Göklerde ve yerde tüm yetkiler Allah’ındır. O saat / Mezardan kalkış saati geldiği gün, işte o gün, bâtıla Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. dalanlar kaybedeceklerdir.
O gün bütün inanç sahibi gurupları diz çökmüş olarak görürsün. Her inanç gurubu, kendi kayıtlarına davet edilir. "Bugün yaptıklarınızın karşılığını alacaksınız" denir.
İşte bunlar Bizdeki kayıtlar; sizinle ilgili her şeyi bütün gerçekliğiyle anlatır. Çünkü dünyada iken yaptığınız her şeyin bir kopyasını alıyorduk.” (Casiye 27-29)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Hâ, Mîm.
2.
Bu Kitap, Azîz; daima üstün olan ve Hakîm; doğru kararlar veren Allah tarafından indirilmiştir.
3.
Şüphesiz göklerde ve yerde müminler için birçok âyetler vardır.[*]
Kafirlere durumları ve bu kitaba karşı takındıkları olumsuz tavır gözler ününe serilmeden önce, çevrelerindeki
evrene serpiştirilmiş Allah'ın ayetlerine işaret ediliyor. Bu ayetler bile tek başlarına onların inanmaları için
yeterlidirler. Kur'an-ı Kerim, belki uyanır, kilitli kapıları açılır, bu kitabı indiren ve şu koca evrenin yaratıcısı olan
Allah'a karşı duyarlılıkları harekete geçer diye kalplerini bu ayetlere yöneltiyor:
"Göklerde ve yerde müminler için nice dersler vardır."
Göklerde ve yerde bulunan Allah'ın ayetleri sadece bir varlık ile, sırf bir durum ile sınırlandırılamazlar. İnsan nereye
bakarsa baksın, şu olağanüstü evren içinde Allah'ın ayetleri ile karşılaşacaktır. Hem evrendeki hangi şey ayet
değildir ki?
Kocaman cisimleriyle, akıl almaz boyuttaki galaksileri ile, yörüngeleri ile şu gökler. Buna rağmen uzay boşluğuna
fırlatılmış birer tanecik gibidirler. Şu dehşet verici, şu korkunç ve şu güzel uzay...
Gök cisimlerinin kendi yörüngelerinde kesintisiz, dikkatle ve ahenkle dönüşleri... Göz bu ahengin seyrine doymaz.
Kalpler bu ahengi düşünmekten bıkmaz...
İnsana göre son derece geniş ve büyük görünen ama büyük yıldızlar karşısında, sonra içinde kaybolduğu uzay
karşısında bir zerre, bir toz gibi duran şu yeryüzü... Şayet uzaydaki hiçbir şeyin kaybolmasına izin vermeyen
evrensel yasayla her şeyi bir düzen içinde tutan ilahi güç olmasaydı yeryüzü korkunç uzay boşluğunda kaybolup
giderdi.
Ayrıca yüce Allah'ın evrenin sistemi içindeki özel yörüngesinde yüzen şu yeryüzünün yapısına yerleştirdiği hayatın
meydana gelişine, devamına ve çeşitlenmesine elverişli birbiriyle bütünleşmiş, birbiriyle karışmış, birbiriyle ahenk
oluşturmuş özellikler... Bu özelliklerden biri yok olsa veya değişse yeryüzünde hayatın meydana gelmesi ve sürmesi
mümkün olmayacaktır. (Furkan suresi, 2. ayetin tefsirine bakınız.)
Yeryüzündeki canlı-cansız her varlık bir ayettir. Yeryüzündeki canlı-cansız her varlığın her parçası ayettir. Küçüğü ve
incesi de tıpkı büyüğü, kocamanı gibi ayettir. Şu koskoca ağaçtaki veya şu küçücük bitkideki yaprak ayettir. Biçimi
ve hacmi bakımından ayettir. Rengi ve kendine özgü duyu organları bakımından ayettir. Evrenin düzeni içinde
üstlendiği rol ve yapısı bakımından ayettir. Hayvan ya da insanın bedenindeki şu kıl ayettir. Özellikleri, rengi ve
hacmi bakımından bir ayettir... Kuşun kanadındaki şu tüy ayettir. Yapısının temel maddesi, uyumlu yapısı ve görevi
bakımından ayettir... İnsan şu yeryüzünde veya gökyüzünde nereye bakarsa baksın üst üste binmiş, yığınlarca ayet
görecektir. Bu ayetler aracısız onun kalbine, kulağına ve gözüne kendi varlıklarını duyuracaklardır.
Fakat, bu ayetleri kim görebilir? Kim duyabilir? Bu ayetler kendilerini kime anlatabilirler? Kime?
"Müminler için..: '
Çünkü kalplerin yankıları, parıltıları ve sızıntıları algılayacak şekilde açık olmalarını, yüce Allah'ın yerde ve gökteki
ayetlerini hissedecek duyarlılığa sahip olmalarını sağlayan imandır. Kalplere sevecenliğini, tatlılığını veren imandır.
Odur kalpleri canlandıran, inceltip şeffaflaştıran. Evrene yerleştirilmiş gizli açık mesajları algılamasını sağlayan
O'dur. Bütün bu mesajlar sanatkâr ilahi ele işaret etmektedirler. Bu durum, ilahi elin şekil verdiği, meydana
getirdiği canlı cansız her varlığın ortak ve belirgin özelliğidir. Çünkü Allah'ın elinden çıkan her şey bir mucizedir,
olağanüstüdür. Allah'ın yarattığı hiçbir varlık böyle bir mucize meydana getiremez. (Seyyid Kutub Tefsiri)
4.
(Allah’ın) sizi yaratmasında ve yaydığı canlılarda, kesin bilgiye ulaşmak isteyen bir topluluk için ayetler / göstergeler vardır.[*]
Olağanüstü yapıda, eşsiz özelliklere sahip, latif, ince ve çok çeşitli görevlerle donatılmış bir varlık olarak insanın
yaratılışı bir mucizedir. Sık sık yenilenmesinden ve çok yakınımızda gerçekleşmesinden dolayı unutulan bir mucize...
Fakat insan bedenindeki herhangi bir organın organik yapısı o kadar karmaşıktır ki, insanı şaşkına çevirir, dehşeti ve
yapısının olağanüstülüğü insanın başını döndürür.
Tek hücreli amiplerle ve onlardan daha büyük canlılardaki en basit şekliyle bile hayat bir mucizedir. Ya insan gibi
karmaşık ve akıl almaz bir organizmaya sahip bir canlı?.. Üstelik insanın ruhsal yapısı organik yapısından daha
karmaşık, daha akıl almaz ve daha içinden çıkılmazdır.
Çevresinde dolaşan ve sayılarını Allah'tan başka kimsenin bilemediği değişik renklere, türlere, biçimlere ve
hacimlere sahip canlılar... En küçüğünün yaratılışı da tıpkı en büyüğününki gibi bir mucizedir. Hareketleri bir
mucizedir. Yeryüzündeki hayatının bütünlük içindeki oranı bir mucizedir. Öyle ki hiçbir tür kendisi için belirlenen
sınırı aşamaz. Varlığı ve yaşama süresi bu çerçeve içinde koruma altındadır. Başka türleri kaplayıp yok etmesine
için verilmez. Çeşitli türden ve renkten canlıların dizginini elinde bulunduran el, bir hikmet ve plan uyarınca onları
çoğaltır veya azaltır. Onlardan her birine aralarındaki genel dengeyi koruyacak özellikler, güçler ve görevler verir.
Akbabalar uzun yıllar yaşayan ve leş yiyen yırtıcı kuşlardır. Buna karşılık serçelere ve sığırcık kuşlarına oranla az
ürerler, bıraktıkları yumurta ve yavru sayısı çok azdır. Şayet akbabalar da serçeler gibi üreselerdi durum ne olurdu?
Bütün kuşların kökünü nasıl kuruturlardı, bir düşünelim?
Hayvanlar aleminde de yılan öyledir. Acaba yılan ceylanlar ve koyunlar gibi üreseydi ne olurdu? Ormanlarda yiyecek
ve canlı hayvan namına birşey kalmazdı. Ne var ki dizgini elinde tutan el, yılanların üremesini istenen ölçüde
tutuyor. Eti yenen ceylan ve koyun gibi hayvanların da belirlenmiş bir nedene bağlı olarak çok üremelerine izin
veriyor.
Bir tek sinek bir yumurtlama döneminde yüzbinlerce yumurta bırakıyor. Buna karşılık en çok iki hafta yaşayabiliyor.
Acaba sinekler kontrolden çıkıp aylarca veya senelerce yaşasalardı durum ne olurdu? Sinekler bedenlere çullanıp
gözleri oymaya başlamazlar mıydı? Fakat herşeyi yönlendiren ilahi güç, özenle belirlenen bir plana uygun olarak
herşeyi kontrol altında tutuyor. Bu planda her ihtiyaç, her durum ve her şart gözönünde bulundurulmuştur.
İşte böyle... İnsanlık aleminde, hayvanlar aleminde, herşey yaratılışı, özellikleri, ölçüsü ve planı bakımından bir
mucizedir. Hepsi de kendi kendini anlatan mucizelerdir. Ama kime? Bu mucizeleri gören, düşünen ve kavrayan
kimlere?
"Kesin olarak inanan kimseler için: '
"Yakin" olarak ifade edilen kesin inanç kalpleri algılamaya, etkilemeye ve yumuşamaya hazırlayan bir durumdur.
Kesin inanç kalpleri sakinleştirir, yatıştırır, onlara kararlılık verir. Evrensel gerçekleri, kararsızlıktan, şaşkınlıktan,
değişken duygulardan uzak rahat, sakin ve huzurlu bir duyguyla algılamasını sağlar. Böylece algıladığı en ufak
şeyden varlık alemindeki en büyük sonuçları çıkarır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
5.
Gece ile gündüzün art arda gelmesinde, Allah’ın gökten indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra canlandırdığı rızıkta, rüzgarları farklı yönlerden ve farklı özelliklerde estirmesinde de aklını kullanan / doğru bağlantılar kuran bir topluluk için ayetler / göstergeler vardır![*]
Gece ve gündüzün dönüşümlü olarak gelmesi, insan ruhu üzerindeki taze etkisini tekrarın yıprattığı büyük bir
olaydır! İlk defa gündüz ile veya gece ile karşı karşıya kalan bir insan için bundan daha ilginç daha olağanüstü
etkiye sahip bir olay var mı? Algılama yeteneğini kaybetmemiş açık bir kalp her zaman bu olağanüstülüğü görür.
Bu olağanüstülük karşısında her zaman ürperir. Gece ve gündüzü gördükçe tüm evreni evirip çeviren Allah'ın elini
görür...
Beşeri bilimler gelişmiş, bazı evrensel olaylara ilişkin bilgileri artmış, genişlemiştir. Bugün insanlar gece ve
gündüzün, dünyanın yirmi dört saatte bir güneş önünde kendi ekseni etrafında dönmesi sonucu meydana gelen iki
olay olduklarını biliyorlar. Fakat bu bilgi olayın olağanüstülüğünden birşey götürmez. Çünkü dünyanın dönüşü de
başlı başına bir mucizedir. Bu cismin, kendi ekseni etrafında, bu düzenli hızıyla havada gezinmesi, uzay boşluğunda
hiçbir şeye dayanmadan yüzmesi ancak onu tutan ve yönlendiren ilahi güçle mümkündür. Bu değişmez düzeni
belirleyen, canlı ve cansız varlıkların uzay boşluğunda yüzen, dolaşan, dönen bu gezegen üzerinde durmalarını
sağlayan sistemi yerleştiren işte bu ilahi güçtür.
İnsanların bilgileri arttıkça canlıların hayatı açısından bu iki olayın ne kadar önemli olduklarını kavrıyorlar. Şu
gezegen üzerindeki vakitlerin gece ile gündüz arasında bu oranda bölünmesinin hayatın varlığı ve devamı için
gerekli olan başlıca etken olduğunu ve şayet bu iki olay şimdiki ölçü ve düzende gerçekleşmeselerdi yeryüzündeki
herşeyin özellikle canlılar arasında bu ayette muhatap olan insanların hayatının değişeceğini biliyorlar. Bu yüzden bu
iki olayın insanın algılayışı açısından önemi azalmadan, üstelik artarak devam etmektedir.
"Allah'ın rızık vermek için yağmur indirip yeri onunla ölümünden sonra diriltmesinde..: '
Bu ayette geçen rızık kavramı ile gökten inen su kastedilmiş olabilir. Nitekim eski kuşak tefsirciler bu şekilde
anlamışlar. Oysa gökten inen rızık daha geniş kapsamlıdır. Örneğin gökten dünyamıza inen ışınlar, toprağın
canlanması üzerinde sudan daha az etkili değildir. Hatta Allah'ın izniyle suları meydana getiren bu ışınlardır. Çünkü
denizlerden suyun buharlaşmasını sağlayan güneşin sıcaklığıdır. Buharlaşan sular bir süre sonra yoğunlaşarak yere
yağmur halinde yağar. Pınarlarda, nehirlerde akar ve ölümünden sonra toprak bu su sayesinde canlanır. Toprağın
canlanmasında su, sıcaklık ve ışık aynı oranda etkili olmuşlardır. "Rüzgarı estirmesinde."
Rüzgarlar, şu akıllara durgunluk veren evrenin planında öngörülen ince ve ahenkli düzen uyarınca kuzeyden,
güneyden, doğudan, batıdan, ters yönden, aynı yönden sıcak, soğuk eserler. Evrenin planında herşeyin hesabı en
ince noktasına kadar yapılmış, hiçbir şey kör tesadüfe bırakılmamıştır. Rüzgarın esmesinin, dünyanın dönüşü, gece
ve gündüz olayı ve gökten inen rızıkla yakın ilişkisi vardır. Bu olayların tümü yüce Allah'ın evreni yaratmaya ve onu
dilediği gibi yönlendirmeye ilişkin iradesinin gerçekleşmesi için birbirlerine yardımcı olmaktadırlar. Bütün bu
olaylarda evrene serpiştirilmiş ayetler vardır. Ama kime?
"Aklını kullanan kimseler için..: '
İşte burada akla iş düşüyor. Bu alanda kullanabileceği geniş bir imkan vardır.
Bunlar yüce Allah'ın evrende sergilediği bazı ayetlerdir. İşte, kesin inanan ve akıllarını kullanan müminlere yönelik
bu anlam yüklü mesajlarla bu ayetlere işaret ediliyor. Allah'ın Kur'an'daki ayetleri aracılığı ile bu evrensel ayetlere
işaret ediliyor, kalplere dokunuluyor, akıllar uyarılıyor ve doğrudan doğruya fıtratın diliyle insan fıtratına hitap
ediliyor. Çünkü insanın fıtratı ile evren arasında gizli ve köklü bir bağ vardır. Bu yüzden fıtratın uyanması için Kur
an ayetleri gibi birkaç anlamlı cümlenin dışında bir şey yapmak gerekmez. Dolayısıyle Kur an ayetlerine inanmayan
birinin onun dışında bir şeye inanması beklenemez. Bu anlamlı işaretlerin uyandıramadığı bir kalbi, bu etkin
mesajdan sonra hiçbir çığlık uyandıramaz. (Seyyid Kutub Tefsiri)
6.
İşte bunlar, Allah`ın âyetleridir. Bunları sana gerçek olarak okuyoruz. Allah`tan ve O`nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?[*]
Bunlar Allah’ın yaratılmış ayetleridir. Aynı zamanda bu ayetler, inanıp güvenmek ve emin olmak isteyenler için birer göstergedir. Allah’ın yarattığı ayetler ile yazılı ayetleri arasındaki bu uyum 5. ayette de belirtildiği gibi “Aklını kullanmak” koşuluyla bulunabilir. Kur’an-ı Kerim’de “aklınızı kullanmak” , “bilgilerinizi kullanmak” ve “dik duruşlu olmak” koşulları sağlandığı takdirde Allah’ın ayetlerinin açıkça anlaşılabileceği pek çok ayette buyrulmuştur. Her insanın ölmeden önce Allah’ın ayetlerinin gerçek olduğunu, kendi içinde ve etrafında yapacağı gözlemlerle mutlaka anlayacağı Fussilet 41/53’te belirtilmiştir.
Onlara, çevrelerinde ve kendilerinde olan ayetlerimizi göstereceğiz. Sonunda onun (Kur’ân’ın) tümüyle gerçek olduğu, onlar için net olarak ortaya çıkacaktır. (Onlar itiraf etmeseler de) Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? (Fussilet 41/53) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
7.
Durmadan yalan uyduran günahkârların vay haline!
8.
Allah`ın ayetlerinin kendisine okunduğunu işitir de sonra büyüklük taslayarak sanki onları hiç işitmemiş gibi inkârda direnir. Onu, acı bir azapla müjdele![*]
Bu çirkin tablo, gerçi Mekke'deki bir grup müşrikin tablosudur ama, her cahiliye toplumunda yinelenen bir olgudur.
Bugün de yarın da görülecektir. Hatta müslüman olduklarını ileri süren bazı insanlar da kendilerine okunan Allah'ın
ayetlerini dinledikleri halde duymamış gibi büyüklük taslayarak kendi batıl tutumlarını sürdürürler. Çünkü bu ayetler
arzusuna uymaz, öteden beri alışageldiği gelenekleri ile uyuşmaz, yanlış düşüncesine destek olmaz, kötülüğünü
onaylamaz, amacına uygun düşmez.
"Onu, acı bir azapla müjdele."
Aslında müjde iyilik içindir. Ama burada alay etme amacı ile kullanılıyor bu ifade. Mademki uyarıya kulak vermiyor,
şu halde beklenen felaket uyarısı bir müjde biçiminde duyurulsun. Bu da, onu daha çok aşağılamak, daha fazla alay
etmek için kullanılıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
9.
Âyetlerimizden bir şey öğrenince onu alaya alır.[*] Onlar için alçaltıcı bir azap vardır!
Yani: ya âyetlerimizi işitmezler ya da işittiklerini alay konusu ederler. Kişi küçümsediği ve önemsiz gördüğüyle alay eder. Eğer alay edilen şey vahiy ve onun taşıdığı haberlerse, bu alayın yöneldiği makam doğrudan vahyin sahibi olan Allah’tır. Allah’la alay edecek kadar küstahlaşan biri, iflah olmaz bir hastalığa yakalanmış demektir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
10.
Önlerinde ise cehennem... Kazandıkları şeyler de Allah ile aralarına koydukları velileri / en yakınları da hiçbir işlerine yaramayacak. Onlara büyük bir azap vardır.
11.
İşte doğru yolu gösterecek olan bu
Kur’an’dır. Rabb’lerinin âyetlerini inkâr edenlere gelince, onlar için dayanılmaz iğrenç bir azap vardır.
BÖLÜM 2
12.
Allah size denizi boyun eğdirdi ki, içinde gemiler O’nun emriyle akıp gitsin, lütfundan istekte bulunasınız ve şükredebilesiniz.[*]
İnsan denen şu küçük yaratık, yüce Allah'ın gözetiminden büyük pay alıyor. Yüce Allah dehşet verici evrende
yeralan tüm varlıkları onun hizmetine vermiş, değişik yönlerden onlardan yararlanmasını dilemiştir. Bu yararlanma
evrene egemen olan yasalar sisteminin bir yönünü ortaya çıkarmakla mümkündür. Evren bu yasalara göre hareket
eder ve kesinlikle onların dışına çıkmaz. Şayet evrene egemen olan yasalar sisteminin bir yönü ortaya
çıkarılmasaydı insanoğlu sınırlı ve basit gücüyle evrenin dehşet verici güçlerinden yararlanamazdı. Hatta onunla
birlikte yaşayamazdı. Şu ufak tefek yaratık, korkunç güçlerden, enerji kaynaklarından ağırlıklardan ve cisimlerden
meydana gelen bu dev varlıkla birlikte hayatını sürdüremezdi.
İşte bu korkunç enerji kaynaklarından biri de denizdir. Yüce Allah bu dev gücü insanın hizmetine sunmuş, onun
yapısına ve özelliklerine ilişkin bazı sırları önüne açmıştır. İnsanoğlu öğrendiği sırlardan biri sayesinde bu dehşet
verici yaratığın üstünde yüzen gemiyi yapmıştır. Geminin içinde korkmadan denizin dağ gibi dalgalarının arasından
süzülür gider. "Gemiler onun emri uyarınca denizde yüzsünler diye..." Çünkü denizi bu niteliklere sahip olarak
yaratan Allah'tır. O'dur geminin ana maddesini bu özellikte yaratan. Hava basıncını, rüzgarın hızını ve yer çekimini
vareden O'dur. Geminin denizde yüzmesini sağlayan diğer özellikleri de O yaratmıştır. İnsana bütün bunları
göstermiş, onlardan yararlanmasına imkan hazırlamıştır. Bunun yanısıra insana denizden başka türlü de
yararlanmasını göstermiştir: "Lütfedip verdiği rızkı aramanız için..." Denizden çıkarılan ürünler, süs eşyaları gibi...
Aynı şekilde ticaret, bilgi, deneyim, spor, turizm gibi Allah'ın lütfu sayesinde denizlerden yararlanılan daha nice
rızıklar, güzellikler...
Yüce Allah denizi ve gemiyi Allah'ın lütfedip verdiği rızıkları arasınlar; bahşettiği lütuflara ve nimetlere karşı,
hizmetlerine sunduğu evrensel güçlere, gösterdiği evrensel sırlara karşı ona şükretsinler diye insanların hizmetine
sunmuştur: "Belki artık şükredersiniz." Yüce Allah bu Kur'an aracılığı ile insan kalbini bu hakkın borcunu ödemeye,
bu ufukla bağlantı kurmaya, kendisiyle evren arasındaki kaynak ve hedef birliğini kavramaya yöneltiyor. Onunla
evrenin birlikte yöneldikleri hedefin Allah olduğunu bildiriyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
13.
Göklerde ne var, yerde ne varsa tümünü, O’ndan bir lütuf olarak size boyun eğdirmiştir. Bunda, derin derin düşünen bir topluluk için elbette ibretler vardır.[*]
Varlıklar aleminde bulunan herşey O'ndan gelmiş, O'na gidecektir; hepsini O varetmiştir, yönlendiren O'dur hepsini;
onları insânların hizmetine sunan, kullanılır duruma getiren O'dur... Ama insan denen şu küçücük yaratık, Allah
tarafından evrene egemen olan yasalar sisteminin bir yönünü öğrenmek, evrenin güç ve enerji kaynaklarını
hizmetine almak, böylece gücünü ve enerjisini büyük ölçüde artırmak gibi özelliklerle donatılmıştır. Bütün bunlar
yüce Allah'ın insana yönelik lütfudur. Bütün bunlarda düşünen, aklını kullanan, aklıyla ve kalbiyle bu güç ve
enerjileri yönlendiren, onları idare eden sanatkâr elin uyarıcı dokunuşlarını izleyen kimseler için ayetler vardır,
çıkarılacak dersler vardır.
Bir fikir, bir düşünce sırrını ortaya çıkardığı güç ve enerjileri aşıp bu güç ve enerjilerin kaynağına, bunlara egemen
olan evrensel yasalar sistemine, bu yasalarla insanın öz yaratılışı arasındaki bağa yönelmedikçe doğru, derin ve
kapsamlı bir düşünce olamaz. İşte bu bağ, insanın evrensel yasalar sistemi ile iletişim kurmasını, onları kavramasını
kolaylaştırmıştır. Bu bağ olmasaydı, insanoğlu evrensel yasalar sistemi ile iletişim kuramayacak, onları
kavrayamayacaktı. Evrensel güç ve enerji kaynaklarını öğrenemeyecek, onlara hükmedemeyecek, hizmetine
alamayacak, onlardan yararlanamayacaktı. (Seyyid Kutub Tefsiri)
14.
İman edenlere söyle ki: Allah’ın ceza günlerinin gelip çatacağını beklemeyenlerin ezalarına Üzme, sıkıntı verme. aldırış etmesinler, kusurlarını bağışlasınlar. Çünkü nasılsa Allah, herkese yaptıklarının karşılığını verecektir (iman edenlere de sabır ve aflarının ödülünü verecektir.)[*]
Bu, Allah'ın günlerinin geleceğini ummayanlara karşı müminlerin hoşgörülü olmalarını öngören saygın bir direktiftir.
Bu hoşgörü bağışlamanın, affetmenin gereğidir. Güçlülükten, üstünlükten kaynaklanır bu hoşgörü. Büyüklüğün,
erdemliliğin sonucudur bu hoşgörü. Gerçekten de Allah'ın günlerini ummayanlar şefkate muhtaç zavallılardır. Bu
zavallılıkları kimi zaman insana güç, zenginlik, rahmet ve cömertlik duygularını bahşeden coşkun kaynaktan; Allah a
iman kaynağından, Allah'a güven duygusundan, onun himayesine girip korunmaktan, sıkıntı ve felaket anlarında ona
sığınma duygusundan yoksun oluşlarından kaynaklanıyor. Aynı şekilde, evrensel yasaların planı ile ve bunların arka
planındaki güç ve zenginlik kaynakları ile bağlantılı olan gerçeği bilmeyişleri de zavallılıklarının bir diğer nedenidir.
İman hazine ve servetine sahip bulunan, imanın verdiği merhamet ve coşku duygularıyla beslenen müminler, şu
zavallı yoksulların taşkınlıklarını ve ahmaklıklarını bağışlayacak kadar alicenaptırlar, büyüktürler.
Bu, meselenin bir yanı. Öte yandan bu müminler meseleyi bütünüyle Allah'a bırakmalıdırlar. Yüce Allah iyilik
yapanın iyiliğinin ve kötülük yapanın kötülüğünün karşılığını verir. Bunun yanı sıra müminlerin kötülükleri
bağışlamalarını da onların iyiliklerinin hesabına kaydeder. Doğru olarak bu hoşgörü bozgunculuğun her tarafı
kaplamadığı, Allah'ın sınırlarını ve yasaklarını çiğnemediği durumlar için söz konusudur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
15.
Her kim iyi bir iş yaparsa onun faydası kendisinedir. Kim de kötülük yaparsa zararı yine kendinedir. Sonra hep Rabbinize döndürüleceksiniz.
16.
Şurası kesin ki İsrailoğullarına Kitap, hikmet ve nebîlik[*] vermiştik. Onları temiz şeylerle rızıklandırmış ve çağdaşlarına üstün kılmıştık.
Nebi kendisine Kitap verilen kişidir. Allah Enam suresinde on sekiz nebisini anlatır ve 89 ayetin ilk cümlesinde şöyle der; "İşte bunlar kendilerine kitap, hikmet ve nebilik verdiğimiz kimselerdir..." Aynı şekilde Bakara 213'te de Allah nebilere kitap verdiğini söyler. "İnsanlar tek bir toplumdu. Allah, müjde veren ve uyarılarda bulunan nebiler görevlendirdi. Ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye nebilerle birlikte, gerçekleri içeren kitaplar da indirdi. İhtilafa düşenler, daima kendilerine kitap verilenler oldu. Bu da açık ayetler geldikten sonra birbirlerine üstünlük kurma gayretlerinden kaynaklandı. Sonra Allah, ayrılığa düştükleri gerçekler konusunda, inanıp güvenenleri, kendi onayıyla doğruya yöneltti. Allah, gereğini yapanı doğru yola yöneltir." Gelenekte resullere kitap verildiği söylenir ama Kur'an'da açıkça nebilere kitap verildiğini görüyoruz. Maide 99. ayet resulün görevini açıklar; Resule düşen, tebliğden başka bir şey değildir. Allah sizin açığa vurduklarınızı da gizlediklerinizi de bilir. Nebiler aldıkları Kitabı / vahyi insanlara iletmekle görevli olduğu için her nebi aynı zamanda resuldür. (Onur)
17.
Onlara, görevleri hakkında açık belgeler vermiştik. Ama onlar, kendilerine o bilgi (kitap ve hikmet) geldikten sonra birbirlerine üstünlük kurma çabalarından dolayı ihtilafa düştüler. Senin Rabbin / Sahibin, ihtilafa düştükleri konularda kıyamet / mezardan kalkış günü aralarında karar verecektir.
O bilgi (ilim), Kur’an bilgisidir. Aynı kelimenin kullanıldığı ve bir kitap olarak Kur’an’dan bahseden benzer ayetleri incelediğimizde bu bilginin, Kur’an’nın ayetleri ayetler ile açıklayan kendi iç bağlamı (tevili) olduğu anlaşılmaktadır. Son nebinin geleceğini bilen ve onu bekleyen İsrailoğulları, Kur’an’nın Allah’ın kitabı olduğunu bu bilgi sayesinde idrak etmişler ancak hemen sonrasında kıskançlıkla ihtilafa düşmüşlerdir. Çünkü önceki kitapların ehli (ustaları) hangi topluma bir kitap, hikmet ve nebi gelirse onların çağdaşlarına üstün geleceğini gayet iyi bilmektedirler. Dolayısıyla gelecek nebiye inanmak sorumluluğu ile mevcut üstünlüklerini devam ettirmek arasında tercih yapmaya mecbur kalmışlardır. Bu oldukça zorlu bir imtihandır. Bkz. Al-i İmran 3/7 ile Bakara 2/286 ve dipnotları
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
18.
Sonra seni de aynı görevlerle bir şeriat[*] / yol üzerinde (olmakla) görevlendirdik. Sen o şeriata uy; bilmeyenlerin arzularına uyma.
[Şeriat] kelimesi Arap dilinde sözlük olarak “su kaynağına giden yol”, “insanların ırmaklardan ve benzeri şeylerden su almaya vardıkları yer” anlamına gelmektedir. Bu anlamıyla “şeriat”, suyun canlı hayat için vazgeçilmezliği noktasında insan hayatı için huzur ve sosyal refah yolunu gösteren ahlaki ve pratik hayata dair kurallar sistemini ifade eden “kanun”, “hukuk”, “dini ve dünyevî bir nizam”, “hayata dair emirler”, “ilkeler”, “esaslar”, “prensipler” gibi anlamlar içermektedir. (Mehmet Okuyan Tefsiri)
19.
Onlar, Allah'tan gelecek olan hiçbir şeyi senden savamazlar. Zalimler, birbirlerinin velileridirler, Allah ise takva[1*] sahiplerinin velisidir.[2*]
[1*] Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
[2*] Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)
20.
Bu Kur’an, insanlar için doğruyu kavrama yöntemi, doğruluk rehberi ve tatmin olmuş bir topluluk için rahmettir.[*]
Kur'an-ı Kerim'in insanlara yönelik yol gösterici belgeler olarak nitelendirilmesi, Kur'an'ın yol göstericilik ve
aydınlatıcılık misyonunun anlamını daha da derinleştirmektedir. Doğrusu bu Kur'an yol gösteren, varlıkların
görülmesini sağlayan gözler gibidir. Kur'an özü itibariyle hidayettir. Başlıbaşına rahmettir. Fakat bütün bunlar kesin
bir inanca, kuşkuya yer vermeyen, kararsızlık bulaşmayan, şüpheden eser bulunmayan bir güvene bağlıdır. Kalp
kesin bir inanca, sarsılmaz bir güven duygusuna sahip olunca, izleyeceği yolu bilir, bocalamaz, telaşlanmaz, yolunu
şaşırmaz. O zaman yolunun açık, ufkunun aydınlık, amacının kesinleşmiş, hayat sisteminin ana hatlarıyla belirlenmiş
olduğunu görür. O zaman Kur'an, onun için kesin olarak bir nur, bir yol gösterici, bir rahmet olur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
21.
Yoksa kötülükleri işleyen kimseler kendilerini inanıp iyi ameller işleyenlerle bir tutacağımızı mı sandılar? Yaşamaları ve ölmeleri bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar.
BÖLÜM 3
22.
Allah, gökleri ve yeri o gerçek için (sizleri imtihan için) ve herkese çalışmasının karşılığının haksızlığa uğratılmadan verilmesi için yarattı.[*]
Burada, Allah'ın kendilerine gönderdiği kitaptan sapan, sürekli kötülük işleyen, buna rağmen kendilerini müminlerin
çizgisinde gören, kendilerini sürekli yapıcı ve salih ameller işleyen müslümanlarla bir tutan, dünya hayatında veya
ölümde, yani hesaplaşma ve mükafat alma sırasında Allah'ın ölçüsünde onlarla eş sayan ehli kitaptan sözediliyor
olabilir. Aynı şekilde hitap genel de olabilir. Böylece kulların Allah'ın ölçüsündeki değerlerinin açıklanması, yapıcı
işler yapan, salih ameller işleyen müminlerin kefelerinin ağır bastığının belirtilmesi, kötülük yapanlarla iyilik
yapanları bir sayan anlayışın reddi, bu anlayışın varlıklar aleminin temeli olan değişmez ilkeye, yani hak ilkesine
ters düştüğünün vurgulanması hedeflenmiş olabilir. Varlıklar aleminin temeli olan hak ilkesi, evrenin yapısında
olduğu gibi Allah'ın şeriatının varlığında da somutlaşmaktadır. Evren bu ilkeye dayandığı gibi insanların hayatı da bu
ilkeye dayanır. Bu ilke, ancak kötülük yapanlarla, yapıcı salih ameller işleyenlerin her durumda farklı muamele
görmesi; herkesin kendi kazancına göre, yani sapıklığına veya doğru yolda oluşuna göre karşılık görmesi, tüm
insanlar için adalet ilkesinin uygulanması ile gerçekleşebilir. Böylece "Onlara haksızlık edilmez:'
Hak ilkesinin evren binasının temeli olduğu, bu ilkenin Allah'ın insanlara gönderdiği şeriatla yakın ilişkili olduğu ve
hesaplaşma gününde, dünyada işlenenlerin karşılık alacağı günde, bu ilkeye göre hüküm verileceği mesajı Kur'an'da sık sık tekrarlanır. Çünkü islam inanç sisteminin temel prensiplerinden biri haktır. Değişik meseleler bu ilke
etrafında yoğunlaşır. İç alemle ve dış alemle, evrene egemen olan yasalar sistemi ile ve insanların hayatına
hükmeden şeriatla ilgili her mesele bu ilkeyle bağlantılıdır. Bu ilke "İslamın evrene, hayata ve insana bakış açısı"nın temelidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
23.
Kendi arzusunu kendine ilah edineni gördün mü[1*]? Bilerek yaptığı için Allah onu sapık saymıştır. (Sanki[2*]) onun kulağına ve kalbine mühür basmış, gözüne de perde çekmiştir. Allah kabul etmedikten sonra artık onu kim doğru yolda sayabilir. Bilginizi kullanmaz mısınız?
[1*] Kendi arzu ve isteklerini öne alıp Allah’ın emirlerini ikinci sıraya atanlar (Bakara 2/171, Furkan 25/43, Naziat 79/37-39).
[2*] İnanmayanların Kur’an karşısındaki tavırları, temsili istiare (alegori) denen sembollerle canlandırılmıştır. Mecaz çeşitlerinden olan istiarede gerçek anlamı kastetme ihtimali olmadığı için benzetme edatı kullanılmaz. Türk okuyucular, bu gibi ayetlerde geçen ifadeleri (bizim dilimizde alışılmamış anlam kalıpları olduğundan) mecaz değil, gerçek sanabileceği için benzetme edatı olarak “sanki” kelimesini kullanma zorunluluğu doğmuştur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
24.
Şöyle dediler: “Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur; ölürüz, yeniden hayat buluruz. Bizi sadece zaman helâk eder[*].” Halbuki onların bu konuda bir bilgileri yoktur. Onlar sadece zanna dayanırlar.
İşte böylesine dar, böylesine kısır bir görüşe sahiptiler. Onlara göre hayat, bu dünyada gözleriyle gördükleri
bölümdür. Bir kuşak ölür bir diğer kuşak doğar. Görünüşe bakılırsa ölüm onlara ulaşmıyor, sadece günler geçiyor,
zaman dürülüyor. Onlar ölüyorlarsa, yaşama sürelerini sona erdiren, bedenlerine ölümü ulaştıran, böylece onları
öldüren zamandır.
Hiç kuşkusuz bu, dış görünüşü aşamayan, dış görünüşün arka planındaki sırları araştırmayan yüzeysel bir görüştür.
Mademki, ölüm belli bir düzen uyarınca, belirlenmiş günlerin sonunda bedenlere ilişmiyor ve mademki sandıkları
gibi hayatlarına son veren günlerin geçmesidir, peki bu hayat nereden geldi onlara? Geldikten sonra kim alıp,
götürüyor hayatlarını? Halbuki yaşlılar gibi çocuklar da ölüyor. Hastalarla birlikte sağlıklılar da ölüyor. Zayıflar gibi
kuvvetliler de ölüyor. Öyleyse meseleyi dikkatlice eşeleyen, sebeplerin gerçek mahiyetini bilmek, kavramak isteyen
biri açısından ölümü zaman olgusu ile açıklamak mümkün olmayacaktır.
Bunun için yüce Allah onlarla ilgili olarak şöyle diyor:
"Onların bu hususta bir' bilgisi yoktur, sadece böyle zannederler."
Akıl almaz, boş, karmaşık bir zandır bunlarınki. Bir düşünceye, bir bilgiye dayanmıyor. Meselelerin özünü anlamayı öngörmüyor. Hayat ve ölüm olaylarının ötesinde insanın iradesinden başka
bir iradenin, günlerin geçmesinden başka bir sebebin varlığına tanıklık eden sırra bakmıyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)
25.
Kendilerine açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman, delilleri ancak şunu demekten ibaret olmuştur: "Haydi, babalarımızı getirin, (eğer öldükten sonra dirilme var sözünde) doğru iseniz."[*]
Bu söz de tıpkı az önceki gibi, yaratılışın yasalarını, bu konuda yüce Allah'ın öngördüğü hikmeti, bu hikmetin
ötesinde gizli bulunan ve derin ilahi hikmetle bağlantılı bulunan hayat ve ölüm sırrını kavrayamamış olmaktan
kaynaklanan yüzeysel bir görüştür. İnsanlar, amel edecek bir fırsat bulsunlar ve yüce Allah onlara bahşettiği
şeylerle onları sınasın diye yeryüzünde yaşıyorlar. Sonra da ölüyorlar, yüce Allah'ın belirlediği hesaplaşana ve hayat
devresindeki sınavın sonucu ortaya çıkana kadar. Bu yüzden insanlar öldükten sonra tekrar dünyaya dönmezler.
Çünkü belirlenen gün gelmeden ölenlerin gelmesini gerektiren bir hikmet yoktur. Dolayısıyle bazı insanlar öyle
istiyorlar diye ölüler dünyaya geri dönmezler. Çünkü varlıklar aleminin dayandığı büyük evrensel yasalar insanların
önerileri ile değişmezler. Bu yüzden onların apaçık ayetler karşısında ileri sürdükleri basit önerilerin gerçekleşme
imkanı yoktur: "Doğru sözlü iseniz babalarımızı getirin bakalım!"
Yüce Allah üstün hikmeti uyarınca planladığı süre dolmadan önce atalarım niçin getirecekmiş? Yüce Allah'ın ölüleri
diriltebileceğine inanmaları için mi? Ne tuhaf bir şey! Yüce Allah varoluş yasası uyarınca her an gözlerinin önünde
bir hayat varetmiyor mu? (Seyyid Kutub Tefsiri)
26.
De ki: "Size hayatı veren Allah’tır. Sonra sizi yine O öldürür, sonra da hepinizi, hakkında hiç şüphe olmayan kıyamet (dirilme) günü bir araya toplar; ama insanların çoğu bu gerçeği bilmezler."
BÖLÜM 4
27.
Göklerde ve yerde tüm yetkiler Allah’ındır. O saat / Mezardan kalkış saati geldiği gün, işte o gün, bâtıla Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. dalanlar kaybedeceklerdir.
28.
O gün bütün inanç sahibi gurupları diz çökmüş olarak görürsün. Her inanç gurubu, kendi kayıtlarına davet edilir. "Bugün yaptıklarınızın karşılığını alacaksınız" denir.
29.
İşte bunlar Bizdeki kayıtlar; sizinle ilgili her şeyi bütün gerçekliğiyle anlatır. Çünkü dünyada iken yaptığınız her şeyin bir kopyasını alıyorduk.”[*]
Daha birinci ayette, batıl taraftarlarının akıbeti vurgulanıyor. Onlar geleceğinden kuşku duydukları bugünde hüsrana
uğruyorlar. Sonra ifadeler arasından bakıyoruz ve birden dehşet verici genişlikte bir meydan çıkıyor karşımıza.
Bütün kuşaklar bu gezegen üzerindeki uzun-kısa yaşamlarını tamamlamış ve şimdi de bu meydanda toplanmışlardır.
Ümmet ümmet ayrılıp dizi üstü çökerek korkunç hesaplaşmayı beklemektedirler. Hiç kuşkusuz bütün insanların tek
bir alanda toplanarak oluşturduğu dehşet verici kalabalık korkunç bir sahnedir. Orada bulunanların tümünün dizüstü
çökmüş bulunmasının oluşturduğu manzara korkunçtur. Bundan sonra hesaplaşmanın başlayacak olması da
büsbütün dehşet vericidir. Her şeyden önce, kullarına nimetler bahşeden, onlara sayısız lütuflarda bulunan, ama şu
alanda toplanmış bulunanların çoğunun nimetlerine şükretmediği, lütuflarını anlayamadığı caydırıcı ve karşı
konulmaz güce sahip yüce Allah'ın huzurunda toplanılmış olması sahneyi daha bir korkunçlaştırıyor, insanı dehşete
salıyor.
Sonra şu dizüstü çökmüş, dehşetten donakalmış ve boğuk boğuk soluyan bu ölgün kalabalığa şöyle sesleniyor:
"Bugün size işlediğinizin karşılığı verilecektir. İşte kitabımız, aleyhinize konuşuyor, gerçeği söylüyor. Çünkü biz,
yaptıklarınızı yazıyorduk."
Böylece hiçbir amellerinin unutulmayacağını veya kaybolmayacağını anlıyorlar. Hem nasıl olabilir ki, herşey
yazılıyken, hiçbir şey Allah'ın bilgisinin kapsamının dışında kalmazken, ondan gizlenemezken?
Sonra değişik kuşaklardan ve farklı ırklardan oluşan bu kalabalık, bu milletler topluluğu iki gruba ayrılıyor. Yığınlarca
insan iki gruba bölünüyor: Müminler ve kafirler... Allah katında sadece bu iki bayrak ve sadece bu iki grup
geçerlidir. Allah'ın taraftarları (Hizbullah)... Ve şeytanın taraftarları (Hizbuşşeytan)... Bunun dışındaki tüm milletler,
mezhepler, ırklar ve ümmetler bu iki gruba katılıyorlar (Seyyid Kutub Tefsiri)
30.
İnanıp güvenen ve iyi işler yapanları, Rableri (Sahipleri) ikramı ile kuşatacaktır. İşte bu, apaçık bir başarıdır.
31.
İnkâr edenlere şöyle denilecektir: “Âyetlerim size okunmuyor muydu? Neden büyüklenip, suçlu bir toplum oldunuz?”
32.
“Allah’ın vaadi gerçektir; o saatin / mezardan kalkış saatinin geleceğinde şüphe yoktur!” denilince şöyle demiştiniz: “O saatin ne olduğunu bilmiyoruz. Biz bunu sadece bir olasılık olarak görüyoruz. Kesin bir kanaate varmış değiliz.”
33.
Yaptıklarının kötülükleri onlara gözükecek ve alaya aldıkları gerçek kendilerini çepeçevre kuşatacaktır.
34.
Ve onlara "Siz," denilecek, "bu [hesap] gününün geleceğine aldırmadığınız gibi Biz de bu gün size aldırmayacağız; sonuçta varacağınız yer ateştir ve size yardım edecek bir kimse de bulamayacaksınız;
35.
Bunun sebebi şudur; Siz Allah’ın âyetlerini alaya aldınız, dünya hayatı sizi aldattı. Artık bugün onlar, ateşten çıkarılmayacaklar ve kendilerinden özür dilemeleri de kabul edilmeyecektir.
36.
Bütün övgüler, göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.
37.
Göklerde ve yerde bütün azamet yalnız O’nundur; Azîz; daima üstün olan ve Hakîm; doğru kararlar veren O’dur.