Gece üç bölümdür, ikisi akşamın ve sabahın alacakaranlığı, üçüncüsü de bu ikisinin ortasıdır. Doğu ufkunda sabahın alacakaranlığı başladığı an fecir vakti başlar. Fecir iki bölümdür, birincisi seher ve sahur vaktidir. Doğu ufkunda bir daire gibi yükselmeye başlayan ışık, sabah namazı vaktinin girdiği izlenimini verdiği için yalancı fecir = fecr-i kâzib diye adlandırılır. Altta siyah, üstte beyaz ışık çizgileri, ufuk boyunca paralel bir şekilde uzamaya başladığı an sabah namazı ve oruca başlama vakti girer. Güneş doğunca gece biter. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
2.
On gecenin,[*]
Taberî’de ve birçok tefsirde bunların Ramazan’ın son on günü, Zilhicce’nin ilk on günü veya Muharrem’in ilk on günü olduğuna dair görüşler nakledilir. Kur’an âyetleri birbirini açıkladığı için Ramazan’ın son on günü olması gerekir. Çünkü (Bakara 2/187) âyette Ramazan’da mescidde itikaftan söz edilmiş, Nebîmiz de kendine katılan müslümanlarla birlikte Ramazan’ın son on gününü itikâfla geçirmiştir. Kur’an’da Zilhicce’nin ilk on günü veya Muharrem’in ilk on günü ile ilgili bir işaret yoktur. Kadir gecesinin bu günlerden birine rastlayan gece olduğunu bildirmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
3.
Onların çiftli ve tekli olanlarının,
4.
yaşanırken[1*] o gecenin (Kadir Gecesinin)[2*] hakkı için[3*].
[1*] Ayetin kelime kelime anlamı “geçip giderken o gecenin” şeklindedir. Gecenin geçip gitmesi, girdiği andan sabaha kadar sürer. Bize göre bunun Türkçe’ye en iyi tercümesi “yaşanırken o gecenin” şeklindedir.
[2*] Allah Teâlâ sadece Kadir Gecesi ile ilgili bir sure indirmiş ve o surenin son âyetinde şöyle buyurmuştur: “O gece, tanyeri ağarıncaya kadar güvenlik ve esenlik gecesidir.” (Kadr 97/5) Şu âyetler, o gece melekler arasında görev paylaşımı yapıldığını anlatır: “Hâ, Mîm. Her şeyi açıklayan Kitap hakkı için, biz onu (Kur’an’ı) mübarek bir gecede indirdik, biz uyarılar yaparız. Karara bağlanmış her iş o gece dağıtılır. Katımızdan belirlenmiş işe göre elçiler (melekler) göndeririz. O, Rabbinin bir ikramı olur. O dinler ve bilir.” (Duhân 44/1-6) Kadir Gecesinin Ramazan’da olduğunu da şu âyetten öğreniyoruz: “Ramazan ayı, nsanlara rehber olan ve rehberin açıklayıcı âyetlerinden oluşan Kur’ân’ın, o Furkan’ın indirildiği aydır.” (Bakara 2/185) Bu surenin ikinci âyeti de Kadir gecesinin Ramazan’ın son 10 gününde olduğunun delilidir.
[3*] Buraya kadar olan üç âyette Allah yemin etmektedir. Allah’ın bir şeye yemin etmesi, sadece o şeyin önemine vurgu yapmak içindir. Bu yüzden biz, bu anlama uygun meal verdik. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
5.
Bunlarda, kendine hâkim olanın[*] çok önem vermesi gereken şeyler vardır değil mi!
“Kendine hakim olan” sözü, âyetteki (ذِي حِجْرٍ) = “hicr sahibi” ifadesinin mealidir. Hicr’in kök anlamı engelleme ve bir şeyi kuşatmadır. Gereksiz şeyleri yapmaya engel olduğu için hicr, akıl anlamında da kullanılır (Mekâyîs). Kendini gereksiz şeylerden engelleyen herkes, kendine hakim olur ve yanlış yapmaz. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
6.
Görmedin mi Rabbin neler yaptı Âd kavmine;[*]
Âd’ın hikâyesi, cenneti dünyada arayan zavallıların acıklı hikâyesidir. Kur’an’da 24 kez geçen ‘Âd kavminin nüzul sürecinde ilk geçtiği yer burasıdır. Kur’an’da 22 yerde Âd, Semud ile birlikte veya art arda anılır. Ayrıntılı olarak 26:123-159; 11:50-68; 41:15-18; 23:31-44; 29:38’de ele alınır. Bu iki kıssa Kitab-ı Mukaddes’te hiç yer almaz. Nûh kavminin ardından gelir. İnsanlık tarihinde dillere destan olmuş efsanevî İrem Bağları’nın sahibi olan bu uygarlık Ahkâf’ta kurulmuştu. Burası, Arabistan yarımadasının güneyinde okyanusa paralel ve Rub’u’l-Hali çölünün alt kıyısı boyunca uzanan ve bugün adına “Hadramevt” denilen vadide bulunuyordu. Refahın verdiği şımarıklık sonucu Hûd peygamberi dinlemedi ve helâke uğradı. Onlardan arta kalanlar, helâk bölgesinden uzaklaşarak yarımadanın kuzeyinde, görkemli kaya kentlerin olduğu “Hicr” diye anılan bölgeye yerleştiler. Semud adıyla anıldılar. Semud, ‘Âd’ın yaşadığı tecrübeyi yanlış okudu. ‘Âd’ın helâkini inşaat malzemesinin çürüklüğüne bağladı. Kum tepelerinin (Ahkâf) eteğinde bir medeniyet kurduğu için helâk olduğunu düşündü ve gitti kayalardan kendisine görkemli kentler İnşâ etti. Buraya Vadi’l-Kura denildi. Sorunu böyle çözdüğünü düşünmüştü. Fakat helâk sebebinin yapı malzemesinden değil insandan kaynaklandığını akıl edemedi. Ve sonunda “kaya gibi sağlam” mekânlarında onlar da helâke uğradılar. Şimdi onlardan geriye kalan harabeler, Medâin-i Sâlih adıyla anılmaktadır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
7.
Sütunlarla dolu İrem’e,
8.
ki o (günün) dünyasında, bir benzeri daha inşâ edilmemişti?
9.
Ve vadilerde kayaları oyarak şehirler meydana getiren Semûd halkına.[*]
Rivayete göre kayalara 1700 mağara-şehir oymuşlardır (Râzî). [5716] Semud: “az su” anlamına gelen semdden türetilmiştir. Bir su uygarlığıdır. Yılda yağması beklenen bir karış suyu kayalarda açılan sarnıçlarda biriktirip tasarruflu kullanarak İnşâ edilen görkemli bir medeniyettir. Sâlih Nebî’i yalanladı ve helâke uğradı. Kamu malı bir deveyi önce susuz bırakıp sonra işkenceyle öldürmeleri bardağı taşıran son damla oldu (Bkz: 11:64, not 80). Bugün Kuzey Arabistan’daki bu mekân Medain-i Sâlih olarak bilinmektedir. MÖ. 7. yüzyılda yazılmış olan Sargon Kitabesi, ayrıca Aristo, Ptolemy ve Plini eserlerinde Semudlulardan (Samudai) söz ederler (Krş: 26:142-159). (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
10.
Ve (piramitlerle dünyaya) kazık çakan Firavun’a?[*]
“Kazık” anlamına gelen evtâd, aynen Nebe’ 7’de dağlar için kullanılır. Buradaki kullanımının da insan eliyle yapılan bir dağı andıran piramitlerle ilgili olsa gerektir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
11.
[Onlar] toprakları üzerinde hak ve adalet sınırlarını aştılar;
12.
Ve orada büyük bir yozlaşma ve çürümeye sebep oldular;[*]
"Ülkelerinde azanlar, orada çok kötülük edenler" İşte bunlardı. Elbette azgınlığın sonucu bozulma ve alt-üst olmadır. Çünkü azgınlık, azgınlık edenleri ve azgınlığa kurban olanları aynı derecede bozar. Öte yandan azgınlık hayatın her noktasında ilişkileri ve bağları dà bozar, koparır. Ve hayatı, temiz, sağlıklı, yaşatıcı ve yapıcı çizgisinden çıkararak insanın hiçbir şekilde halifelik görevini doğru-dürüst biçimde yerine getiremeyeceği bir çizgiye yöneltir.
Azgınlık azgını arzularının esiri yapar. Çünkü böyle bir kişi, değişmez bir ölçüye boyun eğmez, açık bir sınır tanımaz. Ve bu yüzden ilk bozulan da kendisi olur. Arkasından kendisine yeryüzüne halife olarak getirilmiş bir kulun bulunması gereken yerden başka bir yer seçer. İşte bunun için Firavun'u, azgınlığı bozunca "Ben sizin yüce Rabbinizim" (Naziat Suresi, 24) demişti ve bu sözle yaratılmış olan kulun bulunması gereken yeri öteye aşmış ve bu sözü ile şu çirkin iddiayı -ki bu tam bir bozulmanın ifadesidir- ortaya atmıştı.
Öte yandan azgınlık insanları köleleştirir, basit duruma düşürür. Ama köleleşen bu insanların içlerinde bitmez tükenmez bir nefret ve yuttukları kinin ateşi parlamaktadır. Sonuç; kitlelerin içlerinde insanlık onurunun yok oluşu ve hürriyet ortamından başka yerde gelişmeyen her türlü bağdan kurtulmuş yaratıcılık yeteneklerinin ortadan kalkmasıdır. Zorla boyun eğdirilmiş basık ruhlar kokuşur ve bozulur. Artık böylesi bir ruh, adi şehvet ve hasta mizaç kurtlarının kaynaştığı bir çirkef yuvası olmuş ve sapıklıkların kol gezdiği bir alan olmuştur. Bir de bununla birlikte, idrak, kavrama yeteneği kör olmuş, iyilikseverlik, arzu, ümit ve yüce değerleri gözetme, (yüce değerlere saygı gösterme) ortadan kalkmıştır. Bundan daha kötü bozukluk düşünülebilir mi hiç?
Bir de azgınlık, ölçüleri, değerleri ve doğru düşünceleri yıkar, ortadan kaldırır. Çünkü bu sayılanlar hem azgınlığın ve hem de azgınların varlığı için tehlike demektir. O halde yüce değerleri düşük göstermeli, doğru ölçülerin yalan olduğunu iddia etmeli ve sağlıklı düşünce sistemini değiştirip tersine çevirmeli ki insanlar zulmün iğrenç biçimini kabul etsinler ve onu kabul edilir ve içe sindirilir görsünler... Bundan daha büyük bir bozukluk düşünülebilir mi acaba?
Bu kimseler, yeryüzünde bozgunculuğu artırınca elbette bunun tedavisi yeryüzünü bozgunculuktan temizlemek olacaktır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
13.
Rabbin (Sahibin) de paylarına düşen azabı, tepelerine indirdı.
14.
Çünkü Rabbin her an gözetlemektedir.[*]
Bir mü'min herhangi bir zamanda ve mekanda azgınlıkla yüzyüze geldiğinde, bütün bu acı felaketlerin gerisinden onun kalbine bir gönül huzuru çağlayıp akıyor.
Yüce Allah'ın, "Çünkü Rabbin her an gözetlemektedir" sözünden ise özel bir gönül huzuru fışkırıp çağlamaktadır. Senin Rabbin oradadır. Herşeyi gözetlemektedir. Hiçbir şey onun gözünden kaçmaz. Herşeyi kontrol etmektedir. Hiçbir şey O'nun dikkatinden kaçamaz. Öyleyse mü'minin kafası huzur içinde olsun. Rahat rahat uyuyabilir. Çünkü onun Rabbi oradadır. Gözetlemededir. Azgınlığı, kötülüğü ve bozgunculuğu kontrol etmektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
15.
İnsan böyledir; Rabbi kendisini deneyip de ona cömert davranır, nimet yağdırırsa: "Rabbim bana ikramda bulundu!" der.
16.
Ama geçim vasıtalarını daraltarak onu denediği zaman ise, "Rabbim beni küçük düşürdü!" di(ye sızlanı)r.[*]
Allah'ın insanı bir durumdan diğerine sokarak, vererek ya da mahrum bırakarak, rızkını genişletip ya da daraltarak sınamasına insanın bakış açısı ve değerlendirmesi budur İşte... Allah insanoğlunu nimet vererek ve ona ikram ederek dener. Ama insanoğlu verilecek karşılığa ön hazırlık olmak üzere bunun bir imtihan olduğunu kavrayamaz. Aksine verilen rızkı ve bahşedilen mertebeyi yüce Allah'ın katında bu ikramı hak etmiş olduğuna bir delil ve Allah'ın kendisini seçip tercih ettiğine bir gösterge sayar. Bu bakış açısından hareketle, kendisine verilen belayı "ceza"yapılan imtihanı da sonuç olarak değerlendirir. Yüce Allah'ın katındaki şerefi dünya malı ile değerlendirir. Öte yandan yüce Allah insanoğlunun rızkını daraltmak sureti ile deneyince bu imtihanı da ceza olarak değerlendirir, bu sınamayı ceza sayar ve rızkının daraltılmasını yüce Allah'ın katında önemsiz sayıldığı şeklinde yorumlar. Şayet Allah katında küçümsenmeseydi rızkı daraltılmazdı diye düşünür.
Ama insanoğlu her iki durumda da, bu konuya yanlış yaklaşıyor ve değerlendirmesi hatalı oluyor. Gerek rızkın bolluğu ve gerekse darlığı yüce Allah'ın kulunu imtihan etmek içindir. Bununla verilen nimete karşı şükredip şükretmeyeceğinin, şımarıp şımarmayacağının belli olması hedeflenmiştir. Çile ve sıkıntı karşısında dayanıp dayanmayacağının ortaya çıkması amaçlanmıştır. Verilecek karşılık ise kulun davranışları ile belli olan sonuca göre olacaktır. O halde ne kula verilen dünya malı karşılıktır ne de verilmeyen... Bir kulun yüce Allah'ın katındaki değerinin elindeki dünya malı ile kesinlikle bir ilintisi yoktur. Yüce Allah'ın bir kimseden hoşnut olduğu ya da ona gazap ettiği ona bu dünyada dünya malı veriyor mu vermiyor mu diye bakılarak çıkarılamaz. Çünkü Allah bu dünyada iyi kişiye de verir azgına da verir. İyi kişiyi de vermeyip mahrum bırakır azgını da... Ancak ne var ki asıl üzerinde durulması gereken bunların ötesidir. yüce Allah'ın verişi de mahrum edişi de sınamak içindir. Önemli olan bu imtihanın sonucudur.
Ancak şu kadar var ki insanın kalbi imandan yoksun olunca, ne yüce Allah'ın vermesindeki ve mahrum bırakmasındaki hedefi, ne de O'nun ölçüsünde asıl nelere değer verdiğini kavrayamaz. Ama kalbi imanla canlanınca yüceler yücesine bağlanır ve orada nelere değer verildiğini anlar. Artık onun ölçüsünde basit değerlere yer yoktur ve imtihanın gerisindeki karşılığa göz diker. İster rızkı daraltılsın ister genişletilsin onun hedefi imtihanın gerisindeki karşılık olduğundan, onu elde etmek için çalışır. Her iki durumda da yüce Allah'ın kendisi için yaptığı plana güveni tamdır. Yüce Allah'ın katındaki değerini bu anlamsız ve gözle görülen dünya değerlerinden başka değerlerle ölçer ve öğrenir.
MAL SEVGİSİ
Kur'an-ı Kerim Mekke'de, rızkın daraltılması ve bollaştırılması konusunda Rabblerini böyle değerlendiren bir zümreye seslenmekteydi. Gerçi bunların benzerleri yeryüzünde daha üstün ve daha geniş bir alemle bağlarını yitirmiş her cahiliyet sisteminde bulunabilir. Çünkü onların yeryüzünde insanların değerlerini belirlemede başvurdukları ölçü buydu. Şöylesine ki onların katında dünya malı ve makam her şey demekti. Bunların ötesinde başka hiçbir ölçü yoktu. O yüzden mala karşı aşırı bir düşkünlükleri vardı. Mal tutkuları frenlenmez taşkın bir hırsa dönüşmüştü. Zaten kendilerine, açgözlülüğü, hırsı, mal düşkünlüğü ve cimriliği veren de bunlardı. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, onların bu alanda içlerinden geçenleri açığa çıkarıyor. Rızkların bollaştırılıp genişletilmesinin gerisindeki imtihana çekilmenin anlamını kavramada hataya düşmelerinin nedenlerinin İşte,bu açgözlülük ve cimrilik olduğunu belirtiyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
17.
Hayır! Aslında siz yetime ikramda bulunmuyorsunuz.
18.
Yoksulu yedirmek konusunda birbirinizi özendirmiyorsunuz.
19.
Size kalan mirası aç gözlülükle yiyip bitiriyorsunuz.
20
Ve sınırsız bir sevgiyle malı-mülkü seviyorsunuz![*]
Sizler imtihanın anlamını kavramıyorsunuz. Yetime iyilik ederek, yoksulu doyurma konusunda birbirinizi teşvikederek imtihanda başarılı olmaya çalışmıyorsunuz. Tam aksine mirası oburca ve hırsla yiyorsunuz. Malı öyle çok öyle taşkınca yiyorsunuz ki, artık gönüllerinizde yoksullara karşı iyilik etmeye ve onları doyurmaya götürecek ne bir cömertlik ve ne de iyilikseverlik duygusu kalmamıştır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi islam Mekke'de her türlü yola başvurularak mal toplamaya düşkünlük tablosunun karşısında buldu kendisini. Doğal olarak bu durum kalplere kuruluk ve katılık veren bir olgu idi. Yetimlerin güçsüzlüğü, mallarının talan edilmesini kamçılayan bir durumdu. Hele yetim kalan kız çocuğu ise o zaman çok değişik şekillerde malları talan ediyorlardı. Bu tefsirimizin birçok yerinde belirttiğimiz gibi özellikle kendilerine kalan mirasları çeşitli dümenlerle ellerinden alınıyordu. Nitekim mal tutkunluğu, faiz yolu ile ve başka araçlarla mal biriktirmek islam öncesi Mekke toplumunun göze batan ana özelliği idi. Aslında bu durum, günümüze kadar her zaman ve her yerdeki cahiliyet toplumlarının özelliği olmuştur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
21.
Hayır hayır, yer birbiri ardınca sarsılıp dümdüz olduğu zaman,[*]
Hayır hayır, öyle yapmayın; mirasa, mala öyle hırs ile sarılmayın da hayatta fırsat elinize geçmiş iken Allah için güzel işler yapmaya çalışın, önden hayırlar gönderin. Yetime ikram ve fakire yedirmek için birbirinizi teşvik ederek hayırda yarışın, ahireti gözetin. Çünkü Arz, çarpılıp yıkıldığında. (Hâkka Sûresi'ndeki "Yer ve dağlar kaldırılıp arkasından da bir defa bir çarpılış çarpıldılar mı."(Hakka, 69/14) âyetinin tefsirine bkz.)
DEKK, duvar ve dağ gibi şeyleri çarpıp bir hurda yığını, bir kırıntı haline getirmek ve düzlemek mânâlarına geldiği ve "dekk" ile "dakk"ın benzerlikleri ve farkları geçmişti. "Peşpeşe gelen çarpmalarla" bu tekrar, soyut bir vurgu için değil, kapsam ve ardarda gelmeyi ifade içindir. Bölük bölük, alay alay geldiler demek gibidir. Yani Arz, ard arda gelen sarsıntı ve çarpışmalarla vurula vurula, çarpıla çarpıla yıkılıp düzlendiği, toz duman haline çevrildiği, (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
22.
melekler de sıra sıra dizili iken Rabbin gelmiş olacaktır[*]
Şayet “Gelme eyleminin Allah’a isnat edilmesinin anlamı nedir?
Zira hareket ve intikal ancak, bir cihette bulunan hakkında caiz olabilir?” dersen şöyle derim: Bu, Allah’ın iktidar alâmetlerinin ve ezici güç ve saltanat belirtilerinin iyice ortaya çıkışının temsilî bir anlatımıdır. Allah’ın bu husustaki durumu, (teftişe) hazırladığı ordudaki bütün askerlerin, vezirlerin ve maiyetindeki özel adamlar geldiğinde ortaya çıkmayan heybet ve yönetim alâmetleri, bizzat kendisi geldiği zaman ortaya çıkan bir kralın durumuyla örneklendirilmektedir. (Zemahşeri Tefsiri)
23.
İşte o Gün cehennem [göz önüne] getirilip konacak; o Gün insan [yaptığı ve yapmadığı her şeyi] hatırlayacak: ama bu hatırlamanın ne faydası olacak ona?
24.
İnsan o gün: “Ah keşke gelecek hayatım için önceden bir hazırlık yapsaydım” diyecek.[*]
O gün, rızkın daraltılıp bollaştırılmak sureti ile yapılan imtihanın hikmetine ve nedenine dikkat etmeyen, mirası hak gözetmeden yiyen, malı aşırı bir düşkünlükle seven, yetime iyilikte bulunmayan, yoksulu doyurmaya kimseyi teşvik etmeyen, bunun yerine azgınlık eden, bozgunculuk çıkaran ve doğru yoldan geri dönen insan o gün gerçekleri anlar. Evet o gün anlar. Gerçeği anlar da gördüklerinden ders Alır. Ama ne yazık ki iş İşten geçmiştir. "Artık anlamanın kendisine ne faydası var?" Artık öğüt alma zamanı geçmiştir. Öğüt alma burada ceza ve mükafat yurdunda artık hiçbir kimseye yarar sağlamayacaktır. Sadece dünya hayatında, amel yurdunda, fırsatların elden kaçırılmasına yanmaktan başka birşey gelmez şimdi elden...
İnsan bu gerçekle yüz yüze gelince, "Ah, keşke ben bu hayatım için önceden iyi işler yapıp gönderseydim" der. Keşke buradaki hayatım için vaktiyle dünyada iyi işler yapsaydım. Hayat adını almaya layık olan gerçek hayat budur İşte. Hazırlık yapmaya, önden iyi ameller göndermeye ve kendisi için iyi ameller saklamaya layık olan hayat budur. Keşke... İçinden açıktan açığa iç yangını fışkıran bir istektir bu. Zaten ahirette insanın elinden gelen tek şey de budur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
25.
Artık O gün, Allah’ın azap ettiği gibi, hiçbir kimse azap edemez.
26.
Onun vuracağı bağı da kimse vuramaz.[*]
Çünkü O, yüceliğine sınır olmayan, ulu Allah'tır. O gün hiçbir kimsenin veremeyeceği benzersiz azabı ile azab edecek olan ve hiçbir kimsenin bağlayamayacağı eşsiz bağı ile bağlayacak olan ulu Allah'tır O. Allah'ın azabını ve bağını Kur'an-ı Kerim başka birçok yerlerde, tüm Kur'an'ın içine dağılmış çeşit çeşit sayısız kıyamet sahneleri içinde açıklar. Burada ise yüce Allah kendi azabını ve bağını kısaca anlatmaktadır. Çünkü bunları eşsiz olmakla ve insanların ya da tüm yaratıkların azaplarına ve bağlarına benzersiz olmakla nitelemektedir. Yüce Allah'ın azabı ve bağlaması, surede daha önce geçen ve Ad, Semud ve Firavun da simgelenen azgınların azgınlığına ve insanlara azab etmeyi ve onları zincirlere ve kelepçelere vurmayı da içeren yeryüzünde bozgunculuğu çoğaltmalarına karşılık olarak verilmektedir. İşte senin Rabbin de ey Peygamber ve ey mü'minler insanlara azap edenler ve onları bağa vuranları böyle azaplandıracak ve bağa vuracaktır. Ama Rabbinin azabı ile onların azabı O'nun bağı ile onların bağı ne kadar da farklıdır! Bu konuda yaratıkların ellerinden gelen çok basit, yaratma ve emir sahibi olan yüce Allah'ın yaptıkları ise çok büyüktür. Öyle ise azgınları insanlara diledikleri gibi işkence yapıp bağ vursunlar. Onlar da bir gün gelip bağlanacaklar ve azap görecekler. Hem de tahminlerin ve tasavvurların üstünde bir azap ve bağ ile...
Bu korkunç dehşetin, bu her türlü tasavvuru aşan bağ ve azab ortamında yücelerin yücesinden mü'min olan ruhlara sesleniliyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
27.
Ey huzura eren nefis!
28.
Sen Rabbinden razı, O senden razı olarak dön Rabbine!