[Ey Muhammed] o ağacın altında sana bağlılıklarını bildiren müminlerden Allah razı olmuştu, çünkü onların kalplerinden geçeni biliyordu; böylece Allah, onlara bir iç huzuru bağışladı ve yakında gerçekleşecek bir zafer[in müjdesi] ile onları ödüllendirdi. Bir de elde edecekleri sayısız ganimetle... Ve zaten Allah Azîz'dir; daima üstün ve Hakîm'dir; bütün kararları doğrudur. (Fetih 18-19)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsân ettik.[*]
Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik. Geleceği açan; ileride meydana gelecek bir çok fetihlerin başlangıcı olan bir fetih. Bazı müfessirler bunu, Mekke'nin fethini vaad diye almışlarsa da çoğu müfessirler bunun Hudeybiye antlaşmasını haber verdiğini söylemişler. İbnü Abbas, Enes, Şa'bi ve Zühri'den de böyle haber vermişlerdir. İbnü Atıyye buna "Bu doğrudur." demiştir. Bilinmektedir ki, fetih aslında açmak yani kapalılığı gidermektir. Bir memleketi fetih de, Keşşâf'ın açıkladığı üzere harpli veya harpsiz, zorla veya barışla zafer kazanmaktır ki zafere erişmedikçe kapalıdır. "Sakın gevşemeyin, üstün olduğunuz halde barışa davet etmeyin." (Muhammed, 47/35) âyetine ters gibi görünen Hudeybiye antlaşmasının bir fetih olması sahâbeden bazılarına bile gizli kalmıştı. Cenâb-ı Allah, bunun açık bir fetih olduğunu açıklamıştır. Önce bir fetih olması gerçi peygamber bunda bir savaş için değil, bir umre niyetiyle hareket etmiş ve kurbanlıklar göndermişti fakat müşrikler çarpışmayı kurmuşlardı, şiddetli bir savaş olmamış, fakat iki taraftan ok ve mancınık atışılmış "O sizi, onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin göbeğinde, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendir." (Fetih, 48/24) buyurulduğu üzere müslümanlar müşrikleri mağlûb edip diyarlarına sokulmuşlardı ve barış yapmaya müşrikler istekli olmuşlardı. İkinci olarak bunun apaçık bir fetih olmasına gelince bu barış ile ilk önce müslümanlığın dünyada bir devlet olarak varlığı düşmanları tarafından dahi tasdik edilerek bir anlaşmaya bağlanmış bulunuyordu. Böylece bu, daha sonra meydana çıkacak devam edecek fetihler zincirinin başı ve açıcısı olmuş ve bundan sonraki İslâm fetihlerinden herbiri bunun altında bir şubesi sayılacak bir şekilde vaad edilmiş oluyordu ki sûrenin başı bunu ilâhî bir dil ile açıklamaktadır. Aslında yine sûrenin içinde Feth-i karîb, (yakın fetih) diye işaret edildiğinden bunu pek yakından Hayber fethi takip etmiş, sonra da Mekke fetholunmuş, sonra da İslâm'ın bütün dinlere galip gelmesi vaad buyurulmuştur. Zührî demiştir ki: Hudeybiye fethinden büyük bir fetih olmamıştır. Bu sayede müşrikler müslümanlarla bira araya gelmeye ve sözlerini işitmeye başlamış ve bu onların kalplerinde yer etmiş ve bunun üzerine üç sene içerisinde bir çok kimse müslüman olarak İslâm'ın çoğalmasına sebep olmuştur... Bütün bunlar Muhammed Sûresi'nin başında geçen âyetlerin hükmünün feyzidir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
2.
Allah bunu, (Bedir’de) işlediğin önceki ve sonraki günahını bağışlamak[*], sana olan nimetini tamamlamak ve seni (hedefe götürecek) dosdoğru bir yola yöneltmek için yaptı.
Yüce Allah, savaş sırasında düşmanı etkisiz hale getirmeden esir almayı (Muhammed 47/4) ve savaşı bırakıp geri çekilmeyi yasaklamıştı (Enfal 8/15-16). Nebimiz Bedir savaşında bu emirlere aykırı davranıp esir almış ve savaşı bırakmıştı. Eğer Allah, Mekke'de Müslümanlara o gün için zafer sözü vermeseydi (Rum 30/1-6) büyük bir yenilgiye uğrayacaklardı (Enfal 8/67-68). Bu ayette, o suçların bağışlanmasının Mekke’nin fethiyle mümkün olacağı bildirilmiş, fetih gerçekleştikten sonra da Nebimize, bağışlanma talep etmesi emredilmiştir (Nasr 110/1-3). Böylece o, her konuda olduğu gibi tövbe ve istiğfar konusunda da bize örnek kılınmıştır.
3.
Bir de Allah sana, güçlü bir yardımda bulunmak için yaptı.
4.
O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven indirendir[*]. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah Alîm'dir; bilendir, Hakîm'dir; doğru kararlar verir.
"Sekinet" sözcüğü, ifade gücü olan, çeşitli sahneler canlandırabilen zengin çağrışımlar içerebilen bir sözcüktür.
Sekineti yüce Allah bir kalbe indirdi mi, bu,iç huzuru, rahat, kesin inanç, güven, ağırbaşlılık, sebat, teslimiyet ve
hoşnutluk olarak karşımıza çıkar.
Bu olayda mü'minlerin kalpleri çeşit çeşit duygularla coşmakta, tepkilerle kaynamaktaydı. Müslümanlar beklemekte
ve Resulullah'ın Ka'be'ye gireceklerine dair görmüş olduğu rüya doğru çıkacak mı diye merak etmekteydiler. Sonra
Kureyşlilerin tutumları ile yüzyüze geliş ve Resulullah'ın, ihrama girdikten sonra ve kurbanlık develeri işaretleyip,
boyunlarına kurbanlık nişanı taktıktan sonra o yıl Kabe'yi ziyaret etmeyerek geri dönüşü kabul etmesi... Doğal
olarak hiç kuşkusuz bu müslümanların çok zoruna gitmişti. Nakledildiğine göre, Hz. Ömer hiddet içinde Hz. Ebu
Bekir'e gelir ve -Olayı rivayeti içinde tesbit ettiklerimizden ayrı olarak- "O bizim Ka'be'ye geleceğimizden ve onu
tavaf edeceğimizden söz etmedi mi?" der. Kalbi Resulullah'ın kalbi ile bütünleşmiş, kalbinin atışları Resulullah'ın
nabzına tıpa tıp uyan Hz. Ebu Bekir; "Evet, söyledi. Fakat sana bu yıl Ka'be'ye gideceksin diye mi haber verdi?"
diye sorar. Hz. Ömer: "Hayır" diye cevap verir. Hz. Ebu Bekir: "Sen oraya gidecek ve orayı tavaf edeceksin" der.
Bunun üzerine Hz. Ömer onun yanından ayrılır ve Resulullah'a gelir. Resulullah'a söyledikleri arasında şu cümle de
yer alır: "Sen bize Ka'be'ye geleceğimizi ve onu tavaf edeceğimizi söylemedin mi?" Resulullah: "Evet söyledim.
Sana bu yıl gideceğimizi haber verdim mi?" buyurur. Ömer: "Hayır" deyince, Resulullah; "Sen oraya gideceksin ve
tavaf edeceksin" der. İşte bu kesit, mü'minlerin kalbinden geçenlerden bir örnektir.
Mü'minler, Kureyşin ileri sürdüğü şartlardan bayağı can sıkıntısı içinde idiler. İslama girip de, velisinin izni olmadan
Hz. Muhammed'e gelenlerin geri verileceği maddesinden, "Rahman ve Rahim" isminin anlaşmada yer almasının
kabul edilmeyişinden ve Resulullah ın Allah`ın elçisi niteliğini anlaşmada reddedilişinden cahili taassupları yüzünden
çok sıkılmışlardı... Rivayet olunduğuna güre, Amr oğlu Süheyl bu sıfatı silmesini isteyince, Hz. Ali, silmemiş bu kez
Resulullah silmiş ve şöyle demişti: "Ya Rab! Sen biliyorsun ki ben senin elçinim: '
Müslümanlar dinlerine son derece düşkün ve müşriklerle savaşmaya son derece istekli idiler. Bunu, topluca biat
etmeleri göstermektedir. Sonra durum, barıştan ateşkese ve bunun arkasından da Hudeybiye'den geri dönüş
şeklinde bir gelişme göstermişti. İşin bu şekilde gelişme göstermesi, onlar için pek yenilir yutulur bir şey değildi.
Bunu da, kurbanlarını kesmekte, tıraş olmakta işi ağırdan almalarında görmekteyiz. Hatta sonunda Resulullah onlara
bu isteğini üç kez tekrarlamak zorunda kalmıştı. Oysa onlar Sakif kabilesinden Mes'ud oğlu Urve'nin de Kureyş'e
anlattığı gibi, Resulullah'ın emrine sarılma ve itaatta son derece gayretli iken, kurbanlarını kesmemişler, başlarını
tıraş etmemişler veya saçlarını kısaltmamışlardı. Bunu ancak, Resulullah'ı bizzat yaparken görünce yapmaya
başlamışlar ve Resulullah'ın sözünün göstermediği etkiyi, bu aksiyonu göstermiş ve onları taa yüreklerinden
sarsmıştı. Bunun sonucu olarak da kendilerinden geçmenin dehşeti içinde Resulullah'ın emrine itaata koyulmuşlardı.
Aslında onlar Medine'den Umre niyeti ile çıkmışlardı. Gayeleri savaş değildi. Ne ruhen ne de aksiyon olarak savaşa
hazırlamamışlardı kendilerini... Sonra sürprizler birbirini izlemişti. Kureyşlilerin müfreze gönderip müslümanların
karargahına ok ve taşlarla saldırmaları... Evet Resulullah, müşriklerle savaşa karar verip de, biat isteyince ona
topluca biat etmişlerdi. Fakat bu biat olayı, ruhen hazırlandıkları durumun aksi ile karşılaşma sürprizini ortadan
kaldırmıyordu. Ki bu sürpriz içlerinde kaynayan reaksiyon ve etkilenmelerin bir bölümünü oluşturuyordu. Bir kere
onlar topu topu bindörtyüz kişi idiler. Oysa Kureyş, kendi yurdunda civardaki bedeviler ve müşriklerin desteği
yanlarında idi.
İnsan bu manzaraları dönüp de zihninde şöyle bir yeniden canlandırınca ancak anlayabilir. Yüce Allah'ın "Kalblerine
güven indiren O'dur" sözünün anlamını... Bu sözlerin tadını, ifadenin lezzetini... Ve insan o günkü atmosferi ancak
canlandırabiliyor. Ve bu ayetlerle o günkü ortamı yaşıyor ve Allah'ın o kalplere lütfettiği iç huzurunun serinliğini ve
esenliğini hissediyor...
Yüce Allah o gün müminlerin kalplerinde coşup kabaran duyguların imandan dolayı olduğunu ve imini
düşkünlüklerinin ne kendileri bir pay çıkarmak ve ne de cahiliyet alışkanlıkları uğruna olmadığını bilmiş ve
kendilerine "İnananların imanlarını kat kat artırmaları için..." bu iç huzurunu lütfetmiştir. İç huzuru, dine bağlılık ve
cesaret eden, derece olarak daha üstün bir mertebedir. İç huzurunda endişesiz bir güven vardır. İç huzurunda
hoşnudluk ve kesin bir inancın sağladığı güven vardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
5.
Ayrıca Allah;
inanan erkek ve kadınları içlerinden ırmaklar akan,
içinde sonsuz kalacakları cennetlere koyacak,
onların günahlarını affedecektir.
İşte bu, Allah katında büyük bir başarıdır.
6.
Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkek ve müşrik kadınlara azap edecektir.[*] Kötülük çemberi tepelerine insin. Allah onlara gazap etmiş, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Varacakları yer ne kötüdür.
Münâfıkların müslümanlara zararı müşriklerden daha çok olduğu için önce onların azaplandırılması söylenmiştir. Allah'a kötü zanda bulunanlar ki Allah, peygamberine ve müminlere yardım etmez sanırlar, peygambere ve müminlere kötülük gözetirler, geleceği üzere "Peygamber ve müminler, ailelerine bir daha dönmeyecekler." (Fetih, 48/12) derler, hatta kendi haklarında da iman edip güzel himmet besleyip de Allah'tan hayır ve rahmet istemezler. Netice olarak Allah'a karşı doğru zanda bulunmazlar. Kötülük dairesi, yani fesat girdabı veya kasırgası başlarına dönesiceler! (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
7.
Yalnız Allah'ındır göklerin ve yerin orduları. Allah Azîz'dir; daima üstündür, Hakîm'dir; doğru kararlar verir.
8.
Biz seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
9.
Bunu, Allah’a ve resulüne /elçisinin getirdiğine[1*] inanıp güvenesiniz, Allah’ın değerini bilesiniz, onu yüceltesiniz, kuşluk ile öğle vaktinde ve ikindide ona ibadet edesiniz diye yaptık[2*].
[1*] Resul (رسول), “birine iletmek için üstlenilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmeyi üstlenen kişi” anlamına da gelir (Müfredat). Bu sebeple Kur’an’da geçen resul (رسول) kelimesi, bazen tebliğ edilen sözü, bazen de o sözü getiren kişiyi ifade eder. Allah’ın resulleri, onun sözlerini tebliğ ile görevli oldukları için “Allah’ın resulü” kelimesinin geçtiği yerlerde vurgu Allah’ın kitabınadır (Maide 5/67, 99). Mealde “resul /elçinin getirdiği” ifadesi bu nedenle yazılmıştır.
[2*] Buradaki tesbih emri kuşluk, öğle ve ikindide kılınan nafile namazlara işaret eder. Ayrıntı için bkz. A’raf 7/205 ve dipnotları, Taha 20/130, Ahzab 33/41-42, İnsan 76/25. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
10.
Sana biat edenler gerçekte yalnız Allah’a biat etmişlerdir: Allah’ın (yardım) eli, onların (biat için kenetlenen) elleri üzerindedir:[*] Bundan böyle kim ahdinden dönerse, iyi bilsin ki sadece kendi aleyhine dönmüş olur; kim de Allah’a verdiği ahde sadık kalırsa, O ona muhteşem bir ödül ihsan edecektir.
Zımnen: Onlar Allah dâvâsına yardım için söz verdiklerinde bilsinler ki, Allah da onlara yardım edeceğine söz vermiştir (Krş: 47:7 ve 22:38). Bu büyük müjdeye sebep olan biate “Rıdvan Biati” adı verildi. Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberi gelince Rasulullah kanlarının son damlasına kadar çarpışacaklarına dair biat istedi. Vehb b. Muhsan adlı sahabi “Uzat elini biat edeyim ya Rasulallah!” dedi. “Ne üzerine edeceksin?” diye sordu Allah Rasûlü. Sahabinin cevabı kısa ve netti: “Kalbinde ne varsa onun üzerine!” O gün devesinin altına saklanan Cedd b. Kays dışında herkes biat etti. Allah da onların dostluklarını kabul etti (Taberî ve İbn Kesir). (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 2
11.
Geride kalan bedeviler, “Mallarımız ve çocuklarımız bizi (sana katılmaktan) alıkoydu; artık Allah’tan bizim için af dileyiver!” diyecekler. Onlar kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar.[1*] De ki: “Peki, şayet Allah size bir zarar vermeyi veya bir yarar sağlamayı dilemiş olsa, O’nun sizin için takdir ettiği şeye kim engel olabilir?[2*] Elbette hiç kimse! Nitekim Allah yaptıklarınızdan ayrıntısıyla haberdardır.
[1*] Tevbe ve istiğfar kalbin yönelişidir. Burada sözü geçen bedeviler, işledikleri hatadan dolayı yürekten pişmanlık duyup Allah’a yönelmediler. Tevbede kalbin Allah’a karşı duruşunu önemsemediler. Onun yerine imajı öncelediler. Rasulullah’tan kendileri için Allah’tan af dilemesini istemelerinin altında yatan gerçek sebep buydu. Dilleriyle Rasulullah’tan istedikleri istiğfarın kalplerinde bir karşılığı yoktu. Bu âyet her çağda imaja yatırım yapanları imana yatırım yapmaya davet etmektedir.
[2*] Burada, Medine-Mekke arasındaki bir mücadeleden Mekke’nin galip çıkacağını varsayan Bedevi kabilelere Allah Rasûlü’nün ağzıyla zımnen şu söyleniyor: Hadi beni ikna ettiniz ve sizin için af dilendim, fakat Allah’ı nasıl ikna edeceksiniz? Allah’ın sizin için takdirini benim sizin için af dilenmem belirlemez, sizin davranışlarınız belirler. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
12.
Siz zannettiniz ki Elçi ve müminler bir daha ailelerine ve akrabalarına dönemeyecekler: ve bu, kalplerinize güzel göründü. Siz [bu tür] haince düşüncelere kapıldınız, çünkü her zaman güzelliklerden yoksun bir topluluk oldunuz!”
13.
Kim Allah'a ve Elçisine inanmazsa bilsin ki, biz, kafirler için alevli bir ateş hazırlamışızdır.
14.
Göklerde ve yerde tüm yetkiler Allah'ındır. O, bağışlanmayı hak edeni bağışlar, azabı hak edene de azap eder.[*] Çünkü Allah Gafûr'dur; çok bağışlayandır ve Rahîm'dir; ikramı boldur.
Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Bkz: http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
15.
Gazaya katılmayanlar, siz ganimetleri almak için gittiğinizde: “İzin verin, biz de size tâbi olalım” derler. Böylece Allah'ın hükmünü değiştirmek isterler. De ki: “Siz bizimle gelemezsiniz, zira Allah Teâlâ daha önce böyle buyurmuştur” Bu defa da: “Hayır! ” diyecekler, “siz bizi çekemiyorsunuz” Bilakis kendileri anlayışları kıt olan, çok az anlayan kimselerdir.[*]
Bu bedevîler Hudeybiye gazasına katılmamışlar, kaçak duruma düşmüşlerdi: Hz. Peygamber (a.s.), Hudeybiye’den hicri 6. yılın Zilhicce ayında döndü ve bu ayın geri kalan kısmı ile (7. yıla ait) muharremin ilk günlerini Medinede geçirdi. Sonra Hayber seferine çıktı. Bu sefere, sadece Hudeybiye gazasına katılanları aldı. Zira Allah Teâlâ kendisine böyle bildirmişti. Hayber’i fethedip çok ganimetler aldılar. Münafıklar, Hayber’in sonunda menfaat gördükleri için bu savaşa katılmak istediler ama, Allah’ın buyruğu gereğince alınmadılar. Âyet bu hadiseye işaret etmektedir. (Suat Yıldırım Tefsiri)
16.
O gazaya katılmayıp geri kalan bedevilere de ki: “Siz yakında çok kuvvetli ve savaşçı bir milletle savaşmaya dâvet edileceksiniz.[*] Onlar teslim olup boyun eğinceye kadar onlarla savaşacaksınız. Eğer bu sefer itaat ederseniz Allah sizi pek güzel bir şekilde ödüllendirir. Ama daha önce yaptığınız gibi arkanızı döner, cihaddan kaçarsanız, O, size gayet acı bir azap verir. ”
Bu âyetteki çok güçlü millet Farslar ile Bizanslılar olup onlarla yapılacak savaşlara gaybî işaret edilmektedir. Onlarla boyun eğinceye kadar savaşılır. Âyetteki “yüslimûn” kelime mânasıyla “inkiyad etme, teslim olma” diye tefsir edilir. Eğer “çok kuvvetli millet”ten Sakif, Hevazin gibi müşrikler kasdedilirse onlar hakkında “İslâm’a girinceye kadar” diye anlaşılır. (Suat Yıldırım Tefsiri)
17.
Gazaya katılmama konusunda âmaya sorumluluk yok, topala sorumluluk yok, hastaya sorumluluk yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. Kim de itaatten yüz çevirirse onu gayet acı şekilde cezalandırır.
BÖLÜM 3
18.
[Ey Muhammed] o ağacın altında [1*] sana bağlılıklarını bildiren müminlerden Allah razı olmuştu, çünkü onların kalplerinden geçeni biliyordu; böylece Allah, onlara bir iç huzuru bağışladı ve yakında gerçekleşecek bir zafer[in [2*] müjdesi] ile onları ödüllendirdi
[1*] Yani, Hudeybiye’de
[2*] Birçok müfessir, bu ifadenin, Hudeybiye Antlaşması’ndan birkaç ay sonra meydana gelen Hayber’in fethi ile bağlantılı olduğunu söylerler. Ama aslında burada kasdedilen anlamın daha geniş olması kuvvetle muhtemeldir: yani, H. 8. yılda Mekke’nin kansız bir şekilde fethedilmesi, İslam’ın bütün Arap Yarımadasında üstünlük sağlaması ve nihayet, Hz. Peygamber’in halifeleri döneminde İslam Birliği’nin olağanüstü genişlemesi. (Muhammed Esed Tefsiri)
19.
Alacakları çok miktarda ganimetlerle de..[*] Ve zaten Allah Azîz'dir; daima üstün ve Hakîm'dir; bütün kararları doğrudur .
Bu müjde listesinin ilk sırasını Hayber’in fethi oluşturuyordu ve arkası çorap söküğü gibi geldi. Allah Rasûlü vefat ettiğinde Kur’an’ın hükmetiği topraklar Batı Avrupa büyüklüğüne ulaşmıştı. Sonraki birkaç on yıl içinde sınırlar doğuda Asya steplerine ve Hind-Çin sınırına, kuzeyde Kafkaslar’a ve Anadolu’ya, Batı’da Akdeniz’e, güneyde okyanusa dayanmıştı. Bu fetih Endülüs eliyle Fransa’nın Preneler’ine, Osmanlı eliyle Viyana’ya, Babürşahlar eliyle Hind altkıtasına, müslüman tüccarlar eliyle Malay, Endonezya ve Java adalarına kadar götürülecektir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
20.
Allah size elde edeceğiniz daha birçok ganimet vaad etti: nitekim O size olan bu ikramını öne almış ve insanların elini üzerinizden çekmiştir ki, hem mü’minler için bir delil olsun hem de sizi dosdoğru bir yola yöneltsin.
21.
Hesaplamadığınız daha niceleri (fetih ve ganimetler) de var. Allah onları kuşatma altına almıştır. Allah her şeye bir ölçü koyandır.
22.
(Mekke halkından olan) o inkârcılar, (Hudeybiye'de antlaşma yapmayıp) sizinle savaşsalardı, mutlaka arkalarına dönüp kaçacaklardı. Sonra onları koruyacak bir dost, bir yardımcı bulamayacaklardı.[*]
Mekkeliler, savaşı göze alan Müslümanların kararlılığını duyunca Hz. Osman’ı serbest bırakarak Hz. Muhammed’e barış yapmak için aracılar gönderdi. Derken Hudeybiye’de günlerce süren görüşmeler neticesinde her iki taraf belli maddeler üzerinde anlaşmaya vardılar. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
23.
Allah’ın sünneti geçmişten Bugüne hep böyledir: ve sen Allah’ın sünnetinde bir değişme bulamazsın.[*]
Allah’ın sünneti? İşte o sünnetin köşe taşları: “Mutlu son sorumlu davrananlarındır” (7:128). “Bir toplumun bireyleri kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe Allah o toplumun gidişatını (kendiliğinden) değiştirmez” (13:11). Ve “Eğer inanmış biriyseniz, insanların en üstünü mutlaka siz olursunuz.” (3:139). (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
24.
Mekke’nin yanı başında sizi onlara üstün kıldıktan sonra onların elini sizden, sizin elinizi de onlardan çektiren odur. Allah ne yaptığınızı daima görendir.
25.
Kâfirlik eden, Mescid-i Haram’a girmenizi ve bekletilen kurbanların varacağı yere ulaşmasını engelleyen onlardır. Bilmediğiniz mümin erkeklerle mümin kadınları, bilmeden ezip geçecek ve bundan dolayı zor duruma düşecek olmasaydınız (Allah size Mekke’yi fethettirirdi). Ama Allah, tercih ettiğine ikramda bulunmak için böyle yaptı. Eğer (müminlerle kâfirler) birbirlerinden ayrılmış olsalardı onlardan kâfirlik edenleri kesinlikle acıklı bir azaba uğratırdık.
26.
O zaman inkar edenler, kalblerine öfke ve gayreti, o cahiliyye (çağının) öfke ve gayretini koymuşlardı, Allah da Elçisine ve mü'minlere huzur ve güvenini indirdi; onları takva kelimesine (sebata ve ahde vefaya) bağladı. Zaten onlar, buna layık ve ehil idiler. Allah, her şeyi bilendir.
Hudeybiye'de Mekkelilerle müslümanlar arasında andlaşma yazılacağı sırada Hz. peygamber, Hz. Alî'ye: "Yaz, dedi, bu, Allah'ın Elçisi'nin Mekke halkıyla yaptığı andlaşmadır." Kureyş temsilcileri dediler ki: "Biz senin Allah'ın Elçisi olduğunu bilsek, sizin Kabe'ye girmenize engel olmayız. Şöyle yazın: Bu, Abdullah oğlu Muhammed ile, Mekke halkı arasındaki andlaşmadır." Hz. peygamber de öyle yazdırdı. Müminlerin çok zoruna giden bu durum, Allah'ın, gönüllerine indirdiği huzur ile yatıştı. Allah'ın Elçisi, Hudeybiye seferinden önce ruyâsında, ashâbıyla birlikte Mekke'ye girdiklerini, bazılarının saçlarını tamamen tıraş ettiklerini, bazılarının da kısalttığını görmüştü. (Süleyman Ateş Tefsiri)
BÖLÜM 4
27.
Allah, elçisini, onun rüyasının[1*] gerçekliğini kesinlikle onayladı. Allah gerekli desteği verirse[2*] güven içinde, kiminiz saçlarını kazıtmış, kiminiz de kısaltmış olarak[3*] ve korkmadan Mescid-i Haram’a mutlaka gireceksiniz. Ama Allah sizin bilmediğinizi bildiğinden[4*], rüyanın gerçekleşmesinin öncesinde, yakın bir fethe /Mekke'nin fethine imkan verecektir.
[1*] “Rüya” kelimesi, “resul” kelimesinin bedel-i ba’z’ı sayılarak ayete meal verilmiştir. Burada Muhammed a.s. için nebi değil resul yani elçi kelimesinin kullanılması, bu rüyanın Allah’ın bir mesajı olduğunu gösterir.
[2*] Şâe = شاء fiili ile ilgili detaylı bilgi için bkz. Fetih 48/14. ayetin dipnotu.
[3*] Buradaki saçı kısaltma veya kazıtma işi, hac ibadetinde Arafat’tan inip büyük şeytan taşlandıktan sonra olur ve daha sonra farz tavaf için Ka’be’ye gidilir. Umrede ise Ka’be tavaf edilip sa’y yapıldıktan sonra saçlar kesilir veya kısaltılır. Dolayısıyla bu ayet, Müslümanların Hudeybiye’ye, umre için değil hac için gittiklerinin açık delilidir.
[4*] Bu bilgi, Mekkelilerin Hudeybiye antlaşmasını bozacakları bilgisidir (Tevbe 9/1-4).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
28.
Elçisini, doğruluk rehberi ve hak din ile, onu bütün dinlere üstün kılmak[*] için gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter.
Bu hakimiyet, herkesin Müslüman olmasını değil, İslam’ın bütün dinlere, o dinlerin yaşandığı her yere hakim olacağını ifade eder (Tevbe 9/33, Saf 61/7-8).
29.
Muhammed, Allah’ın elçisidir. Onunla beraber olanlar, kâfirler karşısında sarsılmaz, kendi aralarında ise pek merhametlidirler. Onları, rüku ve secde ederek /emirlerine boyun eğerek Allah’ın lütfunu ve rızasını ararlarken görürsün. Onları tanıtan belirtiler, Allah’a boyun eğmelerinin etkisinden dolayı yüzlerindedir. Bu, onların Tevrat’taki örneğidir. İncil’deki örnekleri ise filizini çıkarıp güçlendiren, kalınlaşıp sapları üzerinde dik duran ve çiftçileri hayran bırakan bir ekin benzetmesidir. Bu tanımlamalar, Allah’ın, müminler sebebiyle kafirleri sinirlendirmesi içindir. Allah inanıp güvenen ve iyi işler yapan bu kimselere, bağışlanma ve büyük bir ödül vaat etmiştir.