HADİD / DEMİR SURESİ

İniş Sırası: 94 • Mushaf Sırası: 57 • Medeni Sure • 29 Ayettir

İyi bilin ki dünya hayatı, bir oyundur, bir oyalanmadır, bir süstür, kendi aranızda karşılıklı övünmedir, mal ve nesli çoğaltma yarışıdır. Tıpkı o yağmura benzer ki bitirdiği ürün, çiftçilerin hoşuna gider, ama sonra kurur, sen onu sapsarı görürsün, sonra da çerçöp haline gelir. (İşte dünya hayatı da böyledir. Kuruyup çerçöp olan nebatat gibi sonu gelecektir.) Âhirette inkârcılar için (yaptıkları yüzünden) şiddetli bir azap, mü'minler için ise Rableri tarafından bir bağışlanma ve hoşnutluk vardır. Evet, dünya hayatı aldatıcı bir hazdan başka bir şey değildir. Rabbiniz (Sahibiniz) tarafından bağışlanmayı ve genişliği göklerle yerin arası kadar olan Cennet’i elde etmek için yarışın. Orası Allah’a ve elçilerine inanıp güvenenler için hazırlandı. İşte Allah’ın ikramı budur; onu, yapması gerekeni yapan kişilere verecektir. Allah, büyük ikram sahibidir. (Hadid 20-21)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Göklerde ve yerdeki her şey Allah'ı tespih etmektedir.[*] Azîz'dir O; daima üstündür ve Hakîm'dir; doğru kararlar veren O’dur.

Sureye başlarken Kur'an'ın gür sesi işte böyle yükseliyor ve evrenin her köşesi bu sese, yüce Allah'ı noksanlıklardan tenzih ederek cevap veriyor, göklerde ve yerdeki tüm varlıklar bu muhteşem koroya katılıyor. Her açık kalp, faniliğin perdeleri ile örtülü olmayan her kalp bu gür sesi işitiyor.

Bu ayetin sözlerini yorumlamaya, açık anlamlarının gerisindeki esprileri irdelemeye gerek yok. Çünkü bu sözleri söyleyen yüce Allah'tır. Biz şu evrenin yapısını ve niteliklerini yüce Allah'ın bize anlattığından daha iyi bilecek değiliz. Kısacası "Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar Allah'ı noksanlıklardan tenzih eder" o kadar. Bu ifadeye ne bir sözcük ekleyebiliriz ve ne de sözcüklerinden birini çıkarabiliriz. Bu cümleleri ne yorumlayabiliriz ve ne de başka başka anlamlara çekebiliriz. Yapacağımız tek şey şu ana fikri kafamıza işlemektir: Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların birer "ruh"u vardır. Her varlık bu ruhla yüce yaratıcısına yönelmekte ve O'nu noksan niteliklerden tenzih etmektedir. Elimizdeki doğru bilgilere en yakın düşünce tarzı budur. Ayrıca bu düşünce tarzı bazı seçkin kalplerin deneyimleri tarafından da onaylanmıştır. Bu kalpler saf ve pırıltılı anlarında, nesnelerin biçimlerinin ve görüntülerinin gerisindeki saklı gerçekle ilişki kurabildikleri saniyelerde bu düşünce tarzını, bu bakış açısını paylaşmışlardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

2. O’na aittir göklerin ve yerin mülkü; O yaşatır ve O öldürür; her şeye güç yetiren de O’dur.

Göklerdeki ve yerdeki herşey göklerin ve yerin egemeni olan, egemenliğini hiç kimse ile paylaşmayan yüce Allah'ı noksanlıklardan tenzih eder. Bu tenzih eylemi egemenlik altında olandan ortaksız egemene yöneltilmiş bir eylemdir. Can veren de, can alan da o ortaksız egemendir. Yani hayatı da ölümü de O yaratıyor. Her canlı varlığın hem hayat sahnesine çıkışını ve hem de ölmesini O planlamıştır. Sadece O'nun plânladıkları oluyor.

"Hayat" olgusu gerek mahiyeti gerek kaynağı açısından halâ bir sırdır. Hiç kimse onun ne nereden geldiğini ve ne de nasıl geldiğini açıklıyor. Dahası hiç kimse onun özü itibarı ile ne olduğunu da anlayamıyor. Okuduğumuz ayet "dirilik" olgusunu yaratanın yüce Allah olduğunu, yani canlılara hayatı O'nun verdiğini belirtiyor. Kimse bunu inkar ederek başka türlüsünü kanıtlayamaz. Ölüm de öyle. O da hayat gibi, bilgimize kapalı bir sırdır. Hiç kimse onun ne olduğunu bilmediği gibi hiç kimse onu meydana getiremez. Çünkü hayatı vermeyen bir kimse onu nasıl geri alabilsin ki? Bu iki olgu gökler ile yer üzerindeki sınırsız egemenliğin iki göstergesidir, yani göklerin ve yerin sınırsız egemeni can veriyor ve can alıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

3. Evvel'dir O, başlangıcı yoktur; Âhir'dir O, sonu yoktur; Zâhir'dir O, her şeyde belirir; Bâtın'dır O, gözlerden gizlenmiştir.[*] Her şeyi en güzel biçimde bilendir o.

O'dur Evvel, her şeyden önce, başlangıcı yoktur ve her şeyin ilkidir. Çünkü varlıkların hepsinin başlangıcı ve hepsini ortaya çıkarandır. Ve son, hepsinin yok olmasından sonra O, bâkidir "O'nun zâtından başka her şey helak olacaktır..." (Kasas, 28/88), "Yer yüzünde bulunan her canlı yok olacak, ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacak ." (Rahmân, 55/26,27) âyetlerinin ifade ettikleri mânâya göre varlıkların hepsi helak ve fenâya gider ve gidebilir, ancak O, kalır. Bütün yaratıkların, varlık sebepleri ortadan kalkınca esasen helak edilirler ve yok olurlar. Sonra bütün işler ona döndürülür. Binaenaleyh O, hepsinden evvel olduğu gibi, hepsinin gayesi ve varlığın sonudur. Hem de Zâhir ve Bâtın. Zâhir, varlığı her şeyde açıkça görülen demektir. Çünkü her şey O'nun varlığına delildir. Hiçbir şey yoktur ki varlıkta ortaya çıkarken daha evvel O'nun varlığını isbat etmiş olmasın. Mamafih her görüneni de O zannetmemelidir. Çünkü O, âşikâr olmakla beraber gizlidir de. Duygularla hissedilemeyip hayal ile algılanamayacağı gibi, varlığının hakikatı da, akılların idrak ve kavrayışına sığmaktan münezzehtir. Binaenaleyh O'nun için ne yalnız Zâhir ne de yalnız Bâtın diye hükmetmemeli, hükmü, âtıftan sonraya bırakarak "Zâhir ve Bâtın" demelidir. Evvel ve Âhir sıfatları da böyledir. Ebu's-Suud'un da ifade ettiği gibi deki"vâv", bu iki vasfın tamamını önceki ilk vasfa bağlamaktadır. Buna göre hüküm, atıf yapmadan (vav ile bağlamadan) önce olabilirse de "ve'l-Âhir" ile "ve'l-Bâtın" sıfatlarında hüküm, atıf yapıldıktan sonradır. Ancak hepsinde de hükmü atıftan sonraya bırakmak daha doğrudur. Çünkü "hüve" zamiri "Allah" ismine aittir. Allah ismi ise, bütün isim ve sıfatların derecelerinin toplamıdır. Halbuki birçokları bu konuda gaflete düşerek vahdet-i vücûd (varlığın birliği) adına hatalara düşmektedirler. Ve O her şeyi bilicidir. Şu halde kendini de bilir. Bâtın ismine bakarak Allah'ın, kendine de gizli olduğu zannedilmemelidir. Zira bu ifade yani "O, her şeyi bilicidir." sözü, söz konusu şüpheyi ortadan kaldırmaktadır. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

4. Gökleri ve yeri altı evrede yaratan, sonra bütün bunları hâkimiyeti altına alan O'dur. Toprağa gireni de, topraktan çıkanı da, gökten ineni de, göğe yükseleni de O bilir. Nerede olursanız olunuz O, sizinle beraberdir. Allah yaptığınız her şeyi görmektedir.[*]

Bu ayetlerde şu gerçekler sıralanıyor: Yüce Allah gökleri ve yeri yarattı. Arş a kuruldu ve tüm yaratıklara egemen oldu. Yaratmış olduğu nesneleri ayrıntılı ve somut biçimde bilir. Herkes nerede olursa olsun, O onunla beraberdir. Her şeyin tek dönüş mercii O'dur. Varlıkların özü O'nun her yere sızan tasarrufu altındadır. Gizli bilgisi kalplerin en saklı duygularından haberdardır.

Bütün bu gerçekler o ilk gerçekten türemiştir, O'nun doğal uzantılarıdır. Fakat bu gerçeklerin söz konusu evrensel sahnede sunulması, insan kalbine yönelik etkilerine ve mesajlarına güç kazandırır. Gökler ile yeryüzü iri hacimleri ile, görkemleri ile, uyumlulukları ile, güzellikleri ile, ince düzenleri ile, hareketlerinin disiplini ile, görüntülerinin sürekliliği ile kendilerini izleyen insan kalbine hayranlık duygusu aşılarlar. Bunların yanı sıra bu uzay cisimleri tıpkı insan kalbi gibi yüce Allah'ın yaratıklarının bir bölümüdürler. O halde insan kalbi ile bu yaratıklar arasında aile bağı ve akrabalık tanışıklığı vardır. Bu yaratıklar kendilerini izleyen, seslerini işiten ve sempati ile kavrayan insan kalbinin tellerini dolaysız namelerinin melodileri ile titretirler. Bu yaratıklar, insan kalbine şöyle derler: "Bizi yaratan Allah, senin de yaratıcındır. Biz yaratıcımızı noksanlıklardan tenzih ediyoruz, sen de O'nu noksanlıklardan tenzih et. Biz varlığımızın gerçekliğini yaratıcımızın varlığından alıyoruz, sen de öylesin. O halde ortada önem verilmeye değer tek gerçek yüce Allah gerçeğidir."

Ayette geçen "altı gün"ün ne olduğunu yüce Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Bizim bildiğimiz "gün"ler yerkürenin kendi ekseni çevresinde ve güneş etrafında dönmesinden meydana gelen izdüşümleridir. Bu günler güneşin ve yerkürenin yaratılışından sonra ortaya çıkmışlardır. O halde yüce Allah'ın gökleri ve yerküreyi yaratırken hesap birimi olarak kullandığı günlerin aynileri değildirler. Biz bu günlerin ne olduğunu yüce Allah'ın bilgisine bırakıyoruz. O eğer isteseydi, onlar hakkında bize bilgi verirdi.

"Arş" da öyle. Biz buna yüce Allah'ın tanıttığı biçimi ile inanıyoruz, fakat ne olduğunu bilemeyiz. "Arş'a kurulmak (istiva)" meselesine gelince bu deyimin varlıklar bütüne egemen olmanın dolaylı (kinayeli) bir anlatımı olduğunu söyleyebiliriz. Böyle derken Kur'an'ın bize öğrettiği şu kesin ilkeye dayanıyoruz: Yüce Allah durum değişikliğine uğramaz. Buna göre bir zamanlar Arş'a kurulmamış durumdayken daha sonra Arş'a kurulmuş olması düşünülemez. Bizim "Arş'a kurulma (istiva)" olgusuna inandığımızı, fakat bunun nasıl olduğunu bilmediğimizi söylememiz ayette "Arş'a kuruldu (istiva etti)" sözünün ne anlama geldiğini açıklamaz. En doğrusu az önce dediğimiz gibi bu sözün mutlak egemenliğin dolaylı bir anlatımı olduğunu söylememizdir. Bu yorum bizi az önce işaret ettiğimiz yöntemin dışına çıkarmaz. Çünkü dile getirdiğimiz bu yorum kendi kafamızın ürünü olan bilgilerden ve düşüncelerden kaynaklanmıyor; tersine Kur'an'ın kendisinin açıklamalarına ve yüce Allah'ın zatı ile sıfatlarına ilişkin doğru düşüncelerin sonuçlarına dayanıyor.

Yüce Allah'ın yaratıcılığını, mutlak egemenliğini ve geniş kapsamlı bilgisini vurgulayan bu tanınmanın arkasından insan kalbini etkilemeyi amaçlayan son derece çarpıcı bir tasvirle yüz yüze geliyoruz. Bu somut tabloda şu uçsuz bucaksız evrende araştırma amaçlı bir geziye çıkılıyor. Evrenin kesintisiz, sürekli hareketliliği gözler önüne seriliyor. Burada bize sadece soyut bilgi verilmiyor, sadece gerçekleri kavramsal düzeyde öğrenmemizle yetiniliyor. Tersine bakışlarımız önünde son derece duygulandırıcı ve etkileyici bir tablo canlandırılıyor. Bu tablonun etkileri vicdanımızı dolduruyor, kalplerimizin çarpıntılarına ivme kazandırıyor, düşüncemizin çırpınışları ve hayalimizin akrobasileri ile iletişim kuruyor. Okuyoruz:

"O yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten inen ve oradan yükselen her şeyi bilir."

Her an yeraltına sayısını ve türlerini yalnız yüce Allah'ın bildiği nice canlı ve cansız varlıklar giriyor ve her an yine sadece yüce Allah'ın türünü ve sayısını bildiği nice canlı ve cansız varlıklar yeryüzüne çıkıyor. Her an gökten nice yağmurlar, ışınlar, meteorlar, gök taşları, melekler, kaderler ve sırlar gökten yere inerken yerden göğe sayılarını sadece yüce Allah'ın bildiği nice görünür-görünmez varlıklar yükseliyor. Okuduğumuz ayet işte bu sürekli ve kesintisiz harekete, her hesaba sığmaz önemli olaylara işaret ediyor. İnsan kalbi, bu ayetin etkisi ile yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten inen ve oraya yükselen varlıklar konusunda sürekli dikkat kesiliyor, bu hareketleri ve olayları gerek inişleri ve gerekse çıkışları sırasında izleyen yüce Allah'ın kapsamlı bilgisi konusunda uyanıklık kazanıyor.

İnsan kalbi gerek o dikkati ve gerekse bu uyanıklığı sırasında yüce Allah ile birlikte yaşıyor, yerinde dururken yüce Allah'ın egemenlik alanında geziye çıkıyor, evrenin engebelerini ve varlık aleminin köşelerini-bucaklarını bir yandan duyarlılık ve şeffaflıkla, öbür yandan ürperti, dehşet ve hayranlıkla dolaşıyor.

İnsan kalbi dikkat kesilmiş yeri ve gökleri izlerken bir sonraki ayet onu ansızın kendine döndürüyor, özünden tutuyor. Bir de bakıyor ki, yüce Allah yanı başındadır, ona bakıyor, onu süzüyor, davranışlarını son derece yakından izliyor.

"Nerede olursanız O sizinle beraberdir."

Bu söz gerçek anlamında söyleniyor. Yani "kinaye" ya da "mecaz" anlamı değildir kastedilen. Gerçek yüce Allah her yerde, her zaman her şeyin ve herkesin yanındadır. Yapılan her hareketten haberdardır, kullarını gözler. Eğer insan kalbi bu gerçeği somut biçimde kavrarsa son derece müthiş bir gerçek olduğunu derhal anlar. Bu gerçek bir yandan ürpertici, bir yandan da ürkekliği gidericidir. Yüce Allah'tan duyulan korkuyu somutlaştırdığı için ürpertici, buna karşılık yüce Allah'a yakınlığın okşayıcılığını hissettirdiği için ürkekliği giderici, ferahlatıcıdır. Bu gerçek tam anlamı ile kavranırsa insan kalbini tek başına arındırıp yüceltebilir, ondaki bütün yeryüzü kaynaklı endişeleri dışarı atarak tek başına onların yerini alabilir. Onu sürekli biçimde çekingenlik ve korku halinde tutarak hayatın her türlü kirinden ve lekesinden uzakta kalmasını sağlayabilir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

5. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'na aittir. Her işin sonu Allah'a varır.[*]

Yukarıdaki ayette bu gerçek, yüce Allah'ın can vericiliği, öldürücülüğü ve sınırsız gücü ile bağlantılı olarak gündeme gelmişti. Şimdi burada ise her işin sonunun Allah'a döneceği gerçeği ile bağlantılı olarak karşımıza çıkıyor. Gerçekten her işin sonunun sonunda Allah'a varacağı gerçeği, yüce Allah'ın göklere ve yeryüzüne egemen olduğu gerçeğine sıkı sıkıya bağlıdır ve bu gerçeğin özünün tamamlayıcısıdır.

Bu gerçeğin bilincine varmak, insan kalbini herhangi bir işin başında da sonunda da yüce Allah'tan başkasına yönelmekten korur, onu yüce Allah'tan başkasından bir şey beklememeye sevk eder, bir iş yaparken sadece yüce Allah'ın denetimini hissetmesini sağlar, onu gizli-açık her davranışında yüce Allah'a erdirecek yolda tutar; hareketleri, duruşları, çarpıntıları ve fısıltıları bu amaca yönelik olur. Yüce Allah'tan kaçıp başka yere sığınılamayacağını, O'nun dergâhından başka güvenli bir korunak bulamayacağını hiç aklından çıkarmaz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

6. O, gündüzü kısaltarak geceyi uzatır ve geceyi kısaltarak da gündüzü uzatır. Ve O, kalplerde olanı eksiksiz bilir.[*]

Gecenin gündüze geçmesi ve gündüzün geceye geçmesi sürekli bir oluşum olduğu gibi aynı zamanda zarif, incelikli bir harekettir. Bu ifadenin anlamı ister günün bir bölümünü kırpan gecenin uzaması ve gecenin bir bölümünü kırpan günün uzaması olsun, isterse güneşin batışı sırasında gecenin güne karışması olsun, anlatılan hareket incelikli ve zarif bir harekettir. Yüce Allah'ın bilgisinin kalplerin özüne yönelik hareketi de işte böylesine gizli ve fark edilmezdir. "Kalplerin özü" demek, kalpte bulunan, oradan ayrılmayan, oranın dışına çıkmayan sırlar demektir.

Yüce Allah'ın elinin sessiz bir hareketle geceyi gündüze, gündüzü de geceye dönüştürdüğüne ilişkin bilinç, insan kalbinde ince bir düşünce coşkusu ve uçarı bir duyarlılık uyandırır. Yüce Allah'ın kalbin özünden kalbin kuytu köşelerinde saklı duran duygulardan haberdar olduğu, bilgisinin fark edilmez kımıldamaları ile bu gizlilikleri kuşattığı yolundaki bilinç de kalpte aynı etkiyi meydana getirir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

7. Allah'a ve Elçisine inanın, sizin tasarrufunuza bıraktığı şeylerden infak[*] edin. Sizden inanan, infak eden kimselere büyük bir mükafat vardır.

Sözlükte “tükenmek, tamamlanmak, son bulmak” mânasındaki nefk kökünden türetilen infâk “bitirmek, yok etmek; yoksul düşmek” gibi anlamlara gelirse de daha çok “para veya malı elden çıkarmak” mânasında kullanılmaktadır. Dinî-ahlâkî bir terim olarak genellikle “Allah’ın hoşnutluğunu elde etme amacıyla kişinin kendi servetinden harcama yapması, muhtaçlara aynî ve nakdî yardımda bulunması” demektir. (TDV İslâm Ansiklopedisi, İnfak maddesi) (Onur)

***

Müslümanlara hitap eden âyetin “iman edin” demesinin, infakla doğrudan bir münasebeti vardır. Zira îman edip infak etmemek, Allah’a inanıp da O’na güvenmemek gibidir. Kur’an üç şeyi “Allah yoluna” nisbet eder: İnfak, cihad ve hicret. Müslüman tasavvurunda infak üç temele dayanır: 1) Mülk Allah’ındır. 2) İman Allah’a güvendir. 3) Servet insana emanettir. Servet ata benzer; sırtına binerseniz siz ona sahip olursunuz, sırtınıza binerse o size sahip olur. Vahyin infak konusundaki tavsiyesi üçtür: 1) Bollukta da darlıkta da infak et (3:134). 2) Sevdiğinden ver (2:177). 3) Gizlice de açıktan da ver (13:22). İnfakın âdâbı üçtür: 1) Allah için verdiğini çok görmemek (74:6), 2) Hadisin ifadesiyle “kusmuğunu yalayan köpek” durumuna düşmemek, 3) Başa kakmamak (2:262-264). Zımnen: Allah için vermek, vermek değil almaktır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

8. Elçi sizi Rabbinize inanıp güvenmeye çağırdığı hâlde niçin Allah’a inanıp güvenmiyorsunuz? İnanıyorsanız o, sizden kesin bir söz de almıştı.[*]

Anlam şöyledir: Peygamber sizi imana çağırdığı, bu konuda sizi uyardığı, her türlü delil ve kanıtı seslendiren Kitab’ı size okuyup durduğu, üstelik iman edeceğinize ilişkin Allah sizden söz aldığı hâlde iman etmeme konusunda ne mazeretiniz olabilir ki!? Allah’ın söz alması; sizi akılla donatması, gözlerinizin önüne deliller sermesi, tefekkür imkânı vermesi ve her türlü bahanenizi ortadan kaldırmasıdır. Bunca aklî delil ortada iken, Peygamber de sizi uyardıktan sonra hiçbir bahaneniz kalmadığı hâlde neden iman etmiyorsunuz?! (Zemahşeri Tefsiri)

9. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna açık açık ayetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah Raûf'tur; çok şefkatli, Rahîm'dir; ikramı boldur.
10. Allah yolunda harcama yapmanıza engel ne var ki?.. Göklerin ve yerin mirası zaten Allah'ındır. Sizin, Fetih'ten önce infakta bulunan ve çarpışmaya gireniniz, bunu yapmayanlarla aynı değildir. Onlar, derece yönünden Fetih'ten sonra infakta bulunup çarpışmaya girenlerden çok daha üstündür. Allah hepsine güzellik vaat etmiştir. Allah, işleyip ürettiklerinizi en iyi biçimde haber almaktadır.[*]

İslam inancı ağır baskılar altındayken, taraftarları az sayıdayken; ufukta çıkar, mevki ve servet belirtileri yokken mal harcayanların ve savaşanların fedakârlıkları, güvenli günlere kavuşulduktan, yeni dinin taraftarları çoğaldıktan; zafer, üstünlük ve başarı elle tutulur yakınlığa geldikten sonra mal harcayanların ve savaşanların fedakârlıkları ile aynı değerde değildir. Birinci grubu oluşturan öncülerin fedakârlıklarında tek etken doğrudan doğruya yüce Allah'a bağlılıktır. Bu fedakârlık her türlü kuşkudan yüzde yüz uzaktır. Sadece Allah'a duyulan köklü güvenin ve bağlılığın eseridir. Her türlü dış beklentiden ve yakın vadeli hesaptan tamamen uzaktır. İnanca bağlılıktan başka hiçbir dayanağı, hiçbir özendirici unsuru yoktur. Oysa ikinci grubu oluşturan müslümanların yaptıkları fedakârlıkların yardımcı ve özendirici faktörleri vardır. onlar da ilk gruptakiler kadar temiz niyetli ve içtenlikli olsalar bile aralarında bu açıdan büyük fark vardır.

Nitekim İmam-ı Ahmed'in Ahmed b. Abdülmelik, Zübeyr ve Humeyd Tavil kanalı ile verdiği bilgiye göre sahabilerden Hz. Enes diyor ki: "Birgün Halid b. Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında tartışma çıktı. Tartışma sırasında Halid, Abdurrahman'a `Eski günlerdeki hizmetlerinizi öne sürerek bize karşı üstünlük taslıyorsunuz' dedi. Duyduğumuza göre bu söz Peygamberimizin kulağına varınca şöyle buyurdu:

"Sahabilerimi bana bırakın, onlara ilişmeyin. Nefsimi elinde tutan Allah adına yemin ederim ki, eğer siz Uhud dağı - ya da dağlar- kadar altın harcasanız onların yaptıkları bağışların derecesine eremezsiniz." ( Bu hadisten anlaşılıyor ki, Peygamberimizin kendilerine dil uzatılmasını sık sık yasakladığı "sahabilerinin" özel bir anlamı vardır. Bu sahabiler işte o ' `öncü" müslümanlardır. Çünkü Peygamberimiz çevresindekilere, yakınında yer alanlara "benim sahabilerime ilişmeyin" dediğine göre bu sözü ile özel bir sahabi kesimini kastettiği ortaya çıkıyor. Nitekim bir defasında Hz. Ebu Bekir'i kastederek "Benim dostuma, (sahabime) ilişmeyin" buyurmuştu.)

Öte yandan Buharî'nin verdiği bilgiye göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Sahabilerime dil uzatmayın. Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, içinizden biri Uhud dağı kadar altını Allah yolunda harcasa onlardan birinin bir dirhemlik bağışının, hatta onun yarısının derecesine eremez."

Bu iki grup müslüman mücahidin yüce Allah'ın terazisindeki değerleri belirlendikten sonra her iki gruba da ödüllerin en güzelinin verileceği açıklanıyor. "Bununla birlikte Allah her iki gruba da en güzel ödülü vadetmiştir." Çünkü aralarındaki derece farkına rağmen her iki grup da iyi iş yapmıştır. Gerek bu iki grup arasındaki derece farklılığı ve gerekse her iki gruba en güzel ödülün verilmesi, yüce Allah'ın onların durumlarını değerlendiren bilgisine, davranışlarının arkasındaki niyetlerine ve amaçlarına ilişkin gözlemine ve yaptıkları işin içyüzünden haberdar oluşuna dayanır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 2
11. Allah’a güzel bir borç verip de, kendisine kat kat fazlasıyla geri ödeyeceği bahtiyarlar kimlerdir?[*] Ayrıca böylelerini, tarifsiz güzellikte bir ödül beklemektedir.

Zımnen: Allah için karşılıksız harcamada bulunan, O’na borç vermiş gibidir (Bkz: 18. âyet; Krş: 2:245). Burada “borç” değil “güzel borç”tan söz ediliyor. Bunun için veren içinden gelerek verecek, verdiğini hissettirmeyecek, Allah’a zaten borçlu olduğunu unutmayacak, verip başa kakmayacak ve verip karşılık beklemeyecektir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

12. Mü'min erkeklerle mü'min kadınların (iman ve iyi amelleriyle kazandıkları) nurlarının, önlerinden ve sağlarından (aydınlatıp) gitmekte olduğunu göreceğin gün kendilerine şöyle denir: “Bugün size müjdelenen şey içlerinden ırmaklar akan, yerleşip mesken edineceğiniz cennetlerdir.” İşte bu, büyük bir kurtuluştur.[*]

Bu sahne gerek ana çizgileri ile gerek ayrıntıları ile kıyamet sahneleri arasında yeni ve orijinal bir sahnedir. Sahnenin önce dekoru ve figürleri hareketli çizgilerle belirleniyor, arkasından diyaloglarla bu dekorlara ve figürlere canlılık kazandırılıyor. Biz, şimdi Kur'an'ın bu ayetini okuyarak o görkemli sahneyi izliyoruz. İşte şimdi mümin erkek ve kadınlar gözlerimizin önünden geçiyorlar.

Fakat o ne? Onların önleri ve sağ yanları sıra okşayışı ve her şeyi delip geçebilen bir ışığın yayıldığını görüyoruz. Bu onlardan gelen ve önleri sıra yayılan kendi nurlarıdır. İşte şu insan karaltıları parlıyorlar, ışıklanıyorlar ve nur saçıyorlar. Bu nur yayılıyor ve onun sayesinde sahipleri önlerini ve sağ yanlarını net bir biçimde görebiliyorlar. Bu nur, yüce Allah'ın kendilerini karanlıklardan çıkaran nurudur. Bu nur onların ruhlarından kaynaklanan ve balçık kökenli bedenlerinin karaltısını bastıran nurdur. Kim bilir, belki de bu nur yüce Allah'ın evrenin ve evrendeki canlı- cansız tüm varlıkların yaratılış özünü oluşturan ışıktır da kendisini öz varlıklarından gerçekleştirmiş olan şu bahtiyarların vücudlarında öz niteliği ile ortaya çıkmıştır. (Günümüzde bilim adamlarının söylediklerine göre evrenin özü ışıktır. Işık ta atomlardan oluşmuştur. Atomda aslında radyasyondan, ışık zerreciklerinden başka bir şey değildir. Bu teori doğru olma ihtimali en güçlü teori olabilir. Çünkü Kur'an'ın verdiği bilgiler ile aynı doğrultudadır.)

Sonra, işte, yüce Allah'ın bu bahtiyar müminlere yönelik onurlandırıcı müjdesini kendi kulaklarımızla işitiyoruz:

"Müjdeler olsun ki, altlarından ırmaklar akan ve içlerinde sürekli kalacağınız cennetler sizi bekliyor. İşte büyük başarı budur." (Seyyid Kutub Tefsiri)

13. Münafık erkeklerle münafık kadınların, iman edenlere, “Bize bakın ki sizin ışığınızdan biz de aydınlanalım” diyecekleri gün kendilerine, “Arkanıza (dünyaya) dönün de bir ışık arayın” denilecektir. Derken aralarına kapısı olan bir sur çekilir. Bunun iç tarafında rahmet, onlar (münafıklar) tarafındaki dış cihetinde ise azap vardır.[*]

Fakat sahne, bu orjinal ve gönül okşayıcı görüntüyü sunmakla yetinmiyor. Bir köşede münafık erkek ve kadınların karaltıları gözlerimize ilişiyor. Çaresiz ve şaşkın aynı zamanda aşağılanmış ve yüzüstü bırakılmışlardır. Mümin erkek ve kadınların eteklerine yapışmış, yalvarıyorlar.

"O gün erkek-kadın bütün münafıklar, müminlere `Bize doğru bakın da yüzünüzün nurundan alalım' derler."

Çünkü mümin erkek ve kadınlar baktıkları tarafa o gönül okşayıcı ve engel tanımaz nuru yayıyorlar. Fakat dünyadaki hayatlarını tümü ile karanlıklar içinde geçirmiş olan münafıkların şimdi bu nurdan ışık almaları olacak şey mi? Nitekim nereden geldiği belli olmayan bir ses onlara şöyle haykırır:

"Fakat onlara `Geldiğiniz yere dönün de nuru orada arayın' diye seslenilir." Açıkça belli ki, bu meçhul sesin amacı onları alaya almaktır, kendilerine dünyadaki iki yüzlülüklerini, karanlıklarda kotardıkları düzenbazlıkları hatırlatmaktadır. Geriye, dünyaya dönünüz, çalışma yurduna geri gidiniz. Çünkü nurun, yoğun aranacağı, elde edilebileceği yer orasıdır, orada yapılacak olan olumlu işlerdir. Oraya dönünüz, bugün nur kazanma, ışık elde etme günü değildir.

Bu konuşmaların hemen arkasından müminler ile münafıkların arasına perde geriliyor. Gerçi bu iki kesim dünyada karışık yaşıyorlardı, aynı toplumda bir arada barınıyorlardı, ama bugün öyle değil, bugün safları ayırma, kampları belirleme günüdür.

"Bu sırada aralarına kapısı olan bir duvar çekilir. Bu duvarın gerisinde rahmet ve dış tarafında azap vardır." (Seyyid Kutub Tefsiri)

14. (Münafıklar) mü'minlere şöyle seslenecekler: “Biz de (dünyada) sizinle beraber değil miydik?” (Mü'minler de) diyecekler ki: “Evet, fakat sizler (münafıklık ederek) kendinize yazık ettiniz. Başımıza musibetler gelmesini gözlediniz, daima şüphe içinde yaşadınız. Allah'ın (ölüm) emri gelinceye kadar kuruntular sizi aldattı. O çok aldatıcı (şeytan) Allah hakkında da sizi yanılttı.”[*]

Anlaşılan bu duvar görmeyi engelliyor, ama sesin geçişini önlemiyor. Çünkü, işte, şu anda münafıkların müminlere "Dünyada sizinle birlikte değil miydik?" diye seslendiklerini işitiyoruz. Yani niye birbirimizden ayrılıyoruz? Dünyada sizinle bir arada, aynı toplumda yaşamıyor muyduk? Üstelik burada yeniden dirildikten sonra da aynı meydanda toplanmanmış mıydık? Müminler, münafıklara "Evet" derler, durum dediğiniz gibi idi, "Fakat siz kendiniz eğri yola saptınız." Kendinizi doğru yoldan çıkardınız, "hep komplo peşinde koştunuz." Katıksız "iyi"yi seçmeye yanaşmadınız, "kuşku duydunuz" kararlı bir biçimde iyilik yoluna koyulamadınız, "asılsız kuruntulara kapıldınız", zig zag çizerek, müminler ile kafirler arasında mekik dokuyarak, değneğin her iki ucunu da avuçlarınızın içine alarak kazanacağınızı, istediğinizi elde edeceğinizi sandınız, "Sonunda Allah'ın emri gelince öldünüz", böylece her şey bitti, "O yaman ayartıcı (şeytan) sizi Allah'ın affediciliğine güvendirerek baştan çıkardı." Şeytan içinize çeşitli ihtiraslar ve olmayacak kuruntular aşıladı. (Seyyid Kutub Tefsiri)

15. Artık bugün, ne sizden ne de kâfirlerden kurtuluş akçesi kabul edilmez. Son durağınız ateştir ve tek can dostunuz da odur: o ne kötü varış yeridir.[*]

Belki de bu ses yüceler aleminden geliyor, doğrudan doğruya yüce Allah'tır münafıklara bu tebligatı yapan.

Eğer bu sahneyi sanatsal uyum açısından gözden geçirirsek burada "nur" motifinin seçilişinin son derece anlamlı ve özel amaçlı olduğunu görürüz. Çünkü sahnenin konusu münafık erkek ve kadınlardır. Bunlar asıl niyetlerini saklarlar, dışa karşı aslında olduklarından başka türlü görünürler, sürekli olarak iki yüzlülüğün, düzenbazlığın ve kirli işlerin karanlık dehlizlerinde yaşarlar. "Nur" ışık ise gizliyi meydana çıkarır, saklanan sırları açığa vurur. Üstelik "nur" görüntüsü, münafıkların karanlık ve köreltici sayfalarının karşısındaki parlak sayfayı oluşturur, yani sahneye "karşıtlık" motifi kazandırır. Buna göre "nur" görüntüsü, bu büyük sahneyi ışıklandıracak en yerinde motiftir. Münafıklar, kara vicdanlarına ve gizli-kapaklı komplolarına uygun düşen karanlıklar içinde debelenip dururlarken müminlerin önleri ve sağ yanları sıra aydınlık saçacak en uygun kaynak ancak bu kutsal "nur" olabilir.

İmdi, hangi kalp kıyamet günü ortaya çıkacak olan bu nura sahip olmak için can atmaz? Hangi kalp bu duyguları alevlendirici ve derin etkili mesajlar karşısında Allah yolunda mal harcama çağrısına kulak asmaz?

İşte Kur'an kalpleri böylesine ısrarlı ve sürekli vurgularla tedavi eder. Onların yapısal özelliklerini, giriş-çıkış yollarını, nelerden etkilendiklerini, hangi uyarılara olumlu reaksiyon gösterdiklerini iyi bilir ve onlara bu sağlamca bilginin beslediği uzmanca çağrıları yöneltir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 2
16. Kendini inanıp güvenmiş (mümin) sayanların[1*] kalplerini, Allah’ın Zikrine (Kitabına) ve o gerçekten süzülen hikmetlere[2*] bağlamalarının zamanı gelmedi mi? Sakın daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar; üzerlerinden uzun zaman geçmişti de kalpleri katılaşmıştı. Onların çoğu yoldan çıkmıştır.

[1*] Buradaki âmenû آمنوا fiili if’al babındandır. Bu bab fiile vicdan=bulma anlamı da yüklediğinden ayete “vecedû enfusehüm muminîne” anlamı verilmiştir.

[2*] Buradaki el-hak kelimesi Allah’ın zikrini yani Kur’an’ı gösterir. Ondan inen de Kur’an’dan süzülen hikmet olur. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: “O, indirdiği kitap ve hikmet ile size öğüt vermektedir”(Bakara 2/231) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

İlk ayette yüce Allah'ın müminlere yönelttiği bir sitemle karşılaşıyoruz. Bu sitemin gerekçesi müminlerin, Allah'ın istediği tam anlamlı arınmışlık düzeyine ulaşmada geç kalmaları, bu yoldaki çabalarını ağırdan almalarıdır. Oysa Allah bu kalplere lütfunu gürül gürül akıtmış, onlara kendilerini Rabb'lerine imana çağıran Peygamberini göndermiş, bu Peygambere karanlıklardan aydınlığa çıkarmayı amaçlayan açık ayetler indirmiş, bunların yanı sıra onlara evrendeki ve yaratıklar alemindeki göz açıcı ve uyarıcı bazı ayetlerini sunmuştur.

Fakat bu sitemde sevgi vardır, özendirme vardır, yüce Allah'ın ululuğunun bilincine varmayı kamçılama vardır. Sitemin gölgesi altında müminlerden Allah'ı saygı ile anmaları isteniyor; indirmiş olduğu "hak" içerikli mesajı, bu niteliğe yaraşır bir saygı, bir ürperti, bir itaat ve teslimiyet yaklaşımı ile algılamaları bekleniyor. Ama ayetin soru üslubundan paylama ve geç kalınmış olmayı yadırgama kokusunu almamak mümkün değildir. Şimdi ayeti okuyalım:

"Allah'tan gelen öğütlerin ve O'nun indirdiği gerçeğin etkisi ile müminlerin kalplerinin yumuşayacağı, ürpereceği gün halâ gelmedi mi?"

Görülüyor ki, bu ayette, müminlere bir yandan geç kaldılar diye sitem edilerek tempolarını hızlandırmaları istenirken bir yandan da geç kalmanın, görevi ağırdan almanın akibeti konusunda uyarı yöneltiliyor. Orada anlatılmak isteniyor ki, eğer kalplerini uzun süre silmez, parlatmaya çalışmazlarsa pas bağlarlar; eğer Allah'ı anma görevini ihmal ederler, hakka saygı ile sarılma titizliklerini yitirirlerse vaktiyle yumuşak olan kalpleri zamanla katılaşarak taş kesilir.

"Müminler, daha önce kendilerine kutsal kitap verilenler gibi olmasınlar. Uzun zaman geçince onların kalpleri katılaştı ve çoğu yoldan çıkmış kimseler oldu."

Kalp katılaşmasını, mutlaka davranış bozukluğunun ve yoldan çıkmışlığın izleyeceğini iyi bilmek gerekir.

Gerçek şu ki, insan kalbi çok çabuk değişir, çabuk unutur. Daha şimdi şeffaf, parlak ve ışıkla dolup taşarken, ışınlar gibi havada süzülürken hatırlatmasız ve hatırlamasız geçen uzun bir zamanın sonunda bir de bakarsınız ki, körelmiş, kaskatı kesilmiş, ışığı sönmüş, kararmıştır. Bu kalbi mutlaka uyarmalı ki, hatırlasın ve ürpersin. Bir yolunu bulup içine girmek gerekir ki, incelsin, şeffaflaşsın. Körelmemesi için, katılaşmaması için sürekli biçimde uyanık tutulması gerekir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

17. İyi düşünün ki Allah, bütün yeryüzünü bile ölümünden sonra diriltiyor; (gevşeyen ve uyuklayan gönülleri de böylece diriltebilir).[*] Zaten aklını çalıştıran, zihnini işleten kimseler için bu canlanmayı gerçekleştirecek âyetlerimizi iyice açıklamış bulunuyoruz.

Bir önceki âyette işaret edilen gevşemenin nasıl izale edileceğini gösteriyor. Kur’ân âyetleri, iyice dinleyenleri harekete geçirmeye, âdeta yeniden doğuş gerçekleştirmeye kefildir. Böyle yapılırsa Kur’ân’ın feyziyle, âleme yeni yeni hayatlar yayılabilir. Bunun başlıca yollarından biri Allah yolunda harcama olduğundan, müteakip âyet, bu işi yapanları teşvik edip sena ediyor ve mükâfatlarını müjdeliyor. (Suat Yıldırım Tefsiri)

18. Sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar ve Allah'a güzel bir ödünçle ödünç verenlere kat kat fazlası geri ödenecek ve değerli bir mükafat kazanacaklardır.[*]

"Sadaka veren erkekler ve kadınlar" sadakalarını alanlara üstünlük taslamazlar. Zaten onların insanlarla bir alış- verişleri yoktur. Onlar yüce Allah'a borç veriyorlar, alış-verişleri doğrudan doğruya O'nunladır. Sadaka verenin aslında zengin ve övülmüş yüce Allah'a borç verdiği, evrenin sahibi ile alış-veriş ilişkisi kurduğu, verdiğini ilerde kat kat fazlası ile geri alacağı, bunun yanısıra onurlandırıcı bir ödülle ödüllendirileceği duygusu kadar sadaka vermeyi etkili ve derinlikli biçimde özendirecek başka bir yaptırım düşünülebilir mi? (Seyyid Kutub Tefsiri)

19. Allah’a ve elçilerine inanıp güvenenler, Rableri katında özü sözü doğru ve şahit sayılacak kimselerdir. Onların hem alacakları ödül hem de ışıkları (nurları) vardır.[*] Ayetlerimiz karşısında yalan yanlış şeylere sarılarak ayetleri görmezlikten gelenler ise cehennem ahalisidir.

Bu kural islam dininin bir özelliğidir, bir ayrıcalığıdır. Bu din bütün insanlara açık bir yol, herkesin gözünü dikebileceği bir ufuktur. Bu dinin makamları hiç kimsenin tekelinde değildir. Bu dinde belirli kimselere tanınmış özel ayrıcalıklar yoktur. Kim çalışırsa, başka hiçbir yan desteğe muhtaç olmaksızın, en yüksek derecelere erebilir. Bu dinde dokunulmaz makamlı grupların ve sosyal sınıfların yeri yoktur.

İmam-ı Malik'in Safvan b. Selim, Ata b. Yesar ve Ebu Said el-Hudrî kanalı ile "Muvatta" adlı eserinde verdiği bilgiye göre Peygamberimiz birgün "Normal cennetlikler üstlerindeki cennet köşklerinin sakinlerine, tıpkı sizin doğu ya da batı ufkundan geçen bir yıldıza baktığınız gibi bakarlar. Aralarında o kadar büyük bir derece farkı vardır" buyurdu. Sahabiler "Ya Resulullah, herhalde o köşkler Peygamberlerin konutlarıdır ve onlara hiç kimse eremez" deyince Peygamberimiz kendilerine şu karşılığı verdi; "Hayır, varlığımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah'a inanan ve Peygamberleri onaylayanlar o köşklere girebilirler. " (Buhari, Müslim) (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 3
20. İyi bilin ki dünya hayatı, bir oyundur, bir oyalanmadır, bir süstür, kendi aranızda karşılıklı övünmedir, mal ve nesli çoğaltma yarışıdır. Tıpkı o yağmura benzer ki bitirdiği ürün, çiftçilerin hoşuna gider, ama sonra kurur, sen onu sapsarı görürsün, sonra da çerçöp haline gelir. (İşte dünya hayatı da böyledir. Kuruyup çerçöp olan nebatat gibi sonu gelecektir.) Âhirette inkârcılar için (yaptıkları yüzünden) şiddetli bir azap, mü'minler için ise Rableri tarafından bir bağışlanma ve hoşnutluk vardır. Evet, dünya hayatı aldatıcı bir hazdan başka bir şey değildir.[*]

Ayetin ilk cümlesi; dünya hayatını hiçe saymak ya da küçümsemek olarak asla anlaşılmamalıdır. “Dünya hayatı, yalnızca bir oyunun, eğlencenin, çoluk-çocuk sahibi olma zevkinin, aranızda itibar kazanma ve övünme vesilesinin, çok servet-makam-mevki sahibi olma yarışının yapıldığı bir yerdir. Buna göre dikkatli olun ve aklınızı işletin. Bütün bunlar Allah’la aranızı açmasın, ahiretinizi mahvetmesin” demektir. Sâd 38/27 ayetinde “Biz göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boşuna yaratmadık” buyrularak dünya ve ahiret dengesini sağlama konusunda insanların daha bilinçli olmaları gerektiğine dikkat çekiliyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

21. Rabbiniz (Sahibiniz) tarafından bağışlanmayı ve genişliği göklerle yerin arası kadar olan Cennet’i elde etmek için yarışın. Orası Allah’a ve elçilerine inanıp güvenenler için hazırlandı.[*] İşte Allah’ın ikramı budur; onu, yapması gerekeni yapan kişilere verecektir. Allah, büyük ikram sahibidir.

Boyunlarını tutsaklık halkasından kurtararak oyun ve eğlence dünyasını çocuklara bırakan soylu kimselere yaraşan yarış oyun, eğlence, övünme ve sayısal artışlar elde etme alanlarında girişilecek yarış değildir. Onlara yaraşan yarış, şu ufuk uğruna, şu hedef uğruna, şu engin "mülk" uğruna girişilecek olan yarıştır. "...Gökle yer arası kadar genişliği olan cennet uğruna yarışınız."

Eski dönemlerde, yani evrenin ve uzayın uçsuz-bucaksız enginliğine ilişkin gerçeklerin henüz bilinmediği dönemlerde gerek bu ayeti gerekse buna yakın anlama gelen hadisleri mecaz anlamları ile yorumlamayı düşünenler olabilirdi. Nitekim normal cennetliklerin yükseklerdeki köşklerde oturanları bizim doğu ya da batı ufkundan geçen yıldızlara baktığımız gibi bakacaklarını belirten, yukarda okuduğumuz hadis de vaktiyle mecaz anlamında yorumlanmıştı.

Ama insanların ellerindeki küçük teleskopların evrenin sınırsız ve müthiş enginliğini ortaya koydukları günümüzde cennetin uçsuz-bucaksız genişliğine ve cennet köşklerine yıldızlara bakar gibi bakılacağına ilişkin açıklamalar, kesin ve gözlenebilir gerçekler haline gelmişlerdir. Artık bu açıklamaları mecaz anlamlarına yormanın hiçbir mantıkî gereği kalmamıştır. Mesela yerküresi ile güneş arasındaki uzaklık, evrenin enginliği yanında hiçbir şey değildir!.

Kim isterse cennetteki bu geniş "mülk"e erebilir. Kim isterse bu uğurda yarışa girebilir. Bunun tek şartı Allah'a ve Peygambere inanmaktır.

Yüce Allah'ın lütfu hiç kimsenin tekelinde, hiç kimsenin ambargosu altında değildir. O bütün isteklere, bütün yarışçılara açıktır, serbesttir. O halde yarışmak isteyenler, boyutları ve süresi sınırlı bir toprak parçası uğruna değil, bu uğurda yarışsınlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

22. Yeryüzünde veya kendinizde meydana gelen bir tek olay yoktur[*] ki onu, ayrı bir varlık olarak yaratmamızın öncesinde bir deftere kaydedilmiş olmasın. Bu, Allah’a göre kolaydır.

Âyette geçen مُّصِيبَةٍ musibet, savb (صوب) kökündendir. Mucemü mekâyîs’il-luğa’ya göre savb, bir şeyin nüzulü ve yerine yerleşmesi anlamına gelir. Bu sebeple âyete, ister iyi ister kötü olsun ‘olan her şey’ anlamını verdik. Sonraki âyet de bu anlamı doğrulamaktadır.(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

23. Bunun böyle olması, kaybettiğinize üzülmeyesiniz, Allah’ın verdiği şeyle de şımarmayasınız diyedir[*]. Allah, kendini bir şey zannedip övünen hiç kimseyi sevmez.

İster iyilik olsun ister kötülük, başımıza gelen her şey Allah'ın onayıyla olduğu için bunların değişmeyeceğini bilmemiz gerekir. Bunu bilen biri, kötü duruma düşünce, "Başıma bu nasıl gelir?" diye üzülmez, iyi noktalara gelince de "Bu benim hakkımdır!" diye şımarmaz. Onun yapacağı tek şey, yanlışları varsa onları düzeltmeye çalışmak ve geleceğe odaklanarak imtihanı kazanmaya bakmaktır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

24. Onlar; cimrilik eden, insanlara da cimriliği emreden kişilerdir. Yüz çeviren bilsin ki, Allah Ganî'dir; sınırsız zengindir, kimseye ihtiyacı yoktur, Hamîd'dir; bir sebep olmaksızın zâtıyla övgüye lâyık olandır.
25. Şurası kesin ki elçilerimizi açık belgelerle gönderdik; beraberlerinde Kitab’ı ve dengeyi (mîzanı)[1*] indirdik ki insanlar her şeyin hakkını versinler. Pek sert olan ve insanlara bir çok faydası olan demiri de Biz indirdik[2*]. Bunlar, dinine ve elçilerine kimin içten[3*] destek olduğunu Allah’ın bilmesi içindir. Allah Kavî'dir; çok güçlüdür, Azîz'dir; her işin üstesinden gelir.

[1*]Mizan, Allah’ın tüm varlıklara koyduğu ve insanların uymasını istediği dengedir. Bu ayetteki mizan, ayetlerin ayetleri açıkladığı Kur’an yöntemi olarak da anlaşılabilir. Geniş bilgi için bkz. Al-i İmran 3/7, Hud 11/1-2, Fussilet 41/3 ve dipnotları

[2*] Demirin indirilmiş olduğu bildirilmektedir. Öyleyse demir dünyanın var olması aşamasında kendi bünyesinde meydana gelen bir madde değildir. Günümüz çalışmaları dünya çekirdeğinde yüksek miktarda demir olduğu görüşündedir. Allah’ın yazılı ayetleri ile yaratılmış ayetlerini birlikte okuyacak bilim insanları sayesinde bu ilim dallarında çok ileri keşifler yapılabilir.

[3*] “İçten” diye anlam verdiğimiz kelime (الغيب) El-ğayb’dır. Gayb; gizli olan, akılla ve duyularla bilgi edinilemeyen varlıktır. B’il-ğayb’daki el (ال) takısı, muzafun ileyhten ıvazdır. Yani isim tamlamasında tamlayanın yerine geçmiştir. بغيبهم/biğaybihim = kendi gayblarıyla demektir. Herkesin içi, başkası için gayb olduğundan Medine’deki bazı münafıkları, Nebîmiz, iyi bir Müslüman sanıyordu (Münafikun 63/1-4). İçten inanmak gerektiği için buradaki gayb’a “içten” anlamı verilmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

26. Nuh'u ve İbrahim'i elçi olarak gönderen biziz. İkisinin soyundan gelenlere de nebilik ve kitap verdik. O iki soydan gelenlerin bir kısmı doğru yoldadır, bir çoğu da yoldan çıkmıştır.[*]

Bu soy ağacı iri-uzun gövdeli ve sık dallı tek bir ağaçtır. Peygamberlik görevini ve kutsal kitabı bu soy elden ele iletmiştir. Bu soy ağacı, insanlık tarihinin şafağını simgeleyen Hz. Nuh ile başlayarak Hz. İbrahim'e kadar uzar. Sonra bu ağaç dal vererek uzamasını sürdürmüş ve zamanla irileşerek peygamberlerin sonuna kadar uzayan bu daldan çok sayıda peygamberler gelmiştir.

Fakat bu peygamberliklere ve bu kutsal kitaplara muhatap olan insanlık kuşakları aynı şekilde özdeş ve homojen olamamışlardır.

"Onların soylarından türeyenlerin bir bölümü doğru yola bağlı kaldı, fakat çoğu yoldan çıktı."

Bu ifade peygamber tarihinin, bu ilahi çağrı akımının kısa bir özetidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

27. Sonra onların izlerini takip eden elçilerimizi peş peşe gönderdik; Meryem oğlu İsa'yı da onların ardından gönderdik ve ona İncil'i verdik. Ona uyanların gönüllerine şefkat ve iyilik duyguları yerleştirdik. Ama kendilerine yazmadığımız bir ruhbanlık uydurdular.[*] Niyetleri sadece Allah’ın rızasını kazanmaktı fakat onu gereği gibi yapmadılar. İçlerinde inanıp güvenmiş olanlara ödülünü veririz ama çoğu yoldan çıkmıştır.

Bu ayetin en çok benimsenen açıklaması şöyledir: Hristiyanlık tarihi boyunca görülen aşırı sofuluk geleneği, orjinal terimi ile "ruhbanlık" kurumu, Hz. İsa'nın bazı bağlılarının tercihi olarak ortaya çıkmıştır. Onlar akılları sıra yüce Allah'ın hoşnutluğunu elde etmek ve hayatın yozlaştırıcı unsurlarından uzakta kalabilmek için bu geleneği benimsemişlerdi. Yüce Allah onlara işin başında böyle bir zorunluluk yüklememişti. Fakat onlar bu yaşama biçimini kendi tercihleri ile seçip kendilerine empoze ettikten sonra yüce Allah karşısında bir taahhüt altına girmiş oldular. Bu taahhüdün gereği olarak seçtikleri yaşama biçiminin ilkelerine uymaları, gereklerini yerine getirmeliydiler. Bu gereklerin başlıcaları ruhsal arınma, dünyaya önem vermeme, kanaatkârlık, eletek temizliği, Allah'ı sürekli anmak ve ibadet etmekti. Böylece ruhlarını her türlü ihtirastan arındırıp varlıklarını tümü ile Allah'a adayacaklardı, kendi tercihleri ile seçtikleri bu aşırı sofuluğun onların kafasındaki amacı buydu.

Fakat bu gelenek uygulamada amacından uzaklaştı, çoğunlukla birtakım ruhsuz törenlere ve biçimsel şenliklere dönüştü. Çoğunda içerikten yoksun resmi kılıklar ve içtenlikten uzak görüntülere büründü. Amaç edindiği yükümlülüklere bağlı kalanlar parmakla sayılacak kadar az oldu. Devam edelim:

"Buna rağmen onun gereklerini yerine getirmediler. Biz onların inananlarına ödüllerini verdik, fakat çoğu yoldan çıkmış kimselerdir."

Yüce Allah'ın insanların ne dış görünüşlerine ve biçimlerine ne de cafcaflı törenlerine ve yaldızlı üniformalarına bakar. Allah insanların ancak davranışlarına ve niyetlerine bakar. Onları duygularının ve davranışlarının özü üzerinden hesaba çeker. Çünkü O kalplerin en saklı duygularını ve gönüllerin özünü bilir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

28. Ey inananlar![1*] Allah'a karşı takvalı[2*] olun. O'nun Resûlüne inanın ki, size rahmetinden iki pay versin. Ve size aydınlığında yürüyeceğiniz bir ışık yapsın. Sizi bağışlasın. Allah Gafûr’dur; çok bağışlayandır, Rahîm'dir; ikramı boldur.

[1*] Bir önceki pasajdan ve 29. ayetten açıkça anlaşıldığı gibi, bu şekilde hitab edilen toplum, geçmiş vahiylerin mensupları (ehlu’l-kitâb) ve özellikle Hz. İsa’nın sadık -yani muvahhid- izleyicileridir. (Muhammed Esed Tefsiri)

***

[2*] Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

29. Ehl-i Kitap (Kitaplarında uzman olan kişiler), Allah'ın yapacağı ikramdan[*] herhangi bir şeyi kendilerinin belirleyemeyeceğini bilmelidir. Bütün ikramlar Allah'ın elindedir; onu tercih ettiğine yapar; Allah büyük ikram sahibidir.

Kimi nebi olarak seçip kitap indireceği konusunda önceki kitap ümmetlerinin Allah’a karşı bir söz hakkı yoktur. Onların sorumluluğu, yeni gelen kitaba uymak ve onu desteklemektir. Bunun haricinde bir tavır sergilemek, büyüklenmek ve yoldan çıkmak olur. “Size Kitap ve Hikmet veririm de daha sonra elinizde olanı tasdik eden bir elçi (bir kitap) gelirse kesinlikle ona inanacaksınız ve destek olacaksınız. Bunu kabul ettiniz mi? Bu ağır yükü (ısr) yüklendiniz mi?’. Onlar: ‘Kabul ettik!’ demişlerdir. Allah: ‘Siz buna şahit olun, sizinle beraber ben de şahidim.’ demiştir. Bundan sonra sözünden dönen olursa onlar yoldan çıkmışlardır.” (Al-i İmran 3/81-82) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)