Bir gün o Beyt’in olduğu yere İbrahim’i yerleştirmiş ve ona şöyle demiştik: “Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, kıyam, rüku ve secde edenler / namaz kılanlar için Beytimi tertemiz tut!”. İnsanlara haccı ilan et; ister yaya olarak ister dağlar arasındaki yolları aşan bitkin binekler üzerinde sana gelsinler. (Hac 26-27)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Ey insanlar! Rabb'inize karşı takva[1*] sahibi olun. Kuşkusuz, o Saatin[2*] şiddetli sarsıntısı çok büyük bir şeydir.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
***
[2*] Yanlış yolda gidenleri, şiddetli bir şekilde sarsacak olan saat, yeniden diriliş saatidir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
2.
Onu göreceğiniz gün... Çocuğunu emziren anne, dehşetten çocuğunu unutup terk eder. Hâmile olan her kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş olmuş görürsün, halbuki gerçekte onlar sarhoş değildirler. Fakat Allah'ın azabı pek çetindir.[*]
Bu şekilde genel bir korkutma ile başlıyor. Ve belirsiz bir ifade kullanılıyor. Bu belirsizlik etrafa dile getirilmesi oldukça güç bir dehşet havası yayıyor. Şöyle deniyor: Bir sarsıntı... Ve bu sarsıntı "büyük bir şeydir." Hiçbir açıklama, hiçbir tanım yapılmıyor...
Sonra ayrıntıya geçiliyor. Birdenbire korkutmanın sınırlarını aşıyor. Daha dehşet verici oluyor. Bir de bakıyoruz, yavrusunu bir kenara bırakan tüm emzikli anaları kapsayan bir sahne ile karşı karşıyayız. Bakıyorlar ama bir şey göremiyorlar. Hareket ediyorlar ama bilinçli değil. Bu sahne öte taraftan karşı karşıya kaldığı dehşetin yarattığı korkunun etkisi ile karınlarındakileri düşüren hamile kadınları da kapsıyor. Bir de sarhoş insanlar yer alıyor sahnede. Ama aslında sarhoş değildirler. Boş ve baygın bakışlarından, yürürken sağa sola yalpalayışlarından sarhoş gibi görünüyorlar. Sürekli dalgalanıp duran yoğun bir kalabalığın yer aldığı bir sahnedir bu. Daha okunur okunmaz gözler bu sahneyi görecek gibi oluyor. Bu arada insan düşüncesi de o andan itibaren sahnenin etkisine girmiştir. Ama gözle görülür derecede somutlaşan bu dehşet onu da şaşkına çeviriyor. Artık korku doruklara çıkmış gibidir. Bu eni boyu ölçülemeyen canlı bir dehşettir. Sadece insanların ruhları üzerinde bıraktığı etki ile ölçülebilir. Emzirdikleri yavrularını unutan analar üzerindeki etkisi ile bilinir. Oysa analar, insanın aklını başından alıp götüren dayanılmaz bir dehşetle karşı karşıya kalmadıkları sürece, ağızları memelerinde olan yavrularını unutmazlar. Bu dehşetin boyutları karınlarındakileri düşüren hamile dişiler, sarhoş olmadıkları halde sarhoş gibi görünen insanlar üzerindeki etkisi ile değerlendirilebilir:
"Ama Allah'ın azabı ağırdır."
Hiç kuşkusuz bu, çok şiddetli etkiye sahip, şu kalpleri tiril tiril titretecek kadar korkunç bir giriştir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
3.
İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah hakkında bilgisizce tartışmaya girer ve (bu konuda) her kaypak şeytanın peşinden gider.[*]
Şeytan terimi Kur’an’da çoğu zaman doğru ve iyi olan her şeye karşı çıkan güç ya da etki anlamında kullanılmaktadır. Bu itibarla, şeytan tabiri, en geniş ve soyut anlamıyla, meşru ve geçerli olan ahlakî prensiplere aykırı her türlü kuvvet ve dürtüyü ifade eden bir kavramdır. İnsanın kendi ruhunda ve toplumsal çevresinde bulunan ve onu manevi ve ahlakî değerlerden koparıp Allah’tan uzaklaştıran her türlü güç ve güdünün genel adıdır şeytan. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
4.
Şeytan hakkında şöyle yazılmıştır: “Kim şeytanı dost edinirse, şeytan onu yoldan çıkarır ve onu alevli cehennem azabına sürükler.”
5.
Ey insanlar! Yeniden dirilme konusunda şüpheniz varsa (düşünün): Sizi topraktan, sonra döllenmiş yumurtadan, sonra rahim duvarına asılı embriyodan, sonra da yapısı belli belirsiz bir çiğnem et[1*] parçasından (aşamalı olarak) yarattık. Bu bilgi, yeniden dirilmeyi size açıklamamız içindir. Yaşamasını uygun gördüğümüzü[2*] belli bir süreye kadar rahimlerde tutar, sonra sizi bir bebek olarak çıkarırız. Sonra da güçlü kuvvetli hale gelesiniz diye (yaşatırız). Kiminiz vefat ettirilir[3*], kiminiz de ömrünün en düşkün çağına kadar yaşatılır ki bilirken bilemez hale gelsin. Toprağı da kupkuru görürsün ama üzerine suyu indirdik mi kıpırdar, kabarır ve her güzel bitkiden erkekli dişili bitirir[4*].
[1*] Mudga (مضغة) ısırılmış et parçası ve embriyo anlamına gelir. Isırılıp bırakılmış et parçasında dişler iz bırakır. Gelişmekte olan embriyonun omurga kemiklerinin oluşmaya başladığı bölgedeki görüntüsü bu şekildedir.
[2*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır.
[3*] Vefat, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Ruh bedenden iki durumda ayrılır, biri uykuda, diğeri de ölüm sırasında olur. Allah, hem uyuyan hem de ölen kişinin ruhunu koruma altına alır. Uyuyan kişinin ruhu, uyandığında, ölen kişinin ruhu da vücut, ahirette tekrar yaratıldığında geri döner (En’am 6/60, Zümer 39/42, Tekvîr 81/7).
[4*] İnsanın yeniden dirilişi, bir tohumun toprak altında oluşumu gibidir (Araf 7/25, Rum 30/19, Zuhruf 43/11). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
6.
Bunu anlatmamızın sebebi şudur: Allah gerçek ilahtır, o ölülere hayat verir ve her şeye bir ölçü koyar.[*]
Bu... Yani insanın topraktan yaratılması, ceninin birtakım oluşu evrelerinden geçmesi, çocuğun hayat evrelerini birer birer aşması, kurumaya yüz tuttuktan sonra topraktan hayatın filizlenmesi... Yüce Allah'ın gerçeğin ta kendisi oluşu ile bağlantılıdır... Şu halde sürekli geçerli olan bir yasadır ve koyduğu yasaları bozmayan, onları değiştirmeyen yaratıcının gerçekliğinden kaynaklanmaktadır. Hayatın bu yönde bir gelişme göstermesi, bu evrelerden geçmesi, hayatı sürükleyen, programını düzenleyen aşamalarını belirleyen iradeyi göstermektedir. Çünkü yüce Allah'ın gerçeğin ta kendisi oluşu ile bu süreklilik, bu kalıcılık ve bu sınırlandırılmaz yöneliş arasında sağlam bir ilişki vardır:
"O ölüleri diriltir."
Çünkü ölüleri diriltmek, yeniden hayat vermektir. İlk defa hayatı vareden O'dur. İkinci defa vareden de O'dur.
"Allah, mezarlardaki ölüleri diriltecektir."
Hakettikleri karşılığı alsınlar diye. Yaratılışın hikmeti ve planı bu dirilişi zorunlu kılmaktadır çünkü.
Ceninin, sonra çocuğun ışığı görmeden önce geçtiği bütün bu evreler gösteriyor ki, bu evreleri planlayan irade insanı kemal yurdunda kendisi için mümkün olan mükemmellik derecesine yükseltmek istemektedir. Çünkü insan şu dünya hayatında bu mükemmellik noktasına ulaşamıyor. Bir noktaya kadar gelip duruyor, sonra gerilemeye başlıyor:
"Ki, bilirken bir şey bilmez olur."
Şu halde insanın tam eksiksizlik derecesine ulaşması için ahiret yurdunun olması kaçınılmazdır.
İnsanın geçtiği bu evreler iki yönden dirilişe kanıtlık oluşturmaktadır. Birincisi, bu evreler gösteriyor ki, ilk defa
yaratan tekrar yaratabilir. İkincisi, bu evreleri planlayan irade insanın mükemmelleşmesini ahiret yurdunda tamamlamaktadır. Böylece yaratma ve yeniden yaratma yasaları, hayat ve diriliş yasaları, hesaplaşma ve yapılanların karşılık görmesine ilişkin yasalar aynı amaç doğrultusunda buluşuyor, hepsi de varlığı hakkında tartışma söz konusu olmayan, her şeye gücü yeten ve her şeyi planlayan yüce yaratıcının varlığına tanıklık ediyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
7.
Ve şunu da bilin ki o kıyamet saati kesinlikle gelecek ve Allah kabirlerde olanları diriltecektir.
8.
Hal böyleyken öyle insanlar vardır ki hiç bir bilgiye, hiç bir delile ve hiç bir aydınlatıcı kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışır durur.[*]
Bunca kanıttan sonra Allah hakkında tartışmaya girmek oldukça tuhaf ve yakışıksız bir tutum olarak beliriyor. Peki tartışma bilgisizce başlatılsa ne olur? Hiçbir kanıta dayanmasa, bir bilgiye uymasa, kalbi ve aklı aydınlatan, gerçeği ortaya koyan, insanı tartışma götürmez bilgiye ulaştıran bir kitaptan kaynaklanmasa durum ne olur?
Kur'an ifadesi insanların içinde bulunan bu sınıfın bir tablosunu çiziyor. Bu tabloda bir kibirlilik durumu, bir böbürlenme göze çarpıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
9.
Kibirlenerek insanları Allah’ın yolundan saptırmaya çalışır. Ona dünyada bir rezillik vardır. Ona kıyamet gününde de yangın azabını tattıracağız.
10.
[Ve ona] (o Gün:) “bu senin kendi elinle önceden kazandığın şey; çünkü Allah kullarına asla en küçük bir haksızlık yapmaz!” [denecek].
BÖLÜM 2
11.
İnsanlardan öylesi de vardır ki,
Allah’a kıyıdan kenardan kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa gönlü onunla hoş olur. Şâyet başına bir kötülük gelirse, gerisin geri (küfre) dönüverir. O dünyayı da kaybetmiştir, ahireti de! İşte bu apaçık ziyanın ta kendisidir.[*]
İnanç sistemi mü'minin hayatında değişmez odak noktasıdır. Çevresindeki dünya sarsılır, ama o bu nokta üzerinde değişmeden durur. Olaylar ve etkenler çeker, ama o, sarsılmayan bir kayaya yapışmıştır. Çevresindeki tüm dayanaklar devrilir ama o, devrilmeyen ve yıkılmayan bir temele dayanmıştır.
İşte mü'minin hayatında inanç bu kadar önemlidir. Bu yüzden mü'min inanç sistemine yapışmalı, ona dayanmalı, ona güvenmeli, inancında bir sarsıntı geçirmemeli, inanca karşılık bir ödülün beklentisi içinde olmamalıdır. Çünkü inancın kendisi bir ödüldür. İnanç kendisine sığınılan bir korunak, yaslanılan bir dayanaktır. Evet, inanç kalbin ışığa açık olmasının, doğru yolu bulmaya istekli olmasının ödülüdür. Bu yüzden yüce Allah bu kalbi korumak, ona güven vermek için inanç sistemini bahşetmiştir. İnanç bir ödüldür, çevresindeki şaşkınların çaresizliğini, esen rüzgârlara kapılıp gitmelerini, kasırgaların onları savurup atmalarını, bunalımların baskısı altında inlediklerini gördükçe mü'minler bu ödülün değerini kavrarlar. Öte taraftan mü'minlerin inançları sayesinde kalpleri huzura ermiştir. Ayakları güvenle yere basar, vicdanları rahattır. Her zaman Allah'la ilişki içindedirler ve bu ilişkiden mutluluk
duyarlar.
Ama ayetin değindiği bu gruba mensup insanlar ise, inanç sistemine pazarda alınıp satılan bir meta gözüyle bakarlar:
"Fakat eğer sınav amaçlı bir sıkıntı ile karşılaşırsa yüzgeri eder, sırt çevirir. Böylesi hem dünyayı hem de ahireti kaydeder."
Başına gelen musibetten dolayı dünyayı kaybeder, çünkü sabretmez, kararlılık göstermez, bu musibet karşısında Allah'a dönmez. Yüzüstü döndüğü, ahiret inancını yitirdiği, kendisini düze çıkaracak doğru yoldan saptığı için ahireti de kaybeder.
Kur'an-ı Kerim'in ifade tarzı, onun Allah'a yönelik ibadetini "bir yol kenarındaymış gibi" şeklinde tasvir etmektedir: Bu ibadet inanca dayanmamakta, bu yüzden o kişi sürekli ve kalıcı olarak ibadet etmemektedir. Kur'an-ı Kerim bu tip insanların ibadetini daha ilk dokunuşta yere yıkılacak gibi dengesiz duran bedensel bir hareket gibi tasvir ediyor. Bunun için bir fitne ile karşı karşıya kalınca hemen yüzüstü yere kapanıyor. Dengesiz durduğu için yere yuvarlanması kolay oluyor.
Ticarette kâr-zarar hesabını yapmak doğru ve yararlı bir davranıştır. Ama inanç için böyle bir yaklaşım içinde olmak doğru değildir. Çünkü inanç gerçektir ve sırf bunun için kabul edilir. Aydınlığı ve hidayeti algılamaya müsait bir kalbin olumlu tepkisi sonucu gerçekleşir bu. Zaten böyle bir kalp algıladığı şeye şöyle veya böyle tepki göstermek zorundadır. İnanç sistemi, özünde taşıdığı iç güven, huzur ve hoşnutluk itibariyle kendi karşılığını da beraberinde taşımaktadır. Bu yüzden inanca karşılık dışardan bir başka ödül istenmez.
Mü'min, yol göstericiliğine, yakınlığından ve himayesinden duyduğu iç huzura şükretmek amacı ile Rabb'ine ibadet eder. Bunun dışında bir ödül varsa, iman ve ibadetin üzerine yüce Allah'ın kendisine yönelik bir lütfudur.
Mü'min ibadet ettiği ilahını denemez. O daha baştan itibaren Rabb'inin takdir ettiği her şeyi kabullenmiştir. Rabbinin kendisini denemeye tabi tuttuğu her şeye teslim olmuştur. Daha baştan itibaren darlığa da bolluğa da uğramayı hoşnutlukla kabul etmiştir. Ama bu, pazarda satıcı ile alıcı arasında gerçekleşen bir alışveriş sözleşmesi değildir. Bu, yaratılmışın yaratıcısına, hakkında karar verme yetkisine sahip, varlığının temel kaynağı Rabb'ine teslim olmasıdır. Fitne anında yüzüstü yere kapanan kişi, kuşkusuz büyük bir kayba uğrar.
"İşte apaçık hüsran budur."
İç huzurunu, güvenini, kararlılığını, hoşnutluğunu kaybeder. Bunun yanında mal, evlat, sağlık ayrıca yüce Allah'ın kullarını denediği ve hayat için önem taşıyan değerler konusunda da büyük kayba uğrar. Yüce Allah bağlılıklarını, imtihan karşısındaki sabırlarını, uğruna kendilerini adamalarını, kaza ve kederini karşılama biçimlerini denemek için bu konularda kullarını imtihan eder. Musibet anında yüzüstü yere kapanan kişi ayrıca ahireti de kaybeder. Ahiretteki nimetleri, Allah'ın yakınlığını ve hoşnutluğunu kaybeder. Ama ne büyük kayıp!
Bir yarın kenarındaymış gibi Allah'a ibadet eden kişi nereye yönelecek? Allah'dan uzaklaşıp nereye meyledecek? (Seyyid Kutub Tefsiri)
12.
O kimse, Allah dışında, kendisine ne zarar veren ne de yarar sağlayan şeylere yalvarır durur. Kişiyi (haktan) uzaklaştıran en vahim sapıklık da işte budur.[*]
Bu ayetleri gördükten sonra hâlâ türbelere, yatırlara gidip oralardan medet umanlara, ağaçlara çaput bağlayıp beklenti içine girenlere ne demek lazım? Allah’ın bizim dualarımıza icabet etmesi için birilerinin araya girmesine, referans olmasına, hatır göstermesine ihtiyacı yok. O kararında da takdirinde de yalnızdır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
13.
(Ve bazen de) kendisine zararı yararından çok olan kimseye yalvarıp yakarır. Gerçekten de o (yalvarıp yakardığı) ne berbat bir dosttur ne kötü bir efendidir![*]
Sürekli para ile beslenen ve hizmetle desteklenen insan putları bunlardandır. İnsanlar bunlara hem para verip hizmetlerinde bulunur hem de Allah’a ulaşmak için teveccüh göstermelerini bekler. Ve böylece ayette de ifade edildiği gibi Allah’tan daha da uzaklaştırıldıkları için fayda yerine zarar görürler. Ayet bu azim tehlikeye vurgu yapıyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
14.
Şüphesiz ki Allah iman eden, dürüst ve erdemli davrananları zemininden ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir: Zira Allah dilediği şeyi mutlaka gerçekleştirir.
15.
Her kim Allah’ın dünyada da ahirette de kendisine yardım etmeyeceğini düşünecek hale gelirse hemen bir sebeple göğe uzansın (Allah’a el açsın)[1*] ve (başkasına yalvarmayı) kessin[2*] de bu çözüm yolunun[3*] kendisini öfkelendiren şeyi kesinlikle giderip gidermediğini görsün!
[1*] Göğe yönelmek ellerini göğe açarak Allah’a yönelmek ona dua etmektir (Bakara 2/144, Zuhruf 43/84, Mülk 67/16-17).
[2*] Hac 22/12 ve 13. ayetlerde sözü edilen varlıklara yalvarmayı bıraksın.
[3*] Keyd (كيد) kelimesi, bir şeyi sağlam bir şekilde çözmeyi ifade eder (Mekâyis). Ayrıca bkz Yusuf 12/76. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
16.
İşte böyle... Kur’an’ı açık ayetler olarak indirdik. Allah isteyen kişiyi yoluna kabul eder.
17.
(Kur’an’a) inananlar ile Yahudiler[1*], Sâbiîler[2*], Hristiyanlar[3*], Mecusiler[4*] ve bir de (Allah’a) ortak koşanlar var ya! Allah kıyamet / mezardan kalkış[5*] günü onların arasını ayıracaktır[6*]. Allah, her şeye şahittir.
[1*] "Yahudi" kavramı Davud aleyhisselamın krallığından sonra ortaya çıkmıştır. Davud aleyhisselam Yakub aleyhisselamın oğullarından Yahuda’nın soyundan gelir. Bundan dolayı onun krallığına "Yahuda Krallığı" denmiştir. "Yahudi" kavramı başlarda "Yahuda krallığına mensup kişi" manasında kullanıyordu. Yahuda krallığı, Babil istilasında yıkılınca bu kavram İsrailoğullarının dini-etnik kimliklerini ifade için kullanılmaya başlandı. Kur'an'ın indiği dönemde de "Yahudilik" doğru veya yanlış İsrailoğullarının tüm dini geleneğini (Torah, Talmud, Midraşîm vs.) ifade etmekteydi.
[2*] Sâbiîler, Yahya aleyhisselama inen (Meryem 19/12, En’âm 6/84-89) ve Ginza adı verilen kitaba inanırlar. (Şinasi Gündüz, Sâbiîlik, Diyanet İslam Ansiklopedisi)
[3*] Bir ayette, Hristiyan anlamında "Nasrânî", on dört ayette de onun çoğulu olan "Nasâra" kullanılır. Kelimenin, Îsâ aleyhisselamın yardım talebine havârilerin olumlu cevap vermeleri sebebiyle (Âl-i İmrân 3/52; Saf 61/14), “yardım etme” anlamındaki nasr kökünden (Müfredat) veya İsa'nın memleketi olan Nâsıra kelimesinden türetildiği söylenir.
[4*] Mecusîler diğer adıyla Zerdüştîler,, ateşe tapanlar olarak bilinir. Oysa Mecusi kaynaklarında Zerdüştün getirdiği öğretiler, tek tanrı olan Ahura Mazda’ya dayandırılır. Bu sebeple Mazdeizm de denilmektedir. Mecusilerin kutsal kitabı olan Avesta, Gatalar denen 17 bölümden oluşur ve her bölümün kendi isimleri vardır. Sonradan bu kitaba din adamları tarafından yorumlar eklenmiş ve Zend adında yeni kutsal metinler oluşturulmuştur. Abdest, beş vakit namaz, kurban gibi birçok ibadet, Avesta’da yer almaktadır. (Pordavut, Hurda-i Avesta Bahş-i ez Kitab-i Avesta, s. 103-106; Avesta, Yasna, 32.)
[5*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.
[6*] Bakara 2/62, Mâide 5/69. Kendisine bir elçinin tebliği ulaşmayan kimse, sadece bile bile şirk koşmaktan (Bakara 2/22) ve bildiği doğrulardan sorumlu tutulur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
18.
Görmedin mi, göklerde olanlarla yerde olanlar, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyor / boyun eğiyor; insanların birçoğu da azabı hak ediyor.[*] Allah’ın değersiz kıldığını, kimse değerli hale getiremez. Allah, gerekli gördüğü şeyi yapar.[*]
Varlıkların Allah Teâlâ’nın kendileri hakkındaki fiillerine, haklarındaki tedbirine ve onları emre âmade kılışına boyun eğmesi “Allah’a secde etmek” olarak isimlendirilmiştir. Bu, onların boyun eğişinin teşbih yoluyla itaat ve boyun eğme konusunda mükellefin fiillerine katılması suretiyle olmuştur. Benzetilen fiil de secdedir ki bütün boyun eğişler onun yanında aşağıda kalır. (Zemahşeri Tefsiri)
***
Göklerde ve yerdeki varlıklar istisnasız Allah’ın emrine âmâde olurken insanın özel olarak azabı hak edecek davranışlar sergilediğinin zikredilmesi onun taşıdığı irade ile alakalıdır. Diğer varlıkların Allah’ın iradesinin dışına çıkması düşünülemez. Ama insana verilen irade diğer varlıklardan farklı olarak Allah’ın emrinde olmakla beraber aynı zamanda özgürdür. Yani belli sınırları olsa da insan iradesinde serbesttir. Nitekim “Birçoğu” diye ayırım yapılarak bazı insanların kulluk vazifesini icra konusunda yan çizdiği anlatılıyor. Demek şerefli olmaya müsait bir varlık olduğu kadar, yaratılanlar arasında âlemin en yaramaz, en istikrarsız ve en isyankâr varlığı da insandır. O halde insan, şerefli bir varlık olacak ve haysiyetini ayakta tutacak çalışmalar yapmalı ve Allah’ın yarattığı diğer varlıklar karşısında mahcup duruma düşmemeli. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
19.
İşte şunlar, Rableri hakkında çekişen iki taraftır. Kâfirlik eden / ayetleri görmezlikte direnen taraf için ateşten elbiseler biçilecek ve başlarından aşağı kaynar sular dökülecektir.
20.
Bununla iç organları ve derileri eritilecek.
21.
Onlar için demirden kamçılar da
vardır.
22.
Çektikleri acıdan dolayı, ne zaman o cehennemden çıkmayı isteseler, tekrar o azabın içine döndürülcekler ve "yakıcı azabı tadın" denilecek.
BÖLÜM 3
23.
Şüphesiz Allah,
iman edip faydalı bir işi en iyi şekilde yapanları,
içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacak,
orada altından bileziklerle, incilerle süsleneceklerdir.
Oradaki giysileri ise ipektir.
24.
Onlar sözün güzeline yöneltilmiş, her şeyi mükemmel yapanın yoluna kabul edilmiş kimselerdir.
25.
İnkâr edenlerle (insanları) Allah'ın yolundan çevirmeye; (keza) hem orada yaşayan hem de dışarıdan gelen bütün insanlar için tayin ettiğimiz Mescid-i Haram'dan alıkoymaya çalışanlara ve (bile bile) haksızlık yaparak oranın saygınlığına gölge düşürmeye kalkışanlara çok can yakıcı bir azap tattıracağız.[*]
“Falanca, yoksullara iyilik yapar ve çaresiz zavallıların elinden tutar” denildiği zaman, bununla hal ya da gelecek zaman kastedilmez; aksine iyilik yapma ve çaresizlere el uzatma özelliğinin bütün zamanlarda ve vakitlerde onda sürekli bir özellik olduğu ifade edilmiş olur. Yani “Allah yolundan (insanları) alıkoyanlar” derken, bu özelliğin onlarda sürekli bir tavır olduğunu ifade eder. (Zemahşeri Tefsiri)
***
İbni ‘Abbâs’a dayanarak İbni Hişâm’ın kaydettiğine göre bu ayet Hicret’in 6. yılının sonuna doğru, yani Kureyşli Müşriklerin Medine’den hac için gelen Hz. Peygamber ve arkadaşlarının Mekke’ye girip Kâbe’yi (Mescid-i Harâm’ı: “Dokunulmaz Mescid’i”) tavaf etmelerine karşı çıktıkları zaman vahyedilmiştir. Fakat bu görüş doğru olsa da, olmasa da -ki her iki yönde de elde tarihî bir delil bulunmamaktadır- yukarıdaki ayetin ulaştırdığı mesaj şu ya da bu tarihî durumla kayıtlı olmayıp, inananları dinlerinin simgesel merkezini ziyaret etmekten alıkoymak yahut onun saygınlığına, dokunulmazlığına gölge düşürmek amacıyla, fiilî ya da zihnî mahiyetteki her türlü girişimi işaret etmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)
BÖLÜM 4
26.
Bir gün o Beyt’in olduğu yere[*] İbrahim’i yerleştirmiş ve ona şöyle demiştik: “Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, kıyam, rüku ve secde edenler / namaz kılanlar için Beytimi tertemiz tut!”.
Arap dilinde beyt, gece kalınabilecek yerdir (Müfredât). “İnsanlar için kurulan ilk Beyt, Bekke’dedir” (Al-i İmran 3/96). “Bir yolunu bulanların o Beyt’te hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.” (Al-i İmran 3/97). Bekke, ekin bitmeyen bir vadidir (İbrâhîm 14/37). Tevrat’ta oraya Bekke Vadisi denir (Mezmurlar 84:4-7). Bekke denmesi, birbirini ezecek şekilde oluşan kalabalıktan dolayıdır (Müfredât). Mekke, Allah tarafından güvenli hale getirilmiş ve dünyanın her yerinden her türlü ürünün insanlara ulaştırılabileceği özellikte kılınmıştır (Bakara 2/125-126). İbrahim aleyhisselam, oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi, eski temelleri üzerine yeniden bina ettikten sonra Allah ona, hac ve umre ibadetlerinin yapıldığı yerleri göstermiş (Bakara 2/128, 158, 196) ve o yerlere Makam-ı İbrahim adını vermiştir (Al-i İmran 3/97). Hac ibadeti sırasında bu kalabalık Arafat, Müzdelife, Mina, Kâbe, Safa ve Merve’de oluşur. Bekke Vadisini içinde barındıran şehrin adı Mekke’dir. Batı sınırı, 17 km uzağındaki Hudeybiye’ye kadar uzanır (Fetih 48/24). Mekke için Mescid-i Haram ifadesi de kullanılır (Tevbe 9/7). Kâbe’ye de beyt denir (Bakara 2/127, Maide 5/2, 97). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
27.
İnsanlara haccı ilan et[*]; ister yaya olarak ister dağlar arasındaki yolları aşan bitkin binekler üzerinde sana gelsinler.
Buradaki ilan, herkesin bildiği hac ibadetinin tekrar başladığının duyurulmasıdır. Adem aleyhisselamdan beri hac ibadeti yapılan bu yerler, Nuh tufanında kaybolmuştu. İbrahim ve İsmail aleyhisselam, Kabe’nin yerini tespit edip eski temelleri üzerinde yükselttikten sonra, Allah onlara hac ibadetinin yapılacağı diğer yerleri de gösterdi (Bakara 2/127-128). Bundan sonra da haccı ilan etmesini emretti. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
28.
Kendilerine olan faydalarını yaşayarak görmek ve Allah’ın onlara rızık olarak verdiği en’am cinsi hayvanlar[1*] üzerine, bilinen günlerde[2*] onun adını anarak kurban kesmek için (gelsinler). (Ey Kurban kesenler!) Onlardan siz yiyin, fakir olup zor durumda kalana da yedirin.
[1*] En'am; koyun, keçi, sığır ve devedir. (En'am 6/142-144).
[2*] Bunlar, Kurban bayramı günleridir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
29.
Geldikten sonra[1*] tefeslerini / Arafat ve Müzdelife vakfelerini yapsınlar[2*], adaklarını yerine getirsinler[3*] ve Beyt-i Atîk’te / Harem bölgesi içinde art arda tavaflar yapsınlar[4*].
[1*] Geldikten sonra” ifadesi önceki ayeti gereğidir. O ayette geliş maksatları belirtilmiş, burada da geldikten sonra hacıların yapmaları gereken ilk görev anlatılmıştır.
[2*] Hac ibadeti yapanların ilk görevleri, Arafat ve Müzdelife vakfeleridir (Bakara 2/198). Burada bu iki görevi ifade için tefes kelimesi kullanılmıştır. Tay kabilesinden Urve b. Mudarris dedi ki, Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme geldim, Cem’de (Müzdelife’de) vakfe yerindeydi. Dedim ki, “Ya Resulallah, Tay dağından geldim. Bineğim perişan oldu, kendimi de yordum. Vallahi üzerinde beklemediğim bir kum tepesi olmadı, ben hacı olabilir miyim?” Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki “Kim bizimle birlikte şu namazı kılar ve daha önce gece veya gündüz Arafat’a gelmiş olursa haccını tamamlamış, tefesini yerine getirmiş olur”. (Ebû Davûd, “Menasik”, 69; Tirmizî, “Hac”, 57; Nesâî,“Menâsik”, 211; Ahmed b. Hanbel 4/261; İbn Mâce, “Menâsik”, 57)
[3*] Buradaki adaklar hacının, ihrama girmekle birlikte üstlenmiş olduğu görevlerdir (Bakara 2/196-203).
[4*] Tavaf, bir şeyin çevresinde yürüme anlamındadır (Müfredat). (وَلْيَطَّوَّفُوا) ifadesine, “art arda tavaflar yapsınlar” anlamı vermemiz; kelimenin, fiile tekellüf yani bir şeyi zorlanarak adım adım yapma anlamı yükleyen tefe’ul kalıbında olması sebebiyledir. Art arda gidilen yerler, üç veya dört gün gidilecek olan Mina’da şeytan taşlama yerleri, Kabe, Safa ve Merve’dir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
30.
Hac ibadeti işte böyledir. Kim Allah’ın dokunulmaz kıldığı şeylere saygı gösterirse Rabbinin / Sahibinin katında onun için iyi olur. Size bildirilenler hariç, en’am (koyun, keçi, sığır, deve) size helal kılınmıştır. O pisliklerden; putlardan uzak durun! Gerçek dışı sözlerden de uzak durun!
31.
Hiçbir şeyi O'na ortak koşmadan yalnızca Allah'a yönelen kimseler olun! Kim Allah'a ortak koşarsa sanki gökten yere düşmüş de kuşlara yem olmuş ya da rüzgâr tarafından sürüklenerek ıssız bir köşeye atılmış gibi olur.
Ayetin ilk cümlesi, Allah’a yönelirken araya sokulmak istenen bütün objeleri reddeder. Yani “Her türlü batıl inançtan arınarak doğrudan Allah’ın kendisine ulaşın, O’nunla dolaylı değil direkt iletişime geçin; araya hiç kimseyi ve hiçbir şeyi sokmayın” demektir. Verilen örnekler de çok manidardır. “Gökten yere düşmüş ve kuşlara yem olmuş” demek, “leşe dönmüş ve akbabalara yem olmuş demektir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
32.
Şirk koşanın hali işte böyledir. Kim Allah’a kulluğun simgelerine saygı gösterirse (bilsin ki) bu saygı, kalplerdeki takvadan[*] kaynaklanır.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
33.
(Hacda kesmek için götürdüğünüz) Kurbanlıklarda belirli bir süreye kadar sizin için faydalar vardır. Sonra varıp kesilecekleri yer[*] Beyt-i Atîk / Harem bölgesidir.
Hacının yanında getirdiği kurbanlığa “hedy” denir (Maide 5/2). Kesim zamanına kadar bunların sütünden ve yününden yararlanılabilir. Ayette geçen “mahill” kesim vakti veya kesim yeri demektir. Hedyin kesim yeri harem bölgesi, kesim vakti de kurban bayramı günleridir (Hac 22/28).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 5
34.
Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği en’am cinsi hayvanları[1*], onun adını anarak kessinler diye her ümmet için bir kurban kesme zamanı belirledik[2*]. Hepinizin ilahı bir tek ilahtır; öyleyse sadece ona teslim olun. Sen içten boyun eğenlere müjde ver!
[1*] En’am cinsi hayvanlar; koyun, keçi, sığır ve devedir (En’am 6/142-144).
[2*] Mensek: Kurban kesme yeri, kurban kesme zamanı ve kurban anlamlarına gelir. Burada kurban ve kurban kesme zamanı anlamları uygun düşmektedir. Bu surenin 28. ayetinde, kurbanın malum günlerde kesilmesinin emredilmesi ve o günlerin hac yani kurban bayramı günleri olması, bütün ümmetlerde kurban kesme zamanının aynı olduğunu gösterir.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
35.
Onlar, Allah anıldığında kalpleri ürperenler, başlarına gelene sabredenler, namazı dosdoğru kılanlar ve verdiğimiz rızklardan Allah rızası için harcayanlardır.
36.
Sizin için de (en’amın) bedence gelişimini tamamlamış olanlarını[*] Allah’a kulluğun simgelerinden yaptık. Onların size yararları vardır. Sıra sıra dururlarken üzerlerine Allah’ın adını anarak kesin! Yanları yere yapıştığı zaman onlardan yiyin, istemeyene de isteyene de yedirin! Şükredesiniz / görevlerinizi yerine getiresiniz diye onları bu şekilde sizin hizmetinize verdik.
“Bedence gelişmiş” diye tercüme ettiğimiz kelime “el-büdn (الْبُدْنَ)’dür. Büdn, “bedene”nin çoğuludur; vücutça gelişimini tamamlamış demektir. (el-Ayn ve Cevherî, es-Sıhâh) Nebimiz onu “müsinn” (المسن) sözüyle açıklamış ve “Müsinn olandan başkasını kesmeyin. Size güç gelirse koyunun cezaa olanını kesersiniz.” (Müslim, Edâhî, 2-13/1963) demiştir. Müsinn; süt dişleri düşmüş hayvan diye tanımlanır. (Lisan’ul-Arab) Bu yaşa gelmemiş olanına ‘cezaa’ denir. Koyun ve keçinin bir yaşını, sığırın iki yaşını, devenin de dört yaşını bitirmiş olması şartı, bu hadisten dolayıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
37.
Onların etleri de kanları da Allah’a ulaşmaz. Ama ona sizin takvanız / Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakınma duygunuz ulaşır.[1*] Onları bu şekilde sizin hizmetinize verdi ki sizi doğruya yöneltmesine karşılık Allah’ı tekbirlerle anasınız (bayram namazı kılasınız[2*]). Sen güzel davrananlara müjde ver!
[1*] Yani Allah Teâlâ’nın rızasına kurbanların ne tasadduk edilen etleri ne de kesilerek akıtılan kanları ulaşır; maksat bu etlerin ve kanların sahipleridir. Mâna şudur: Kurban kesenler ve takdimede bulunanlar Rablerini ancak halisane bir niyet ve ihlas ile hoşnut edebilirler, kendisi ile yaklaşılacak şeylerde riayet edilmesi gereken takva şartlarına uyarak ve benzeri şer‘an korunması ve gözetilmesi gereken şeyleri gözeterek, verayı gerekli kılan emirleri yerine getirerek ancak bunu başarabilirler. Bunlara riayet edilmediği zaman, kestikleri kurban ve sundukları takdime miktar olarak çok olsa bile onlara fayda vermez. (Zemahşeri Tefsiri)
***
[2*] Tekbir, Allah’ın yüceliğini dile getirmek yani “Allahu Ekber” diyerek onu zikretmektir. Kurbanla ilgili hükümler zikredildikten sonra Müslümanlara tekbir getirme emri verildiği için bu emir, bayram namazını göstermektedir. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Benim zikrim için namazı düzgün ve sürekli kıl!” (Taha 20/14) Güneşin doğmasından sonra namaz kılmanın caiz olduğu ilk vakit kuşluk vakti olduğu için bayram namazı bu vakitte kılınır. Nebimiz, Ramazan ve Kurban Bayramlarında, eşlerini ve kızlarını namaz kılınan yere çıkarır, bütün kadınların gelmelerini de emrederdi (Buhari, lydeyn 15, 20, Hayz 23, Salât 2, Hacc 81; Müslim, Iydeyn 10-890). Burada ‘namaz kılın‘ değil ‘tekbir getiresiniz’ denildiği için bu emir namazın içindeki tekbirlere de işaret etmektedir. Bayram namazlarını diğer namazlardan ayıran bu tekbirlerdir (Bakara 2/185).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
38.
Allah, iman edenleri savunur. Şu da kuşkusuz ki, Allah hiçbir haini, hiçbir nankörü sevmez.[*]
(Allah Teâlâ sadece iman edenleri savunacağını ve sadece onlara yardım edeceğini belirtmektedir. Tıpkı “Biz peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri günde mutlaka yardım ederiz.” [Gâfir 40/51] ve “Mutlaka yardıma mazhar olacaklar kendileridir.” [Sāffât 37/172] “Hoşunuza gidecek bir başka kazanç daha var: Allah’tan bir yardım ve yakın bir fetih... Sen müminleri müjdele!” [Saf 61/13] âyetlerinde olduğu gibi. Bunu da onların zıttı olanları sevmemesiyle gerekçelendirmektedir ki bunlar, Allah ve Resulüne gadr eden, kendi emânetlerine hainlik eden, Allah’ın nimetlerine karşı nankörlükte bulunan ve onları tahkir eden nankör hainlerdir! (Zemahşeri Tefsiri)
BÖLÜM 6
39.
Kendilerine savaş açılanlara savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğratıldılar. Allah onlara yardıma elbette kadirdir.[*]
Onlar Peygamber (s.a.)’in ashabı idiler. Mekke Müşrikleri onlara şiddetli işkence yapıyorlar; onlar da gördükleri zulümden şikâyet etmek üzere kimi yaralı kimi bereli olduğu halde Peygamber (s.a.)’e geliyorlardı. Hazret-i Peygamber de onlara her defasında “Sabredin, çünkü bana savaş emredilmedi!” diyordu. Sonunda ( Medine’ye) hicret etti ve bu âyet burada geldi. Bu âyet, savaşı yasaklayan yetmiş küsur âyetten sonra ona izin veren ilk âyettir. Bu âyetin, hicret etmek üzere yola çıkan ve Mekke Müşrikleri tarafından yolları kesilen bir topluluk hakkında indiği ve savaşmaları için Allah’ın bunlara izin verdiği de söylenmiştir.
Allah’ın onlara yardım etmeye kadir olduğunun bildirilmesi, onlara yardım edeceğine dair ilahî bir vaattir ve bu, cebbar1 iktidar sahiplerinin konuşma üslubuyla vârit olmuştur. Yukarıdaki, ‘iman edenleri savunacağına dair’ ifade de yine bunun gibi bir vaat bildirmektedir. (Zemahşeri Tefsiri)
40.
Onlar sırf, "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah'ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah'ın adı çokça anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler her halde yerle bir edilirdi. Allah, kendisine yardım edene elbette yardım eder. Allah elbette Kavî'dir; çok güçlüdür, Azîz'dir; daima üstün olandır.
41.
Onlar öyle mükemmel insanlardır ki şayet kendilerine dünyada hakimiyet nasib edersek namazlarını hakkıyla ifa eder Bir işi yapma, yerine getirme. , zekâtlarını verir, iyi ve meşrû Yasaya, şeriata uygun olan. olanı yayar, kötülüğü önlerler. Bütün işlerin âkıbeti elbette Allah'a aittir.
42.
Eğer kavmin seni yalanlarlarsa, onlardan önceki Nuh, Ad ve Semud kavimleri de kendilerine gelen elçileri yalanlamışlardı.
43.
İbrahim'in kavmi de Lût'un kavmi de...
44.
Medyen halkı da. Mûsa da yalanlanmıştı da ben, inkârcılara biraz süre vermiş sonra hepsini yakalamıştım. Nasılmış benim azabım!
45.
Halkı zulümde artık onmaz Iyileşme olanağı bulunmayan. derecede ileri gitmiş nice şehirleri yok ettik! Öyle ki şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor: Üstü altına gelmiş binalar, körelmiş kuyular, kurumuş çeşmeler, yerle bir olmuş muhteşem saraylar...
46.
Onlar, yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, orada olup biteni kalpleri kavrasın ve (anlatılanları) kulakları işitsin? Ne var ki, onlarda kör olan gözler değil; kör olan, göğüslerdeki kalplerdir![*]
Yani bu yerleri gözleri görür ve anlatılanları kulakları da işitir, ancak gerçekleri görmek istemedikleri için kalpleri ibret alamayacak kadar körelmiştir, basiretleri bağlanmış ve akılları ders çıkartamayacak kadar tutulmuştur. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
47.
Onlar senden o tehdit edildikleri azabı, çarçabuk getirmeni isterler. Telaşa kapılmasınlar, Allah vâdinden asla dönmez. Bilin ki Rabbinizin ölçüsüyle bir gün, sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir.[*]
Kendilerine tehdit ile vaat edilen dünya veya ahiret azabının bir
an evvel gelmesi için çabalamalarını yadırgamakta ve onlara adeta; “Niçin
azabın bir an evvel gelmesini istiyorsunuz ki?!” demektedir. Sanki onlar azabın gelmeyebileceğini mümkün görüyorlardı. Sizin bu beklentiniz vaadinden dönmesi mümkün olan kimselerin vaadinde ancak söz konusu olabilir. Oysa Allah Teâlâ asla vaadinden dönmez. Onun vaat buyurduğu şey belli bir süre sonra da olsa mutlaka başlarına gelecektir. O –her türlü noksanlıktan münezzeh zat hilim sahibidir, acele etmez. Hilminin, vakarının ve uzun zamanları kısacık görmesinin gereği olarak da, katındaki tek bir gün sizin yıllarınızdan bin sene gibidir. Mânanın şöyle olduğu da söylenmiştir: Tek bir azap günü -sıkıntı içinde geçen günler insana uzun geldiğinden- sizin senelerinizden bin! sene kadar olan Zat’ın azabı için nasıl ‘hemen gelsin’ dersiniz?! Yahut sanki o tek bir gün azabın şiddetinden dolayı azap ile geçen bin sene gibidir. Şu da söylenmiştir: Allah Teâlâ erteleme ve mühlet verme konusundaki vaadinden asla dönmez.
Sonra şöyle buyurmaktadır: Nice memleket halkı vardı ki onlar
da sizin gibi zalimdi, ben onlara bir süre mühlet vermiştim, sonra onları
azapla yakaladım; dönüş banadır ve benim hükmümedir. (Zemahşeri Tefsiri)
48.
Zulümde aşırı giden nice memleket vardı ki Ben onlara önce mühlet verip sonra da tuttuğum gibi işlerini bitirdim! Herkesin dönüşü ancak Banadır.
BÖLÜM 7
49.
De ki; "Ey insanlar, ben sizin için sadece açık sözlü bir uyarıcıyım."
50.
İman edip iyi ameller işleyenler için bağışlanma ve onurlu rızık vardır.
51.
Ayetlerimizi gözden düşürüp etkisiz bırakmak için birbirleri ile kıyasıya yarışanlar[*] ise cehennemliktirler.
Çabası ile birinin işini düzene koyduğu ya da bozduğu zaman sa‘aytü fî emri fulân denir. ‘Âcezehû ise yarışmak demektir, çünkü ikisinden her biri diğerini kendisine yetişmekten âciz bırakmak için çabalamaktadır. Biri diğerini geçtiği zaman a‘cezehû ve ‘accezehû denilir. Mâna şöyledir: Âyetlerimizi sihir, şiir veya mitoloji diye adlandırarak onların ‘anlam’ına saldırmak ve insanları onlardan alıkoymak için fesat amacıyla öne çıkarak -ya da İslâm’ı yok etmek için izledikleri stratejinin başarı ile sonuçlanacağını yana yakıla umup kendi iddia ve değerlendirmelerine göre bu uğurda yarışarak- çabalarlar. (Zemahşeri Tefsiri)
52.
Senden önce gönderdiğimiz hiçbir resul ve nebi yoktur ki bir şeyi arzu ettiğinde şeytan onun arzusuna bir şey katmış olmasın[*]. Ama Allah, şeytanın kattığını giderir, sonra âyetlerini (onların zihinlerinde) sağlamlaştırır. Allah Alîm'dir; daima bilen ve Hakîm'dir; kararları doğru olandır.
Şeytan doğru yolun üstünde oturur. O yoldan ayrılmayan nebi ve resuller de onun vesvesesine maruz kalırlar (En'am 6/112, İsra 17/73-75). Ama bu vesvese vahiy sırasında olmaz. Allah, bunun için tedbirler almıştır (Cin 72/26-28). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
Ancak şu şekilde ki o bir şey temenni edip arzuladığı zaman, temennînin asıl anlamı, gönlün arzu ettiği şeyi kişinin kendi içinde, hayalinde şekillendirip canlandırmasıdır. Zihinde canlandırılmış olan bu tabloya "ümmiyye" veya "münye" denilir ki, Fransızca "ideal" diye tabir edilir. Son zamanlarda bu kelime felsefede hayli önem kazanmış ve idealizm adı ile bir felsefe ekolünün oluşmasına kaynak görevini yapmış ve sanki uydurma olduğunun belli olması için dilimize terceme edilirken "mefkûre" kelimesi uydurulmuş ve hertarafa yayılmış. Şu halde temenni bir ümmiyye beslemek, bir mefkûre kurmak demek olur. İdealistler bütün gerçeklerin aslının "benlik" de olduğunu varsaydıkları için, nefsin istek ve arzusunu her gerçeğin temel taşı gibi görmek isterler. Bu yüzden hayatta başarılı olmuş büyük adamları hep idealci (idealist) kabul ederler. Bununla ulûhiyyet ve nübüvvet meselesini de çözdüklerine inanarak peygamberi bir ideal kurmuş, bir müddet programını yapmakla uğraşmış, sonra da peygamberlik davasıyla ortaya atılmış bir idealist gibi göstermek isterler. Fakat Kur'ân özellikle bu âyetle anlatıyor ki, peygamberlik bir arzu bir temenni işi değildir. "O hevadan (kendi nefsinden) söylemiyor; Kur'ân sadece bir vahiydir, ancak vahyolunur" (Necm, 53/3-4) âyetiyle anlatılan peygambere temenni yakışmaz, çünkü vahiy tamamen hakkın emridir. Ümniyye'ye ise şeytan karışır. Başkaları şöyle dursun peygamber bile, insanlık gereği temennide bulunduğu vakit Şeytan onun arzusuna şüpheler karıştırır. Ümniyye (temenni) ise, heves ve hayal ile isabetsizlikten kurtulamaz. Demek ki peygamberlerin ismeti (masum olmaları) kesinlik ifade eden vahiy yönüyledir, yoksa ictihadıyla hareket ettiği zaman hata yapması mümkündür. Bunun üzerine Allah şeytanın karıştırdığı şüpheleri giderir. Sonra da Allah âyetlerini tahkîm eder, muhkemleştirir. Hiçbir şekilde red edilmesi söz konusu olmayacak, hata ihtimali bulunmayacak bir tarzda kuvvetleştirir. Burada zamanda değil, rütbede terâhî (sonraya bırakmak) içindir. Çünkü bir gerçeğin güçlendirilip muhkemleştirilmesi, şüpheleri gidermekten sonra gelen daha üstün bir mertebe, daha yukarı bir basamaktır. Allah her şeyi bilir, hikmet sahibidir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
53.
Yine de Allah'ın bu vesveseye fırsat vermesi, şeytanın attığı vesveseyi kalplerinde bir hastalık, bir şüphe olanlar ve kalpleri katılaşanlar hakkında bir imtihan vesilesi yapmak içindir. Gerçekten, zalimler, pek derin bir muhalefet ve düşmanlık içindedirler.[*]
Her şeyi hakkıyla bilen o olduğu gibi, şeytanın karıştırdığını da bilir. Yine her yaptığını hikmetle yaptığı gibi peygamberler de bile temenniyi şeytanın karıştırmasıyla bağlantılı kılması, sonra o şüpheleri giderip âyetlerini muhkemleştirmesi de hikmetledir. Şöyleki: Bunlar Şeytanın karıştırdığı şüpheleri kalplerinde hastalık bulunanlarla kalpleri kaskatı kesilmiş bulunanlara bir mihnet ve bir azab vesilesi yapmak içindir. Çünkü bunlar hep kuruntulara kapılır ve temenniler peşinde dolaşırlar . Gerçekten o zalimler haktan uzak, derin bir ayrılık içindedir." Araları o kadar açıktır ki, birleşip uzlaşmayı kabul etmez. Her biri başka bir kuruntu ile haktan uzaklaşmış şiddetli bir düşmanlık ve tam bir ayrılık içindedirler. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
54.
Ve yine, ilimden nasibi olanların bu Kur'ân'ın senin Rabbin tarafından gönderilen gerçeğin ta kendisi olduğunu iyice anlayıp da onu bütün kalpleriyle tasdik edip gönülden tazim ederek Saygı göstermek, yüceltmek, ululamak. bağlanmaları içindir. Elbette Allah iman edenleri dosdoğru yola, isabetli tutuma yöneltir.
55.
İnkâr edenler, kendilerine son saat ansızın gelinceye ya da her kurtulma gayretinin sonuçsuz kalacağı günün azabı gelinceye kadar, Kur'ân hakkında hep şüphe içinde olacaklardır.
56.
O gün, otorite Allah’a aittir. Onlar (insanlar) arasında hükmü O verecektir. İman edip iyi işler yapanlar nimet cennetlerinde olacaklardır.
57.
Kâfir[*] olup ayetlerimizi yalanlayanları ise onur kırıcı bir azap bekliyor.
Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)
BÖLÜM 8
58.
Allah yolunda hicret[*] eden, sonra öldürülen veya ölenleri Allah, elbette güzel bir şekilde rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
Hicret sözlükte, kişinin bir şeyden bedeniyle, diliyle veya kalbiyle uzaklaşmasıdır (Müfredat). Bir Müslümanın, istenmediği bir yerden bedeniyle uzaklaşması (Nisa 4/97, Enfal 8/72-75); babası, annesi, eşi veya kendine yakın gördüğü kişilerin kafir olmalarından dolayı kalbiyle uzak kalması da hicrettir (Al-i İmran 3/28, Nisa 4/138-144, Tevbe 9/23-24, Müzzemmil 73/10). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
59.
Elbette onları hoşnut olacakları bir yere koyacaktır. Allah elbette ki, Alîm'dir; daima bilen ve Halîm'dir; fırsat tanıyandır.
60.
(Allah'ın Kanunu) işte böyledir. Kim kendine haksızlık yapanlara gördüğü haksızlığa denk gelecek kadar karşılık verdikten sonra (tekrar) saldırıya uğrarsa, Allah ona elbette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah Afüvv'dür; affı sınırsız olandır, Gafûr'dur çok bağışlayandır.[*]
“Tekrar saldırı durumunda Allah ona yardım eder” deniyor, “bu durumda siz de yeniden karşılık verin” demiyor. Çünkü Allah, aşırı gitmeyi, kavgayı sürdürmeyi, kin ve intikam peşinde koşmayı ve düşmanlığı devam ettirmeyi istemiyor. Müslümanlardan yapılan haksızlığı mümkünse bağışlamalarını istiyor. Ama illa da cezalandırmak istiyorsanız “ancak yaptığı kötülüğe denk ceza verin” diyor. Ayetin son cümlesindeki “Allah çok affedendir, çok bağışlayandır” ifadesi Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak isteyenler için affetmek ve bağışlamak konusunda bir hatırlatma yapıyor. Nitekim Allah mü’min kullarının özelliklerinden bahsederken; “… Onlar ki öfkelerini kontrol altında tutarlar ve insanları affederler…” (A. İmran 3/134) buyuruyor. Allah’ın koyduğu sistem zaten kusursuz ve mükemmel bir şekilde işliyor. Kötülük yapanlara siz ceza verseniz de vermeseniz de dünyada da ahirette de onlar yaptıklarının karşılığını alacaklardır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
61.
İşte böyle. Allah geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar.[*] Allah Semî'dir; daima dinleyen ve Basîr'dir; görür.
İnsanların sabah-akşam, yaz-kış gördükleri bir tabiat fenomenidir bu. Gün batımında gece gündüzün içine girer, onu kaplar. Gün doğarken de gündüze giren gece kışla birlikte bir uzun olur. Geceye giren gündüz de yazın başlaması ile eskisinden daha uzun olur. İnsanlar bu harika tabiat olayı; gecenin gündüze girişini ve gündüzün geceye girişini her zaman görüyorlar. Ama sık sık görmekten ve artık alışmış olmaktan dolayı bunun arka planındaki yasanın titizliğini ve değişmezliğini unutuyorlar. Bu yasanın bir kez şaşırdığı ya da duraksadığı görülmüş değildir. Bu da şu koskoca evreni bu yasalar doğrultusunda yöneten ve her yaptığı yerinde olan ilahi güce tanıklık etmektedir.
İşte surenin akışı, insanların farkına varmadan geçip gittikleri, ama her gün tekrarlanan bu evrensel olaya dikkatleri çekiyor. Amaç, insanların basiretlerini açmak, bir yandan gündüzü dürerken, bir yandan gece perdesini indiren ilahi kudret elini bilinç planında algılamalarını sağlamaktır. İlahi el bu evrensel mucizeyi şaşırtıcı bir dikkat içinde şaşmadan değişmez bir süreklilik içinde gerçekleştirmektedir. Aynı şekilde, haksızlığa uğrayan ve kendisine yönelik saldırıyı bertaraf edenlere yönelik Allah'ın yardımı da, gecenin gündüze girdirilmesi ve gündüzün geceye girdirilmesi gibi her zaman için yürürlükte olan ve değiştirilmesi sözkonusu olmayan bir yasadır. Böylece yüce Allah zorbaların egemenliğini yokedip yerine adaletli olanların egemenliğini yerleştirir. Bu da diğeri gibi insanların farkında olmadıkları evrensel bir yasadır. Nitekim insanlar evrenin safhalarına serpiştirilmiş ilahi gücün kanıtlarının da farkına varmadan geçip gitmektedirler. (Seyyid Kutub Tefsiri)
62.
Evet böyledir! Çünkü Allah Hakk'ın ta kendisidir. O'nun berisinden yalvarıp çağırdıkları ise bâtılın Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. ta kendisidir. Hiç kuşkusuz, Allah Aliyy'dir; yüceliğine sınır yoktur, Kebîr'dir; büyüklüğüne sınır yoktur.
63.
Allah'ın gökten yağmur yağdırdığını ve bu sebeple yeryüzünün yemyeşil olduğunu görmez misin? Allah Latîf'tir; bütün ayrıntıları bilir, Habîr'dir; her şeyin iç yüzünden haberi vardır.[*]
Gökten suyun inmesi, ardından bir gecede yerin yemyeşil görünmesi, sürekli yaşanan, pratikte görülen bir olaydır. Fakat alışkanlık bu olayın büyüklüğünü gölgelemektedir. İnsanın algılama yeteneği açılınca, duyguları uyanınca yeryüzünde gerçekleşen bu sahne insanın gönlünde değişik duygular uyandırır. İnsan kalbi, bazan kara toprağın bağrından henüz çıkmış, küçücük bir bitki fidanına baktığı zaman onun yeşilliğini ve tazeliğini bu çekici ve göz alıcı varlığa büyük bir aldırmazlıkla gülümseyen ve neşesinden neredeyse nur fışkıracak olan küçük çocuklara benzediğini hisseder.
Bu olayı bu şekilde algılayan birisi şu değerlendirme cümlesinde ne demek istendiğini de kavrayabilir.
"Hiç kuşkusuz Allah latiftir ve her şeyden haberdardır."
Bu ifadedeki latifliği, derinliği, bu duyarlığın çeşitli boyutlarını, bu sahnenin gerçekliğini ve tabiatını kavrayabilir. Gerçekten de bu sessiz ve yumuşak yeşerme; şu küçücük bitkinin toprağın bağrından sessizce ve yumuşakça yeşermesi, ilahi lütfun somut göstergesidir. Çünkü bu bitkicik son derece zayıf, cılız ve güçsüzdür. Onu havaya doğru çeken, yerin cazibesinden, toprağın ağırlığından kurtarıp şefkatle yukarıya doğru yükselten ilahi kudrettir. Suyun belli bir ölçü içinde, uygun bir zamanda ve ihtiyaç duyulduğu kadar inmesi olayındaki planlama ilahi bilginin eseridir. Suyun toprak tarafından emilmesi, canlı bitki hücrelerinin suyu emip, ışığa, havaya doğru yükselmeleri de ilahi bilginin kontrolünde gerçekleşmektedir.
Su Allah'ın göğünden O'nun yerine inmektedir. Bu sayede orada hayat başlar, yiyecekler ve zenginlik kaynakları bollaşır. Gökte ve yerde bulunan her şeyin sahibi yüce Allah'tır. Ama O gökte ve yerde bulunan hiçbir şeye muhtaç değildir. Yine Allah, canlıları ve bitkileri su ile rızıklandırır. Fakat O ne suya ne de rızıklandırdıklarına muhtaçtır! (Seyyid Kutub Tefsiri)
64.
Göklerde ne var yerde ne varsa O'nundur. Allah Ganî'dir; sınırsız zengin ve kimseye ihtiyacı yoktur, Hamîd'dir; bir sebep olmaksızın zâtıyla övgüye lâyık olandır.
BÖLÜM 9
65.
Görmedin mi, Allah yeryüzündekileri ve denizde O'nun emriyle akıp giden gemileri sizin hizmetinize verdi. O'nun izni olmaksızın yerkürenin üstüne düşmemesi için göğü O tutuyor.[*] Allah, insanlara karşı elbette Raûf'tur; pek şefkatlidir, Rahîm'dir; ikramı boldur.
Şu yeryüzünde nice enerji kaynakları, nice zengin maden yatak[arı vardır ki, yüce Allah bunları insanların emrine vermiştir. Buna rağmen insan yüce Allah'ın kudret elinden ve gece-gündüz değiştirdiği nimetlerinden habersizdir.
Gerçekten yüce Allah yeryüzünde bulunan her şeyi insanın emrine ve yararına sunmuştur. Evreni yönlendiren yasalar sistemini insanın yaratılışına ve gücüne uygun niteliklerine sahip kılmıştır. Şayet insanın fıtratı ve bedensel yapısı şu yeryüzüne egemen olan yasalara uygun olmasaydı, şu yeryüzünden ve içindeki nimetlerden yararlanması bir yana, yaşaması mümkün olmayacaktı. Eğer insanın organik yapısı dünya atmosferinin basınç derecesine dayanacak durumda olmasaydı, dünyanın havasını solumaya, yiyeceklerini yemeye, suyunu içmeye uygun olmasaydı, bir saniye bile yaşayamazdı. Eğer insanın yoğunluğu veya yerin yoğunluğu, üzerinde bulunanlardan farklı olsaydı, insan yeryüzünde iki ayağı üzerinde dengede duramazdı. Ya havada uçacaktı, ya da toprağa gömülecekti.Eğer yeryüzünde hava olmasaydı, ya da hava bugünkünden daha yoğun veya daha hafif olsaydı, şu insan denen yaratık boğulacaktı, en azından hayatın temel maddesi olan havayı teneffüs etmekte güçlük çekecekti. Buna göre içindeki her şeyle birlikte tüm yeryüzünün insanların emrine girmesini, insanın dünya ve içindekilerden yararlanmasını kolaylaştıran, yeryüzüne egemen olan yasalar ile insan türünün fıtratı arasındaki uyumdur. Kuşkusuz bu da Allah'ın işidir.
Yüce Allah insana yeryüzünde bulunan zenginlik kaynaklarını bulup kullanmasına yarayacak güç ve yetenekler vermiştir. Bunun yanında yeryüzüne de gizli, açık, yeraltı ve yer üstü zenginlik kaynaklarını yerleştirmiştir. İnsanoğlu bu kaynakları birer birer ortaya çıkarıp kullanmaktadır. Yeni hazineler fışkırmaktadır. Zenginlik kaynaklarının biteceğinden korktuğu anda yeni bir kaynak çıkıyor karşısına. Bakın işte günümüzde daha petrol ve benzini maden kaynakları tükenmeden, atom enerjisi, hidrojen enerjisi ortaya çıktı. Gerçi insanlık daha ateşle oynayan bir çocuk gibi bunlar aracılığı ile hem kendini hem de başkalarını yakabilmektedir. Ama yüce Allah'ın hayat için belirlediği sistemi bulduğu gün, yeryüzünün enerji ve zenginlik kaynaklarını yeryüzünün kalkınmasına, onarımına yöneltecektir ve yüce Allah'ın dilediği gibi yeryüzünde Allah'ın halifeliği görevini yürütecektir!
Gemilerin denizde yüzmesini sağlayan evrensel yasaları O yaratmıştır. Bu evrensel yasaları nasıl belirleyeceğini, nasıl emrine alacağını, nasıl yararlanacağını insana O öğretmiştir. Şayet denizin ya da geminin özelliği, şimdikinden farklı olsaydı, yahut insanın kavrama yetenekleri şimdiki gibi olmasaydı, bugün olanlardan hiçbiri olmayacaktı.
"O yeryüzüne düşmesin diye göğü askıda tutuyor."
Şu evreni kendisi için seçtiği düzene uygun olarak yaratan O'dur, bu yasalar sistemini evrene egemen kılan da O'dur. Yıldızlar ve gezegenler bu yasalar uyarınca dizilmektedirler. Düşmekten ve çarpışmaktan korunmaktadırlar.
Evren düzeninin üzerine yapılan tüm astronomik yorumlar, bu düzenin yaratıcısının meydana getirdiği sistemi düzenleyen yasaları yorumlamaktan öteye geçmiyor... Gerçi bazıları bu açık gerçeği göz ardı ediyor ve evrensel düzeni yorumladığı zaman kudret elini bu evrenden uzaklaştıracağını, izlerini silebileceğini sanıyor. Bu ilginç bir kuruntudur, düşünce planında içine düşülen tuhaf bir sapıklıktır. Astronomik teoriler, evrenin görünen kısmını yorumlamaya ilişkin olarak ortaya atılan varsayımlardır, bunlar doğru da olabilirler yanlış da. Bugün kanıtlanır, yarın yeni bir varsayımla çürütülebilirler. Bu yüzden doğru da olsa bir kanun üzerine yapılan yorum kanun koyucunun varlığını yok saymaya neden oluşturmaz. Bu kanunun işleyişinde onun etkinliğini görmezlikten gelmeyi gerektirmez.
Yüce Allah, kendi eseri olan kanunun işleyişi sonucu "düşmesin diye göğü askıda tutuyor."
Ama "izin verdiği gün gök düşer."
Bu da bir hikmet uyarınca hareket eden yasanın yeni bir hikmet uyarınca işlevini görmekten geri kaldığı gün meydana gelir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
66.
Nitekim, size hayat veren, sonra sizi öldüren ve en sonunda sizi yeniden hayata döndürecek olan O’dur; [bütün bu gerçeklere rağmen, yine de] insan, gerçekten, çok nankördür.[*]
Hayatın ilk defa ortaya çıkması bir mucizedir. Bu mucize sabahtan akşama kadar her hayatın varlığında yinelenip durmaktadır. Bu mucizenin sırrı da latif ve hep gizli bir sırdır. İnsan aklı bu sırrı, derinliğine tasavvur etmeye çalışırken hep şaşkına dönmüştür. Bilinmezliği karşısında apışıp kalmıştır. Ama sürekli düşünmeye ve irdelemeye müsait bitmez tükenmez bir alandır bu.
Ölüm de insan aklının derinliğine tasavvur edemediği bir başka sırdır. Çok kısa bir zamanda, aniden olup bitmektedir. Ölümün mahiyeti ile hayatın mahiyeti arasındaki mesafe büyük ve alabildiğine geniş bir mesafedir. Burası da düşünme, irdeleme için uygun ve uçsuz bucaksız bir alandır.
Ölümden sonraki hayat... O da bilinmez gaybın kapsamındadır. Ama hayatın ilk kez ortaya çıkması, onun için de kanıt oluşturmaktadır. Burası da düşünmek ve ibret almak için alabildiğine geniş bir alandır...
Ama ne yazık ki, şu insan denen yaratık bu kanıtlar ve sırlar üzerinde düşünmüyor, gereken sonuçları çıkarmıyor:
"Hiç kuşkusuz insan pek nankördür." (Seyyid Kutub Tefsiri)
67.
Her ümmet için[1*] kurban kesecekleri ortak bir zaman belirledik. Öyleyse bu konuda seninle çekişmesinler. Sen Rabbine çağır. Sen kesinlikle dosdoğru bir yol üzerindesin[2*].
[1*] Mensek: Kurban kesme yeri, kurban kesme zamanı ve kurban anlamlarına gelir. Burada kurban kesme zamanı anlamları uygun düşmektedir.
[2*] Kendilerine kitap verilenler, kitaplarındaki bir çok hükmü gizlemişlerdir. Bu ayetlere göre kurban ibadeti de gizlenen hükümlerdendir (Maide 5/15). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
68.
Ve eğer seninle ille de tartışmak isterlerse, onlara de ki: “Allah, yaptıklarınızın (altında yatan gerçek nedenleri) çok iyi biliyor."
69.
Allah, tartışıp durduğunuz konuda Kıyamet Günü aranızdaki hükmü verecektir.
70.
Bilmez misin ki Allah, gökte ve yerde olan her şeyi bilir. Bunların yazılı bir kaydı tutulur. Bu, Allah’a için kolaydır.
71.
Allah’ın, hakkında hiçbir delil indirmediği veya hakkında bir bilgilerinin olmadığı şeyi Allah ile aralarına koyup kulluk ederler. Bu yanlışı yapanların, hiçbir yardımcısı olmaz.[*]
Gücünü Allah'dan almadıktan sonra hiçbir rejimin, hiçbir kanunun gücü yaptırımı olmaz. Yüce Allah bir şeye kendi katından güç, kuvvet vermemişse o iş zayıftır, basittir. Gücün temel unsurlarından yoksundur.
Şu müşrikler de putlardan, heykellerden ya da insan veya şeytanlardan birtakım düzmece tanrılara kulluk ediyorlar. Halbuki bu düzmece tanrılara yüce Allah kendi katından hiçbir güç vermemiştir. Bu yüzden güçten yoksundurlar. Üstelik müşrikler bu düzmece tanrılara, kendilerini ikna eden bir bilgi ve kanıt sebebiyle de kulluk etmiyorlar. Sadece kuruntulara ve hurafelere uyuyorlar. Sığınabilecekleri bir yardımcıları da yoktur. Her şeyden üstün ve her şeye gücü yeten Allah'ın yardımından yoksundurlar.
Şaşırtıcı olan Allah'ı bir yana bırakıp kendilerine hiçbir güç, hiçbir yetki indirilmeyen varlıklara kulluk etmeleri ve bu konuda hiçbir bilgiye de sahip olmamalarına rağmen, hak çağrısına kulak vermemeleri, yapılan çağrıyı kabul etmek amacı ile düşünmemeleridir. Üstelik günahlarından dolayı gurura kapılmaları ve neredeyse kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan kimsenin üzerine atılıp parçalayacak gibi olmalarıdır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
72.
Kendilerine âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman o kâfirlerin yüz ifadelerinden inkârlarını anlarsın.
Neredeyse, kendilerine âyetlerimizi okuyanlara hışımla saldıracaklar. De ki: “Şimdi size bu durumdan daha beterini haber vereyim mi:
Ateş!.. Allah onu kâfirlere[*] vadetti. Ne kötü varış yeridir orası!”
Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)
BÖLÜM 10
73.
Ey insanlar! Size bir örnek veriliyor; onu dinleyin. Allah ile aranıza koyup yardıma çağırdıklarınız bir araya gelseler bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa onu geri alamazlar. İsteyen de aciz, kendisinden istenen de![*]
Sinek küçücük zayıf bir yaratıktır: Ama bu düzmece tanrılar, biraraya gelseler birbirleriyle yardımlaşsalar bile bir sinek yaratamazılar.
Bir sineği yaratmak, bir fiil, bir deve yaratmak gibi imkânsızdır. Çünkü sinek de o esrarengiz sırrı, hayat sırrını içermektedir. Bu bakımdan sineğin yaratılışının imkânsızlığı devenin ya da filin yaratılışının imkânsızlığı ile eşittir. Kur'anın olağanüstü ifade tarzı örnek olarak küçücük, zayıf sineği seçiyor. Çünkü bir sineği yaratamamanın verdiği eziklik, bir deveyi ya da fiili yaratamamanın verdiği eziklikten daha derin ve insan üzerinde daha büyük etki bırakır. Ama bu gerçek ayette doğrudan ifade edilmiyor. İşte bu da Kur'anın olağanüstü ifade tarzının göz kamaştırıcı örneklerinden biridir.
Ardından bu aşağılayıcı zayıflığı belirginleştirmek için daha geniş bir adım atılıyor.
"Buna karşılık eğer sinek onların vücudundan son derece küçük bir parça kapıp götürse onu onun ağzından geri alamazlar."
İster put olsun, ister heykel olsun, ister şahıs olsun, bu düzmece tanrılar sineğin kendilerinden kapıp götürdüğü bir şeyi geri alamazlar. Nice güçlü insanlar vardır ki, kendisini ısırıp kaçan sineğe engel olamazlar. Burada sinek özellikle seçilmiştir, çünkü küçücük ve zayıftır. Sinek aynı zamanda en tehlikeli hastalıkların mikrobunu taşıyan, insanın en değerli organlarını alıp götüren bir varlıktır. İnsanın gözlerini, organlarını, hayatı ve ruhları alıp götürür. Sinek, verem, tifo, dizanteri ve oftalmi denen göz hastalığı mikrobunun taşıyıcısıdır. Bu zayıflığına ve küçüklüğüne rağmen insandan bir daha geri getirilmesi mümkün olmayan şeyleri alıp götürür.
Bu da Kur'anın olağanüstü ifade yönteminin kullandığı bir diğer gerçektir. Şayet "Bir yırtıcı hayvan onlardan bir şey kapıp götürseydi bunu geri alamazlardı" denseydi, bu ifade zayıflıktan çok güçlülüğü vurgulayacaktı. Sonra yırtıcı hayvan sineğin insandan alıp götürdüğü şeyden daha büyük şeyler kapıp götürmez. Ama gerçekten Kur'anın ifade tarzı olağanüstüdür. (Seyyid Kutub Tefsiri)
74.
Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir edemediler.[*] Allah elbette Kavî'dir; çok güçlüdür, Azîz'dir; daima üstündür.
Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Çünkü onlar, bir araya gelseler bile bir sinek yaratamayacak olan güçsüz, zavallı düzmece tanrıları O'na ortak koşuyorlar. Bu düzmece tanrıların sinek yaratmaları bir yana, sinek kendilerinden bir şey kapıp götürse onu bile geri alamazlar.
Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Onlar yüce Allah'ı gücünün eserlerini, yarattıklarının sahip oldukları göz alıcı güzellikleri gördükleri halde, basit bir sineği bile yaratamayan kimseleri O'na ortak koşuyorlar.
Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Çünkü her şeyden üstün ve her şeye gücü yeten Allah'ı bırakıp, sineğin kendilerinden kapıp götürdüğü bir şeyi, geri almaktan aciz, çaresiz düzmece tanrılardan yardım istiyorlar.
Hiç kuşkusuz bu ifade, titreyip boyun eğmeye uygun bir ortamda bir gerçeği vurgulayan ve yerleştiren bir ifadedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
75.
Allah meleklerden de insanlardan da elçiler seçer. Allah elbette Semî'dir; daima dinler ve Basîr'dir; görür.
76.
Onların önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Bütün işler Allah'a döndürülür.
77.
Ey iman edenler, rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.
78.
Allah yolunda gereği gibi cihad[1*] edin. Sizi insanlar içinde bu emanete ehil bulup seçen O'dur. Din konusunda, size hiçbir zorluk da yüklemedi. Haydin öyleyse babanız İbrâhim'in milletine ve yoluna! Bundan önce de, bu Kur'ân'da da, size Müslüman adını veren O'dur. Ta ki Resul size şahid olsun, siz de diğer insanlar nezdinde Hakkın şahitleri olasınız. Haydin namazı hakkıyla ifa edin Bir işi yapma, yerine getirme. , zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı bağlanın. O sizin biricik mevlanız,[2*] efendinizdir. O, ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır.
Maide 5/54. Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
Sözlükte “birinin yakını, dostu, arkadaşı ve yardımcısı olmak, onun idaresini elinde bulundurmak” anlamındaki velâyet (vilâyet) kökünden masdar ismi ve sıfat olan mevlâ kelimesi “birine sevgiyle bağlanan, dost, arkadaş, yardımcı; sahip ve mâlik” gibi mânalara gelir. Râgıb el-İsfahânî, kavramın “temel” anlamındaki yan yana oluş faktörünü göz önünde bulundurarak velâ kökünün “iki veya daha fazla şeyin aralarında yabancı bulunmamak şartıyla birlikte olması” mânasına dikkat çekmiş ve bu birlikteliğin mekân, nisbet, din, dostluk, yardım ve inançta yakınlık için kullanıldığını söylemiştir (el-Müfredât, “vly” md.). Mevlâ kelimesi Allah’a izâfe edildiğinde maddî unsurlar hariç yakınlığın (kurb) “sevme, koruma, yardım etme, tasarruf ve himayesi altında bulundurma” gibi anlamları öne çıkar. Genel sözlüklerde ve Kur’an-hadis lugatlarında mevlâ kelimesi için başlıca şu mânalar sıralanır: Rab, mâlik, efendi (seyyid), köle, âzat eden, âzat edilen, nimet veren, nimet verilen, yardım eden, seven, komşu, amcaoğlu, hısım, yeminli dost, ortak. Yer yer karşıt konumundaki kişileri de ifade eden mevlâda aslolan mâna sevgi ve mânevî yakınlıktır. Kelimenin hem dinî metinlerde hem de müslüman halk arasında kazandığı bu geniş muhteva İslâm dininin önemli bir özelliğini ortaya koyar (a.g.e., a.y.; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “vly” md.; Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.). (TDV İslâm Ansiklopedisi, Mevlâ maddesi) (Onur)