FUSSİLET / AÇIKLANMIŞ SURESİ

İniş Sırası: 61 • Mushaf Sırası: 41 • Mekki Sure • 54 Ayettir

Bu (Kitap) Rahmân; iyiliği sonsuz ve Rahîm; ikramı bol olan Allah tarafından indirilmiştir. Ayetleri, bilenler topluluğu için Arapça kur’anlar / ayet kümeleri[*] halinde ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olsun diye (açıklanmıştır). Fakat onların / insanların çoğu yüz çevirdi; artık dinlemezler. (Fussilet 2-4)

[*] Kur'ân, karaa قرأ fiilinin mastarı olan kur’ القُرْء veya kar’ القَرْء’dan türetilmiştir; anlamı, toplama ve birleştirmedir. Mastar olarak kullanıldığı gibi bütünlük ve küme anlamında isim olarak da kullanılır. Allah’ın kitabına Kur’an denmesi, bütün sureleri toplayıp bir araya getirmesi sebebiyledir (Lisanu’l-Arab). Arapçada Kur’ân قُرْآنً’ın çoğulu olmadığından tekil için de çoğul için de kullanılır. Bu sebeple kur’ân = قُرْآن kelimesine, bağlamına göre, kur’ânlar diye de anlam verilebilir.

Birbirini tamamlayan âyetlerle oluşturulan kümeler. Ayetler arasındaki bu ilişki Al-i İmran 7’de anlatılmıştır. Özetle, bir konuda MUHKEM (açıkça hüküm veren) bir ayet, o ayete benzeyen ama aynı olmayan MÜTEŞABİH (benzeyen) ayet, ve onlara da benzeyen herbiri için en az iki olmak üzere müteşabih alt ayetler. Bu ayetler kümesi, bilenler topluluğu tarafından uygun akademik ve ilmi çalışmalarla bir araya getirildiği takdirde bir konuda doğru hükme yani hikmete varabilmek mümkün olmaktadır. Kur’anı Kerim sonsuz sayıda alt kur’an’lardan oluşan ve her şeyi açıklayan Kitap’tır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Hâ, Mîm.
2. Bu (Kitap) Rahmân; iyiliği sonsuz ve Rahîm; ikramı bol olan Allah tarafından indirilmiştir.
3. Ayetleri, bilenler topluluğu için Arapça kur’anlar / ayet kümeleri[*] halinde ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.

Kur'ân, karaa (قرأ) fiilinin mastarı olup toplama ve birleştirme anlamındadır. Mastar olarak kullanıldığı gibi bütünlük ve küme anlamında isim olarak da kullanılır. Allah’ın son kitabına Kur’an denmesi, bütün sureleri toplayıp bir araya getirmesi sebebiyledir (Lisanu’l-Arab). Arapçada Kur’ân (قُرْآنً)’ın çoğulu olmadığından tekil için de çoğul için de kullanılır. Bu sebeple kur’ân (قُرْآن) kelimesine, bağlamına göre, kur’ânlar diye de anlam verilebilir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

4. Müjdeleyici ve uyarıcı olsun diye (açıklanmıştır). Fakat onların / insanların çoğu yüz çevirdi; artık dinlemezler[*].

Bu ayete göre uyarıcı ve müjdeci olmak Allah’ın kitabının özelliğidir. Allah’ın resulleri, kitaptaki müjde ve uyarıları insanlara tebliğ ettikleri için onlar da bu özelliklerle vasıflandırılmıştır (Hud 11/1-2). Bu da "resul" kelimesinden ilk anlaşılması gerekenin Kitap olduğunu ortaya koyar (İsra 17/9-10, Kehf 18/1-2, Ahkaf 46/12). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

5. Dediler ki: "Ey Muhammed! Bizi çağırdığın şeye karşı kalbimiz kapalıdır, kulaklarımızda bir ağırlık ve seninle bizim aramızda bir perde vardır.[*] Sen istediğini yap, biz de istediğimizi yapıyoruz."

Bunlar birer temsil olup, kalplerinin, adeta hakikatin içeri nüfuz etmesini engelleyen kılıf ve örtüler içindeymiş gibi -ki “Bir de; “Bizim kalplerimiz perdelidir.” demekteler...” [Bakara 2/88] âyeti de bunu anlatır- hakikati kabulden ve ona inanmaktan uzaktırlar. Nitekim kulakları adeta hakikate sağırmış gibi onu işitmezden gelmesini ve nihayet sanki o Müşrikler ve inandıkları şey ile Peygamber ve inandığı şey arasında bir dağ veya benzeri bir perde, örtü, engel ve mânia varmış da hiçbir buluşma ve görüşme gerçekleşmiyormuş gibi, iki anlayış ve iki dinin birbirinden kesin bir şekilde ayrı olduklarını anlatmaktadır. (Zemahşeri Tefsiri)

6. (Resulüm!) De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor. O`na yönelerek kendinizi düzeltin! O`ndan af dileyin! O`na ortak koşanların vay haline!”
7. O müşrikler ki, zekâtı vermezler ve onlar ahireti de inkâr ederler...[*]

Allah’ın birliğine inanmak ve insanlara karşılıksız yardımlarda bulunmak, İslam’ın iki temel buyruğudur. Bu itibarla, bu iki buyruğa kasıtlı şekilde karşı çıkmak, insanın Allah’a karşı sorumluluğunun ve sonuçta hayatın öteki dünyada da devam edeceğinin inkarı anlamına gelir. (Zekât’ın bu bağlamda “karşılıksız harcama” olarak çevrilmesi konusunda bkz. sure 2, not 34. Unutulmamalıdır ki, zekât’ın Müslümanlar üzerinde zorunlu bir vergi yükümlülüğü şeklinde anlaşılması Medine döneminde başlar, halbuki bu sure Mekke dönemine aittir.) (Muhammed Esed Tefsiri)

8. Şüphesiz iman edip salih ameller işleyenler için ise kesintisiz bir mükâfat vardır.
BÖLÜM 2
9. De ki: "Siz mi yeri iki günde[*] (iki evrede) yaratanı inkâr ediyor ve O’na ortaklar koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir.

Yeryüzünün yaratıldığı iki gün ile, denge unsuru dağların yaratıldığı, rızık kaynaklarının bir plan içinde yerleştirildiği, toprağa verimlilik kazandırıldığı diğer iki günle dörde tamamlanan şu günler neyi ifade eder?

Hiç kuşku yok ki, bunlar süresini ancak yüce Allah'ın bildiği O'nun günleridir, şu yeryüzündeki günler değil. Yeryüzündeki günler dünyanın yaratılışın-dan sonra ortaya çıkmış zaman ölçüm birimleridir. Dünyanın güneşin karşısında kendi ekseni etrafında dönüşü ile oluşan günleri olduğu gibi diğer gezegenlerin ve yıldızların da günleri vardır. Ve bunlar dünyadaki günlerden farklıdırlar. Bazısı daha kısa, bazısı ise daha uzundur.

İlk defa dünyanın yaratıldığı, sonra dağların oluştuğu, ardından zenginlik kaynaklarının varedildiği günler başka ölçülerle ölçülen başka günlerdir. Bu günleri bilmiyoruz, ancak alışageldiğimiz dünya günlerinden çok daha uzun olduklarını biliyoruz.

Şu anda insan aklının ürünü bilimlerin son verilerine dayanarak en fazla şunu düşüne biliyoruz. Burada sözü edilen günler, yeryüzünün ardarda geçtiği, sonunda yerkabuğunun bugünkü şeklini alıp katılaştığı ve şu anda bildiğimiz ha- yata elverişli hale geldiği evrelerdir. Bu evreler -şu anda elimizde bulunan bilim-sel teorilerin dediğine göre- dünya ölçüleri ile yaklaşık olarak iki milyon yıl sürmüştür.

Bunlar sadece kayaların incelenmesine ve bunlar aracılığı ile dünyanın ömrünün belirlenmesine ilişkin varsayımlara dayalı bilimsel değerlendirmelerdir. Biz, Kur'an-ı Kerim'i incelerken bu değerlendirmeleri nihai gerçeklermiş gibi ele alamayız. Çünkü bunlar özleri itibariyle böyle değildirler. Her zaman değiştirilebilen teorilerdir. Şu halde Kur'an'ı bu değişken teorilere göre yorumlayamayız. Sadece, bunlarla Kur'an ayeti arasında bir yakınlık gördüğümüzde, zorlama yapmaksızın Kur'an ayetinin bu şekilde yorumlanmasının uygun olacağını düşündüğümüzde bunların doğru olabileceklerini söyleyebiliriz. Buradan hareketle bu veya şu teorinin Kur'an ayetinin anlamına yakınlığından dolayı doğruya yakın olabileceğini söyleyebiliriz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

10. O, dört gün içinde (dört evrede), yeryüzünde yükselen sabit dağlar yarattı, orada bolluk ve bereket meydana getirdi ve orada rızık arayanların ihtiyaçlarına uygun olarak rızıklar takdir etti.[*]

Bugün bilim çevrelerinde ağır basan görüş, yeryüzünün daha önce şimdiki güneş gibi gaz halinde yanan bir küre olduğudur. Yine kesin olarak belirlenemeyen bir sebepten dolayı dünyanın güneşten koptuğu düşüncesi de genel kabul görmüştür- Bu haldeki dünyanın uzun bir zaman içinde soğuduğu, kabuğunun sertleştiği, bugünkü şeklini aldığı söylenmektedir. Yer kabuğunun iç kısımlarının şu anda bile en sert kayaları eritecek kadar sıcak olduğu vurgulanmaktadır.

Yer kabuğu soğuyunca, donup sertleşince, başlangıçta her taraf sert bir kayalıktan ibaretti. Üst üste kayalık katmanlar oluşmuştu.

Çok erken bir dönemde iki hidrojenle bir oksijenin birleşmesi sonucu denizler oluştu, bu iki elementin birleşmelerinden sular (H2O) meydana geldi. "Şu dünyamızdaki hava ve su birlikte kayaların parçalanıp dağılmalarını aşınmalarını sağladılar. Parçalanıp dağılan bu kaya parçalarını bir yerden diğerine taşıdılar, ufalttılar. Nihayet tarıma elverişli toprak oluştu. Dağların ve tepelerin yarılmalarını, çukurların dolmalarını sağladılar. Neredeyse yeryüzünde olan her şey bir yıkılma ve tekrar yapılma sürecini yaşadı."

"Yerkabuğu sürekli hareket ve değişim halindedir. Deniz dalgalanır, köpürür, yerkabuğu ondan etkilenir. Güneşin etkisiyle deniz suları buharlaşır. Göğe yükselir. Tatlı su yağdıran buluta dönüşür. Yeryüzüne sağanak halinde yağar, bunun sonucu seller ve nehirler meydana gelir. Bunlarda yerkabuğu içinde akarlar ve onu etkilerler. Bu akarsular yerkabuğundaki kayaları etkilerler, onları aşındırıp değiştirirler. Bir kayadan bir başka kaya meydana getirirler. Bu sular daha sonra da kayaları aşındırmaya, bir yerden diğerine götürmeye devam ederler. Yüzyıllar içinde; yüzlerce, binlerce asır içinde yeryüzünün şekli değişir. Donmuş buzlar da akarsular gibi etkiler yerkabuğunu. Rüzgârlar da su gibi etkiler. Su ve rüzgârın yaptığını güneş de yapar. Yeryüzüne yakıcı ve aydınlatıcı ışınlarını gönderir. Aynı şekilde yeryüzünde yaşayan canlılar da sürekli yerkabuğunun şeklini değiştirip dururlar. Toprağın içinden fışkıran volkanlar da yerkabuğunun şeklini büyük ölçüde değiştirirler.

"Bir jeologa yeryüzündeki kaya çeşitlerini sorduğun zaman, sana bir çok kaya çeşidini sayar. Öncelikle kayaların üç büyük türünden sözeder.

"Sana "ateş ve kayalar"dan sözedecek. Bunlar toprağın altından üstüne kızgın kayalar halinde çıkan sonra da soğuyan parçalardır. Bunlara örnek olarak da Granit ve Bazalt'ı gösterecektir. Bunlardan bir parça getirerek içerdiği beyaz, kırmızı veya siyah billurları işaret ederek "Bu billurların herbiri kimyasal bir birleşimi göstermektedir ve bunların her birinin kendine özgü yapısı vardır. Dolayısıyla bu kayalar bir karışımdırlar" diyecektir. Bu sefer senin aklında yerkabuğunun çok eski zamanlarda dünyanın oluşumunun tamamlanmasından sonra bu sıcak kayalardan veya benzeri parçalardan oluştuğu fikri uyanır. "Sonra sular gökten yağarak, yerkabuğunda akarak veya kar halinde düşüp donarak bunları etkilemiştir. Hava ve rüzgâr etkili olmuştur. Güneş etkilemiştir. Bunların herbiri bu kayaların öz yapılarını ve kimyasal birleşimlerini değiştirmişlerdir. Böylece bunlardan farklı yeni kayalar oluşmuşlar" diyecek ve nerdeyse bunları bir laboratuvarda biraraya getirip gösterecektir.

"Jeolog, bu sefer de sana ikinci büyük kaya çeşidini gösterecektir. Bunları tortul ve tortulaşmış kayalar olarak isimlendirirler. Bunlar, su, rüzgâr, güneş veya canlıların etkisiyle yeryüzünde bulunan en sağlam ve en kötü kayalardan türemişler. Bunlara tortul yani çökelmiş adının verilmesi baştan beri bulunduğu yerde olmamasından dolayıdır. İlk kayalardan kopan, aşınan parçaların birleşimi ile oluştuktan sonra veya oluşmak üzereyken buraya taşınmıştır. Kuşkusuz bu taşıma işlemini su veya rüzgâr gerçekleştirmiştir. Dolayısıyle oluştuktan sonra bu kaya yuvarlanmış, çökelmiş ve şimdiki yerine yerleşmiştir.

"Jeolog tortul kayalara örnek olarak kireç taşını gösterecektir. Bu taşlardan dağlar oluşmuştur. Örneğin Mukattam dağı (Kahirenin doğusunda bir dağ) bunlardan birisidir. Kahireliler evlerini bu dağdan getirdikleri taşlarla bina ederler. Sonra şöyle diyecektir: Bu taş kalsiyum karbonat olarak bilinen kimyasal birleşiktir. Bu birleşim yeryüzünde canlıların etkisiyle veya kimyasal bir reaksiyon sonucu gerçekleşmiştir. Sonra kumu örnek gösterecek ve şöyle diyecektir: Bunun öz maddesinin büyük kısmı silisyum oksittir. Bu da sonradan meydana gelmiştir. Sonra örnek olarak kil ve balçığı gösterecek ve bunların başka maddelerin birleşmesinden meydana geldiklerini söyleyecektir.

"Birbirlerinden farklı tortul kayaların oluşmasına kaynaklık eden asıl kayaların ne olduğunu soracaksın. Bunların sıcak ateş kayalar olduğunu söyleyecektir. Çok eski zamanlarda yerkabuğu eriyip donunca bu donmuş yüzey üzerinde ateş kayalarından başka birşey yoktu. Sonra su geldi, denizler geldi. Su ve kayalar birbirlerini etkilediler. Bunlara daha sonra hava katıldı. Reaksiyon halindeki gazlar, kasırgalar, yakıcılığı ve aydınlatıcılığı ile güneş katıldı. Bütün bu etkenler, öz yapılarındaki yeteneklere uygun olarak reaksiyona girdiler. Bunun sonucu ateş kayalarının oluşturduğu yararsız ve katı düzeyden, ev yapımında kullanılan, madenlerin çıkarılmasında yararlanılan yararlı kayalar oluştu. Bundan daha önemli ve daha etkili bir şey var ki, o da hayat için elverişli olmayan katı ateş kayalarından toprağın meydana gelmesi, bu toprağın yeryüzüne serpişmesi, böylece canlılar ve yaratıklar için uygun ortamın oluşmasıdır.

"Granitler ekime, tarıma ve sulamaya elverişli değildirler. Fakat onlardan ve benzeri kayalardan elde edilen yumuşak toprak yararlıdır. Bu toprağın meydana gelmesi ile bitkiler meydana geldi. Bitkilerin meydana gelmesi hayvanların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Böylece yeryüzü yaratıkların en üstünü, yani insanın gelişine hazır hale gelmiştir."

Modern bilimin kendi vesilesi ile ölçüp ortaya koyduğu bu uzun yolculuk, yeryüzünün yaratıldığı, üzerinde denge unsuru olarak dağların varedildiği, toprağın verimli, bereketli kılındığı, zenginlik kaynaklarının belli bir plan içinde yerleştirildiği dört günü anlamada bize yardımcı olmaktadır. Bunlar Allah'ın günleridir. Bunların mahiyetlerini ve sürelerini bilmiyoruz. Ama dünyada bilinen günlerden farklı olduklarını kesin olarak biliyoruz.

Yeryüzünden gökyüzüne geçmeden önce bu ayetin her cümlesinin üzerinde ayrı ayrı durmak istiyoruz.

"Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi.." Kur'an-ı Kerim'in çok yerinde dağlar "Revasiye" yani "Köklü" diye isimlendirilir. Bazı yerlerde de bu köklü dağların varlık nedeni "sarsılmayasınız" diye belirtilir. Yani bu dağlar köklüdürler, yeri sağlam tutmaktadırlar, dünyayı dengede tutup sarsılmasına engel olmaktadırlar... Uzun zaman geçti insanlar üzerinde yaşadıkları dünyanın sağlam temeller üzerinde sabit olduğunu sanıyorlardı. Sonra bir zaman geldi onlara şöyle dendi: Üzerinde yaşadığınız şu dünya sonsuz uzay boşluğunda hiç bir şeye dayanmadan yüzen küçücük bir yuvarlaktır... Kim bilir, belki ilk defa bu sözleri duyduklarında korkmuşlardır. Belki de dünya beni sarsacak ya da uzay boşluğunun derinliklerine fırlatacak diye korkudan sağına soluna bakanlar olmuştur. Fakat insanlar rahat olsunlar, korkmasınlar. Çünkü Allah'ın eli, onu ve göğü tutuyor, yok olmaktan koruyor. Eğer Allah onları tutmasa, onun dışında kim bu dengeyi sağlayabilir ki! Rahat olsunlar. Çünkü şu evrene egemen olan yasalar, her şeye gücü yeten ve her şeyden üstün olan yüce Allah'ın koyduğu sağlam yasalardır.

Tekrar dağlar konusuna dönüyoruz ve Kur'an'ın onları "köklü" olarak nitelendirmesine, dünyayı dengede tutup sarsılmasına engel olduklarına dikkat çektiğini görüyoruz. Bu tefsirin bir başka yerinde de değindiğimiz gibi belki de dağlar okyanuslardaki derinlikler ile havalardaki yükseklikler arasındaki ahengi koruyor. Böylece dünyanın dengesini sağlayıp sarsılmasına engel oluyorlar. Şimdi şu bilgini dinleyelim:

"Yeryüzünde, gerek yüzeyde gerekse derinliklerde meydana gelen her olayın bir maddenin bir yerden diğer bir yere taşınmasına etkisi olur. Bu da dünyanın dönüş hızını etkiler. Çünkü bu konuda (yani yazarın bir önceki paragrafta söylediği gibi dünyanın hızının yavaşlamasında) tek etken med-cezir (gel-git) olayı değildir. Hatta nehirlerin yeryüzünün bir yerinden diğer bir yerine taşıdıkları sular da dünyanın dönüş hızını etkilerler. Rüzgarların esintisi de öyle. Denizlerin diplerine düşen herhangi bir şey, yeryüzünün şurasında, burasında beliren birşey dünyanın dönüş hızı üzerinde etkili olur. Dünyanın dönüş hızını etkileyen unsurlardan biri de herhangi bir nedenden dolayı toprağın kayması ya da yığılmasıdır. Bu yığılma veya kayma dünyanın alanında sadece bir kaç adımlık bir eksilme veya daralmaya neden olacak kadar önemsiz bile olsa yine de dünyanın dönüş hızı üzerinde etkisini gösterir."

Bu kadar hassas bir yapıya sahip olan yeryüzünde köklü dağların dengeyi koruyan ve Kur'an-ı Kerim'de ondört asır önce ifade edildiği gibi dünyanın sarsılmasını önleyen etkenler olmasının şaşılacak bir yanı yoktur.

"Onda bereketler yarattı ve orada rızıklarını arayanlar için dört günde düzene koydu."

Ayetin bu bölümü bizden önceki kuşakların zihinlerinde yeryüzünde yeşeren ekinleri ve yüce Allah'ın yeraltında gizlediği altın, gümüş ve demir gibi bazı madenleri çağrıştırıyordu. Fakat bugün yüce Allah yeryüzünün birçok bereketini ve geçen uzun zaman içinde yerin altına yerleştirdiği zenginlik kaynaklarını insana gösterince ayetin bu bölümünün anlamı zihnimizde daha geniş bir boyut kazanmış oldu.

Nitekim havadaki bazı elementlerin (Hidrojen, Oksijen) suyu meydana getirmek için nasıl yardımlaştıklarını görmüştük. Yine su, hava, güneş ve rüzgarın tarıma elverişli toprak meydana getirmek için birbirleri ile yardımlaştıklarını da görmüştük. Akarsuların, kaynak, çeşme ve kuyu şeklinde ortaya çıkan yeraltı ve yerüstü sularının; bütün tatlı suların özü yağmurların su, güneş ve rüzgarlarca oluşturulduklarını görmüştük. İşte bütün bunlar yeryüzündeki bereketin, rızık kaynaklarının esaslarıdır. Bir de hava var. Nefes alış verişimiz, bedenlerimizin ayakta kalması ona bağlıdır.

"Yeryüzü bir yuvarlaktır. Üzerini bir kaya örtüsü kaplamıştır. Bu kayaların büyük kısmını bir su tabakası kaplamıştır. Kaya ve su tabakalarını birlikte bir hava tabakası sarmıştır. Bu tabaka yoğunlaşmış gazdan oluşur. Bunun da tıpkı denizler gibi derinlikleri vardır. Biz; insanlar, hayvanlar ve bitkiler işte bu tabakanın derinliklerinde yaşarız, ondan yararlanır, bu sayede hayatımızı sürdürürüz."

"Örneğin biz hava tabakası ile soluk alırız, onun oksijenini içimize çekeriz. Bitkiler organik yapılarını ona borçludurlar. Hava tabakasında bulunan karbon, daha doğrusu karbon oksit bitkilerin organik yapılarını oluşturur. Buna kimyagerler karbondioksit derler. Biz de bitkileri ve bitkileri yiyen hayvanları yiyoruz. Biz bu ikisinden kendi organik yapımızı oluştururuz. Havadaki gazlardan geride Nitrojen yani Azot kaldı. Bu da soluklarımızla yanmamamız için oksijeni hafifletici rol oynayan bir elementtir. Havada bir de su buharı var ki, bu da havayı nemlendirir. Havada başka gazlar da vardır. Bunlar değişik oranlarda ve düzensiz bulunurlar. Argon, Helyum ve Neon gibi. Sonra Hidrojen. Bu ise, genellikle yeryüzünün ilk yaratılışından geride kalmıştır."

Yediğimiz, hayatımızda yararlandığımız maddeler, -ki rızık kaymakları yemek suretiyle tüketilen maddelerden daha geniş bir anlam ifade eder- bütünüyle yeryüzünün gerek içinde gerekse atmosferinde içerdiği temel elementlerin meydana getirdiği birleşiklerdir. Örneğin şu şeker nedir, neden meydana gelir? Aslı karbon, hidrojen ve oksijendir. Suyun oksijen ve hidrojenden oluşan birleşimini öğrenmiştik. Aynı şekilde tükettiğimiz bütün yiyecekler, içecekler, kullandığımız giysiler ve aletler... Şu yeryüzüne yerleştirilmiş elementlerin birleşimlerinden başka birşey değildirler.

Bütün bunlar yeryüzüne bahşedilen berekete, verimliliğe, oraya bir plana göre, dört günde yerleştirilen rızık kaynaklarına işaret etmektedir. Hiç kuşkusuz bunlar uzun zaman süren aşamalarda gerçekleşmişlerdir. İşte bunlar, Allah'ın günleridir ve bunların süresini Allah'tan başkası bilemez. (Seyyid Kutub Tefsiri)

11. Aynı zamanda[1*], duman halindeki göğe yönelmiş, ona ve yere: “Gönüllü veya zorunlu olarak boyun eğin!”[2*] demişti; ikisi de “Gönüllü olarak boyun eğdik!” diye cevap vermişlerdi. [3*]

[1*] Ayetteki sümme (ثمَ), dört türlü kullanımı olan bir edattır. Bu kullanımlardan biri, sıralama veya öncelik-sonralık kastedilmeksizin mutlak beraberliği ifade eder (Mu’cemu'l-Lugati'l-Arabiyyeti'l-Muasıra, Ahmed Muhtar Abdulhamid Ömer, Alem-ül Kütüb, 2008, c. 1, s. 328. Ayrıca bkz. Yunus 10/103, Hud 11/3, 52; Beled 90/17). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

[2*] Şayet “Gönüllü ya da gönülsüz” ifadesinin anlamı nedir?” dersen şöyle derim: Bu ifade, Allah’ın kudretinin onlar üzerindeki etkisinin kaçınılmazlığını ve onların Allah’ın kudretinin etkisi dışında kalmalarının imkânsız olduğunu dile getiren bir temsildir. Nitekim bir zorba, emri altındakilere şöyle der: “İsteseniz de, istemeseniz de bunu mutlaka yapacaksınız, gönüllü yahut gönülsüz onu muhakkak yapacaksınız!” Bu kelimelerin cümlede mansūb olarak bulunmaları, hâl olmaları sebebiyledir. “itaatkâr olarak yahut isteksiz olarak” manasında.

[3*] ‘Göğe ve yeryüzüne gelmelerinin emredilip, onların da bu emre itaat etmelerinin’ anlamı şudur: Allah Teâlâ onları yaratmayı dilemiş; onlar da O’nun bu dilemesine itaatsizlik etmemişler ve O onların nasıl olmasını dilediyse o halde bulunmuşlardır. Bu hususta onlar, kendisine itaat edilen âmirin fiili (emri) karşısındaki itaat eden memur gibidirler. Bu, temsîl denen mecaz kabilindendir; ama tahyîl (muhatabın hayalinde canlandırma) de olabilir. Bu durumda mesele şöyle temellendirilir: Allah Teâlâ yeryüzü ve gökyüzüne konuşmuş ve “İster istemez / gönüllü gönülsüz gelin!” demiş; onlar da, “Gönülsüz değil isteyerek geldik” demişlerdir. Maksat ortada herhangi bir soru cevap olmaksızın, Allah’ın mahlûkat üzerindeki kudretini tasvir etmektir; başka da bir şey değildir. Mesela insanların şöyle demesi de buna benzer: Duvar kazığa, “Beni niçin yarıyorsun?” demiş; kazık da “Bunu bana değil, sürekli bana vuran şu arkamdaki taşa (balyoza) sor!” demiş. (Zemahşeri Tefsiri)

12. Allah, gökleri yedi gök olarak iki gün içinde tamamladı[1*]. Her bir göğe görevini bildirdi. En yakın göğü (birinci kat semayı) kandillerle süsledi ve korudu[2*]. İşte bu, Azîz; daima üstün ve Alîm; hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir."[3*]

[1*] Göğün yedi gök şeklinde düzenlenmesiyle ilgili diğer ayetler için bkz. Bakara 2/29, Talak 65/12, Mülk 67/3, Nuh 71/15.

[2*] Gezegenlerin, en yakın göğün süslerinden olduğu diğer bir ayette belirtilmektedir (Saffat 37/6). Jüpiter ve Satürn gibi dev gaz-gezegenlerinin Dünya’yı, öldürücü derecede zarar verebilecek göktaşlarından koruduğu bilim adamları tarafından ifade edilmektedir.

[3*] Buraya kadar olan ayetlerde, yerin yaratılması iki gün, dağların oluşumu ve gıda ölçülerinin belirlenmesi dört gün, göklerin yaratılması da iki gün olarak belirtilmiştir. Bunlar ayrı ayrı zamanlarda olsaydı yaratılışın toplam sekiz gün sürmesi gerekirdi oysa Allah gökleri, yeri ve ikisi arasındaki her şeyi toplam altı günde yarattığını belirtmektedir. Dolayısıyla, ayetlerde belirtilen kimi aşamaların eş zamanlı olarak yürütülmüş olduğu anlaşılmaktadır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

13. Eğer yüz çevirirlerse de ki: "Ben sizi Ad ve Semud kavimlerinin başlarına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım." [*]

Siz onu hep inkâr mı edip duracaksınız, de. Yine yüz çevirir aldırmazlarsa, o zaman de ki size bir yıldırım tehlikesi haber veriyorum. Yani yıldırım gibi bir çarpışta helak edecek şiddetli bir azap "Âd ve Semud'un uğradığı yıldırım gibi". Delailü'n-Nübüvve'de Beyhakî ve İbnü Asâkir Cabir b. Abdullah'tan rivayet ederler. O demiştir ki: Ebu Cehil ile Kureyş'in ileri gelenlerinden bir topluluk şöyle dediler: "Muhammed'in işi bizi şüpheye düşürdü, sihir, kehanet, falbakıcılık ve şiiri bilen bir adam arasanız, onunla konuşsa da bize onun durumunu bir anlatsa" dediler. Bunun üzerine Utbe b. Rebia: "Ben vallahi şiiri, fal bakmayı, sihri dinlemişim, ona dair bir ilim edinmişimdir. Eğer öyle ise Muhammed bana gizli kalmaz" dedi ve vardı: "Ya Muhammed, sen mi daha hayırlısın, Haşim mi; sen mi hayırlısın, Abdulmuttalib mi?" dedi. Resulullah cevap vermedi. "Ya sen bizim ilâhlarımızı kötülüyor, atalarımızı sapık olarak gösteriyorsun, eğer başkanlık senin olsun istiyorsan bayraklarımızı sana dikelim ve eğer mal istiyorsan sana mallarımızdan senin ve arkandakilerin ihtiyaçlarını giderecek mal toplayalım ve eğer kadın ihtiyacın varsa Kureyş kızlarından beğeneceğin on tanesini seninle evlendirelim" dedi. Resulullah susuyor söylemiyordu. Utbe sözünü bitirdiği zaman, Resulullah (s.a.v.) "Bismillahirrahmanirrahim" deyip, diye okudu. "Bunun üzerine yine başlarını çevirirlerse o zaman de ki: Size Ad ve Semud yıldırımı gibi bir yıldırım haber veriyorum" âyetine gelince, Utbe hemen Resulullah (s.a.v.)ın mübarek ağızlarını tuttu "Rahime" yemin vererek vazgeçmesini rica etti. Kureyş'e çıkmadı, birkaç gün görünmeyince Ebu Cehil "Ey Kureyş topluluğu!" dedi. "Utbe neden görünmüyor? Zannederim Muhammed'e saptı, galiba onun yemeği hoşuna gitti, bu mutlak ihtiyacından olmalı, kalkın gidelim bakalım" dedi. Vardılar. Ebu Cehil "Ey Utbe" dedi. "Sen Muhammed'e saptın o galiba hoşuna gitti, bir ihtiyacın varsa seni Muhammed'e muhtaç etmeyecek mal toplayabiliriz." Bunun üzerine Utbe kızdı ve bundan sonra Muhammed'e ebediyyen bir şey söylemeyeceğine billahi diyerek yemin etti de dedi ki: "Bilirsiniz, ben Kureyş'in malca en zenginiyim, fakat ben ona vardım.." diye hikayeyi anlattı. "Bana" dedi, "bir şey ile cevap verdi ki: Vallahi o sihir değil, şiir de değil, fal bakıcılık da değildir" O, okudu: Size Ad ve Semud yıldırımı gibi bir yıldırım haber veriyorum âyetine gelince, ben ağzını tuttum ve Rahîm'e yemin verdim, bunun üzerine kesti. Vallahi bilirsiniz ki Muhammed bir şey söylediği zaman yalan çıkmaz, onun için başınıza bir azap inmesinden korktum." (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

14. Bir zamanlar onlara; önlerinden ve arkalarından / her yandan elçiler gelip de “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin!” dediklerinde şöyle demişlerdi: “Rabbimiz (böyle bir şey) isteseydi[*] elbette melekler indirirdi. Bu yüzden biz sizinle gönderilen mesajları tanımıyoruz.”

[Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

15. Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: Bizden daha kuvvetli kim var? dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi (mucizelerimizi) inkâr ediyorlardı.
16. Bu yüzden onlara, kara günlerde, soğuk ve şiddetli bir rüzgar gönderdik ki dünya hayatında rezil edici azabı tattıralım. Ahiretteki azap daha da rezil edici olacak ve yardım görmeyeceklerdir.
17. Semûd’a gelince, biz onlara kılavuzluk ettik ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler. Bunun üzerine, kazandıkları yüzünden, alçaltıcı azabın yıldırımı onları yakaladı.
18. Kendilerini korumuş olan iman edenleri bu azaptan kurtardık.
BÖLÜM 3
19. Allah düşmanlarının (mahşerde) ateşe sevk olunmak üzere toplanacakları gün, işte onların hepsi, ateşe bölükler halinde dağıtılırlar.
20. Nihäyet onlar ateşin oraya vardıkları zaman, kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri kötülüklere dair aleyhlerine şahitlik edecektir.[*]

Zor bir durumda ve beklenmedik bir sırada ortaya çıkan insanın yüreğini ağzına getiren bir sürpriz. Bütün organlarının itaat edip buyruğuna boyun eğdiği Allah'ın gücü... Ve Allah'ın düşmanı olarak damgalanan kendileri... Peki Allah'ın düşmanlarının akıbeti ne olacak? Bir sürü gibi başları sonlarına, sonları başlarına karıştırılarak biraraya getiriliyorlar, toplanıyorlar, sürükleniyorlar. Ama nereye? Ateşe! Tam ateşin kenarına getirilip bekletildikleri sırada hesaplaşma başlıyor. O da ne! Hesapta olmayan şahitler aleyhlerinde şahitlikte bulunuyorlar: Dilleri düğümlenmiş konuşmuyor. Oysa bundan önce yalan söylüyor, iftira atıyor, başkalarını alaya alıyorlardı. Kulakları, gözleri ve derileri isteyerek ve teslim olarak Rabb'lerinin emrini yerine getirmek amacı ile aleyhlerinde şahitlikte bulunuyorlar. Onların sır sandıkları şeyleri anlatmaya başlıyorlar. Bunları Allah'tan gizliyorlardı. Allah'ın kendilerini görmediğini, niyetlerini ve cürümlerini O'ndan saklayabileceklerini sanıyorlardı. Fakat bunları gözlerinden, kulaklarından ve derilerinden gizleyecek değillerdi. Hem nasıl gizleyeceklerdi ki? Çünkü bu organlar onlarla beraberdiler. Daha doğrusu onların bir parçasıydılar. İşte bütün yaratıklardan ve alemlerin Rabbi olan Allah'tan gizli olduğunu sandıkları bütün sırları ortaya dökülüyor.

Allah'ın gizli gücü ile bu şekilde, yürekleri korkudan titreten bir ortamda karşılaşmaları ne müthiş bir sürpriz. Bu güç onların bazı organlarını etkisine alıyor, onlar da buyruğuna koşup, dediklerini yapıyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

21. Derilerine soracaklar: “Neden aleyhimize tanıklık yaptınız?” Onlar da: “Her şeye konuşma imkanı veren Allah, bize [de] vermiştir: Sizi yoktan var eden O’dur, [şimdi] yine O’na döndürülüyorsunuz.
22. Kulaklarınız, gözleriniz ve derileriniz aleyhinize şahitlik eder diye bir çekinceniz yoktu. Ayrıca Allah’ın, yaptıklarınızın bir çoğunu bilmeyeceğini zannetmiştiniz.
23. İşte sizi, Rabbiniz hakkındaki bu yanlış düşünceniz[*] helâk etti de, bugün artık kaybedenlerden oldunuz.

Demişlerdir ki "Zann iki çeşittir. Biri kurtarıcı, biri de helak edicidir." "Ben kulumun hakkımda beslediği zanna göre olurum." kudsi hadisinin mânâsını yanlış anlamamalıdır. Hasan Basri hazretleri bu âyeti okumuş da demiştir ki: İnsanların amelleri Rablerine karşı besledikleri zanna göredir. Mümin Allah'a güzel zan besler, güzel amel yapar, kâfir ve münafık da kötü zanda bulunur, kötü amel yapar. Artık onlar arzularına erdirilecek, döndürülecek değillerdir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

24. Şimdi eğer dayanabilirlerse, barınakları ateştir. Yok eğer özür dileyip hoşnutluk sağlamak istiyorlarsa, özürleri kabul edilmeyecektir.
25. Biz onların yanına birtakım arkadaşlar katarız.[*] Bunlar, onların önlerinde ve arkalarında ne varsa yaptıkları her türlü işi süsler, cazip gösterirler. Böylece cinlerden ve insanlardan gelmiş geçmiş toplumlar hakkında yürürlükte olan cezalandırma hükmü, onlar hakkında da gerekli olur. Çünkü onların hepsi kendilerini hüsrana atmışlardı.

“Onların başına sardırdık” yani Mekke Müşrikleri için programladık. İkisi birbirine denk olduğunda hâzâni sevbâni kaydāni (birbirine tamamen uygun iki elbise) denir. Mukāyada bir şeyin muâdilini vermek demektir. "yoldaşlar" şeytanî akranlar anlamında olup, karinin çoğuludur. Tıpkı “Kim Rahman’ın öğüdüne gözünü kaparsa, başına bir şeytan sardırırız; ona yoldaş olur” [Zuhruf 43/36] âyetindeki gibi. Şayet “Allah şeytanın adımlarını takip etmelerini kendisi yasaklamışken, nasıl onların başına şeytanî yoldaşlar sardırmış olabilir?” dersen şöyle derim: Bunun anlamı şudur: Allah Teâlâ küfürde ısrar etmeleri sebebiyle onları rahmetinden uzaklaştırmış ve yardımsız bırakmıştır ve böylece, şeytanlardan başka yoldaşları kalmamıştır. Bunun delili de “Kim Rahman’ın öğüdüne gözünü kaparsa, başına bir şeytan sardırırız” [Zuhruf 43/36] âyetidir. (Zemahşeri Tefsiri)

BÖLÜM 4
26. Ve kâfir olanlar, dediler ki: Şu Kur’ân’ı dinlemeyin ve okunurken gürültü edin, bağırıp çağırın da onun sesini bastırın.[*]

Kureyş kabilesi ileri gelenlerinin kitleleri kandırmak için kendilerine söyledikleri bir sözdür bu. Çünkü bu Kur'an'ın hem kendi ruhları hem de kitlelerin ruhları üzerindeki etkinliğine karşı koyamıyorlardı.Çünkü ileri sürdükleri gibi bu Kur'an onları büyülüyor, akıllarını çeliyor, hayatlarını altüst ediyordu. Baba ile oğulu, karı ile kocayı birbirinden ayırıyordu. Evet, Kur'an ayırıyordu, ama iman ile küfrü, sapıklıkla hidayeti birbirinden ayıran Allah'ın öngördüğü kriter ile, Furkan ile ayırıyordu. Kalpleri bütünüyle Allah'a özgü kılıyordu. Allah'ın bağından başka bir bağa önem vermiyordu. İşte insanları birbirinden ayırmada esas alınan kriter, göz önünde bulundurulan Furkan buydu.

"Okunurken gürültü yapın, belki ona galip gelirsiniz."

"Bu yakışık almayan, seviyesiz bir tutumdu. Ne var ki iman etmeye tenezzül etmeyen küstahlar kanıt ile, delil ile, belge ile karşı koyamadıkları zaman yüzsüzlüğe, şamataya başlarlar.

Nitekim insanları Kur'an'ı dinlemekten alıkoymak için Malik b. Nadr'ın yaptığı gibi İsfendiyar ve Rüstem masallarını anlatarak, şamata çıkarıyorlardı. Bazan kargaşa çıkararak, bağırarak Kur'an'ın okunmasına engel olmaya çalışıyorlardı. Kimi zaman Kur'an okunurken şiirle, kafiyeli sözlerle halkın dikkatini dağıtmaya, Kur'an'ı dinlemelerine engel olmaya çalışıyorlardı. Ama bütün çabaları boşa gidiyordu. Kur'an hepsine üstün geliyordu. Çünkü Kur'an'da üstün gelme sırrı gizlidir. Çünkü Kur'an hak içeriklidir. Ve batıl ne kadar çırpınırsa çırpınsın her zaman hak üstün gelir.

Bu çirkin sözlerine karşılık olarak çok uygun bir tehdit yer alıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

27. İşte bunun içindir ki, biz de o kâfirlere şiddetli bir azap[*] taddıracağız; ve kendilerini yaptıkları amellerin en kötüsü ile cezalandıracağız.

İnkârcıların “Yaptıklarının en kötüsüyle cezalandırılması”, işledikleri eylemin büyüklüğüyle ve etkisiyle alakalıdır. Onlar sadece inkâr etmiyordu, aynı zamanda Müslümanları inandıklarından vazgeçirmek ve Allah’ın mesajının insanlara ulaşmasını engellemek için ellerinden geleni yapıyordu. İnkârı düşmanlığa dönüştürüp zulmü tabiat haline getirerek dünyayı yaşanmaz hale getiriyordu. Fesat çıkarmaktan keyif alıyor, temel hak ve özgürlükleri çiğnemekten mutlu oluyordu. İnsan fıtratıyla örtüşmeyen ne varsa onu hayata geçirmekten zevk alıyor, hayvanları dahi utandıracak ve hayrete düşürecek bir yaşam ortaya koyuyordu. Allah’ın varlığını, varlıklar üzerindeki otoritesini, verdiği nimetleri hiç düşünmüyor, toplumu inançsızlığa sürüklemek için var güçleriyle çalışıyordu. Bu kötü davranışların da cezası elbette ki büyük olacaktır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

28. İşte böyle! Allah’a karşı düşmanlık edenlerin cezası o ateş / cehennemdir. Ayetlerimizi bile bile inkar etmelerinin karşılığı olarak ölmemek üzere kalacakları yurtları, oradadır.
29. Ve kâfirler, (Cehennemde) diyecekler ki: Rabbimiz, cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları bize göster; onları ayaklarımızın altına alalım ki, en aşağılardan olsunlar.[*]

Müthiş bir öfke. İntikam duygusu ile yanıp tutuşuyorlar: "Onları ayaklarımızın altına alalım." ... "Ki altta kalanlar olsunlar." Karşılıklı sevgiden, dostluktan, vesvese ve kötülükleri süslü gösterme girişimlerinden sonra durumları bundan ibaret olacaktır.

Bu bir ilişki türüdür. Bu ilişki vesvese ve aldatmaya dayanır. Ama bir diğer ilişki türü de var. Bu ilişki öğüt vermeye, karşılıklı dostluğa dayanır. Bunlar mü'minlerdir. Rabb'imiz Allah'tır diyen, sonra da iman ile, salih amel ile Allah'ın belirlediği yolda ona doğru yol alan kimselerdir. Yüce Allah bunlara insanlardan ve cinnlerden kötü arkadaşlar musallat etmiyor. Kalplerine güven ve huzur aşılayan, onları cennetle müjdeleyen, dünya ve ahirette onlara arkadaşlık eden melekler görevlendiriyor: (Seyyid Kutub Tefsiri)

30. “Rabbimiz Allah'tır” deyip sonra da istikamet üzere, doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların yanına melekler inip: “Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vâd edilen cennetle sevinin! ” derler.[*]

"sonra" kelimesi, istikamet üzere olmanın, dil ile ikrardan zaman bakımından sonra geldiğini ve fakat fazilet bakımından daha üstün olduğunu ifade etmek için kullanılmıştır. Bunun benzeri “Ancak şu kimseler mümindir ki; Allah ve Resûlüne iman etmiş, sonra şüpheye düşmemiş…” [Hucurât 49/15] âyetidir. Dolayısıyla, ifade “sonra dil ile ikrarlarında ve bunun gerektirdiği hususlarda sebat ettiler” anlamına gelmiş olur. Hazret-i Ebû Bekr’in “Söylemlerinde nasıl istikamet üzere iseler, eylemlerinde de öyle istikamet üzere oldular” dediği nakledilmiştir. Yine kendisinden nakledildiğine göre, bu âyeti okumuş ve “Bu ‘istikamet üzeredirler’ ifadesi hakkında ne dersiniz?” diye sormuş; muhatapları, “yani günah işlemezler” diye cevap verince, “Meseleyi en çetin şekline hamlettiniz” demiş. “Peki, senin görüşün ne?” diye sorduklarında ise, “Bir daha putperestliğe dönmezler!” şeklinde cevap vermiştir. Hazret-i Ömer’in de şöyle dediği nakledilmiştir: “Yolda dosdoğru yürürler; tilki gibi sağa sola saparak gitmezler.” Hazret-i Osman’ın “Amellerinde ihlaslıdırlar.”; Hazret -i Ali’nin ise “Farzları yerine getirirler” dediği nakledilmiştir. Süfyân b. Abdullah es-Sekafî de şöyle demiştir: “ Peygamber (s.a.)’e dedim ki; ‘Ya Rasûlâllah! Bana öyle bir şey söyle ki ona sımsıkı yapışayım.’ Peygamber buyurdu ki; ‘Rabbim Allah’tır de, sonra da dosdoğru ol!’ Sonra dedim ki, ‘Benim hakkımda en çok endişelendiğin şey nedir?’ Peygamber kendi dilini göstererek, ‘İşte budur’ dedi.” (Tirmizî, “Zühd”, 60.)

“Üzerlerine melekler inerler”, yani ölüm anında onları müjdelemek için inerler. Bu kimselere müjdenin üç yerde verildiği de söylenmiştir: Ölüm ânında, kabirde ve kabirden kalkıp tekrar dirildiklerinde.

Korku, istenmeyen bir şey olacağı beklentisiyle insana ârız olan tasadır. Hüzün ise faydalı bir şeyin kaybı yahut zararlı bir şeyin meydana gelmesi gibi istenmeyen bir şeyin vuku bulmuş olması sebebiyle insana ârız olan tasadır. Bu durumda, “Korkmayın!” ifadesi, “Hiç şüpheniz olmasın ki Allah her türlü tasadan emin olacağınıza ve hiç tasalanmayacağınıza kesin olarak hükmetmiştir” anlamında olur. İfadenin, “Varacağınız yer sebebiyle korkuya kapılmayın, geride bıraktıklarınız sebebiyle de üzülmeyin!” anlamında olduğu da söylenmiştir. Nasıl ki şeytanlar, günahkârların yoldaş ve kardeşleri iseler, melekler de her iki cihanda müttakîlerin velîleri ve sevdikleridirler. (Zemahşeri Tefsiri)

31. Biz bu dünya hayatında sizin dostunuzuz ve öteki dünyada (da dostunuz olacağız), orada canınızın çektiği her şeye sahip olacak ve istediğiniz her şeye kavuşacaksınız,
32. Gafûr; çok bağışlayan ve Rahîm; ikramı bol olan Allah’tan bir ikram olarak..."
BÖLÜM 5
33. İnsanları Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?[*]

Demek olur ki Allah'a davet yalnız imana davet etmek demek değildir. Müminleri amel etmeye davet etmek de bu mânâya dahildir. Bundan dolayı Allah'a davet, tevhid ve itaatine davet demektir ki, bunun neticesi de Allah'a kavuşmaya davete varır. Kısacası Allah'a davet en güzel sözdür, ancak böyle olması iki şart ile şartlıdır. Birisi o davet yalnız kuru bir laftan ibaret kalmamalı, durumu sözüne aykırı olmamalı, sözü ile birlikte salih ameli de olmalıdır. Yani önce kendini düzeltmeli, kendisi ilâhî ahlak ile ahlaklanmalı, başkalarını davete layık ve sözüne kendi fiili şahid olacak şekilde çalışarak, güzel iş yaparak davet etmeli ki, basiret üzere bulunmak ve icabında kılıca sarılmak bu salih ameldendir. Birisi de İslâm'dır. Davetçi müslümanlardan olmalı, davetine hiç şirk karıştırmayarak "Rabbimiz Allah deyip sonra istikametle giden" samimi müslümanlardan bulunmalıdır. İslâm olmayınca amelde tam düzgünlük bulunmaz ve Allah'a davet edilmiş olmaz. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

34. İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.[*]

Allah'a davetin mertebeleri ve mertebesine göre zahmetleri, çileleri ve yorgunlukları bulunduğundan dolayı da buyuruluyor ki: Bununla birlikte güzellik de eşit olmaz, kötülük de. Güzellik ile kötülük eşit olmak şöyle dursun, her iyilik de bir olmaz, her kötülük de. Hem güzel huyların, iyi amellerin eserlerde ve hükümlerde mertebeleri çeşitlidir; hem de kötülüklerin, kötü huyların mertebeleri çeşitlidir. Mesela kötülüğe karşı kötülükle iyiliğe karşı kötülük bir olmayacağı gibi, iyiliğe karşı iyilikle, kötülüğe karşı iyilik de bir olmaz. Onun için en güzel olan davete karşı yapılan kötülükler, o inkârlar, nankörlükler, eziyetler de kötülüklerin kötüsüdür. Bununla birlikte o kötülüklerin de çeşitli mertebeleri vardır. O halde ne yapmalı? Emri bi'l-ma'ruf ve nehyi ani'l-münker ile Allah'a davet yapılırken kötülüklerin şiddetlenmesine sebep olmayarak en güzel hasene olan muamele ile veya Allah'a davetin en güzel biçimi ile sav. O çeşitli mertebelerdeki kötülüğü savmak için en güzel yol, Allah'a davet yolu; Allah'a davetin en güzel tarzı, İslâm ile birlikte salih amel işleyerek olanı; salih amelin en güzeli de kötülüğe karşı iyiliktir ki, sadece bağışlamadan, sabırdan daha güzelidir

O durumda bir de bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse şefkatli bir hısım, akraba gibi olmuştur. Denilmiştir ki nitekim Ebu Süfyan öyle oldu. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

35. Buna ancak sabırlı olanlar / duruşunu bozmayanlar ulaştırılır. Buna ancak (iyi işlerden) büyük bir pay sahibi olanlar ulaştırılır[*].

Çünkü nefsi intikam duygusundan alıkoymak, ancak gerçek sabır ile olur. Ve ona ancak büyük nasip sahibi erdirilir. Ruhî kuvvetlerden ve nefsî faziletlerden yüksek bir derece ile ilâhî nimetten büyük bir paya erişmiş olan bahtiyar kimseler erişir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

36. Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın.[*] Çünkü O, Semî; işiten ve Alîm; bilendir.

Nezğ ve nesğ aynı anlamdadır; bu da nahs (dürtme, tahrik) kelimesinin anlamına benzer. Şeytan insanı gereksiz şeylere yönlendirmekle onu kışkırtıyormuşçasına dürter. Şeytan, sana verilen “kötülüğü en iyi karşılıkla savuşturma” tavsiyesinden seni uzaklaştırmak istediğinde, hemen onun şerrinden “Allah’a sığın.” Kendi yoluna gitmeye devam et; ona tâbi olma. (Zemahşeri Tefsiri)

37. Gece ve gündüz, Güneş ve Ay onun ayetlerindendir. Eğer sadece Allah’a kulluk / ibadet ediyorsanız, Güneş’e, Ay’a secde etmeyin; onları yaratan Allah’a secde edin![*]

Muhtemelen Müşrikler arasında, Sābiîler gibi Güneş’e, Ay’a secde edenler vardı. Bunlar Güneş ve Ay’a secde etmekle -güya- Allah’a secde ediyorlardı. Bu sebeple, müminler böyle aracılar edinmekten menedildiler ve şayet sadece Allah’a tapıyor ve O’nu şirk koşmaksızın birliyorlarsa, secdelerini bizzat Allah’a yöneltmekle memur edildiler. (Zemahşeri Tefsiri)

38. Eğer büyüklük taslarlarsa (bilsinler ki) Rabbinin yanında bulunan(melek)ler, gece gündüz O'nu tesbih ederler ve onlar hiç usanmazlar.[*]

“Büyüklük taslarlarsa” ve kendilerine emredilene uymayıp aracı edinmekte diretirlerse, onları kendi haline bırak; çünkü Allah çok güçlüdür, kendisine samimiyetle kulluk edecek ve secdeye kapanacak kimselerden mahrum olmaz. O’nun gece-gündüz kendisini ‘ortak’tan tenzih eden gözde kulları vardır. (Zemahşeri Tefsiri)

39. Sen, toprağı huşû halinde boynu bükük görüyorsun ya, işte o da Allah'ın ayetlerindendir. Onun üzerine suyu indirdiğimizde, o titrer ve kabarır. Hiç kuşkusuz, onu dirilten Muhyî ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şey üzerinde güç sahibidir.
40. Âyetlerimizin anlamını saptıranlar, kendilerini bizden gizleyemezler. Kıyamet gününde ateşe atılacak olan mı daha iyidir; yoksa güven içinde gelecek olan mı? Dilediğinizi yapınız. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız her şeyi görmektedir.
41. Onlar, o zikiri / Kur’an’ı kendilerine geldiğinde inkâr ettiler. Halbuki o, eşsiz yücelikte bir Kitap’tır.
42. Bâtıl Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. ona, ne önünden gelebilir ne de arkasından.[*] Hakîm; doğru kararlar veren ve Hamîd; bir sebep olmaksızın zâtıyla övgüye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir o.

Kur'an-ı Kerim, iniş aşamasından kıyamete kadar Allah tarafından koruma altına alınmıştır, Dolayısıyla onun metninde ne bir eksiltme yapılabilir ne de artırma. (Hicr 15/9, Vakıa 56/77-79, Cin 72/26-28). Ama herkes imtihandan geçirildiği için Allah’a karşı hadlerini aşanlar, ayetlerin metninde yapamadıkları saptırmayı, ayetlerin anlamlarını kaydırıp onları kendi arzularına göre kullanarak yapmaya çalışabilirler, bundan kaçış olmaz (Bakara 2/75, Al-i İmran 3/7, Fussilet 41/40). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

43. (Ey Nebi!) Sana söylenenler, senden önceki elçilere söylenenlerden başka bir şey değildir. Şüphe yok ki senin Rabbinin bağışlayıcılığı kesindir, ama (aynı zamanda) can yakıcı bir cezanın da sahibidir.
44. Ve eğer Biz, bu Kur'an’ı Arapça’dan başka bir dilde bir Kur’an kılsaydık, mutlaka diyeceklerdi ki: “Bunun âyetleri (bizce) anlaşılır dilde olmalı değil miydi?[1*] Araba yabancı dilden (hitap, kitap), öyle mi?” De ki: Bu Kur’an, iman eden kimseler için hidâyet rehberi ve şifadır. İman etmeyenlere gelince, onların kulaklarında (sanki) bir ağırlık (işitme hastalığı) vardır ve Kur’an, onlara (hidâyet rehberi değil, sanki) körlüktür (gözleri Kur’an’a sanki kapalıdır). İşte onlara (sanki) uzak bir yerden sesleniliyormuş gibi (işitmiyorlar; anlamıyorlar)[2*]

[1*] Zımnen: Eğer anlaşılır olsaydı belki de inanırdık. Yani, inkârcı aklın ardı arkası gelmez mazeretlerine biri daha eklenirdi.

[2*] Zımnen: Kulağını gerçeğin sesine kapatanın gözü hakikati görmez olur. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 6
45. Musa’ya o kitabı verdik; sonra onda ihtilafa düşüldü.[1*] Rabbinin daha önce verdiği bir sözü[2*] olmasaydı aralarında mutlaka hüküm verilirdi (de işleri bitirilirdi). Onlar o kitaptan dolayı kendilerini ikilemde bırakan bir şüphe içinde idiler.”

[1*] “Anlaşmazlığa düşülmüştü” yani bazıları hak, bazıları bâtıl demişlerdi.

[2*]“Daha önce verilmiş söz” Kıyamet gününün geleceğine ve dâvaların o gün çözüme kavuşturulacağına dair verilmiş sözdür. Bu söz olmasaydı, dâvaları daha dünyada hükme bağlanmış olurdu! Nitekim “Asıl randevuları (Kıyamet) saat(iyle)dir!..” [Kamer 54/46] ve “Fakat onları belli bir ecele kadar geciktirir.” [Nahl 16/61] buyrulmuştur. (Zemahşeri Tefsiri)

46. Kim doğru ve yararlı bir iş yaparsa, kendi iyiliği için yapmış olur ve kim de kötülük yaparsa kendi aleyhine yapmış olur. Allah hiçbir zaman kullarına haksızlık etmez.
47. Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek ancak Allah’a havale edilir. Onun bilgisi olmadıkça hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz; hiçbir dişi, gebe kalmaz ve doğurmaz. Allah, onlara: “Nerede o Bana ortak koştuklarınız?” diye sesleneceği gün ise, onlar diyecekler ki: “Buna dair içimizden hiçbir şahit bulunmadığını Sana arz ederiz.”[*]

Kıyamet, bilinmezliğin koyu karanlığına bürünmüş bir gaybtır. Kabuklarının içindeki meyveler de gözle görülmez birer sırdırlar. Rahimlerin içindekiler de aynı şekilde gaybın perdesine bürünmüşlerdir. Bütün bunlar Allah'ın bilgisinin kapsamındadır. Allah'ın bilgisi onları kuşatmıştır. İnsan kalbi kabuklarındaki meyveleri, ürünleri, rahimlerdeki ceninleri düşünüyor; yeryüzünün her tarafını gözlerinin önüne getirip sayısız kabukları algılamaya çalışıyor, akla hayale sığmayan rahimlerdeki ceninleri tasavvur ediyor. O zaman insan aklının bu sınırsız gerçeği tasavvur edebildiği kadarıyla vicdanda Allah'ın bilgisinin bir tablosu şekilleniyor.

Sonra insan, gizli ve örtülü hiçbir şeyin kapsamının dışında kalmadığı bu sonsuz bilgi karşısında duran bir grup sapık insanın durumunu düşünüyor: "O gün onlara `Bana koştuğunuz ortaklar nerede?' diye seslenilir." Tartışmanın hiçbir yarar sağlamadığı, sözleri tahrif etmenin ve değiştirmenin mümkün olmadığı bu günde ne derler onlar?

"Sana arz ederiz ki bizden hiçbir gören yok."

Bugün bizden hiç kimsenin senin ortakların olduğuna şahitlik etmediğini sana bildiririz.

"Önceden yalvarıp durdukları tanrıları onlardan uzaklaşmıştır. Kendilerinin kaçacak yerlerinin olmadığını anlamışlardır."

Eski iddialarına ilişkin hiçbir şey bilmiyorlar. Artık içinde bulundukları durumdan kurtulamayacaklarını iyice anlamışlardır. İşte bu, insana tüm geçmişini unutturan, içinde bulunduğu durumdan başka hiçbir şey hatırlamamasına neden olan, insanın zihnini allak-bullak eden bir sıkıntıdır.

İNSAN FITRATI

İşte bu, insanın iyiliğe düşkün, zarardan kaçınan bir karaktere sahip olmasına rağmen, azabından çekinme gereği duymadığı, göreceği azap endişesiyle ayağını denk almadığı bir gündür... Burada kendi ruhları her türlü örtüden soyutlanmış, bütün perdelerden sıyrılmış, eğri ile doğruyu birbirine karıştıramayacak bir durumda tasvir ediliyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

48. Daha önce yardım için çağırdıkları (dine ortak koştukları kişiler) onlardan uzaklaşmıştır. Artık kaçacak bir yerleri olmadığını anlarlar.
49. İnsan iyiliği istemekten bıkmaz. Ama kendine bir kötülük dokunduğunda hemen karamsarlığa düşer, ümitsiz olur.
50. Başına gelen bir sıkıntıdan sonra, tarafımızdan ona nimet tattırırsak: "Bu benim hakkımdı zaten, Kıyametin geleceğini de pek zannetmem. Ama olur da (müminlerin dediği gibi), Rabbimin huzuruna götürülecek olsam bile, O’nun yanında en güzel ne varsa o da benim olur, (hiç tereddüdünüz olmasın)!" der. Biz elbette o kâfirlere, dünyada yapmış oldukları her şeyi tek tek bildireceğiz ve onlara şiddetli bir azap tattıracağız.
51. Biz insana nimet verdiğimizde o, şükürden yüz çevirir, başını alır uzaklaşır. Fakat kendisine sıkıntı dokununca, bir de bakarsın uzun uzun yalvarır durur.[*]

Şu insana yüce Allah nimet bahşettiği zaman, büyüklenir, azgınlaşır. Uyarılara sırt çevirir ve kimseye aldırmadan bir başına pervasızca çekip gider. Ancak kendisine zararın ucu dokunur dokunmaz, alçalır, yıkılır, küçülür ve basitleşir. Durmadan yalvarır yakarır. Bu durumdan kurtulmak için uzun uzun dua eder.

Ne büyük dikkat!.. İnsan ruhunun büyük-küçük her özelliğini ortaya koyan ne incelikli bir gözlem! Çünkü onu anlatan, yüce yarâtıcısıdır. İnsan ruhunun geçtiği yolları ve onun her zaman bu dolambaçlı yollardan geçtiğini bilen yüce Allah'tır onu anlatan. İnsan doğru yolu bulup dosdoğru hareket etmediği sürece bu dolambaçlı yollardan kurtulamaz.

Her türlü örtüden soyutlanmış, bütün perdelerden sıyrılmış şekilde gözler önüne serilen bu insan ruhunun sergilendiği sahnenin ışığında onlara soruluyor: Eğer bu yalanladığınız kitap Allah katından gelmişse ve bu tehdit gerçekse o zaman ne yapacaksınız? Kendinizi, Allah'ın kitabını yalanlamanın, ona karşı çıkmanın korkunç akıbetine doğru sürüklediğinizin farkında mısınız? (Seyyid Kutub Tefsiri)

52. Ey Muhammed! De ki: "Ne dersiniz? O Kur’ân Allah tarafından gelmiş olup da sonra siz onu inkâr etmişseniz, o takdirde Hak’tan uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık kim olabilir?"
53. Onlara, çevrelerinde ve kendilerinde olan ayetlerimizi göstereceğiz[*]. Sonunda onun (Kur’ân’ın) tümüyle gerçek olduğu, onlar için net olarak ortaya çıkacaktır. (Onlar itiraf etmeseler de) Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?

Bu, surenin içerdiği son mesajdır ve hiç kuşkusuz büyük ve anlamlı bir mesajdır.

Yüce Allah'ın kullarına -insanoğluna- hem bu evrenin hem de kendi ruhlarının gizli yönlerinden bazısını kendilerine göstereceğine ilişkin va'didir. Yüce Allah, bu dinin, bu kitabın, bu sistemin ve bunu ifade eden bu sözün gerçek olduğunu anlayana kadar insanlara iç ve dış alemdeki ayetlerini göstereceğini va'dediyor. Allah'tan daha doğru söyleyen biri var mı?

Yüce Allah bu sözünü doğrulamış ve bu sözün verilişinden bu yana geçen ondört asırlık süre içinde dış alemdeki ayetlerini, iç alemdeki ayetlerini onlara göstermiştir ve her gün yeniden göstermektedir.

İnsan şöyle bir baktığında, insanlığın o günden bu yana çok şey keşfettiğini görür. Evrenin ufukları yüce Allah'ın dilediği oranda insan ruhunun kilitli, örtülü bölmeleri önlerinde açılmıştır.

İnsanlar çok şey öğrenmişlerdir. Eğer nasıl öğrendiklerini kavrayıp şükrederlerse bunda kendileri için çok hayırlar vardır.

O günden bu yana evrenin merkezi sandıkları dünyalarının güneşin uydusu ufacık bir zerreden başka bir şey olmadığını, yine güneşin milyonlarca benzeri bulunan küçücük bir yuvarlak olduğunu, dünyalarının, güneşlerinin -ve eğer öğrendikleri doğruysa- evrenlerinin tabiatını, özelliğini öğrendiler.

Şayet madde olarak tanımlanan şeyin varlığı doğruysa içinde yaşadıkları şu evrenin öz maddesini öğrendiler. Bu evren binasının temel taşının Atom olduğunu, Atomun da ışına dönüştüğünü, dolayısıyle bütün evrenin ışından oluştuğunu, bütün cisim ve şekillerin çeşitli yollardan bu ışınlardan meydana geldiğini öğrendiler.

Şu küçük gezegenleri hakkında da çok şey öğrendiler. Onun küre biçiminde bir yuvarlak olduğunu, hem kendi ekseni etrafında hem de güneşin etrafında döndüğünü, dünyanın karalarını, okyanuslarını ve nehirlerini öğrendiler. Yerin altındaki birçok şeyi ortaya çıkardılar. Bu gezegenin bağrına yerleştirilmiş, aynı şekilde atmosferine serpiştirilmiş birçok rızık kaynaklarını keşfettiler.

Küçücük gezegenlerini büyük evrene bağlayan ve bütün evreni yönlendiren yasalar sisteminin tek ve değişmezliğin öğrendiler. Kimisi doğru yolu bularak yasalar sistemini bilmekten yola çıkarak yasaların yaratıcısını bildi. Kimisi de saparak bilimin kabuğunda kalıp özüne inemedi, ötesine geçemedi. Ne var ki insanlık bilimden dolayı sapıklığa ve serkeşliğe daldıktan sonra, bilim yoluyla dönecek ve bu yolla bu kitabın gerçek olduğunu öğrenecektir.

İnsan ruhunun derinliklerinde gerçekleştirilen ilmi gelişmeler evren alanında yapılanlardan az değildir. İnsanın bedenine, ruhsal ve bedensel yapısına, özelliklerine ve sırlarına ilişkin çok şey öğrendiler. Oluşumunu, birleşimini, görevlerini, hastalıklarını, gıdasını ve onun tepkilerini temsil etmeyi, davranış ve hareketlerinin sırlarını öğrendiler. Bütün bunlarla ancak yüce Allah'ın yaratabileceği olağanüstülükler ortaya çıkardı.

İnsanın ruhsal yapısı hakkında da birşeyler öğrendiler. Ancak bu öğrendikleri insanın bedensel yapısına ilişkin bilgilerinin düzeyine ulaşmamıştır. Çünkü ilgileri büyük bir ağırlıkla insanın aklından ve ruhundan çok insanın madd yönüne ve bedeninin organik yapısının otomatik çalışma sistemine yönelik olmuştur. Ancak bazı belirtiler ilerde büyük gelişmelerin olacağını göstermektedir. İnsanoğlu bu yolda önemli buluşlar peşindedir.

Allah'ın bu va'di her zaman geçerlidir: "Biz onlara iç ve dış alemdeki ayetlerimizi göstereceğiz ki, o Kur'an'ın gerçe olduğu onlara iyice belli olsun." Bu va'din son bölümünün belirtileri bu asrın başlarından itibaren dikkat çekici bir şekilde görünmeye başlamıştır. İman kafilesi çeşitli vadilerden akarak toplanmaktadır. Sadece maddi ilim yoluyla kafileye katılan birçok kişi vardır. Daha uzakta dalga dalga biriken gruplar vardır. Geçmişte neredeyse bu gezegeni bütünüyle kaplayacak azgın inkar, dinsizlik dalgasından sonra meydana gelmektedir bu gelişmeler. Ama bu inkar v dinsizlik dalgası şu anda kırılmaktadır. Tüm olumsuz belirtilere rağmen kırılmaktadır. Şu içinde yaşadığımız yirminci yüzyıl bitmeden bu dalga tamamen ortadan kalkacak veya etkisiz hale gelecektir, inşaallah. Ve Allah'ın kesinlikle gerçekleşecek olan va'di yerine gelecektir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

54. Dikkat edin, onlar Rablerine kavuşma konusunda bir şüphe içindedirler. Gözünüzü açın! Allah Muhît'tir, her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.[*]

Onların bu şekilde davranmaları Allah'la buluşma konusunda duydukları kuşkudan kaynaklanıyor. Oysa bu kesindir. Onunla buluşmaktan nasıl kaçabilirler ki? Allah her şeyi kuşatmıştır. (Seyyid Kutub Tefsiri)