FURKAN / DOĞRUYU YANLIŞTAN AYIRAN SURESİ

İniş Sırası: 42 • Mushaf Sırası: 25 • Mekki Sure • 77 Ayettir

Göğün bulut kütleleri halinde parçalanacağı ve meleklerin topluca indirildiği gün, o gün gerçek hükümranlık Rahmân’ındır. Fakat kâfirler için zorlu bir gün olacaktır. O gün, zalim kimse, ellerini ısırarak: “Eyvah, keşke Resul'ün tuttuğu yolu tutmuş olsaydım” diyecek. Vah bana, n’olurdu, falancayı kendime dost edinmemiş olsaydım! Gerçekte bana uyarıcı, hatırlatıcı mesaj geldikten sonra, beni Allah’ı hatırlamaktan o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, işte böyle yalnız ve çaresiz bırakır insanı." (Furkan 25-29)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Bu Furkan’ı[1*] / doğruyu yanlıştan ayıran bu Kitab’ı, alemlere[2*] uyarıcı olsun diye kuluna indiren Allah, ne yüce bir bereket kaynağıdır!

[1*] Burada Kur'an, "ayırıcı", "ayıraç" (furkan) adı ile anılıyor. Çünkü bu kitap doğru ile eğriyi (Hak ile batıl'ı) ve doğru yol ile sapık yolu biribirinden ayırır. Hatta o, yaşama tarzları ile insanlık tarihinin dönemlerini de biribirlerinden ayırd eden bir kriter işlevi görür. Çünkü Kur'an, gerek vicdanlara egemen olan değerler sistemi anlamında ve gerekse pratik hayata yansıyan somut uygulamalar anlamında belirgin ve kendine özgü bir hayat tarzının ana hatlarını çizer. Öyle ki, bu hayat tarzı, insanlığın daha önce tanıdığı diğer hayat tarzları ile karıştırılamaz. Yine bu kitap, insanlık tarihinin daha önceki hiç bir dönemi ile karıştırılamayacak olan, hem duygu ve hem de pratik uygulamalar düzeyinde kendine özgü olan ayrı bir tarih dönemini temsil eder. İşte Kur'an bu geniş ve yaygın anlamda bir "ayırd edici", bir "ayıraç"tır. O insanlık tarihinin çocukluk dönemini noktalayıp olgunluk çağını başlatan, somut olağanüstü mucizeler dönemini kapatarak akla dayalı mucizeler çağını açan, yerel ve süreli peygamberlikler dönemini sona erdirip evrensel, sürekli peygamberlik misyonunu başlatan, "tüm insanlar ve cinnler için uyarıcı" olan bir ayıraç, bir kriter, bir tarih çizgisidir.

[2*] Okuduğumuz ayetlerde Kur'anın Peygamberimize indirilişinin amacı, "tüm insanları ve cinnleri uyarmak" olarak gösteriliyor. Bu ayetin Mekke'de indiğini bildiğimize göre bu ifade, Peygamberimizin misyonunun daha ilk günlerinden itibaren evrensel nitelikli olarak ortaya çıktığını kanıtlar. Buna göre bazı müslüman olmayan sözde "tarihçiler"in bu konuya ilişkin iddiaları asılsızdır. Onların ileri sürdüklerine göre İslam, önce "yöresel" bir din olarak doğmuş, geniş alanlara yayıldıktan sonra milletlerarası, ya da "evrensel" olma amacına yönelmiştir. Oysa bu ayetten anlaşılıyor ki, İslamiyet daha doğarken "evrensel" bir misyon olarak doğmuştur. Sistemin karakteristik yapısı evrenseldir, kullandığı yöntemler tam anlamı ile "tüm insanlığa" yönelik yöntemlerdir, amacı da tüm insanlığı bir çağdan başka bir çàğa, bir hayat tarzından başka bir hayat tarzına geçirmektir. Bu çağ atlatma hamlesi, yüce Allah'ın, tüm insanları ve cinnleri uyarsın diye sevgili kulu, Hz. Muhammed'e indirdiği Kur'an aracılığı ile gerçekleşecektir. Görülüyor ki, Peygamberimizin Mekke'de müşriklerin sert direnişi, yalanlamaları ve inkarcılıkları ile boğuştuğu zor günlerde bu dinin "evrenselliği" kesin bir dille açıklanmaktadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

2. Göklerin ve yerin yönetimi O’na aittir. Çocuk edinmemiştir, yönetiminde de kendisinin ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış ve en ayrıntılı ölçülerle ona düzen vermiştir.[*]

Bakın Newyork bilimler akademisinin eski başkanlarından O'Crasy Morisson "İnsan Yalnız Değildir" adlı eserinde ne diyor?

"İnsanı dehşete düşüren bir başka nokta, tabiatın bu günkü biçimde düzenlenmiş olması, bu düzenin bu kadar üstün bir inceliğe ermiş olmasıdır. Mesela yer kabuğu şimdikinden bir kaç metre daha kalın olsaydı, karbondioksid'in oksijen atomlarından birini emecek, bunun sonucunda bitkilerin yaşaması mümkün olmayacaktı.

Eğer atmosfer, şimdikinden daha kalın olsaydı, atmosfer dışında yanan milyonlarca meteor, yerkürenin değişik yerlerine çarpacaktı. Bu meteorlar altı mil ile kırk mil arasında değişen bir hızla düşerler. Bu durumda yanabilen her şeyi tutuşturabilirlerdi. Eğer bu meteorlar kurşun hızı ile düşseler yere çakılırlar ve bundan korkunç sonuçlar doğardı. Eğer kurşun hızından doksan kat daha hızla düşen bir meteor parçası insana çarparak geçse sadece ısı etkisi ile onu paramparça ederdi.

Atmosfer, gerektiği kadar kalındır. Bu ölçülü kalınlık, bitkilerin muhtaç oldukları kimyasal etkili ışınları sızdırmaya elverişlidir. Ayrıca mikropları öldürür ve besinlerin gelişmesine imkan verir. Üstelik eğer insan gereğinden daha uzun bir süre güneşte kalmazsa bu ışınlardan zarar görmez. Uzun yüzyıllardan beri yeryüzü, çoğu zehirli olan gazlar yaydığı halde hava kirlenmiyor, temiz kalabiliyor, insanın yaşaması için gerekli olan dengeli oranını koruyabiliyor. Bu büyük dengeyi yerkabuğunu saran su kütleleri, okyanuslar sağlıyor. Hayat, besin maddeleri, yağmurlar, yaşamaya uygun iklim, bitkiler ve son olarak insanın kendisi varlıklarını bu su kitlesine borçludurlar."

Yazar, kitabının bir başka bölümünde şöyle diyar:

"Eğer havadaki oksijenin oranı şimdiki gibi yüzde yirmibir değil de yüzde elli, ya da daha yüksek olsaydı, dünyadaki bütün yanabilen maddeler her an tutuşabilirlerdi. O zaman çakan şimşekten çıkan ilk kıvılcım bir ağaca çarpsa bütün bir ormanı patlamaları küle çevirirdi. Buna karşılık eğer havadaki oksijenin oranı yüzde on'a, ya da daha aşağıya düşse belki hayat, uzun yüzyıllar içinde kendini bu şartlara adapte ederdi, ama bu durumda şimdi insanın varlığına alıştığı uygarlık imkanlarının bir çoğundan mesela ateşten-yoksun olurduk."

Yazar, adı geçen eserinin üçüncü bölümünde ise şöyle diyor:

"Tabiatta ne hayret verici bir denge,bir denetim mekanizması vardır. Bu denge sert kabuklu hayvanların döneminden beri her hangi bir hayvan türünün dünyaya egemen olmasına meydan vermemiştir. Hiç bir hayvan türü ne kadar yırtıcı, ne kadar iri gövdeli ve ne kadar kurnaz olursa olsun dünyayı ele geçirememiştir. Yalnız insan bitkilerin ve hayvanların yaşama alanlarını değiştirerek bu doğal dengeyi bozmuştur. Fakat çok geçmeden hayvan, böcek ve bitki kaynaklı çeşitli afetlere uğrayarak bu yanlış uygulamanın ağır cezasını çekmiştir.

Şimdi anlatacağımız olay, bu kuralların insan varlığı açısından ne kadar önemli olduklarının canlı örneğidir.

Birkaç yıl önce Avustralya'da erozyonu önleme amacı ile başka yerden,getirtilen kaktüs türünde bir bitki geliştirildi. Fakat bu bitki türü o kadar hızlı bir şekilde yayıldı ki çok geçmeden tüm İngiltere'nin yüz ölçümüne eş bir alan kapladı. Şehirlilerin de, köylülerin de hayatlarını zorlaştırmaya başladı, ekinleri yok etti, tarıma darbe indirdi. Ama Avusturyalılar yine de bu bitkinin hızlı yayılışını önleyecek bir çare bulamadılar. Tüm Avusturya hiç bir engel tanımadan yayılışını sürdüren, bu yabancı kaynaklı başıboş bitki ordusunun istilasına uğrama tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.

Bunun üzerine böcek uzmanları dünyanın çeşitli yerlerinde yaptıkları araştırmalar sonunda sadece bu kaktüs bitkisi üzerinde yaşayan, sırf onun yapraklarını yiyerek beslenen bir böcek buldular. Bu böcek hızlı ürüyordu. Aynı zamanda Avustralya'da, düşmanı olan bir başka böcek türü yoktu. Bu yüzden çok geçmeden söz konusu kaktüs türü bitkinin yayılmasını durdurdu. Arkasından kendi üremesi de yavaşladı. Günün birinde söz konusu kaktüs türü bitkinin, sürekli yayılışını önlemeye yetecek kadar az bir nesli kaldı.

Görüldüğü gibi tabiatta her zaman kurallar ve dengeler egemendir ve dengeler her zaman faydalıdır.

Sıtma hastalığının taşıyıcısı olan sivrisinek neden bütün dünyaya yayılmayı başaramadı? Oysa atalarımız ya onun aşıladığı hastalıktan ölüyor, ya da aşıladığı mikroba karşı bağışıklık kazanıyorlardı. Ayni soruyu sarı hummayı yayan sinek için sorabiliriz. Oysa bu sinek bir zamanlar o kadar kuzeye doğru ilerledi ki, bir mevsimde Newyork şehrine kadar sokulabilmişti. Soğuk bölgelerde sık rastlanan sinek türleri için ayni sözü söyleyebiliriz. Niçin gece sineği asıl yurdu olan sıcak bölgeler dışında yaşayacak biçimde gelişerek insan türünü kökünden yok edebilecek bir etkinlik düzeyine erememiştir? Düne kadar insan koleranın, vebanın ve daha bir çok öldürücü mikrobun karşısında herhangi bir koruyucu önlemden yoksundu. Koruyucu aşılardan tamamen habersiz bir cahillik dönemi yaşıyordu. Bütün bunları hatırladığı takdirde bu aleyhte faktörlere rağmen insan soyunun varlığının devam etmesinin gerçekten hayret verici bir olgu olduğunu anlamakta gecikmez.

Böceklerin, insanlar gibi akciğerleri yoktur. Solunumlarını borucuklar aracılığı ile gerçekleştirirler. Fakat böcekler gelişip vucudları irileşince söz konusu borucuklar irileşen vucudları oranındaki oksijen akışını sağlayamazlar. Bu yüzden tabiatta bir kaç santimden uzun böcek türüne rastlanmaz. Böceklerin kanatları da fazla uzamaz. İşte böceklerin organik yapılarının bu özellikleri ve solunum yollarının sınırlı fonksiyonu yüzünden iri gövdeli bir böcek türünün varlığı mümkün değildir. Bu sınırlı gelişmişlik düzeyi tüm böcek türlerini frenlemiş; onlara dünyaya egemen olma imkanı vermemiştir. Eğer bu doğal engel olmasaydı, yeryüzünde insan soyu var olamazdı. Arslan kadar iri bir eşek arısı ile ya da o kadar kocaman bir örümcek ile normal bir insanın karşılaştığını düşününüz. Acaba o insanın hali nice olur?

Bunlar dışında hayvan fizyolojisinde öyle müthiş, öyle şaşırtıcı düzenlemeler var ki, pek az insan bunların farkındadır. Ama eğer bu düzenlemeler olmasaydı, hiç bir hayvan, hatta hiç bir bitki varlığını sürdüremezdi.

Görülüyor ki, insan bilgisi gün geçtikçe yüce Allah'ın yaratıklarına ilişkin tasarlayıcılığının hayret verici yeni bir belirtisini, evrene ilişkin ince bir düzenlemesini keşfediyor; böylece O'nun sevgili "kul"una indirdiği Kur'anda yer alan "O her şeyi yaratmış ve bir ön-tasarıya göre düzenlemiştir." şeklindeki buyruğunun her gün yeni bir anlamını kavramaktadır.

Gerçek böyle olmakla birlikte şu müşrikler bütün bunlardan hiç bir şey anlamıyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

3. Böyleyken O’nun dışında bir takım ilahlar edindiler. Hiçbir şey yaratamaz bunlar. Kendileri yaratılmışlardır zaten... Kendi benlikleri için bile ne bir zarara güç yetirebilirler ne bir yarara. Ne bir ölüme güçleri yeter ne bir dirime ne de kabirden çıkarıp hesap sormaya. [*]

NÜŞÛR: "Neşîr" gibi bazan edilgen bazan etken olur. Edilgen olursa bir şeyi açıp yaymak mânâsına gelir ki, dilimizde "neşir" "neşriyat" ve "menşûr" bu mânâdadır. Bunun etkenine "intişâr" denilir. Etken oldukları zaman ise ölmüş olan bir şeyin canlanıp kalkması anlamındadır ki, Kur'ân'da "nüşûr" kelimesi genellikle bu mânâdadır. Bunun edilgenine de "inşâr" (ölüyü diriltme) denilir. "Ve o su ile ölü bir toprağa can verdik" (Kâf, 50/11) gibi. Şu halde bu mânâ şöyle olur: Ne ölüm elindedir, ne dirim, ne de ölümden sonra ahirette kalım; bunların hiçbirinde ne kendileri, ne başkaları hakkında diledikleri gibi tasarruf yapamazlar. Bunlara sahip olmayan ise mabud (ilâh) olamaz. Böyle iken bütün bunlara malik olup her şey kudret elinde bulunan Allah'a kulluğu bıraktılar da, öyle güçsüz şeylere taptılar. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

4. İnkâr edenler, "Bu Kur’an, Muhammed’in uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir" dediler. Böylece onlar haksız ve asılsız bir söz uydurdular.[*]

Ve o küfredenler bu açıklamaya karşı dediler ki bu Kur'ân, Furkan falan değil sırf bir iftira onu o uydurdu ve buna karşı diğer bir kavim de ona yardım etti. Yabancılardan yahudilerden öğreniyor dediler. ("Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir" sözü için Nahl, 16/103. âyetin tefsirine bkz.) (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

5. Yine onlar "Bu Kur’an, eski milletlerin masallarıdır. Muhammed onu adamlarına kopya ettirmiştir ve bu kopyalar sabahları ve akşamları kendisine okunmaktadır" dediler.[*]

Bu sözleri söylerken Kur'an'da rastladıkları eski milletlerle ilgili hikayelere dayanıyorlardı. Kur'an, bu eskilerle ilgili hikayeleri, okuyanların ders almalarını, geçmişten ibret almalarını sağlamak için, insanları eğitmek ve yönlendirmek amacı ile anlatıyordu. İşte onlar bu doğru hikayelere "Eski milletlerin masalları" diyorlardı. İddialarına göre Peygamberimiz bu hikayelerin derlenip yazıya geçirilmesini sağlamış, arkasından da sabahları ve akşamları onların kendisine okunmasını istemişti. Hani okuması, yazması olmayan bir "ümmi" idi ya. Sonra da kendisine anlatılan bu hikayeleri anlatıyor ve onları tutup Allah'a yakıştırıyordu!

Bu sözler, onların hiç bir temele dayanmayan ve dolayısıyle tartışma konusu edilmeye değmez tutarsız iddiaların bir uzantısıdır. Çünkü Kur'an'da anlatılan hikayeler çarpıcı bir ahenk gösterirler. Bu hikayeler ile asıl sözün konusu arasında sıkı bir uyum vardır. Hikayeler o konunun doğruluğunu gösteren somut kanıtlar olarak sunulurlar. Hikayelerin amaçları ile içinde anlatıldıkları surenin ilgili bölümünün amaçları arasında da denge ve örtüşme görülür. Bütün bu özellikler bu hikayelerde bir amacın derin bir tasarlayıcılığın ve ince bir esprinin varlığını kanıtlar. Oysa bu niteliklere, bir ana fikir etrafında örülmemiş olan, belirli bir amaç taşımayan, sadece insanları oyalamak ve boş zamanlarını doldurmak için anlatılan eski masallarda rastlayamayız.

Bu adamlar "Kur'an eski milletlerin masallarıdır" derken sözünü ettikleri masalların çok eski yıllara ait olduğunu vurgulamak istemiş olmalıdırlar. Buna göre Peygamberimiz onları kendiliğinden bilemez. Bunun için masal hafızlarının, yani bu masalları kuşaktan kuşağa aktaran kimselerin onları, ona anlatıp belletmeleri gerekir. İşte su saçma iddiaların sahiplerine verilen cevap, bu espriye dayanıyor. Onlara şöyle deniyor: Muhammed'e bu masalları belleten zat,bütün bilginlerden daha bilgindir. Çünkü o sırların tümünü bilir. Ne eskilere ne yenilere ilişkin bir olayı, ne de bir bilgi O'ndan gizli kalamaz. Okuyalım: (Seyyid Kutub Tefsiri)

6. Onlara de ki; "Bu Kur’anı, göklerin ve yerin sırlarını bilen Allah indirdi. Hiç kuşkusuz O, Gafûr’dur; daima bağışlayandır ve Rahîm’dir; ikramı bol olandır."
7. Dediler ki "Bu Elçi nasıl bir elçidir ki, yemek yiyor ve pazarlarda dolaşıyor. Onun yanına bir melek indirilseydi de, o melekle beraber insanları uyarsaydı ya."
8. Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yeyip (meşakkatsizce geçimini sağlayacağı) bir bahçesi olmalıydı.[*] (Ayrıca) o zalimler (müminlere): Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız! dediler.

Bu nasıl bir Peygamberdir ki, herkes gibi yemek yiyor ve çarşıda-pazarda dolaşıyor? Nasıl bir peygamberdir ki, tıpkı öbür normal insanların yaptıklarını yapıyor? Bu itiraz, insanların tüm peygamberler hakkında öne sürdükleri ortak bir itirazdır. Evet filanca oğlu falanca, çevresindekilerin yakından tanıdıkları, nasıl yaşadığını iyi bildikleri, herkes gibi yiyip içen ve sıradan insanlarınkine benzer bir hayat yaşayan bir adam, nasıl olur da yüce Allah'tan vahiy alan bir peygamber olabilir? Nasıl. olur da yeryüzü dışında başka bir alemle ilişki kurup o alemden mesaj alabilir? Oysa o adam, "onlardan biri"dir, onlar gibi etten ve kemikten yapılmış, onlar gibi damarlarında kan dolaşan bir insandır. Oysa o alemden, onlara vahiy gelmiyor; kendilerinden hiç bir üstünlüğü olmayan bu adamın vahiy yolu ile ilişki kurduğu o alem hakkında onların hiç bir bilgileri yoktur!

Meseleye bu açıdan bakınca tuhaf ve garip görülebilir. Fakat başka bir açıdan bakınca normal ve anlaşılabilir olduğu görülür. Şöyle ki: Yüce Allah, şu insana öz ruhundan bir soluk üflemiş ve bu ilahi soluk sayesinde diğer canlılara göre ayrıcalıklı bir konum kazanarak "insan" olmuş ve arkasından yeryüzü halifeliğine atanmıştır. Ama bu insan, bilgisi sınırlı, tecrübesi kısıtlı, başarma araçları yetersiz bir canlıdır. Yüce Allah'ın onu bu ağır halifelik görevinde desteksiz, yolunu aydınlatacak bir kılavuzdan yoksun bırakması söz konusu değildir. Zaten diğer canlılar karşısında ayrıcalığını oluşturan o yüce "soluk" sayesinde ona kendisi ile ilişki kurma yeteneğini bağışlamıştır. Buna göre yüce Allah'ın, bu canlı türü arasında ilahi mesaj almaya yetenekli olan, ruhi yapısı bu özellikle donanmış olan bir "ferd"i seçmesi tuhaf değildir. Bu seçkin ferde, hemcinslerinin yollarını şaşırdıkları her dönemde doğru yolu gösterecek ilkeleri vahyetmesi, yardıma muhtaç oldukları her çıkmazda onlara kılavuzluk elini uzatması son derece normaldir.

Bazı yönleri ile tuhaf görülmekle birlikte başka açıdan bakınca son derece normal olduğu fark edilecek olan bu destek, aslında yüce Allah'ın insan soyuna yönelik bir onurlandırmasıdır. Fakat bazıları ne bu "insan" denen varlığın değerini kavrayabiliyorlar ve ne de yüce Allah'ın onun hesabına dilediği onurluluğun özünün farkındadırlar. Onlar bu bilinçsizlikleri yüzünden bir "insan"ın yüce Allah ile ilişki kurmasını, O'ndan vahiy yolu ile mesaj almasını, Allah'ın insanlara seslenen elçisi olmasını inkar ediyorlar, "Ona kendisi ile birlikte uyarma görevi yürüten bir melek indirilseydi ya" gibi sözlerle meleklerin, peygamberlik görevine daha öncelikle layık adaylar olduklarını düşünüyorlar. Oysa yüce Allah, insanoğlu önünde meleklere secde ettirdi. Çünkü insanoğluna, meleklere üstünlük sağlayan nitelikler armağan etmiştir. Bu nitelikler; o yüce ve onurlandırıcı "soluk"tan kaynaklanan yeteneklerdir.

Öte yandan insanlara kendi aralarından bir elçi gönderilmesinin kolayca kavranabilecek gerekçeleri, ilahi hikmetleri vardır. Çünkü o "insan" hemcinslerinin duygularını paylaşır, onların algılarını tadar, onların psikolojik deneyimlerini yaşar, acılarını ve umutlarını kavrar, içgüdülerini ve özlemlerini tanır, ihtiyaçlarını ve bağımlılıklarını yakından bilir. Bu yüzden yetersizliklerini ve kusurlarını hoş görür, güçlenmelerini ve yükselmelerini gönülden diler; onları adım adım ileriye götürürken psikolojik faktörlerini, nelerden etkilendiklerini ve nelere nasıl tepki gösterdiklerini başka bir canlı türüne göre çok daha iyi değerlendirir. Sebebine gelince eninde-sonunda o da onlardan biridir, yüce Allah'tan gelen mesajın kılavuzluğu ve desteği ile hemcinslerini Allah'a ulaştıran yolda iletmeye çalışmakta, bu yolda belirecek engelleri bertaraf etmeye çalışmaktadır.

Ayrıca hemcinslerinden olan bir peygamber, insanlar için özendirici ve cesaretlendirici bir örnek oluşturur. Çünkü bu seçkin insan onlàrdan biridir. Onları yavaş yavaş, adım adım ileriye götürmesi mümkündür. Yüce Allah'ın insanlara farz kıldığı davranışları ve yükümlülükleri, uygulamalarını istediği ahlak modelini, gözleri önünde hayata yansıtır. Kendi kişiliği ile tanımını üstlendiği inanç sisteminin canlı tercümanı odur. Onun hayatı, hareketleri, tutum ve davranışları diğer insanların önlerine açılmış bir kitap sayfası oluşturur. İnsanlar bu sayfayı satır satır okurlar, cümlelerinin anlamlarını aşama aşama özümlerler. Onu yanı başlarında gördükleri için vicdanlarında onu taklit etmeye, ona özenip onun gibi olmaya ilişkin güçlü bir heves uyanır. Kendileri gibi bir insanda somutlaşan söz konusu hayat biçimini, hiç bir zaman yapamayacakları, özü itibari ile düzeylerini aşan bir yaşama tarzı olarak algılamazlar. Ama eğer başlarındaki Peygamber bir melek olsaydı onun davranışlarını düşünce süzgecinden geçirmeye kalkışmazlar, onu taklit etmeye, ona özenmeye girişmezlerdi. O zaman şöyle düşünürlerdi: Her şeyden önce onun yapısı bizimkinden farklıdır. Buna göre davranışlarının da bizimkilerden farklı olması normal ve kaçınılmazdır. Bizim ona benzemeyi ummamız, onun örneğini kendi pratik hayatımıza yansıtmaya özenmemiz yersizdir, yaratılışımızın çapını aşan bir hayaldir.

Bu durum, her şeyi yaratan ve yarattığı her şeyi bir ön-tasarıya göre düzenlemiş olan yüce Allah'ın bir hikmetidir. İnsanlığa önderlik etmek üzere, bu görevi başarı ile yerine getirmek üzere "insan"dan peygamber seçmiş olması, yüce Allah'ın üstün hikmetlerinden biridir. Buna karşılık Peygamberin "insan" kökenli olmasına itiraz etmek, bu yolla yüce Allah'ın insanı onurlandırdığını anlamamak demek olduğu gibi, ayni zamanda bu ilahi hikmetten de habersiz olmak demektir.

Müşriklerin Peygamberimize yönelik bir başka aptalca itirazları da şu idi: Şu Peygamberin çarşıda-pazarda dolaşıp geçimini sağlamaya çalışması olacak şey midir? Allah onun geçimini karşılasa ya! Çalışmadan, alın teri dökmeden ona bol mal bağışlasa ya! "Ya da ona bir hazine verilse, o da olmazsa kendisine ürünleri ile rahat rahat beslenebileceği bir bahçe bağışlansa ya!"

Oysa yüce Allah, Peygamberinin bir hazineye konmasını, ya da ürünleri ile rahatça beslenebileceği bir bahçesi olmasını uygun görmemiştir. Çünkü yüce Allah, Peygamberin, ümmeti için tam anlamı ile canlı bir örnek olmasını istemiştir. Buna göre Peygamber, bir yandan o kadar olağanüstü derecede önemli olan peygamberlik görevinin gereklerini yerine getirirken, öte yandan tıpkı ümmetinin her ferdi gibi geçimini sağlamak için çalışacak, ter dökecektir. Yüce Allah böyle olmasını istemiştir. Böyle istemiştir, çünkü o peygamberin ümmetinin geçimini emeli ve alın teri ile kazanan her hangi bir ferdi, şöyle konuşmaya kalkışmasın: Efendim, Peygamber'in geçimi sağlanmıştı, hayat kavgasının sıkıntısını çekmemişti. Bu yüzden kendini inancına, peygamberlik görevine ve bu görevini yükümlülüklerine adayabildi. Benim katlandığım sıkıntıların hiç birine katlanmadı, benim önüme dikilen engellerin hiç biri onun önünde yoktu.

Yüce Allah, Peygamberimizin çevresindeki hiç kimsenin bu tür bahaneler ileri sürmekte haklı olmasını istememişti. İşte herkes görsün ki, Peygamber bir yandan geçimini sağlamak için çalışırken, ter dökerken, öbür yandan Peygamberlik görevini yerine getirmek için çalışıyor. Buna göre ümmetinin hiç bir ferdi bu yüce görevin omuzlarına yükleyeceği zorluklardan kaçınamazdı, Peygamberin kendisine önereceği görevleri yapmamak için ileri süreceği hiçbir haklı mazereti olamazdı. Çünkü önderinin oluşturduğu somut örnek önünde duruyordu! (Seyyid Kutub Tefsiri)

9. Bak da gör, senin için ne çeşit örnekler getirdi onlar da saptılar doğru yoldan ve artık gerçeğe varmak için hiçbir yol bulamaz onlar.
BÖLÜM 2
10. Gerek görürse[*] sana daha iyisini -içinden ırmaklar akan bahçeleri- verecek ve senin için köşkler oluşturacak olan Allah, ne yüce bir bereket kaynağıdır!

Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

11. Hatta onlar, kıyameti de yalanladılar ve biz, kıyameti yalanlayana, alev alev yanan ateşi hazırladık.
12. Ateş onları taa uzaktan gördü mü,[*] onlar ateşin şiddetli kızgınlığını ve harıl harıl yanarken çıkardığı sesi duyacaklar.

Lafzen, “Onları uzak bir yerden gördüğü zaman”: anlaşıldığı kadarıyla, onların ölüm anlarına işaret eden mecazî bir îma. Kur’an’da pek çok yerde olduğu gibi, burada da, öte dünya ahvalini tasvir eden temsîlî mahiyette ince bir Kur’ânî tasvirle karşı karşıyayız; bakılan nesne kişileştirilerek, bakan özne ile bakılan nesneye, bakma eyleminin yönü itibariyle, “yer değiştirtilmekte” ve böylece gözde canlandırılmak istenenin dehşeti çarpıcı bir belâgatla verilmektedir. Zemahşerî bu ifade tarzını açıkça mecazî olarak (‘alâ sebîli’l-mecâz) nitelendirmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)

13. Derken, birbirlerine kelepçeli olarak oranın oldukça dar bir yerine fırlatıldıklarında.. işte o anda, tam orada yok oluş için yalvaracaklar.[*]

Subûr, “tekrar dirilişi olan ölüm” anlamındaki mevt’ten farklı olarak “tekrar dirilişi olmayan ölüm, yok olup gitmek” anlamına gelir (Mekâyîs). Yok olmak için yalvaracaklar, zira var olmak ellerinde olmadığı gibi yok olmak da ellerinde olmayacak. Bu zımnen; “kendilerini var edenin Allah olduğunu itiraf edecekler” demektir. Nihilizmin sonunu beyan eder. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

14. [Ama o zaman onlara denecek ki:] “Bugün bir defada yok olup gitmek için değil, defalarca yok olup gitmek için yakarın, bakalım!”[*]

“Yok olup gitmek” (sübûr) kavramı her ne kadar bir son bulmayı, tükenip gitmeyi ve dolayısıyla tekrarı olmayan bir olguyu ifade ediyor ise de, günahkarların “defalarca yok olmayı” ya da “birden fazla ölümü” istemeleri, burada, tarifsiz acı ve ızdırapları ve buna bağlı olarak nihaî bir kurtuluş için duyulan tarifsiz özlemi dile getirmek için kullanılan deyimsel/mecazî bir ifadedir. (Muhammed Esed Tefsiri)

15. De ki: “Bu mu daha hayırlıdır, yoksa takva[*] sahipleri için bir ödül olan, dönüş yeri olarak söz verilen süresiz Cennet mi?”

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

16. Orada istedikleri her şey onların olacak ve ölümsüz olarak kalacaklardır. Bu, Rabbinin (gerçekleştireceğini) üstlendiği bir vaattir.
17. O gün, onları da, Allah'tan başka kulluk ettiklerini de toplayacak da "siz misiniz"[*] diyecek, "kullarımı doğru yoldan saptıranlar, yoksa onlar mı doğru yoldan sapıttılar?"

Ayetin devamındaki belâgat gereği “soru”, bazı müfessirlerin söylediği gibi, “Yargı Günü’nde konuşturulacak olan” cansız putlara değil, fakat tanrılaştırılan akıl sahibi varlıklara, yani peygamberlere, azîzlere, velîlere hitab etmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)

18. Cevap verecekler: "Aşkın olan zatını tenzih ve tesbih ederiz ki, Senin dışındakilerden herhangi bir dost, bir veli edinmek bize yakışmaz;[*] ne var ki onlara ve atalarına dünyevi hazları öylesine tattırdın ki, sonunda onlar vahyi unuttular; ve hiç olmaya mahkum bir kavim olup çıktılar."

Zımnen, “ve dolayısıyla, başkalarından da bize kulluk etmelerini istememiz manen ve ahlaken imkansızdı”. Öte yandan, İbni Kesîr “bizim için/bize” (lenâ) ifadesinin sadece bu sözü söyleyen kimselere değil, topluca bütün insanlara işaret ettiğini ve dolayısıyla yukarıdaki cümlenin “... biz [insanlara] yakışmaz” anlamına geldiğini söylemektedir. Her iki durumda da, Kur’an’ın hemen her yerinde değişik biçimlerde tekrarlanan yukarıdaki belâgat gereği “soru ve cevap”, Allah’tan başka varlıklara tanrısal nitelikler yakıştırmanın manevî ve ahlakî çarpıklığını ve zihnen saçmalığını dramatik bir tarzda ortaya koymak amacını taşımaktadır. (Muhammed Esed Tefsiri)

19. [Bunun üzerine, Allah da, müşriklere]: “İşte [sizin tanrı yerine koyduğunuz kimseler, geçmişte] ileri sürdüğünüz iddiaların yalan olduğunu ortaya koydular” diyecek, “artık ne [hak ettiğiniz azabı] savuşturabilirsiniz, ne de kendinize bir destek bulabilirsiniz! Çünkü içinizden her kim [böyle bir] kötülük işlemişse, ona büyük bir azap tattıracağız!”
20. Senden önce gönderdiğimiz elçiler de elbette (senin gibi) yiyip içer ve çarşıda pazarda dolaşırdı. Kiminizi kiminiz için zor bir imtihan vesilesi kıldık,[*] (bakalım) sabredebilecek misiniz? Senin Rabbin daima görür.

Bu vecîz pasaj, şüpheye yer bırakmayacak şekilde, her yeni peygamberin kural olarak başlıca iki amaçla gönderildiğine işaret etmektedir: birincisi, vahiy yoluyla insanoğluna ahlakî bir mesaj ulaştırmak ve böylece doğruyla eğriyi ya da hakla bâtılı birbirinden ayırmaya yarayan bir ölçü, bir kıstas (surenin ilk ayetinde zikri geçen el-furkân) ortaya koymak; ve ikincisi de, bu risalet olgusunu, insanların önüne, onların peygamberin getirdiği mesaja karşı tepkilerinde kendini açığa vuracak olan manevî ve ahlakî tercih ve kavrayışlarını -yani, bu mesajın doğru ve ilahî menşeli olduğunu tefrik etmek için “tabiatüstü” belirtilere, birtakım mucizelere ihtiyaç duymadan mesajı kendi muhtevası içinde aklî kıstaslarla değerlendirmeye istekli olup olmadıklarını- sınamak için bir vesile olarak çıkarmak. Dolaylı olarak, en derin anlamı içinde bu pasaj, sadece peygamberlerin değil, fakat her insanın, toplumsal varlığıyla, toplumun öteki üyeleri için, onların ahlakî tercih ve kavrayışlarının ortaya çıkmasını sağlayan bir imtihan vasıtası olduğunu îma etmektedir; bunun içindir ki, ilk müfessirlerden bazıları (ki Taberî de bunların içindedir) yukarıdaki cümleye şu anlamı vermektedirler: “Birbirinize imtihan vesilesi olmanız için sizi beşerî varlıklar kıldık”. (Muhammed Esed Tefsiri)

BÖLÜM 3
21. Bizimle karşılaşmayı ummayan o kimseler dediler ki: "Bize melekler indirilmeli değil miydi? Ya da Rabbimizi görmemiz gerekmez miydi?" Kendi içlerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar.
22. Gün gelecek, melekleri görecekler; fakat o gün o suçluları sevindirecek hiçbir haber olmayacak ve melekler onlara: "Sevinmek size haram! haram!" diyecekler.
23. Yaptıkları her işi ele alıp, hepsini değersizleştireceğiz.[*]

Burada bir temsilî istiare vardır. Şöyle ki, bütün iş ve halleri isyan etmiş ve bundan dolayı idarecileri tarafından verilip bütün evrak ve tutanakları parçalanarak dağıtılıp yok edilmiş bir topluluğun haline benzetilmiştir. Veya kudüm (varmak), kasıttan mecaz olduğu gibi, büsbütün yok edilmiş, hiçe indirilmiş olan amel ve işlerinin de hedeflenen gayeden uzak kalması ve bir hedefe dizilmeleri mümkün olmaması nedeniyle saçılmış zerrelere benzetilerek teşbih-i müfred suretiyle ayrı ayrı birer istiâre yapılmıştır. Yani o günahkarların, misafirleri konuklamak, akrabaları gözetlemek, çaresizlere yardımcı olmak, insanlığa yararlı bir iş yapmak gibi bazı işleri varsa bile, o inkârcılıkları ve azgınlıkları yüzünden hepsi yok olmuştur. Hiçbirinin karşılığında bir fayda ve iyilik görmezler. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

24. O gün, cennetlikler kalınacak yerlerin en iyisinde, dinlenilecek yerlerin en güzelindedirler.
25. Göğün bulut kütleleri halinde parçalanacağı ve meleklerin topluca indirildiği gün,
26. O gün gerçek hükümranlık Rahmân’ındır ve kâfirlere[*] zorlu bir gün olacaktır.

Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)

27. O gün, zalim kimse, ellerini ısırarak: “Eyvah, keşke Resul'ün tuttuğu yolu tutmuş olsaydım” diyecek.[*]

Lafzen, “Rasûl’le birlikte bir yol tutsaydım”. Ayette “rasûl” ve “zalim” (“haksızlık yapan”/“haksızlığı kendisine yol edinen”) terimleri, Allah’ın bütün rasûllerini ve o’nlara bilinçli olarak karşı çıkan herkesi ifade etmek üzere cins ya da tür belirtici anlamda kullanılmaktadır. Benzer şekilde, sonraki ayette geçen “falanca” (fulân) tabiri de, kişinin yoldan çıkmasına vesile olan kişi yahut kişileştirilmiş güçleri dile getiren genel bir ifadedir. (Muhammed Esed Tefsiri)

28. Vah bana, n’olurdu, falancayı kendime dost edinmemiş olsaydım!
29. Gerçekte bana uyarıcı, hatırlatıcı mesaj geldikten sonra, beni Allah’ı hatırlamaktan o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, işte böyle yalnız ve çaresiz bırakır insanı."[*]

Şeytan insanı perişanlıklara sürükler. Ciddi dostluğun gerekli olduğu yerde, kara günde sıkıntı zamanında insanı yüzüstü bırakır.

Kur'an-ı Kerim, bu tüyler ürpertici sahneler aracılığı ile, böylece müşriklerin kalplerini sarmaya çalıyor. Aslında bu sahneler, onlara korkunç geleceklerini somutlaştırıyor, bu geleceği kendilerine görünür bir realite olarak sunuyordu. Oysa onlar henüz şu dünyada yaşıyorlar, yüce Allah ile karşılaşacaklarını yalanlıyorlar, son derece küstahça O'nun yüceliğine dil uzatıyorlar, O'na saygısız öneriler sunuyorlardı. Onlar böyle yapadursunlar, orada kendilerini tüyler ürpertici dehşet ile kaçan fırsatların arkasından duyulan; acı pişmanlık beklemektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

30. Ve (o gün) Rasûl diyecek ki: "Ya Rabbi! Benim Kavmim bu Kur`an`a devri geçmiş, işlevi kalmamış bir kitap muamelesi yaptı!"[*]

Ayette geçen “terk edilmiş/dışlanmış” ifadesi, zamanın değişen şartlarına karşı Kur’an’ı, geçerliliğini yitirmiş bir kitap olarak düşünen ya da dünyalık tutkuların tatminine karşı çıkan ilahi bir öğreti olarak görenler için kullanılmıştır. Başka bir ifade ile “terkedilmiş” yakıştırması, itibar görmeyen, ilgi duyulmayan, danışılmayan, ciddiye alınmayan demektir ki bu konuda Kur’an’ı metruk bir eve benzetebiliriz. 1400 sene önce itibar görülen, danışılan, hayat prensiplerinden alabildiğine faydalanılan, kılavuz kabul edilen, hayat kitabı olarak görülen Kur’an asırlar sonra tarihi bir müze gibi sadece değer verilen, Mushaf’ıyla korunan, kutsanan, ziyaret edilen, baş tacı yapılan, toz kondurulmayan, abdestsiz dahi tutulamayan, hatta “Kur’an çarpsın” gibi yeminlere malzeme olan ama faydalanılmayan, aktif hale getirilmeyen bir esere dönüştürülmüş. Buradaki “kavmim” deyişi, Müslümanların tamamını değil, kimlik olarak Müslüman olup da gerçekte Kur’an mesajına olan inancını bütünüyle ya da kısmen yitirmiş kimseleri işaret etmektedir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

31. İşte (Ey Rasûl, sana Mekkeli müşrikleri) böylece düşman yaptığımız gibi, (senden önce de) her nebinin karşısına suçlulardan bir düşman çıkarmıştık.[*] Yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin (sana) yeter.

Her nebinin karşısına bir düşman çıkarmıştık” ifadesi, insanların iradesini ellerinden alarak, sadece peygamberi ve toplumunu sınamak için düşman haline getirdik demek değildir. Allah, insanlara özgür iradelerini kullanarak kendi tercihlerini seçme özelliği vermiştir. Zaten böyle bir irade vermeyip tercihi kendisine bıraksaydı kimsenin zalim olmasına müsaade etmezdi. Nitekim “(Kul kendine zulmetmedikten sonra,) Allah, kullarına asla zulmetmek istemez.” (Mü’min 40/31) buyrulmuştur. “Düşman çıkarmak” söylemi, “her nebinin karşısına düşman olarak birileri mutlaka çıkmıştır” demektir. Çünkü nebi bozulan düzeni değiştirmek için gelmiştir. Bu da demektir ki nebi doğrudan ve ilk muhatap olarak düşmanın karşısına çıkarılmıştır. Yani düşman zaten vardı, hazır olan düşmanın karşısına mücadele verecek ve gerekirse savaşacak bir elçi gönderilmiştir. Ayrıca bu elçinin işi o kadar zor ki, taraftarını da askerini de düşmanın içinden seçip çıkaracaktır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

32. İnkârcılar: “Kur'an ona bir defada toptan indirilseydi ya!” dediler. Oysa Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek (ve insanların kavramasını kolayca sağlamak) için tutarlı bir bütün oluşturacak şekilde ayet ayet, sûre sûre okuduk / indirdik.[*]

Bu Kur'an, yeni bir ümmet yetiştirmek, yeni bir toplum oluşturmak ve yeni bir düzen kurmak için geldi. Eğitim ise önce zamanı, sonra söz yolu ile meydana getirilecek etki ve tepkiyi, son olarak bu sözel etki ve tepkiyi pratik hayata yansıtacak somut hareketleri gerektiren bir süreçtir. İnsan psikolojisi, bir kitabı okumakla akşamdan sabaha şipşak değişmez. Bu kitap istediği kadar mükemmel, geniş kapsamlı ve yeni bir sistem içermiş olsun. İnsandan beklenebilecek reaksiyon günden güne bu yeni sistemin belli bir tarafının etkisi altına girmek, adım adım onun merdiveninin basamaklarını çıkmak, önerdiği yükümlülükleri üstlenmeye aşama aşama alışmaktadır. Bu takdirde insan yeni sistemden ürküp kaçmaz. Bu sistemin bir porsiyonunu yiyip besinini aldığı her gün, ertesi gününün porsiyonunu yiyip beslenmesini geliştirmeye daha hazırlıklı hale gelir, böylece gün geçtikçe onu iştahı daha çok çeker, lezzetini damağında daha kuvvetli olarak hisseder. Buna karşılık eğer yeni sistem, bir anda insanın omuzlarına yüklenirse bu yük ona ağır, taşınmaz ve katlanılmaz gelir.

Kur'an-ı Kerim, hayatın her alamı kapsayan eksiksiz yöntemleri ve uygulama programları getirdi. Bunun yanı sıra insan fıtratı ile uyumlu ve bu insanın yaratıcısının bilgisine dayanan eğitim programları, uygulama yöntemleri de getirdi. Bu yüzden bu kitap müslüman toplumun somut ve canlı ihtiyaçlarına cevap vermek üzere geldi, o toplumun doğuşuna ve gelişmesine ayak uydurdu; bu ilahi eğitim sisteminin ışığı altında ilerleyen bu toplumun günden güne gelişen yeteneklerine paralel bir iniş çizgisi izledi.

Başka bir deyimle Kur'an bir eğitim programı, bir pratik hayat sistemi olmak üzere geldi. Yoksa sırf entelektüel bir haz duymak, sırf bilgi edinmek için okunan bir kültür eseri olmak için gelmedi. O harfi harfine, kelimesi kelimesine, bütün hükümleri ile uygulanmak üzere geldi. Ayetleri "gündelik emirler listesi" olmak üzere geldi. Müslümanlar bu emirleri anında, sıcağı sıcağına alarak hemen gereklerini yerine getireceklerdi. Tıpkı bir askerin karargahında, ya da savaş alanında aldığı gündelik "savaş direktifleri" gibi. Üstelik müslüman bu emirleri içine sindirecek, onları kavrayacak ve uygulamaya can atacak, onların içeriği uyarınca yeniden yapılanacak kişiliğin de onların damgasını taşıyacaktır.

Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, her konuya ilişkin ayrıntılı açıklamalarla inmiştir. Yöntemine ilişkin öncelikli, ilk açıklaması Peygamberimizin kalbine yöneliktir, O'nu çetin yolculuğu boyunca desteklemeyi, bu yolculuğun her aşamasını bölüm bölüm, hüküm hüküm onunla birlikte aşmayı amaçlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

33. Bunun içindir ki, hangi soruyla karşına çıkarlarsa çıksınlar,[*] Biz sana mutlaka asıl doğru olan neyse onu ve en güzel açıklamayı getirmekteyiz.

Lafzen, “sana bir misal (mesel) vermezler ki, Biz (o konuda) sana gerçeği getirmeyelim ... ilh.” -Burada meselden ya da misalden kasıt, Muhammed (s)in rasûl olduğu tezine ve dolayısıyla Kur’an’ın vahyî niteliğine gölge düşürmek amacıyla ortaya sürülen, sözde akla hitab eden teşbîh türünden itirazlardır (ki, bunlar, Kur’an’ın başka pek çok yerinde olduğu gibi, bu surenin 7-8, 21 ve 32. ayetlerinde örneklendirilmiştir). (Muhammed Esed Tefsiri)

34. O yüzükoyun cehenneme toplanacak olanlar, işte onlar, yerce çok kötü ve yolca çok sapıktır.
BÖLÜM 4
35. Gerçekten Biz, Mûsâ'ya kitabı verdik ve kardeşi Harun'u da ona yardımcı yaptık.
36. Dedik ki: "İkiniz, ayetlerimizi yalanlayan kavme gidin." Sonunda, onları yerle bir ettik.
37. Nuh’un halkını da... Kendilerine gelen elçileri[*] yalanlayınca onları boğduk ve insanlar için ibret yaptık. Yanlış yapanlar için acıklı bir azap hazırlamışızdır.

Nuh kavmine nebi resul yani vahiy alan elçi olarak sadece Nuh a.s. gönderilmiştir. Nuh’a (a.s.) inananlar içinden, ona inen ayetleri insanlara tebliğ eden müminler de Nuh kavmi içinde resullük yani elçilik yapmış olanlardır (Şuara 26/105). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

38. Âd’ı, Semûd’u, Ress halkını ve bunlar arasında birçok nesilleri yere batırdık.
39. Her birine uyarıcı dersler de vermiştik, ama bunlara aldırış etmeyince, hepsini yerle bir ettik.
40. (Şu Kureyş müşrikleri) belâ yağmuruna tutulan,[*] (üstüne taş yağdırılan) kente vardılar. Onun durumunu görmüyorlar mıydı (ki ibret alsınlar?) Hayır, onlar (öldükten sonra) tekrar dirilip kalkmayı ummuyorlar.

“Bela yağmuruna tutulup yok edilen belde” büyük bir ihtimalle “Lût” kavminin yaşadığı kasabadır. Mekkeli müşrikler ticaret için gittikleri Şam seferleri esnasında helak edilen “Lût” kavminin kalıntılarını görmüşlerdi. Ayette, müşriklerin gördükleri bu tablodan ibret almaları gerektiğine vurgu yapılmaktadır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

41. Ne zaman seni görseler "Allah’ın elçi olarak gönderdiği bu mu?" diye hemen alaya alıyorlar.
42. Eğer biz ilahlarımıza ısrarla bağlılığımızı sürdürmeseydik, az kalsın bu adam bizi onlardan vazgeçirecekti derler. Yakında azabımızı gördüklerinde kimin yolunun sapık olduğunu öğreneceklerdir.
43. İstek ve arzularını kendisine ilah[*] edinen kimseyi gördün mü? Yoksa onu kollayıp, koruyan sen mi olacaksın?

Vahyin rehberliğine tâbi olmayanlar, kendi arzularına tabi olurlar. Yanizevklerini, arzularını, çıkarlarını, ihtiraslarını, duygularını hayatın merkezine taşıyarak onları kendilerine ilah edinirler. “Eğer senin bu dâvetini kabul etmezlerse, bil ki onlar sadece heva ve heveslerine uymaktadırlar.” (Kasas 28/50) Allah’a inanmak, Onu tanımak ve Onun istediği şekilde yaşamak fıtridir. Eğer insan bu konuda fıtrat bozulması yaşar da yaratılış safiyetinden uzaklaşırsa işte o zaman nefsin arzuları ilahlaşmaya başlar. Tarih boyunca insanların en büyük sıkıntısı Allah’ı gereği gibi tanıyamamak ve Onunla gerektiği gibi iletişime geçememek olmuştur. Böyle olunca da Allah’tan uzaklaşan insanlar Allah’ın yerini dolduracak Tanrı arayışına girmişlerdir. Putçuluğun doğuşundaki ana sebep de budur. Allah’a inanan ve Ona teslim olan asla arzularının kulu olamaz, Allah’tan başka varlıklara kulluk edemez, hele kendisi gibi ihtiyaç sahibi varlıkların önünde asla eğilemez ve bu zilleti kendine yaşatamaz. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

44. Onların çoğunun sana kulak verdiğini veya doğru bağlantı kurduğunu mu sanıyorsun? Onlar ancak en’âm[*] (koyun, keçi, sığır, deve) gibidirler, hatta onlar çok sapkın bir yoldadırlar!

Zımnen: Ego ve içgüdüsüne tâbi olanların aklî ve kalbî yetileri körelir, en sonunda insanlıktan çıkarlar. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 5
45. Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin?[*] İsteseydi onu sabit kılardı. Sonra biz güneşi gölgeye delil kıldık.

Zıll, konuluşu itibarıyla şafaktan gün doğumuna kadar olan seher gölgesi. Kur’an’da gölge genellikle kavurucu yaz sıcağının karşıtı olarak kullanılır. Tıpkı aydınlığın zıddı olarak karanlıkların kullanıldığı gibi (Bkz: 35:21). Mecazen “himaye” ve “nimet” anlamına gelir ki Kur’an’da cennet için kullanılan ve zıllin memdûd (uzamış gölge) ibâresi “kesintisiz himaye” demektir (56:30). Âyetteki gölge örneğiyle cevher-araz, asıl-fer, eser-müessir ilişkisine dikkat çekilmiştir. Hareket eden gölgeye itibar edip de onun aslını görmeyen bir aklın düştüğü sefalet neyse, yarattığı eşyaya itibar edip de onu yaratanı görmeyen aklın sefaleti aynıdır. Her gölge nasıl aslının varlığına şahitse, varlık da Allah’ın varlığına şahittir. Zımnen: Ey insan! Gölgeyi görüyorsun da, aslını neden görmüyorsun? (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

46. Sonra onu (uzayan gölgeyi) yavaş yavaş kendimize çektik (kısalttık).
47. Sizin için geceyi örtü, uykuyu istirahat kılan,[*] gündüzü de çalışıp rızık arama vakti yapan O`dur.

SÜBAT: Kesmek, durdurmak mânâsından alınmış olarak rahat ve ölüm mânâlarına gelir. Nitekim istirahat gününe sebt günü denilmiştir. Hastalığı dinip istirahat eden hastaya "mesbût" denildiği gibi, ölüye de hayatı kesildiği için "mesbût" denilir. Ebu Müslim, rahat ile tefsir etmiş, Keşşaf sahibi de "mevt" ölüm mânâsını tercih etmiştir. Çünkü karşılığında "nüşûr" geliyor. Gündüzü de bir nüşûr (yayılıp çalışma zamanı) kıldı. Yani gecenin alınıp çekildiği gündüzü de, yeniden bir hayata kalkış, bir öldükten sonra tekrar dirilim yaptı. (Yukarıdaki 25/3 âyetine bkz.) Geceleyin rahat döşeğine yatıp faaliyetlerini durdurarak "O sizi gece öldürendir." (En'âm, 6/60) âyetinin bildirdiğine göre ölmüş olanlar, sabahleyin o gölge geri çekilirken uyanır, harekete ve yayılmaya başlar, yeni bir hayata atılırlar. Bu tekrar dirilmeyi ummayanlar o hayatı istemeyenlerdir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

48. Yağmurun (rahmetinin) habercisi olarak önceden rüzgarı gönderen ve gökten tertemiz bir su olarak indiren de O'dur.
49. Ölü bir beldeye o yağmurla hayat veririz, yarattığımız hayvanları ve insanları o su ile sularız.
50. Biz onu, doğru bilgilerini kullansınlar diye aralarında halden hale çevirdik[*]. Ama insanların çoğu, nankörlük dışında her şeye direnir.

“Çevirdik” anlamı verdiğimiz kelimenin kökü SARF (صرف)’tır. Bir şeyin yönünü değiştirmek, bir halden başka bir hale döndürmek, dönüştürmek anlamına gelir. Suyun hem özellik (katı-sıvı-gaz) hem de yer olarak değiştirilip dönüştürülmesi, onun çevrilmesi anlamlarını kapsar. Günümüzde ‘su çevrimi’ olarak bilinen kavramı ve suyun hallerini bu kelime ile ifade eder (A'raf 7/57-58, Muminun 23/18-19, Vakıa 56/68-70. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

51. Gerek görseydik her yerleşim yerinden bir uyarıcı çıkarırdık.
52. O halde sen, kafirlere itaat etme ve onlara karşı Kur'an'la[1*] büyük bir cihatla[2*] mücadele et.

[2*] Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

[1*] Kuşkusuz bu Kur'anda bir güç ve insanların duygularına egemen olma özelliği vardır. Kur'an insan üzerinde derin bir etkiye sahiptir. Karşı konulmaz bir cazibesi vardır Kur'anın. O'nun bu cazibesi insanların kalplerinde büyük bir sarsıntı méydana getirir. Onların ruhlarını şiddetle sarsar. Bu yüzden uzun süre onun etkisinde kalırlar ve kendilerini bundan alamazlar.

Kureyş kabilesinin önde gelenleri, kitlelere "Bu Kur'anı dinlemeyin; gürültü yapın, belki böylece onu bastırırsınız" (Fussilet Suresi, 26) derlerdi. Bu sözler, hem onların hem de onlara uyanların bu Kur'anın etkisinden dolayı içlerinde oluşan derin endişenin ifadesidir. Çünkü Kureyş'in seçkinleri halk kitlelerinin gece ile sabah arasında Muhammed b. Abdullah'ın -salat ve selam üzerine olsun- okuduğu bir-iki ayetin veya bir-iki surenin etkisinde kalarak adeta büyülendiklerini görüyorlardı. Ruhların ona doğru aktığının, kalplerin ona eğilimli olduğunun farkındaydılar.

Kureyş kabilesinin ileri gelenleri, bağlılarına, taraftarlarına bunları söylerken, kendileri bu Kur'anın etkisinden kurtulabilmiş değildiler. Eğer onlar ruhlarının derinliklerinde bu korkunun neden olduğu sarsıntıyı hissetmiş olmasaydılar bu emri vermezlerdi, bu uyarıyı toplum içinde bu kadar yaygınlaştırmazlardı. Hiç kuşkusuz onların bu sözleri, Kur'anın üzerindeki derin etkisini en güzel şekilde ifade etmektedir.

İbn-i İshak der ki; Bana Muhammed b. Müslim b. Şihab ez-Zehri anlattı. Ona da şöyle anlatılmış: Ebu Süfyan b. Harb, Ebu Cehil b. Hişam ve Zühreoğullarının müttefiki Ahnes b. Şüreyk b. Ömer b. Vehb es-Sakafı bir gece evinde namaz kılan Resulullah'ı dinlemeye gittiler. Her biri peygamberimizi dinleyebileceği bir yere oturdular. Birbirlerinin oturduğundan habersizdiler. Sabah olup oradan ayrılana kadar onu dinlediler. Yolda birbirleri ile karşılaştılar ve bu yaptıklarından dolayı birbirlerini kınadılar ve birbirlerine bir daha böyle birşey yapmamaları "eğer insanlardan biri, bizi görecek olursa içine kuşku düşer" uyarısında bulundular. Sonra da dağıldılar. Ertesi gecesi herbiri tekrar eski yerine gelip onu dinlemeye koyuldu. Sabah olunca da oradan ayrıldılar. Ertesi gece herbiri tekrar eski yerine gelip onu dinlemeye koyuldu. Sabah olunca da oradan ayrıldılar. Ama yine birbirleri ile karşılaştılar. Yine, birgün önce birbirlerine söyledikleri sözleri tekrarladılar. Sonra da dağıldılar. Üçüncü gece yine herbiri eski yerine gelip onu dinlemeye koyuldu. Gün ağarınca da oradan ayrıldılar. Tekrar yolda birbirleriyle karşılaştılar. Birbirlerine "Bir daha dönmemek üzere sözleşmeyinceye kadar ayrılmayalım" dediler. Bir daha gelip onu dinlemek üzere birbirlerine söz vererek. dağıldılar.

Güneş doğduktan sonra Ahnes b. Şüreyk, bastonunu alarak Ebu Süfyan'ın evine gitti. "Ya Ebu Hanzale, Muhammed'den dinlediklerin hakkında ne düşünüyorsun?" dedi. Ebu Süfyan "Ya Ebu Sa'lebe, Allah'a andolsun ki, ondan bildiğimiz bazı şeyler duydum; Bunun yanında ne anlama geldiğini, ne kastedildiğini bilmediği bazı şeyler de duydum" dedi. Ahnes "Andolsun ki, ben de öyle" dedi.

Sonra oradan ayrılıp Ebu Cehil'in yanına gitti. Evine girerek "Ya Ebul hakem, Muhammed'den duydukların hakkında ne düşünüyorsun?" dedi. Ebu Cehil "Ne duydum ki?" Biz ve Abdulmenafoğulları şeref konusunda çekişiyorduk. Onlar yemek yedirdiler biz de yedirdik. Onlar bir sorumluluk aldılar biz de aldık. Onlar yoksullara birşeyler verdiler, biz de verdik. Bu durum diz dize oturup eşit düzeye gelene kadar sürdü. Bizle onlar iki yarış atı gibi çekişiyorduk. Sonra kalkıp `Bizim bir peygamberimiz var, ona gökten vahiy geliyor' dediler. Peki biz ne zaman böyle bir imkan elde edeceğiz? Allah'a andolsun ki, hiçbir zaman ona inanmayacağız, onu doğrulamayacağız" dedi. `Bunun üzerine Ahnes yanından kalkıp gitti.'

İşte böyle, ruhları Kur'ana doğru kayıp ona yenik düşmesin diye, içlerinden gelen derin isteği bastırmaya çalışıyorlardı. İnsanlar onları büyülenmiş gibi görecek olurlarsa liderlik fonksiyonları sarsılacaktı. Bu endişe sebebiyle bir daha Kur'anı dinlememek üzere sözleşmemiş olsalardı, her gün gelip bu Kur'anı dinlemekten kendilerini alamazlardı.

Hiç şüphesiz Kur'an-ı Kerim yalın ve fıtri gerçeği içermektedir. Bu da insan kalbini doğrudan asıl kaynağa bağlar. Çünkü insan kalbinin bu coşkun kaynağa karşı dùrması, tazyikli akıntısına engel olması çok zordur. Öte yandan Kur'an-ı Kerim bazı kıyamet sahnelerini, geçmiş milletlere ilişkin kimi hikayeleri, somut gerçekleri ifade eden evrensel sahneleri, geçmiş milletlerin harap olmuş yurtlarında bazı manzaraları, son derece güçlü ve etkili teşhis ve temsil örneklerini içermektedir. Bütün bunlar kalpleri derinden sarsıyorlar. Bir kalbin bunlara karşı duyarsız kalması imkansızdır. Bazan Kur'anın bir tek suresi bile insanın ruhsal ve bedensel yapısını derinden sarsar. İnsan ruhunu tam teçhizatlı bir ordunun bile başaramayacağı şekilde her yönüyle kontrolüne alır.

Şu halde yüce Allah'ın peygamberine -salat ve selam üzerine olsun- kafirlerin isteklerine uymamasını, onların uzlaşma önerilerini kabul etmemesini, davetini gevşetmemesini, bu Kur'ana dayanarak mücadeleye girişmesini emretmesinde şaşılacak birşey yok. Çünkü Hz. peygamber -salat ve selam üzerine olsun- kafirlerle mücadele ederken insan bünyesinin karşı koyamadığı, karşısında hiçbir tartışma ve mantık oyunlarının tutunamadığı bir güce dayanmaktadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

53. İki denizi[*] birbiri üstüne salan O’dur. Bu, tatlı ve yürek ferahlatıcı; şu, tuzlu ve acı. Ve ikisinin arasında bir berzah, geçişi engelleyen bir perde koymuştur.

Arapçada büyük su kütlelerine; denize, akarsulara, tuzlu veya tuzsuz göllere “bahr (بحر)” denir (Lisan’ul-arab). Nitekim tatlı ve tuzlu su ayrımı olmaksızın Kur’an’da her ikisine de “bahr” denmiştir. Bahr kelimesi Türkçeye deniz diye çevrilir. Deniz deyince kimsenin aklına tatlı su kütlesi gelmeyeceği için kelimenin “büyük su kütlesi” şeklinde meallendirilmesi daha uygundur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

54. İnsanı sudan yaratarak ona soy sop veren de O`dur. Rabbinin her şeye gücü yeter.
55. Kendilerine bir faydası olmayan, zarar da vermeyen birini Allah ile aralarına koyup kulluk ediyorlar. Kâfir,[*] Rabbine karşı başkasına destek olur.

Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)

56. Biz seni sadece müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
57. De ki: Ben, Kur’ân’ı tebliğ ettiğimden dolayı sizden bir ücret[*] istemiyorum, ancak yolunu Rabbine doğrultan adamlar istiyorum.

“Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum” cümlesi, tebliğ hizmetinin bedelsiz ve karşılıksız olması gerektiğini anlatıyor. Şuara 26/109, 127, 145, 164 ve 180. ayetlerinde Hz. Nuh, Hud, Salih, Lût ve Şuayip peygamberlerin “Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” Söylemleri de Allah için yapılan hizmetin herhangi bir maddi karşılık olmadan yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Hiçbir peygamber, dini geçim kaynağı yapmamış ve peygamber oldu diye kendini maaşa da bağlamamış. Her peygamberin toplumun diğer fertleri gibi bir mesleği vardı. Peygamber olmadan önce hangi mesleği icra ediyordu ise peygamber olduktan sonra da tebliğ vazifesiyle beraber aynı mesleği icra etmeye ve geçimini o meslekten sürdürmeye devam etmiştir. Bu şekilde hayatın içinde olan peygamber vazifesini de kolayca icra etmiştir Hayatın içinde olmayan insanların, hayatın gerçeklerini bilmedikleri için Allah’ın dinini anlaması ve anlatması zordur. Onun için dini anlatmayı ve “Hayat Kitabı” olan Kur’an’ı tanıtmayı kendine vazife edinen kişiler hayatın içinde olmalıdır. Hayattan kopuk, toplumdan uzak ve sadece mektep sıralarında tedrisat görerek ve kitap okuyarak öğrenilen bir dinle topluma istikamet vermek ve örnek olmak mümkün değildir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

58. O hiç ölmeyecek diriye, o Hayy olana dayanıp güven, O’nu överek tespih et. Kullarının günahlarından O’nun haberdar olması yeter.
59. O Allah; gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde[1*] yaratan ve sonra arşa[2*] / yönetimin başına geçendir. O, Rahman’dır[3*]. Sen (ne isteyeceksen) her şeyden haberdar olan Rahman’dan iste.

[1*] Yer ve göklerin toplam altı günde yaratıldığını gösteren ayetler şunlardır: Yunus 10/3, Hud 11/7, Furkan 25/59, Secde 32/4-5, Fussilet 41/9-12, Kaf 50/38, Hadid 57/4. Bu süre Allah’a göredir. Bize göre altı bin yıl eder (Secde 32/5).

[2*] Kur’an, halkın diliyle inmiştir (İbrahim 14/4). Halk dilinde arş, “saltanat koltuğu”dur (Yusuf 12/100, Neml 27/23). Arşa istiva ise “yönetimin başına geçme” anlamındadır. Türkçede de bu anlamda, “padişah tahta oturdu”, “falan kişi cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu” gibi ifadeler kullanılır. “Allah arşa istiva etti.” sözü de aynıdır. Kâinatın yönetiminin Allah’ın elinde olduğunu ifade eder.

[3*] Rahman kelimesi rahmet kökünden türemiştir ve aynı kökten olan rahim kelimesi gibi Allah’ın sıfatlarındandır. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamındadır. Allah’ın sıfatı olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlamı kastedilir (Müfredât). Ceninin doğum zamanına kadar gelişimini sürdürdüğü üreme organına rahim denir. Çünkü kadının rahmi ceninin tüm ihtiyaçlarının karşılandığı yerdir. Yüce Allah da tüm varlıkların ihtiyaçlarını karşılar. Bu sebeple Allah’ın sıfatı olarak rahman, rahmeti her şeyi kuşatan anlamındadır. Bu özellik Allah’tan başkasında olmaz. Çünkü Allah’tan başkasının iyiliği sonsuz olamaz. Kuran’ın da rahmet olması, insanların ihtiyacı olan her şeyi karşılayan kitap olması sebebiyledir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

60. Onlara "Rahman’a secde edin" denildiğinde "Rahman da ne oluyor?[*] Senin secde etmemizi emrettiğin ilah’a secde eder miyiz hiç?" derler. Bu çağrı nefretlerini daha da arttırır.

Kâfirler, kasden bilmezlikten gelip alay etmek için böyle sordular, yoksa rahman kelimesini bilmediklerinden değil. Aksi halde “Rahman kim?” diye sorarlardı. Onlar, düşman oldukları İslâm’a tepkilerini böylece belirtmek istiyorlardı. Zira İslâm’ın bir özeti ve sembolü olan Bismillâhirrahmânirrahîm’de yer alması ve Kur’ân’da Allah lafza-i celalinden sonra uluhiyetin ikinci özel ismi olarak elliden fazla âyette zikredilmesi, onları rahatsız ediyordu. (Suat Yıldırım Tefsiri)

BÖLÜM 6
61. Gökte burçlar oluşturan, içlerine bir ışık kaynağını (Güneşi) ve ışığı yansıtan Ay’ı koyan zat; ne yüce bir bereket kaynağıdır!
62. Ders almak veya şükretmek isteyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren de O`dur.
63. Rahman’ın kulları, yeryüzünde alçak gönüllülükle yürüyenlerdir. Cahillik edenler onlarla konuşunca, faydalı sözler[*] söylerler.

Selam sözcüğüne “faydalı sözler” anlamı vermemizin sebebi, cahillerin müminlerin yanına gelip onlarla konuşmak istemeleridir. Bu durumda onlara söylenecek selam sözü faydalı sözler olmalıdır. Bu; cahillere yani bilerek veya bilmeyerek kendini tutamayan kimselere karşı takınılacak tavırdır. Furkan Suresinin 25/4-17 ve sonraki ayetlerinde, Nebimize karşı cahilce söz söyleyenlere verilen verilen faydalı cevaplar, bizim için birer örnektir. Allah’ın ayetlerini alaya alanlara karşı takınılacak tavır ise şu ayetlerde belirtilmiştir: Nisa 4/140, En’am 6/68-69, Müminun 23/96, Fussilet 41/34. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

64. Yine onlar, gecelerini[*] Rablerinin huzurunda secdeye vararak ve kıyama durarak geçirirler.

Gece, dinlenme vakti olduğu için tamamen uyanık geçirilmez. İlgili âyetler şöyledir: “Geceleri az uyurlar. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerler.” (Zâriyât 51/17-18) “Bunlar kendilerini yataklarından kaldırır, korku ve umutla Rablerine yalvarırlar.” (Secde 32/16) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

65. Ve onlar şöyle derler, "Rabbimiz, cehennem cezasını bizden çevir. Onun cezası korkunçtur.
66. Orası ne kötü bir karargah ve konaklama yeridir."
67. Ve harcadıkları[*] zaman, ne israf ederler ne de cimrilik ederler; harcamaları, bu ikisinin arasında dengeli olur.

Sözlükte “tükenmek, tamamlanmak, son bulmak” mânasındaki nefk kökünden türetilen infâk “bitirmek, yok etmek; yoksul düşmek” gibi anlamlara gelirse de daha çok “para veya malı elden çıkarmak” mânasında kullanılmaktadır. Dinî-ahlâkî bir terim olarak genellikle “Allah’ın hoşnutluğunu elde etme amacıyla kişinin kendi servetinden harcama yapması, muhtaçlara aynî ve nakdî yardımda bulunması” demektir. (TDV İslâm Ansiklopedisi, İnfak maddesi) (Onur)

68. Onlar, Allah ile beraber başka bir ilahı yardıma çağırmazlar. Allah’ın dokunulmaz kıldığı bir canı haklı bir sebep olması dışında[*] öldürmezler; zina da etmezler. Kim bunları yaparsa işlediği suçun cezasını bulur.

Haklı sebepler; kısas (Bakara 2/178), savaşta vuruşma anı (Muhammed 47/4) ve terör (Mâide 5/33) suçlarının cezasıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

69. Kıyamet günü onun azabı kat kat artırılır ve orada horlanmış olarak tek başına kalakalır.

“Azabın katlanarak artırılması”, işlenen suçun/günahın büyüklüğüne bağlıdır. Kur’an’da “yapılan kötülükler misliyle cezalandırılır” (En’am, 6/160) diye bir hüküm vardır. Sevaplarda olduğu gibi günahlarda da az-çok, küçük-büyük ayırımı vardır. Bunların neye ve hangi kriterlere göre değerlendirildiğini biz bilemeyiz. Allah’a eş koşmak, adam öldürmek, iffetli bir kadının ırzına tecavüz etmek, aklı baştan çıkaran içki içmek, kumar oynamak, zulmetmek, hak yemek, iftira atmak, gıybet etmek, fesat çıkarmak, hile ve tuzak kurmak, kıskançlık, alay etmek, kibirlenmek, kendini beğenmek, bencil olmak, israf etmek, emanete ihanet etmek, başkalarını küçük görmek, kötü zanda bulunmak, vefasızlık etmek, başkalarının özel hayatına müdahale etmek, yalan söylemek, hırsızlık vb. büyük günahlardan olduğu için bunların cezası da o nispette büyük olacaktır. Yani katlanarak büyüyen günahın cezası da katlanarak verilecektir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

70. Ama kim tövbe eder / dönüş yapar, inanıp güvenir ve iyi işler yaparsa, Allah işte onların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah Gafûr’dur; çok bağışlayıcıdır, Rahîm’dir; ikramı bol olandır.
71. Kim tövbe eder ve iyi işlerde bulunursa şüphe yok ki o, Allah’a, tövbesi kabûl edilmiş olarak döner.
72. (O kullar), yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.
73. Kendilerine Rab’lerinin âyetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağırlar ve körler gibi davranmazlar.
74. Onlar şöyle dua ederler: “Rabbimiz! Bize gözümüzü gönlümüzü aydınlatan eşler ve evlatlar ver. Bizi müttakilere[*] / yanlışlardan sakınanlara önder yap."

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

75. İşte onlar, sabretmelerine karşılık (cennette) yüksek bir makamla[*] ödüllendirilecekler, orada esenlik ve selam ile karşılanacaklardır.

Ayetteki [el-ğurfeh] kelimesi cennetteki “bir köşk”, “özel donanımlı bir oda” anlamına gelmektedir. Anlaşılıyor ki burada sayılan 15 özelliği hayatında uygulayan duyarlı insanlar için cennette özel bir mekân ve makam hazırlanmış olacaktır. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

76. Orada sürekli kalacaklardır. Ne güzel konak yeri, ne güzel dinlenme yeri!
77. De ki: Sizi îmana dâvet etmeseydi ne değeriniz olabilirdi Rabbimin katında;[*] ama siz gerçekten de yalanladınız tebliğ edilenleri, artık azaplandırmak gerekmekte sizi.

Allah Teala yeryüzündeki her şeyi insanlar ve cinler için yarattı (Bakara 2/29, Rahman 55/14 ve devamı), gökteki Güneş ve Ay’ı, hatta yerdeki her şeyi onların hizmetine verdi (Casiye 45/13), kimseden kendi zatı için bir rızık istemedi (Zariyat 51/57). Kulluğu sadece kendisine yapmalarını emretti (Bakara 2/21). Böylece Allah insanı ve cinleri öncelikle kendisine kulluk etmeye, yaptıklarına karşılık da cennete davet etti. İşte Allah’ın bu daveti olmasaydı, insan ve cinlerin yaratılmasının bir anlamı olmazdı. Zira, Allah hiçbir şeyi boşu boşuna yaratmaz (Enbiya 21/12). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)