ENFAL / SAVAŞ SONUCU ELE GEÇIRİLEN KAMU MALLARI SURESİ

İniş Sırası: 88 • Mushaf Sırası: 8 • Medeni Sure • 75 Ayettir

ABD Ordusu'nun 9. Süvari Birliği Mayıs 1941'de geçit töreninde. (Resim kaynağı: WikiCommons)

Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Onlar ile Allah’ın düşmanını, kendi düşmanınızı ve ayrıca sizin bilmeyip de Allah’ın bildiği öbür düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız, size tam olarak ödenir, haksızlığa uğratılmazsınız. (Enfal 60)

Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı'nda dört süvari tümeni vardı. Sovyetlerin ise 13'tü. Ve 1941'de Life dergisi ABD Ordusunun kendisine 20.000 at tedarik ettiğini bildirdi. Aslında dergiye göre bu, ordunun İç Savaş'tan bu yana verdiği en büyük at siparişiydi. Savaş alanında, süvari, İkinci Dünya Savaşı sırasında bir takım katkılarda bulundu.

Ocak 1942'de ABD 26. Süvari Bataan Yarımadası'nda Japon piyadelerine saldırdı. Daha sonra, aynı birlik düşman tanklarını uzak tutmayı bile başardı. Amerikan atlı birimleri savaş sırasında başka yerlerde kullanılmadı, ancak George Patton bir keresinde, Kuzey Afrika'daki savaşta kendisine süvari verilseydi, tek bir Alman'ın Müttefiklerden kaçamayacağını belirtti. (Savaş Atları — Süvarilerin 2. Dünya Savaşına Şaşırtıcı Katkısı - War Horses — Cavalry’s Surprising Contribution to WW2")

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Sana enfali[1*] / savaş sonucu ele geçirilen kamu mallarını soruyorlar. De ki:"Enfal, bütünüyle Allah’ın ve resulünündür.” Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının ve aranızı düzeltin. Eğer inanıp güveniyorsanız, Allah’a ve resulüne / elçisinin getirdiği Kur’an’a[2*] gönülden boyun eğin.

[1*] Enfalin Allah ve resulüne ait olması, onun kamuya ait olduğunu gösterir. Savaş meydanında ele geçirilen esirler ve ganimetlerle ilgili hükümler ise bu surenin 41. ayetinde açıklanmıştır.

[2*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmek için gönderilen elçi” anlamına da gelir (Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü (رسول اللّه ) ifadelerinde asıl vurgu ayetleredir. Muhammed aleyhisselam öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır (Al-i İmrân 3/144). Resul kelimesi yerine ”resulüne /elçisinin getirdiği Kur’an’a” ifadesi bunun için yazılmıştır (Maide 5/67, Nahl 16/35). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

2. Gerçek mü’minler şu kimselerdir ki; Allah hatırlatıldığı zaman kalpleri ürperir, kendilerine O’nun âyetleri okunduğu zaman imanları güçlenir ve daima Rablerine güvenirler.
3. Onlar namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar.
4. İşte onlardır hakkıyla iman edenler! Rableri katında saygınlığı olan rütbeler, sınırsız bir bağış ve görkemli bir rızık onları bekler.[*]

Bu âyetler dışarıdaki savaşı kazananlara, içteki savaşı nasıl kazanacaklarının yolunu göstermektedir. Kerîm rızık, imanın verdiği özgüven ve mutluluktur. Kerîm sıfatı, türünün en kalitelisi için kullanılır. Sonradan cömertlik ve verdiğini hesaplamadan ve saymadan “veren” anlamı kazanmıştır. Kur’an’a göre Rab kerîmdir, Kur’an kerîmdir, vahiy meleği kerîmdir, Rasul kerîmdir, Arş kerîmdir ve cennet rızıkları kerîmdir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

5. Nitekim Rabbin seni hak üzere evinden çıkardığı zaman da mü'minlerden bir grup isteksizdi.[*]

İbnu Ebi Hatim`in ve İbnu Merdeviye`nin Ebu Eyyub el-Ensari (r.a.)`den rivayet ettiklerine göre Resulullah (a.s.) Medine`de Ebu Süfyan`ın ticaret kervanının gelmekte olduğunu haber aldı ve: "Ne dersiniz belki Allah bize onların mallarını ganimet verir ve bizi selâmete kavuşturur" diye buyurdu. Böylece Müslümanlar kervanının önünü kesmek üzere yola çıktılar. Bir veya iki gün yol aldıktan sonra, Resulullah (a.s.) Kureyş`ten kervanı korumak üzere yola çıkan toplulukla savaşma konusunu sahabilerle istişare etti. Sahabilerden bazıları: "Ey Resulullah (a.s.)! Vallahi biz bu toplulukla savaşacak güce sahip değiliz, biz kervanın önünü kesmek için çıktık" dediler. Resulullah (a.s.) da: "Siz de Musa`nın kavminin dediği gibi: "Sen ve Rabb`in gidip çarpışın, biz şurada oturuyoruz" demeyin diye buyurdu. Bunun üzerine bu ayeti kerime indirildi.

Burada Resulullah (a.s.)`ın Bedir savaşına gitmek üzere evinden çıkması olayına işaret edilmektedir. Bu savaşa çıkılırken mü`minlerden bazıları hazırlıksız oldukları gerekçesiyle itirazda bulunmuşlardı. Ayeti kerimede "Kema..." denilirken de bu olayla mü`minlerden bazılarının Bedir savaşında ele geçirilen ganimetlerin taksimi konusundaki hoşnutsuzlukları arasında bir benzetme yapıldığı, bu iki olay arasındaki benzerliğe işaret edildiği tefsirlerde ifade edilmektedir. (Ahmet Varol Tefsiri)

6. O gerçek[*] bütünüyle ortaya çıktığı halde seninle çekişiyorlardı. Sanki göz göre göre ölüme sürükleniyor gibiydiler.

Perslerle Romalıların savaştığı ve verilen zafer sözünün zamanının geldiği gerçeği.

Rumlar / (Bizanslılar) yenildiler; Yeryüzünün en yakın / en alçak bir yerinde. Ama onlar yengilerinin ardından galip duruma geçecekler. (Ve bu galibiyet) birkaç yıl içinde (gerçekleşecektir). Karar yetkisi, bundan önce (olduğu gibi, bundan) sonra da Allah'a aittir. (Şimdi müşrikler sevindiği gibi) o gün de mü'minler sevineceklerdir. Allah’ın yardımıyla. O, uygun gördüğüne yardım eder. O Azîz'dir; daima üstündür, Rahîm'dir; ikramı boldur. Bu Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden asla dönmez. Ama insanların çoğu bilmezler. (Rum 2-6) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

7. Allah size iki gruptan[*] birinin sizin olacağını vadetmişti. Sizse güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah sözleriyle hakkı açığa çıkarmak ve kâfirlerin sonlarını getirmek istiyordu.

Burada kastedilen iki gruptan birisi Ebu Süfyan`ın başkanlığındaki ticaret kervanı diğeri ise Kureyş`in Ebu Cehl komutasındaki ordusuydu. Ebu Cehl komutasındaki Kureyş ordusu, Ebu Sufyan`ın kervanını Müslümanların saldırılarına karşı korumak amacıyla yola çıkmıştı. Müslümanlardan bazıları ise ticaret kervanının silahsız olması sebebiyle onunla karşılaşmayı arzuluyor, Ebu Cehl komutasındaki orduyla karşılaşmak istemiyorlardı. (Ahmet Varol Tefsiri)

8. Suçluların / Mekkeli müşriklerin hoşuna gitmese de Allah gerçek vaadini tahakkuk ettirmek Gerçekleşme, yerine gelme. ve onların batıl Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. eylemlerini[*] boşa çıkarmak istiyordu.

Perslerle Romalıların savaştığı gün, Allah’ın müminlere zafer vereceğini, Mekke’de inen Rum 30/1-6. âyetlerden öğrenmelerine rağmen Allah’ın verdiği zafer sözünü boşa çıkarma gayretleri. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

9. Siz Rabbinizden yardım diliyordunuz. O da: "Birbirini izleyen bin melekle size yardım edeceğim" diye dileğinizi kabul etmişti.

Tirmizi`nin Ömer bin Hattab (r.a.)`dan rivayet ettiğine göre Bedir`de Müslümanlarla müşrikler karşı karşıya geldikleri sıra Resulullah (a.s.) müşriklerin bin kişi kendi ashabının ise üç yüz on küsur (bazı rivayetlere göre 314) kişi olduğunu görünce kıbleye dönerek ellerini açtı ve Rabbine dua etmeğe başladı: "Ey Allah`ım! Bana vaad ettiğini gerçekleştir. Ey Allah`ım! Eğer İslâm halkından olan şu küçük topluluğu yok edersen yer yüzünde sana ibadet edilmez" diye dua etti. Bu şekilde cübbesi üzerinden düşünceye kadar ellerini kaldırıp Rabbine dua etti. Bu ayeti kerime de Resulullah (a.s.)`ın bu duası ile ilgili olarak indirildi. (Ahmet Varol Tefsiri)

10. Allah bunu, sadece bir müjde olsun ve o sayede kalpleriniz huzur ve rahatlık bulsun diye yaptı. Yardım yalnız ve yalnız Allah katındandır. Hiç şüphesiz Allah Azîz'dir; daima üstün olandır, Hakîm'dir; bütün kararları doğrudur.
BÖLÜM 2
11. O zaman, korkunuzu gidermek için (Allah) sizi hafif bir uykuya daldırmıştı. Ayrıca sizi temizlemek, şeytanın vesvesesinden arındırmak, kalplerinizi pekiştirmek ve ayaklarınızı sağlam bastırmak için size gökten su indirmişti.[*]

Bu ayetler Bedir savaşından önceki hazırlık safhalarını anlatıyor. İnananlara nazaran müşrikler hem sayıca, hem de silah ve teçhizat bakımından daha güçlüydü. Bu durum inananları korkutuyor, morallerini altüst ediyordu. Allah, bu sırada onlara hafif bir uyku vererek sinirlerinin yatışmasını ve morallerinin düzelmesini sağladı. Ayrıca yağan yağmurla savaş alanı uygun bir duruma geldi. İnananlar bu durumu ilahi bir rahmet olarak değerlendirdi ve bu rahmetin devam edeceği ümidiyle moralleri düzeldi. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

12. Meleklere de şunu vahyediyordu: “Ben sizinle beraberim. Siz müminleri cesaretlendirin. Ben de kâfirlerin yüreklerine korku salacağım.” Öyleyse[*] (ey müminler) onların boyun köklerine ve parmak uçlarına vurun!

Bu sûrenin 10. ayetine göre Allah Teâlâ melekleri, kâfirleri öldürsünler diye değil; müminler için müjde olsun ve kalpleri yatışsın diye göndermiştir. Bedir savaşında müşriklerin sayısı binden azdı. Gelen bin melek onların boyunlarına ve parmak uçlarına vursaydı, hiçbir müşrik ayakta kalamazdı. Sonradan gönderilen meleklere de gerek kalmazdı (Al-i İmran 3/123-125) . Bu sebeple ayetteki “boyunlarının üstüne ve parmak uçlarına vurun” emri meleklere değil, müminlere verilmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

13. Bu böyledir. Çünkü onlar Allah'a ve resulüne kafa tuttular. Kim Allah'a ve resulüne kafa tutarsa kuşkusuz ki, Allah'ın azabı şiddetli olur.
14. İşte bundan dolayı o cezayı tattılar. Muhakkak ki (dünyadaki azaptan başka) inkâr edenler için (ahirette) ateşin azabı da var.
15. Ey iman edenler! Toplu hâlde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin (kaçmayın)!
16. Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse (kaçarsa), elbette o, Allah’ın gazabını hak etmiş olarak döner. Onun barınağı cehennemdir. Ne kötü varış yeridir (orası)!
17. Savaşta onları siz öldürmediniz, onları Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. Bunu da müminleri güzel bir imtihanla sınamak için yaptı. Doğrusu Allah Semî'dir; dinler, Alîm'dir; bilir.
18. Gördünüz ya, Allah, kâfirlerin kurduğu tuzağı işte böyle boşa çıkarır.
19. Gerçeğin açığa çıkmasını istiyorsanız işte gerçek açığa çıktı[1*]. Bu davranışa son verirseniz[2*] hayrınıza olur. Aynı yanlışa dönerseniz size yardımı keseriz. O zaman birliğiniz sayıca fazla olsa da size bir fayda sağlamaz. Çünkü Allah, inanıp güvenenlerle beraberdir.

[1*] Allah nebimize, müminleri savaşa hazırlama emri vermişti (Enfâl 8/65). Çünkü onlar daha Mekke’de iken Rûm 1-6. ayetlerini indirmiş ve Rumlarla Perslerin karşılaşacağı gün müminlere zafer sözü vermişti. Bu sebeple o gün onları Mekke ordusu ile yüz yüze getirmişti. Allah, müminlerin savaşıp Mekke’yi ele geçirmelerini istiyordu (Enfâl 8/7-8) ama onların bir bölümünün, Suriye’den gelen kervanı takipten bile korktuklarını görünce (Enfâl 8/5-6) daha önce yüklediği, kendilerinin on katı düşmanla savaşma yükümlülüğünü (Enfâl 7/65) iki katına indirdi (Enfâl 8/66); ama Mekke ordusu onların iki katından fazlaydı. Onları nebimize rüyasında (Enfâl 8/43), müminlere de savaş meydanında sayıca az (Enfâl 8/44) yani kendilerinin iki katı kadar gösterdi (Al-i İmrân 3/13). Müşriklere de müminleri az gösterdi ki savaştan kaçmasınlar (Enfâl 8/44). Allah Teâlâ müminlere ayrıca bin melekle moral desteği verdi (Enfâl 8/9-14). Bütün bunlara rağmen müminler savaşa cesaret edemedikleri için melek sayısını üç bine çıkardı (Al-i İmran 3/123-127).

[2*] Bedir’de gösterilen güvensizlik ve disiplinsizlik hali. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 3
20. Ey iman edenler! Allah’a ve O nun elçisine itaat edin. Elçiyi işitip dinlediğiniz halde (getirdiği vahiyden) yüz çevirmeyin.
21. Sakın ola ki dinlemedikleri halde işittik diyenler gibi olmayın.
22. Allah katında canlıların en kötüsü, aklını kullanmayarak sağırlık ve dilsizlik edenlerdir.
23. Allah onlarda bir hayır görseydi, elbette onlara işittirirdi. Fakat işittirseydi bile onlar yüz çevirerek dönerlerdi.
24. Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Resûl'üne icabet edin. Bilin ki Allah, kişi ile kalbinin arasına girer.[*] Kuşkusuz hepiniz O'na dönüp toplanacaksınız.

Vahiy ile insanın aklına, bilincine ve düşüncesine yön vererek; doğru yola yönelmesine aracı olur. Söz konusu edilen kalp, kan pompalayan organ değil; aklın, düşünmenin ve idrak etmenin merkezidir. (Erhan Aktaş Tefsiri)

25. Yalnızca aranızdaki haksızlık edenlerin başlarına gelmekle sınırlı kalmayacak fitneye[1*] karşı takva[2*] sahibi olun. Unutmayın ki Allah'ın azabı çok çetindir.

[1*] Samimiyet sınavı. Aldatma, aldatılma. Baskı ve zulüm. Ateşte yakmak anlamındaki fetn kökünden türemiştir. Anlamı, “altın, gümüş gibi değerli maddelerin kendileriyle kaynaşmış olan değersiz maddelerinden ayrıştırılması, yani saflaştırılması amacı ile yüksek ateşte eritilmesi” işlemidir. Fitne sözcüğü, kişinin samimiyetinin iç yüzünün ortaya çıkması için; savaş, baskı, zulüm, zenginlik, yoksulluk, hastalık, ölüm, ün, mevki, mal, mülk gibi konularda tabi tutulduğu samimiyet sınavıdır. (Erhan Aktaş Tefsiri)

***

[2*] Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

26. Hatırlayın, siz yeryüzünde zayıf bırakılmış bir azınlıktınız ve insanların sizleri yakalayıp götürmesinden korkuyordunuz. Allah sizlere yerleşeceğiniz yurtlar verdi, sizleri yardımı ile destekledi ve şükredesiniz diye ter temiz rızıklarla sizi rızıklandırdı.[*]

Zulme başkaldırmak, mal ve can açısından insana bazı sorumluluklar yüklediği için, Kur'an-ı Kerim, ilk defa bu Kur'an'la muhatap olan müslüman kitleye daha önce içinde bulundukları zayıflıklarını, sayısal bakımdan az oluşlarını, çektikleri işkenceleri ve yaşadıkları korkulu anları hatırlatıyor. Yüce Allah'ın bu din sayesinde onları nasıl koruduğunu, zayıflıktan kurtarıp üstün bir konuma getirdiğini ve onlara temiz bir rızık verdiğini hatırlatıyor. O halde Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini çağırdığı hayattan ve yüce Allah'ın kendilerine üstünlük aracı kıldığı, onlara bahşedip koruduğu bu hayatın gerektirdiği fedakarlıklardan kaçmamalıdırlar.

Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- sizi hayat bahşedecek ilkelere çağırdığından emin olmanız için bunları hatırlayınız. Zulmün her çeşidine ve her şekline karşı koymaktan geri kalmamanız için bunları hatırlayın. Allah sizi müşriklerle savaşmak durumunda bırakmadan ve Peygamber'i sizi istemediğiniz halde silahlı grupla karşılaşmaya çağırmadan önce yaşadığınız ezilmişlik ve korku günlerini hatırlayın. Sonra da hayat bahşeden bu çağrı sayesinde nasıl değiştiğinizi, zafer ve üstünlük elde etmiş kişiler olduğunuzu, Allah tarafından sevap ve rızıkla mükafatlandırıldığınızı görün. Yüce Allah şükrüne lâyık olasınız diye sizi güzel şeylerle rızıklandırıyor. Size yönelik lütfundan dolayı O'na şükretmenize karşılık olarak da sizi mükafatlandırıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

27. Ey iman edenler! Allah’a ve onun elçisine ihanet etmeyin ve size emanet edilen şeylere de bile bile ihanet etmeyin.
28. Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihan aracıdır. Allah'a gelince, büyük ödül O'nun katındadır.[*]

Bu Kur'an, insanın özüne hitap eder. Çünkü insanın yaratıcısı onun gizli bileşimini bilir. Onun gizlisini, açığını, iç dünyasının dönemeçlerini, gediklerini, eğilimlerini bilir.

Yüce Allah, insanın yapısındaki zaaf noktalarını bilir. Mal ve evlât tutkusunun insanın en derin zaafı olduğunu da bilir. Bu yüzden insanın dikkatini, mal ve evlât bağışının altında yatan gerçeğe yöneltiyor. Yüce Allah insanları denemek ve imtihana tabi tutmak için onlara mal ve evlât vermiştir. Çünkü bunlar, imtihan ve sınanma aracı olan dünya hayatının süsleridirler. Yüce Allah kulun yaptıklarını ve tasarrufunu görmek için bunları imtihana tabi tutar: Bunlara karşılık olarak şükrediyorlar mı, nimetin hakkını veriyorlar mı? Yoksa onlarla oyalanıp Allah'ın hakkını mı unutuyorlar? "Biz sizi iyilik ve kötülükle imtihana tabi tutarız. (Enbiya, 35) İmtihan sadece zorluk ve yoklukla olmaz. Rahatlık ve bollukla da olur. Mal ve evlât da rahatlık ve bolluğun kapsamına girer.

İlk uyarı budur:

"Biliniz ki mallarınız ve evlatlarınız aslında birer sınav konusudur."

Kalbin imtihan ve denemeye tabi tutulacağı konudan haberdar edilmesi, kendinden geçmemesi, unutmaması, imtihan ve sınav esnasında başarısız olmaması için sakındırma, uyarma ve hazırlıklı olmasını sağlama amaçlı bir yardımdır bu.

Sonra yüce Allah insanı yardımsız ve karşılıksız olarak bırakmıyor. Çünkü fedakârlığın ağırlığı ve sorumluluğun büyüklüğü nedeniyle -uyarılmış olmasına rağmen- görevini yerine getirirken insan, yine de zaaf gösterebilir. Özellikle imtihan konusu, mal ve evlât ise. Bu yüzden yüce Allah insana hangisinin daha iyi ve daha kalıcı olduğunu gösteriyor. Amaç imtihanda zaaf gösterebilen insana yardım etmek onu korumaktır kuşkusuz.

"Büyük ödül Allah katındadır."

Mal ve evlâdı bağışlayan yüce Allah'dır. Mal ve evlâd imtihanını aşanlar için O'nun katında büyük mükâfat vardır. O halde kimse emanetin sorumluluğundan ve cihadın gerektirdiği fedakârlıklardan kaçınmamalıdır. İşte bu, içindeki zaaf noktalarını bilen yüce yaratıcıdan zayıf insana bir yardım ve destektir. "İnsan zayıf olarak yaratıldı." (Nisa, 28)

Bu inanç, düşünce, eğitim ve yönlendirmeye ilişkin eksiksiz bir hayat sistemidir. Her şeyi bilen Allah'ın sistemidir bu. Çünkü yaratan O'dur.

"Yaratan bilmez mi? O latiftir, her şeyden haberdardır." (Mülk, 14) (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 4
29. Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız; O size, iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış(ı/furkanı) verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.[*]

İşte azık budur. Budur yol hazırlığı. Kalpleri dirilten, onları uyaran, içlerindeki uyarı, sakınma ve korunma cihazlarını harekete geçiren takva azığı... Yolun dönemeçlerini ve kavşaklarını göz alabildiğince ortaya çıkaran yol gösterici nur hazırlığı... Tam ve sağlıklı görüşü engelleyen kuşkular ortadan kalkmıştır artık. Sonra bu, hataların bağışlanması azığıdır. Huzur ve istikrarı sağlayan güven azığı... Azıkların tükendiği, çalışmaların yetersiz kaldığı bir günde yüce Allah'ın engin lütfunu düşünme azığı...

Allah korkusunun kalpte yolun kıvrımlarını ortaya çıkaran bir kriter işlevi gördüğü bir gerçektir. Ancak bu gerçek de -tıpkı inanca ilişkin diğer gerçekler gibi- pratik olarak yaşayandan başkası tarafından algılanmaz. Sadece anlatmak bu gerçeğin tadını, fiilen yaşamamış olanlara ulaştırmaz.

Allah korkusu olmadığı zaman, işler duygu ve akıl planında karmaşıklığını, yollar görüş ve fikir planında griftliğini sürdürür. Yolların ayrılış noktasında batıl hak kisvesinde görünür. Kanıt son derece kesin olmasına rağmen, ikna edici olamaz. Susturucu olur, ancak akıl ve kalbi harekete geçirmeye yetmez. Tartışma gereksiz olmaya başlar, münakaşa boşa gitmiş bir emeğe dönüşür. Evet Allah korkusu olmadığı zaman durum böyledir. Ama Allah korkusu olduğu zaman akıl aydınlanır, gerçek açığa kavuşur, yol belirginleşir, kalbe güven duygusu yer eder, vicdan huzura kavuşur, ayaklar doğrulur ve doğru yolda kalıcı olur.

Gerçek, özü itibariyle fıtrata gizli değildir. Fıtratta gerçeğe yönelik bir uyum sözkonusudur. Nitekim fıtrat, bu gerçekten almıştır varlığını. Göklerle yer, gerçeğe dayalı olarak yaratılmıştır. Ancak fıtratla gerçek arasına giren ihtirastır, insanın arzusudur. Karmaşıklığa neden olan bu ihtirastır işte. Görüşü engelleyen, yolları kördüğüme dönüştüren, dönemeçleri görünmez hale getiren insanın ihtirasıdır. Kanıt ne kadar kesin olursa olsun, ihtirasa gëm vuramaz. Onu durduran ve bertaraf eden Allah korkusudur. İhtirası engelleyen takva ve gizli açık denetimdir. Bunun için yüce Allah'ın kalbe kazandırdığı bu nosyon, bu kriter gözleri aydınlatır, örtüyü kaldırır,' yolu iyice belirginleştirir.

Kuşkusuz bu, paha biçilmez bir durumdur. Öte yandan Allah'ın lütfu bu göz kamaştırıcı duruma bir de hataların giderilmesini, günahların bağışlanmasını ekliyor. Bunlara da "büyük lütfu" ilave ediyor.

Bu öylesine geniş ve kapsamlı bir bağıştır ki, büyük lütuf sahibi "kerim" olan Rabbden başkası onu bağışlayamaz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

30. Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar, yahut öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.
31. Ayetlerimiz onlara okunduğunda şöyle derler: "Tamam, işittik. İstersek bunun gibisini elbette ki söyleriz; öncekilerin masallarından başka şey değil ki bu!"[*]

Müşriklerin Kur'an'ı "eskilerin masalları" şeklinde nitelendirmeleri Kur'an-ı Kerim'de birkaç kez tekrarlanmıştır. Örneğin; "Kur'an eskilerin masallarıdır, başkalarına yazdırmış sabah akşam kendisine okunmaktadır. (Furkan, 5)

Bu söz Kur'an'a karşı koymak için giriştikleri manevraların bir halkasından başka bir şey değildir. Kur'an insan fıtratına gerçeğe dayanarak hitab eder. Fıtrat bu gerçeği kendi derinliklerinde tanır, buna karşı ürperir ve olumlu tepki gösterir. Kur'an karşı konulmaz gücüyle yönelir gönüllere. Gönüller de Kur'an'ın mesajını duyunca, derinden sarsılırlar ve ona olumlu karşılık vermekten kaçınmazlar. Burada Kureyş'in kimi büyükleri böyle bir manevraya sığınıyorlar. Üstelik onlar, bunun manevra olduğunu da bilmiyorlar. Ne var ki onlar Kur'an'da, çevrelerindeki milletlerin mitolojilerine benzer şeyleri araştırmak, böylece Arap halklarının kafalarını karıştırmak istiyorlardı. Nitekim bu halkların fiilen yaşadıkları kula kulluk durumunu sürdürmek için bu manevralara başvurmuşlardı.

Kureyş'in önderleri, bozulmamış dillerinde yeralan kelimelerin ne anlama geldiğini bildiklerinden dolayı, bu çağrının altında yatan gerçeği de çok iyi biliyorlardı. Onlar "Allah'dan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmenin insanın egemenliğine topyekün başkaldırmak, Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığının ve hakimiyetinin altına girmek, sonra Allah'a yönelik bu kulluğa ilişkin konularda tanrılar ya da Allah adına konuşan herhangi bir insandan değil de, sadece Muhamed'den -salât ve selâm üzerine olsun- direktif almak anlamına geldiğini biliyorlardı. Ayrıca onlar, bu şekilde şahitlikte bulunan insanların Kureyş'in otoritesinden, önderlik ve hakimiyetinden çıkıp, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- öncülük yaptığı organik bir topluma katıldıklarını, sadece onun önderliğine ve otoritesine boyun eğdiklerini, ailelerinden, kabilelerinden, aşiretlerinden, kavmin bilginlerinden ve cahiliyenin önderliğinden bağlarını ve dostluklarını koparıp, bütün bağlılıkları ve dostluklarıyla yeni önderliğe ve bu yeni önderliğin yönettiği müslüman kitleye yöneldiklerini görüyorlardı.

İşte "Allah'dan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmek, bütün bunları ifade etmektedir. Bu, Kureyş'in ileri gelenlerince görülen bir realiteydi. Bunun rejimlerine, toplumsal, siyasal ve ekonomik düzenlerine, ayrıca siyasal rejimlerinin dayandığı inanç sistemlerine yönelik bir tehdit, bir tehlike olduğunu kavramakta gecikmemişlerdi.

"Allah'dan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmek, hiçbir zaman günümüzde kendilerini müslüman sanan toplumların anladığı gibi asılsız, boş ve basit bir anlama gelmemektedir. Bu toplumlar yeryüzünde ve insanların hayatında Allah'ın ilahlığının varlığı ve etkinliği bulunmazken, toplumlara hakim olan ve onları yönlendiren cahiliye önderliği ve yasalarıyken sadece dilleriyle şehadet getirmek ve bazı ibadetleri yerine getirmekle kendilerinin müslüman olduklarını sanmaktadırlar.

Mekke'de islâmın bir toplumsal yasası ve devleti olmadığı bir gerçektir. Ancak, "Allah'dan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik edenler derhal Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- önderliğine teslim oluyorlardı, hemen müslüman kitleye bağlılıklarını ve dostluklarını ifade ediyorlardı. Aynı zamanda cahiliyenin önderliğinden uzaklaşıyor ve ona karşı koyuyorlardı. Dilleriyle şehadet getirir getirmez, aileleri, aşiretleri, kabileleri ve cahiliye toplumunun önderliğiyle olan bağlarını ve dostluklarını kesiyorlardı. Günümüzde olduğu gibi boş, anlamsız ve basit bir söyleyiş sözkonusu değildi. Tersine, bu şahitliğin pratik ve fiili anlamı islâmın dayandığı temel gerçeğin tercümanı niteliğindeydi.

Kureyş'in ileri gelenlerinin islâmın yayılmasından ve Kur'an'dan rahatsız oluşlarının nedeni buydu. Nitekim daha önce "Haniflerin" müşriklerin inançlarından ve ibadetlerinden uzaklaşmaları, sadece Allah'ın ilalılığına inanmaları, kulluk kastı taşıyan davranışları Allah'a sunmaları ve putlara ibadet etmeyi temelden reddetmeleri Kureyş'in ileri gelenlerini rahatsız etmemişti. Buraya kadar cahiliye tağutunu ilgilendiren bir şey sözkonusu değildir. Çünkü hareket halinde belirmeyen, eyleme dönüşmeyen soyut bir inanç sistemi ve birtakım bireysel ibadetler, tağut için bir tehlike oluşturamamaktadır. Günümüzde müslüman olmak isteyen, ancak islâmın ne olduğunu iyice bilmeyen bazı iyi niyetli kimselerin sandığı gibi islâm bu değildir. İslâm, şehadetin ilanıyla birlikte başlayan bir harekettir. Cahiliye toplumundan, düşüncelerinden, değer yargılarından, onun önderliğinden, otoritesinden ve toplumsal yasasından bütünüyle soyutlanmaktadır. Aynı zamanda islâm çağrısının önderliğine ve realite dünyasında gerçekleştirmek isteyen müslüman kitleye bağlanmaktır. İşte bu Kureyş'in ileri gelenlerinin mahvolması, yokedilmesi anlamına geliyordu. Bu yüzden çeşitli yöntemlere başvurarak islâma karşı koyuyorlardı. Başvurdukları yöntemlerden biri de Kur'an'ın "eskilerin masalı olduğunu, isteseler kendilerinin de bunun gibisini söyleyebileceklerini" iddia etmeleriydi. Bu iddiayı sık sık tekrarlıyor ve her defasında çaresiz kalıp hezimete uğruyorlardı.

Ayette geçen "Esatir" kelimesinin tekili "Ustûreb"dir. Çoğunlukla Tanrılara ilişkin hurafeden ibaret düşüncelerden, geçmişlerin olaylarından ve olağanüstü kahramanlıklarından, hayal ve hurafenin büyük rol oynadığı asılsız olaylardan oluşan karmaşık hikâye anlamına gelmektedir.

Kureyş'in ileri gelenleri, Kur'an'da yer alan geçmiş milletlere ilişkin hikâyeler, olağanüstü olayları ve mucizeleri dile getiren bölümler, yüce Allah'ın yalanlayanlara yaptıklarını ve mü'minleri kurtarmasını anlatan ayetler gibi bu konuyu içeren Kur'an'ın anlatımına (hikâye ediş tarzına) dayanarak her şeyden habersiz yığınlara, "Bu Kur'an eskilerin masallarıdır. Muhammed bunları, bu hikâyeleri derleyenlerden yazmış, gelip size okuyor. Ve bunların Allah tarafından kendisine vahyedildiğini iddia ediyor" diyorlardı. Nadr b. Haris de Peygamberimizden sonra gelip onun bulunduğu mecliste ya da ona yakın bir mecliste oturur, İran'a yaptığı seyahatlerde öğrendiği İran efsanelerini anlatırdı. Sonra da dinleyicilerine, "Bunlar da Muhammed'in söylediği türden şeylerdir. Üstelik ben onun gibi peygamberlik iddiasında bulunup, Allah'dan vahiy aldığımı da ileri sürmüyorum. Kur'an, bunlar gibi eskilerin masallarından başka bir şey değildir" diyordu.

Cahiliye ortamında bu tür zihin bulandırıcı propagandaların kamuoyunda, özellikle bu tür masal ve hikâyelerle Kur'an arasındaki farkın iyice belirginleşmediği dönemlerde, büyük etki bıraktığını takdir etmemiz gerekmektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

32. Şunu da söylemişlerdi: "Allahımız! Eğer bu, senin katından gelmiş gerçeğin kendisiyse, gökten üstümüze taş yağdır. Yahut bize korkunç bir azap musallat et."[*]

Bu son derece garip bir duadır: Yok olmayı, gerçeğe boyun eğmeye -onlara göre de gerçek olsa bile- tercih edecek kadar azgınlaşan bir inatçılığı tasvir etmektedir. Bozulmamış fıtrat herhangi bir konuda kuşkuya düştüğü zaman, bu konuda herhangi bir küçüklük kompleksine kapılmadan gerçeği ortaya çıkarması ve kendisini gerçeğe yöneltmesi için Allah'a dua eder. Ancak fıtrat azgınlaştığında, büyüklük kompleksine kapılıp bozulduğunda günahla övünmeye başlar. Öyle ki, gerçek hiçbir kuşkuyà yer bırakmayacak şekilde gözlerinin önünde belirdiği halde, gerçeğe boyun eğmektense yokolmayı ve acıklı bir azaba çarpılmayı tercih eder. Mekke'deki müşrikler Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- çağrısını işte böyle bir inatçılıkla karşılıyorlardı. Ne var ki, bu çağrı en sonunda bu azgın ve şımarık inatçılığa karşı üstünlük sağlamıştır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

33. Oysa sen onların arasında olduğun müddetçe, Allah (tüm şehri helâk edecek şekilde) onlara azap edecek değildi. Ayrıca Allah, aralarında bağışlanma dileyenler varken onları cezalandıracak değildir.
34. Onlar Mescid-i Harâm'ın yöneticileri olmadıkları halde müminleri oradan geri çevirirlerken, Allah onlara ne diye azap etmeyecek? Oranın yöneticileri takvâ[*] ehlinden başkası değildir. Fakat onların çoğu bunu bilmez.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

35. Onların Kâbe'nin yanındaki duaları ıslık çalıp el çırpmaktan başka bir şey değildir[*]. O halde ey inkârcılar! (Hakikati inatla) inkâr etmenizden (ve zulme ve haksızlığa devam etmenizden) dolayı tadın bakalım azabı!

Bu ayetten şunu da anlıyoruz ki; müşrikler hiçbir zaman Allah’ı inkâr etmediler, somut varlıkları araya sokarak Allah’a daha yakın olmaya çalıştılar ve kendilerine göre ibadetlerini de aksatmadılar. Yani müşrik olmak için Allah’ı inkâr etmek gerekmiyor, Allah’la kul arasına birilerini sokmak ya da şefaat yetkisi tamamıyla Allah’a ait (Zümer 39/44) olmasına rağmen, Allah’ın dışındaki varlıklardan şefaat dilenmek yetiyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

36. Şüphe yok ki kafir olanlar, mallarını ancak halkı Allah yolundan alıkoymak için harcarlar. Harcayacaklar da, sonra o harcadıkları mallar, kendilerine bir iç acısı olacak, sonra da alt edilecekler ve kafir olanlar cehenneme götürülecekler, orada toplanacaklar.
37. Allah, pis olanı temiz olandan ayıracak ve pis olanları birbiri üzerine yığıp hepsini bir araya toplayacak ve cehenneme atacaktır. İşte onlar, hüsrana uğrayanlar onlardır![*]

Ama nasıl?

Kâfirler tarafından harcanan bu mallar batılı güçlendirip, düşmanlığa yöneltir. Hak da cihad ederek, savaşarak ona karşı koyar. Batılın hareket gücü ortadan kaldırmak için harekete geçer. Bu acı sürtünmenin sonucu karakterler ortaya çıkar, hak ve batıl birbirinden iyice ayrılır. Aynı şekilde hak ve batıl taraftarları da birbirlerinden ayrılırlar. Başlangıçta deneyim ve imtihandan önce hàk sancağı altında toplanan saflarda bile bu ayrılık kendini gösterir. Böylece Allah'ın yardımını hakeden sabırlı, dirençli ve fedakâr kimseler ortaya çıkar. Artık bunlar emaneti yüklenmeye, onu korumaya ehil kimselerdir. İmtihan ve sıkıntının dayanılmaz baskısıyla emanetten sapmayacaklardır. Bu noktada yüce Allah murdarları üstüste koyup cehenneme atar. Bu da hüsrana uğramanın doruk noktasıdır.

Kur'an'ın ifade tarzı murdarı öylesine somutlaştırıyor ki, insan hacimli bir cisim sanıyor. Bir pislik yığını gibi beliriyor ve ateşe atılıveriyor, değer verilmeden, önemsenmeden... (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 5
38. İnkârcılara söyle: “Eğer saldırganlıklarından vazgeçerlerse geçmiş günahları bağışlanacaktır. Yok, eğer eski tutumlarına dönerlerse, daha öncekiler için geçerli olan kurallar onlar için de işleyecektir.”
39. Sizinle savaşanlarla savaşın ki fitne (savaş ateşi) yok olsun ve Allah’ın koyduğu düzen[*] tümüyle hâkim olsun. Savaşmayı bırakırlarsa, şüphesiz Allah onların yapmakta olduklarını daima görür.

Dinde zorlama olamayacağı için (Bakara 2/256) ayette söylenen şey, herkesin Müslüman olması değil (Yunus 10/99), Allah’ın düzeninin hâkim olmasıdır (Fetih 48/28). O da herkesin hürriyet içinde yaşayacağı bir ortamdır (Kehf 18/29). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

40. Eğer onlar iman etmezler ve savaştan geri durmazlarsa, artık bilin ki, gerçekten Allah, sizin yardımcınızdır. O ne güzel Mevlâ[*] ve ne güzel yardımcıdır!

Sözlükte “birinin yakını, dostu, arkadaşı ve yardımcısı olmak, onun idaresini elinde bulundurmak” anlamındaki velâyet (vilâyet) kökünden masdar ismi ve sıfat olan mevlâ kelimesi “birine sevgiyle bağlanan, dost, arkadaş, yardımcı; sahip ve mâlik” gibi mânalara gelir. Râgıb el-İsfahânî, kavramın “temel” anlamındaki yan yana oluş faktörünü göz önünde bulundurarak velâ kökünün “iki veya daha fazla şeyin aralarında yabancı bulunmamak şartıyla birlikte olması” mânasına dikkat çekmiş ve bu birlikteliğin mekân, nisbet, din, dostluk, yardım ve inançta yakınlık için kullanıldığını söylemiştir (el-Müfredât, “vly” md.). Mevlâ kelimesi Allah’a izâfe edildiğinde maddî unsurlar hariç yakınlığın (kurb) “sevme, koruma, yardım etme, tasarruf ve himayesi altında bulundurma” gibi anlamları öne çıkar. Genel sözlüklerde ve Kur’an-hadis lugatlarında mevlâ kelimesi için başlıca şu mânalar sıralanır: Rab, mâlik, efendi (seyyid), köle, âzat eden, âzat edilen, nimet veren, nimet verilen, yardım eden, seven, komşu, amcaoğlu, hısım, yeminli dost, ortak. Yer yer karşıt konumundaki kişileri de ifade eden mevlâda aslolan mâna sevgi ve mânevî yakınlıktır. Kelimenin hem dinî metinlerde hem de müslüman halk arasında kazandığı bu geniş muhteva İslâm dininin önemli bir özelliğini ortaya koyar (a.g.e., a.y.; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “vly” md.; Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.). (TDV İslâm Ansiklopedisi, Mevlâ maddesi) (Onur)

41. Bilesiniz ki, (savaşta) ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a ve resule, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Eğer Allah'a ve hakkın batıldan Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. ayrıldığı gün, (yani) iki ordunun (Bedir'de) karşılaştığı gün kulumuz (Muhammed')e indirdiklerimize inandıysanız (taksimatı buna göre yapın).[*] Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.

Savaşta alınan ganimetler beşe bölünür. Beşte dördü savaşa katılanlara, beşte biri de ayette sayılanlara taksim edilir. Tamamen Allah’ın desteğiyle kazanılmış bir savaştan sonra ganimetlerin tamamının savaşa katılanların kendilerine verilmesini istemeleri hadsizlik olur. Ganimetlerden Allah’a verilmesi, kamu yararına tahsis edilmesi demektir. Hz. Muhammed’e verilmesi, Peygamberin örtülü ödenek diyebileceğimiz herkes tarafından bilinmesi gerekmeyen siyasi ve sosyal amaçlı hizmetler için demektir. Yakınlarına verilmesi, birinci derecede yakınında bulunan fakirlerin ve savaşta şehid düşen askerlerin yakınlarının acil ihtiyaçları için demektir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

42. Siz vadinin (Medine’ye) en yakın yamacında, onlar vadinin en uzak yamacında, kervan ise sizin alt tarafınızdaydı. Sözleşseydiniz böyle denk getiremezdiniz. Ama Allah, kararlaştırılan bir işi gerçekleştirsin; ölen gerçeği görerek ölsün, yaşayan da gerçeği görerek yaşasın[*] diye böyle yaptı. Elbette Semî; daima dinleyen ve Alîm; bilen Allah’tır.

Önceden vadedilenin doğru olduğunu iki taraf da görsün. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

43. O zaman Allah rüyanda, sana onları sayıca az gösterdi. Eğer onları sana kalabalık gösterseydi, kesinlikle yılgınlığa kapılacak ve yapılması gereken iş konusunda anlaşmazlığa düşecektiniz. Fakat Allah (sizi) bundan korudu: çünkü O gönüllerin özünü en ince ayrıntısına kadar bilir.[*]

Bu bağlamda ve bir çok yerde bu ifade, Allah’ın “içten geçen duygu ve düşünceyi bilmesine” ilaveten, o duygu ve düşünceye daha temelde neyin sebep olduğunun bilinmesine delâlet eder. Çünkü zâtu’s-sudûr ifadesinin bizi yönelttiği alan, kalbin/aklın eyleminden de öte, o eylemi ortaya çıkaran tasavvurdur. Mübalağa formu olan ‘alîm, “sıradan bir bilmeyi” değil “en ince ayrıntısına kadar bilmeyi” ifade eder. Bu âyette geçen “yılgınlıkla” sonuçlanacak bir sürece, Allah’ın daha başında rüya ile müdâhale ederek psikolojik bir yönlendirme yapması, sadece “kalpleri evirip çevirenin” yapabileceği bir ‘gaybî yardım’dır. Allah insana olan yardımını, O’ndan başka hiç kimsenin -o yüreğin sahibinin dahi- böylesine etkileyemeyeceği insan davranışlarını yönlendiren bir merkeze ‘istikamet açısı’ vererek yapmaktadır. Bunun için Allah Rasûlü şu mübarek duayı yapmıştır: Allahumme yâ mukallibe’l-kulûb sebbit kulûbenâ ‘alâ dînik: “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalplerimizi dinin üzere sabit kıl!” (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

44. Karşı karşıya geldiğiniz zaman da, Allah, yapılması kesinleşmiş olan işi yerine getirmek için sizin gözünüzde onları, onların gözlerinde de sizi az gösteriyordu. İşler hep Allah'a döndürülür.
BÖLÜM 6
45. Ey inanıp güvenenler, bir birlikle karşı karşıya gelince sıkı durun ve Allah’ı (onun sözlerini) hep aklınızda tutun[*] ki hedefinize ulaşasınız.

Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât ذكر md.). Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan âyetler ve indirilen âyetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24,En’âm 6/80). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder (Ra’d 13/28). Allah’ı zikretmek; onu, kitabını ve yarattığı ayetleri dikkate almak, akıldan çıkarmamak ve onların üzerine düşünmektir. İnsan bunlardan bildiği kadarıyla sorumludur (Bakara 2/209). (Süleymaniye Vakf Tefsiri)

46. Allah’a ve O’nun elçisine itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz de etkiniz, gücünüz tükenir. O halde sabredin, Allah sabredenlerle beraberdir.
47. Yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çıkan ve Allah'ın yolundan alıkoyan kimseler gibi olmayın.[*] Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.

İbnu Cerir`in Muhammed bin Ka`b el-Kurazi`den rivayet ettiğine göre Kureyşiler Resulullah (a.s.)`ın ordusu ile savaşmak üzere Mekke`den çıkarken defler çalarak, şarkılar söyleyerek ve eğlenerek çıktılar. (Çünkü kendilerine çok güveniyorlardı). Yüce Allah`ın bu ayeti kerimesinde kastedilenler de onlardır. Abdullah bin Abbas (r.a.)`tan rivayet edildiğine göre de, Mekkeliler Cuhfe adı verilen bir yere geldiklerinde ticaret kervanının başkanı Ebu Süfyan bir haber göndererek kervanın kurtulduğunu daha ileriye gidilmesine gerek kalmadığını bildirdi. Ama Ebu Cehil: "Artık Bedir suyunun başına gitmeden, develer kesip, şaraplar içip çalgılar çalmadan geri dönmeyiz. Böylece Araplar bizim durumumuzdan sözetsin ve artık sonsuza kadar bizden korksunlar" dedi. Bu sözü söylerken kendine çok güveniyordu ve gayet gururluydu. Bu ayeti kerime de onların bu durumlarından sözetmektedir. (Ahmet Varol Tefsiri)

48. O zaman (Bedir savaşı için) Şeytan, onların yaptıklarını allayıp-pullayıp şöyle demişti: "Bugün insanlardan size galip gelecek hiç bir kimse yoktur. Ben de size muhakkak yardımcıyım.” Fakat iki ordu karşı karşıya görününce, arkasını dönüp kaçarak şöyle dedi: “Ben, sizden kesin olarak uzağım. Ben sizin göremiyeceğiniz şeyleri (melekleri) görüyorum. Ben gerçekten Allah'dan korkarım. Allah'ın azabı çok şiddetlidir.”
BÖLÜM 7
49. Hani (Mekke ordusuna katlan) münafıklar[1*] ile kalplerinde hastalık olanlar[2*] da “Bunları dinleri aldatmış!” diyorlardı. Halbuki kim Allah’a güvenip dayanırsa başarılı olur. Allah Azîz'dir; daima üstündür ve Hakîm'dir; kararları doğrudur.

[1*] Bunlar, Mekke’den gelen ordunun içinde yer alan münafıklardır. Müslümanları öldürmek için fırsat kollayan bu münafıklara karşı gösterilmesi gereken davranışlar Nisa 4/88-91. âyetlerde açıklanmıştır. Bkz. Taberi, Enfal 49. ayetin tefsiri.

[2*] Bunlar Mekkeli kafirlerdir. Her kafir müşrik olduğu (Al-i İmran 3/151) için Mekkeli müşrikler de denebilir. Bunların kalplerinde kafirliklerinden dolayı bir hastalık vardır. Münafık, müslüman gözüken kafir olduğu için onlarda bir yalancılık hastalığı oluşur (Bakara 2/10). Bunlar kâfirlik ve yalancılıklarının cezasını, asıl ahirette çekeceklerdir (Tevbe 9/101). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

50. Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve : “Tadın cehennem azabını” diyerek canlarını alırken bir görmeliydin!...
51. Bu sizin kendi ellerinizle işlediklerinizin karşılığıdır. Yoksa Allah, kullarına haksızlık etmez.
52. Bu inkârcıların durumu tıpkı Firavun hanedanının (yandaşlarının) ve onlardan önceki (inkârcı zalim)lerin durumu gibidir. Onlar da Allah'ın ayetlerini inkâr (ederek zulmetmeye devam) etmişlerdi. (Ama) Allah günâhları yüzünden (onların da) yakalarına yapışmıştı. Allah Kavî'dir, çok güçlüdür; azabı çok şiddetli yapandır O.[*]

Hakk’a karşı direnmekte, zayıf ve güçsüzlere zulmetmekte, insanların temel hak ve özgürlüklerini ellerinden alarak yurtlarından çıkarılmaya zorlamakta Mekkeli müşriklerin durumu Firavuna ve ondan önce yaşayan inkârcı zorbalara benzetilmektedir. İnsanlık tarihi boyunca muhtelif zamanlarda farklı hadiseler cereyan etmiş ve benzer sonuçlar gerçekleşmiş olsa da insanlar bunlardan ders almamaktadır. Bugünün Firavun ruhlu insanları sosyal hayatı derinden etkileyecek zulmün daha da ağırını değişik ortamlarda, zorbalığın ve azgınlığın daha da bunaltıcısını farklı versiyonlarla hayata geçirmektedir. Lâkin bu zalimlerin gözardı ettiği bir şey var; tarihin hangi döneminde olursa olsun çok güçlü olmalarına karşın Allah’a meydan okuyanlar, zulmedenler, hak yiyenler, adaleti ayaklar atına alanlar, çalıp çırpanlar, batılı Hakk’ın üstünde tutanlar her zaman kaybetmeye mahkûm olmuşlardır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

53. İşte (onların kendi yaptıklarının cezası) budur. Çünkü Allah, (koyduğu yasalar gereğince) bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez[*] Şüphesiz Allah Semî'dir; hakkıyla işitendir, Alîm'dir; hakkıyla bilendir.

Bu ayet, bir açıdan yüce Allah'ın kullarla ilişkilerinde her zaman adil davrandığını vurgulamaktadır. İnsanlar niyetlerini bozmadıkları, davranışlarını değiştirmedikleri, konumlarını terk etmedikleri sürece yüce Allah onlara bahşettiği nimetini geri almaz. Böyle bir durumda, imtihan ve deneme için kendilerine bahşedilen nimetin değerini bilmedikleri, bu nimete karşılık şükretmedikleri için kendilerinden nimetin geri alınmasını hak ediyorlar... Bir açıdan da bu ayet, insan denen yaratığa verilen en büyük onura işaret etmektedir. Yüce Allah, kaderinin uygulanışını insanın hareketlerine ve davranışlarına göre ayarlamakla bu lütfu bahş,etmiştir insana. Yüce Allah, insan hayatındaki takdiri değişikliği, onların gönüllerinde, niyetlerinde, davranışlarında, hareketlerinde ve kendileri için seçtikleri hayat tarzlarında meydana gelen pratik değişikliğe dayandırmıştır. Bir diğer açıdan da insan denen varlığa -kendisine verilen bu büyük onura denk düşecek- büyük bir sorumluluk yüklemektedir. İnsan, nimetin değerini bilip, şükrettiği sürece, Allah'ın kendisine verdiği bir nimeti kalıcı kılabilir, arttırabilir de. Aynı zamanda nimete karşılık nankörlük yaptığı zaman, şımardığı zaman, niyeti ve hayat tarzı bozulduğu zaman bu nimeti kendi eliyle giderebilir, yok edebilir.

İşte bu önemli gerçek, "insan gerçeğine ilişkin islâmi düşüncenin" şu varlık bütününde Allah'ın kaderiyle insan ilişkisinin, insanın şu evren ve evrenin içindekilerle ilişkisinin bir yönünü temsil etmektedir. Bu yönden, insanın Allah'ın terazisindeki değeri ve bu değerle kazandığı onur ortaya çıkmaktadır. Aynı zamanda insanın gerek kendi akibeti, gerekse çevresindeki olayların akibeti üzerindeki etkinliği ortaya çıkmaktadır. Allah'ın izni ve kendi hareketleri, davranışları, niyet ve hayat tarzı ile birlikte hareket eden Allah'ın takdiri uyarınca sonucu üzerinde etkin rol oynayan bir varlık kimliğine bürünür insan. Bu düşünce sayesinde materyalist düşünce ekollerinin kendilerine yüklediği, aşağılayıcı ve fonksiyonsuz kimliği atar. Bu düşünceler insanı, zorlayıcı determinizm karşısında fonksiyonsuz bir varlık olarak görürler. Ekonomik determinizm tarihi determinizm, evrim determinizmi gibi, insanın karşılarında güçsüz ve etkisiz bir varlık olarak belirlediği daha nice kaçınılmazlıklar, gerekircilikler... İnsan bu zorunlulukların kendisine yüklediği görevi yerine getirmekten başka bir şey yapamaz. Bunlar karşısında insan silik, zavallı ve aşağılanmış bir yaratıktır.

İşte bu önemli gerçek, insanın hayatında ve çalışmasında, iş ve karşılığı arasındaki bu gerekliliği bu şekilde tasvir etmektedir. Aynı zamanda bu gerekliliği kaderi doğrultusunda yürürlüğe giren evrensel yasalarından biri haline getiren yüce Allah'ın mutlak adaletini de dile getirmektedir. Bu yasanın uygulanışında Allah'ın kullarından herhangi birine haksızlık yapılmaz.

"Yoksa Allah kesinlikle kullarına haksızlık yapmaz."

"Biz de onları günahları yüzünden yokettik, Firavunoğulları'nı da denizde boğduk. Onların hepsi zalimdi."

"Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe, Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez." (Seyyid Kutub Tefsiri)

54. Evet! Bunların hali tıpkı Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin hali gibidir. Onlar, Rablerinin ayetleri karşısında yalana sarıldılar. Rableri de onları günahları sebebiyle yok etti. Firavun hanedanını da suda boğdu. Hepsi de yanlış yoldaydı.
55. Allah katında yeryüzünde yürüyen mahlukların en kötüsü kafir[*] olanlardır ve onlar inanmazlar zaten.

Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)

56. Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra da her defasında hiç çekinmeden antlaşmalarını bozan kimselerdir.[*]

“Nankörce inkâr edip de imana yanaşmayanlardır” küfürde ısrar eden, bu konuda inat edenlerdir.Bu sebeple iman etmeleri beklenmemektedir. Bunlar Kurayza oğullarıdır. Peygamber (s.a.) onlarla, düşmanlarına arka çıkmayacaklarına dair anlaşma yapmıştı. Ancak onlar Mekke Müşriklerine silah yardımında bulunarak anlaşmayı bozdular. Sonra da “Unuttuk, hata ettik!” dediler. Sonra tekrar sözleştiler ve yine bozdular. Hendek savaşında da Müşriklerle birlikte ol[up, Müslümanları o zor şartlarda arkadan vur]dular. Ka‘b b. Eşref Mekke’ye gidip onlarla antlaşma imzaladı.

“Kendileriyle antlaşma yaptığın...” ifadesi “inkâr edenler”den bedeldir. Yani [Allah katında canlıların en kötüsü,] kendileriyle antlaşma yaptığın kâfirlerdir. Bu kimseleri Allah, canlıların en şerlisi olarak niteledi çünkü insanların en şerlisi kâfirler; kâfirlerin en şerlisi küfründe ısrar edenler; bunların en şerlisi de ahitlerini bozanlardır. (Zemahşeri Tefsiri)

57. Eğer savaşta onları yakalarsan, geride kalanlara ders olacak şekilde onları darmadağın et. Belki akıllarını başlarına alırlar.[*]

“O halde, bunlarla savaşta karşılaşırsan” onlarla karşılaşıp da zafer elde edersen “onlar(a vereceğin ceza) ile arkalarındakileri öyle bir ürküt,” onları seninle savaşmaktan uzak tutmak için bunlara öyle bir ceza ver, bunları öyle perişan et ki, bunların halinden ibret alıp ders çıkartarak seninle savaşmaya cesaret edemesinler. (Zemahşeri Tefsiri)

58. (Antlaşma yaptığın) bir kavmin, hainlik etmesinden endişe edersen, sen de antlaşmayı bozduğunu aynı şekilde onlara bildir. Çünkü Allah hainleri sevmez.
BÖLÜM 8
59. İnkâr edenler, asla yakayı kurtardıklarını zannetmesinler. Çünkü onlar (sizi) âciz bırakamazlar.
60. Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar[*] hazırlayın. Onlar ile Allah’ın düşmanını, kendi düşmanınızı ve ayrıca sizin bilmeyip de Allah’ın bildiği öbür düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız, size tam olarak ödenir, haksızlığa uğratılmazsınız.

Atlar, insanlarla kurdukları bağ, sahip oldukları güç ve zor şartlara uyum sağlayıp dayanıklılık göstermeleri bakımından savaş ve çatışma ortamlarının vazgeçilmezleri arasında yer alırlar. Ne kadar modern olursa olsun günümüz kara araçları her şeyden önce yakıta ihtiyaç duyar. Bu araçların işlevsiz kaldıkları durumlarda atlar tek alternatif olacaktır. Çünkü atlar doğada buldukları hemen her türden otu yer, en ucuz ve yaygın tahıllarla beslenerek en sarp arazilerde bile zorlanmadan ilerleyebilirler. Üstelik insanla yakın bir bağ kurduklarından binicisini tanır ve zor durumlarda yardımcısı ve koruyucusu olurlar. Bu sebeple Arapçada at anlamına gelen bir diğer kelime de (حصان) hisân” dır. Binicisini kale gibi koruduğu için kale anlamına gelen (حصن) hısn” kelimesinden türetilmiştir. Ayette at beslenmesinin emredilmesi ayetin tarihsel olduğunu değil, savaş ve benzeri durumlar için at beslemenin tüm zamanlarda yapılması gereken evrensel bir görev olduğunu gösterir. Nitekim bu ayetin indirilmesinden yaklaşık 1300 yıl sonra gerçekleşmiş olan ve tank, top, uçak, roket gibi silahların belirleyici olduğu 2. Dünya Savaşı’nda Alman ordusunda 2,75 milyon, Sovyet ordusunda 3,5 milyon at kullanılmıştır. Günümüzde birçok ülke özellikle engebeli arazide belirli devriye ve keşif görevleri için atlı askeri birlikleri tercih etmektedir. Ayrıca toplumsal olaylara müdahalelerde atlı birlikler gelişmiş ülkeler tarafından etkin biçimde kullanılmaktadır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

61. Eğer onlar barıştan yana olurlarsa, sen de barıştan yana ol ve Allah’a güven. Çünkü O Semî'dir; hakkıyla işitendir, Alîm'dir; hakkıyla bilendir.
62. Eğer sana hile-oyun yapmak isterlerse Allah sana yeter. Yardımıyla ve müminlerle seni destekleyen O'dur.
63. İnananların kalplerini birbirine ısındıran da O dur. Sen yeryüzünde olanların tümünü onlar için harcasan da, onların kalplerini ısındıramazsın. Fakat Allah onların kalplerini ısındırdı. Muhakkak ki O'dur Azîz; daima üstün olan ve Hakîm; kararları doğru olan.
64. Ey Nebi! Allah sana da sana tabi olan mü'minlere de yeter.
BÖLÜM 9
65. Ey Nebi! İnananları (Allah için düşmana karşı) savaşa hazırla! Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz inkârcıya galip gelir. Eğer sizden (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkârcılardan bin kişiye galip gelir. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.[*]

Bu, Allah’tan bir söz ve müminlerin, sabrederlerse, kendilerinin on katı olan kâfirlere bile Allah’ın yardım ve desteğiyle galip geleceklerine dair bir müjdesidir. Sonra; “Bu onların anlamaz bir topluluk olmasındandır.” buyurmuştur. Yani kâfirlerin bilgisiz, hesapsız-kitapsız savaşan, bir sevap talebi olmaksızın hayvan gibi savaşa giren, bu sebeple de sebatları az olan, cahillikleri yüzünden Allah’ın yardımını bulamayan kimseler olduğu ifade edilmiştir. Bu kimseler yardımsız bırakılmayı hak etmektedirler. Basiretle savaşan ve Allah’tan bir zafer ve yardımı celp edecek işler yapan kimseler ise böyle değildir.

İbn Cüreyc’den rivayet edildiğine göre sahabîlerin kaçmaması ve bir kişinin on kâfirin karşısına çıkması gerekiyordu. Nitekim Peygamber (s.a.) Hamza Radıya’llāhu ‘Anh’ı otuz süvari ile göndermiş; o da üç yüz süvarisi bulunan Ebû Cehil ile karşılaşmıştı. Söylendiğine göre bu hüküm Müslümanlara ağır gelmiş ve sızlanmaya başlamışlardı. -Bu da uzun bir müddet böyle devam ettikten sonra olmuştu.- Sonra bir kişinin iki kişiye mukavemet etme zorunluluğu getirilerek bire on esası kaldırılmıştır. (Zemahşeri Tefsiri)

66. Şimdi Allah yükünüzü hafifletti, sizde bir zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, onlardan iki yüz kişiye galip gelir. Eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle onlardan iki bin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.
67. Savaş alanında[1*] düşmanı etkisiz hale getirmedikçe hiçbir nebinin[2*] esir almaya hakkı yoktur[3*]. (Ey Müslümanlar) Siz, hemen elinize geçecek şeyler istiyorsunuz. Allah ise sonrasını istiyor. Azîz; daima üstün olan ve Hakîm; bütün kararları doğru olan Allah’tır.

[1*] (الارض) o yer, demektir. Burada savaşın yapıldığı yer anlamındadır.

[2*] Bu ayet nebilerde ismet sıfatının olmadığının delillerindendir (Nisa 4/105-107, Tevbe 9/43, Hud 11/12, İsra 17/73-75, Neml 27/10-11, Tahrim 66/1-2). Yani nebiler günahlardan korunmuş değillerdir.

[3*] Savaş meydanında galip gelip düşman üzerinde tam hakimiyet kurmanızı istiyor. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

68. Allah’ın daha önce kayda geçmiş[1*] bir kararı[2*] olmasaydı, aldığınız şeyden dolayı size kesinlikle büyük bir azap çarpardı.

[1*] “Kayda geçmiş karar” meali verdiğimiz kelime kitaptır (كتاب). Kök anlamı, bir şeyi bir şeye eklemektir (Mekayîs). Arapçada kelimeleri ekleyerek yazılan yazıya da sözleri ekleyerek yapılan konuşmaya da kitap denir (Müfredat).

[2*] Rumlar / (Bizanslılar) yenildiler; Yeryüzünün en yakın / en alçak bir yerinde. Ama onlar yengilerinin ardından galip duruma geçecekler. (Ve bu galibiyet) birkaç yıl içinde (gerçekleşecektir). Karar yetkisi, bundan önce (olduğu gibi, bundan) sonra da Allah'a aittir. (Şimdi müşrikler sevindiği gibi) o gün de mü'minler sevineceklerdir. Allah’ın yardımıyla. O, uygun gördüğüne yardım eder. O Azîz'dir; daima üstündür, Rahîm'dir; ikramı boldur. Bu Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden asla dönmez. Ama insanların çoğu bilmezler. (Rum 2-6) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

69. Artık elde ettiğiniz ganimetten, helal ve temiz olarak yiyin[1*] ve Allah için takvâlı[2*] olun. Şüphesiz Allah, Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.

[1*] Allah, Bedir’de yanlış yapan müslümanlara zafer verdiğini bildirdikten sonra aldıkları ganimetleri yemelerini de helal kılmıştır. Ganimet olan esirler değil, onlardan alınacak fidyeler (Muhammed 47/4) ve düşmandan alınan diğer mallardır (Enfal 8/41). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

[2*] Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

BÖLÜM 10
70. Ey Nebi! Elinizin altında bulunan esirlere de ki: “(Bu savaşta sevdiklerinizle beraber malınızı mülkünüzü kaybettiniz fakat) eğer Allah kalplerinizde iyilik görürse; sizden alınan(lardan) çok daha güzelini (ve hayırlısını) size verecek ve sizi bağışlayacaktır. Çünkü Allah Gafûr'dur; çok bağışlayandır, Rahîm'dir; ikramı bol olandır”[*]

Abbâs Radıya’llāhu ‘Anh’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Ben Müslümanım.” dedim, fakat [Bedir gazileri] bunu hoş karşılamadılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) bana; ‘Söylediğin doğruysa, Allah seni mükâfatlandıracaktır. Ancak biz açıktan yaptığın işlere bakar [bunu esas alır]ız!’ dedi. -Abbâs [Müşrik] Bedir ordusunun iâşesini üstlenenlerden biriydi. Ve bu sebeple o, altınlarla birlikte yola çıkmıştı!- Rivayete göre Peygamber (s.a.) Abbâs’a;

“-Yeğenlerin Akīl b. Ebî Tālib ile Nevfel b. Hâris’in fidyelerini [de] öde!” deyince,

“-Muhammed! Kalan hayatım boyunca Kureyş’e el açmamı mı bekliyorsun!?” demişti. Peygamber (s.a.) dedi ki:

“-Peki, Mekke’den çıkarken Ümmü Fadl’a verdiğin altınlar nerede?!

Ona; ‘Bana ne olacağını bilmiyorum; başıma bir şey gelirse bunlar senin; Abdullah, Ubeydullah ve Fadl’ındır.’ demedin mi?!” Abbâs;

“-Kim haber verdi bunu sana!?” deyince, Peygamber (s.a.);

“-Rabbim” dedi. Bunun üzerine Abbâs;

“-Artık senin doğru söylediğine; Allah’tan başka ilâh olmadığına ve senin O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ediyorum! Bu söylediklerine Allah’tan başkası muttali değildi; altınları ona gecenin karanlığında vermiştim. Senin durumun hakkında şüpheliydim, fakat sen şimdi bunu bana haber verince hiçbir şüphem kalmadı.” Abbâs şunu da ekledi: “Şimdi Allah bana o maldan daha hayırlısını nasip etti. Şu an, en düşüğü, yirmi bin [dirhem?] değerindeki bir malla ticarî sefere çıkabilen yirmi tane kölem var! Kaldı ki; Allah bana ‘ zemzem’i vermiş; onu bütün Mekkelilerin servetine değişmem!.. Rabbimin beni bağışlamasını bekliyorum.” dedi. Yine -rivayete göre- Peygamber (s.a.)’e Bahreyn’den seksen bin değerinde bir mal geldi. Öğle namazı için abdest aldı; ancak malı dağıtmadan namaza durmadı. Ve Abbâs Radıya’llāhu ‘Anh’a, taşıyabileceği kadar mal almasını emretti. Abbâs şöyle diyordu: “Bunlar, benden alınanlardan daha hayırlı... Artık bağışlanacağımı umuyorum.” (Zemahşeri Tefsiri)

71. Ama eğer (salındıktan sonra) sana ihanete kalkışırlarsa, unutma ki (senden) daha önce Allah’a ihanet etmişlerdi de, (Allah mü’minler tarafından yenilmelerine) imkân vermişti: zira (unutmasınlar ki) Allah Alîm'dir; her niyeti bilendir, Hakîm'dir; her kararı doğrudur.
72. İnanıp güvenen, hicret eden, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler / ellerinden geleni yapanlar[1*] ile onları barındırıp yardım edenlerden her biri diğerinin koruyup kollayıcısıdır[2*]. İnanıp güvenenlerden hicret etmeyenlere gelince, göç edinceye kadar hiçbirinizin, hiçbir konuda onları koruyup kollama göreviniz yoktur. Ama sizden dini konularda yardım isterlerse, aranızda anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhine olmamak kaydıyla yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yapmakta olduğunuz her şeyi daima görür.

[1*] Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır.

[2*] Bu ayetteki velilik karşılıklı sorumluluk anlamındadır. Mekke’den göç edenler ile Medine’de onları barındıran ensarın birbirlerine karşı sorumlulukları olduğu özellikle belirtilmiştir. Ayet Bedir Savaşından sonra Müslümanların Mekkeliler üzerinde açık bir üstünlük sağladığı askeri ve siyasi bir ortamda inmiştir. Bu esnada diğer müslümanlarla birlikte göç etmemiş, halen Mekke’de ikamet etmekte olan müslümanlar da vardı. Allah Teala onlar da göç edene kadar, bunlara karşı diğer müslümanların bir sorumluluğunun bulunmadığını bildirmektedir. Bu ayet, din konusundaki yardım sorumluluğumuzu bile aramızda anlaşma bulunan topluluklara karşı olmama şartına bağlamıştır. Enfal 73. ayette, bu emri yerine getirmediğimiz takdirde kâfirlerin, kendi yönetimlerinde olan müslüman azınlığa karşı çatışma ve fesat ortaya çıkaracakları belirtilmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

73. Kâfirlik edenlerden her biri de diğerinin koruyup kollayıcısıdır. Eğer bunu (birbirinizi koruyup kollama görevini bu şekilde) yapmazsanız orada[1*] fitne / çatışma ve büyük bir fesat ortaya çıkar[2*].

[1*] Müslümanların yaşadığı o yerde.

[2*] Mekke’deki müslümanlara yönelik yapacağınız ve anlaşma koşullarınızın dışında kalacak her türlü girişim, oradaki müslümanlara karşı olumlu değil olumsuz sonuçlar meydana getirir. Çatışma ve bozulma ortamı oluşur ve müslümanların katline neden olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

74. İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler ile (hicret eden mü'minleri) barındırıp onlara yardım edenler işte bunlar gerçek mü'minlerdirler.[*] Onlara mağfiret ve bolca rızık vardır.

Gerçek mü'minler bunlardır işte... İmanın somutlaştığı gerçek tablo budur. Bu dinin ortaya çıkışının ve varoluşunun gerçek tablosudur bu. Çünkü bu din, sadece teorik temelini duyurmakla, sırf inanmakla, hatta sırf ibadet adı taşıyan davranışları yerinè getirmekle gerçek anlamda varolmaz. Bu din hareketli bir toplumun şahsında somutlaşmadığı sürece fiilen varolmuş sayılmayan bir hayat sistemidir. Bu dinin inanç düzeyindeki varlığına gelince, bu teorik bir varlıktı. İşaret ettiğimiz gibi, hareketli ve realist bir şekilde temsil edilmediği sürèce gerçekleşmiş olamaz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

75. Sonradan inanıp güvenen, göç eden ve sizinle beraber olup cihad edenler / ellerinden geleni yapanlar... İşte onlar da sizdendir. Ama kan bağı ile akraba olanlar, olmayanlara göre Allah'ın kitabında önceliklidirler[*]. Allah, her şeyi bilir.

Bütün müminler birbirinin yakınıdır. Bu yakınlık miras açısından değildir. Mümin olmasalar bile miras soy yakınlığına göre paylaştırılır (Ahzab 33/6, Nisa 4/7,11, 33 ve 176.) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)