[1*] Hamd; sözlükte iyilik, güzellik, üstünlük ve erdemlilikle niteleme ve övme manasına gelir. Terim olarak Hamd, bütün övgü türlerini içerip sevgi ve saygıyla Allah’a yönelmeyi ifade eder. Bu bakımdan “hamd etmek”, takdir ettiği her işi en iyi şekilde yaptığı için kulların Allah’a karşı memnuniyetlerini bildirmeleri demektir. Daha özet bir ifade ile hamd etmek; bir nimete karşı insanın şükür duygularıyla Allah’ı tazim etmesidir. Hamd; aynı zamanda görülen ve görülmeyen, bilinen ve bilinmeyen âlemlerdeki tüm varlıkların niteliklerinin Allah’ın bir tecellisi olduğu hakikatini anlatır. Kur’an’da; yerde ve gökte (Rum, 30/18), dünya ve âhirette (Kasas, 28/70) her türlü övgünün Allah’a ait olduğu bildirilmiştir. “Hamd” kelimesi, Allah’a nispet edilmiş olarak Kur’an’da 43 yerde geçmektedir. Ayrıca, 17 âyette de Allah’ın ismi olarak “Hamid” diye yer almaktadır.
[2*] “Rab”; bir şeyin sahipliğini yapma ve bunun gereği olarak da o şey üzerinde otorite kurma ve
o otoriteyi sonuna kadar devam ettirme anlamlarını içerir. Kur’an’da dokuz yüzden fazla yerde
tekrarlanmıştır. “Âlemlerin Rabbi” demek; âlemi düzene koyan, bütün varlıkları yöneten, terbiye
eden, hayatı idame ettiren ve yaratılanlar üzerinde her türlü tasarrufu ve otoriteyi elinde
bulunduran demektir. Kur’an’da 61 yerde geçen “el-âlemin” terimi hem maddi hem de manevi
anlamdaki bütün varlık kategorilerini gösterir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
***
[2*] Ayetin öbür yarısını oluşturan "Rabbil alemin (tüm alemlerin Rabbi)" tamlamasına gelince, bu ifade İslâm düşünce
sisteminin temel dayanağını temsil eder.
Gerçekten, "mutlak ve sınırsız Rabb"lık kavramı İslâm inancının temel ilkelerinden biridir. Rabb, malik ve tasarruf
sahibi demektir. Sözlük anlamı ile "efendi", "eğitmeye ve geliştirmeye yetkili kimse" demektir. Eğitme ve geliştirme
ile ilgili bu tasarruf bütün alemleri, yani bütün varlık(arı içerir. Çünkü yüce Allah evreni yarattıktan sonra onu kendi
haline bırakmıyor, aksine onu geliştirme, gözetme ve eğitme yoluyla tasarrufu altında tutuyor. Bu açıdan
bakıldığında tüm alemler, tüm varlıklar alemlerin Rabbi olan Allah'ın koruması ve gözetimi altındadır.
"Mutlak Rabb"lık kavramı, eksiksiz ve yaygın Tevhid anlayışının açıklığa kavuşmuş, netleşmiş halı ile, bu realitenin
(gerçeğin) netleşmemiş halinin bulanıklığı arasında bocalayan insan için, yol ayrımındaki işaret levhası
konumundadır. İnsanlar çoğu kere hem evreni tek başına yaratan Allah'ın varlığına ve hem de sosyal hayata
egemen olan birden çok ilahın varlığına inanır. Bu inanış biçiminin saçmalığı ve gülünçlüğü son derece açıktır ama
ne yazık ki bu; dün de vardı, bugün de var. Müşriklerden bir grubun, taptıkları değişik ilahlarla ilgili olarak: "Biz
onlara sırf bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (Zümer Suresi, 3) dediklerini bize haber veren Kur'an-ı
Kerim, Ehli Kitap'tan bir grup hakkında da: "Hahamlarını ve Rahiplerini Allah'tan ayrı rehber edindiler" (Tevbe
Suresi, 31) şeklinde bahsetmektedir. Bilindiği gibi İslâm'ın geldiği dönemde yeryüzünde egemen olan cahiliye
inanışlarının büyük kabul ettiği "ilah"lar yanında çok sayıda "ilahcık"lar her yanda cirit atıyordu.
Bu surede mutlak Rabb'lık kavramının vurgulanması ve bu Rabb'lık kavramının tüm varlıkları kapsamına alması,
düzenli inanç ile inanç anarşisi arasındaki yol ayrımını oluşturur. İslâm'ın hedefi, çok ilahlılık yükünü insanların
sırtından indirerek onları değişik ilahlar arasında şaşkınlıktan kurtarmak, kendi dışındaki tüm varlıklarla birlikte
mutlak egemenliğini onayladıkları tek bir ilaha yöneltmektir. Ardından da bu varlıkların vicdanlarını, yöneldikleri tek
ilahın gözetimi ve etkili Rabblığında, korumasının kesintisizliği, ebediliği ve yok olmazlığı ve ihmal etmezliğinde
güvene kavuşturmaktır. Yoksa bu meselenin çözümü, meselâ İslâm öncesi dönemlerin en gelişmiş felsefi düşüncesi
sayılan Aristo'nun görüşlerini izlemekte değildi. Bu görüşe göre: "Allah, evreni bir kez yarattıktan sonra artık onunla
bir daha ilgilenmedi, onu kendi haline bıraktı. Çünkü Allah kendinden daha aşağı düzeydeki varlıklarla
ilgilenmeyecek derecede yücedir. O sadece kendi zatı hakkında düşünür." Bu görüşü savunan Aristo, en büyük
felsefeci ve en akıllı insan sayılıyordu o dönemde!..
İslâm'ın geldiği günlerde dünya, üst üste yığılmış çeşitli inanç, düşünce, masal, felsefe, kuruntu ve görüş bulutlarının
egemenliği altında idi. Bu bulut katmanlarında hakk ile batıl, gerçek ile düzmece, din ile hurafe, felsefe ile masal
bir birine karışmıştı. İnsan vicdanı bu koyu bulut katmanları altında, karanlıklar ve belirsizlikler içinde bocalıyor, bir
türlü kesin gerçeği bulamıyordu. Sözünü ettiğimiz belirsiz, kesin bilgiden ve aydınlıktan yoksun çöl, insanın kendi
ilâhı, bu ilâhın sıfatları ve başta insan olmak üzere O'nunla yaratıkları arasındaki ilişkiler ile ilgili düşüncesini de
çepeçevre kuşatmıştı. Oysa insan vicdanı, ilâhı ve bu ilâhın sıfatları hakkında belirgin bir inanca ve düşünceye
varmadıkça ve sözünü ettiğimiz bu körlüğü, uçsuz-bucaksız düşünce çölünü ve koyu bulut katmanlarını aşarak kesin
bir bilgiye ulaşmadıkça ne evren, ne kendi öz varlığı ve ne de yaşayacağı hayat tarzı konusunda istikrara
kavuşabilirdi. Ancak insan, bu istikrarın ne kadar gerekli olduğunu anlayabilmek için öncelikle kendisi ile ışık arasını
kapatan bulutların koyuluğunu görmesi ve İslâm geldiğinde kendisini kuşatan çeşitli inanç düşünce, felsefe-masal ve
kuruntular çölünün uçsuzluğunu fark etmesi gerekiyordu. Biz burada bu sapıklıkların çok az bir kısmına değindik;
ileride diğer sureleri incelerken bunları daha ayrıntılı biçimde ele alarak, Kur'anı Kerim'in bunlara karşı önerdiği
yeterli, geniş kapsamlı ve eksiksiz tedavileri anlatacağız.
İşte bundan dolayı İslâm, ilgisini en başta inancı özgürleştirme konusu üzerine yoğunlaştırmış, başka bir deyimle
Allah, Allah'ın sıfatları ve Allah ile varlıklar arasındaki ilişkilerin niteliği konusunda insan vicdanına istikrar
kazandıracak kesin ve berrak bir düşünce tarzı belirlemeyi ön-plâna almıştır.
Ve işte bu gerekçe iledir ki, uzak-yakın hiçbir pürüzlü noktanın gölgesini taşımayan, eksiksiz, katıksız, yalın ve
yaygın bir Tevhid inancı, İslâm'ın getirdiği düşünce sisteminin temel dayanağı olmuş, bu inancı vicdanlarda
belirginleştirmiş, hakkında zihinlerde belirebilecek her türlü pürüzü ve kuşkucu fısıltıyı araştırarak onu her çeşit
karanlıktan arındırmış hiç bir kuruntunun, yanına sokulamayacağı derecede köklü ve sağlam olmasını sağlamıştır.
İslâm tıpkı bu konuda benimsediğine eş bir açıklıkla başta mutlak Rabb'lığı ilgilendirenler olmak üzere Allah'ın
sıfatları konusunda da kesin sözünü söylemiştir. Çünkü sözünü ettiğimiz çeşitle felsefi akımların, inançların,
kuruntuların ve masalların egemen olduğu uçsuz-bucaksız çölü sarmış koyu bulutların çoğu, insanın hem vicdanını
ve hem de pratik davranışlarını aynı derecede etkileyen bu önemli konu, yani Allah'ın sıfatları konusu üzerinde
yoğunlaşmıştı. Allah'ın zatı, sıfatları ve varlıklarla ilişkisi konusunda İslâm'ın, kesin sözünü belirlemek için harcadığı
ve bir çok Kur'an ayetinde dile gelen yoğun çabasını araştıran bir kimse eğer insanlığın uzun dönemler boyunca
içinde bocaladığı bu uçsuz-bucaksız çölün koyu bulut katmanlarını yakından incelemiş değilse, bütün bu ısrarlı ve
vurgulamalı açıklamalara, insan vicdanının tüm giriş yollarını araştıran bütün bu ayrıntılı irdelemelere neden gerek
duyulduğunu kavramakta güçlük çekebilir. Fakat sözünü ettiğimiz koyu bulut katmanlarının incelenmesinden çıkacak
sonuç, bu yoğun çabanın gerekliliğini ortaya koyacağı gibi, bu inanç sisteminin insan vicdanını özgürleştirme,
tutsaklıktan kurtarma, onu değişik ilâhlar, kuruntular ve masallar arasında bocalamaktan alıkoyma konusunda ne
derece önemli olduğunu da meydana çıkarır.
Bu inanç sisteminin çekiciliğinin, eksiksizliğinin, tutarlılığının ve içerdiği gerçeğin yalınlığının, bütün bu özelliklerin
gerek kalb ve gerekse akıl tarafından açıkça kavranabilmeleri, dolaysızca algılanabilmeleri için cahiliye döneminin
çeşitli inançlardan, düşünce akımlarından, masallardan, felsefî spekülasyonlardan oluşmuş koyu bulut katmanlarının
ve özèllikle gerçek Allah kavramı ile O'nunla yaratıklar arasındaki ilişkinin iyi incelenmesi gerekir. O zaman İslâm
inancının bir rahmet olduğu meydana çıkar. Hem kalb ve hem de akıl hesabına bir rahmet... Çekicilik, yalınlık,
belirginlik, tutarlılık, akla yatkınlık, aşinalık, fıtrî yapı ile dolaysız ve köklü bir uyum içeren bir rahmet. (Seyyid Kutub Tefsiri)
***
[3*] Açılımı: “Tüm zamanlarda, tüm mekânlarda, her varlığın övgüsü tümüyle Allah’a mahsustur”. Zira başka yerlerde zaman ve mekân kaydı kullanıldığı hâlde (Msl: 28:70 ve 30:18) burada zamansız ve mekânsız olarak gelmiştir. Kur’an’da lâm edatının sebep, mülk ve istihkak anlamlarına göre ibare “Allah içindir”, “Allah’ındır” veya “Allah’ın hakkıdır” mânalarına da gelir. Allah Rasûlü’nün “Ben Seni lâyıkıyla övemem, Sen kendini övdüğün gibisin” (Müslim, Salât 222) sözü esas alındığında bu ibare “Allah’ı lâyıkıyla ancak Allah över” anlamına gelir. Övgü meselesini Kur’an, en temel sorunlardan biri olarak takdim etmektedir. Fatiha gibi Kur’an’ın önsözü mesabesinde olan bir surenin, açılışı övgü meselesi üzerinden yapması bunun delilidir. Cahiliyye şirkinin temelinde, Allah’ın hakkı olan övgüleri, O’ndan başkalarına cömertçe dağıtmak yatar. En basit övgülerin bile insanı nasıl yoldan çıkardığı, bilinen bir hakikattir. Şu soru Kur’an’ın övgü problemine neden bu kadar önem verdiğini ortaya koymaya yeterlidir: Bir insan yergiyle mi daha kolay yoldan çıkarılır, övgüyle mi? Bu soruya aklı başında herkesin vereceği cevap bellidir: Övgüyle. Şu halde insanların egolarını şişirme, onları kibir ve gurura sevk etme ihtimali olan her övgü, Fatiha’daki ilâhî talime uymayan bir davranıştır. Hele hele sadece Allah için kullanılması yakışık alan övgüleri O’ndan başkaları için cömertçe sergilemek, Allah’ın hakkını ihlal yanında, ayartıcılığından dolayı, kul hakkını da ihlal anlamına gelir. Şükür ele geçene teşekkürdür. Şükür nimet verilince yapılır, hamd her zaman yapılır. Nimet verilse de alınsa da... Zira alırken de verirken de kul Allah’ın gözetimindedir. Ve Allah’ın gözetiminde olmak hamdi gerektirir. Alınca da hamd etmek anlaşılır bir şeydir. Zira nimeti veren O’ydu, daha büyüğünü vermek için küçüğünü almış olabilir, o musibet daha büyük bir belâya kalkan olabilir, dünyada alıp âhirette daha büyüğünü verebilir. Allah’tan başkasına hamd olmaz. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)