FATİHA / AÇILIŞ SURESİ

İniş Sırası: 5 • Mushaf Sırası: 1 • Mekki Sure • 7 Ayettir


1. Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla [*]

Veya bânın mülabese vurgusuyla: “..Allah adına”. Açılımı: “Özünde merhametli, işinde merhametli Allah adına”. Besmele, ilk vahyin ilk âyetindeki “Rabbin adıyla/adına oku!” emrinin dil ile ifasıdır. Rasul için “Allah adına iletiyorum”, mü’minler için “Allah’ın adıyla alıp okuyorum” vurgusunu taşır. Besmelenin Fâtiha sûresinden bir âyet olup olmadığı ulema arasında tartışılmıştır. Tartışmalı olan mütevâtir olmayandır. Dolayısıyla Fâtiha’daki de dahil tüm sûre başlarındaki besmeleleri Kur’an’dan bir iktibas sayan görüş, daha isabetli görünmektedir. Mushaf’ta Besmele, Tevbe hariç tüm sûrelerin başında Kur’an’dan bir alıntı olarak yer alır (27:30). Bu yüzden cemaatle namazlarda besmele içten okunur. Dârakutnî bir soru üzerine besmelenin açıktan okunacağına dair sahih bir hadis olmadığını söyler (İbn Teymiyye, Tefsir). İnsanlıkla yaşıt bir anahtar olduğu, Hz. Nûh ve Hz. Süleyman’ın ağzından nakledilmesinden anlaşılmaktadır (11:41 ve 27:30). Eğer Kur’an’ı muhteşem bir site kabul edersek, Fâtiha bu sitenin ana kapısı, besmele de o kapının anahtarıdır. Besmele, kulluk listesinin altına atılan imzadır. Besmele Allah’la ve Allah’lı yapmaktır. Besmele O’nun sayesinde ve O’nun verdiği imkân ve güçle yaptığının bilincinde olmaktır. “Senin verdiklerinin farkındayım, Senden bağımsız bir varlık alanı düşünmüyorum” demektir. Besmele eylemle alâkalıdır. Zira besmele çeken biri, bir eyleme girişiyor, bir işe başlıyor demektir. Besmele, İslâm ahlâkının bir “eylem ahlâkı” olduğunu gösterir. Şeytandan uzak olduğunu isti’âze ile ikrar etmeyen, besmele ile Allah’ın yardımını celbedemez. Kötülüğe buğzetmeden iyiliğe muhabbet edilmez. Bu yüzden Kur’an’la bütünleşmek için onu okuyacak kişinin yapması gereken ilk hazırlık e‘ûzu billahi mine’ş-şeytâni’r-racîm’in kısaltma adı olan İsti‘âze’dir. “Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” demektir. Bu Kur’anî bir emirdir: “Kur’an okuyacağın zaman, öncelikle kovulmuş şeytandan Allah’a sığın” (16:98). Zira kalpleri evirip çeviren, ferman dinlemeyen gönle ferman dinleten Allah’tır. İsti‘âze, akleden kalbe aldırılan mânevi abdesttir. “Kafa karışıklığı” da dediğimiz akıl ve duygu kirlenmesi, Kur’an’da insanın ‘öteki’si olarak tanıtılan şeytana nisbet edilir (7:200). Bununla verilen mesaj açıktır: İnsanın kişiliği özüdür ve özü temizdir. Kirlenme ona ârız olan bir şeydir ve değerini düşürür. Kirlenen temizlenir ve tezkiye tam da budur. İstiâze bir söylem değil bir eylem emridir. İsti’âze aklî bir eylem değildir, iç telkine dayalı kalbî bir eylemdir. Bilinçten çok bilinçaltını inşâ eder. Vahiy-akıl diyaloğuna yönelik iç saldırıları önlemek için alınacak her tür önlem isti’âze kapsamına girer (Bkz: 16:98, not 108). Şeytan bu saldırıyı kendi gücüyle yapmaz, insanın ona iradesinden aktardığı güçle yapar. Zaten bu işlemin kendisi bir güç kaybıdır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

2. Hamd[1*], âlemlerin Rabbi[2*] olan Allah'a mahsustur.[3*]

[1*] Hamd; sözlükte iyilik, güzellik, üstünlük ve erdemlilikle niteleme ve övme manasına gelir. Terim olarak Hamd, bütün övgü türlerini içerip sevgi ve saygıyla Allah’a yönelmeyi ifade eder. Bu bakımdan “hamd etmek”, takdir ettiği her işi en iyi şekilde yaptığı için kulların Allah’a karşı memnuniyetlerini bildirmeleri demektir. Daha özet bir ifade ile hamd etmek; bir nimete karşı insanın şükür duygularıyla Allah’ı tazim etmesidir. Hamd; aynı zamanda görülen ve görülmeyen, bilinen ve bilinmeyen âlemlerdeki tüm varlıkların niteliklerinin Allah’ın bir tecellisi olduğu hakikatini anlatır. Kur’an’da; yerde ve gökte (Rum, 30/18), dünya ve âhirette (Kasas, 28/70) her türlü övgünün Allah’a ait olduğu bildirilmiştir. “Hamd” kelimesi, Allah’a nispet edilmiş olarak Kur’an’da 43 yerde geçmektedir. Ayrıca, 17 âyette de Allah’ın ismi olarak “Hamid” diye yer almaktadır.

[2*] “Rab”; bir şeyin sahipliğini yapma ve bunun gereği olarak da o şey üzerinde otorite kurma ve o otoriteyi sonuna kadar devam ettirme anlamlarını içerir. Kur’an’da dokuz yüzden fazla yerde tekrarlanmıştır. “Âlemlerin Rabbi” demek; âlemi düzene koyan, bütün varlıkları yöneten, terbiye eden, hayatı idame ettiren ve yaratılanlar üzerinde her türlü tasarrufu ve otoriteyi elinde bulunduran demektir. Kur’an’da 61 yerde geçen “el-âlemin” terimi hem maddi hem de manevi anlamdaki bütün varlık kategorilerini gösterir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

***

[2*] Ayetin öbür yarısını oluşturan "Rabbil alemin (tüm alemlerin Rabbi)" tamlamasına gelince, bu ifade İslâm düşünce sisteminin temel dayanağını temsil eder.

Gerçekten, "mutlak ve sınırsız Rabb"lık kavramı İslâm inancının temel ilkelerinden biridir. Rabb, malik ve tasarruf sahibi demektir. Sözlük anlamı ile "efendi", "eğitmeye ve geliştirmeye yetkili kimse" demektir. Eğitme ve geliştirme ile ilgili bu tasarruf bütün alemleri, yani bütün varlık(arı içerir. Çünkü yüce Allah evreni yarattıktan sonra onu kendi haline bırakmıyor, aksine onu geliştirme, gözetme ve eğitme yoluyla tasarrufu altında tutuyor. Bu açıdan bakıldığında tüm alemler, tüm varlıklar alemlerin Rabbi olan Allah'ın koruması ve gözetimi altındadır.

"Mutlak Rabb"lık kavramı, eksiksiz ve yaygın Tevhid anlayışının açıklığa kavuşmuş, netleşmiş halı ile, bu realitenin (gerçeğin) netleşmemiş halinin bulanıklığı arasında bocalayan insan için, yol ayrımındaki işaret levhası konumundadır. İnsanlar çoğu kere hem evreni tek başına yaratan Allah'ın varlığına ve hem de sosyal hayata egemen olan birden çok ilahın varlığına inanır. Bu inanış biçiminin saçmalığı ve gülünçlüğü son derece açıktır ama ne yazık ki bu; dün de vardı, bugün de var. Müşriklerden bir grubun, taptıkları değişik ilahlarla ilgili olarak: "Biz onlara sırf bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (Zümer Suresi, 3) dediklerini bize haber veren Kur'an-ı Kerim, Ehli Kitap'tan bir grup hakkında da: "Hahamlarını ve Rahiplerini Allah'tan ayrı rehber edindiler" (Tevbe Suresi, 31) şeklinde bahsetmektedir. Bilindiği gibi İslâm'ın geldiği dönemde yeryüzünde egemen olan cahiliye inanışlarının büyük kabul ettiği "ilah"lar yanında çok sayıda "ilahcık"lar her yanda cirit atıyordu.

Bu surede mutlak Rabb'lık kavramının vurgulanması ve bu Rabb'lık kavramının tüm varlıkları kapsamına alması, düzenli inanç ile inanç anarşisi arasındaki yol ayrımını oluşturur. İslâm'ın hedefi, çok ilahlılık yükünü insanların sırtından indirerek onları değişik ilahlar arasında şaşkınlıktan kurtarmak, kendi dışındaki tüm varlıklarla birlikte mutlak egemenliğini onayladıkları tek bir ilaha yöneltmektir. Ardından da bu varlıkların vicdanlarını, yöneldikleri tek ilahın gözetimi ve etkili Rabblığında, korumasının kesintisizliği, ebediliği ve yok olmazlığı ve ihmal etmezliğinde güvene kavuşturmaktır. Yoksa bu meselenin çözümü, meselâ İslâm öncesi dönemlerin en gelişmiş felsefi düşüncesi sayılan Aristo'nun görüşlerini izlemekte değildi. Bu görüşe göre: "Allah, evreni bir kez yarattıktan sonra artık onunla bir daha ilgilenmedi, onu kendi haline bıraktı. Çünkü Allah kendinden daha aşağı düzeydeki varlıklarla ilgilenmeyecek derecede yücedir. O sadece kendi zatı hakkında düşünür." Bu görüşü savunan Aristo, en büyük felsefeci ve en akıllı insan sayılıyordu o dönemde!..

İslâm'ın geldiği günlerde dünya, üst üste yığılmış çeşitli inanç, düşünce, masal, felsefe, kuruntu ve görüş bulutlarının egemenliği altında idi. Bu bulut katmanlarında hakk ile batıl, gerçek ile düzmece, din ile hurafe, felsefe ile masal bir birine karışmıştı. İnsan vicdanı bu koyu bulut katmanları altında, karanlıklar ve belirsizlikler içinde bocalıyor, bir türlü kesin gerçeği bulamıyordu. Sözünü ettiğimiz belirsiz, kesin bilgiden ve aydınlıktan yoksun çöl, insanın kendi ilâhı, bu ilâhın sıfatları ve başta insan olmak üzere O'nunla yaratıkları arasındaki ilişkiler ile ilgili düşüncesini de çepeçevre kuşatmıştı. Oysa insan vicdanı, ilâhı ve bu ilâhın sıfatları hakkında belirgin bir inanca ve düşünceye varmadıkça ve sözünü ettiğimiz bu körlüğü, uçsuz-bucaksız düşünce çölünü ve koyu bulut katmanlarını aşarak kesin bir bilgiye ulaşmadıkça ne evren, ne kendi öz varlığı ve ne de yaşayacağı hayat tarzı konusunda istikrara kavuşabilirdi. Ancak insan, bu istikrarın ne kadar gerekli olduğunu anlayabilmek için öncelikle kendisi ile ışık arasını kapatan bulutların koyuluğunu görmesi ve İslâm geldiğinde kendisini kuşatan çeşitli inanç düşünce, felsefe-masal ve kuruntular çölünün uçsuzluğunu fark etmesi gerekiyordu. Biz burada bu sapıklıkların çok az bir kısmına değindik; ileride diğer sureleri incelerken bunları daha ayrıntılı biçimde ele alarak, Kur'anı Kerim'in bunlara karşı önerdiği yeterli, geniş kapsamlı ve eksiksiz tedavileri anlatacağız.

İşte bundan dolayı İslâm, ilgisini en başta inancı özgürleştirme konusu üzerine yoğunlaştırmış, başka bir deyimle Allah, Allah'ın sıfatları ve Allah ile varlıklar arasındaki ilişkilerin niteliği konusunda insan vicdanına istikrar kazandıracak kesin ve berrak bir düşünce tarzı belirlemeyi ön-plâna almıştır.

Ve işte bu gerekçe iledir ki, uzak-yakın hiçbir pürüzlü noktanın gölgesini taşımayan, eksiksiz, katıksız, yalın ve yaygın bir Tevhid inancı, İslâm'ın getirdiği düşünce sisteminin temel dayanağı olmuş, bu inancı vicdanlarda belirginleştirmiş, hakkında zihinlerde belirebilecek her türlü pürüzü ve kuşkucu fısıltıyı araştırarak onu her çeşit karanlıktan arındırmış hiç bir kuruntunun, yanına sokulamayacağı derecede köklü ve sağlam olmasını sağlamıştır. İslâm tıpkı bu konuda benimsediğine eş bir açıklıkla başta mutlak Rabb'lığı ilgilendirenler olmak üzere Allah'ın sıfatları konusunda da kesin sözünü söylemiştir. Çünkü sözünü ettiğimiz çeşitle felsefi akımların, inançların, kuruntuların ve masalların egemen olduğu uçsuz-bucaksız çölü sarmış koyu bulutların çoğu, insanın hem vicdanını ve hem de pratik davranışlarını aynı derecede etkileyen bu önemli konu, yani Allah'ın sıfatları konusu üzerinde yoğunlaşmıştı. Allah'ın zatı, sıfatları ve varlıklarla ilişkisi konusunda İslâm'ın, kesin sözünü belirlemek için harcadığı ve bir çok Kur'an ayetinde dile gelen yoğun çabasını araştıran bir kimse eğer insanlığın uzun dönemler boyunca içinde bocaladığı bu uçsuz-bucaksız çölün koyu bulut katmanlarını yakından incelemiş değilse, bütün bu ısrarlı ve vurgulamalı açıklamalara, insan vicdanının tüm giriş yollarını araştıran bütün bu ayrıntılı irdelemelere neden gerek duyulduğunu kavramakta güçlük çekebilir. Fakat sözünü ettiğimiz koyu bulut katmanlarının incelenmesinden çıkacak sonuç, bu yoğun çabanın gerekliliğini ortaya koyacağı gibi, bu inanç sisteminin insan vicdanını özgürleştirme, tutsaklıktan kurtarma, onu değişik ilâhlar, kuruntular ve masallar arasında bocalamaktan alıkoyma konusunda ne derece önemli olduğunu da meydana çıkarır.

Bu inanç sisteminin çekiciliğinin, eksiksizliğinin, tutarlılığının ve içerdiği gerçeğin yalınlığının, bütün bu özelliklerin gerek kalb ve gerekse akıl tarafından açıkça kavranabilmeleri, dolaysızca algılanabilmeleri için cahiliye döneminin çeşitli inançlardan, düşünce akımlarından, masallardan, felsefî spekülasyonlardan oluşmuş koyu bulut katmanlarının ve özèllikle gerçek Allah kavramı ile O'nunla yaratıklar arasındaki ilişkinin iyi incelenmesi gerekir. O zaman İslâm inancının bir rahmet olduğu meydana çıkar. Hem kalb ve hem de akıl hesabına bir rahmet... Çekicilik, yalınlık, belirginlik, tutarlılık, akla yatkınlık, aşinalık, fıtrî yapı ile dolaysız ve köklü bir uyum içeren bir rahmet. (Seyyid Kutub Tefsiri)

***

[3*] Açılımı: “Tüm zamanlarda, tüm mekânlarda, her varlığın övgüsü tümüyle Allah’a mahsustur”. Zira başka yerlerde zaman ve mekân kaydı kullanıldığı hâlde (Msl: 28:70 ve 30:18) burada zamansız ve mekânsız olarak gelmiştir. Kur’an’da lâm edatının sebep, mülk ve istihkak anlamlarına göre ibare “Allah içindir”, “Allah’ındır” veya “Allah’ın hakkıdır” mânalarına da gelir. Allah Rasûlü’nün “Ben Seni lâyıkıyla övemem, Sen kendini övdüğün gibisin” (Müslim, Salât 222) sözü esas alındığında bu ibare “Allah’ı lâyıkıyla ancak Allah över” anlamına gelir. Övgü meselesini Kur’an, en temel sorunlardan biri olarak takdim etmektedir. Fatiha gibi Kur’an’ın önsözü mesabesinde olan bir surenin, açılışı övgü meselesi üzerinden yapması bunun delilidir. Cahiliyye şirkinin temelinde, Allah’ın hakkı olan övgüleri, O’ndan başkalarına cömertçe dağıtmak yatar. En basit övgülerin bile insanı nasıl yoldan çıkardığı, bilinen bir hakikattir. Şu soru Kur’an’ın övgü problemine neden bu kadar önem verdiğini ortaya koymaya yeterlidir: Bir insan yergiyle mi daha kolay yoldan çıkarılır, övgüyle mi? Bu soruya aklı başında herkesin vereceği cevap bellidir: Övgüyle. Şu halde insanların egolarını şişirme, onları kibir ve gurura sevk etme ihtimali olan her övgü, Fatiha’daki ilâhî talime uymayan bir davranıştır. Hele hele sadece Allah için kullanılması yakışık alan övgüleri O’ndan başkaları için cömertçe sergilemek, Allah’ın hakkını ihlal yanında, ayartıcılığından dolayı, kul hakkını da ihlal anlamına gelir. Şükür ele geçene teşekkürdür. Şükür nimet verilince yapılır, hamd her zaman yapılır. Nimet verilse de alınsa da... Zira alırken de verirken de kul Allah’ın gözetimindedir. Ve Allah’ın gözetiminde olmak hamdi gerektirir. Alınca da hamd etmek anlaşılır bir şeydir. Zira nimeti veren O’ydu, daha büyüğünü vermek için küçüğünü almış olabilir, o musibet daha büyük bir belâya kalkan olabilir, dünyada alıp âhirette daha büyüğünü verebilir. Allah’tan başkasına hamd olmaz. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

3. Rahman'dır, Rahîm'dir O.[*]

Rahmân ve Rahîm ilahî sıfatlarının her ikisi de “bağışlama”, “merhamet”, “şefkat” anlamına gelen ve fakat daha da kapsayıcı bir mana ifade eden rahmet isminden (bu ismin masdarından) türetilmişlerdir. İlk zamanlardan bu yana İslam alimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam nüanslarını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıklamaların en ikna edici ve sade olanı İbni Kayyım’a aittir (Menâr I, 48’den naklen): (Ona göre,) Rahmân terimi, Allah’ın Varlığı kavramında içkin (mündemiç) bulunan ve ondan koparılması mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, Rahîm, bu rahmetin O’nun mahlukatı üzerindeki tezahürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle O’nun aktivite (faaliyet) tarafını ifade eder. (Muhammed Esed Tefsiri)

4. Din gününün Mâlik'i[*] / sultanıdır O...

Bu ayet, insan hayatı üzerinde derin etkisi olan önemli bir ilkeyi ifade eder. "Malik (sahip) olmak" el altında tutmanın ve egemenliğin en üst derecesidir. "Din Günü" de Ahiretteki ceza günü demektir.

İnsanlar çoğu zaman, yüce Allah'ın ilâhlığına ve evrenin yaratıcısı olduğuna inanmışlar, fakat bununla birlikte ceza gününe inanmamışlardır. Kur'an-ı Kerim bu gibilerin bir kısmı hakkında şöyle diyor:

"Eğer onlara "Gökleri ve yeryüzünü kim yarattı?" diye soracak olursan kesinlikle "Allah" derler." (Zümer Suresi, 38)

Yine Kur'an-ı Kerim'in başka bir yerinde onlar hakkında şöyle deniyor:

"Onlar kendilerinden olan bir uyarıcının gelmesini şaşkınlıkla karşıladılar ve kâfirler; "Bu şaşılacak bir şeydir. Bizler ölüp toprak olduktan sonra yeniden mi dirileceğiz? Bu uzak ihtimalli bir dönüştür" dediler." (Kaf Suresi, 2-3)

"Din Günü"ne inanmak, İslâm'ın inanç sisteminin önemli ilkelerinden biridir. Bu ilke, insanların bakışlarını dünya hayatının ardından bir Ahiret aleminin varlığına çevirmesi dolayısıyla büyük bir değere sahiptir. Bu inanç sayesinde insanlar dünya hayatının zorlayıcı şartlarına bağımlı hale gelmekten kurtulurlar. Böyle olunca da, bu zorlayıcı şartların üzerine çıkarak onlara egemen olurlar. Yine bu inanç sayesinde emeklerinin ve çalışmalarının karşılığını sadece günleri sayılı kısa ömürleri içinde ve sınırları belirli yeryüzü alanında görme endişesinin tutsağı olmazlar. O zaman da Allah'a güven, iyiliğe inanç, hakka ısrarlı bağlılık, gönül rahatlığı, hoşgörü ve kararlılık içinde Allah rızası için çalışma; Allah'ın gerek dünyada ve gerekse Ahirette vermeyi takdir edeceği karşılığı, bu ikisi arasında ayrım gözetmeyen bir hoşnutlukla karşılama imkânına kavuşurlar.

Bundan dolayı bu ilke, arzu ve ihtirasların tutsağı olmakla, insanlığa yaraşır bir "insanca özgürlük" arasında tercih noktasıdır. Diğer bir deyişle Ahirete iman, beşerî ideolojilerin, değer yargılarının kölesi olmuş ve cahiliye sisteminin sapık ve çarpık insan tabiatı ile Allah'ın, kulları için arzuladığı mükemmel insan tipi arasındaki yol ayrımını oluşturur.

Bu ilke insanların düşüncesinde yer etmedikçe, insanlar emek ve çalışmalarının karşılığını yalnızca dünyada değil, Ahirette de göreceklerine kesin olarak inanmadıkça, ömrü sınırlı olan fertler, uğrunda çalışılması, emek harcanması gereken başka bir hayatın varlığından kesinlikle emin olmadıkça ve o hayatta karşılığını alacağına güvenerek hakkın ve iyinin zaferi için fedakârlıkta bulunmadıkça, ideal ilâhi nizama uygun bir insanlık hayatı gerçekleşemez.

Ahirete inananlar ile onu inkâr edenler ne düşünce ne ahlâk ne davranış ve ne de pratik uygulamalar bakımından bir olamazlar. Bu iki tür insan ne dünyadaki işleri ve ne de Ahirette görecekleri karşılık bakımından ortak noktaları bulunmayan taban tabana zıt iki ayrı sınıfı teşkil ederler. İşte yol ayrımı derken kasdettiğimiz budur.(Seyyid Kutub Tefsiri)

5. (Rabbimiz!) Yalnız sana kulluk eder[1*] ve yalnız senden yardım isteriz![2*]

[1*] VeyaVavın ta‘lîl vurgusuyla: “Yalnız sana kulluk ettiğimiz için yalnız senden yardım isteriz.” Kayıtsız şartsız itaat edilecek tek otorite Allah’tır. Onun dışındaki tüm otoritelere kayıtlı ve şartlı itaat edilir.

[2*] İlk 3 âyet Allah-insan ilişkisinin zirvesini teşkil eder. “Biz” kipinin kullanıldığı 4. âyetle insanın irade beyanı başlar. Amaç muhatapta doğru bir “biz” tasavvuru oluşturmaktır. Yardım edenin gerçekte sadece Allah olduğunu bilenler, sadece Allah’tan yardım isterler. Zımnen: Duanın kıblesini Allah’tan başkasına çevirmek, ona kulluk etmek demektir. İbadet Allah’ın razı olduğunu yapmak, ubudiyet Allah’ın yaptığından razı olmaktır. İyyâke na‘budu ibadette, iyyâke nesta‘în duada tevhiddir. Tıpkı lâilâhe illallah gibi nefy ve isbattan oluşur. Açılımı şudur: “başkasından değil yalnız senden...” Allah’tan başkasından istemekle ilgili muhteşem bir Kur’anî teşbih için bkz: 13:14. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

6. Bizi doğru yoluna[*] kabul et;

Sırat-ı müstakim, “doğru yol” demektir. Bu yolda olmak, yalnızca Allah’a kulluk etmekle olur. Âl-i İmrân 3/51, Yâsîn 36/60-61. Yalnızca Allah’a kulluk ise, onun kitabına sarılmakla mümkündür. (En’âm 6/151-153, Zuhruf 43/43). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

7. Nimet verdiklerinin yoluna;[1*] gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna değil![2*]

[1*] Allah’ın nimet verdikleri Nisâ 69’da beyan edilir (Krş: 6:90). Allah Rasûlü’nün son sözü olan er-rafiku’l-a’lâ, Nisâ sûresinin 69. âyeti ışığında “yüce dostlar” arasına karışma temennisi olarak anlaşılmalıdır. Bu, Fâtiha’da talim edilen duanın vefatı sırasında Rasulullah’ın yüreğinde olduğuna delildir.

[2*] Âyetin konusu gazaba uğrayan ve sapıtanlar değil, onların gittiği yol. Dolayısıyla âyetin muhatabı geçip gitmiş olanlar değil, şimdi ve gelecekte gazaba uğrayan ve sapıtanların yolunu takip edecek herkestir. Kur’an “gazaba uğrayanlara” yahudileşen İsrâiloğullarını, “sapıtanlara” ise teslisçi Hıristiyanlığı örnek gösterir (2:90 ve 5:77). Bu Kur’anî tesbit Allah Rasûlü’nün dilinden de bize kadar gelmiştir (Tirmizî, Tefsir 2). Bu sonuncu âyetle birlikte Fâtiha’nın konusunu şu beş terimle özetleyebiliriz: Tevhid, âhiret, ubudiyyet, nübüvvet ve adâlet. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)