelmiştir.

Evren kendi kendini yaratamadığı gibi, aynı anda da kendisini yönlendirecek kanunları yaratamaz. Aynı şekilde hayattan yoksun evrenin varlığı, hayatın ortaya çıkışı için bir açıklama sayılmaz. Evrenin ve hayatın ortaya çıkışını bir yaratıcının, bir yönlendiricinin varlığını gözönünde bulundurmadan açıklamak, zorlama bir girişimdir. İnsan fıtratı bu açıklamayı kabul etmediği gibi, insan aklı da kabul etmez. Nitekim son dönemlerde pozitif bilimler de böyle bir açıklamayı reddetmeye başladılar.

Almanya Frankfurt Üniversitesi hocalarından canlılar ve bitkiler uzmanı "Russel Charles Ernest' şunları söylemektedir:

"Cansızlar dünyasından hayatın ortaya çıkışını açıklamak için çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bazı araştırmacılar hayatın protejenden ya da virüsten yahut bazı büyük protein parçalarının biraraya gelmesinden doğduğu sonucuna varmışlardır. Bazı insanlar bu teorilerin canlılar alemi ile cansızlar alemi arasındaki boşluğu kapattığını sanmaktadırlar. Ama kabul etmemiz gereken bir gerçek var ki, cansız bir maddeden canlı bir madde meydana getirmek için ortaya konan tüm emeklerin başarısızlıkla, hayal kırıklığıyla sonuçlandığıdır. Bununla beraber Allah'ın varlığını inkâr eden biri, sadece atomların ve elementlerin tesadüfen biraraya gelmeleri ile bu hayatı meydana getirdikleri, onu korudukları, canlı hücrelerde gözlemlediğimiz gibi yönlendirdikleri, teorisini evrenin varoluşunun dayanağı yapamaz. Herhangi bir insan, hayatın ortaya çıkışına ilişkin olarak yapılan bu açıklamayı kabul etmede özgürdür. Bu, onun bileceği bir şeydir. Ama bunu yaptığı zaman her şeyi yaratan ve onları yönlendiren Allah'ın varlığına inanmaktan daha ağır, daha zor yükümlülükleri aklına yükleyecektir.

"İnanıyorum ki, canlı hücrelerin herbiri, anlaması zor, son derece karmaşık birer yapıya sahiptirler. Yeryüzünde varolan milyarlarca canlı hücre, düşünce ve mantığa dayalı olarak onun gücüne şahitlik etmektedir. Bu yüzden ben tüm içtenliğimle Allah'ın varlığına inanıyorum.

Bu makaleyi yazan kişi, araştırmasına hayatın ortaya çıkışına ilişkin dini açıklamaları gözönünde bulundurarak başlamıyor. Araştırmasına hayatın ortaya çıkışını şekillendiren yasalar sistemine ilişkin doğruluğu kanıtlanmamış bir bakış açısı ile başlıyor. Araştırmasına egemen olan mantık, tüm özellikleri ile "çağdaş bilim" mantığıdır. Buna rağmen, hem fıtri ilhamın, hem de dini duyarlılığın onayladığı bir sonuca ulaşıyor. Çünkü bir gerçek varolduğu zaman, hangi yolu izlerse izlesin, doğru yol arayanlara kendisini gösterecektir. Ama bu gerçeği bulamayanlar, içlerindeki tüm algılama cihazlarının işlevsiz hale geldiği kimselerdir.

Fıtratın, aklın ve evrenin mantığına ters düşerek Allah'ın varlığını tartışma konusu yapanlar, içlerindeki alıcı ve verici cihazlar devre dışı kalmış varlıklardır. Onlar kördürler. Nitekim yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Rabbin tarafından sana indirilen kitabın hak içerikli olduğunu bilen kimse kör birisi gibi midir?" (Ra'd Suresi 19)

Gerçek durumları bu olduğuna göre, bir müslüman bunların toplum, siyaset ve ekonomik alanlarında ortaya koydukları sözde "bilimsel" ideolojilere, ayrıca evren, hayat, insan, insan hayatı ve insanlık tarihi hakkında geliştirdikleri teorilere, en azından insan hayatını açıklanmasını ve düzenlenmesini ilgilendiren konularda onların ortaya koyduğu düşüncelere; duyu organları işlevini yitirmiş, görmekten, duyumsamaktan ve kavramaktan tamamen yoksun bir körden kaynaklanan sapmalar olarak bakmalıdır. Bir müslüman hiçbir konuda böylesinin görüşüne başvuramaz. Bakış açısını onların düşüncelerine göre biçimlendirmesi, hayat sistemlerini bu körlerden alınmış bir teoriye dayandırması ile olacak iş değildir.

Bu mesele iman ve inanç meselesidir. Görüş ve düşünce meselesi değildir. Düşüncelerini, hayat felsefesini, aynı şekilde hayat sistemini ve maddi evrenin hem kendisini, hem de insanı varettiği temeline dayandıran biri, düşünce, hayat felsefesi ve hayat sistemini temellendirmede büyük bir yanılgıya düşmektedir. Bu yüzden bu temele dayanan organların düzenlemelerin ve uygulamaların iyi sonuçlar vermesi iyilik getirmesi mümkün değildir. Bu düşüncenin ufak bir parçasının müslümanın hayatına monte olması, onun inancına ve düşüncesine dayanak oluşturması imkânsızdır. Çünkü bir müslüman düzenini ve hayatını yüce Allah'ın evren üzerindeki ilahlığı yaratıcılığı ve yönlendiriciliği ilkesine dayandırmak zorundadır.

Böylece sözde "bilimsel sosyalizm" diye adlandırılan ideolojinin materyalizmden ayrı bir düşünce olduğuna ilişkin görüşün bilgisizlikten ya da hezeyandan başka bir şey olmadığı ortaya çıkıyor. Temeli, kaynağı, düşünce metodu ve sisteminin yapısı belli olan "bilimsel sosyalizmi" benimsemek, inanç, düşünce, sonra sistem ve düzen noktasından ve temelden İslâmdan çıkmaktır. Çünkü bilimsel sosyalizmi benimsemekle, Allah'ın varlığına inanmaya saygı göstermek, kesinlikle birarada olmaz. İkisini birarada sürdürme girişimleri İslâm ile küfrü birleştirmektir. Ve bu kaçınılması mümkün olmayan bir gerçektir.

Hangi bölgede ve çağda olurlarsa olsunlar, insanlar ya din olarak İslâmı benimseyecekler ya da materyalizmi. İslâmı seçtikleri zaman "materyalizm felsefesinden" kaynaklanan "bilimsel sosyalizmi" kabul etmeleri artık kesinlikle yasaktır. Çünkü bilimsel sosyalizmi, bir sosyal düzen olarak kaynaklandığı temelinden ayırmak mümkün değildir.

İnsanlar baştan itibaren ya İslâmı ya da materyalizmi seçmelidirler.

Hiç kuşkusuz İslâm, sırf vicdanlarda yereden fonksiyonsuz bir inanç biçimi değildir. İslâm inanca dayalı bir toplumsal düzendir. Aynı şekilde -bu anlamda"bilimsel sosyalizm" de boşluğa dayanmaz. Doğal olarak materyalizmden kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi materyalizm, evrenin özünün madde olduğunu ileri sürerek, evreni yaratıp yönlendiren bir tanrının varlığını temelden inkâr etmektedir. Materyalizmle bilimsel sosyalizm arasındaki bu organik birleşimi bozmak imkânsızdır. İşte İslâm ile tüm uygulamalarıyla bilimsel sosyalizm arasındaki köklü çelişki bundan kaynaklanmaktadır.

İkisinden birini seçmek kaçınılmazdır. İsteyen dilediğini seçebilir, ama Allah katında seçtiğinin sorumluluğunu da yüklenmelidir! (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 2
16. Andolsun, biz gökte burçlar yaptık ve onu, bakanlar için süsledik.[*]

BURC: aslında yüksek köşk demektir. Gökte özel bir şekilde toplanmış bir takım yıldızların toptan görünüşlerine de bu mânâ ile burc denilmiştir ki, bu takım yıldızların meşhurları on ikidir. Bulundukları yerlere "mıntakatü'l-bürûc" (burclar mıntıkası) denilir ki güneşin bir yerden diğer bir yere geçme noktalarını sınırlayan Yengeç burcu yörüngesi ile Oğlak burcunun yörüngesi arasındaki kuşaktır. Astronomi bilginlerinin teriminde burçlar denildiği zaman Güneş ve gezegenlerin yörüngeleri sayılan bu on iki burç anlaşılır. birçok tefsirciler de bu on ikiyi söylemişlerdir. Fakat gökteki burçlar, yalnız bu on iki burçtan ibaret değil, sayıları pek çoktur. Çoğu bu on iki burcun içinde ise de Büyükayı kümesi, Küçükayı kümesi gibi kutuplar bölgesinde olanlar da vardır. Ve bu âyette, belirsiz çoğul kipi ile genel olarak buyurulmuş olduğundan dolayı, bunu on iki ile sınırlamak görünüşe aykırıdır. Öyle ise âyetteki güzel zevki tatmak için burc kelimesinin içerdiği mânâlara dikkat etmelidir. Burc denildiği zaman ilk önce yüksek bir köşk mânâsı vardır. İkinci olarak bu köşkün maddesinde yıldızlar vardır Üçüncü olarak yıldız mânâsında ışık anlamı vardır. Bu şekilde buyuruluyor ki: "Baksanıza, biz gökte birçok burclar, yıldızlardan yapılmış, ışıklarla donanmış türlü türlü şekillerde yüksek yüksek köşkler yaptık. Yani tabiata kalsaydı bunlar olamazdı. Gök meydana gelmez, meydana gelseydi bile basit bir uzaklık olmaktan öteye geçemezdi. Yıldızlar ve özellikle bunların değişik şekillerde teşekkülleri olamaz, yıldız tabiatı ile miktarları, uzaklıkları farklı olamazdı, değişik manzaralara ayrılamaz, hepsi aynı şekilde, aynı vaziyette eşit mesafelerde, bir boyda, bir tarzda olur, gök manzaralarında bu güzel burçlar bulunmazdı. Sanat ve kuvvetimizle biz bunları yaptık."

Ve bakanlar için onu, o göğü süsledik. Yani o çeşitli burçları, nurdan avizeleri, güzel manzaralarıyla gök öyle güzeldir ki, dikkati çekmemesi, bakanların ibret almaması mümkün değildir. Fakat bunun için bakacak, baktığını görecek, gördüğünün ilerisini sezip ibret alacak görüş sahibi olması lazımdır. Görüş sahibi olanlar bu güzel sanata tutulup baksınlar, bu yüceliği bu kudret eserlerini seyretsinler de yaratanın yücelik ve ululuğuna delil getirmekle tevhide yükselsinler diye onu süsledik ve donattık. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

17. Ve onu, bütün taşlanmış şeytanlardan[*] koruduk.

Oraya yaklaşamaz, kirletemez. Kötülüğünü, pisliğini ve sapıklığını bulaştıramaz. Şeytanın faaliyet alanı sadece yeryüzüdür. orada yaşayan Ademoğulları'nı saptırmadır görevi. Üstünlüğün ve yüksekliğin sembolü olan göğe gelince, şeytan oradan kovalanmıştır, oraya yaklaşması, orayı kirletmesi imkânsızdır. Ama oraya yükselmek için girişimlerde bulunur. Ve her girişiminde geri çevrilir.

"Ancak kulak hırsızlığına yeltenen bir şeytan olursa onu parlak ışıklı bir kayan yıldız kovalar."

Ama nedir şeytan? Kulak hırsızlığına ne şekilde yeltenir? Ve ne çalar?.. Bütün bunlar, Allah'a özgü olan gaybın kapsamındadırlar. Bu ayetlerin bildirdiklerinden başkasını öğrenme imkânına sahip değiliz. Buna kalkışmanın da yararı yoktur. Çünkü bu tür şeylerle uğraşmak, imanı arttırmadığı gibi, güçlendirmez de. Sadece insan aklını kendisini ilgilendirmeyen ve kendisini bu hayattaki gerçek görevinden alıkoyan şeylerle uğraştırır. Üstelik bu girişim yeni bir gerçek için yeni bir kavrama biçimi de kazandırmaz.

Bununla beraber şeytanın göğe yol bulamayacağını, gökteki bu gözalıcı güzelliğin korunmuş olduğunu, üstünlük ve yücelik sembolü olarak kalıcılığını sürdürdüğünü, hiçbir pisliğin, hiçbir kötülüğün bulaşmayacağını, şeytanın herhangi bir girişimde bulunması ile birlikte derhal kovulacağını, bu kovulmanın onun işlediğine ulaşmasına engel olacağını bilmemiz gerekir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

18. Ancak (göğün sırlarını çalmak için) dinleme hırsızlığına yeltenen[*] bir şeytan olursa onu (akıp yakan) parlak ışıklı bir alev kovalar.

Kulak hırsızlığı yapan” ifadesi istisna olarak nasp mahallindedir. İbn Abbâs’tan [v. 68/688] nakledildiğine göre önceleri gökler onlara perdelenmiş değildi. Îsâ Aleyhisselâm doğunca üç gök engellendi. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm doğduğu zaman ise bütün gökler onlara perdelendi. (Zemahşeri Tefsiri)

19. Yerin alanını geniş yaptık, oraya sabit dağlar serpiştirdik ve orada belirli bir ölçü uyarınca her bitkiyi bitirdik.
20. Ve yine orada hem sizin için, hem de rızkı size bağlı olmayan[*] öteki bütün canlılar için geçim vasıtaları sağladık.

Lafzen, “rızıklandırıcısı siz olmadığınız”; yani, bitki ya da hayvan türünden, sizin bakıp beslemediğiniz ama yine de varlıkları idame ettirilen öteki bütün canlılar. En geniş anlamıyla bu ifade, insan da dahil, yaşayan bütün varlıkların yalnız ve yalnız Allah tarafından rızıklandırıldığını vurgulamaktadır (Muhammed Esed Tefsiri)

21. Evrende var olan her şeyin hazinesi, ana kaynağı bizim yanımızdadır. Ve biz her şeyi size belirli bir ölçüye göre indiririz.

Bu açık ve anlaşılır ayetin anlamı insanoğlu bilgi alanında ilerledikçe, bu evrenin bileşim ve oluşumundaki sırları çözdükçe daha bir belirginleşmektedir. İnsanlar maddi varlıkları meydana getiren elementlerin özelliklerini, yapabildikleri kadar- bileşim ve analizlerinin özelliklerini ortaya çıkardıkları zaman "ana kaynağı" kelimesinin anlamı iyice belirginleşmişti. Örneğin, suyun esas kaynağının hidrojen ve oksijen olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde yeşil bitkilerin varlığında somutlaşan rızıkların ana kaynağının havadaki azot, karbondioksit olarak birleşen oksijen ve karbon bir de güneşin gönderdiği ışınlar olduğu ortaya çıkmıştır. Allah'ın katındaki rızıkların ana kaynağını açıklayan benzeri örnekler çoktur. İnsanoğlu bunların bir kısmını öğrenme imkânını bulmuştur. Ama bütün bildikleri bunların çokluğunun yanında çok az bir şeydir.

Yüce Allah'ın belirli bir ölçüye göre gönderdiği şeylerden biri de rüzgâr ve sudur! (Seyyid Kutub Tefsiri)

22. Rüzgârları (bulutları) aşılayıcılar[*] olarak göndeririz. Gökten su indirir, onunla su ihtiyacınızı karşılarız. Onu (gökte) depolayan siz değilsiniz.

Bu âyetin bu mânâsı da başlı başına bir ilmî mucizedir. İbnü Abbas'tan bunun tefsirinde: "Rüzgarlar ağaçların ve bulutun aşılayıcısıdır" diye nakledilmiştir.

Hasan, Dahkâk, Katâde de bunu söylemişlerdir. Râzî, bunu kaydettikten sonra der ki: Erkek dişiye suyunu boşaltıp da dişi gebe olunca denilir ki "erkek aşıladı dişi tuttu, gebe oldu" demektir. Bunun gibi rüzgarlar da bulutların erkekleri yerinde kabul edilir. İbnü Mesud hazretleri bu âyetin tefsirinde demiştir ki: "Allah Teâlâ, rüzgarları bulutlara aşılama için gönderir. Onlar da suyu taşıyıp bulutlara karıştırır. Sonra bulutu sıkıştırıp bir aşı gibi akıtır." Bu açıklama, rüzgarların bulutu aşılamasının bir yorumudur. Fakat ağaçları aşılamasının tefsirini zikretmemişlerdir. Yani âyetin yukarda anlatıldığı gibi rivayet ile tefsirinde rüzgarların ağaçları da aşıladığı nakledilmiş olmakla beraber nasıl aşıladığı açıklanmamış. Bir tefsirci olduğu gibi, bir doktor da olan Fahrü'r-Râzî için de bu konu bilinmez kalmıştır. Gerçi ağaç aşılamak eskiden beri bilinen bir şey ise de bununla rüzgarın bir ilgisi yoktu. Bitkilerde rüzgarın yapabileceği bir aşılama yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Ra'd Sûresi'nde açıklandığı üzere "Orada bütün meyvalardan iki çift yarattı." (Ra'd, 13/3) gerçeği ortaya çıktıktan, yani bütün bitkilerin çiçeklerinde erkek, dişi çifti bulunduğu ve erkeğin dişiyi aşılaması ile meyveler meydana geldiği anlaşıldıktan sonradır ki, rüzgarların bir aşıcı hizmetini yerine getirdikleri anlaşıldı. Ve bu şekilde âyetinin de âyeti gibi bilinmeyen bir ilmî gerçeği açıkladığı bin küsür sene sonra anlaşılmış ve açıklanmış ve bundan dolayı bu âyetin de bir mucize olduğu ortaya çıkmıştır.

İşte rüzgarlar, taşıyıcı ve dağıtıcı oldukları için faydalarından birisi de özellikle böyle ağaçları ve bitkileri aşılamasıdır. Bunun meydana gelmesi için de rüzgarın belirli bir miktar ile uygun ve yumuşak bir şekilde esmesi gerekir. Yoksa aşılama yerine bozma olur. Rüzgar, havanın bir hareket ve akımıdır ki, havanın değişik şekilde ısınıp soğumasındaki değişmeler ile meydana gelir. Tabiatta bu değişmeler ise sıcaklık ve soğukluk tabiatları üzerinde hakim bir etkiye bağlı olduğundan, bütün rüzgarlar doğrudan doğruya ilâhî bir tasarruf olduğu gibi, bunların aşılama yapacak bir derecede esmeleri de doğrudan doğruya Allah'ın bir lütfudur.

Bununla beraber düşünülmelidir ki, su olmasaydı bu aşılar ne olur, hayat ne olurdu? Onun için rüzgarlara bulutları da aşılatarak gökten bir su da indirdik, yağmur yağdırdık da onu size sunduk; tabiata kalsaydı ne rüzgar eser ne aşılama olur, ne yağmur yağardı. Onu hazinelerde saklayan da siz değilsiniz, yani yağdıktan sonra dağlarda, pınarlarda, kuyularda, göllerde, havuzlarda, mahzenlerde, küplerde, testilerde v.s. tutan da siz değilsiniz, biziz. Burada rüzgarların gönderilme, suyun indirilme ile anlatılması aynı zamanda bir de benzetmeye işaret eder. Çünkü "erselnâ" peygamberlerin gönderilmesini; "enzelna" da kitabın indirilmesini hatırlatır. Ve demek olur ki: İşte Allah tarafından gönderilen peygamberler de o aşılayıcı rüzgarlar gibidir; Allah'ın feyizini taşıyarak kabiliyeti olanlara yayar ve aşılarlar. İndirilen kitap da o gökten inen su gibi hayatın mayasıdır. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

23. Muhakkak ki hayatı veren de Biz’iz, hayatı geri alıp öldüren de ve elbette hepsine vâris olacak, hepsinden sonraya kalacak olan bâkî Kalıcı, sürekli, devamlı. varlığının sonu olmayan. ölümsüz. de Biz’iz.[*]

Lafzen, “varisler (vârisûn) Biziz [ya da “Biz olacağız]”: İstisnasız tüm müfessirlerin ortak görüşüne göre, vâris teriminin, “selefi (öncülü) göçüp gittikten sonra geride kalan kimse” anlamındaki kullanımına dayanan deyimsel bir mecaz. Yukarıda, yaratılmışlar âlemi sahneden çekildikten sonra bâkî kalacak olanın Allah olduğu ifade ediliyor. (Muhammed Esed Tefsiri)

24. Doğrusu Biz, sizin içinizden öne geçmek isteyenleri de, bile isteye geride kalanları da biliriz.[*]

Veya: “..sizin türünüzden gelip geçmiş nesilleri de, sonradan gelen nesilleri de biliriz.” Tercihimize göre ibare, inkârda ya da imanda öne geçmeyi veya geride kalmayı ifade eder. “Bile isteye geride kalanlar” şeklindeki çevirimiz muste’hırînin gramatik yapısına dayanır. Klasik tefsire göre bu âyet, “geçip gitmiş (toplulukların hâl ve gidişatını) da biliyoruz, geriden gelecek olanların (hal ve gidişatını) da” veya “önden geçip gidenleri de arkadan gelecek olanları da” şeklinde anlaşılabilir (Taberî; Zemahşerî ve Râzî). (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

25. Şüphesiz onları toplayacak olan da senin Rabbindir. O Hakîm'dir; daima doğru hükümler verir ve Alîm’dir; her şeyi bilen odur.
BÖLÜM 3
26. Ant olsun insanı[*] kuru bir çamurdan, şekil alabilen / değişken cıvık balçıktan yarattık.

İlk insan olan Adem ile daha sonra yaratılan eşi Havva, diğer insanlar gibi döllenmiş yumurtadan yaratılmıştır. Toprak Adem ve eşi için ana rahmi görevi görmüştür (Müminun 23/12-14). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

27. Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık.
28. Bir zaman Rabbin meleklere dedi ki: "Ben bir beşer[*] / insan yaratacağım, kupkuru çamurdan, değişken / şekil alabilen balçıktan!

İnsan vücudunun dış kısmına yani cildine “beşere (البشرة)” denir. Beşer (البشر) kelimesi Kur’an’da, insan anlamında kullanılır ve bununla, insanın diğer canlılardan farklı olan fiziki yapısına dikkat çekilir. İnsan, elbise giymek zorunda olan tek varlıktır. Elbise onun, dünyanın her yerinde ve her mevsimde yaşamasına imkan verir (A’raf 7/26; Nahl 16/5, 81). Kur’an, ilk insan olan Adem aleyhisselamın topraktan yaratılan ilk beşer olduğunu açıkça bildirir (Furkan 25/54, Rum 30/20, Sad 38/71). Bütün bunlar, insanın başka bir varlıktan evrilerek oluştuğu iddialarını reddetmektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

29. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin"[*]

Secdenin kök anlamı, eğilme ve boyun eğmedir (Müfredat). Bakara 2/58, Nisa 4/154, A’raf 7/161 ve Yusuf 12/4 ve 100. âyette bu anlamdadır. Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızlar gibi gök cisimlerinin birbiri ile olan eğimleri secde olduğu (Hac 22/18) gibi gölgenin uzayıp kısalması da secdedir (Nahl 16/48, Ra’d 13/15). Namaz kılarken yapılan secde, yere yapışmaya benzer şekildedir (Nisa 4/103). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

"Ben, kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan bir insan yaratacağım. Ona biçim verip, kendi ruhumdan bir soluk üflediğimde önünde secdeye kapanınız."

Yüce Allah'ın dediği olmuştu. Çünkü O'nun sözü iradedir. İradenin gerçekleşmesi istenen yaratığın meydana gelmesine nedendir. Yüce Allah'ın öncesiz ve sonrasız soluğunun yaratılmış ve fani balçığı nasıl bürüdüğünü sorma yetkisine sahip değiliz. Bu tür tartışmalara girmek aklı boş yere uğraştırmaktır. Hatta akılla alay etmektir. Onu yetkisinde olan düşünce, kavrama ve hikmetin nedenlerinin çerçevesinin dışına çıkarmaktır. Bu konu etrafında daha önce yapılmış ve yapılmakta olan tüm tartışmalar, insan aklının tabiatını, özelliklerini ve etkinlik alanının tanımamaktan kaynaklanmaktadır. insan aklını yabancısı olduğu alanlara sürüklemektir. Yüce yaratıcının yaptığı insanın duyularına göre değerlendirme girişimidir. İnsan aklının enerjisinin boş yere harcanmasına neden olmaktadır. Sonra bu girişimin yöntemi temelden yanlıştır. Bir kere insan aklı şunu söylüyor: Sonsuz olan fani olana nasıl bürünür? Öncesiz olan, sonradan var edilene nasıl giriyor? Ardından bu olayı ya inkâr ediyor ya da ispat edip nedenlerini araştırıyor. Oysa insan aklından bu konuyu bir çözüme bağlaması kesinlikle istenmemektedir. Çünkü yüce Allah, "Bu olay olmuştur" diyor. "Nasıl olduğunu anlatmıyor." O halde mesele ispat edilmiştir, insan aklı ise bunu çürütemez. Aynı şekilde insan aklı ayetlerin belirttiklerine teslim olmaktan başka kendi yorumu ile bu olayı ispat edemez de. Çünkü insan aklı hükmetme yöntemlerine sahip değildir. Kendisi sonradan yaratılmıştır. Sonradan yaratılan bir varlık ise, zati itibariyle öncesiz bir varlık hakkında hüküm verme yetkisine sahip değildir. Bu durum yaratılışı itibariyle de öncesiz olan varlık hakkında da geçerlidir. Aklın daha baştan bu zorunluluğu ya da "Sonradan meydana gelen bir varlık ne şekilde olursa olsun, öncesiz bir varlık hakkında hüküm verme yetkisine sahip değildir"önermesini kabul etmesi, kendisi için güvenilir olmayan alanlarda enerjisini boşu boşuna tüketmekten vazgeçmesi için yeterlidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

30. Bunun üzerine bütün melekler saygı ile eğildiler.
31. Ancak İblis, saygı ile eğilenlerle beraber olmaktan kaçındı.
32. Allah, "Ey İblis! Saygı ile eğilenlerle beraber olmamandaki maksadın ne?" dedi.
33. İblis dedi ki: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş balçıktan yarattığın insan için saygı ile eğilemem."
34. Buyurdu: "Öyleyse çık oradan, çünkü kovuldun.
35. Din gününe[*] kadar üzerinde lanet var."

Din, “âdet, durum; ceza, karşılık görme ve itaat” anlamlarına gelir (es-Sıhâh). Bunlardan “boyun eğme” ve “karşılık görme” anlamları öne çıkar. Dinde boyun eğilen Allah’tır. Onun emirlerine uyulur ve karşılığı ondan beklenir. “Din günü” de dünyada yapılanların karşılığının alınacağı gündür (Nûr 24/25, Zâriyât 51/6). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

36. İblis, "Ey Rabbim, o halde insanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana yaşama süresi[*] tanı" dedi.

Bu ayetten Meleklerin de ömürlü varlıklar olduğu ancak bazılarına Kıyamet / mezardan kalkış gününe kadar yaşama hakkı tanındığı anlaşılıyor. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

37. Buyurdu: "Hadi, süre verilenlerdensin.
38. O malum vaktin günü (kıyamet / mezardan kalkış günü) gelinceye kadar (ölmeyeceksin).”
39. İblis dedi ki; "Ey Rabbim, beni kışkırtıp[1*] sapıklığa düşürdüğün için dünyada kötülüğü onlara cazip göstererek[2*] hepsini yoldan çıkaracağım.

[1*] Bu ayetten anlaşılacağı üzere İblis, kendi suçunu Allah’a atmaktadır. Geleneksel kader anlayışının temelinde aynı mantık vardır. Bunlar her şeyin ezelden belirlenmiş olduğunu iddia ederek kendi hatalarını Allah’a mal ederler. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

[2*] Bununla İblis savaş alanını belirlemiş oluyor. Bu alan yeryüzüdür. "Dünyada kötülüğü onlara cazip göstereceğim." Elindeki kozun da cazip gösterme olduğunu belirtiyor. Kötülüğü cazip gösterip güzelleştirmektir onun kozu. Kötülüğün bu yapay cazibesine kapılıp onu işlemelerini sağlamaktır silahı. Bu yüzden insanın işlediği hiçbir kötülük yoktur ki, üzerinde şeytandan kaynaklanan bir yaldız, bir cazibe, yalancı bir güzellik olmasın. Gerçek mahiyetinden ve çirkinliğinden farklı görünmesin... O halde insanlar şeytanın elindeki kozu iyi tanımalıdırlar. Bir şeyde cazibe olduğunu fark ettiklerinde, içlerinde bu cazibeye karşı bir arzu uyandığını gördüklerindé o şeyden sakınmalıdırlar. Sakınmalıdırlar, çünkü o şeyde şeytanın parmağı olabilir. Ama Allah'a bağlanmış, O'na gereği gibi kulluk yaptıklarında -bu şartla şeytanın Allah'ın seçkin kullarının üzerinde hiçbir etkinliği yoktur. (Seyyid Kutub Tefsiri)

40. Ancak onlardan samimiyeti onaylanmış kulların hariç[*].”

Samimiyeti onaylanmış anlamı verdiğimiz ‘muhlas’ kelimesinin mastarı ihlastır. İhlas sözlükte bir şeyi kirlilikten, bulanıklıktan temizleyip arındırmak, saflaştırmak, katıksız, arı, duru hale getirmektir. Bu kelime Kur’an’da, dini Allah’a has kılan yani Allah’ın dinine bir şey katmayıp kulluğu sadece ona yapan, riyadan ve şirkten uzak olan samimi insanların ortak vasfını ifade etmek için kullanılır. Bu vasfa sahip olana “muhlis”, bu vasfı Allah tarafından onaylanmış olana da “muhlas” denir. İblis, bu özelliğe sahip olanları yoldan çıkaramaz. (Hicr, 15/40; Sad, 38/83). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

41. Buyurdu: "İşte bana varan dosdoğru yol budur.
42. Sen kullarıma boyun eğdirecek bir güce sahip değilsin ama sana uyan boş hayale kapılıp yoldan çıkan kişiler olacaktır.[*]

Budur yol... Budur yasa... Kanun budur... Allah'ın iradesi, hidayet ve sapıklık noktasında bu yolun kanun ve hüküm olmasını öngörmüştür. Benim seçkin "kullarım" üzerine hiçbir yaptırım gücün yoktur, onlara etki edemezsin, onlara herhangi bir kötülüğü cazip gösteremezsin ve sen onlara ulaşamazsın. Bu nedenle onlar sana karşı koruma altındadırlar. Çünkü senin onları etkileyebileceğin tüm yollar kapalıdır. Onlar dikkatlerini Allah'a yöneltmişler, Allah'la bağlantı içinde, olan sağlıklı fıtratları aracılığı ile onun yürürlükte olan yasalar sistemini kavramış bulunmaktadırlar. Sen sadece sana uyan yoldan çıkmış sapıklar üzerinde bir etkinliğe sahipsin. Bu ise, genel kuralın dışında bir istisnadır. Çünkü yoldan çıkmış sapıklar, Allah'ın seçkin kullarından sayılmazlar. Nasıl ki, kurt sürüden ayrılanı kapıyorsa, şeytan da sadece Allah'ın yolundan ayrılanı kapabilir. Kendilerini Allah'a adayanlara gelince, yüce Allah onların kaybolup gitmelerine izin vermez. Allah'ın rahmeti geniştir. Onlar biraz geride kalsalar bile, çok geçmeden dönerler.

Yoldan çıkmışların akıbeti, daha savaş meydanının başından beri ilan edilmiştir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

43. Cehennem hepsinin buluşma yeridir.
44. Onun yedi kapısı vardır ve her kapıya onlardan bir grup ayrılmıştır."
BÖLÜM 4
45. Takvâ[*] sahipleri, elbette cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

46. “Esenlik ve güvenlik içinde girin oraya!” [sözleriyle karşılanacaklar orada].
47. İçlerindeki kötü duyguları söküp atmış olacağız. Kardeş olacaklar ve sedirler üzerinde karşılıklı oturacaklar.[*]

el-Ğillu kalpte gizli olan kin, nefret vb. her tür kötü düşünce demektir ve [“İçine işledi” anlamındaki] inğalle fî cevfihî ve teğalğale ifadelerinden türemiştir. Anlam, “Eğer içlerinden birinin içinde dünya hayatında diğer birine karşı bir gıllugış varsa, Allah bunu onların kalplerinden çekip çıkarır ve nefislerini tertemiz kılar” şeklindedir. Hazret-i Ali (r.a.)’ın , “Ümit ediyorum ki ben, Osman, Talha ve Zübeyr de bu kimselerden oluruz” dediği nakledilmiştir. Hâris el-A‘ver şöyle anlatmıştır: Bir defasında Hazret-i Ali (r.a.)’ın yanında oturuyordum. O sırada Talha’nın oğlu oraya geldi. Ali ona “Merhaba, ey kardeşimin oğlu! Vallahi, baban Talha ile birlikte benim, Yüce Allah’ın ‘Gönüllerinde kin namına ne varsa söküp atmışızdır’ buyurduğu kimselerden olacağımızı ümit ediyorum” dedi. Bunun üzerine orada bulunanlardan biri, “Asla! Allah seni ve Talha’yı aynı mekânda buluşturmayacak kadar âdildir!” dedi. Hazret-i Ali (r.a.) de, “Peki o zaman bu âyet kimden söz etmektedir seni anasız kalasıca!” dedi. Bunun mânasının, “Allah onların kalplerini cennette birbirlerinin derecelerini kıskanmaktan temizlemiş, kalplerindeki bütün gıllugışı (kin, nefret vb. her tür kötü düşünceyi) çıkarmış ve kalplerine karşılıklı sevgiyi ilkā etmiştir” şeklinde olduğu da söylenmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)

48. Onlara orada hiçbir yorgunluk dokunmayacak ve onlar oradan çıkarılmayacaktır.
49. Haber ver kullarıma: Hiç kuşkusuz benim, evet benim, Gafûr; çokça bağışlayan ve Rahîm; bol ikramda bulunan.
50. Fakat azabım da son derece acıklı bir azaptır.[*]

Yüce Allah vaat ve tehditlerini tamamladıktan sonra, bildirdiklerini onaylama ve gönüllerde iyice yerleştirme babında “Kullarıma haber ver” buyurmuştur. İbn Abbâs’ın [v. 68/688] “Allah tövbe eden kimse için bağışlayıcıdır, azabı ise tövbe etmeyen içindir” dediği nakledilmiştir. (onlara haber ver) ifadesini (Kullarıma haber ver) ifadesine atfetmek suretiyle, Lût kavminin başına gönderdiği azabın, Allah’ın mücrimlere olan öfkesi ve onlardan intikamı konusunda insanlar için bir ibret olmasını, böylece insanların Allah’ın azabının gerçekten can yakıcı bir azap olduğunu iyice anlamalarını murat etmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)

51. Onlara, İbrahim’e gelen misafirlerden de haber ver.
52. Onun yanına girdikleri zaman, “Selâm” dediler. İbrâhim, “Biz sizden çekiniyoruz” dedi.
53. "Korkma! Biz sana bilgin bir oğlan müjdeliyoruz" dediler.
54. Ben, kocamışken mi bana müjde veriyorsunuz? O halde neye dayanarak müjdeliyorsunuz? dedi.
55. "Seni gerçekleşmesi kaçınılmaz olan bir şeyle müjdeliyoruz; onun için sakın umut kesenlerden olma!" dediler.
56. O da: "Rabbinin rahmetinden, hak yoldan sapanlardan başka kim ümit keser ki?" dedi.
57. Ey elçiler! Bundan sonraki göreviniz nedir?”[*] dedi.

Hz. İbrahim, onların Allah tarafından gönderilmiş melekler olduklarını anlayınca, böyle bir melek cemaatinin sadece bir müjde için gelmiş olmayacağını, daha başka mühim vazifelerinin de olabileceğini tahmin ederek bu soruyu sordu. (Diyanet Vakfı Tefsiri)

58. Dediler ki: "Evet, biz günaha gömülmüş bir toplumun (helakı) için gönderildik;
59. Yalnız Lût’un ailesi suçlu değildir. Biz onların hepsini kurtaracağız.
60. Lût’un karısı hariç.[*] O günahkârlarla geriye kalacaktır. Öyle takdir ettik."

Hz. Lût’un karısının suçlularla beraber kalması tamamen yaptıkları yüzündendir. Tahrim 66/10. ayetinde “Nûh’un karısı ile Lût’un karısını örnek gösterdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında bulunuyorlardı. Derken onlara hainlik ettiler de kocaları, Allah’ın azabından hiçbir şeyi onlardan savamadı” buyrularak Hz. Lût’un karısının suçlularla beraber neden kalması gerektiğini anlatmaktadır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 5
61. Ve elçiler, Lut’un evine gelince,
62. Lût: "Siz tanınmayan kimlersiniz" dedi.
63. Elçiler dediler ki: "Bilakis biz sana onların şüphe ettiği azabı[*] getirdik.

Lafzen, “sürekli şüphe içinde oldukları (kânû) şeyi” -Yani, bilerek isteyerek işledikleri günahların kaçınılmaz bir sonucu olarak, bu dünyada ya da öteki dünyada uğrayacakları azabı; günahkarların çok defa alay konusu yaptıkları tehdidin tahakkukunu (karş. 6:57-58, 8:32, 11:8 ve ilgili notlar). Bizce, Hz. Lût toplumunun ve ahlakî ilkelere karşı inatçı umursamazlıkları yüzünden cezalandırılan öteki sapık ve günahkar toplumların kıssalarının bu surede tekrarlanmasını gerektiren sebep bu açıklamaya konu olan cümleyle anlatılmak istenen husustur. (Muhammed Esed Tefsiri)

64. Ve biz sana tartışılmaz bir gerçekle geldik; zira unutma ki biz sadece doğruyu söyleriz.
65. Bu sebeple, gecenin bir saatinde aileni yola çıkar. Sen de onların arkasından git. Sizden hiç kimse arkasına bakmasın, emrolonduğunuz yere gidin."
66. Ve ona şu kesin kararımızı bildirdik: “İşte bu güruhun kökü gün ağarırken tamamen kazınmış olacaktır!”
67. (Sodom) şehri halkı, (güzelliklerini haber aldıkları elçilerin ırzına tecavüz hırsı ile) sevinerek yanlarına geldi.[*]

Bu ifade tarzı Lût kavminin pislikte, fuhuşta anormal sapık cinsel ilişkide ulaştığı iğrençliğin, alçaklığın boyutlarını ortaya koymaktadır. Bu iğrençliği şehir halkının topluca gelişlerini, bu gençlerin geldiklerini haber almaktan dolayı duydukları sevinci ve onlarla açıktan açığa sataşmaya kalkışmalarını canlandıran bir sahne de ortaya koymaktadır. Bu kötülüğü işlemek istediklerini yüz kızartıcı bir şekilde açıkça dile getirmeleri -kötülüğün kendisinden öte- iğrenç bir davranıştır. Meydana gelmiş olsa bile, insan hayatı böyle bir şeyi düşünmek bile istemez. Hiç kuşkusuz zaman zaman hasta ve sapık ilişkilere eğilimli insanlar çıkarlar. Ama bunlar hastalıklarını, sapıklıklarını gizlerler. Bu iğrenç duygularını gizlice tatmin etmeye çalışırlar. İnsanların kendilerinin bu durumlarından haberdar olmasından utanç duyarlar. Bozulmamış bir fıtrat bu duyguyu tabii ve hatta meşru yollardan tatmin ederken bile, gizlenme gereği duyar. Bazı hayvan türleri de cinsel ilişkilerini gizlerler. Ama bu uğursuz kavim, sapıklıklarını açıkça duyuruyorlar, topluca böyle bir ilişkiye girebiliyorlar. Gruplar halinde sevinç içinde böyle bir iğrençlik işlemeye koşabiliyorlar. Hiç kuşkusuz bu aşağılık durumun eşi görülmüş değildir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

68. Lût, dedi ki: "Şüphesiz bunlar benim misafirlerimdir. Sakın beni rezil etmeyin.
69. Allah’a karşı gelmekten sakının, beni utandırmayın" dedi.
70. Bunun üzerine onlar da, “Biz seni başkalarının işine karışmaktan men etmemiş miydik?” dediler.
71. Lut da şöyle dedi: “Eğer bir şey yapacaksanız, işte kızlarım (onlarla evlenin)[*].”

Allah'ın Elçisinin evlilik dışı ilişkiyi onaylaması mümkün olmadığından burada (onlarla evlenin) sözünün gizli emir olarak yer alması zorunludur. Cümleyi yarım bırakmış olması, halkın Lut aleyhisselamı çok bunalttığını gösterir. Bu ayet, din farkının evlenmeyi haram kılmadığını da gösterir. Çünkü Tahrim Suresi 10. ayete göre Lut'un karısı kafirdi ama onun eşi olmaya devam ediyordu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

72. (Melekler, Lût’a:) “Ömrüne andolsun ki onlar (şehvetten) gözleri dönmüş hâlde, sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlar[*] (Bu durumda asla seni dinlemezler)” dediler.

“Hayatın üzerine yemin ederim ki…” Bu ifadenin başında bir “dediler ki:” ifadesi anlam olarak yer alır, yani Melekler Lût Aleyhisselâm’a şöyle dediler: Senin hayatın üzerine yemin ederiz ki, “sarhoşlukları içinde” yani gerek aklı gerekse içinde bulundukları yanlışlıkla senin kendilerine göstermekte olduğun doğruyu birbirinden ayırt etme melekelerini alıp götürmüş olan sarhoşlukları içinde “bocalıyorlardı;” şaşkın durumda idiler. O halde iken nasıl senin nasihatine kulak verebilir, söylediğini kabul edebilirlerdi ki!? (Zemahşeri Tefsiri)

73. Güneş doğarken onları o korkunç ses yakaladı.
74. O kentin üstünü altına getirdik ve üzerilerine de çamurdan pişmiş taşlar yağdırdık.[*]

Lût kavmi, homoseksüellik gibi kötü bir günahı işledikleri için Allah Teâlâ, onlara önce korkunç bir ses duyurmuş, sonra memleketlerinin altını üstüne getirmiş, daha sonra da üzerlerine taş yağdırmıştır ki, bir milletin yok olup tarih sahnesinden silinmesi için bundan daha şiddetli felâket olamaz. (Diyanet Vakfı Tefsiri)

75. Kalıntıları okuyabilenler[*] için bunda kesin ayetler / belgeler vardır.

“Kalıntıları okuyabilen” anlamını verdiğimiz “mütevessim” kelimesi, “bir ize bakarak o izin sahibini tanıyabilen kişi” demektir. Ayette geçen kişiler, o topluluktan geriye kalan izler üzerinde inceleme yaparak bahsedilen toplumun başına gelenleri anlayabilecek olanlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

76. O şehrin kalıntıları hâlâ mevcut olan bir yol[*] üstünde duruyor.

Vaktiyle kuzeydoğusunda Sodom ve Gomore bulunan Ölü Deniz’in kıyısını izleyerek kuzeye, Suriye’ye doğru uzanan Kuzey Hicaz’daki bu yolun varlığı Amerikan Doğu Araştırmaları Okulu (New Haven, Connecticut) tarafından yayımlanan hava fotoğraflarıyla şaşırtıcı bir biçimde doğrulanmıştır. Sözkonusu fotoğraflar, bu eski yolu, Ölü Deniz’in doğu sahillerine az çok paralel bir seyir göstererek kuzeye doğru kıvrılan koyu bir çizgi halinde açıkça göstermektedirler. (Muhammed Esed Tefsiri)

77. İnananlar için, bu cezada alınacak dersler var.
78. Eyke (orman) Halkı[*] da gerçekten zalim kimselerdi.

Hz. Şuayb’ın gönderildiği Medyen halkı ormanlık bölgede yaşadıklarından onlara Eyke halkı denmiştir. “Eyke” sözlük olarak ormanlık alan demektir. Medyen, Filistin ile Hicaz arasında, Kızıldeniz sahiline yakın bir yerdir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

79. Ve bu yüzden onları da hak ettikleri cezaya uğrattık. Gerçek şu ki, sözü geçen her iki [günahkar toplum] da, [bugün dahi] görülebilen bir ana yol üzerinde yaşamaktaydılar. [*]

Yani, birbirlerine komşu bölgelerde yaşayan (bkz. 7. sure, 67. not), akibetleri itibariyle, bir vakitler oturdukları bölgelerden geçen ana yol gibi kolay görülebilir, kolay fark edilebilir bir örnek teşkil eden Hz. Lût ve Şuayb toplumları. (Muhammed Esed Tefsiri)

BÖLÜM 6
80. Yemin olsun, Hicr[*] halkı da gönderilen elçileri yalanladı.

Yani, İslam öncesi çağlarda, Hicaz’ın kuzey ucunda Teymâ’ vadisinin güneyindeki el-Hicr denen bölgede yaşamış olan Semûd kavmi (Muhammed Esed Tefsiri)

81. Kendilerine ayetlerimizi verdik, fakat ondan yüz çevirdiler.
82. Onlar, dağlardan emniyet içinde kalacakları evler oyarlardı.
83. Sabaha girerlerken onları da (o) korkunç ses yakaladı.
84. Sahip oldukları şeylerin, kendilerine hiçbir yararı olmadı.
85. Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında olanları, gerçek varlıklar olarak yarattık. O saat / tekrar dirilip kalkış saati mutlaka gelecektir. Öyleyse sen de bunlara güzel, yeni bir sayfa aç.
86. Kuşkusuz senin Rabbin, evet o, Hallâk’tır; hiç durmadan yaratır ve Alîm'dir; en iyi şekilde bilir.
87. Sana o mesânîden[1*] (birbiriyle ilişkili âyetlerden) yedisini, o muazzam ayet kümesini verdik.[2*]

[1*] Mesânî (مثَانِي), ikişerler demektir. Ayetler, muhkemler yani kısa ve özlü hükümler içerenler ve onların benzeri olup onları açıklayan müteşâbihlerden oluşur. Aralarında ikili ilişki vardır (Zümer 39/23) İşte bu ilişkiyi belirten kelime mesânî’dir.

[2*] Ayette geçen “o mesânîden yedisini, o muazzam ayet kümesini” ifadesi ile yedi ayetlik Fatiha sûresi kast edilmiştir. Bununla ilgili olarak Nebîmizden şöyle bir rivayet nakledilmiştir: “Elhamdulillâhi rabbi’l-âlemîn (Fatiha) bana mesânîden verilmiş yedi ayettir, muazzam ayet kümesidir." (Buhârî, Tefsir, 1; Nesâî, İftitah, 26.) Bu sebeple namazın her rekâtında Fatiha sûresini okumak, Allah’ı, onun en yüce kur’an’ını/ayetler kümesini okuyarak anmak olduğundan oldukça önemlidir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

88. Sakın o kâfirlerden bir kısmına geçici bir zevk olarak verdiğimiz dünya nimetlerine göz dikme! Onların iman etmemelerinden ötürü üzülme ve müminlere kol kanat ger, onları şefkatle koru.[*]

Göz dikilmez, sadece bakış dikilir, yani yöneltilir. Ne var ki, tasvirli ifade tarzı, gözleri dünya nimetlerine dikilmiş bir tabloda tasvir etmektedir. Düşünüldüğünde gerçekten eşsiz bir tablodur bu. Bunun ötesindeki anlam; Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın bir deneme, bir sınama aracı olarak kadın-erkek bazı insanlara bahşettiği nimetlere aldırış etmemesidir. İlgiyle bakmamasıdır. Ya da imrenir gibi bakmamasıdır. Bunlara sahip olmak için yanıp tutuşmamasıdır. Bunlar geçici ve batıl şeylerdir. Kendisinin yanında ise, tekrarlanan yedi ayetli Fatiha ve yüce Kur'an'dan oluşan her zaman kalıcı gerçek vardır.

Bu uyarı, varlıkların yaratılış gerekçesi olan büyük gerçek ile, Hz. Peygambere yapılan büyük bağış, bir de basit, değersiz dünya nimetlerini karşılaştırmak için yeterlidir. Bunun arkasından dünya nimetlerine dalan kavmi bir yana bırakıp, mü'minleri gözetmesine ilişkin Hz. Peygambere yönelik bir direktif yeralıyor. Çünkü mü'minler, onun getirdiği, ayrıca göklerin, yerin ve ikisi arasındaki varlıkların da dayanağı olan gerçeğe uymaktadırlar. Onlar ise; varlıklar aleminin yaratılış planına yabancı bir unsur olan geçici batıla uymaktadırlar.

Uğrayacakları kötü akıbeti dert etme. Biliyorsun ki, yüce Allah'ın adaleti bu akıbeti gerektirmektedir. Kıyamet olayın dayanağı olan gerçek, bu akıbeti belirler. O halde onları gerçek akıbetleri ile başbaşa bırak. (Seyyid Kutub Tefsiri)

89. Ve de ki: "Ben, evet ben, apaçık konuşan bir uyarıcıyım!"
90. (Vahyi sana Biz indirdik), tıpkı (onu önceden) paramparça edenlere indirdiğimiz gibi.[*]

Şayet “indirdiğimiz gibi" ifadesi hangi ifade ile ilişkilidir?” dersen şöyle derim: Bu konuda iki yorum vardır. İlkine göre bu ifade (87. Âyetteki) “Gerçek şu ki sana verdik” ifadesi ile ilişkili olup anlam, “Ehl-i Kitab’a indirdiklerimizin benzerini sana da indirdik” şeklindedir. Bunlar, ‘Kur’ân’ı parçalara ayıran’ parçalayıcılardır; zira düşmanlık ve inatlarından dolayı Kur’ân hakkında “Bir kısmı haktır, Tevrat’a ve İncil’e uygundur; bir kısmı da bâtıldır, bu iki kitaba muhaliftir” demişler; böylece onu hak ve bâtıl diye kısımlara ayırmışlar, onu parçalamışlardır. Onların Kur’ân ile alay ettikleri ve içlerinden kiminin “Bakara sûresi benimdir” dediği, bir başkasının “Âl-i İmrân sûresi benimdir” dediği de söylenmiştir. Ayrıca buradaki kur’ân kelimesi ile okudukları kendi kitaplarının kastedilmiş olması da mümkündür. Zira onlar kendi kitaplarını tahrif ederek kısımlara ayırmışlardır. Yahudiler Tevrat’ın bir kısmını kabul ederken bir kısmını yalanlamakta; Hıristiyanlar da İncillerin bazılarını kabul edip bazılarını yalanlamaktadır. Bu durumda âyet kavminin Kur’ân karşısında yaptıklarından, onu yalanlamalarından, onun için “sihir, şiir, masal” demelerinden ve diğer kâfirlerin de kendilerine gönderilen ilahî kitaplara buna benzer muamelede bulunmalarından dolayı, Hazret-i Peygamber (s.a.)’e bir teselli manevi destek ifade etmektedir. İkinci yoruma göre ise ifade [89. Âyetteki] “‘Ben sadece, apaçık bir uyarıcıyım’ de!” ifadesi ile ilişkili olup anlam, “Kureyş’i, parçalara ayıranların, yani Yahudilerin başına indirdiğimiz azap ile uyar” şeklindedir ki Yahudilerin başına inen azap da Kurayza ve Nadīr oğulları Yahudilerinin başına gelenlerdir. Bu ifadede, olması beklenen şey olmuş gibi değerlendirilmiştir ki bu da Kur’ân i‘câzının bir parçasıdır; çünkü olacak olanın haber verilmesidir ve tam da haber verildiği gibi olmuştur.

Ayrıca “Kur’ân’ı parçalara ayıranlar” ifadesinin (89. âyetteki) “Ben sadece, apaçık bir uyarıcıyım.” ifadesindeki “uyarıcı” kelimesi ile mansup olması, yani anlamın “Kur’ân’ı sihir, şiir , masal gibi parçalara ayrılan kimseleri, daha önce o parçalayıcılara indirmiş olduğumuz azabın bir benzeri ile uyar” şeklinde olması da mümkündür. Bu parçalara ayrılanlardan maksat, Hac mevsiminde gruplara ayrılıp Mekke’nin girişlerini tutan ve gelenlerin Hazret-i Peygamber (s.a.)’e inanmamaları için çalışan, onları imandan nefret ettiren 12 kişidir. Onlardan kimi, “Aramızdan ayrılan / inancımızı terkeden kişiye aldanmayın, çünkü o büyücüdür!” derken kimi “O yalancıdır”, bir başkası ise “O şairdir” demekte idi. Allah Teâlâ da bu kimselerden olan Velîd b. Muğîre, ‘ Âs b. Vâ’il ve es-Esved b. el-Muttalib ve diğerlerini Bedir gününde ve öncesindeki afetlerle helâk etmiştir.

Anlam, “Bir gece baskını ile Sâlih Aleyhisselâm’a kıymayı planlayarak yeminleşmiş olan o [9 kişilik] çeteye indirdiğimiz azabın benzeri ile uyar” şeklinde de olabilir. Bu durumda âyetteki iktisâm kelimesi tekāsüm (yeminleşme/antlaşma) anlamında olur.

Şayet “indirdiğimiz gibi" ifadesinin (87. Âyetteki) ‘Gerçek şu ki sana verdik’ ifadesi ile ilişkili olduğunu düşünürsen, o zaman bu iki ifade arasına ‘O halde, sakın onlardan bazı sınıfları yararlandırdığımız şeylere göz dikme!’ [Hicr 15/88] ifadesinin girmiş olmasının mânası nedir?” dersen şöyle derim: Bu ifade kavminin düşmanlık ve yalanlaması karşısında Hazret-i Peygamber (s.a.)’e bir teselli olduğu için, bu teselli mânasını destekleyecek olan bir ifade, yani onların dünyalıklarına göz dikmeyi ve inkârcılıklarına hüzünlenmeyi yasaklayan, her şeyiyle müminlere yönelmesini emreden ifade araya girmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)

91. Öyle kişilerdi onlar ki Kurân’ı parça parça ettiler; bir kısmına inandılar da bir kısmına inanmadılar.[*]

‘İdîn, “koparılıp ayrılmış, birbiriyle irtibatı kalmamış parçalar” anlamına. Vahyin inkârcı muhataplarının Kur’an’da birbiriyle alâkasız bir sürü şey olduğu, onun muhtevasının “sihir, yalan, hikâye, şiir” gibi birbiriyle bağlantısız ve tutarsız şeylerden oluştuğu iftirasına atıf (Mukâtil; Ferrâ; Taberî). Allah’ın gör dediği yerden bakmayanlar, vahyin maksadını kavrayamazlar. Ona hidayet rehberi olan bir hayat kitabı değil de giriş-gelişme-sonuç bölümleri olan bir kompozisyon gibi bakanların derin yanılgısına işaret. Özetle Kur’an, hayat ve insan kadar sade, hayat ve insan gibi mucize, hayat ve insan kadar karmaşıktır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

92. Rabbin hakkı için, onların hepsini sorguya çekeceğiz!
93. Yapıp ettikleri her şeyden!
94. Sen, emrolunduğun şeyi açıkça bildir ve müşriklere aldırış etme.
95. Alaycılara karşı biz sana yeteriz.
96. Allah ile beraber başka bir ilâh / tanrı edinen kimseler, yakında bilecekler!
97. Söylediklerinden ötürü göğsünün daraldığını biliyoruz.
98. Rabbini övgü ile tesbih et ve secde edenlerden ol!
99. Sana yakîn[*] gelinceye kadar, Rabb'ine kulluk et!

Bilindiği gibi "Yakîn" kelimesi gibi masdar ve sıfat olur. Masdar olduğu takdirde bir şeyi gerçeğe uygun, doğru inanç ile şüphesiz olarak kesin bir şekilde bilmek demektir.

Sıfat olduğu takdirde ise aynı şekilde ilmin veya mefûl mânâsına gelen "fe'îl" olarak bilinen şeyin sıfatı olur. Fakat bu âyetteki "El-yakîn"den maksadın kesin ilim olmadığı açıktır. Çünkü bu durumda Hz. Peygamberin kesin bilgisi yokmuş da gelecekmiş gibi varsaymak gerekir. Böyle bir varsayımın yanlışlığı ise ortadadır. Şu halde buradaki "yakîn"i bazı imansızların yaptığı gibi "kesin bilgi" mânâsına, yorumlamak bir küfür olur. Onun için bütün tefsirciler buradaki in bilinen mânâsına, yani henüz meydana gelmemiş, fakat meydana gelmesi kesinlikle belli olan, o kesin olarak inanılan şey demek olduğunda görüş birliğindedirler. Ancak başındaki Lâm-ı ahd (bilinen bir şeye delalet eden tarif edatı) ile, o bilinen inanılan şeyden maksadın ne olduğu hakkında iki rivayet vardır. Bir görüşe göre bu yakînden maksat, vaad edilen yardımdır, denilmiş. Gerçekten Hz. Peygamber'e, Allah'ın yardımı kesinlikle vaad edilmiş ve "Rabbine yemin olsun ki, onların hepsine soracağız." (Hıcr, 15/92) buyurulduğu üzere sözün gelişi de bunu bildirir. Ancak bu şekilde kastedilen mâna düşürülmek veya maksat, hedefin içine konulmak veyahut gaye için diğer bir hükmün gözetilmesi gerekir ki, bunlar, açıkça anlaşılan mânâya aykırı görünürler.

Tefsircilerin çoğu ise bu "yakîn" den maksadın ölüm olduğunu nakletmektedirler. Çünkü ölüm, her canlı için, en fazla kesin olarak inanılan bir şeydir. Yükümlülük sınırının sonudur. Şüphe yok ki burada ölümün, açıkça zikredilmeyerek "yakîn" deyimi ile anlatılması çok anlamlıdır. Sözün gelişi Hz. Muhammed'i teselli yerinde söylendiği için bunda ölüm açıkça söylenmediği gibi Peygamberin vefatı en yüksek bir hayat gayesi ile anlatılmış, yani Bakara, 2/4) sırrına erişenler için "Allah'ın huzuruna çıkmak", "Allah'ın huzuruna dönmek" emrine kesinlikle inanıldığı için, Hz. Peygamberin vefatı, Allah'ın huzuruna çıkmanın, hakka'l-yakîn (bizzat kesinlikle gerçekleşmesi) demek olduğuna işaret edilmiştir.

Özetle herkes için kesin olarak inanılan ve seni Rabbine hakka'l-yakin kavuşturacak olan ölümden bile çekinmeyerek yaşadığın müddetçe Rabbine ibadet ve kullukta devam etmekle "Sana emredileni, kafaları çatlatırcasına anlat" emrini yerine getir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)