Allah, rüzgarları gönderendir; onlar yağmur bulutunu harekete geçirir. Allah da onu, ölü bir yere sevk eder ve toprağı ölümünden sonra onunla canlandırır. İşte (kabirlerden) kalkıp yayılış da böyle olacaktır. (Fatır 9)
Peygamber (s.a.)’e; “Allah ölüleri nasıl diriltecek? Yarattıkları içerisinde bunun delili nedir?” diye sorulduğu, onun da şöyle cevap verdiği rivayet edilmiştir: “Sen hiç kendi insanlarına ait bir vadiden, çorakken daha sonra yeşermiş olduğu halde geçmedin mi?” Soran kişi; “Evet” deyince; “İşte Allah ölüleri de böyle diriltecek. Yarattıklarında gösterdiği delil budur” buyurmuştur. (Zemahşeri Tefsiri)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Yaptığı her şeyi mükemmel yapmak[1*], gökleri ve yeri, bölünme kanunuyla yaratan[2*], melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a özgüdür. O, yaratmada gerekli gördüğü[3*] ilaveleri yapar. Allah, her şeye bir ölçü koyar.
[1*] “Hamd”, birini kendi yaptığı şeyden dolayı övmektir. “Güzel yemek yapar, arkadaşlığı iyidir.” gibi sözler buna girer. “Şükür” ise kendine iyilik yapanı övmek veya yapılan iyiliğe iyilikle karşılık vermektir. Yaptığı her şeyi güzel yapan sadece Allah’tır. Allah’ın yaptığı ile insanların yaptığı arasındaki farkı göstermek için “güzel” yerine “mükemmel” kelimesini kullandık.
[2*] Ayetteki “fâtır (فاطر)”, bir şeyi bölen anlamındadır (Lisan’ul-Arab). Allah, bütün varlıkları bölünme kanununa göre yaratmıştır (İsra 17/51, Rum 30/30, Şura 42/11).
[3*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
2.
Allah’ın insanlar için açıp yaydığı rahmeti hiç kimse tutup kısamaz. Onun tutup kıstığını ise O’ndan sonra salıp açacak yoktur.[1*] Azîz’dir; daima üstündür O, Hakîm’dir; doğru kararlar verir.[2*]
[1*] Veya bu ifadenin ilk muhatabı Allah Rasûlü özelinde: “Allah rahmetiyle birinin önünü açarsa onu kimse kapatamaz; o birinin önünü kapatırsa kimse açamaz.”
[2*] el-Aziz ismi, genellikle muhataba ilâhî öğüt verilip yapılanların zararı beyan edildikten sonra gelir. Söz konusu zarardan etkilenenin Allah değil insan olduğu îmâsını içerir. Zaten sûrenin 15. âyeti de bu gerçeği dile getirir. el-Aziz ile birlikte kullanılan el-Hakîm ismi insanın Allah’ı yanlış anlama ihtimali olan bağlamlarda gelir ve zımnen şu mesajı taşır: Onun hükümlerinin neden ve sonuçlarını kavrayamasanız da O’na güvenin! (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
3.
Ey insanlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın! Allah'tan başka size göklerden ve yerden rızık veren bir yaratıcı var mı? O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde nasıl oluyor da haktan çevriliyor (başka varlıkları kendinize ilah ediniyor)sunuz?
4.
Eğer seni yalanlıyorlarsa;
şüphesiz ki, senden önceki elçiler de yalanlandı.
Sonunda işler Allah katına getirilir.
5.
Ey insanlar! Şüphesiz ki, Allah‘ın sözü gerçektir. Dünya hayatında aldanmayın / dünya hayatı sizi aldatmasın. Ve sakın, o aldatıcı sizi Allah ile / Allah adına aldatmasın.[*]
“ Allah’ın vaadi” sevap ve ceza ile karşılık vermesidir. “Sakın dünya
hayatı sizi aldatmasın!” Yani dünya hayatının faydalarıyla zevklenmeniz sizi
âhiret için çalışmaktan ve Allah katındakileri talep etmekten alıkoymasın.
“Allah ile sakın sizi de aldatmasın o aldatıcı!” Size sakın şöyle demesin: “Dilediğinizi
yapın! Nasılsa Allah bağışlayıcıdır; bütün büyük günahları bağışlar,
her hatayı affeder.” Ğarûr (o aldatıcı), şeytandır; çünkü aldatmak onun
işidir!
Allah Teâlâ bize; şeytanın bize apaçık düşman olduğunu haber
vermiş; bize onun kıssasını, atamız Adem (a.s)’a ne yaptığını ve biz insan
cinsine daha var edilmeden ve var edildikten sonra nasıl düşmanlığa kalkıştığını
bildirmiştir. Biz buna rağmen onu velî edinmekte ve helâkimize yol
açacak şeyleri bizden istediğinde ona itaat etmekteyiz. Bu sebeple, Allah
bize şöyle öğüt vermiştir: Düşmanlıkta daha azılısı olmayan düşmanınızı
bildiğiniz gibi -hâlbuki siz bununla, hakkında hiçbir bilgisi olmayan biri
gibi muamelede bulunuyorsunuz!- “siz de onu düşman edinin!” İnandıklarınızda
ve yaptıklarınızda onu düşman edinin. Gizli ve âşikar durumlarınızda
sizde sadece ona düşmanlık ve onunla mücadeleye dair şeyler bulunsun.
Sonra; şeytanın iç yüzünü ve ona tâbi olanların yanlışını şöyle özetlemiştir:
Şeytanın, yandaşlarını ve izinden gidenleri davet ederken güttüğü tek hedef,
onları bedbahtlığa ve helâke sürüklemek, onların da cehennemlik olmasını
istemektir. Daha sonra Allah; boş umutları ve yalan kuruntuları söküp
atmak için perdeyi kaldırarak, açık bir şekilde ortaya koymuş; akabinde,
işin tamamını iman ve amel ile bu ikisini terk etme üzerine bina etmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)
6.
Şüphesiz şeytan sizin düşmanınızdır; siz de onu düşman tanıyın.[*] O kendi grubunu alevli ateşin halkından olmaya çağırır.
Bu gerçekçi bir psikolojik dokunuştur. Çünkü insan ezeli düşmanı şeytan ile arasındaki bitimsiz savaşı göz önüne getirince tüm gücü ile ve tüm uyanıklığı ile dikkat kesilir; kendini savunma, özünü koruma içgüdüsü harekete geçer. Tüm dikkati ile şeytanın ayartma ve baştan çıkarma girişimlerine karşı koyar. Şeytanın kalbine girerken kullanabileceği kanalları yoklar. Her türlü iç fısıltıya karşı kulak kesilir. Bütün bunları hemen yüce Allah'ın şeytan tuzaklarını tanımaya ilişkin ölçülerine vurmaya koşar. İçinde beliren dürtüler belki de düşmanının gizli manevralarıdır diye düşünür.
Kur'an insanın vicdanında böylesine tedbirli bir savunma bilinci oluşturmayı amaçlar. İnsandan her an şeytanın kışkırtmalarına, şeytanın ayartma girişimlerini savmaya hazır olmasını ister. Herhangi bir dış düşman karşısında, herhangi bir gizli komplo karşısında nasıl uyanık olmak gereğini duyuyorsa şeytanın saptırma girişimleri karşısında da her an eli tetikte olsun ister. Kötülüğe ve kötülüğün ön sebeplerine karşı, şeytanın içine fısıldadığı sürekli iğvalara karşı bu iğvaların dışa yansıyan dâvetiyelerine karşı insanın bilinçli olmasını bekler. Hiçbir an durmayan, dünya durdukça hızından hiçbir şey kaybetmeksizin devam edecek olan bu amansız savaşta gözünü dört açmanın gerekliliğini telkin eder.
Bu hazırlıklı olma, uyanıklık ve dikkatli olma telkinin, şeytanın çağrısına uyan kâfirlerin akıbeti ile bu çağrıya karşı koyan mü'minlerin sonuna ilişkin bir açıklama izliyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
7.
Kâfir[*] olanlar için şiddetli bir azap vardır; iman edip iyi işler yapanlara gelince, onlar için de bağışlanma ve büyük bir ödül vardır.
Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)
BÖLÜM 2
8.
Yaptığı işin kötülüğü kendine süslü gösterilen, kendisi de onu güzel gören kişi mi (bağışlanıp ödüllendirilecek)? Allah, (sapkınlığı) tercih edeni sapkın sayar, (doğru yolu) tercih edeni[*] de yoluna kabul eder. Onlara çok üzülerek kendini helak etme! Onların ne yapıp ettiklerini Allah bilir.
Şae ile ilgili olarak bkz. Fatır 35/1. ayetin dipnotu (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
9.
Allah, rüzgarları gönderendir; onlar yağmur bulutunu harekete geçirir. Allah da onu, ölü bir yere sevk eder ve toprağı ölümünden sonra onunla canlandırır[*]. İşte (kabirlerden) kalkıp yayılış da böyle olacaktır.
Bu ayette iltifat sanatı vardır. Sözlükte eğmek/bükmek/çevirmek anlamındaki left (لفت) kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır: ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
Kur'an'da evrensel iman delilleri sunulurken, bu sahne sık sık karşımıza çıkarılıyor . Çünkü her şeyden önce bu olay somut, elle tutulur bir kanıttır. Göz göre göre inkâr edilemez. Ayrıca bu sahne uyanık bir kalp tarafından algılandığında onu şiddetle sarsar, kendine yönelen duygulardan duyarlığı keskinleştirici titreşimler meydana getirir. Bunların yanı sıra güzel, göz alıcı, gönül açıcı bir sahnedir. Özellikle bir çölde olduğunuzu düşünün. Bugün çevreyi geziyorsunuz. Her taraf kupkuru bir kum denizi. Ertesi gün aynı çevreyi geziyorsunuz. Bu defa yağan yağmurların etkisi ile ortalık yeşermeye, canlanmaya başlamış. Kur'an insanların gündelik hayatlarında tanıdıkları ve umursamaz duygularla geçiştirdikleri olayları ve sahneleri "uyarıcı" olarak kullanır. Çünkü bu olaylar ve sahneler dikkatle izlendiklerinde olağanüstü ve şaşırtıcı oldukları görülür. (Seyyid Kutub Tefsiri)
***
Peygamber (s.a.)’e; “Allah ölüleri nasıl diriltecek? Yarattıkları içerisinde
bunun delili nedir?” diye sorulduğu, onun da şöyle cevap verdiği
rivayet edilmiştir: “Sen hiç kendi insanlarına ait bir vadiden, çorakken daha
sonra yeşermiş olduğu halde geçmedin mi?” Soran kişi; “Evet” deyince;
“İşte Allah ölüleri de böyle diriltecek. Yarattıklarında gösterdiği delil budur”
buyurmuştur. (Zemahşeri Tefsiri)
10.
Onur ve yücelik isteyen bilsin ki, onur ve yüceliğin tümü Allah’adır. Temiz ve güzel kelime O’na yükselir; hayra ve barışa yönelik amel de o kelimeyi yüceltir. Kötülükleri kuranlara / kötülükleri tuzak yapanlara gelince, onlar için şiddetli bir azap vardır. Ve böylelerinin tuzağı tarumar olur.[*]
Her kim izzet istiyorsa, zillet ve hakaretten kurtulup şerefli, haysiyetli, kuvvetli olmak arzu ediyorsa bilsin ki, izzet tamamı ile Allah'ındır. Dünyada da Allah'ındır; ahirette de Allah'ındır; dolayısıyla izzet isteyen şuna buna tapmakla kendisini zelil etmemeli, hepsini geçip Allah'a yükselmelidir. Fakat O'na hoş kelimeler yükselir. Onu da salih amel yükseltir.
KELİMİ TAYYIB: Başta, Kelime-i tevhit olmak üzere tesbih (sübhanellah), tahmid (elhamdülillah), tekbir (Allahü ekber), dua, istiğfar ve zikirler gibi hoş kelimelerin hepsini içine alır. Ve bunların ilâhî arşa yükselip de "Gerçekten iyilerin kitapları hiç şüphesiz 'illiyyîn'dedir." (Mutaffifîn, 83/18) buyurulduğu üzere makbul ameller defterine yazılması, ancak bunları tahakkuk ve tasdik ettirecek salih amellere yaklaşmakla olur. Hz. Peygamber (s.a.v)den rivayet edildiği üzere hoş kelimelerdir. Bir kul bunu dediği zaman melek onunla semaya çıkar, onu Rahmân'ın katına arzeder, fakat salih amel olmazsa kabul olunmaz. Yine hadiste yer almıştır ki, Allah Teâlâ bir sözü amelsiz kabul buyurmaz, sözü, ameli, niyeti de ancak sünnete uygun olmakla kabul buyurur. Kısacası izzeti elde etmek sözlü ve fiilî itaat ile olur; yoksa gurur ve tembellik, şeytanlık ve kötülüklerle değil. Çünkü Seyyiat, türlü türlü kötülüklere tedbir alan şeytanlık ve entrika ile uğraşanlara veya riyakarlık yapanlara gelince "Onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların tuzakları darmadağın olur." Kureyş'in, Darunnedve'de Peygambere yapmak istedikleri hileler gibi bozuk çıkar başlarına geçer. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
11.
Allah sizi topraktan, sonra döllenmiş yumurtadan yaratmış, sonra da sizi (ruh ve bedenden oluşan) eşler[*] haline getirmiştir. Onun bilgisi olmaksızın hiçbir dişi ne gebe kalır ne de doğurur. Kendisine bir ömür biçilenin, ömrünün sonuna kadar yaşatılmasının da ömrünün kısaltılmasının da mutlaka yazılı bir kaydı tutulur. Bu, Allah için çok kolaydır.
Buradaki “eş haline gelme”, insanın ana rahminde dişi veya erkek olması değildir; çünkü erkeklik veya dişilik, döllenmeden sonra değil, döllenme esnasında belirlenir (Mü’minun 23/13, Necm 53/45-46, Abese 80/18-19). Ana rahminde vücut yapısının tamamlanmasından sonra vücuda ruh üflenince ruh ile beden eşleşir ve yeni bir yapı oluşur. Bu ayette sözü edilen eşleşme budur (Mü’minun 23/14). Ruh, bedenden iki şekilde ayrılır. Biri uyku diğeri ölüm esnasında olur. Uyuyan kişi uyanınca, ölen kişi de ahirette yeniden dirilince ruhu bedenine geri döner ve eşleşme yeniden gerçekleşir (Zümer 39/42, Tekvir 81/7). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
12.
İki deniz[*] bir değildir. Birisi son derece tatlı, içimi kolay, diğeri ise son derece tuzlu ve acıdır. Her birinden taze et yersiniz; takınacağınız takılar çıkarırsınız. Allah'ın lütfundan rızkınızı aramanız için orada suyu yararak giden gemileri görürsünüz. Umulur ki şükredersiniz.
Arapçada büyük su kütlelerine; denize, akarsulara, tuzlu veya tuzsuz göllere “bahr (بحر)” denir (Lisan’ul-arab). Nitekim tatlı ve tuzlu su ayrımı olmaksızın Kur’an’da her ikisine de “bahr” denmiştir. Bahr kelimesi Türkçeye deniz diye çevrilir. Deniz deyince kimsenin aklına tatlı su kütlesi gelmeyeceği için kelimenin “büyük su kütlesi” şeklinde meallendirilmesi daha uygundur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
13.
O geceyi uzatarak gündüzü kısaltıyor ve gündüzü uzatarak geceyi kısaltıyor; yine O güneşi ve ayı emre amade kılmıştır: her biri belirli bir süre için devranını sürdürüyor. İşte sizin Rabbiniz, mülkün tamamı kendisine ait olan Allah`tır: O`ndan başka yalvarıp yakardıklarınız hurma çekirdeğinin zarı[*] kadar bile bir şeye sahip değildir.
Kıtmîr, hurma çekirdeğinin üzerindeki tartıya gelmeyecek hafiflikteki ince zara verilen isimdir. Vahyin “hiçbir şeye sahip değildir” demek yerine böylesi bir edebi üslubu tercih etmesi, vahyin sahibinin insan muhayyilesinin çalışma stilini dikkate almasıyla açıklanabilir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
14.
Şayet onları (yardımınıza) çağırsanız, çağrınızı duymazlar; duyabilseler bile size cevap veremezler. Kıyamet günü onları Allah ile eş tutmanızı kabul etmezler.[*] (Bu gerçekleri) sana, her şeyden hakkıyla haberi olan (Allah) gibi hiç kimse haber veremez.
Kur’an, birçok yerde, bütün sahte ibadet objelerinin -ister velîler/azîzler, melekler, din adamları ve fetişler, isterse kutsanan tabiat güçleri olsun- Kıyamet Günü, kendilerine tapanlara karşı “tanıklık” yapacaklarını ve onları “reddedecekleri”ni belirtir: bu, zamanın bitiminde, insanın mutlak gerçekliği kavramasına sembolik bir atıftır. (Muhammed Esed Tefsiri)
BÖLÜM 3
15.
Ey insanlar! Sizler, Allah’a muhtaçsınız. Allah ise Gani’dir; zengindir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, Hamid’dir; övgüye layık olandır.[*]
Şayet “insan" kelimesini neden ma‘rife (belirli) yapmış?” dersen şöyle derim:
Bununla onlara, kendisine şiddetle muhtaç olmaları sebebiyle fukarâ
cinsinden olduklarını göstermek istemiştir. Her ne kadar insanlar ve diğer
tüm canlılar da O’na muhtaçsalar da insanı özellikle zikretmiştir; çünkü
muhtaçlık zafiyeti takip eder; muhtaç ne kadar zayıf olursa ihtiyacı o kadar
artar. Allah da “İnsan zayıf yaratılmıştır.” [Nisâ 4/28] buyurarak ve “Sizi güçsüz
olarak yaratıp” [Rûm 30/54] buyurarak insanın zayıf olduğuna şahitlik
etmiştir. Kelime nekire (belirsiz) yapılsaydı anlam; siz muhtaçların bir kısmısınız,
şeklinde olurdu.
Şayet “Fakir’e karşılık ‘zengin’ getirildi; peki hamîd (bizzat övülen)
kelimesi ne anlatmaktadır?” dersen şöyle derim: İnsanların muhtaç,
kendisinin ise onlardan müstağnî olduğunu belirtince -ki her zengin zenginliğinden
fayda sağlamaz, ancak cömert olup ikram ederse, ikram edilenler
onu över ve onlar tarafından övülmeye müstahak olur- hamîd (bizzat
övülen) olduğunu da zikretti; böylece, zengin olmakla kalmayıp bu zenginliğiyle
yarattıklarına fayda da sağladığını, onlara cömert davranıp nimet
verdiğini ve bu nimetle övgülerini hak ettiğini anlatmış oldu. Yani
müminlerinin diliyle hamdedilen. (Zemahşeri Tefsiri)
16.
Gerek görürse sizi yok eder ve yeni bir halk getirir.
17.
Bu Allah’a göre zor bir iş değildir.[*]
Yüce Allah, insanlara peygamberler gönderiyor. Bu peygamberler insanların sırt dönmelerine ve eziyetlerine göğüs geriyorlar. Bu sırt çevirmelere ve eziyetlere rağmen Allah'a çağırma görevini ısrarla sürdürüyorlar. Bu yolla yüce Allah insanlara ilgi gösteriyor, onlara rahmetini oluk oluk akıtıyor, onları lütfu ile kuşatıyor. Yüce Allah'ın insanlara yönelik bu tutumu O'nun tek yanlı rahmetinden, lütfundan, kereminden ve bağışlayıcılığından kaynaklanıyor. Çünkü tek yanlı bağışlayıcılık, O'nun özü ile bütünleşmiş bir niteliğidir. Yoksa şu kulların doğru yola girmeleri O'nun ortaksız egemenliğine bir şey katacak, ibadet etmeleri O'nun egemenliğinden bir şey eksiltecek değildir. Ayrıca şu kullar, eşleri bulunmaz varlıklardır da, yerlerine başkalarını koymak zor olduğu için bütün küstahlıklarına göz yumuyor, yerleri doldurulamayacağı için şımarıklıklarına katlanıyor değildir.
Gerçekten şu zavallı, küçük, önemsiz, yetersiz, güçsüz ve bilgisiz insan, yüce Allah'ın bunca yoğun ilgisine ve gözetimine mazhar olunca yüce Allah'ın bu bağışı, bu lütfu ve bu karşılıksız keremi karşısında başı dönüyor, hayrete kapılıyor.
Oysa insan şu yer yuvarlağının küçük, önemsiz bir konuğudur. Yeryuvarlağı da güneşin küçük bir uydusudur. Güneş ise, uzayda ışık saçan sayısız yıldızlardan biridir. Yıldızlara gelince; onlar da bütün görkemli iriliklerine rağmen sınırlarını yüce Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği engin uzay boşluğuna serpiştirilmiş birer küçük noktadırlar.
Engin boşluğuna serpiştirilmiş yıldızları birer kaybolmuş nokta gibi gördüğümüz uzay ise, yüce Allah'ın yaratıklarının sadece bir bölümünden ibarettir.
Bununla birlikte insan yüce Allah'ın ilgisine mazhar oluyor. Bu yoğun ilginin başlıca göstergelerini şöyle sıralayabiliriz: Yüce Allah, insanı yaratıyor. Onu halifesi, sözcüsü, sıfatı ile yeryüzüne yerleştiriyor. Onu bu halifeliğin gerektirdiği bütün araçlarla donatıyor. Yapısını ve bileşimini bu göreve göre düzenliyor. Gerekli bütün evrensel güçleri ve enerji kaynaklarını yararına sunuyor. Sonra bu varlık sapıtıyor, şımarıklığa kapılıyor. Öyle ki, Rabb'ine ya ortaklar koşuyor ya da büsbütün inkâr ediyor. Bunun üzerine Allah ona ard arda peygamberler gönderiyor. Bu peygamberlere kitaplar indiriyor, onları olağanüstü mucizeler ile destekliyor.
Yüce Allah'ın insana yönelik bağışı zaman içinde artarak devam ediyor. Öyle ki, indirdiği son kutsal kitabında
insanlara tarihe ışık tutan hikâyeler sunuyor. Bu hikâyelerde onlara atalarının başlarından neler geçtiğini anlatıyor. Yine bu kitapta onlara kendi özlerini anlatıyor. Benliklerinin güçleri ile enerjileri yanında zayıf ve güçsüz yanlarını tanıtıyor. Kimi zaman bu kitapta falan oğlu filancadan söz ediyor ve belirli bir kişiye "şunu yaptın, şunu yapmadın" derken, bir başka belirli kişiye "senin probleminin çözümü şöyledir, sen içinde bulunduğun sıkıntıdan şöyle kurtulursun" diyerek somut direktif veriyor.
Oysa ki, yüce Allah'ın bunca yoğun ilgisine mazhar olan bu yeryuvarlağının küçük bir konuğudur. Yeryuvarlağı da güneşin bir uydusudur. Güneş ise, şu evrenin uçsuz-bucaksız enginliğinde varlığı belirsiz bir yıldızdır. Buna karşılık Allah, göklerin ve yeryuvarlağının yoktan var edicisi; üzerindeki tüm canlı cansız varlıklar ile şu evrenin yaratıcısıdır. Bu yaratmanın, bu yoktan var etmenin tek itici faktörü kendi iradesidir. İşte bu engin evrenin bir başka türlüsünü de yaratabilir. Bunun için bir tek sözü ve o amaca yönelmiş dileği yeterlidir.
İnsanlar bu gerçeği kavramalıdırlar. Ancak o zaman yüce Allah'ın kendilerine yönelik lütfunun, gözetiminin ve merhametinin çapını kavrayabilirler. Ancak o zaman bu katıksız lütufkârlığa, bu tek yanlı ilgiye, bu taşkın merhamete yüz çevirme ile, inkârcılıkla ve nankörlükle karşılık vermenin utancını içlerinde hissedebilirler. (Seyyid Kutub Tefsiri)
18.
(Ahirette) Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez. Günah yükü ağır olan, günahının taşınması için yardım istese onun bir parçası dahi taşınmaz, yardıma çağırdığı isterse akrabası olsun. Sen sadece, içten içe[1*] Rablerinden çekinenleri, namazını özenle ve sürekli kılanları uyarabilirsin. Kim kendini geliştirirse onu sadece kendisi için yapmış olur. Dönüp varılacak yer Allah’ın huzurudur.[2*]
[1*] “İçten içe” anlamı verdiğimiz kelime “el-ğayb (الغيب)”dır. Ondaki el (ال) takısı muzafunileyhten ıvazdır yani tamlananın yerine geçer ve “gayblarıyla (بغيبهم)” anlamındadır (Bakara 2/3). Kişinin gaybı kendi içi olduğu için, burada tamlamaya “içten içe” anlamı verilmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
[2*] VİZR: Ağırlık, ağır yük, ağır günah, vebal demektir. Burada günahın cezasının ağırlığı demektir. Herkes kendi günahından sorumlu olur, kendi günahının cezasını çeker; nitekim "Her koyun kendi bacağından asılır" deriz. Zalimlerin, zorbaların yaptığı gibi birinin günahı diğerine yükletilmez. Ankebut Sûresi'nde "Onlar mutlaka kendi yüklerini de, o yükleriyle birlikte daha nice yükleri de bizzat yüklenecekler." (Ankebut, 29/13) buyurulmuş olması da buna aykırı değildir. Çünkü o hem sapıtmış, hem de saptırmış olanlar hakkındadır. Başkasını da sapıtmaya çalışanlar hem sapıklıklarının, hem saptırmalarının günahını çekerler ki, ikisi de kendi günahlarıdır. Nitekim "Her kim bir kötü adet çıkarırsa, ona hem onun günahı, hem de onu işleyenlerin günahı vardır." hadisi de böyledir. Yani diğer işleyenler çekmeyecek demek değil, onların hepsi kadar da fazla çekecek demektir. Demek ki birisi şunu şöyle yap da günahı varsa benim boynuma olsun diye kefalet ederek diğerini bir günaha sokarsa, o boynuna aldığı günahı çekmeyecek değildir, ancak sevkettiği kimseyi kurtarmış olmayacak, onun çekeceğini çekmeyecek; birisi aldandığının cezasını çekecek birisi aldattığının cezasını çekecektir. Şu tabirinde bunlara işaret de var gibidir. Yükü ağır basan, çok ağır yük altında bulunan günahkar bir nefis, yükünün başkası tarafından alınıp yüklenilivermesine çağırsa, yalvarsa da ondan hiçbir şey yüklenilmez. Rıza ve tercih ile de yüklenilmez, cebren de yüklenilmez. Çünkü o kıyamet günü "O günden sakının ki hiçbir kimse kimseden yana bir şey ödeyemez. Kimseden bedel kabul olunmaz. Kimseye de şefaat fayda vermez." (Bakara 2/123) diye tanımlanan bir gündür. "Ne bir alış-veriş, ne de bir dostluk olan" (İbrahim, 14/31) bir gündür. Gerekse bir yakını olsun. Yani çağıran veya çağırılan bir yakını bile olsa, yine yüklenilmez. O halde Allah'ın emaneti gibi göklerin ve yerin çekemediği ağır bir yükü yüklenmiş olan insan, bir de o emanete hıyanet ederek ve şunu bunu sapıtarak sen yap da günahı benim boynuma olsun demek gibi, başkalarının günahını boynuna almaya kalkışmamalı; diğer birtakımı da öylelere uyup günahı filanın boynuna diye kendini ateşte yakmamalıdır. Fakat ey Muhammed! Sen bu uyarmayı ancak şu kimselere duyurur, ancak öyle kimseleri sakındırırsın ki Rablerinden gaybde, yani henüz huzuruna varmadan gıyabda korkarlar. Allah korkusunu, Allah saygısını duyar da namazı dürüst kılarlar. "Onlar ki gerçekten Rablerine kavuşacak olduklarını bilirler." (Bakara, 2/46) âyetinin ifadesi gereğince Rablerinin huzurunda O'na kavuşacaklarına kani olarak kılarlar. Ve bu şekilde maddeten ve manen temizlenirler. Temizlenen de ancak kendisi için temizlenir, feyizlenir. Bu, işte günah çekmenin tam aksidir. Yani insanlar bu iki sınıftan dışarı değildir. Ya günah çekecekler veya günahtan temizleneceklerdir. Günah çekenler, başkasının günahını çekmeyeceği gibi, nefislerini kamil iman ve üstün ahlak ve salih amel ile temizleyenler de sırf kendi menfaatlerine olarak temizlenmiş olurlar. Öyle ya akıbet gidiş Allaha'dır. Herkes ona göre mukafat veya cezasını alacaktır. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
19.
Kör ile gören bir olmaz!
20.
Karanlıklarla ışık da bir olmaz!
21.
Gölge ile sıcaklık da aynı değildir.
22.
Dirilerle ölüler de bir olmaz. Allah, dinlemek isteyene dinletir. Sen, kabirlerde olanlara dinletemezsin[*].
Ayette geçen “kabirde bulunanlara işittiremezsin” ifadesi, hakkı inkâra şartlanmış olanların kabirlerdeki cesetler gibi ölü durumda olduklarına vurgu yapıyor. Yani ölüye nasıl ki -duyuramadığın için- bir şey yaptıramazsan onlara da inanmaları için bir şey anlatamazsın çünkü onlar seni duymuyor. Ayrıca bu ifadeden, kabirlerde bulunan insan cesetlerinin dışarıda konuşulanları duyamayacağı da anlaşılmaktadır. Ancak bazı din adamları cenaze gömüldükten hemen sonra ve -sözde- sual melekleri gelmeden hemen önce defnedilen insanın imanını kurtarmak için imdadına yetişerek ona telkinde bulunmaktadır. Hiçbir Kur’ânî ve İslâmî dayanağı olmayan bu tip uygulamaların ölen kişiye hiçbir faydası olmadığı gibi dinimizi de gülünç duruma düşürmektedir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
23.
Sen sadece bir uyarıcısın.
24.
Biz seni, bu gerçekle (Kur’an ile) müjdeleyen ve uyaran bir elçi olarak gönderdik. Hiç bir toplum yoktur ki aralarında uyarıcılık yapan biri gelip geçmiş olmasın.
25.
Eğer seni yalanlarlarsa, onlardan öncekiler de, kendilerine açıklayıcı delilleri, sahifeleri ve onların önlerini aydınlatan kitapları getiren elçileri yalanlamışlardı.
26.
Sonra, elçilerin getirdiklerini inkâr edenleri yakaladım. (Bakın bakalım) İnkâr etmek nasılmış?
BÖLÜM 4
27.
Görmez misin ki Allah gökten bir su indirir. Onunla rengârenk, çeşitli meyveler yetiştiririz. Dağlardan da beyaz, kızıl, siyah ve türlü türlü renklerde yollar varetmişizdir.
28.
İnsanların, hayvanların ve malın-davarın da farklı renklerde olanları vardır. Allah’tan korkanlar, sadece onu bilen kullardır.[*] Allah Azîz’dir; güçlüdür, Gafûr’dur; çok bağışlayıcıdır.
Kur’ân, Allah’ı tanıtırken kalbe hitab ettiği gibi birçok defa da akla hitab eder. İçinde yaşadığımız âlemin fizik yapısının iyice incelenmesini ister. Böylece Allah’ın rahmet, kudret, hikmet ve san’atının oradaki görünümlerini de dikkat nazarlarına sunar.
Bu iki âyette muhataplar, bitkiler âleminde, yer küresinin kabuğunda, dağlarda ve topraklarda, insanlar ve hayvanlar âleminde tezahür eden muazzam ve muhteşem çeşitliliği incelemeye dâvet edilmektedirler. Aynı su ile sulanan, aynı toprakta yetişen, aynı güneşten yararlanan bitkiler âleminde birbirinden güzel desenler, renkler, şekiller, tatlar, kokular, özellikler ve faydalar...
Madenlerin depoları olan damar damar dağlardaki farklı toprak yapıları, renkler, çeşitler, özellikler, faydalar... Sadece bir petrolün milyonlarca yıllarla ifade edilen oluşumunu, mermer damarlarında Nakkaş-ı Ezelinin tecellilerini düşünelim: O harika renkler, şekiller, sağlam, muhkem özellikler.
İnsanların ihtiyaçları için hazırlanmış demir, bakır, altın, gümüş, krom, çinko, kurşun, fosfat, kalay, uranyum, volfram, kömür, boraks... filizleri ve yatakları... Trilyonlarca yaratığın yüz binlerce yıl boyunca muhtaç oldukları ne varsa hazırlanmış. Tesadüfe en ufak bir yer bulunabilir mi? Azıcık bilenin buna ihtimal vermesi mümkün değil. O, sadece bu âyette bildirildiği gibi Yüce Yaradan’ın azametine hayranlık duymaktan başka bir şey yapamaz. Böylece Kur’ân fizik, kimya, jeoloji, botanik, zooloji gibi tabiat bilimlerini bu ve başka birçok âyetle teşvik eder, ta ki kâinat kitabının okunmasına kapılar aralasın. (Suat Yıldırım Tefsiri)
29.
Şüphesiz Allah’ın kelâmını tilavet edenler,[*] namazı istikametle kılanlar, ancak verdiğimiz rızıktan gizli ve açık Allah yoluna harcayanlar asla tüketilemez bir kazanç elde etmeyi arzulayabilirler;
Tilavet, “takip etmek, izlemek, yansıtmak” demektir. Dilin ve organların okumasıdır. Kırâet gibi entelektüel faaliyet değildir. Bu yüzden Kur’an okurken Allah’a sığınmayı emreden âyetlerde tilâvet değil kırâet kullanılır (16:98). Çünkü şeytan, Kur’an’ı anlama çabasına yönelik kıraeti —tilaveti değil- saptırır. Kırâet tek kelimede olur, tilâvet olmaz (Furûk). (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
30.
Çünkü Allah onlara ücretlerini tam ödeyecek, lütfundan onlara artırma da yapacaktır. Gafûr’dur O, çok bağışlayıcıdır, Şekûr’dur, şükredenlere mutlaka karşılık verir.
31.
Sana indirdiğimiz bu kitap tümüyle gerçeklerden oluşur ve öncekileri kendinde olanla tasdik eder.[*] Elbette Allah, Habîr’dir; kullarının içini bilir ve Basir’dir; onları görür.
Tasdik, doğruluğunu onaylamaktır. Kur’ân, bütün nebilere verilmiş kitapları hem tasdik eder hem de içeriklerini korur. Onlara yapılan ekleme ve çıkarmalar, ancak Kur’an ile tespit edilebilir (Bakara 2/41, 89, 91, 97, Al-i İmran 3/3, Nisa 4/47, Mâide 5/48, En’am 6/92, Yunus 10/37, Yusuf 12/111, Ahkaf 46/12, 30). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
32.
Sonra bu kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık. Onlardan bazısı kendilerine haksızlık ettiler. Bazıları orta yolu tuttular. Kimileri de hayır işlerinde Allah'ın izniyle öne geçtiler. İşte bu en büyük fazilettir.
33.
Bunların mükafatı "Adn" cennetleridir. Oraya girerler. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler. Oradaki elbiseleri de ipektir.
34.
Ve şöyle derler: "Bütün övgüler bize acı ve üzüntü tattırmayan Allah’a mahsustur. Rabbimiz Gafûr'dur; gerçekten çok bağışlayıcıdır, Şekûr’dur; şükredenlere karşılığını verendir;
35.
O lütfuyla bizi bu (varlığı ve güzelliği) kalıcı vatana yerleştirdi: burada semtimize ne yorgunluk ve bezginlik, ne de can sıkıntısı ve bıkkınlık uğrayacak!”[*]
Çünkü: “cennet ehli o gün keyif veren bir meşguliyet içinde olacaklar” (36:55). “Bu kadar güzellik ve huzurun içinde insanın canı sıkılmaz mı?” muhtemel sorusuna cevap. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
36.
Kâfirlere[*] ise cehennem ateşi var. Ne ölüm hükmü verilir ki ölsünler, ne de ateşin azabı hafifletilir. Biz işte Allah'ı ve nimetlerini inkâr eden her nankörü böyle cezalandırırız.
Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)
37.
Orada şöyle feryat ederler: "Rabbimiz! Bizi çıkar da iyi işler yapalım; daha önce yaptıklarımızdan başka işler!" (Onlara şöyle deriz:) “Size, doğru bilgisini kullanacak birinin onu kullanabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyarıcı da geldi, değil mi? Öyleyse tadın (azabı)! Bu yanlışı yapanların bir yardımcısı olmaz!"
BÖLÜM 5
38.
Allah, göklerin ve yerin gaybını / insanların bilemeyeceği şeyleri bilir. O, kalplerin içinde ne varsa onu da hakkı ile bilendir.
39.
Sizleri yeryüzünde halifeler / öncekilerin yerine geçen kimseler yapan odur. Kim kâfirlik ederse / ayetleri görmezlikte direnirse onun kâfirliği kendi aleyhine olur. Kâfirlerin kâfirliği, Rableri katında yalnızca kendilerine karşı nefreti artırır. Kâfirlerin kâfirliği, sadece kendilerinin zararını artırır.
40.
De ki: "Allah’ın berisinden yakardığınız şu ortaklarınızı gördünüz mü? Gösterin bana topraktan neyi yarattı onlar!" Yoksa göklerde bir ortaklıkları mı var? Yoksa onlara bir kitap verdik de kendileri o kitaptan bir kanıt üzerinde midirler? Hayır, zalimler birbirlerine aldanıştan / aldatıştan başka hiçbir şey vaat etmezler.
41.
Gökleri ve yer yuvarlağını dengede tutarak yörüngelerinden çıkmalarını önleyen sadece Allah’dır. Eğer onlar yörüngelerinden çıkacak olsalar onları O’ndan başka hiç kimse dengeye getiremez. Hiç kuşkusuz O, Halîm’dir; kullarının hatasına karşı çok yumuşak davranır ve Gafûr’dur; çok bağışlayıcıdır.
42.
Var güçleriyle Allah’a yemin ettiler ki; kendilerine bir uyarıcı gelecek olursa; muhakkak ki, ümmetlerin herhangi birinden daha doğru yolda olacaklardı. Fakat kendilerine bir uyarıcı gelince; onların sadece nefretlerini artırdı.[*]
Peygamber (s.a.)’e peygamberlik verilmeden önce, Kureyş’e
Ehl-i Kitab’ın, peygamberlerini yalanladıkları haberi ulaşmış ve onlar da
şöyle demişlerdi: “Allah Yahudi ve Hıristiyanlara lânet etsin! Kendilerine
peygamberler gelmiş, fakat peygamberlerini yalanlamışlar! Vallahi, bize bir
peygamber gelecek olursa bu ümmetlerin birinden mutlaka daha doğru
yolda olurduk!” Ancak Hazret-i Muhammed (s.a.)’e peygamberlik verilince
onu yalanladılar. (Zemahşeri Tefsiri)
43.
Yeryüzünde büyüklük tasladılar ve kötü planlar kurdular. Oysa kötü plan, sadece sahibinin başını yakar. Onlar, öncekilere uygulanan sünnetten / kurallardan başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın sünnetinin[1*] yerine geçecek bir şey bulamazsın. Allah'ın sünnetinde bir değişme[2*] de bulamazsın.
[1*] Sünnetin anlamı izlenen yol, yöntem ve kuraldır (Lisanu’l-Arab). “Allah’ın sünneti /sünnetullah” ise Allah’ın indirdiği kitaplarda belirlediği kurallardan oluşan doğru yolu yani sırat-ı müstakimi ifade eder. Allah; başta nebiler olmak üzere herkesin, o kurallara uymasını ister (Nisa 4/26, Ahzab 33/38). Allah’ın sünnetine uyanlar kazanırlar, uymayanlar ise hem dünyada hem de ahirette kaybederler (Al-i İmran 3/137, Enfal 8/38, Hicr 15/10-15, İsra 17/76-77, Kehf 18/55, Ahzab 33/60-62, Fatır 35/43, Mümin 40/84-85, Fetih 48/22-23).
[2*] “Sünnetullah” kavramına “tabiat kanunları” diye yanlış bir anlam verilerek mucizelerin olamayacağı iddia edilmektedir. Mucize; Allah’ın, nebilerine, elçilik belgesi olarak verdiği şeylerdir. Muhammed aleyhisselam dışındaki bazı nebilerin, kitaplarından başka kendi toplumlarına gösterdikleri ve Allah’ın elçisi olduklarını ispat eden mucizeler de vardır. Salih’in (as) devesi (A’raf 7/73, Hud 11/64, Şuara 26/155), Musa’nın (as) dokuz mucizesi (İsra 17/101, Neml 27/12), İsa’nın (as) beşikteyken konuşması, körleri ve alaca hastalarını iyileştirmesi, ölüleri diriltmesi (Al-i İmran 3/49, Maide 5/110) bu tür mucizelerdir. Nebiler dahil hiçbir insan kendi başına mucize gösteremez (Ra’d 13/38). Mesela, insanlar bir araya gelseler Kur’an’ın bir suresinin bile dengini oluşturamazlar (Bakara 2/23-24). Muhammed aleyhisselam son elçi olduğu için, onun mucizesi olan Kur’an kıyamete kadar varlığını devam ettirecektir (Ankebut 29/51 ve dipnotu). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
44.
Onlar yeryüzünü gezip daha önceki yoldaşlarının karşılaştıkları acı sonu görmezler mi? Oysa onlar kendilerinden daha güçlü idiler. Göklerde ve yeryüzünde Allah ile başa çıkabilecek hiçbir güç yoktur. Hiç kuşkusuz O Alîm’dir; her şeyi bilir ve Kadîr’dir; gücü her şeye yeter.
45.
Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları hemen yakalayıp cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Fakat Allah onları belirlenmiş bir süreye kadar erteliyor, vakitleri gelince, gerekeni yapar, zira Allah kullarını çok iyi görendir, hak ettiklerine göre onları cezalandıracaktır.[*]
İnsanlar, yüce Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ediyorlar. Yeryüzünü kötülüklere ve kargaşaya boğuyorlar. Zalimlikleri ve azgınlıkları ayyuka çıkıyor. Bu kötülüklerin hepsi o kadar iğrenç ve o kadar yıkıcıdır ki, eğer yüce Allah cezalarını hemen verse, bu cezaların boyutları insanları aşarak yeryüzünün tüm canlılarını etkisi altına alırdı. Bunun sonucunda yeryüzünü tümü ile yaşamaya elverişli olma niteliğini yitirirdi. Üzerinde ne canlı bir tek insan ve ne de canlı bir tek hayvan kalırdı.
Bu çarpıcı ifade insanların işledikleri kötülüklerin iğrençliğini ve hayatın özüne yönelik yıkıcı etkisini vurguluyor; yüc Allah'ın bu kötülüklerin cezalarını derhal verdiği varsayılsa, ne kadar feci bir durum doğacağına dikkatleri çekmektedir.
Ne var ki, yüce Allah hoşgörülüdür, yumuşak tutumludur, insanların hak ettikleri cezaları anında vermiyor; "Fakat O, onları belirli bir sürenin sonuna kadar erteliyor."
Fertleri, bireysel ömürlerinin sonuna kadar erteliyor. Toplumları, önceden belirlenmiş halifelik, egemenlik dönemlerinin sonuna kadar erteleyerek, çağı geçmiş kuşağın yerini yeni ve dinamik bir kuşağa devretmesini sağlıyor. Bir bütün olarak insan soyunu da bu alemin ömrünün bitimine ve kıyametin kopacağı ana kadar erteliyor. Böylece gerek fertlere, gerek toplumlara ve gerekse bütün insan soyuna davranışlarını düzeltme, kötülüklerini iyiliklere dönüştürme fırsatı veriyor. Fakat; "Söz konusu süreleri dolunca."
Çalışma ve kazanma süresi sona ererek hesaplaşma ve çalışmaların karşılıklarını belirleme anı gelip çatınca, yüce Allah kullarına kesinlikle haksızlık yapmaz. Çünkü; "Kuşku yok ki, Allah kullarının durumlarını görmektedir."
Yüce Allah'ın kullarının durumlarını görmesi, hesaplarının amellerine ve kazançlarına göre titizlikle yapılacağının garantisidir. Küçük-büyük hiçbir şey ne lehlerine ve ne de aleyhlerine olarak gözden kaçırılmaz.
Gökleri ve yeri yoktan var eden, "çok-kanatlı" melekleri gökten yere mesaj iletmek üzere görevlendiren Allah'a hamd ederek söze başlayan surenin son mesajı işte budur. Bu mesaj müjde ile korkutmayı, cennet ile cehennemi birlikte içermektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)