Bir Rajasthan yüksek mahkemesi yargıcı, merkezi ve eyalet hükümetlerinden ineği Hindistan'ın ulusal hayvanı olarak ilan etmelerini ve onu öldürenlere müebbet hapis cezası vermelerini istedi. Yargıç Mahesh Chandra Sharma Hindistan Times'a "inek idrarının 11 faydasını sıraladı. "Ben vicdanımla konuştum. Dini metinlerimiz bize ineğin ne kadar önemli olduğunu anlatır. Gübresi ve idrarı bile bizim için faydalıdır” dedi Sharma'nın muhtemelen Çarşamba günü emekli olmadan önceki son söylediklerinden öne çıkanlar şöyle: 1. İneğin içinde 33 Crore tanrı ve tanrıçasının bulunduğuna ve Hindu mitolojisinde okyanusun çalkalanması sırasında hayvanın tanrıça Laxmi ile birlikte ortaya çıktığına inanılmaktadır. 2.İnek oksijen alan ve oksijen yayan tek canlıdır ve hayvan başlı başına bir hastanedir. 3. İnek idrarı karaciğeri, kalbi ve zihni sağlıklı tutar, vücudun bağışıklığını arttırır. Ayrıca yaşlanmayı yavaşlatır. 4. İnek idrarı içmek, önceki yaşamın günahlarından birini ortadan kaldırır. (19 Haz 2017, Hindistan Times)
İsrailoğulları altından boğa heykeli yapıp onu ilah edinmişti. Allah Musa aleyisselam vasıtasıyla altın gibi sarı tüyleri olan bir boğa kesmelerini istedi. Böylece hayvana yükledikleri kutsallıktan vaz geçmeleri istendi. Esasında kurban ibadetinin bir amacı da hayvanlara yüklenen kutsallığa son vermektir. Hindistan'da bu inanç hala devam etmektedir. Bir Hindu Müslüman olduğunda, kurban ibadetini yerine getirirken, eskiden ilah edindiği hayvanı öldürerek eski inancına dönmesi engellenmiş olmaktadır. Allah İsrailoğullarından bunu istemiştir. Surenin 67-71. ayetlerinde bu olay anlatılır.
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Elif, Lâm, Mim.
2.
İşte o Kitap budur.[1*] Bu konuda şüphe yoktur. Müttakîler[2*] / yanlışlardan sakınanlar için rehberdir.[3*]
[1*] el-kitâb (ٱلْكِتَٰبُ) o kitap yani Allah’ın kitabı anlamındadır. Her nebiye kitap verilmiştir (Bakara 2/136-137, Âl-i İmrân 3/81-82, En’am 6/83-90). Bu, Allah’ın, beklenen son kitabıdır (Bakara 2/89, Şuara 26/196, Secde 32/2).
[2*] Müttakî, kendini koruyandır (Lisan). Allah’ın dini fıtrat, yani doğal yapıya koyduğu kanun ve kurallar bütünü olduğu (Rum 30/30) için müttakî, fıtratını koruyan, yanlış yapmaktan sakınan kişidir. O, herhangi bir varlığı Allah’a denk tutmaz (Nisa 4/48, Nisa 4/116-121). Böyle biri, Kur’an ile karşılaşınca onu kendine rehber edinir. Daima dürüst ve erdemli olmaya ve her türlü yanlıştan sakınmaya çalışır (Bakara 2/177, Zümer 39/32-33). Yalnızca şirk koşmaktan sakınmış kişiyi de Allah, bu yönüyle müttaki sayar. Günahı sevabından çok olduğu için cezasını çekmek üzere cehenneme sevk edilmiş olsa da Allah onu, ebedi cehennem cezasından kurtarır (Meryem 19/68-72, Meryem 19/86-87).
[3*] Rehber diye çevirdiğimiz “hüdâ” kelimesi, hidâyet kökündendir. Hidâyet, nazikçe yol göstermektir (Müfredat). Allah’ın hidâyeti dört çeşittir: Birincisi varlığını, birliğini ve her şeyden yakın olduğunu her vesileyle göstermesidir. Bu yüzden Allah, yanlış yola girenleri bir şekilde uyarır (Şems 91/8-10, En’am 6/125) ve kendini ikinci sıraya koyup başkasına öncelik vermeyi müşriklik sayar ve asla bağışlamaz (Nisâ 4/48, Nisa 4/115-117). İkincisi, iyiyi kötüden ayırma özelliği verdiği insana, doğruyu bulmasında rehberlik etmesidir (Enfal 8/29). Üçüncüsü, indirdiği kitaplarla yol göstermesidir. Bu yüzden o kitapların her biri birer hüdâ yani rehberdir (Bakara 2/2, Bakara 2/38). Dördüncüsü de doğru tercihte bulunan herkesi yoluna kabul etmesi ve doğru yolda olduğunu onaylamasıdır (İbrahim 14/4). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
3.
Allah’a içten[1*] inanan,[2*] namazı düzgün ve sürekli kılan[3*] kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak eden / hayra harcayan[4*],
[1*] “İçten” anlamı verdiğimiz el-ğayb (الغيب) daki el (ال) takısı muzafunileyhten ıvazdır yani tamlananın yerine geçer; “(بغيبهم) gayblarıyla” anlamındadır. Kişinin içi, Allah’tan başkası için gaybtır, gerçekten inanıp inanmadığını ondan başkası bilemez (Kasas 28/56, Kaf 50/16-18). İman, kalp ile tasdik şartına bağlandığı için kimse bir inancı kabule veya inkâra zorlanamaz (Bakara 2/256).
[2*] İnanmak, güvenmektir. Allah’ın varlığını herkes kabul eder; ama herkes yeterince güvenip teslim olamaz. İnsanı kâfir yapan, ona tam güvenmemektir.
[3*] Namaz diye anlam verdiğimiz es-salât (الصلاة)'ın kök anlamı, bir şeyi bırakmamak, sürekli arkasında olmaktır (Lisan'ul-Arab). Namaza salat denmesi, hiçbir şart altında terk edilemeyen ve her gün, belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken tek ibadet olmasından dolayıdır. Namazı emreden Kur’an olduğu için Kur’an daha önemlidir. Ona uymak için içeriğini bilmek ve o bilgiyi sürekli tazelemek gerekir. Zaten namaz, bunun için kılınır. Allah Teâlâ Musa aleyhisselama şu emri vermiştir: “... namazı, benim zikrim için (ayetlerimi kafana yerleştirmen için) düzgün ve sürekli kıl!” (Taha 20/14). Nebimize olan emir de şöyledir: “Bu kitaptan sana vahyedileni bağlantılarıyla birlikte oku. Namazı da düzgün ve sürekli kıl. Namaz, fuhşu ve kötü davranışları engeller. Hiç şüphe yok ki Allah’ın zikri (kitabı) en önemlisidir. Allah, ne yaptığınızı bilir” (Ankebût 29/45). Manası anlaşılmadan okunan ayetler, fuhşa ve kötü davranışlara engel olamaz. Arapça bilmeyenler, namazı, Kur’an’ın kendi dillerine çevrilmiş meali ile kılarlar. Çünkü kitap onlara ancak o şekilde hitap edebilir (İbrahim 14/4).
[4*] Nafak, tünel; infak da bir şeyi tünelden geçirmek gibidir. İnfakın Türkçe karşılığı harcamadır. Damarları tünele benzetirsek infak; kanın, gıda ve oksijeni hücrelere götürüp onların ürettiklerini ilgili yerlere taşımasına benzer. Saklanan malın ve paranın kimseye faydası olmaz. Bunların ihtiyaçlılara ulaşması gerekir. Bu yüzden Kur’an, daima infakı emreder. Allah rızası için infak, doğrudan ihtiyaçlıya ulaştığı için derhal tüketilir ve yeni üretimin kapısını açar. Ticaret de üretilen mal ve hizmetin, ihtiyaçlılara ulaşmasını sağladığı için bir çeşit infaktır. Mal, uzun süre saklanamaz ama para saklanabilir. Paranın esası altındır; ancak hangi malzemeden yapılmış olursa olsun, Allah Teâlâ, parayı kasalara koyup dolaşımına engel olanları ağır bir şekilde tehdit etmiştir (Tevbe 9/34-35). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
4.
Sana indirilen kitaba da senden önce indirilen kitaplara da inanıp güvenen ve ahirete inançları tam olanlar var ya,
5.
İşte Rablerinden / Sahiplerinden gelen rehbere uyanlar onlardır. Umduklarına kavuşacak olanlar da onlardır.
6.
O inatçı kâfirleri[*] uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar, iman etmezler.
Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)
7.
(Sanki) Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerinde de perde vardır[*]. Onların hak ettiği büyük bir azaptır.
el-Hatm [mühürleme] ve el-ketm [gizleme] kardeş kelimelerdir, çünkü
bir şeyi üzerini kapatıp mühürleyerek örtüp gizlemenin amacı, onu güvenceye almak, ona ulaşılmasını engellemektir. el-Ğişâve [perde], örttü anlamındaki
ğaşşâhu fiilinden fi‘âle vezninde türemiş olup, örtü/perde anlamına gelir. Bu
vezin el-‘imâme / sarık ve el-‘isābe / topluluk kelimelerinde olduğu gibi, kapsama anlamı verir.
Şayet “Kalplere ve kulaklara mühür vurmak ve gözlere perde çekmek
ne anlama gelir?” dersen, şöyle derim: Hakikatte mühür vurma ve perde çekme
diye bir şey söz konusu değildir, aksine bu ifade bir mecaz türü olup mecazın
her iki türünden de (isti‘âre ve temsîl) olması mümkündür. [i] İsti‘âre olduğu
düşünülürse burada; onların kalplerinin ve kulaklarının sanki mühürle kapatılmış gibi olduğu, gözlerine ise adeta bir perdenin çekilmiş ve idrak ile aralarına engel konulmuş gibi olduğu belirtilmiş olmaktadır. Zira onların kalpleri
haktan yüz çevirip onu kabul etme ve inanma konusunda büyüklük taslamış,
dolayısıyla hak onların kalplerine ulaşıp sirayet edememiştir. Yine onların kulakları hakkı dinlemekten imtina etmiş, hakka karşı sağır kesilmiş ve onun
sesini duyamamışlardır. Gözleri ise önlerinde serili olan ilâhî âyet ve delilleri
basiret sahibi ve ibret alan kimselerin gördüğü gibi görmemiştir. [ii] Âyetteki
mühür ve perde çekme ifadelerinin temsil olduğu düşünülürse; o zaman burada onların durumları, mühürlenerek ya da perdelenerek engellenmiş, faydalanılması imkânsız hale getirilmiş şeylere benzetilmiş olmaktadır. Zira onlar
hakkı dinleyip de ondan mükellef oldukları ve hatta yaratılış gayeleri olan dinî
maksatlar hususunda istifade edememişlerdir.
Şayet “Neden burada mühürleme fiili Allah’a isnat edilmiştir, oysa
bu fiilin Allah’a isnat edilmesi, O’nun hakkı kabul etmekten, yolları ile hakka
ulaşmaktan men ettiğine delâlet eder ki böyle bir şey çirkindir; Allah Teâlâ
ise çirkin şeyleri yapmaktan münezzehtir, zira o hem çirkin olan şeyin çirkinliğini bilir hem de ondan müstağni olduğunu bilir. Kaldı ki, bizzat Allah
Teâlâ, “Ben, asla kullara zulmedici değilimdir.” [Kāf 50/29]; “Ama onlara Biz
zulmetmemişizdir; zalim olan kendileridir.” [Zuhruf 43/76] ve “Yüz kızartıcı bir
şeyi Allah emretmez.” [A‘râf 7/28] gibi âyetlerde zâtını tenzih etmiştir. Kur’ân’da
buna benzer daha pek çok âyet vardır?” dersen, şöyle derim: Bundan maksat,
kalplerin adeta mühürlenmiş gibi olduğunu ifade etmektir. Mühürleme fiilinin Allah’a isnat edilmesinin sebebi ise, onların kalplerindeki bu sıfatın adeta
sonradan kazanılmış ârızî bir nitelik değil de doğuştan gelen bir nitelikmiş gibi
yerleşmiş ve güçlü olduğuna dikkat çekmektir. Nitekim “falancanın cibilliyeti
/ karakteri şöyledir”, “şu fıtrat üzere yaratılmıştır” gibi ifadeler kullanıldığında,
o kişinin söz konusu hususta son derece sabit olduğu belirtilmiş olmaktadır. Hem, senin vehmettiğin şey nasıl tahayyül edilebilir ki?! Zira bu âyetler kâfirlerin hatalarını yüzlerine vurmak, onların sıfatlarının çirkinliğini ve hallerinin
kötülüğünü ortaya koymak üzere inzâl edilmiş, sonunda ise yine kâfirlere büyük bir azap uyarısı yapılmıştır.
[İkinci ihtimal olarak] خَتَمَ اللَّهُ عَلَىٰ قُلُوبِهِمْ [kalplerini adeta Allah mühürlemiştir] cümlesinin bütün olarak bir mesel (benzetme) olması da mümkündür.
Bu tıpkı ölüp giden biri ya da yok olan bir şey için, sâle bi-hi’l-vâdî [Vadi sel olup
onu götürdü] denilmesi, uzun süre ortalardan kaybolan biri için, tārat bi-hi’l-
‘ankā’u [Ankā kuşu onu alıp götürdü] denilmesi gibidir. Aslında söz konusu kişinin
ölümünde vadinin ya da uzun süre ortadan kaybolmasında Ankā kuşunun herhangi bir fiili yoktur, bu sadece bir temsildir. Ölen kişinin hali, temsil yoluyla,
sanki vadinin sel suyu ile alıp götürdüğü kişinin haline; uzun süre kaybolan
kişinin hali ise Ankā’nın alıp götürdüğü kişinin haline benzetilmiştir. İşte âyette de buna benzer şekilde kâfirlerin kalpleri, hakka karşı duyarsız ve taşlaşmış
olduğu için, anlama konusunda tıpkı hayvanlar gibi olan sağır ve dilsizlerin ya
da doğrudan hayvanların kalpleri gibi Allah tarafından mühürlenmiş kalplere
benzetilmiştir. Ya da sanki Allah tarafından mühürlenmişçesine anlayışsız ve
düşüncesiz olan kalplere benzetilmiştir. Yoksa onların kalplerinin hakka karşı
taşlaşmış olmasında, hakkı kabule yanaşmamasında Allah Teâlâ’nın herhangi
bir fiili söz konusu değildir. Allah bundan münezzehtir. (Zemahşeri Tefsiri)
BÖLÜM 2
8.
İnsanlardan öyleleri de vardır ki, “Biz,
Allah’a ve âhıret gününe inandık” derler; oysaki onlar, iman etmiş değillerdir.[*]
Allah Teâlâ bu sûreye başlarken önce dinlerini tamamen Allah’a halis
kılan, dilleri ve gönülleri, söylem ve eylemleri, gizli ve açık tüm halleri birbirine uyan tevhid ehli mü’minlerden söz etmiş, ardından zahir ve batınları,
gönülleri ve dilleri itibariyle tamamen kâfir olanlardan söz etmiş, üçüncü olarak ise dilleri ile iman ettiklerini söyleyen, fakat kalpleri iman etmemiş olan,
zahirdeki hallerinin aksi bir durumu içlerinde gizleyen kimselerden söz etmeye
başlamıştır. Bunlar hakkında Allah Teâlâ bir başka âyette, “Onlara da bunlara da iltihâk etmeksizin; ikisi arasında bocalayarak...” [Nisâ 4/143] buyurmuş,
onları münafık olarak isimlendirmiştir. Bu kimseler Allah katında kâfirlerin en kötüleri, ilâhî gazap ve öfkeye en fazla müstahak olanlarıdır, çünkü saptırma ve bulandırma maksadıyla iman ile küfrü birbirine karıştırmışlar, alay ve aldatma
maksadıyla imanı şirke bulamışlardır. Bu sebeple de Allah Teâlâ onlar hakkında, “Şüphesiz münafıklar Ateş’in en alt tabakasındadırlar...” [Nisâ 4/145] âyetini
inzâl etmiş, kâfirlerin hallerini iki âyet ile betimlerken, münafıkların hallerini
on üç âyet ile betimlemiş; onların aldatmaca, tuzak ve çirkefliklerini ortaya
çıkarmış; kendilerini rezil rüsva etmiş; cahilliklerini yüzlerine vurup onlarla
istihza etmiş; davranışlarını alaycı bir dille tenkit etmiş; azgınlıklarını tescil
etmiş; onların kör, sağır ve dilsiz olduklarını ifade ederek haklarında en ağır ve
kötüleyici benzetmeleri yapmıştır. (Zemahşeri Tefsiri)
9.
Onlar, kendilerince, Allah’ı ve iman
etmiş olanları aldatmaya çalışırlar. Oysaki onlar, ancak kendilerini aldatmış olurlar; fakat farkında değillerdir.[*]
Bu tablo, o günlerin Medine'sinde canlı bir realite olarak gerçekten vardı. Fakat zaman ve mekân sınırlarını aşınca;
bu tablonun, insanlığın bütün kuşakları boyunca tekrarlanan, yeniden yaşanan bir örnek olduğunu görürüz. Bu tür
münafıklara toplumların üst tabakasını oluşturan kesiminde rastlanır. Bunlar hakk karşısında ne onu açıkça kabul
edecek cesareti ve ne de onu açıktan açığa inkar edecek cüreti gösterebilirler. Bunlar aynı zamanda kendilerini halk
kitlelerinden üstün görürler ve her şeyi onlardan daha iyi bildiklerine inanırlar. Bundan dolayı biz bu ayetleri belirli
bölge ve zaman sınırlamasından soyutlayarak algılama eğilimindeyiz. Onları her kuşaktan münafıklara ve insan
nefsinin her kuşakta değişmez kalan özüne dönük olarak yorumlayacağız.
İnsanların bu kesimini oluşturan kimseler Allah'a ve Ahiret gününe inandıklarını ileri sürerler, ama aslında bu
dediklerine inanmış değillerdir. Onlar inkârcı olduklarını söylemeye ve "müminlere karşı gerçekten ne düşündüklerini
açıkça ortaya koymaya cesaret edemeyen ikiyüzlü münafıklardır.
Onlar kendilerini sıradan halk kitlelerini aldatabilen zeki, hatta dahi kimseler sanırlar. Oysa Kur'an-ı Kerim onların
bu eylemlerinin mahiyetini tanımlıyor. Bu tanıma göre onlar müminleri değil, doğrudan doğruya Allah'ı aldatıyor,
daha doğrusu aldatmaya yelteniyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)
10.
Bu kimselerin kalplerinde bir çeşit
hastalık vardır. Böylece (onlar akıllarını ve hür iradelerini kullanmadıkları için)
Allah, onların hastalığını artırmıştır. Yalan söylediklerinden dolayı, can yakıcı bir azap da, onlar içindir.
11.
Kendilerine: “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!” denilince de, onlar: “Biz ancak ıslahatçıyız” derler.
12.
Haberin olsun ki, onlar, gerçekten
bozguncuların ta kendileridir; ancak farkında da değillerdir.[*]
Yani, bunlar sadece yalancılık ve aldatma ile yetinmiyorlar, bu kötü sıfatlarına küstahlığı ve kör inadı da ekliyorlar.
Bunun sonucu olarak kendilerine "Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" denilince bozguncu olmadıklarını söylemekle
yetinmiyorlar, "Biz yapıcı, düzeltici kimseleriz" demekle daha da ileri giderek işi şımarıklığa ve yaptıklarını haklı
göstermeye dökmektedirler
En iğrenç bozgunculuğu yaptıkları halde kendilerinin yapıcı ve düzeltici olduklarını ileri sürenlerin sayısı her devirde
çoktur. Bunlar böyle derler, çünkü ellerindeki değer ölçüleri, kriterler bozuktur. Çünkü insanın vicdanındaki ihlâs ve
sırf Allah'ı amaç bilme ölçüsü bozulunca diğer ölçülerinin ve değer yargılarının da bozulması kaçınılmaz olur. Başka
bir deyimle yüce Allah'a ihlâsla bağlı olmayanların, kalplerinde böylesine kesin inanç barındırmayanların bozguncu
davranışlarının farkına varmaları imkânsızdır. Sebebine gelince; böylelerinin vicdanlarındaki iyilik-kötülük, yapıcılık
ve bozgunculuk ölçüleri kişisel arzu ve ihtiraslarına göre sık sık değişir, hiçbir zaman ilâhî bir kaidenin üzerine
oturamaz.
İşte bundan dolayı şu gerçekçi tanım ve kesin akibet bildirimi ile karşı karşıya geliyorlar:
"İyi bilesiniz ki, onlar bozguncuların ta kendileridirler, fakat bunun farkında değildirler"
Onların diğer bir özellikleri de halk kitleleri karşısında büyüklük taslamaları, kendilerini üstün görmeye
kalkışmalarıdır. Onlar bu yolla halkın gözünde sahte bir mevki kazanmayı amaçlarlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)
13.
Onlara: "İnsanların inandıkları gibi siz de inanın" dense, "O beyinsizlerin inandığı gibi inanır mıyız?" derler.
İyi bilin ki, asıl beyinsizler kendileridir; fakat bilmezler.[*]
Şüphesiz ki, Medine'de bunlara yöneltilen çağrı ihlâslı, dosdoğru, ihtiraslardan arınmış bir inançla iman etmeleri idi.
Yani bütün varlıkları ile İslâm'a giren, yönlerini sırf Allah'a doğru çeviren, Peygamber efendimizin eğitici ve yön
verici telkinlerine kalplerini açarak samimi ve art niyetsiz bir yaklaşımla ve bütün varlıkları ile O'nun direktiflerini
benimseyen içten müslümanlar. gibi iman etmeleri. İşte münafıkların örnek almaya çağrıldıkları, açık, dosdoğru ve
samimi biçimde iman eden "halk kitlesi" bunlardı.
Öyle anlaşılıyor ki, münafıklar, Peygamberimize böylesine bir içtenlikle teslim olmayı reddediyorlar, bu tutumu,
yoksul halka yaraşan, toplumda mevkii olan seçkinlerin itibarı ile bağdaşmayacak bir şey sayıyorlardı. Bu düşünce
ile "Biz hiç aptal ayak takımı gibi iman eder miyiz?" demişlerdi. Yine bu gerekçe ile yüce Allah'ın şu kesin
tanımlamasına ve susturucu cevabına muhatap oldular:
"Asıl aptal ayak takımı kendileridir, ama bunu bilmiyorlar"
Öyle ya, aptal, aptallığı ne zaman anlayabilmiş ve yine sapık, ne zaman doğru yoldan uzak düştüğünü fark
edebilmiştir!.. (Seyyid Kutub Tefsiri)
14.
Ama inanan kimselerle karşılaştıklarında “Biz iman ettik” derler. Şeytanlarıyla[*] baş başa kaldıklarında ise, “Biz sizinle beraberiz, biz (onlarla) sadece alay ediyoruz” derler.
Yahudilerin ikiyüzlülerinden söz eden 76. âyette “birbirleriyle baş başa kaldıklarında” şeklinde gelen ibare, bu âyette “şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında” şeklinde gelmiştir. Bu benzerlikten yola çıkarak buradaki şeytan, onlara sapıklıkta önderlik yapan insan şeytanları olarak anlaşılmaya daha müsaittir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
15.
Allah da kendileriyle alay eder ve onları bırakır;
taşkınları içinde bocalayıp dururlar.
16.
Bu kimseler hidayete karşılık sapıklığı satın almışlardır. Ancak yaptıkları alışveriş bir kazanç sağlamamış, kendileri de doğru yolu bulamamışlardır.
17.
Onların durumu, bir meşale yakmak isteyenin durumu gibidir. Meşale çevresini aydınlatınca sanki Allah gözlerini kör etmiş de kendilerini karanlıklar içinde bırakmış gibi olurlar; hiçbir şeyi göremezler[*].
Buradan itibaren dört ayette, kâfirlerin ve münafıkların durumu, bir benzetme ile canlandırılmıştır. Bu ayete göre onlar başlangıçta, bir meşale ile yani Allah’ın kitabı ile aydınlanmak ve doğru yolda yürümek isterler. Ama önleri aydınlanıp o yolda girdikten sonra bazı şeyler hesaplarına gelmediği için körler gibi davranmaya başlarlar (Münafikun 63/2-3). Mesela Yahudiler, son nebinin getireceği kitapla önlerinin açılacağını bekliyorlardı. Kitap geldi, Allah’ın kitabı olduğunu kesin olarak anladılar (En’am 6/19-21 ve En'am 6/114). Ama daha sonra çoğunun davranışı değişti (Al-i İmran 3/113-115); bir kısmı kâfir (Bakara 2/89-92) bir kısmı da münafık oldu (Bakara 2/75-91). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
18.
Onlar, (sanki) sağırdırlar; dilsizdirler ve
kördürler. Onun için onlar, (sapkınlıklarından) dönemezler.
19.
Ya da karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşeğin olduğu bir yerde bardaktan boşanırcasına yağan yağmura tutulmuş kişi gibidirler. Yıldırımlardan (çıkan sesten)[1*] dolayı ölecekleri korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır[2*].
[1*] Savâ’ik (صواعق), sâ’ika (صاعق)'nın çoğuludur, "şiddetli gürültü" demektir (Mekâyîs). Allah, gürültüyü bazen toplumları cezalandırmak için kullanır (Ra’d 13/13, Bakara 2/55, Nisa 4/153. Fussilet 41/13, Fussilet 41/17, Zariyat 51/44). Ahirette herkes böyle bir gürültü ile mezarından çıkacaktır (Zümer 39/68, Tur 52/45).
[2*] Bazı ayetler, münafıkları şiddetli bir yağmur gibi etkiler. Bazı ayetler de bir şimşek gibi önlerini aydınlatır, bazıları ise onları, bir yıldırım gibi korkutur. Bu yüzden kulaklarını tıkar ve o ayetleri duymak istemezler. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
20.
O şimşek, neredeyse gözlerini çıkaracak gibi olur. Ne zaman önlerini aydınlatsa o aydınlıkta yürür[1*], karanlık bastırınca da kalakalırlar. Allah farklı bir tercihte bulunsaydı[2*] onların görme ve dinleme özelliklerini yok ederdi[3*]. Şüphesiz Allah, her şeye bir ölçü koyar[4*].
[1*] Münafıklar, hesaplarına uyan ayetler arar, birçok ayeti bağlamından koparıp Müslümanları saptırmaya çalışırlar (Al-i İmrân 3/7, 78-80). Bazılarının en büyük arzusu, nebimizin sözlerini, ayet seviyesine çıkarmaktır. Bunlar, nebi ve resul kelimelerinde anlam kayması yaparak Muhammed aleyhisselamın nebi sıfatıyla söylediği sözleri veya onun adı kullanılarak uydurulan rivayetleri resul sıfatıyla tebliğ ettiği ayetler seviyesine çıkarmış ve onu, Allah’ın yanında ikinci derecede yetkili saymışlardır. Bunları bilen Nebimiz, kendi sözlerinin yazılmasını yasaklamıştır (Müslim Adâb 32). Ebubekir ve Ömer (r.a.) döneminde yasak sürmüş ama daha sonra önleri açılmıştır. (Şura 42/52-53, En’am 6/122-123)
[2*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır.
[3*] Gözlerini ve kulaklarını doğrulara kapattıkları için bu ceza, suçlarına denk olur ama “Allah, yaptıkları yanlışlardan dolayı insanları yakalasaydı yeryüzünde kıpırdayan kimseyi bırakmazdı.” (Nahl 16/61)
[4*] Âyetteki kadîr (قدير) kelimesi, “ölçü koyan” anlamındadır ama gelenekte “gücü yeten” anlamı verilir. Ölçüyü en güçlü olan koyar ama âyete “gücü yeten” anlamı verilince kelimenin ölçü ile ilişkisi kesilir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
Bölüm 3
21.
Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk edin ki takva[*] sahibi olasınız.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
22.
Yeryüzünü sizin için dayalı döşeli hale getiren, göğü de bina gibi yapılandıran odur. Gökten su indirir de onunla oluşan ürünlerden size rızık çıkarır. Öyleyse bile bile[1*], Allah’a benzer nitelikte varlıklar[2*] uydurmayın.
[1*] “bile bile” denmesi, bilmeden yapılan yanlışların affedileceğini gösterir (Bakara 2/286). Bunun örneği İbrahim aleyhisselamdır. O, büluğa erdiği andan itibaren (A’raf 7/172-173, Enbiya 21/60) putların ilah olmayacağını anlamıştı. Ama gözlemler yapıp kesin kanaate varıncaya kadar yıldızın, ayın ve güneşin kendi rabbi olduğu inancındaydı. Onların rab olamayacaklarını anlar anlamaz kesin tavrını ortaya koydu (En’am 6/75-79). Onun bu konuda bile bile yaptığı bir yanlış olmadığı için Allah onu hiçbir zaman müşriklerden saymamıştır (Bakara 2/135, , Âl-i imran 3/95, En’am 6/161, Nahl 16/123).
[2*] Ayetteki endâd (أنداد) kelimesinin tekili nidd’dir (نِدٌّ). Nidd, “bir şeyin benzeri ve işlerinde ona muhalefeti olan varlık” anlamındadır (el-Ayn). Müşrikler, Allah ile ortak özelliklere sahip olduğuna inandıkları varlıkları araya koyarak isteklerini, onların aracılığı ile Allah’a kabul ettireceklerine inanırlar. Bakara 2/165, İbrahim 14/30, Sebe 34/33, Zümer 39/8, Fussilet 41/9. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
23.
Kulumuza indirdiğimizden (Kur’an’dan) şüpheniz varsa ondakilerden birine denk bir sure getirin. Allah ile aranıza koyduğunuz[1*], bilgili kişilerinizi[2*] de çağırın. İddianızda haklıysanız yaparsınız!
[1*] Ayette geçen dûn (دون) kelimesi “yakınlaştırma, aşağı görme ve üstün zıddı” anlamlarına gelir (Tâcu’l-arûs). Müşrikler, kutsadıkları varlıkları, bir yönüyle Allah’a, bir yönüyle de insana benzeterek Allah ile insan arasında bir yere yerleştirir ve onların aracılığı ile Allah’a ulaşacaklarına inanırlar. Ayetlerdeki min dûnillâh (من دون الله) ifadesi, daha çok bu anlamı ifade eder. Hristiyanlar İsa’yı Allah’ın oğlu; Mekkeli müşrikler, melekleri Allah’ın kızları; büyüklerini aracı koyanlar da onları Allah’ın dostu sayarak Allah ile aralarına koyarlar. Bu inanç, insana sinir uçlarından yakın olan Allah’ı (Kaf 50/16) ikinci sıraya koymaya sebep olur ve kişiyi müşrik yapar. Maalesef tefsirlerde kelimenin bu doğru anlamına rastlanmamaktadır.
[2*] “Bilgili kişiler” diye anlam verdiğimiz ‘şuhedâ’nın tekili olan şehîd, ‘hazır olan, bilen ve bilgilendiren’ anlamlarına gelir (Mekâyîs). Kur’an’ı anlayarak okuyan herkes onun Allah’ın sözü olduğunu kesin olarak kabul eder. Allah ile aralarına aracı koyanlar, aracıları din konusunda en bilgili kişiler görür ve onlara güvenirler ama Allah’ın onlardan üstün olduğundan da şüphe etmezler. Onlardan, Kur’an’ın Allah’a ait olduğunu kabul etmeyenler vardır. Bu ayet onlara şunu söylüyor: Eğer iddianızda samimi iseniz en bilgili saydığınız o kişileri de çağırın da Kur’an’dakilere benzer bir sure yazıp getirin. Bunu yapamazsanız bu kitabın Allah’ın kitabı olduğunu anlamış olursunuz. Ona inanmamaya devam ederseniz başınıza gelecekleri bilin. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
24.
Bunu yapamazsanız -ki asla yapamıyacaksınız- o taktirde inkarcılar için hazırlanan ve yakıtı insanlar ile taşlar olan ateşten sakının.
25.
İman eden ve bu imanla uyumlu iyilikler işleyen kimseleri zemininden ırmaklar akan cennetlerle müjdele! Her ne zaman oranın nimetlerinden ikram olarak onlara sunulsa, “Bunlar bize daha önce bahşedilenlerin aynısıymış” diyecekler. Oysa bu, o nimetlerin çağrıştırdığı belli belirsiz bir benzerlik. Ve onlar için cennette tertemiz eşler olacak ve onlar orada kalıcıdırlar.
26.
Allah, bir sivrisineği de onun üzerinde olanı da örnek vermekten çekinmez. (Örnek vermesi halinde) Allah’a güvenenler bilirler ki o, Rableri / Sahipleri tarafından verilmiş gerçek örnektir. Kâfirlik edenler ise şöyle diyeceklerdir: “Allah bununla neyi amaçlamış olabilir ki!” Allah, birçoğunun yoldan çıktığına, birçoğunun da yola geldiğine böyle karar verir.[*] Yoldan çıktığına karar verdikleri sadece fâsıklardır.
(يضل) = yudillu kelimesi Arap dilinde if'al babındandır. Bu babtan olan kelimeye eklenen hemze (أ) ona, yedi farklı anlam kazandırır. Onlardan biri de “bir şeyi bir şeyin içine katmak”tır. Bu ayetteki anlamı sapıtanı "sapıkların içine katma"dır. Sapıkların arasına katması için önce sapıklığını onaylaması gerekir. Kelimeye o anlamı vermemizin sebebi budur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
27.
Fâsıklar; Allah’a verdikleri sözden cayan[1*] Allah’ın kurulmasını emrettiği bağı koparan[2*] ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlardır. Kaybedenler işte onlardır.
[1*] Her insan, Allah’ın varlığını, birliğini ve kendisinin sahibi olduğunu, ömür boyu yaptığı gözlemlerle, tekrar tekrar kavrar. (A’raf 7/172-173) Kendini yanlışlardan koruması yani müttaki olması gerektiğini de anlar. Ayetleri iyi anlayan herkes, onların Allah’a ait olduğu konusunda da kesin bir kanaate varır (Fussilet 41/53-54)
[2*] Fâsık, Allah’a, içinden kesin söz verdikten sonra onunla bağını koparıp yoldan çıkan kişidir. O, Allah’ın emirlerini anlar, uymaya karar verir daha sonra vazgeçer (Al-i İmran 3/81-82, Maide 5/47, Nur 24/55) ve onları unutmuş gibi davranır (Tevbe 9/67, Haşr 59/19). Cezayı hak edenler onlardır (Ahkaf 46/35). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
28.
Siz, Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki,
cansız iken[*] size O can verdi; sonra sizin canınızı O alacak; sonra sizi yine O diriltecek; sonunda da ancak O'na döndürüleceksiniz.
“Allah sizi topraktan bir bitki gibi bitirmiştir. Tekrar sizi toprağa döndürecek ve daha sonra tekrar topraktan çıkaracaktır.” (Nuh 71/17-18). Bitkiler topraktan biter ve ondaki cansız /inorganik maddelerle büyür. İnsanlar da topraktan yetişen bitkilerle ve etçil veya otçul hayvanlarla beslenir. Demek ki bitkiler gibi, insanların da yapı taşlarını oluşturan temel maddeler en başta cansızdır. İnsan ölüp de toprağa karıştığında tekrar cansız /inorganik elementler haline gelir. Kıyamette de tıpkı ilk yaratılışı gibi topraktan yaratılacak, topraktaki elementleri onun için tohum görevi görecektir (Kaf 50/11).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
29.
Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için
O, yarattı; sonra, göklere yöneldi de, onları da yedi gök olarak düzenledi. O Alîm’dir; her şeyi
tam olarak bilir.
BÖLÜM 4
30.
Rabbin / Sahibin bir gün meleklere, “Yeryüzünde bir halife / muhalif varlık[1*] oluşturuyorum” dedi. Melekler, “Orada tabii düzeni bozacak ve kan dökecek akıllı[2*] bir varlık mı oluşturuyorsun? Ama sen yaptığını güzel yaparsın, sana içten boyun eğmemiz bundandır. Senden dolayı onu temiz ve değerli sayarız[3*]” dediler. Allah: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim!” dedi[4*].
[1*] Muhalif varlık, halife’nin sözlük anlamlarındandır. Halife (خَلِيفَةً), "arkada olma ve muhalefet etme” anlamlarına gelen half (خلف) kökündendir; mübalağa (abartı) için sonuna tâ (ة) eklenmiştir (Lisan’ul-Arab). Burada muhalif varlık anlamı vermemiz, Allah’ın insanları bu yapıda yarattığını bildirmesinden dolayıdır (Hûd 11/118-119). Halîf (خَلِيف) kelimesi feîl (فعيل) kalıbındadır. Bu kalıp hem ism-i fâil /eylemi yapan hem de ism-i mef’ûl /eylemden etkilenen için kullanılır. İsm-i fâil olarak hâlif (الخالف), “arkada kalan”, “birinin yerine geçen” ve “muhalif olan”, ism-i mef’ûl olarak (المخلوف) da “yerine başkası geçen”, “muhalefet edilen” ve “arkasında birini bırakan” demektirİlk insan olan Âdem aleyhisselamın yerine geçeceği bir kimse olmadığı için o, “başkasının yerine geçen” anlamında halife değil, “muhalefet eden/edilen ve yerine bir başkası geçecek olan” anlamında halifedir.
[2*] “Akıllı” ifadesi, ayetteki men (مَن) kelimesinden dolayıdır. O kelime Arapçada akıllı varlıklar için kullanılır.
[4*] Allah bu haberi verdiği sırada Mele-i a’lâ’da yani meleklerin en üst seviyedeki topluluğu arasında çekişme çıktı (Sad 38/69-78). Allah’a olan bu itirazları, o çekişmenin bir yansımasıdır. Demek ki melekler de muhalif yapıda imişler. Bu ayetler ve ilgili diğer ayetler (A’raf 7/11-13) o zaman İblis’in de Mele-i a’lâ’da görevli olduğunun açık delilidir. Yahudilerin sözlü geleneğine ait Tevrat dışı eserlerde de Âdem’in yaratılışı ve meleklerin ona secde etmeleriyle ilgili anlatılar yer almaktadır. Meleklerin Âdem yaratılmadan önceki tartışmalarından ve bazı itirazlarından bahsedilir. İblis’in diğer bütün meleklerden daha üstün bir konumda olduğu anlatılır. Ancak Âdem’e secde etmeyi kabul etmediği için makamından kovulur ve yeryüzüne sürgün edilir [TB Sanhedrin 38a-38b; Midrash, Bereshit Rabbeti]. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
31.
Âdem’e bütün varlıkların isimlerini / özelliklerini[1*] öğretti,[2*] sonra onları[3*] meleklere gösterdi: “(Muhalif varlıkla ilgili) İddianızda haklıysanız bana şunların isimlerini / özelliklerini anlatın!” dedi.
[1*] Arapçada isim, bir şeyi tanımlayan, neye yaradığını gösteren ve akılda tutmaya yarayan sözdür (Müfredat).
[2*] El-esmâ (الاسماء)’daki el (ال) takısı muzafun ileyhten ıvazdır (isim tamlamasındaki tamlayanın yerine geçmiştir); esmâ’ul- mevcûdât = varlıkların isimleri anlamındadır. Allah Âdem’e göklerde ve yerdeki (Bakara 2/33) varlıkların isimlerini, neye yaradıklarını ve onlardaki bilgileri öğretmiştir.
[3*] Bütün isimleri (الأَسْمَاء كُلَّهَا) ifadesinde yer alan zamir, akılsız varlıklar için olan hâ (ها) zamiri iken onları gösterdi (عَرَضَهُمْ) ifadesinde, akıllı varlıklar için olan hum (هُمْ) zamirine dönüşmüştür. Arapçada akıl, “aklı kullanarak yararlanılan bilgi” anlamına da geldiği için (Müfredat) zamirlerdeki bu dönüşüm Âdem aleyhisselama, varlıklardaki bilginin öğretildiğini gösterir. Bunlar, yaratılan ayetlerdeki bilgilerdir. İndirilen ayetlerdeki bilgilere de akıllı varlıklar için olan hum (هم) ile gönderme yapılır (Bakara 2/136 ve Al-i İmran 3/84). Allah Âdem’e yazıyı da öğretmiş ve o bilgileri ona yazdırmıştır (Alak 96/4-5). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
32.
Melekler; "Yücedir şanın senin. Bize öğretmiş olduğunun dışında bilgimiz yok bizim.
Alim; her şeyi bilen, Hakim; kararları doğru olan Sensin" dediler.
33.
Allah: “Âdem! Meleklere şunların isimlerini / özelliklerini anlat!” dedi. Âdem onlara o isimleri anlatınca, “Size dememiş miydim, ben göklerin ve yerin gaybını / gizlisini, saklısını[*] bilirim. Neyi açığa vurduğunuzu, içinizde neyi sakladığınızı da bilirim” dedi.
Bu söz, meleklerin Âdem’i kıskandıklarını gösterdiğinden verilen secde emri ile zor bir imtihana sokulmuşlardı. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
34.
Meleklere “Âdem’e secde edin / onun karşısında saygıyla eğilin![1*]” dediğimizde İblis hariç hemen eğildiler. İblis direndi, büyüklendi ve kâfirlerden[2*] oldu.
[1*] Secdenin kök anlamı, eğilme ve boyun eğmedir (Müfredat). Bakara 2/58, Nisa 4/154, A’raf 7/161 ve Yusuf 12/4 ve 100. âyette bu anlamdadır. Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızlar gibi gök cisimlerinin birbiri ile olan eğimleri secde olduğu (Hac 22/18) gibi gölgenin uzayıp kısalması da secdedir (Nahl 16/48, Ra’d 13/15). Namaz kılarken yapılan secde, yere yapışmaya benzer şekildedir (Nisa 4/103).
[2*] Allah’ın imtihan için yarattığı varlıklar, insanlar ve cinlerdir (Zariyat 51/56). Melekler, cinlerin Allah tarafından görevlendirilmiş olanlarıdır. İblis de Allah’ın melek olarak görevlendirdiği cinlerdendir. Secde emri meleklere verildiği için İblis, melek olmasaydı secdeden sorumlu tutulamazdı. Secde etmemesinin sebebi kendini büyük görüp direnmesidir. Bu suçu hangi melek işlese aynı konuma düşer (Nisa 4/172-173). “Kâfirlerden oldu” sözü, İblis’ten önce de kafir olanların varlığını gösterir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
35.
Ve dedik ki: “Âdem! Sen ve eşin şu bahçeye[*] yerleşin, orada canınızın istediği her şeyden serbestçe yiyin, şu ağaca da yaklaşayım demeyin, sonra zalimlerden olursunuz.”
Arap dilinde c-n-n kökünden türetilen tüm kelimeler “örtme, gizleme” anlamına gelir. Cennet’in “zemini görünmeyecek kadar örtülü, kapalı” kök anlamının nedeni bizce “insan bilincine ve tecrübesine kapalı” olduğu, “aklın kavrama kapasitesi dışında” olduğu içindir. “Ağaçlarının sıklığından tabanı görülmediği için böyle denmiştir” açıklaması hiçbir aklın almayacağı sonsuz güzellik diyarı olan cenneti değil, dünyanın has bahçelerini ifade eder. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
36.
Sonra o şeytan[1*], o ağaç yüzünden ikisinin de ayaklarını kaydırdı ve bulundukları yerden çıkardı. (Üçüne birden) şöyle dedik: “İnin oradan![2*] Her biriniz diğerine düşmandır[3*]. Sizin için bu topraklarda yerleşecek yer ve bir süreye kadar geçiminizi sağlayacak şeyler de bulunacaktır[4*].”
[1*] İblis, Allah’ın emrine uymamakta ısrar edince ‘şeytan’ olarak nitelendi. Çünkü şeytan, doğru yoldan uzaklaşan insana ve cine denir (En’âm 6/112, Nas 114/1-6).
[2*] İnin (اهْبِطُواْ) emri çoğuldur. Arapçada çoğul, en az üçü gösterdiğinden inenler; Âdem, eşi ve İblis’tir.
[3*] Düşman anlamı verdiğimiz kelimenin kökü olan adv (عدو), haddini aşmak ve uyumsuzluk anlamındadır (Müfredât). Buradaki zamir çoğuldur. Arapçada çoğul en az üçü ifade ettiğinden buradaki üçüncü varlık İblis’tir. Şeytan insana muhaliftir. Muhalefet eşler ve çocuklar arasında da olur (Taha 20/123, Teğabun 64/14).
[4*] İnsan bu dünyada yaratılmıştır. Burada yaşayacak, burada ölecek ve yeniden burada dirilecektir (A’râf 7/25, Taha 20/55, Nuh 71/17-18, Mürselat 77/25-26). Meleklerin işyeri, birinci kat semadadır (Saffat 37/6-10). İblis secde etmeyince oradan uzaklaştırılmış (A’râf 7/13) ve tüm cin şeytanlarının birinci kat semaya çıkışları yasaklanmıştır (Mülk 67/5). Şeytan olmayan cinler birinci kat semaya çıkabilmektedir (Cin 72/8-11). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
37.
Bunun üzerine Âdem, Rabbinden bazı kelimeler öğrenip belledi de O'na yöneldi. O da onun tövbesini kabul etti. Gerçekten de O, evet O, Tevvâb'dır, tövbeleri cömertçe kabul eder; Rahîm'dir, rahmetini cömertçe yayar.
38.
(O üçüne) şunu da söyledik: “Oradan hep birlikte inin! Tarafımdan size bir rehber (kitap[*]) gelir de rehberime kim uyarsa onların üstünde bir korku olmaz üzüntü de çekmezler.”
Bu âyete göre Âdem o zaman nebî değildi. Allah onu seçip nebî yapınca (Al-i İmran 3/33) bir rehber verdi (Taha 20/122). Rehber anlamına gelen "hüdâ" kelimesi, bu surenin ikinci âyetinde Allah’ın kitabının ana özelliği sayıldığından bu ayetteki rehber, Âdem’e verilen kitaptır. O kitap, cinlerden olan İblis’i de bağlar. Çünkü cinler de insanlar gibi imtihan için yaratılmış (Zariyât 51/55-56) ve Allah’ın kitabından sorumlu tutulmuşlardır (Ahkaf 46/29-32). İblis, son insan ölünceye kadar yaşama garantisi aldığından (A’râf 7/14-15) tövbe /dönüş için vaktinin olduğunu düşünüyor olabilir; ama o saat, hiç beklemediği bir anda gelecektir (A’râf 7/187, Zuhruf 43/66).
Cehennem ile ilgili ayetlerde İblis ifadesi geçmez, sadece İblis’in ordusunun yani takipçilerinin oraya atılacağı ifade edilir (Şuara 26/91-95). Ama kâfir olarak ölen Firavun’un, ordusuyla beraber cehenneme atılacağı, açıkça ibildirilmiştir (Kasas 28/36-42). Şeytanlar, takipçileri ile birlikte cehenneme gireceklerdir (Meryem 19/68).İblis davasından dönmezse o da oraya girecektir (Sad 38/84-85) Şeytanlar, insandan da cinden de olur (En'am 6/112, Nas 114/1-6) Bütün bunlar, tevbe kapısının, diğer şeytanlar gibi İblis’e de açık olduğunu gösterir (Nisâ 4/17-18). Çünkü Allah, ahirette herkese yaptığının karşılığını verecek ve hiçbir kuluna haksızlık etmeyecektir (Fussilet 41/46). İblis de onun kullarındandır.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
39.
Ayetlerimizi görmezlikte direnen[1*] ve onlar karşısında yalana sarılanlar[2*] ise o ateşin ahalisidir. Onlar ölümsüz olarak onun içinde kalacaklardır.
[1*] Küfür, bir şeyi başka bir şey ile örtmektir (Müfredât). Kalplerindeki imanı örterek Allah’ın emirlerini tanımayanlara da bu yüzden kafir denilmiştir. Âdem ve eşi de Allah’ın emrini görmezden gelerek yasak ağaçtan yemişlerdi. Ama onlar, İblis gibi hatalarında direnmedikleri için kâfir değil; günahkar sayılmışlardır. Dolayısıyla kâfirin temel özelliği yanlışta direnmektir. Bu yüzden kâfir kelimesine “görmezlikte direnen” anlamı verilmiştir.
[2*] Kezzebe (كذّب) fiili bazı ayetlerde geçişsiz /lâzım, bazılarında geçişli /müteaddî, bazılarında da bâ (ب) harf-i cerri ile geçişli kılınmıştır. Doğrudan geçişli olduğu yerlerde “yalanlama” harf-i cerr ile geçişli olanlarda “bir şey karşısında yalan söyleme” ve geçişsiz olanlarda da “çok yalan söyleme” anlamındadır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 5
40.
Ey İsrailoğulları![1*] Size verdiğim onca nimeti[2*] hatırlayın! Bana verdiğiniz sözü yerine getirin[3*] ki ben de size verdiğim sözü yerine getireyim.[4*] Yalnız benden korkun.
[1*] İsrail, Yakup aleyhisselamın lakabıdır (Meryem 19/49-58). İsrailoğulları, Yakup aleyhisselamın soyundan gelenlerdir. Onun babası İshak, dedesi İbrahim aleyhisselam idi (Bakara 2/133, Hud 11/71). Yakup'un oğlu Yusuf aleyhisselam, köle olarak Mısır’a getirilip bir vezire satıldı. Vezirin eşinin ve daha birçok kadının birlikte olma isteğini kabul etmeyip hapsi tercih etti (Yusuf 12/20-33). Daha sonra hapisten çıkarıldı ve Mısır hazinelerinin başına geçirildi (Yusuf 12/55). Artık Mısır onun vatanıydı (Yusuf 12/56). Babası Yakup aleyhisselam, annesi ve 11 erkek kardeşi gelip oraya yerleştiler (Yusuf 12/99-100). Allah onu, Mısır’a elçi yaptı (Mümin 40/34). Aradan yıllar geçti, nüfusları arttı. Mısır krallarının sonuncusu olan Firavun, İsrailoğullarına zulmetmeye başladı. Allah onları Firavun’un zulmünden kurtarmak için İsrailoğullarından Musa aleyhisselamı ve Harun aleyhisselamı Mısır’a elçi /resul olarak görevlendirdi (Kasas 28/3-6).
[2*] İsrailoğullarının Allah’a verdikleri söz, kendi kitaplarını tasdik eden yeni kitaba yani Kur’an’a ve onu getiren nebiye yani Muhammed aleyhisselama inanma sözüdür (Al-i İmran 3/81,84; A’raf 7/157).
[3*] Allah’ın dini İslam (Al-i İmran 3/19,85), bütün dinlere hâkim olacaktır (Tevbe 9/33, Fetih 48/28, Saff 61/9). Yahudilerin de bu hâkimiyetten yararlanmaları, Kur’an’a inanmaları şartına bağlıdır (Mâide 5/12, A’râf 7/157).
[4*] Allah’ın dini İslam (Al-i İmran 3/19,85), bütün dinlere hâkim olacaktır (Tevbe 9/33, Fetih 48/28, Saff 61/9). Yahudilerin de bu hâkimiyetten yararlanmaları, Kur’an’a inanmaları şartına bağlıdır (Mâide 5/12, A’râf 7/157). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
41.
Sizinle beraber olanı (Tevrat)[1*] tasdik eden indirdiğime (Kur’an’a) inanın.[2*]
Onu görmezlikte direnenlerin ilki siz olmayın!
Ayetlerimi dünyalık karşılığında değiştirmeyin!
Asıl Bana karşı gelmekten sakının.
[1*] Tevrat'taki ifade şöyledir: "Onlara kardeşleri (İsmailoğulları) arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. Adımla konuşan bu peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım." (Tesniye 18:18,19).
[2*] Kur’an, önceki kitapları tasdik etmeseydi onlara inananların Kur’an’a inanmaları gerekmezdi (Al-i İmran 3/81-82).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
42.
Hakkı bâtıl Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. ile örtüp bile bile gizlemeyin.[*]
“Hakkı bâtıl ile örtmek”le, Kur’an’ın sık sık Yahudileri ithamına sebep olan, Kitâb-ı Mukaddes’in metnini tahrif etmeleri kasdedilmiştir -ki bu tahrifat, objektif metin tetkikleri yoluyla da isbatlanmıştır. Öte yandan, “hakikatin gizlenmesi”, Yahudilerin, Kitâb-ı Mukaddes’deki Hz. Musa’nın “Tanrın Rab, sizin için aranızdan, kardeşleriniz içinden tıpkı benim gibi bir peygamber çıkaracak, siz o’nu dinleyeceksiniz” (Tesniye xviii, 15) şeklindeki sözlerini ve bizzat Allah’a izafe edilen: “Kardeşlerin arasından onlara senin gibi bir peygamber göndereceğim ve o’nun ağzına kendi sözlerimi koyacağım” (Tesniye xviii, 18) şeklindeki sözleri gözardı etmelerine veya kasden yanlış yorumlamalarına işaret eder. Açıktır ki İsrailoğulları’nın “kardeş”leri, Araplardır ve özellikle onların musta‘ribe (“Araplaşmış”) gurubudur ki kökleri Hz. İsmail’e ve Hz. İbrahim’e kadar uzanır: ve Arap Peygamberi’nin kendi kabîlesi “Kureyş” de bu guruba mensup olduğundan, yukarıdaki Kitâb-ı Mukaddes ifadeleri o’nun ortaya çıkacağına işaret olarak kabul edilmelidir. (Muhammed Esed Tefsiri)
43.
Namazı kılın, zekâtı verin;[*] rükû edenlerle birlikte rükû edin.
[1*] Âdem aleyhisselamdan Muhammed aleyhisselama kadar bütün nebiler namazı ve zekâtı emretmişlerdir (Beyyine 98/5). Namazı kılıp zekâtı vermek, nebilerin yolunda olmanın olmazsa olmaz göstergesidir.
[2*] Zekât kelimesi, “gelişme” anlamına gelen z-k-v (زكو) kökünden türemiştir. Zekât, muhtaç kesimin ve kamunun (Tevbe 9/60) ihtiyacını giderip mal ve hizmet dolaşımının önündeki engelleri kaldırarak ekonomiyi geliştirir.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
44.
Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip bizzat kendinizi unutuyor musunuz? Akıl etmiyor musunuz?[*]
Vahidi ve Sa`lebi`nin Abdullah bin Abbas (r.a.)`tan rivayet ettiklerine göre bu ayeti kerime Medineli yahudiler hakkında inmiştir. Onlardan bir adam Müslüman olan yakınlarına dinleri üzere sabit kalmalarını tavsiye eder ancak kendisi Müslüman olmaktan çekinirdi. Bu şekilde Medine yahudilerinden bazıları insanlara iyiliği emreder ancak kendileri yapmazlardı. (Ahmet Varol Tefsiri)
45.
Sabırla[1*] / duruşunuzu bozmadan ve görevlerinizi aksatmadan[2*] (Allah’tan) yardım isteyin. Bu, Allah’a saygılı olanlardan başkasına ağır gelir.
[1*] Sabır, aklın ve dinin gerektirdiği şekilde kendine hakim olmaktır (Müfredat). Bu şekilde davranan kişi, önüne çıkan engelleri aşarak yoluna devam eder. Dilimizde bunu en iyi ifade eden söz ‘duruşunu bozmamak’tır.
Es-salât (ٱلصَّلَوٰةِ)'ın kök anlamı, bir şeyi bırakmamak ve sürekli arkasında olmaktır (Lisan’ul-Arab). Bir müslümanın her gün belli vakitlerde yapması gereken tek ibadet namaz olduğu için Allah Teala ona da salat demiştir. Bazıları çalışmadan, sadece dua ile sonuca ulaşacaklarını sanırlar. İş bu kadar kolay değildir. Allah’ın yardımını hak etmek için sabırlı olmak ve gerekli çalışmayı, tam olarak yapmak icap eder(Bakara 2/200-202, Necm 53/39). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
46.
Saygılı olanlar, Rableriyle yüzleşeceklerini ve onun huzuruna varacaklarını anlayanlardır.
BÖLÜM 6
47.
Ey İsrailoğulları! Size verdiğim onca
nimetimi ve sizi, o zamanlar bütün milletlerden gerçekten üstün kıldığımı[*] hatırlayın!
Her nebinin ümmeti, onun yolunda giderse, yaşadığı dönemin en üstün toplumu olur. Allah Teâlâ, Müslümanlar için şöyle demiştir: “Eğer inanıyorsanız en üstün sizlersiniz. (Al-i İmran 3/139) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
48.
Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, kimsenin cezasını çekmez (borcunu ödemez); kimseden şefaat[*] (aracılık, iltimas) da kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz.
Şefaat, birine eşlik etmek veya arka çıkmaktır (El-Ayn, Müfredât). Dünyada insanlar birbirlerine şefaat edebilir, yani arka çıkıp destek olabilirler (Nisa 4/85); ama mahşer günü kimse kimseye şefaat edemez (Bakara 2/254; İnfitar 82/17-19). Cennete gitmiş biri, şirk günahı ile değil de diğer günahlarından dolayı cehenneme girip cezasını çekmiş olan bir yakınına, Allah’ın onayıyla şefaat edebilir yani onu yanına alabilir (A’raf 7/46-49, Meryem 19/86-87, Tur 52/21). Allah’ın onayı olmadan şefaat olmaz (Bakara 2/255, Taha 20/109, Secde 32/4, Sebe 34/23). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
49.
Hem sizi en feci işkencelere uğrattıkları zaman Firavun'un adamlarından kurtardığımızı da hatırlayın! Onlar sizin dünyaya gelen erkek çocuklarınızı kesiyor, kız çocuklarınızı ise kötülük için hayatta bırakıyorlardı. İşte bunda size Rabbiniz tarafından çetin bir imtihan[*] vardı.
Eğer acı çeken kimse çektiği bu acının bir imtihan dönemi olduğunu kavrar ve bu imtihan dönemini başarı ile geride
bırakırsa çektiği acı boşuna gitmemiş olur. İnsan, bu düşünceyi kafasında yaşatınca, çektiği acılara daha kolay
katlanabilir. Ayrıca, bu acı tecrübeden dünya hesabına deneyim, bilgi, sabır ve dayanma gücü kazandığı gibi, Ahiret
hesabına da, çektiği acının ecrini sırf Allah'tan beklemek, Allah'a yakarmak kurtuluşu O'ndan beklemek ve O'nun
rahmetinden asla umut kesmemek gibi önemli kazançlarla çıkar. Böyle olduğu içindir ki, yüce Allah yukarıdaki
işkence ve baskı tablosunun anlatımını, "Bu, sizin için Rabbinizden gelen çok önemli bir imtihandı" şeklinde
düşündürücü bir yorum cümleciği ile noktalıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
50.
Sizin için denizi yarmıştık, sizi kurtarmış ve
Firavun âilesini boğmuştuk;
siz de bunu görüyordunuz.[*]
Bu kıssa, Bakara suresinden daha önce Mekke döneminde inen bazı surelerde ayrıntılı biçimde anlatılmıştı.
Müslümanlar bu konuda gerek daha önce inen surelerle gerekse birlikte yaşadıkları Medine yahudilerinin elinde
bulunan dinî kitap ve kıssalardan yeterince bilgi sahibi oldukları için burada bu kıssa sadece hatırlatılmakla
yetiniliyor. Bu hatırlatma da tablo çizme üslubu ile gerçekleştiriliyor. Maksat, yahudilerin bu tabloyu yeniden
kafalarında canlandırmaları ve bu canlı imajdan etkilenmeleridir. Bu tabloda yahudiler, denizin önlerinde ikiye
ayrılışını ve Hz. Musa'nın (selâm üzerine olsun) liderliğinde atalarının kurtuluşunu kendi gözleri ile görür gibi, hatta
bu olayı bizzat yaşar gibi oluyorlar. Kur'an-ı Kerim'in burada karşımıza çıkan "gözler önüne serme" özelliği, sırf bu
büyük kitaba özgü ifade tarzının şaşırtıcı bir örneğidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
51.
Musa ile kırk geceliğine sözleştiğimizde onun arkasından boğayı[1*] ilah edinmiştiniz;[2*] yanlışlar içindeydiniz.
[1*] Mısır’da tapılan en önemli ilahlardan biri, Apis adı verilen bir boğa idi. Boğa sevgisi içlerine öylesine işlemişti ki Firavun hanedanı suda boğulup onların serveti İsrailoğullarına kalınca (Şuarâ 26/57-59, Duhan 44/25-28) onlar ilk iş olarak, ellerine geçen altınlardan bir Apis heykeli yapıp tapmaya başladılar (Taha 20/83-98). Tevrat'ta şu ifadeler vardır: "Mısır'da bildirin, Migdol'da duyurun, Nof'ta, Tahpanhes'te duyurun: “Yerini al, hazırlan, çünkü çevrendekileri yiyip bitiriyor kılıç! İlahın Apis neden kaçtı? Boğan neden ayakta kalamadı? Çünkü Rab onu yere serdi." (Yeremya 46:14)
[2*] İttehaze (اتخذ) fiili iki mef’ûl alabilir. Kur'an'da açıkça "ilah edinme" şeklinde geçtiği yerlerin aksine, buzağı geçen hiçbir ayette ikinci mef’ul açık gelmemiştir. Bunun amacı, altından bir buzağı yapmanın ve onu ilah edinmenin Tevrat'a göre ayrı ayrı yasakların ihlali (Çıkış 20:4,5,23) olduğunun vurgulanması olabilir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
52.
Ve sizi bunun ardından bir kez daha affettik, belki şükredersiniz diye...
53.
Yola gelesiniz diye Mûsâ’ya Kitap ve furkan[*] (gerçekle bâtılı Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. birbirinden ayıran ölçü) vermiştik.
Furkân, doğruyu yanlıştan ayırmaktır. Doğruyu yanlıştan ayıran şeye de furkan denir. İlahi kitapların tamamı bu özelliktedir. (Al-i İmrân 3/4 ve Nisa 4/113)
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
54.
Musa halkına şöyle seslenmişti: “Ey halkım!
Boğayı ilah edinmekle kendinizi kötü duruma düşürdünüz.
Bâri’nize;[1*] her birinizi farklı özelliklerde yaratana tövbe edin de nefislerinizi öldürün.[2*]
Böyle yapmanız Bâri; her birinizi farklı özelliklerde yaratan katında sizin için daha iyidir;
(Bunun üzerine tövbe etmiştiniz) Allah da tövbenizi kabul etmişti.
Hiç kuşkusuz Tevvab; tövbeleri çok kabul eden, Rahim; ikramı bol olan, O’dur,”
[1*] Bâri (بَارِئ) “farklı yaratan” demektir. İnsan insana, bitki bitkiye, hayvan hayvana benzer ama hepsi de birbirinden farklıdır. Allah, her şeyi farklı yarattığı için el-Bâri’ onun isimlerindendir (Haşr 59/24).
[2*] Kuran’da aynı olayın anlatıldığı ilgili diğer ayetler dikkate alınarak bu ayette geçen “nefisleri öldürmek” ifadesine gerçek değil mecaz anlam verilmiştir. Boğayı ilah edinmekle kendilerini kötü duruma düşürenler tevbe ederlerse, kabul edileceği bildirilmiştir. (Bakara 2/51-54; A’raf 7/152-153). Ayrıca Kuran’da bir başka olay sebebiyle bu suçu işleyenlere daha sonraki bir zaman diliminde tekrar hitap edilmesi ve işledikleri bu suçun hatırlatılması, bunların öldürülmediklerini gösterir (Bakara 2/93). Hatta bu olayın asıl aktörü Samiri dahi öldürülmemiş, dışlanmıştır. (Taha 20/95-97). “Nefisleri öldürmek” ifadesi Kuran’da herhangi bir karineye ihtiyaç duyulmayacak açıklıkta mecaz olarak da kullanılmıştır. (Nisa 4/29) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
55.
Bir zaman da:
"Ey Mûsâ, biz Allâh’ı açıkça görmedikçe sana inanmayız,"[*] demiştiniz de
derhal sizi yıldırım gürültüsü yakalamıştı;
siz de bunu görüyordunuz.
Onlar sadece duyularıyla algıladıkları şeylere inanırlar. Bunun dışındaki gerçeklerle karşılaştıklarında yapacakları şey
kaba bir inat, küstahlık ve bozgunculuktur.
Birçok olağanüstülükler ilâhi nimetler, af ve bağışlama... Bütün bunlar, sadece duyu organlarının algıladıklarına
inanan, buna rağmen tartışma ve mızıkçılığı hiç elden bırakmayan ve ancak azaba ve musibete çarpılınca gerçeğe
boyun eğen bu katı tabiatı değiştiremiyor. Bu durum, Firavun'un baskıcı yönetimi altında uğradıkları yozlaşmanın,
yahudilerin fıtri yapılarını derinden bozduğunu, yıkıma uğrattığını düşündürüyor. Uzun süreli bir baskının, bir
zorbalığın insanda meydana getirdiği yozlaşmadan daha büyük bir bozulma, daha büyük bir yıkım düşünülemez.
Böyle bir yozlaşma insan vicdanında yeşeren bütün erdemleri mahveder, bu erdemlerin dayanaklarını yıkarak
yerlerine bildiğimiz kölelik ruhunun tohumlarını eker. Kölelik ruhunun tipik özelliği: Cellât kamçısı altında boyun
eğmek, sırtından kamçı kalkar-kalkmaz başkaldırmak, biraz nimet ve güç bulunca anında şımarmaktır. İşte yahudi
vaktiyle böyleydi; o her zaman böyledir; böyle olmaya da mahkumdur.
Ve böyle oldukları için küstahça davranıyorlar, işi inada döküyorlar...
"Hani "Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana kesinlikle iman etmeyiz" (Seyyid Kutub Tefsiri)
56.
Ölmenizin[*] ardından yine de sizi kaldırdık ki görevinizi yerine getiresiniz.
Tevrat’a göre Allah, halkın gözü önünde dağa tecelli edip İsrailoğullarına emirlerini vermek için üç günlük arınma süresi verir ve dağın etrafına halkın geçmeyeceği bir sınır çizilmesini ister. Bundan sonrası şöyle anlatılır: “Üçüncü günün sabahı gök gürledi, şimşekler çaktı. Dağın üzerinde koyu bir bulut vardı. Derken, çok güçlü bir boru sesi duyuldu. Yerleşim yerinde herkes titremeye başladı. Musa halkın Tanrı’yla görüşmek üzere yerleşkeden çıkmasına öncülük etti. Dağın eteğinde durdular. Sina Dağı’nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü Rab dağın üstüne ateş içinde inmişti. Dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu. Boru sesi gitgide yükselince, Musa konuştu ve Tanrı gök gürlemeleriyle onu yanıtladı. Rab, Sina Dağı’nın üzerine indi, Musa’yı dağın tepesine çağırdı.” (Çıkış 19:16-20).
“Halk gök gürlemelerini, boru sesini duyup şimşekleri ve dağın başındaki dumanı görünce korkudan titremeye başladı. Uzakta durarak Musa’ya, “Bizimle sen konuş, dinleyelim” dediler, “Ama Tanrı konuşmasın, yoksa ölürüz”. Musa, “Korkmayın!” diye karşılık verdi, “Tanrı sizi denemek için geldi; Tanrı korkusu üzerinizde olsun, günah işlemeyesiniz diye. Halk uzakta durdu, fakat Musa, Tanrı’nın bulunduğu koyu bulut kümesine yaklaştı. Rab, Musa’ya şöyle dedi: “İsrailoğullarına diyeceksin ki: ‘Sizinle gökten konuştuğumu gördünüz. Altın, gümüş ilahlar yapıp onları benimle bir tutmayacaksınız...” (Çıkış 20:19-23). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
57.
Üzerinizdeki bulutla sizi gölgeledik, size menn ve selva ikram ettik:[*] Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin (diyerek)... Ve Bize zulmetmediler, fakat zulmettikleri yalnızca kendi benlikleriydi.
Zımnen: Hem ekmeği hem katığı ikram etmiştik. Menn (İbranice man) Eski Ahid’de şöyle tarif edilir: “Seherde ordugâhın etrafına çiğ düşmüştü. Ve düşmüş olan çiğ kalkınca işte çöl toprağının yüzeyinde kırağı gibi küçük, yuvarlak bir şey vardı. ...ve o kişniş tohumu gibi beyaz ve lezzetli ballı yufka gibiydi” (Çıkış 16:13,14,31). “Görünüşü ak günnük görünüşü gibiydi. Kavim dolaşır ve onu toplardı. Değirmende öğütürler, yahut havanda döverlerdi. Ve tencerede haşlarlar ve ondan pide yaparlardı. Tadı taze yağ tadı gibiydi” (Sayılar 11:7-8). Menn’in zahmetsizce elde edilen her gıda için kullanılabileceğini Allah Rasûlü’nün “Mantar (kem’e) mendendir” sözünden çıkarıyoruz. (Tirmizî, Tıb 22). Selvâ, “insanı teselli eden şey” demektir. Rivayetlere göre çölde mahsur kalan İsrâiloğullarına Allah’ın lütuf olarak gönderdiği bıldırcına benzeyen bir kuş türüdür. Menn ekmeği, selvâ ise katığı temsil eder. İnzâl, “ikram” vurgusuna sahiptir (Bkz: 41:32). (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
58.
Bir gün şöyle demiştik: “Şu kente girin; beğendiğiniz yerden bol bol yiyin. Emrimize boyun eğerek kapıdan girin[*] ve “Günah yükümüzü kaldır!” deyin ki hatalarınızı örtelim. Güzel davrananlara ikramlarımız olacaktır.”
Burası “secde ederek” diye meallendirilir. Secdenin kök anlamı, eğilme ve boyun eğmedir (Müfredat). Burada, o yere, kapıdan girme emrine boyun eğilmesi istenmiştir. Emri tebliğ eden Musa aleyhisselam şöyle demişti: “Ey halkım! Allah'ın size yazdığı şu tertemiz ve değerli yere girin; arkanızı dönmeyin, yoksa kaybedenlere dönüşürsünüz.” (Maide 5/21). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
59.
İçlerinden yanlış davrananlar, kendilerine emredilenin yerine başka bir söz söylediler[*]. Biz de yoldan çıkmalarına karşılık, yanlış davrananların üzerine gökten afet indirdik.
Oraya girme emrine karşı çıkanlar şöyle dediler: “Bak Musa! Orada çok zorba bir halk var. Onlar çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer onlar çıkarlarsa o zaman gireriz. O yere girmeye korkanların arasından Allah’ın nimet verdiği iki kişi şöyle dedi: “Onların yanına şu kapıdan girin; oradan girerseniz hakim olanlar siz olursunuz. İnanıp güveniyorsanız yalnız Allah’a dayanın.” (Maide 5/22). Sanki Allah, o yerin halkı ile savaşmalarını emretmiş gibi şu sözü de söylediler: “Bak Musa! Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın! Biz burada oturacağız” (Maide 5/24, A’raf 7/161-162). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 7
60.
Bir zaman da Musa, kavmi için su istemişti; "Asanla taşa vur," demiştik. Bunun üzerine taştan on iki göze fışkırmıştı. Her bölük, kendi içecekleri pınarı bilmişti: "Allah'ın rızkından yeyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak (başkalarına) saldırmayın" (demiştik)
61.
Bir ara şöyle demiştiniz: “Musa! Tek çeşit yemeğe katlanamayacağız; Rabbine / Sahibine bizim için dua et de bize toprak ürünlerinden sebze, hıyar, sarımsak, mercimek ve soğan bitirsin!” O da “Üstün olanı düşük seviyede olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?[1*] İnin bir şehre, istediğiniz şeyler orada var!” dedi. Başlarına sefillik ve çaresizlik çöktü, Allah’ın öfkesiyle yıkıldılar. Öyle oldu, çünkü Allah’ın ayetlerini görmezlikte direniyor ve haklı bir gerekçeye dayanmadan nebilerini[2*] / onların nebiliğini öldürüyorlardı.[3*] Öyle oldu, çünkü isyana dalıyor ve aşırı gidiyorlardı.
[1*] Düşük seviyede olanı” sözü o yiyeceklerle ilgili değildir. Öyle olsaydı “İnin bir şehre, istediğiniz şeyler orada var!” denmezdi. Onların istedikleri bulundukları yerde yerleşip tarımla uğraşmalarıydı. Oysa orada kalmayıp Allah’ın Musa aleyhisselama nebilik verirken vaad ettiği topraklara gitmeliydiler. Allah Tevrat’ta onlara şöyle emretmişti: “....onları Mısırlıların elinden kurtarmak için geldim. O ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal akan ülkeye, Kenan, Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına götüreceğim” (Çıkış 3:8).
[2*] Nebi, kendisine kitap ve hikmet verilen kişidir (Al-i İmrân 3/81-82, En’âm 6/83-90). Resul (رسول), “gönderilen”dir. “Birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi o sözü tebliğ için gönderilen elçi anlamına da gelir (Müfredat). Nebi, Allah’ın ayetlerini tebliğ ile görevli olduğu için o, aynı zamanda resuldür. Bir ayet şöyledir: “Bu kitapta İsmail’i de an, o sözünde durmuştu; nebi olan resul idi.” (Meryem 19/54)
[3*] Allah Teâlâ, bütün resullerine yardım eder ve onları düşmanlarından korur (Maide 5/67, Yunus 10/102-103, Enbiyâ 21/7-9, Saffat 37/171-173). Nebi olmayan resuller vardır (Şuara 26/105, 123, 141, 176) Ama her nebi, aynı zamanda resul olduğu için nebilerin ve resullerin öldürülmesi, onların nebiliklerinin ve resullüklerinin öldürülmesidir. İlgili ayetlerde geçen katl (قتل) sözünün kök anlamlarından biri izlâl (اذلال) (Müfredât) yani itibarı ile oynamadır. Yahudiler, İsa aleyhisselamı öldürdüklerini söylerler (Nisa 4/157). Hıristiyanlar da sistemlerini, İsa aleyhisselamın çarmıha gerilip defnedilmesinden üç gün sonra kabrinden çıkarak Celile’de 11 havarisine göründüğü iddiası üzerine kurarlar (Matta 28/16–20). İncil, Allah’ın İsa aleyhisselama indirdiği kitaptır (Maide 5/46). Onun ölümünden sonrası ile ilgili sözler İncil’e ait olamaz. Bazı İncillere Yahya aleyhisselamın öldürüldüğü iddiaları da sokuşturulmuştur (Matta 14/3-12, Markos 6/17-29). Hâlbuki Kur’an, bu iki nebinin öldürüldüklerinden değil, öldüklerinden söz eder ve öldükleri gün tam bir güven içinde olduklarını bildirir (Meryem 19/15 ve 33). Nebiler gibi dürüst davranmaya davet eden insanların kişiliklerini öldürme gayretleri de eskiden olduğu gibi bugün de devam etmektedir (Al-i İmran 3/21-22). Allah onlara da, kurtarma sözü vermiştir (A’râf 7/163-166, Hud 11/116). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BOLÜM 8
62.
(Kur’an’a) inananlar ile Yahudi[1*], Hristiyan[2*] ve Sâbiîler[3*] var ya! Onlardan her kim Allah’a ve ahiret gününe inanır da iyi işler yaparsa[4*] ödülleri Rableri / Sahipleri katındadır. Onların üzerinde ne bir korku olur ne de üzülürler[5*].
[1*] "Yahudi" kavramı Davud aleyhisselamın krallığından sonra ortaya çıkmıştır. Davud aleyhisselam Yakub aleyhisselamın oğullarından Yahuda’nın soyundan gelir. Bundan dolayı onun krallığına "Yahuda Krallığı" denmiştir. "Yahudi" kavramı başlarda "Yahuda krallığına mensup kişi" manasında kullanıyordu. Yahuda krallığı, Babil istilasında yıkılınca bu kavram İsrailoğullarının dini-etnik kimliklerini ifade için kullanılmaya başlandı. Kur'an'ın indiği dönemde de "Yahudilik" doğru veya yanlış İsrailoğullarının tüm dini geleneğini (Torah, Talmud, Midraşîm vs.) ifade etmekteydi.
[2*] Bir ayette, Hristiyan anlamında "Nasrânî", on dört ayette de onun çoğulu olan "Nasâra" kullanılır. Kelimenin, Îsâ aleyhisselamın yardım talebine havârilerin olumlu cevap vermeleri sebebiyle (Al-i İmrân 3/52; es-Saf 61/14), “yardım etme” anlamındaki nasr kökünden (Müfredat) veya İsa'nın memleketi olan Nâsıra kelimesinden türetildiği söylenir.
[3*] Sâbiîler, Yahya aleyhisselama inen (Meryem 19/12, En’âm 6/84-89) ve Ginza adı verilen kitaba inanırlar. (Şinasi Gündüz, Sâbiîlik, Diyanet İslam Ansiklopedisi)
[4*] Kur’an tebliğ edilmemişse kendi kitaplarına uymaları yeterli olur (Al-i İmrân 3/81, A’râf 7/157). Ama Kur’an tebliğ edilmişse artık ona uymak zorundadırlar (Nisâ 4/161-162, Maide 5/67-68).
[5*] Mâide 5/69, Hac 22/17. Kendisine bir elçinin tebliği ulaşmayan kimse, sadece bile bile şirk koşmaktan (Bakara 2/22) ve bildiği doğrulardan sorumlu tutulur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
63
Bir zaman da (Sina) Dağı(nı) başınıza dikip sizden (şöyle) söz almıştık: Size verdiğimiz mesaja sımsıkı sarılın, onun muhtevasını Bir şeyin içindeki, içerik. hatırdan çıkarmayın ki[*] takvaya ermeyi umabilesiniz.
(Ebu’d-Derda naklediyor: “Nebi ile birlikteydik. Bir ara gözlerini semaya kaldırdı ve dedi ki: Gün gelir ilim insanları terk eder, insanların onda hiç nasibi kalmaz. Ziyad b. Lebid sordu: İlim bizi nasıl terk edebilir ki? Biz Kur’an’ı okuyoruz ve bundan böyle de vallahi okumaya devam edeceğiz, hanımlarımıza, oğullarımıza okutacağız. Rasulullah cevap verdi: Anan seni kaybetsin ey Ziyad! Ben de seni Medinelilerin akıllısı sanırdım; Yahudilerin ve Hıristiyanların elinde de Tevrat ve İncil yok muydu?” (Tirmizî, İlim 5) Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
64.
Bunun ardından bir kez daha sözünüzden döndünüz. Eğer Allah size lutfedip acımasaydı, kesinlikle kaybetmiştiniz.
65.
İçinizden cumartesi yasağını[1*] çiğneyenleri elbette bilirsiniz. Onlara “Aşağılık maymunlar gibi olun!” demiştik[2*].
[1*] Cumartesi yasağıyla ilgili Tevrat’taki hüküm şöyledir: “Tanrın Rabb’in buyruğu uyarınca Şabat (Cumartesi) Günü’nü tut ve kutsal say. Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün bana, Tanrın Rabb’e Şabat Günü olarak adanmıştır. O gün sen, oğlun, kızın, erkek ve kadın kölen, öküzün, eşeğin ya da herhangi bir hayvanın, aranızdaki yabancılar dahil, hiçbir iş yapmayacaksınız. Öyle ki, senin gibi erkek ve kadın kölelerin de dinlensinler.” (Tesniye 5:12-14).
[2*] Cumartesi yasağını çiğneyenler maymunlar gibi olmuşlardı. Bu, onlara has fiziksel dönüşüm değil, benzer davranışları gösteren herkese uygulanan bir dışlama biçimidir (Nisâ 4/47). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
66.
Böylece Biz, bu olayı ondan önceki ve
sonrakilere bir ibret, takvâ[*] sahipleri için de bir öğüt kıldık.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
67.
Bir gün Musa halkına, “Allah bir sığır kesmenizi emrediyor!” dedi[1*]. “Sen bizi hafife mi alıyorsun!” dediler. O da “Kendini bilmez biri[2*] olmaktan, Allah’a sığınırım!” dedi.
[1*] Eski Mısır’da Apis denen boğaya ve Hator (Hathor) denen ineğe tapılırdı (Ömer Faruk Harman, TEŞBİH, DİA). Apis daha değerliydi (Tevrat/Yeremya 46:14). Musa aleyhisselam “Allah bir sığır kesmenizi emrediyor” dediğinde bir inek kesebilirlerdi. Ama o inanç içlerine öylesine işlemişti ki (Bakara 2/93) inek bile kesmek istemezken emre uyup Apis özelliğinde bir boğa kesmek zorunda kaldılar.
[2*] Kendini bilmez diye tercüme ettiğimiz “cahil”, “bilmeyen” anlamına geldiği gibi “olması gerekenin aksine davranan” (Müfredât) ve “kendine hakim olamayan (Yusuf 12/33)” anlamlarına da gelir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
68.
“Bizim için Rabbine / Sahibine sor, o nasıl bir şeydir, bize açıklasın!” dediler. Dedi ki: Allah şöyle diyor: ‘Ne yaşlı ne körpe, ikisinin ortası bir sığır.’ Haydi, emri yerine getirin!”
69.
“Bizim için Rabbine / Sahibine sor, bize ne renk olduğunu da açıklasın!” dediler. Musa dedi ki: Rabbim şöyle diyor: “O sarı bir sığırdır, sapsarı renkte, görenlere zevk verir.”
70.
“Bizim için Rabbine / Sahibine bir daha sor, onun nasıl bir şey olduğunu iyice açıklasın! O sığır bildiğimiz bir sığıra benzedi[*]. Allah nasip ederse onu mutlaka buluruz!” dediler.
“Teşabüh”, iki şey arasındaki benzerliği ifade eder. Bu ayet, Musa aleyhisselamın yaptığı tanımlamaların onların zihninde Mısırlıların tanrısı Apis boğasını canlandırdığını gösterir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
71.
Dedi ki: Rabbim şöyle diyor: “O bir boğadır; ne koşulup toprağı sürmüş ne de ekin sulamıştır. Salmadır,[*] alacası da yoktur.” “Gerçeği şimdi getirdin!” dediler ve onu kestiler. Az kalsın emredileni yapmayacaklardı.
Bakara (بقَرةَ) , bakar (بقَر) yani sığır cinsinden bir adet hayvan demektir. Tarlayı sürebilecek özellikte olduğu halde sürmemiş, serbest bırakılmış olması onun bir boğa olduğunu gösterir. Ayetteki fiillerin müennes /dişil olması, sadece “bakara” kelimesinin lafzî müennes olmasından dolayıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 9
72.
Siz bir adam öldürmüştünüz de onunla ilgili olarak çekişip duruyordunuz. Oysaki Allah, sizin sakladıklarınızı ortaya çıkaracaktı.
73.
“Ölenin parçasını bedenine yerleştirin!”[1*] dedik. Allah ölülere, bu şekilde (parçaları tamamlayarak) can verir[2*]. Size ayetlerini gösteriyor ki aklınızı kullanasınız.
[1*] Darb (ضرب)'ın kök anlamı, bir şeyi bir şeyin üstüne vurma veya sabitlemedir (Müfredat). Arapçada pek çok iş için kullanılabilen bu fiilin anlamı, vurulan veya sabitlenen şeye göre değişir (el-Ayn).
[2*] Ölüden ayrılan parçanın onunla birleştirilmesi emredilmektedir. Yeniden dirilme, tekrar yaratılan kemiklerin tamamlanıp onlara et giydirilmesi şeklinde olacaktır. (Bakara 2/259 - 260) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
74.
Bu olaydan sonra kalpleriniz yine katılaştı.
Adeta taş gibi oldu, hatta ondan daha katı bir hal aldı.
Taşlardan öyleleri vardır ki, arasından ırmaklar fışkırır.
Yine öyleleri vardır ki, yarılır ve içinden su çıkar.
Yine onlardan Allah korkusundan yuvarlananlar vardır.
Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
75.
Bütün bu olanlardan sonra siz, onların size inanmalarını mı bekliyorsunuz? Oysa onlardan birçoğu Allah’ın kelâmını işitip ne demek istediğini kavradıkları hâlde, bile bile tahrif[*] ediyorlar.
Tahrif (التحريف), Nisa 4/46’da açıklandığı gibi iki tarafa yüklenebilecek bir anlamı, kolayca anlaşılmayacak biçimde, sözün akışına uygun olmayan tarafa çekmektir. Tahrif, metinde değil anlamda olduğu için Kur’an, önceki kitapların ana metinlerini tasdik eder. Ama tahrif kelimesi de tahrif edilip ona “tebdil” yani metni değiştirme anlamı verildiğinden hem Kur’an’ın önceki kitapları tasdik ettiği unutturulmuş hem de Kur’an ayetlerinde yapılan anlam kaydırmalarının üstü örtülmüştür. En fazla tahrif, Yahudileri rahatsız eden ayetlerde olmuştur. Nitekim bu ayetteki tahrif, meal ve tefsirlerin çoğunda Kur’an ile değil Tevrat ile ilişkilendirilmiştir.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
76.
Onlar, îman edenlerle buluştuklarında “îman ettik” derler, birbirleriyle baş başa kaldıklarındaysa (akıl hocaları, “îman ettik” diyenlere) “Rabbinizin katında size karşı bir koz olarak kullansınlar diye mi Allah’ın size açtığı şeyi onlara haber veriyorsunuz? Bu kadarını düşünemiyor musunuz?” derler.[*]
“İman ettik” diyenler saf ve samimi kimi Yahudiler, onları paylayanlarsa haset ve inatçı Yahudi liderleriydi. Birinciler hakikati itiraf etmiş olsalar gerek ki, akıl hocaları mü’minlerin eline koz vermemeleri konusunda onları uyarıyordu. Allah’ın İsrâiloğullarına açtığı sır, hiç kuşkusuz Hz. Muhammed’in risaletiydi (Tekvin, 21:21; Tesniye, 18:15, 18; 33:2). Bu âyet, Medine Yahudilerinin sadece inkârcı değil aynı zamanda ikiyüzlü olduklarını da gösterir. Çünkü 14. âyet aynı davranışı münafıklara nisbet eder. Sûrenin 8-20. âyetlerinde sözü edilen münafıklarla bu âyettekilerin aynı olması da muhtemeldir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
77.
Onlar bilmiyorlar mı ki,
Allah onların gizli tuttuklarını da bilir, açığa vurduklarını da!..
78.
Onların bir kısmı ümmîdir;[1*] kitabı bilmezler, Onlar sadece kurgularına dayanırlar[2*]. Onlar sadece zanna dayalı konuşurlar.
(Kur’an’da ümmînin üç anlamı vardır: Biri, kendine kitap verilmemiş olan (Al-i İmran 3/20), ikincisi inandığı kitabın içeriğini bilmeyen (Bakara 2/78), üçüncüsü de Mekkeli anlamıdır (Cum’a 62/2). Nebimiz de daha önce ilahî kitap bilgisine sahip değildi (Şûrâ 42/52-53, Ankebut 29/47-48) ama ona, bundan dolayı ümmî denmemiştir. Son nebinin İsmail aleyhisselamın soyundan geleceği ve Mekke’den çıkacağı Tevrat ve İncil’de yazılı olduğundan (A’raf 7/157-158; Tevrat /Tesniye 18:18,19, Mezmurlar 84:6, 118:22-26; İncil /Matta 21:42-44) Kur’an’da onunla ilgili olarak kullanılan ümmî kavramı, Mekkeli anlamındadır.
[2*] “Kurgular” diye anlam verdiğimiz emânî (أَمَانِى) ‘ümniyye’nin çoğuludur. Burada kitabı, anlamadan okuma anlamındadır. Bu okuyuş kişiyi, hayale dayalı beklentilere sokar (Müfredât). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
79.
Fakat elleriyle kitap yazan, sonra onunla geçici bir çıkar sağlamak için “Bu Allah katındandır!” diyenlerin çekeceği var. Hem yazdıklarından dolayı çekecekleri var hem de kazandıklarından dolayı çekecekleri var!
80.
Bir de, Yahudi’ler dediler ki: “Cehennem ateşi, sayılı günlerden başka bize asla dokunmayacaktır.” Sen onlara de ki:
Siz bunun için Allah katından bir söz mü aldınız? Eğer öyle ise, Allah, verdiği sözden asla dönmeyecektir. Yoksa siz, Allah üzerine bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?[*]
İlâhi adaletle bağdaşmayan, ilâhî geleneğin kanunları ile uyuşmayan, mantıklı davranış ve ceza kavramında yeri
olmayan sözkonusu asılsız hayallerinden biri de ne kötülük işlerlerse işlesinler mutlaka Allah'ın azabından
kurtulacakları, Cehennem ateşinin kendilerine sadece birkaç gün dokunacağı, bu sayılı günlerin arkasından Cennet'e
girecekleri sanısıdır. Bu ham hayali neye dayandırıyorlar? Neye dayanarak işi sağlama bağlamış gibi süre
belirliyorlar? Sanki süresi belirli bir muahedeye, bir sözleşmeye dayanıyormuş gibi nasıl böyle kesin konuşuyorlar?
Bu iddialar, cahillerin asılsız kuruntuları ile sahtekâr ilim adamlarının yalanlarından başka birşey değildir. Bu gibi
asılsız hayallere ancak doğru inanç sisteminden sapmış ve bu sapıklıkları uzun zaman devam ettiği için dinlerinin
gerçek mahiyeti ile aralarında hiç bir ilişki kalmamış kimseler sığınabilir. Bu takdirde onların dilinde dinin sadece adı
ve şekli kalır, içeriği ve özü ellerinden gider. Buna rağmen, halâ sırf sözde Allah'ın dinine bağlı oldukları iddialarına
dayanarak bu tutumlarının kendilerini azaptan kurtarabileceğini sanırlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)
81.
Hayır! Kim bir kötülük işler de kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa, işte o kişiler ateş halkıdır. Onlar orada [ebedî] kalacaklardır.
82.
İman edip iyi işler yapanlara gelince onlar cennet halkıdır. Onlar da orada [ebedî] kalacaklardır.
BÖLÜM 10
83.
İsrailoğullarından şöyle bir söz de almıştık: Allah'tan başkasına ibadet etmeyin, anne-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik ve güzellikle davranın. İnsanlara güzeli ve güzelliği söyleyin. Namazı / duayı yerine getirin, zekâtı verin. Bütün bunlardan sonra siz, pek azınız müstesna, sırt çevirdiniz. Hâlâ da yüz çevirip duruyorsunuz.
84.
Sizden şu sözü de almıştık: Birbirinizin kanlarını dökmeyeceksiniz. Birbirlerinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız. Bunu kabul etmiştiniz. Hâlâ da buna tanıklarsınız.
85.
(Buna rağmen) birbirinizi öldürüyor ve içinizden bazılarını yurtlarından sürüyor, onlara karşı kötülük ve düşmanlık için aranızda iş birliği yapıyorsunuz. Onları sürgüne göndermeniz yasaklandığı halde sürgüne gönderiyorsunuz. Sonra size esir olarak geldiklerinde ise fidye alışverişi yaparak kendilerini kurtarıyorsunuz. Yoksa siz Kitap'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Oysa içinizden böyle yapanların cezası dünya hayatında rezillikten başka bir şey değildir. Onlar kıyamet günü de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.[*]
Bu ayette anlatılan durum, sözkonusu edilen tarih döneminin çok sonrasında Evs ve Hazreç adlı Medineli kabilelerin
İslâm'ı kabul etmelerinden bir süre önce de burada anlatıldığı biçimi ile yaşanmıştı. Şöyle ki; Evs ile Hazreç
kabileleri putlara tapıyorlardı. Aralarında, başka hiçbir iki Arap kabilesi arasında görülmemiş derecede koyu bir
düşmanlık vardı.
Üç kabileden oluşmuş Medine yahudileri antlaşmalarla bu iki kabileden birinin yandaşı durumunda idiler. Kaynuka
oğulları ile Nadir oğulları adlarındaki yahudi kabileleri Hazreç kabilesinin ve Kureyza oğulları adındaki yahudi kabilesi
de Evs kabilesinin müttefikleri idiler. Bu iki kabile arasında savaş çıkınca yahudi kabileleri de müttefikleri olan
kabilenin yanında savaşa katılıyor, karşı tarafla vuruşuyorlardı. Bu durumda yahudilerin karşı tarafta yeralan
ırkdaşlarını öldürdüğü de oluyordu. Oysa yüce Allah ile aralarındaki antlaşmanın bir maddesine göre birbirlerini
öldürmeleri yasaktı.
Yine kendi müttefikleri savaşta galip gelince karşı taraftaki ırkdaşlarını yurtlarından sürüyor, mallarını yağmalıyor ve
esir alıyorlardı. Oysa bunların tümü de yüce Allah'a vermiş oldukları söz gereğince yasaktı. Bir süre sonra savaşın
etkileri yok olmaya yüz tutunca fidye karşılığında esirleri kurtarmaya girişiyorlar, bu aşamada gerek karşı tarafta
savaşmış ırkdaşlarının gerek müttefiklerinin ve gerekse müttefiklerinin düşmanı olan Arap kabilesinin elindeki esirleri
serbest bıraktırıyorlardı. Bunu Tevrat'ın şu hükmünün gereğini yerine getirmek için yapıyorlardı; "Nerede
İsrailoğulları'ndan bir köleye rastlarsan onu satın alıp azad etmelisin"
İşte Kur'an-ı Kerim, onların tutumlarındaki bu çelişkiyi yüzlerine vurarak kendilerine şu azarlama içerikli soruyu
yöneltiyor:
"Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"
Yüce Allah verdikleri sözü çiğneme anlamına gelen bu tutumları yüzünden kendilerini dünya hayatlarında perişan
olmakla tehdit etmekte ve asıl ağır azabın kendilerini Ahirette beklemekte olduğunu hatırlattıktan sonra ayrıca bu
sert uyarılara, onların yaptıklarından habersiz olmadığı, bunlara göz yummayacağı biçimindeki gizli tehdidini de
eklemektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
86.
Bunlar Ahiret karşılığında dünya hayatını satın almış kimselerdir. Bu yüzden onların ne azabı hafifletilecek ve ne de kendilerine yardım edilecektir.[*]
Buna göre, onların, kendilerine "Belirli günler dışında Cehennem ateşinin dokunmayacağı" biçimindeki iddiaları
asılsızdır. Çünkü bu ayette "Azaplarının hafifletilmeyeceği ve kendilerine yardım edilmeyeceği" belirtilmiştir.
Bu münasebetle yahudilerin `Ahiret karşılığında dünya hayatını satın almış" olmalarının açıklaması şöyledir:
Yahudileri yüce Allah'a vermiş oldukları söze ters düşmeye sürükleyen faktör, Medine'nin putperest kabileleri ile
yapmış oldukları dinlerine ve kitaplarına ters düşmeyi gerektiren antlaşmalara bağlı kalma zorunluluklarıdır. Kendi
aralarında ikiye ayrılıp iki farklı kampa katılmak, değneği uçlarından değil de ortasından tutmak şeklinde ifade
edebileceğimiz geleneksel bir yahudi plânıdır. Bu plâna göre onlar her zaman aralarında çatışmalı olan askeri
paktların hepsinde yeralmayı, işi sağlama bağlamayı amaçlayan ihtiyatlı politikalarının gereği olarak görürler. Bu
politika sayesinde ister bu taraf galip gelsin ve isterse diğer taraf üstünlük sağlamış olsun yahudiler savaş
ganimetlerinden arslan payını almış ve menfaatlerini garanti etmiş olur.
Bu politika, yüce Allah'a güvenmeyen, O'na verilen söze bağlı kalma endişesi taşımayan, bütün güvencesini politik
ustalığa ve uluslararası antlaşmalara bağlayan, Rabbinin desteği yerine kulların desteğine bel bağlayan bir temel
yaklaşımdan kaynaklanır. Oysa yüce Allah'tan beslenen iman, bu imanın bağlılarının, yarar sağlamak ve güvenlik
bulmak amacı ile Rabblerine vermiş oldukları söze ters düşen ve şeriatlerinin yükümlülükleri ile çelişen paktlara ve
kamplara katılmalarını yasaklar. Çünkü Allah'a inananlar için dinlerine bağlı kalmaktan daha öncelikli bir menfaat ve
Rabblerine vermiş oldukları sözün gereklerini yerine getirmekten daha önemli bir güvence düşünülemez. (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 11
87.
Elbetteki Musa’ya kitabı biz verdik ve ondan sonra da elçiler gönderdik. Meryem’in oğlu İsa’ya güçlü deliller verdik ve Kutsal Ruh (Cebrail) ile destekledik. Ne zaman ki elçiler, nefislerinizin onaylamadığı şeyleri getirdiklerinde, hemen kibirlendiniz, (elçilerden) bir kısmını yalanladınız ve bir kısmını da öldürdünüz.
88.
“Kalplerimiz (bilgi ile) kaplıdır” dediler.[*] Aksine hakikati inkâr ettikleri için, Allah onlara lanet etmiştir. Baksanıza, ne kadar da az inanıyorlar.
Nisâ 155’te de geçen kulûbuna ğulfun İbn Abbas’a göre “kalplerimiz ilim ve hikmetle ağzına kadar doludur” anlamına gelir. Aynı ibareyi “kalplerimiz kılıflıdır, mühürlüdür, senin söylediklerinden etkilenmez” şeklinde açıklayanlar, görüşlerine Fussilet 5’i delil olarak göstermişlerse de, Fussilet sûresi Mekkîdir ve adı geçen âyetteki kulûbuna fî ekinnetin (Kalplerimiz örtüler içerisindedir) ifadesinin kendisine izafe edildiği kimseler de Mekke müşrikleridir. Yahudilerin sözünde istiğna ve kibir, müşriklerin sözünde istihza ve alay vardır. Yahudiler bilgi ve hikmete karınlarının tok olduğunu iddia ediyorlardı, müşrikler ise vahyin kendilerini etkilemeyeceğini iddia ediyorlardı. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
89.
Nihayet Allah katından, yanlarında olanı tasdik eden bir kitap geldi. Önceleri kâfirlere karşı önlerinin bu kitapla açılmasını bekliyorlardı. Ama tanıdıkları kitap gelince onu görmezlikte direnip kâfir oldular. Allah’ın laneti / dışlaması kâfirleredir.
90.
Allah’ın, tercih ettiği[1*] bir kuluna iyilik edip kitap indirmesini kıskanarak Allah’ın indirdiğini görmezlikte direnmekle, kendilerini ne kötü sattılar! Başlarına gazap üstüne gazap geldi. (Bu kitabı) görmezlikte direnenlerin hak ettikleri, alçaltıcı bir azaptır[2*].
[1*] Şâe (شاء) fiilinin kökü, “bir şeyi yapma, var etme” anlamında olan şey (شيء)'dir. (Müfredât). Burada Allah’ın yaptığı, bir kulunu tercih ederek ona kitap indirmesidir. Ayrıca bkz Bakara 2/20. ayetin dipnotu.
[2*] Bu azap, Muhammed aleyhisselamın elçiliğini öldürme çabalarının cezasıdır.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
91.
Onlara: “Allah'ın indirdiği bu Kur'ân'a da iman edin! ” denildiği vakit: “Biz sadece bize indirilene inanırız! ” derler. Kur'ân, ellerindeki Tevrat'ı tasdik eden hak kitap olmasına rağmen, kendi kitaplarından başkasını inkâr ederler. Onlara de ki: “Size gönderilen Tevrat'a inanma iddianızda samimi iseniz, peki ne diye daha önce, Allahın nebîlerini öldürüyordunuz?
92.
Musa size, apaçık belgelerle (mucizelerle) gelmişti. Yanınızdan ayrılmasının ardından boğayı[*] ilah edinmiştiniz, yanlışlar içindeydiniz.
Boğayı ilah edinmekle kalmadılar, “Bu sizin ilahınızdır. Musa’nın da ilahıdır ama o, onu unuttu.” dediler (Taha 20/88). Onlar bu sözleri ile Musa aleyhisselamın nebiliğini öldürmüş oldular. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
93.
Bir gün Tur’u tepenize kaldırarak sizden kesin söz almış, “Size verdiğimize sıkı sarılın ve dinleyin!” demiştik. Siz de “Dinledik ve sıkı sarıldık"[1*] demiştiniz. Oysa (kitabı) görmezlikte direnmeniz yüzünden boğa tutkusu içinize işlemişti. De ki: “Eğer inanıp güvenen kişilerseniz, inancınız sizden ne kötü şey istiyor!”[2*]
[1*] Gelenekte buraya “dinledik ve isyan ettik” anlamı verilir ama onu söyleyen, söz vermiş olamaz. Asâ (عصى)'nın “değneğe sarılır gibi sarılma” (Lisân’ul-Arab) anlamı da olduğundan “asaynâ”ya “sıkı sarıldık” anlamını vermek gerekir (Bkz. Nisa 4/46’nın dipnotu). Tevrat’ın ilgili bölümü şöyledir: “(Musa) antlaşma kitabını alıp halka okudu. Halk, ‘Şama’nû ve asînû = Rabb’in her söylediğini yapacağız, Onu dinleyeceğiz’ dedi.” (Çıkış 24/3-7)
[2*] Hem inandık ve sıkı sarıldık diyorsunuz hem de boğa tutkusundan vazgeçmiyorsunuz. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
94.
Ey Muhammedi Sen onlara de ki:
“Eğer iddia ettiğiniz gibi, Allah katında öbür dünya yurdu (cennet), başka insanlar için değil de, yalnız size özgü ise, haydi, ölümü dileyin; eğer doğru sözlü kimseler iseniz...”
95.
Ancak onlar, kendi elleriyle işledikleri
günahlardan dolayı hiçbir zaman da ölümü dilemeyeceklerdir. Zaten Allah, zalimleri pekiyi bilmektedir.
96.
Ant olsun ki, ey Muhammedi Sen onları yaşamaya hiç şüphesiz insanların en düşkünü bulacaksın. Hatta Allah’a ortak
koşanlardan bile fazla... Onlardan her biri, bin yıl yaşamak ister. Oysaki uzun yaşamak, onu azaptan kurtaracak değildir. Zaten Allah, onların bütün yaptıklarını pekiyi görmektedir.
BÖLÜM 12
97.
De ki: “Cebrail’e kim düşman olursa bilsin ki önünde bulduğu (ilahi kitapları) tasdik eden, bir rehber olan ve inanıp güvenenlere müjde veren bu kitabı o, senin kalbine Allah’ın onayı ile indirmiştir.”
98.
Kim Allah'a, Meleklerine, elçilerine Cebrail'e ve Mîkâil'e düşman olursa, şüphesiz Allah da o kafirlerin düşmanıdır.[*]
Bu ayetlerde dile getirilen meydan okumayı okurken yahudinin başka bir özelliğini, başka bir karakteristik huyunu
öğreniyoruz: Gerçekten acayip bir özellik. Anlaşılan yüce Allah'ın kendi bağışlayıcılığının eseri olarak, istediği kuluna
vahiy indirmesi olayı bu milleti her tür sınırı aşan bir kin, bir kıskançlık duygusuna düşürmüş, bu kin ve kıskançlık
duygusu da onu akılla hiç bağdaşmayan bir çelişkiye sürüklemiştir.
Şöyle ki: Yahudiler, Cebrail'in (selâm üzerine olsun) yüce Allah'tan vahiy alarak bunu Peygamberimize indirdiğini
öğrendiklerinde Peygamberimize karşı kin ve hınç derecesiné varan şiddetli bir düşmanlık besledikleri için bu kin ve
hınçları onları şu gülünç hikâyeyi ve şu dayanaksız bahaneyi uydurmaya sürükledi: Bu komik iddialarına göre
Cebrail onların düşmanı idi. Çünkü o dünyaya helâk, yıkım ve acı indiriyordu. İşte onlar Peygamberimize, O'nun bu
dostuna karşı duydukları antipati yüzünden inanmıyorlardı! Eğer Peygamberimize vahiy indiren melek Mikail olsaydı,
Resulullah'a inanacaklardı. Çünkü Mikail dünyaya bolluk, yağmur ve bereket indiriyordu!
Bu varsayım son derece gülünç bir aptallıktan başka bir şey değildir. Fakat kin ve hınç duyguları insanı her çeşit
aptallığa sürükleyebilir. Öyle olmasaydı, yahudilerin Cebrail'e düşman kesilmeleri için ne sebep olabilirdi? Cebrail
onların lehlerine ya da aleyhlerine çalışan bir insanoğlu değildi. Ayrıca yaptıklarını da kendi isteği ve kararı
sonucunda yapmıyordu. O, yüce Allah'ın kendisine emrettiklerini yapan, O'nun hiçbir emrine karşı gelmeyen itaatkâr
bir kuldu sadece.
"De ki; `Allah'ın izni ile Kur'an'ı senin kalbine indiren Cebrail'e kim düşman olursa..."
Cebrail'in, Kur'an'ı senin kalbine indirmesi yolunda şahsi bir arzusu, kişisel bir iradesi söz konusu değildir. O, Kur'an'ı
senin kalbine indirme konusunda yüce Allah'ın iradesini ve iznini yerine getiriyor. Kalp, bu vahyi algılayan ve
algıladıktan sonra kavrayan bir merkezdir. Bu kitap, yani Kur'an-ı Kerim, Peygamberimizin kalbine yerleştirilip
korunuyor. Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen "kalp" kavramı genel olarak "algılama (idrak etme) gücü" anlamına gelir,
yoksa şu bildiğimiz vücuda kan pompalayan dört odacıklı et parçası demek değildir, doğal olarak.
Yüce Allah bu Kur'an'ı, "Ona inanmayanın önündeki Tevrat'ı onaylayıcı ve müminler için hidayet ve müjde kaynağı"
olarak senin (yani Peygamberin) kalbine indirdi.
Kur'an-ı Kerim, kendinden önce inen Semavî kitapları genel anlamda onaylıyor; çünkü bütün semavi kitaplarda
anlatılan ilâhî din, özü bakımından birdir, bütün ilâhî dinlerin temel ilkeleri ortaktır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
99.
Yemin olsun ki sana apaçık ayetler indirdik. Onları yoldan çıkanlardan başkası inkâr etmez.
100.
Onlar ne zaman söz verdilerse aralarından bir grup onu bozup sözünden dönmedi mi? Zaten onların çoğu güvenilir değildir.[*]
Nitekim yahudiler Tur dağının eteklerinde yüce Allah ile aralarında akdedilen taahhüde ve daha sonra peygamberleri
ile aralarında yapılan antlaşmalara bağlı kalmadıkları gibi son olarak Hicret olayının ilk günlerinde Peygamberimizle
yapmış oldukları antlaşmayı da aralarından çıkan bir grup çiğnemiştir. Oysa Hz. Peygamberimiz Medine'de kalmaları
karşılığında onlarla birtakım şartlar içeren ve karşılıklı olarak uyacakları bir antlaşma imzalamıştı. Böyle olmasına
rağmen Peygamberimize karşı, onun düşmanları ile ilk işbirliği yapanlar, onun getirdiği dine karşı ilk kötüleme
kampanyasını açarak müslümanlar ile yapmış oldukları antlaşmaya aykırı biçimde onların arasında fitne ve bölücülük
tohumları ekmeye girişenler onlardı.
Yahudïlerin bu dostluk anlayışı ne kadar kötüydü. Müslümanlarda ise bunun tam zıddı olan bir dostluk anlayışı
geçerlidir. Peygamberimiz bu dostluk anlayışını, bu dayanışmayı şu sözleri ile anlatıyor:
"Müslümanlar kanlarını birbirlerine bedel sayarlar. Onlar başkalarına karşı tek bir eldirler. En zavallıları bile ortak
yükümlülüklerini yerine getirmeye çalışır" (İmam-ı Ahmed)
Evet, müslümanların en zavallısı bile ortak yükümlülüklerine sahip çıkar, hiçbir müslüman yapmış olduğu antlaşmayı
önemsiz görmez, hiçbir müslüman kesinleşmiş taahhüdünü çiğnemez.
Nitekim vaktiyle İslâm ordusu komutanlarından Ebu Ubeyde b. Cerrah, Halife Hz. Ömer'e (Allah her ikisinden de razı
olsun) bir yazı yazarak İslâm ordusundaki kölelerden birinin lrak halkına eman (can güvenliği) sözü verdiğini bildirdi
ve bu hücum karşısında ne yapması gerektiğini sordu. Hz. Ömer de kendisine cevap olarak şunları yazdı; "Yüce
Allah vefakârlığa, verilmiş söze bağlılığa büyük önem verdi. Verdiğiniz sözleri yerine getirmedikçe vefakâr
olamazsınız. Buna göre lrak halkına verilen sözü tutunuz ve onlara artık ilişmeyiniz."
İşte onurlu, sağlam karakterli ve dayanışmalı cemaatin karakteristik özelliği budur. Ayrıca fasık yahudilerin ahlâkı ile
samimi müslümanların ahlâk anlayışları arasındaki fark da budur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
101.
Allah katından, yanlarında olanı tasdik eden bir resul[*] gelince, kitap verilenlerden bir kısmı Allah’ın kitabını, sanki hiç bilmiyorlarmış gibi kulak ardı ettiler.
Ayette geçen Resul (رسول), Kur’an’dır. Çünkü ayetin devamı, onların kulak ardı ettikleri ‘resul’ün, Allah’ın kitabı olduğunu açıkça ifade etmektedir (Bakara 2/89). Zaten resul, hem birine gönderilen söz hem de o sözü ileten elçi anlamındadır (Müfredat). Bu ayetteki “yanlarında olanı tasdik eden bir resul” ifadesinin bir benzeri Al-i İmran 3/81’de “yanınızda olanı tasdik eden bir resul” şekilde geçer. Bu benzerlik, Al-i İmran 3/81’de geçen resul kelimesinin de kitap anlamında olduğunun delilidir.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
102.
Tuttular, Süleyman’ın iktidarı aleyhine şeytanların bağlantı kurup okudukları[1*] şeylere uydular. Süleyman, kâfir olmamıştı ama sihir[2*] yapmayı insanlara öğreten o şeytanlar[3*] kâfir olmuşlardı[4*]. Bir de vaktiyle Bâbil’de o iki melikin, Hârût ile Mârût’un[5*] başına gelenlerin[6*] arkasına düştüler. Hâlbuki onlar “Biz büyük bir belaya düşürüldük[7*], sakın bunu göz ardı etme!” demeden kimseye bir şey öğretmezlerdi. Ama bunlar[8*], o ikisinden, kişi ile eşinin arasını ayıracak şeyler (entrikalar) öğrenirlerdi. Oysa Allah’ın onayı olmadan onlarla kimseye zarar verebilecek değillerdi. Bunlar, işlerine yaramayan, sadece zararı olan şeyleri öğreniyorlar. İyi biliyorlar ki (Allah’ın kitabını verip) bunları alanların ahirette ellerine bir şey geçmez. Kendilerini ne kötü satıyorlar! Keşke bunu bilseler!
[1*] Bağlantı kurup okuma diye meal verdiğimiz tilavet, "birden çok şeyin, aralarına kendi cinslerinden olmayan bir şey karışmayacak şekilde peş peşe sıralanması” anlamındadır (Müfredât).
[2*] Sihir, bir şeyi olduğundan farklı gösterme, aldatma, oyalama ve hiledir (Lisânü’l-Arab). Kur’an, sihrin tam bir oyun ve aldatma olduğunu açıkça bildirir (A’râf 7/103-120, Yûnus 10/81).
[3*] Kötü niyetli insanlar.
[4*] Elimizdeki Tevrat çevirilerine göre Süleyman aleyhisselam, hayatının son dönemlerinde putperestliğe bulaşmış ve kafir olmuştur. İlgili bölüm şöyledir: “Ve Yeroboama dedi: Kendine on parça al, çünkü İsrail’in Allah’ı Rab şöyle diyor: İşte, ben Süleyman’ın elinden krallığı çekip alacağım ve on sıptı sana vereceğim... çünkü beni bıraktılar ve Saydalıların ilahesi Astartiye, Moab ilahı Kemoşa ve Ammonoğullarının ilahı Milkom’a tapındılar...” (1 Krallar 11.31-33). Bu iftiraların sebebi, Süleyman’dan sonra tahta geçen oğlu Rehavam’ın elinden krallığı almaktı (1 Krallar 11. 43). Yahudi yorumcular bu pasajlarda Süleyman'ın putperestliğinden bahsedilmediğini, Süleyman'ın asla kafir olmadığını, bu bölümlerle ilgili özellikle erken dönem Yunanca çevirilerde kasıtlı bazı çarpıtmalar olduğunu savunurlar. (Talmud, Sabbath 56b). Bu çarpıtmalar, özellikle Tevrat'ın Yunanca çevirisini esas alan Hristiyanların, Kitab-ı Mukaddes’i diğer dillere tercüme hareketiyle iyice yayılmıştır. Bakara Sûresi 102. ayet de Tevrat'taki bu pasajlarla ilgili şeytanların bazı tahrifler yaptığına dikkat çekmiştir.
[5*] Elimizdeki mushaflarda Hârût ile Mârût’u anlatan kelime melekeyn= iki melek şeklinde okunur. Allah, “Melekleri sadece gerçek bir iş için indiririz.” (Hicr 15/8) dediğinden onlar sihir öğretemezler. Çünkü sihir gerçek dışı yani batıldır (Araf 7/119, Yunus 10/81). Bu kelimeyi, Abdullah b. Abbas, İbn-i Ebzâ, Dahhâk ve Hasan Basrî, “el-melikeyn = iki melik” şeklinde okumuşlardır (Kurtûbî). Yönetimde olana melik dendiği gibi yönetime gelme gücü olana da melik denir (Müfredât). Ayetin bağlamına ve Kuran bütünlüğüne göre Hârût ile Mârût, çeşitli oyunlarla iktidardan uzaklaştırılan şehzadelerdir. Onlar, kendilerine oynanan oyunları, kötüye kullanılmaması şartıyla insanlara anlatmışlardır.
[6*] Bu ayette, “başına gelen” anlamı verdiğimiz inzal (إنزال) “bir şeyin indirilmesi ve meydana getirilmesi”dir (Mekâyîs). İnsanın başına gelen sıkıntıya nâzile denir (Lisân’ül-Arab), (Ankebût 29/34).
[7*] Fitne, bir madenin gerçek durumunu anlamak için potada onu eritmek üzere ateşe sokmaktır (Lisân’ul-Arab’). Kur’an’da bu kelime imtihan (A’râf 7/155), aldatma (A’râf 7/27), cehennem azabı (Zariyât 51/10-14) ve savaş (Bakara 2/217) anlamlarında kullanılmıştır. Burada şehzadeler, kötü duruma düşürüldüklerini anlattıkları için kelimeye “büyük bir bela” anlamı verilmiştir.
[8*] Amaçları ibret almak değil, taktik öğrenmek ve o taktiği kötüye kullanmaktı. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
103.
Bunlar / bu Yahudiler (Kur’an’a) İnanıp güvenseler ve kendilerini yanlışlardan korusalar Allah katından alacakları karşılık elbette çok iyi olur. Keşke bunu bilseler!
BÖLÜM 13
104.
Ey inanıp güvenenler! “Bizi güt!” demeyin, “Bizi gözet!”[*] deyin ve dinleyin. Bu emri görmezlikte direnenlere, acı veren bir azap vardır.
Ayetteki rainâ (رَاعـِنَا)'ya “Bizi gözet” anlamı verilebilir. Ancak kelime, bir işin birden çok özne tarafından ortaklaşa yapıldığını gösteren mufâale (مفاعلة) kalıbında olduğu için “birbirimizi gözetelim” anlamı da verilebilir (Tehzîb’ul-luğa). Muhammed aleyhisselamın Allah’ın elçisi sıfatıyla görevi, onun ayetlerini tebliğ etmek; muhataplarının görevi de onları dikkatle dinlemektir. Hiç kimse elçilik görevi ile ilgili olarak ona: “birbirimizi gözetelim” diyemez (Hucurât 49/3).
Mufâale kalıbı, bir işi tek başına yapma anlamında da kullanıldığından râinâ (رَاعـِنَا)'ya “Bizi güt!” anlamı da verilebilir. O zaman “Bizi, hayvan güder gibi güt!” şeklinde üstü kapalı bir aşağılama yapılmış olur. Bütün bunların yerine unzurnâ (انظُرْنَا) denirse “bizi gözet” dışında bir anlama çekilemez. Bugün hâlâ Müslümanlar arasında, ayete aykırı olarak halka “raiyye” yani sürü diyenler vardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
105.
Ehlikitabın[1*] kâfir olanları, Rabbinizden / Sahibinizden size bir hayrın indirilmesini hiç istemezler. Müşrikler de öyledir. Allah, tercih ettiği[2*] kişilere özel ikramda bulunur. Allah büyük ikram sahibidir.
[1*] Ellerinde Kur’an’dan önce indirilmiş bir kitap bulunan toplumlar için iki farklı ifade kullanılmaktadır. Bunlardan ilki; “ellezîne ûtu’l-kitap” ifadesidir ve “kendilerine kitap verilmiş olanlar” anlamına gelir. Bu ifadeyle kendilerine kitap verilmiş olan toplumun bütünü dile getirilmekte, kitapları hakkındaki bilgi seviyelerine bakılmaksızın genel ve sosyal bir isimlendirme yapılmaktadır. Örnek vermek gerekirse; günümüzde Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler derken yaptığımız isimlendirme, kitaba muhatap olmuş büyük toplulukların genelini ifade etmesi bakımından Kur’an’ın “ûtu’l kitap” kapsamına girer. Daha önce kitap indirilmiş toplumlarla ilgili olarak kullanılan diğer ifade ise “ehl’i-kitap”tır. Bu kavram, ellerinde Allah’ın kitabı bulunan toplumlar içindeki, kitapları üzerinde uzmanlaşmış, âlim kişileri ifade etmek için kullanılır. Bu sebeple Allah’ın ayetlerini doğruluğuna şahitlik edecek derecede kavramış, gerçekleri ve onların nasıl gizlenebileceğini bilen kişiler için daima ehl-i kitap ifadesi kullanılmaktadır (Al-i İmrân 3/70,71,98,99; Mâide 5/15, Bakara 2/109, Nisâ 4/171).
[2*] Şâe (شاء) fiilinin kökü, “bir şeyi yapma, var etme” anlamında olan şey (شيء)'dir (Müfredât). Burada Allah’ın yaptığı şey, bazı kullarını tercih ederek onlara ikramda bulunmasıdır. Ayrıca bkz Bakara 2/20. ayetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
106.
Bir ayeti nesheder veya unutturursak[1*], yerine daha hayırlısını ya da dengini getiririz[2*]. Allah’ın her şeye bir ölçü koyduğunu bilmez misin!
[1*] Unutturulan ayetler, önceki kitaplarda olduğu halde gizlenen ve Kur’an’da kendilerinden söz edilmeyen ayetlerdir (Maide 5/15).
[2*] Nesh, bir kitaptaki yazıyı diğer kitaba aktarmaktır (el- Ayn). Nesih ya dengiyle ya da daha iyisiyle olur. Allah, önceki kitaplardaki hükümlerin çoğunu son kitabına alarak misliyle nesih yapmış (Nisa 4/163, Şûrâ 42/13), bazı hükümleri de almamıştır (Maide 5/15). Bazı hükümleri ise daha iyisi ile değiştirilmiştir. Mesela Müslümanlar ilk başta orucu, önceki ümmetler gibi tutarken (Bakara 2/183) daha sonra bazı hafifletmeler yapılmıştır (Bakara 2/187). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
107.
Bilmez misin, göklerde ve yerde tüm yetkiler Allah’ındır? Allah ile aranıza girecek hiçbir veliniz / yakınınız[*] ve bir yardımcınız yoktur!
Aralarına başka bir şey girmeyecek şekilde birbirine yakın olan iki kişi veya şeyden her birine veli denir. Buradan hareketle akrabalık, dostluk, yardım ve inanç bakımından doğan yakınlık da mecazen bu kelimeyle ifade edilir (Müfredât). İnsana sinir uçlarından daha yakın olan Allah, onun velisi ve en yakınıdır (Kaf 50/16). Ayetler gayet açık olduğu halde tasavvufta bir velayet makamı oluşturulur, o makama veli veya evliya diye nitelenen kişiler yerleştirilerek onlar birer vesile/ aracı konumuna getirilir. Böylece Allah ikinci sıraya konur ve tevbe edilmediği taktirde asla affedilmeyecek şirk günahına girilmiş olur (Bakara 2/257, Nisa 4/48, 116, A’raf 7/3, 30, Secde 32/4, Ahkaf 46/4-6). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
108.
Yoksa, size gönderilmiş olan Elçi’den, daha önce Musa’dan istenilenleri mi istiyorsunuz? Ama her kim, hakikate inanmak yerine onu inkar etmeyi tercih ederse[*] doğru yoldan sapmış olur.
Lafzen, “her kim imanı, hakikati inkarla değiştirirse” -yani, her kim Kur’an mesajının gerçekliğinin derunî kanıtını kabul etmez ve bunun yerine, onun ilahî kaynaklı oluşunun somut şekilde isbatını taleb ederse (Menâr I, 416). Daha önce Hz. Musa’dan istenilen şey”, İsrailoğulları’nın “Allah’ı yüzyüze görme/Allah ile karşı karşıya gelme” istekleriydi (Muhammed Esed Tefsiri)
109.
Kitap ehlinden birçoğu, hakikat kendileri için de apaçık ortaya çıktığı halde, sırf hasetlerinden dolayı siz inandıktan sonra, sizi geriye döndürüp inkâr etmenizi isterler. Allah’ın onlar hakkındaki hükmü gelinceye kadar onları hoşgörün, kusurlarına bakmayın: Çünkü Allah her şeye kadirdir.[*]
Bu; iğrenç kindarlığın vicdanlarda körüklediği bir eğilimdir. Yani başkalarının elde ettikleri iyiliği onların elinden alma
arzusu. Niçin? Bu durum sözkonusu şirret vicdanların gerçeği bilmemelerinden ötürü değil, tam tersine
bilmelerinden ötürüdür!
Kıskançlık, İslâm'a ve müslümanlara karşı yahudilerin ruhlarından taşan ve bugün de devam eden kara ve iğrenç bir
duygudur. Onların bütün desiseleri, bütün komploları bu dünyadan kaynaklanmıştır ve bugün de yaptıkları tüm
düşmanlıklar bu duygunun bir sonucudur. Kur'an-ı Kerim onların bu iğrenç duygusunu iyi tanısınlar ve korunsunlar
diye müslümanların gözleri önüne seriyor. Ve şunu da bilsin ki müslümanlar, daha önce cenderesinde kıvranıp
durdukları küfür sisteminden Allah'ın nimeti sayesinde kurtulup kavuştukları İslâm'dan uzaklaştırıp yine o eski
hayata döndürmek isteyen tüm çabalar da yahudinin ürünüdür, onun parmağı vardır bu işlerde. O iman ki; yüce
Allah onun sayesinde müslümanları en yüksek payeye, onların kıskançlıklarını körükleyen en yüce nimete tek başına
lâyık görmüştür.
Burada, yani bu gerçeğin açıkça ortaya çıktığı yahudilerin kötü niyetlerinin ve iğrenç kıskançlıklarının gözler önüne
serildiği noktada Kur'an-ı Kerim, müslümanları onurlu davranmaya, kine kinle ve şirretliğe şirretlikle karşılık
vermekten kaçınmaya, yüce Allah'ın dilediği zaman gerçekleşecek olan hükmü kendini gösterinceye kadar
müsamahakâr davranmaya ve onların yaptıklarına şimdilik cevap vermemeye çağırıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
110.
Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her iyiliği Allah'ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.
111.
Onlar: “Yahudi veya Hristiyan olmadıkça hiç kimse cennete giremez!” diye iddia ederler.[*] Bu onların kuruntusudur! De ki: “Eğer söylediklerinizde samimi iseniz, iddianızı kanıtlayın!”
Bu, yukarıdaki 109. ayet ile ilişkilidir: “Kendilerini önceki vahye bağlı sayanların çoğu ... sizi yeniden hakikati inkara döndürmek isterler” vd. (Muhammed Esed Tefsiri)
112.
Hayır, iş öyle değil! Kim halis olarak kendisini Allah'a teslim edip güzel davranışlarda bulunursa Rabbinin nezdinde Yanında, huzurunda, gözetiminde. onun mükâfatı olacaktır. Onlar ne korkacak ve ne de üzüntü duyacaklardır.
BÖLÜM 14
113.
Hepsi de (aynı) kitabı okudukları hâlde, Yahudiler “Hıristiyanlar bir inanç temelinden yoksundur” dediler; Hıristiyanlar da “Yahudiler bir inanç temelinden yoksundur” dediler. (Vahye dair) bilgisi olmayanlar da tuttu, aynen onların söylediği gibi söyledi. Fakat Allah, anlaşamazlığa düştükleri konularda kıyamet günü hükmünü verecektir.
114.
Allah’ın mescitlerinde, onun adının anılmasını engelleyen ve oraları harap etmeye çalışanın yaptığından daha büyük yanlışı kim yapabilir? Onlar korkuya kapılmadan oralara giremezler. Onların hakkı, bu dünyada rezil olmak, ahirette ise büyük bir azaptır.
115.
Doğu da batı da yalnız Allah'ındır. O halde nereye dönerseniz orada Allah'ın yüzü vardır. Allah Vâsi'dir, varlığı sürekli genişletip büyütür; Alîm'dir, her şeyi en iyi biçimde bilir.
116.
Allah, çocuk edindi, dediler.[*] Haşa, O, yücedir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir.
Bu, "Allah oğul edindi" şeklindeki sakat iddia, sadece hıristiyanların Hz. İsa (selâm üzerine olsun) ile ilgili iddiaları
değildir, yahudiler de Hz. Üzeyir için aynı şeyi söylüyorlardı. Tıpkı bunlar gibi müşrikler (putperestler) de melekler
hakkında aynı iddiayı ileri sürüyorlardı. Bu ayet sözkonusu grupların iddialarını ayrı ayrı anlatmıyor. Çünkü konunun
akışı o günün Arap yarımadasında İslâm'a karşı çıkan bu üç grubu ana hatları ile tanıtmak amacını taşıyor. Ne
tuhaftır ki, bu üç grup uluslararası Siyonizm, dünya Hristiyanlığı ve evrensel Komünizm şemsiyeleri altında
günümüzde de İslâm'a kıyasıya karşı çıkan akımları oluşturuyorlar. Yalnız, milletlerarası Komünizm o günün
müşriklerinden çok daha koyu bir küfür akımıdır. Ayetin, bu üç grubu aynı kategoride birleştirmesi, yahudiler ile
hristiyanların sırf kendilerinin doğru yolda olduğu biçimindeki iddialarını boşa çıkarıcı niteliktedir. Çünkü bu iki
grubun her ikisinin de müşrikler (putperestler) ile aynı düzeyde oldukları görülüyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
117.
Gökleri ve yeri yaratan Bedî; örneksiz yoktan yaratan O’dur. Bir işe hükmetti mi, ona sadece "ol" der, o da hemen oluşmaya başlar.[*]
Bu ayete, “ol der, hemen olur” şeklinde meâl verilir. Allah her şeyi bir ölçüye göre yarattığından (Kamer 54/49) o emirle, sadece oluşum başlar. Mesela Allah, bir çocuğun olmasını murad ettiğinde emri, döllenme öncesinde verir ve çocuk oluşmaya başlar (Al-i İmran 3/59, Meryem 19/23, İnsan 76/1-2).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
118.
(Kitabı) Bilmeyenler “Allah bizimle de konuşsa veya bize de bir ayet gelse ya!” derler. Öncekiler de aynı şeyi söylerlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Biz ayetleri, inancı kesin olan bir topluluğa açık açık gösterdik.
119.
Biz seni, bu gerçekle (Kur’an ile) müjdeleyen ve uyaran bir elçi olarak gönderdik. Sen yakıcı ateşin ahalisinden sorumlu tutulacak değilsin.
120.
Onların yolunu takip etmedikçe Yahudiler ve Hıristiyanlar asla senden razı olmayacaklardır. De ki: “Allah'ın yolu biricik yoldur.” Sana ulaşan bu bilgiden sonra onların arzularını takip edersen, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.
121.
Kendilerine verdiğimiz kitabı bağlantılarıyla birlikte gerektiği gibi okuyanlar[*] var ya! Onlar bu kitaba da inanıp güvenirler. Onu görmezlikte direnenler ise kaybedeceklerdir.
Tilavet, birden çok şeyin, aralarına kendi cinslerinden olmayan bir şey karışmayacak şekilde peş peşe sıralanmasıdır (Müfredât). Gerektiği gibi tilavet ise kitabı doğru anlamak için birbiri ile bağlantılı ayetleri birlikte okumaktır. Hem Kur’an hem de önceki kitaplar için “tilavet” kelimesinin kullanılması, yalnızca Kur’an’ın değil, önceki kitapların da bu metoda göre okunması gerektiğini gösterir. Bu metoda göre okuma yapan Ehlikitap, gelecek son kitaba inanma yükümlülüğünü kendi elindeki kitapta bulur ve bu nedenle Kur’an’a iman eder. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 15
122.
Ey İsrail Oğulları! Size lütfettiğim
onca nimetimi ve bir zamanlar sizi, bütün milletlere gerçekten üstün kılmış olduğumu bir hatırlayın.
123.
Ve hiçbir insanın diğerine bir yararının olmayacağı, hiç birinden fidye kabul edilmeyeceği; şefaatin fayda etmeyeceği ve hiç kimseye yardım edilmeyeceği bir Gün’ü[n gelip çatacağını] aklınızdan çıkarmayın.[*]
Bu tenbih, yukarıdaki bağlamda, özellikle Yahudilerin, Hz. İbrahim soyundan gelmelerinin Hesap Günü kendilerini “kurtaracağı” yolundaki inançlarına işaret etmektedir -müteakip ayetle reddedilen bir inanç. (Muhammed Esed Tefsiri)
124.
Ve [şunu hatırlayın:] Rabbi, İbrahim’i buyrukları ile sınadığında ve İbrahim de bunları yerine getirdiğinde[1*] ona “Seni insanlara önder yapacağım!” demişti. İbrahim de sormuştu: “Benim neslimden de mi [önderler çıkaracaksın]?” [Allah] cevap vermişti: “Benim ahdim zalimleri kapsamaz.”[2*]
[1*] Klasik müfessirler, bu buyrukların (kelimât, lafzî anlamı “kelimeler”) neler oldukları konusunda birçok spekülasyona başvurmuşlardır. Ancak Kur’an onları belirlemediği için, burada kasdedilenin, sadece Hz. İbrahim’in Allah’tan aldığı her buyruğa tam bir teslimiyet içinde uyması olduğunu kabul etmek zorundayız.
[2*] Bu pasaj, önceki iki ayet ile bağlantılı olarak okunduğunda, Allah tarafından “insanların önderi” kılınan Hz. İbrahim’in soyundan gelmeleri sebebiyle “Allah’ın seçilmiş halkı” olduklarına inanan İsrailoğulları’nın bu iddiasını reddeder. Kur’an, Hz. İbrahim’in yüce konumunun, fiziksel olarak o’nun soyundan gelenlere ve hele onların içindeki günahkarlara kendiliğinden benzer bir konum kazandırmayacağını açıklığa kavuşturur. (Muhammed Esed Tefsiri)
125.
O Beyt’i[1*] insanların toplanacağı ve güvende olacağı bir yer yaptık. Siz makam-ı İbrahim’i / İbrahim’in ibadet için durduğu yerleri[2*], ibadet yeri yapın. İbrahim ile İsmail’e görev verdik, “Beyt’imi tavaf[3*] edenler, itikâfta[4*] bulunanlar, rükû ve secde edenler / namaz kılanlar için tertemiz tutun!” dedik.
[1*] Arap dilinde beyt, gece kalınabilecek yerdir (Müfredât). “İnsanlar için kurulan ilk Beyt, Bekke’dedir” (Al-i İmran 3/96). “Bir yolunu bulanların o Beyt’te hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.” (Al-i İmran 3/97). Bekke, ekin bitmeyen bir vadidir (İbrâhîm 14/37) Tevrat’ta oraya Bekke Vadisi denir (Mezmurlar 84:4-7).Bekke denmesi, birbirini ezecek şekilde oluşan kalabalıktan tebâkk (التباك) dolayıdır (Müfredât).Mekke, Allah tarafından güvenli hale getirilmiş ve dünyanın her yerinden her türlü ürünün insanlara ulaştırılabileceği özellikte kılınmıştır (Bakara 2/125-126). İbrahim aleyhisselam, oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi, eski temelleri üzerine yeniden bina ettikten sonra Allah ona, hac ve umre ibadetlerinin yapıldığı yerleri göstermiş (Bakara 2/128, 158, 196) ve o yerlere Makam-ı İbrahim adını vermiştir (Al-i İmran 3/97). Hac ibadeti sırasında bu kalabalık Arafat, Müzdelife, Mina, Kâbe, Safa ve Merve’de oluşur. Bekke Vadisini içinde barındıran şehrin adı Mekke’dir. Batı sınırı, 17 km uzağındaki Hudeybiye’ye kadar uzanır (Fetih 48/24). Mekke için Mescid-i Haram ifadesi de kullanılır (Tevbe 9/7). Kâbe’ye de beyt denir (Bakara 2/127, Maide 5/2, 97).
[2*] Makam (مقام) kelimesine, yerine göre tekil yerine göre çoğul anlam verilir. İbrahim aleyhisselam: “(Rabbimiz) Bize menâsikimizi (hac ibadetinin yerlerini) göster” (Bakara 2/128) diye dua etmiş ve ibadeti, gösterilen yerlerde yapmıştı. Öyleyse ‘Makam-ı İbrahim, hac ibadetinin yapıldığı Arafat, Müzdelife, Cemerât, Safa, Merve ve Kâbe’dir.
[3*] Tavaf, bir şeyin çevresini dolaşmaktır (Müfredat). İbrahim aleyhisselamın ibadet yaptığı yerlerde yapılan tavaf, Kâbe ile birlikte hac ve umre ibadetleri sırasında dolaşılması gereken bütün yerleri kapsar (Bakara 2/158).
[4*] İtikâf, ibadet niyetiyle bir camide bir süre kalmaktır.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
126.
Ve o vakit İbrâhim: “Ya Rabbî, burayı güvenli bir şehir yap. Buranın halkından Allah'a ve âhiret gününe iman edenleri çeşit çeşit mahsullerle rızıklandır!” dedi. Bunun üzerine buyurdu ki: “Onlardan inkâr edeni dahi rızıklandırıp az bir zaman hayattan nasip aldırır, sonra da onları cehennem azabına sürerim. Orası varılacak yer olarak ne fena bir yerdir!"
127.
İbrahim'in, İsmail'le birlikte, o evin ana duvarlarını yükselterek şöyle yakardıkları zamanı da an: "Rabbimiz, bizden gelen niyazları kabul buyur; sen, evet sen, Semî'sin, her şeyi çok iyi duyarsın; Alîm'sin, her şeyi çok iyi bilirsin.
128.
“Rabbimiz! İkimizi de sana teslim olmuş kişiler yap, soyumuzdan gelenlerden sana teslim olmuş bir toplum oluştur! Bize hac ve umre ibadetlerini yapacağımız yerleri göster[*] ve tövbemizi / dönüşümüzü kabul et! Tevvâb; Tövbeleri / dönüşleri kabul eden ve Rahîm; ikramı bol olan sensin!”
İbrahim aleyhisselam, “Bize göster” dediği için hac ve umre ibadeti yapılan yerlerin daha önce bilindiği ama kaybolduğu anlaşılır. Kaybolma Nuh tufanında olmalıdır. (Bkz. Taberî, Ali-i İmran 3/96) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
129.
“Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden bir elçi görevlendir[1*] de senin ayetlerini onlara, bağlantılarıyla birlikte okusun, kitabı ve hikmeti[2*] öğretsin ve onları geliştirsin. Sen, evet sen, Azîz'sin; daima üstün olansın ve Hakîm'sin; bütün kararları doğru olan sadece sensin!”
[1*] İbrahim aleyhisselamın oğlu İsmail aleyhisselamın soyundan gelen tek nebi, Muhammed aleyhisselamdır.
[2*] Hikmet, Allah’ın indirdiği ve yarattığı ayetlerden doğru bilgiye ulaşma yöntemi ve ulaşılan doğru bilgidir. Allah’ın kitabındaki hikmete ulaşma yöntemi, o kitabın içinde anlatılmıştır (Bakara 2/169, Al-i İmran 3/7, Hûd 11/1-2, Fussilet 41/3). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 16
130.
Nefsini aşağılık yapan (beyinsiz)den başka, kim İbrahim dininden yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik, ahirette de, o iyilerdendir.
131.
Nitekim Rabb’i, İbrahim’e: “Bana teslim ol!” deyince, İbrahim: “Ben, âlemlerin Rabb’ine teslim oldum” demişti.
132.
İbrahim, oğullarına da bu dini vasiyet etmişti. Yakup da, öyle yapmıştı: Demişti ki: “ Ey oğullarım! Şüphesiz Allah, sizin için bu dini seçti. Öyleyse siz, mutlaka ancak Müslüman olarak can verin!”
133.
Yoksa Yakub'a ölüm geldiğinde siz orada mıydınız? O zaman Yakub, oğullarına, “Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?” diye sormuştu. Onlar da, “Senin ve ataların İbrâhim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek ilâha kulluk edeceğiz; biz sadece O'na teslim olmuşuz” diye cevap vermişlerdi.
134.
İşte İbrahim, Yakup ve çocukları, birer ümmet idi; gelip geçtiler; onların kazandıkları onlara, sizin kazandıklarınız da size!.. Onların işlediklerinden siz sorumlu tutulacak da değilsiniz.
135.
(Yahudiler) “Yahudi olun ve (Hıristiyanlar da) "Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız” dediler. De ki: “Hayır, hakka yönelen İbrahim’in dinine uyarız. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.”
136.
Şöyle deyin: "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a,[1*] onun torunlarına indirilene, Mûsa'ya ve İsa'ya verilene ve diğer nebilere verilene[2*] inandık. Bunlar arasından hiç kimseyi ayırmayız.[3*] Biz yalnız O'na / Allah'a teslim olanlarız."
[1*] Kur’an’da geçen “İbrahim, İsmail, İshak ve Yakup” tamlaması, Kur’an’ın Tevrat’ı tasdik etmesi açısından çok önemlidir; çünkü Allah, Musa aleyhisselama nebilik görevi verdiğinde, İsrailoğullarına kendisini “ataları İbrahim, İshak ve Yakup’un tanrısı” olarak tanıtmasını emreder (Çıkış 3:15). Muhammed aleyhisselam, İsrailoğulları gibi İshak’ın (a.s.) değil İsmail’in (a.s.) soyundan gelir. Bu yüzden Kur’an’daki tamlamanın başında “atalarım” ifadesi geçmez; ama onların hepsine verilen kitaplara inandığımızı söylememiz emredilir. Ayrıca, İsmail ismi geçmeden “İbrahim, İshak ve Yakup’un anılması” da Kur’an’da verilen emirler arasındadır (Sad 38/45).
[2*] Nebilere verilenler, kitap ve hikmettir. (Al-i İmran 3/81, En’âm 6/89)
[3*] Bu ayette müminlerin önce Allah’a, daha sonra nebilere indirilen /verilen kitaplara inandıklarını söylemeleri ve bunlar arasında hiçbir ayrım yapmamaları gerektiği ifade edilmiştir. Ayette geçen “Onlardan hiçbirini diğerinden ayırmayız” ifadesi, ayrım yapmaksızın tüm nebilere ve onlara indirilen /verilen tüm kitaplara inanmayı gerektirir. Nebilerin ve onlara verilen kitapların bazısına inanıp bazısına inanmamak Allah’ın istediği şekilde bir iman olmayacağı gibi bu, Allah ile onun resullerini /kitaplarını birbirinden ayırmak manasına da gelir (Nisâ, 4/150-152).
Ayette dikkatleri çeken ikinci nokta ise bütün nebilere kitap verildiği gerçeğidir. Oysa geleneksel anlayışa göre Allah tarafından kitap ve şeriat verilenlerin “resul”, resullerin getirdiği kitapla dine davet etmesi için kendisine vahiy verilenlerin ise “nebi” olduğu söylenmiştir. Hâlbuki hem bu ayete hem de Bakara 213, Al-i İmrân 81, 84 ve En’âm 6/83-89. ayetlere göre tüm nebilere kitap verilmiştir.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
137.
Eğer onlar sizin inandığınız gibi inanırlarsa, işte asıl o zaman doğru yola girmiş olurlar. Yok eğer bundan kaçınırlarsa, o zaman ayrımcılık çıkarıp sapan onlar olmuş olur. Onlara karşı, (tam zamanında) Allah sana yetecektir: zira O’dur Semî; işiten ve Alîm; bilen.
138.
(Onlara şöyle deyin:) “Allah’ın boyası ile boyanın![*] Kimin boyası Allah’ın boyasından güzel olabilir? Biz yalnız ona kulluk ederiz.”
Allah’ın boyası, yarattığı her şeyi güzel ve değerli kılan kanun ve kurallar bütünüdür. Bunlara fıtrat denir. Rum Suresi 30/30’a göre din fıtrattır. İnsanın yapısında geçerli olan kanunlar da aynıdır. Sadece bu dine giren, Allah'ın boyasıyla boyanmış olur.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
139.
De ki: Allah hakkında bizimle mücadeleye mi girişiyorsunuz? O, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbiniz. Bizim yaptıklarımız bize ait, sizin yaptıklarınız size ve biz, bütün kalbimizle Allah'a bağlıyız.
140.
"Yoksa siz, İbrahim de, İsmail de, İshak da, Yakup da ve torunları da hep yahudi ve hıristiyan idiler mi demek istiyorsunuz?" De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" Allah'ın şahitlik ettiği bir hakikatı bile bile inkar edenden daha zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
141.
Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.
BÖLÜM 17
142.
Bu insanlardan bazı akılsızlar[1*] şöyle diyeceklerdir: “Bunları yöneldikleri kıbleden (Kudüs’ten) çeviren nedir ki!” De ki: “Doğu da Allah’ındır, batı da! O, tercihini doğru yapanı[2*] doğru bir yola yöneltir.”
[1*] “Akılsızlar” diye meal verdiğimiz es-süfehâ Bakara 2/13’de münafıkların özelliği olarak anlatılmaktadır. Bakara 2/75-76'da kimi Yahudilerin, Kur'an âyetlerini anladıktan sonra onları tahrif etmek için münafıklık yaptıkları ifade edildiğinden "süfehâ" kelimesi, kıble değişiminden rahatsız olan kesimin Yahudi münafıklar olduğunu gösterir.
[2*] (Şâe = شاء) fiilinin kökü, “bir şeyi yapma, var etme” anlamında olan (şey =شيء)dir. (Müfredât). Burada Allah’ın doğru yola yönelttiği kişilerin yaptıkları şey, doğru tercihte bulunmalarıdır. Ayrıca bkz Bakara 2/20. ayetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
143.
Böylece sizi merkez toplum yaptık ki insanların gözü önünde olasınız[1*], bu resul / onun elçi olarak getirdikleri[2*] de sizin gözünüzün önünde olsun[3*]. Şu anda yönelmekte olduğun kıbleyi (Beytülmakdis'i[4*], sırf bu resule uyanla ona sırt çevireni bilelim diye kıble yaptık[5*]. Bu, Allah’ın, doğru yolda olduklarını onayladığı kişilerin dışında kalanlara pek ağır gelir. Allah, (Kâbe’nin tekrar kıble olacağına dair) inancınızı boşa çıkaracak değildir[6*]. Raûf; insanlara pek şefkatli ve Rahîm; iyiliği bol olan Allah’tır.
[1*] Her insanın uyması gereken din İslam dini olduğundan, bu dine inananların örnek konumda olmaları gerekir.(Al-i İmran 3/110)
[2*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmek için gönderilen elçi” anlamına da gelir.(Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü (رسول اللّه) ifadelerinde asıl vurgu ayetleredir. Allah’ın son resulü öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır (Al-i İmrân 3/144). Resul kelimesi yerine” resul /onun elçi olarak getirdikleri” ifadesi bunun için yazılmıştır (Maide 5/67, Nahl 16/35).
[3*] Ayetteki şehid kelimesine, meşhûd anlamı verilmiştir. Çünkü bu kalıpta olan bir kelimeye hem ism-i fail (eylemi yapan) hem de ism-i mef’ul (eyleme konu olan) anlamı verilebilir. Buraya uygun anlam, eyleme konu olandır.
[4*] Önceki ayette aynı ifade “yönelmekte oldukları kıble” şeklinde geçmektedir. İki ayeti birlikte düşününce kıble değişikliğinin, Muhammed aleyhisselama uymayan Yahudileri çok rahatsız ettiği ortaya çıkar.
[5*] İlk kıble Kâbe’dir (Al-i İmran 3/96). Kudüs’te bulunan Beytülmakdis’e Süleyman aleyhisselam zamanında dönülmüştür (Tevrat / I Krallar 8:28-30, II Tarihler 6/19-21).
[6*] Mescid-i Haram’ın tekrar kıble olacağına inananlar, öncelikle kendilerine kitap verilenler (Bakara 2/144-146) ile onların, yeni gelecek olan Kitaptan haberdar ettikleri Medineliler ve Mekkelilerdir. Medine’de yaşayan çok sayıda Yahudi vardı. Mekke’de inen En’am Suresinde, Mekkelilerin onlarla ilişkilerini gösteren çok sayıda ayet vardır (En’am 6/19-21, 91-92, 115).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
144.
(Ya Muhammed!) Yüzünün sık sık göğe yöneldiğini görmekteyiz. Razı olacağın kıbleye seni mutlaka çevireceğiz. Haydi şimdi yüzünü Mescid-i Haram yönüne[1*] çevir! (Müminler! Siz de) Nerede olursanız olun, (namazda) yüzünüzü onun bulunduğu yöne çevirin! Kendilerine kitap verilenler iyi bilirler ki bu, Rablerinin / Sahiplerinin gerçek hükmüdür[2*]. Allah yaptıkları hiçbir şeye ilgisiz kalmaz.
[1*] Namazda Mescid-i Haram’ın kendisine dönmek gerekmez. Onun bulunduğu tarafa dönmek yeterlidir.
[2*] Nebimiz, kıblenin değişeceğine dair bilgiyi Yahudi ve Hristiyanlardan öğrenmiş olmalıdır. İncil’de şu ifadeler geçer: Kadın (İsa’ya), “Efendim, anlıyorum, sen bir peygambersin” dedi. “Atalarımız bu dağda tapındılar, ama sizler tapınılması gereken yerin Yeruşalim’de (Kudüs’te) olduğunu söylüyorsunuz.” İsa ona şöyle dedi: “Kadın, bana inan, öyle bir saat geliyor ki, Baba’ya ne bu dağda, ne de Yeruşalim’de tapınacaksınız!” (Yuhanna 4:19-21) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
145.
Sen daha önceden kitap gönderilenlere tüm ilahi kudret delillerini getirsen dahi onlar senin kıblene tabi olmazlar; ve sen de artık onların kıblesine tabi olmazsın. Ve ne de onlar birbirlerinin kıblelerine tabi olurlar.[1*] Sana ilim geldikten sonra eğer onların arzularına uysaydın, bu durumda sen kesinlikle kendine zulmedenlerden olurdun.[2*]
[1*] Onlardan” kasıt Kitap Ehli’dir. Yahudiler, ibadetlerinde Kudüs’teki Hacer-i Muallak’a yönelirken, Hıristiyanlar gün doğusuna yönelirlerdi.
[2*] Zımnen: Sözgelimi sen onların istekleri doğrultusunda davranmış olsaydın, onlar seni yine reddedecek ve kabullenmeyeceklerdi. Bunun en açık örneği Kudüs’e doğru yönelerek 16 ay namaz kılmandır. Gördün, hiçbir şey değişmedi. Onlar inkârlarında direndiler ve senin sürekli kendini inkâr etmeni istediler. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
146.
Kendilerine Kitap verdiklerimiz bunu (Kâbe’nin tekrar kıble olacağını), kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler. Ama onların birtakımı bu gerçeği bile bile gizlerler.
147.
Hak ve gerçek olan, Rabbinden gelendir, bunda hiç tereddüdün olmasın.[*]
Resûlullaha hitaben “Hiç tereddüdün olmasın” hitabı tehyic kabilindendir. Yoksa, bundan, onun tereddüt ettiği mânasının çıkarılması doğru değildir. İnsanın bir arkadaşına te’kid gayesiyle, o hiç endişe ve merak etmese de:” Hiç endişen olmasın, hiç merak etme, ben hallederim, o iş tamamdır!” kabîlinden söz söylemesi, belagat bakımından yerinde bir iştir. (Suat Yıldırım Tefsiri)
BÖLÜM 18
148.
Herkesin yöneldiği bir istikameti ve hedefi vardır ki ona yönelir. Öyle ise (ey inananlar!) siz de iyi ve güzel hedefler koyarak hayır işlerinde yarışın. Nerede bulunursanız bulunun, Allah hepinizi kendi katında (mahşerde) toplayacaktır. Şüphesiz ki Allah, her şeye gücü yetendir.
149.
(Ey Muhammed!) Nereden yola çıkarsan çık, (namazda) Mescid-i Haram’a doğru dön. Bu, elbette Rabbinden gelen gerçek bir emirdir. Allah, sizin işlediklerinizden asla habersiz değildir.
150.
Nerede (namaza) kalkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Nerede olursanız olun, (namazda) yüzünüzü onun bulunduğu yöne çevirin ki bu insanların size karşı bir delili kalmasın.[*] Yanlış konuşanlar konuşur. Onlardan çekinmeyin, benden çekinin. Bu, size olan nimetimi tamamlamam ve sizin de doğru yolda olmanız içindir.
Yahudi ve Hristiyanlar Kâbe’nin tekrar kıble olacağını kitaplarından bildikleri için, kıble değişmeseydi bunu Müslümanlara karşı kullanırlardı
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
151.
Nitekim, içinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size ilâhî mesajı ve hikmeti öğretecek ve ayrıca bilmediklerinizi size bildirecek bir elçi gönderdik.[*]
Bu âyet Hz. İbrahim ve İsmail’in duası olan 129. âyete bir atıftır. Ebu Müslim bu âyeti 143. âyete atıf saymıştır. Ama bunu 129’dan ayıran tek fazlalık “bilmediklerinizi size bildirecek” cümleciğidir. Allah Rasûlü’nün “Allah beni öğretmen olarak gönderdi” (İbn Hanbel III, 328) sözü, bu âyetin ışığında anlaşılmalıdır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
152.
Öyleyse siz beni zikredin[*] / dikkate alın ki ben de sizi zikredeyim / dikkate alayım! Bana karşı görevinizi yerine getirin, nankörlük etmeyin!
Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât). Zikretmek, o bilgiyi dikkate alıp kullanmaktır. Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan ayetler ve indirilen ayetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24,En’âm 6/80). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder (Ra’d 13/28). Allah’ı zikretmek; onu, kitabını ve yarattığı ayetleri dikkate almak, akıldan çıkarmamak ve onların üzerine düşünmektir. İnsan bunlardan bildiği kadarıyla sorumludur (Bakara 2/209).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 19
153.
Ey inanıp güvenenler! Sabırla / duruşunuzu bozmadan ve görevinizi aksatmadan[*] yardımı Allah’tan isteyin! Allah sabredenlerin yanındadır.
Es-salât (ٱلصَّلَوٰةِ)'ın kök anlamı, bir şeyi bırakmamak ve sürekli arkasında olmaktır (Lisan’ul-Arab). Bazıları çalışmadan, sadece dua ile sonuca ulaşacaklarını sanırlar. İş bu kadar kolay değildir. Allah’ın yardımını hak etmek için sabırlı olmak yani duruşunu bozmamak ve gerekli çalışmayı, tam olarak yapmak icap eder (Bakara 2/200-202, Necm 53/39). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
154.
Allah yolunda öldürülenler için de:
“Ölüler” demeyin! Hayır, onlar (bir çeşit)
diridirler; ancak siz bunu anlayamazsınız.
155.
Şüphesiz ki sizi biraz korku ve açlık; (ayrıca) mallardan, canlardan ve ürünlerden azaltma (fakirlik) ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele![*]
Bir önceki ayette sabır ve ibadet ile Cenab-ı Haktan yardım isteme tavsiyesinden sonra, Bakara 155. ayette bu sabrı gerektiren imtihanın nasıl olacağı bilgisi verilmektedir. Her şeyin yolunda gittiği, her isteyenin istediğine kavuştuğu yer dünya değil cennettir. Dünya ise imtihan yeridir. İster peygamber olsun, ister sıradan birisi, isterse çok yüksek bir mevkide zengin ve ulaşılmaz görünen bir kişi olsun her insan yaşadığı sürece değişik yönleriyle bu yıpratıcı imtihandan geçecektir. İmtihanı kazanmanın yolu bu sıkıntılara sabretmektir. Kişinin imtihanı gerek kendisi, gerek yakınları üzerinde mal ve can noksanlığıyla, yani fakirlik, hastalıklar, bazı organların kaybı veya sevdiklerinin ölümü ile hayat boyu sürecektir. İşte tam bu sıkıntı zamanları, kişinin Allah'a olan teslimiyetinin ortaya çıktığı zamanlardır. Nitekim insan başına gelen çaresizlik karşısında Cenab-ı Hakkın emirlerine aykırı yöntemlere mi başvuracak, O'ndan ümidi kesip kendisine yardımda bulunamayacak aracılara mı yalvaracak sıkıntı anında belli olacaktır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
156.
Onlar (sabredenler), kendilerine bir musibet geldiği zaman “Biz Allah’a aidiz ve biz elbette yalnızca O’na döneceğiz” derler.[*]
Dünya imtihanında sıkıntıya uğrayan bir kişi hemen sığınacak birisi arar ve özellikle güçlü kimselere dayanmak ister. Bakara 156. ayette ise müminlerin sıkıntı halinde iken tüm sığınması ve dayanılması gereken, tüm kuralları koyan ve gücü her şeye yeten, tüm varlıkların sahibi olan Allah olduğunu bilmeleri ve tam bir güven içinde O'na yönelmeleri ifade edilmektedir. Çok büyük sıkıntılar çeken Hz. Yakup'un Cenab-ı Hakka sığınışı ayette şöyle geçmektedir: "Yakup dedi ki; “Ben üzüntümü ve kederimi yalnız Allah’a açıyorum. Allah’ın bildirmesi sebebiyle sizin bilmediğiniz bir şeyi de biliyorum."(Yusuf 12/86)
Tarih boyunca ve günümüzde sıkıntı anlarında ölmüş peygamberlerden/insanlardan Allah'a yakın saydıkları kimselerden yardım isteme, sığınıp güvenme durumu görülmektedir. Allah-u Teala bu konuda şöyle buyuruyor: "Kıyâmet gününe kadar cevap veremeyecek bir kimseyi, Allah ile arasına koyarak çağrıda bulunandan daha sapık kimdir? Bunlar onların çağrısının farkında bile değillerdir."(Ahkaf 46/5) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
157.
İşte bunlar, Rablerinin sürekli destek ve bağışına mazhar olanlardır.[*] Doğru yolda olanlar da bunlardır.
Ayette geçen "salavat" kelimesinin bir çok anlamı olup, cümlelerde geldiği kelime bütünlüğüne ve ayet bağlantılarına göre farklılık göstermektedir. Aslında "sala" kelimesi pişme manasına gelmektedir. Pişme; bir olaylar karşısında bir de ateş karşısında pişme olarak iki şekilde olmaktadır. Ateş karşısında pişmek bir cezadır ve bu anlamda cehennem ile ilgili kullanılmaktadır. Olaylar karşısında pişmek ise kişinin zamanla karşılaştıklarıyla yetişip olgunlaşmasıdır. Namaz da insanı olgunlaştırıp pişirdiği için salattır. Sıkıntılı imtihanlardan başarı ile geçenlerin üzerinde Cenab-ı Hakkın salatı/olgunlaşması vardır. Bakara 157.ayette müminler tarif edilmekte ve sabır göstermelerinden dolayı, olaylar karşısında yetişip olgunlaştıkları ifade edilmektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
158.
Safâ ile Merve, Allah’a kulluğun simgelerindendir. Kim o Beyt’te[1*] hac veya umre yaparsa o ikisini sa’y etmesinde[2*] bir günah yoktur[3*]. Kim bir iyiliği fazlasıyla yaparsa[4*] bilsin ki Allah Şâkir'dir; her iyiliğin karşılığını verir ve Alîm'dir; her şeyi bilendir.
[1*] Bakara 2/125’in dipnotuna bkz.
[2*] Sa’y, hac veya umre yapan kişilerin Safa ile Merve arasında gidip gelerek yaptıkları ibadettir.
[3*] Cahiliye Arapları, Safa ile Merve tepelerine İsaf ve Naile adında iki put koymuştu. Müslümanlar bu yüzden sa’yi terk ettiler (İbn-i Hacer el-Askalânî, Feth’ul-Bârî Şerhu Sahîh’il- Buhârî). Bu ayet, sa’yin o putlarla bir ilgisinin olmadığını bildirmektedir. “Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın” (Bakara 2/196) emri de sa’yi terk etmenin, bu iki ibadet için eksiklik olduğunu, mutlaka yapılması gerektiğini yani haccın ve umrenin birer farzı olduğunu bildirmiştir.
[4*] Buradaki ‘fazlasıyla iyilik’, Safa ile Merve arasında nafile sa’y yapmaktır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
Buhari ve Müslim`in rivayet ettiklerine göre Urve (r.a.) şöyle söylemiştir: "Ben Hz. Aişe (r.a.)`ye: "Yüce Allah: "Safa ile Merve, Allah`ın işaretlerindendir. Kim Ka`be`yi hacceder veya umre amacıyla buraya giderse bu ikisini tavaf etmesinde (ikisi arasında belli bir şekilde dolaşmasında) kendisi için sakınca yoktur" diye buyuruyor. Bundan: "Tavaf etmemesinde de bir sakınca yoktur" anlamı çıkar" dedim. Bunun üzerine Hz. Aişe (r.a.) şöyle söyledi: "Ey kızkardeşimin oğlu! Ne kadar fena bir söz söyledin. Eğer senin yorumladığın gibi olsaydı kişinin buraları tavaf etmesinde bir sakınca olmazdı. Ama bu ayeti kerimenin indiriliş sebebi şudur: Ensar Müslüman olmadan önce Menat putu için haykırışta bulunuyorlardı. Bunun için haykırışta bulunan bir kimse ise Safa ile Merve arasında tavaf etmekte sakınca görüyordu. (Müslüman olduktan sonra) Resulullah (a.s.)`a: "Ey Resulullah (a.s.)! Biz câhiliye döneminde Safa ile Merve arasında tavaf etmekte sakınca görüyorduk" dediler. Yüce Allah da bu ayeti kerimeyi indirdi." Buhari`nin Asım bin Süleyman`dan rivayet ettiğine göre, Asım Enes bin Malik (r.a.)`e Safa ve Merve hakkında soru sormuş o da şöyle söylemiştir: "Biz bunların (yani bunların arasında sa`y yapmanın) cahiliye işlerinden olduğunu sanıyorduk. Bunun üzerine Yüce Allah bu âyeti kerimeyi indirdi. (Ahmet Varol Tefsiri)
159.
İndirdiğimiz hakikatin ve rehberliğin delilini ilahi kelâm aracılığıyla insanlığın önüne koyduktan sonra (güç odaklarının vereceği zarardan korkarak veya dünyalık menfaat için) onu gizleyip örtbas edenlere gelince; onlara hem Allah lanet eder hem de lanet edebilenler lanet eder.
160.
Ancak tövbe edip kendilerini düzeltenler ve gerçeği ortaya koyanlar müstesnadır. İşte Ben onların tövbesini kabul ederim. Zira Ben Tevvab'ım; tövbeleri çokça kabul edenim ve Rahim'im; rahmeti sınırsız olanım.
161.
Ama (ayetleri) örten ve örtmüş olarak[*] ölenleri Allah, melekler ve bütün insanlar lanetlerler / dışlarlar.
Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)
162.
Sürekli o lanetin içindedirler. Ne azapları hafifletilir ne de yüzlerine bakılır.
163.
İlahiniz bir tek İlah(Allah)’tır! O’ndan başka İlah yoktur.[*] Rahman’dır (iyiliği sonsuzdur), Rahim’dir (ikramı bol olandır).
Allah'ın birliği ilkési, imana dayalı düşüncenin üzerine oturduğu büyük kaidedir. Hiçbir zaman Allah'ın (c.c) varlığı
inancı hakkında tartışma olmamıştır. Allah'ın zatı, sıfatları ve yaratıklar ile arasındaki ilişkiler üzerinde çeşitli
görüşler ileri sürülmüştür, fakat bu görüşleri savunanlar Allah'ın varlığını reddetmiyorlar. İnsan fıtratı bu gerçeği,
yani Allah'ın varlığı gerçeğini hiçbir zaman unutmuş değildir. Yalnız şu son zamanlarda hayatın özünden ve fıtratın
kaynağından kopuk Ateist bir grup türedi. Bu türediler Allah'ın varlığını kökünden inkâr ediyor. Fakat bunlar, kural
dışı meydana çıkmış bir yaratık türüdür, varlık bütününe bağlanan bir kökü yoktur. Bu yüzden eninde-sonunda yok
olmaya, varlık bütününden ayıklanıp atılmaya kesinlikle mahkûmdur. Bu varlık bütününün ne yapısı ve ne de fıtrî
karakteristiği sözünü ettiğimiz köksüz yaratıkların varlıklarına asla katlanamaz!
Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın birliği ilkesinden sözetmeye sık sık başvurur. Çünkü bu ilke, düşünceyi
rayına oturtucu kaçınılmaz bir düzeltme uyarıcısı, bu düşünceye dayanaklık eden temel kaidedir. Arkadan gelecek
olan ve sözkonusu doğru düşünceden kaynaklanmış olan ahlâkî ve sosyal kurallar da bu ilkenin oluşturacağı tabana
oturacaklardır. Varlık bütününün ilâhının tek olduğu düşüncesinde yani. Tekrarlayalım;
"İlâhınız tek ilahtır." "O'ndan başka ilâh yoktur." "O Rahman ve Rahimdir." (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 20
164.
Şüphesiz şu göklerin ve bu yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, denizde insanlara faydalı olan şeylerle yüklü olarak yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten bir su indirip de, onunla, toprağa ölümünden sonra hayat vermesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre amade olan bulutları yönlendirmesinde akıl yürüten bir toplum için elbette, Allah’ın varlığını ve birliğini kanıtlayan bir çok deliller vardır.[*]
Bu ayette kullanılan, duyu organlarını ve duyguları uyarma yöntemi, gözü ve kalbi, şu kainatın acayipliklerine,
şaşırtıcı niteliklerine açmaya elverişlidir. O acayiplikler ki, onlarla uzun süre birarada oluşumuzun getirdiği ülfet ve
kanıksama duygusu, taşıdıkları orjinallikleri, olağanüstülükleri, kalbe ve duyu organlarına dönük mesajlarını
farketmez olmamıza yolaçmakta, onları normal şeyler saymamıza sebep olmaktadır. Oysa okuduğumuz ayet, bu
evreni, bizleri onu ilk kez görüyormuşuz gibi açık bir göz, keskin duyu organları ve diri bir kalp ile gözlemeye
çağırıyor. Bu ardarda sıralanan tablolarda nice acaiplikler ve nice şaşırtıcı orjinallikler vardır. Gözler bunları ilk
gördüklerinde kimbilir nasıl faltaşı gibi açılmış, kalpler bunları ilk fark ettiklerinde kimbilir nasıl heyecandan titremiş,
sonra zamanla edinilen kanıksama duygusu ve alışkanlık, bu şaşırtıcı cümbüş karşısında duyduğumuz ilk süpriz
sarsıntısını, ilk baskın dehşetini, ilk bakışın ürküntüsünü nasıl bizden alıp götürmüştür...
Şu gökler ile yer... Şu korkunç mesafeler, şu iri gezegenler, şu büyüleyici ufuklar ve şu meçhul alemler. Uzay
denen şu baş döndürücü boşluk içinde bu gezegenlerin hareketleri ve dönüşleri sırasında beliren şu duyarlı uyum...
İnsana şöyle bir göz kırpıp sonra kaybolarak bilinmezliğin koynuna giren şu binbir sırlar... Şu gökler, şu yer... Hatta
insan bunların uzaklıkları, hacimleri ve binbir gizli sırları hakkında hiçbir şey bilmese bile ne müthiş! Yüce Allah bu
sırların bazılarını, ancak insanların idraki gelişince ve bilimsel araştırmalar yeterli düzeye varınca kullarına
açmaktadır.
Gece ile gündüzün yer değiştirmesi... Aydınlığın ve karanlığın kovalamacası... Işımaların ve kararmaların birbirini
izlemesi... Şu tanyeri ağarması ve şu güneşin batışı... Bunlar, nice duyguları sarsmış, nice kalpleri heyecanla
titretmiş ve nice zaman en acaip şeyler olarak algılanmıştır. Fakat bu olaylar tekrar tekrar yaşandıkça insan onlar
karşısındaki ilk heyecanını ve coşkusunu yitirmiş, geride bırakmıştır; fakat mümin kalp hariç. O bu tabloları her
defasında yeni bir yaklaşımla algılamakta, bunlar kendisine her zaman yüce Allah'ın gücünü hatırlatmakta, her
defasında onları yeni bir yaratılış cilvesini görmenin coşkusu ile karşılamaktadır.
İnsanlara yararlı şeyler taşıyan vapurların denizin engin sularında süzülmelerine gelince, bu görüntüden edindiğim
derin hikmeti, algılayabildiğim kadarı ile yansıtmaya çalışayım. Okyanusun uçsuz-bucaksızlığı ortasında bir nokta
gibi kalan gemi, bizi yüklenmiş götürüyor. Çevremizde birbirinin sırtına binen sonsuz dalgalar ile engin ve katışıksız
bir mavilik hakim... Oraya buraya dağılmış bir çok gemi yüzerek yol alıyor... Yüce Allah'ın kudretinden,
gözetiminden ve O'nun tarafından düzenlenmiş olan bir evrensel kanundan başka bir şey değil gördüklerim. Sözünü
ettiğimiz küçücük noktayı (vapuru) o dağ gibi dalgaların sırtında o korkunç boşlukta taşıtan güç işte o güçtür.
Şimdi de, "Allah'ın gökten su indirip onun aracılığı ile ölü toprağı dirilterek yüzeyine her çeşit canlı türünü
yaymasını, rüzgârları ve gök ile yer arasında emre hazır duran bulutları yönlendirmesini" ele alalım.
Bu sayılanların tümü öyle çarpıcı tablolardır ki, eğer insan onları, Kur'an'ın telkin ettiği gibi, açık bir göz ve bilinçli
bir kalple yeniden düşünse, göreceği kudret ve rahmet karşısında vücudu zangır zangır titrer. Suyun cömertliği ile
kucaklaşan yerden, toprak parçasından fışkıran şu hayat; şu mahiyeti meçhul, farkedilmez biçimde kımıldayıp bir
süre sonra güçlü varlığını açıkça belirtici bir eda ile ortaya çıkan, lâtif cevherli hayat... Bu hayat nereden geldi? O,
tanenin içinde ve çekirdekte saklı idi. Fakat taneye ve çekirdeğe nereden geldi? Onun kaynağı, ama ilk kaynağı
nedir? İyi bilelim ki, insan fıtratını yoğun ve ısrarlı baskısı altında tutan bu soru ile karşılaşmaktan kaçınmanın hiçbir
yararı yoktur.
Allah'ın varlığını inkâr edenler (ateistler) uzun yıllar boyunca, ölülere hayat verebilen bir yaratıcının varlığını
onaylamaktan, itiraf etmekten başka hiçbir cevabı olmayan bu soruyu gözardı etmeye kalkıştılar. Uzun zaman
insanları, -Haşa yüce Allah'ın varlığına ihtiyaç olmaksızın!- hayat yaratma yolunda oldukları kuruntusu ile oyalamaya
çalıştılar. Fakat sonunda hem de Allahsız, koyu kâfirliğin egemen olduğu bir ülkede bu sonuçsuz inada son vererek
hoşlarına gitmeyen gerçeği -yani hayat yaratmanın imkansız olduğu realitesini- itiraf etmek zorunda kaldıklarını
görüyoruz. Şimdilerde bu gerçeği itiraf eden kişi, kâfir Rusya'nın en tanınmış biyoloji bilginidir. Tekâmül
nazariyesinin savunucusu olan Darwin de yıllarca önce bu soru karşısında bocalamış, hiçbir söz söyleyememişti.
Sonra, sürekli yön değiştirerek oradan oraya doğru esen şu rüzgârlara, gökle yer arasında emre amade bekleyen,
havanın taşıdığı ve yüce Allah'ın şu varlık bütününe sunmuş olduğu evrensel kanunlara boyun eğen şu bulutlara ne
demeli? Hiç şüphesiz, rüzgârların esme sebepleri ve bulutların oluşumu hakkında ileri sürülen teorilerden birinin
söylediklerini papağan gibi tekrarlamak, bu konuda yeterli bir cevap değildir. Çünkü buradaki en derin sır,
sözkonusu sebeplerin altında yatan sırdır. Evrenin, hayatın doğup gelişmesine; rüzgârlar, bulutlar, yağmur ve
toprak gibi hayatın gelişimini sağlayıcı sebeplerin biraraya gelmesine elverişli bir karakterde, bir yapıda, bir nitelikte
yaratılmış olmasının sırrı yani... Uzmanların, binlercesini sayabilecekleri ve bir tanesinin bile yokluğu halinde hayatın
doğmasının ya da bildiğimiz gelişme sürecini izlemesinin imkânsız hale geleceği şu uyuşumların, şu hassas
koordinasyonların sırrı... İşin içinde bir amacın, bir iradenin, aynı zamanda bir karar birliğinin, bir tasarlama
rahmetinin olduğunu sezdiren, hatta haykıran ince bir önceden tasarlayıcılık sırrı...
İşte bu tablolarda "Düşünen bir topluluk için bir çok ayetler, deliller vardır."
Evet, eğer insan kanıksamışlığın ve umursamazlığın yolaçtığı aptallığı aklından atarak bu evrensel tablolara sürekli
yenilenen bir algı, araştırıcı bir göz ve iman nuru ile aydınlanmış bir kalp ile yaklaşabilse; bu kainatta, oraya başka
bir alemden yeni inmiş öncü bir uzay adamı merakı ile gezinse, her parıltı gözüne ilişir, her ses kulağına gelir, her
hareket dikkatini çeker ve sürekli biçimde gözlerin, kalplerin ve duyguların önünde akıp duran bu acaiplikler , bu
olağanüstü oluşumlar benliğini zangır zangır titretir.
İşte imanın yaptığı budur. İman; dışa açılmadır, keskin duyarlılıktır. İman; güzeli, uyumluluğu ve mükemmelliği
takdir etmedir. İman; kainatı yenilenmiş bir bakışla görmek, güzelliği taze bir idrak ile algılamak ve yeryüzünde
geceler ve gündüzler boyunca yüce Allah'ın yaratıcılık sanatı ile düzenlenmiş bir şenliğin içinde yaşamaktır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
165.
Kimi insanlar, Allah ile aralarına, ona benzer nitelikler yükledikleri kimseleri[1*] koyar, onları Allah’ı sever gibi severler[2*]. İnanıp güvenenler ise Allah’a çok güçlü bir sevgiyle bağlıdırlar[3*]. Bu yanlışı yapanlar, bütün gücün Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın cezasının (işledikleri suçla) bağlantılı olduğunu[4*], o azabı gördüklerinde anlayacaklarına, keşke şimdi anlasalar!
[1*] Endad için bkz. Bakara 2/22’nin dipnotu.
[2*] Müşrik, Allah’ı sevdiğini söyler ama kendini Allah’a yakın görmediği için ona yaklaştıracağına inandığı aracılara kul-köle olur (Zümer 39/3).
[3*] Arap dilinde şedd (شد), güçlü bağ anlamındadır (Müfredât). Mümin, araya bir aracı koyamayacağı için Allah ile bağı çok güçlüdür. Müşrik, araya aracı koyarak Allah ile ilişkiyi kopardığı için buradaki eşeddu (أَشَدُّ)'ye sıfat-ı müşebbehe, yani değişmez özellik belirten sıfat anlamı verilmiştir.
Takip edilen kimselerin, kendi takipçilerine sırt döndüğü o zaman gelip de azabı görünce ve birbirleri arasındaki bütün ilişkiler kökten kesilince,
167.
takipçiler diyecekler ki: Keşke elimize ikinci kez dünyaya dönme fırsatı geçse de, onların bize sırt döndüğü gibi biz de onlara sırt dönsek. Böylece Allah onlara, yaptıkları tüm işleri derin bir pişmanlık (kaynağı) olarak gösterecek ve onlar ateşten de çıkamayacaktır.
BÖLÜM 21
168.
Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl, hoş olanlarından yiyin ve şeytanın izinden gitmeyin. Çünkü şeytan sizin
için gerçekten apaçık bir düşmandır.
169.
Çünkü şeytan, size ancak kötülüğü,
hayasızlığı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
170.
0 kâfirlere: “Allah’ın indirdiği Kur’an’a uyun!” denilince de, onlar şöyle derler: “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz geleneklere uyarız!” Ya ataları (hak dinden) bir şey akıl edememiş, doğru yolu da bulamamışlarsa?..[*]
Bu ayette kasdedilenler ister İslâm'a her çağrıldıklarında, kendilerine hukuk sistemlerini ve ibadet geleneklerini
sadece bu ilâhi kaynağa dayandırmaları gerektiği her hatırlatıldığında, bu dinin onaylamadığı cahiliye
geleneklerinden kopmalarının lâzım geldiği onlara her söylendiğinde bu ayette nakledilen sözü hatırlatan müşrik
Araplar olsun; isterse atalarından kendilerine miras kalmış olan kültür birikimine bağlılıklarını sürdürmekte ısrar
ederek bu yeni dinin hem bütününü ve hem de ayrıntılarını benimsemeyi inatla reddeden yahudiler olsun; ister
onlar, ister bunlar kastedilmiş olsun, bu ayet, inanç konusunda yüce Allah'tan başkasından birşey öğrenmeyi, bu
konuda taklitçi olmayı, düşünceden ve bilinçten yoksun nakilciliği ağır bir dille kınamaktadır:
Peki, ya onların ataları hiçbir şeyi düşünemeyen, doğru yolu bulamamış kimseler idiyse de mi öyle yapacaklar? (Seyyid Kutub Tefsiri)
171.
Kâfirlik eden bu kişilerin durumu, kendisine gelen sesi, sadece bağırıp çağırma olarak algılayıp öten karganın[*] durumu gibidir. Sağır, dilsiz ve kör kesilirler. Onlar akıllarını kullanmazlar.
Ayette geçen yen’iqu (يَنْعِقُ) fiilinin kökü karganın ötmesi anlamına da gelen na’q (نعق)’tır (Lisân). Onun için anlam bu şekilde verilmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
172.
Ey iman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk ediyorsanız, size verdiğimiz rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin ve Allah’a şükredin.
173.
Allah size sadece kesilmeden ölmüş hayvanı, kanı[1*], domuz etini ve Allah’tan başkasının adı anılarak kesilmiş olanı haram kılmıştır[2*]. Kim çaresiz kalır da birinin hakkına saldırmadan ve ihtiyaç sınırını da aşmadan bunlardan yerse ona bir günah yoktur[3*]. Şüphesiz Allah, Gafûr’dur; çok bağışlayandır, Rahîm'dir; ikramı boldur.
[1*] Sadece akmış kan haramdır, damarlarda kalan kan haram değildir (Bkz. En'âm 6/145).
[2*] Allah’tan başkası adına kesildiği, net olarak bilinmedikçe, Müslüman olmayanların kestiği veya besmelesiz kesilen hayvanın eti haram değildir. Aksini gösteren ne bir ayet ne de hadis vardır((Bkz. En’âm 6/145 ve Maide 5/3, Nahl 16/115).
[3*] ‘Günah’ anlamı verdiğimiz ism (إِثْمَ), kişiyi sevaptan yani iyiliklerden uzaklaştıran davranış anlamındadır (Müfredât). Allah, ‘ism’ olarak tanımladığı her davranışı, haram saymıştır (A’raf 7/33). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
174.
Allah'ın indirdiği vahiyden bazı kısımları gizleyenler ve bunu az bir kazanç (dünyalık menfaat) karşılığında değiştirenlere gelince; işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmazlar.[*] Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz (onları muhatap bile almaz) ve onları temize de çıkarmaz. Onlara acıklı bir azap vardır.
Ayette, dünyalık menfaat elde etmek ya da birilerine şirin görünmek için Kur’an’ın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak ya da bazı bölümlerine vahyin bütününe ters düşen yorumlar getirmek şiddetle kınanıyor ve karınlarına ateş dolduranlar olarak resmedilen bu kimselerin çok büyük bir azap göreceği anlatılıyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
175.
İşte bunlar hidayeti verip sapıklığı,
bağışlanmayı verip azabı satın alanlardır.
Onlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar(!)
176.
İşte böyle; Allah kitabı hak bir sebeple (hak ve hakikati ortaya koymak için) indirmiştir. Kitap hakkında (Allah'ın emrine karşı) ihtilafa düşenler ise şüphesiz Hak'tan uzak bir anlaşmazlık içindedirler.
BÖLÜM 22
177.
İyilik (ve hayır), yüzlerinizi doğuya ya da batıya doğru çevirme değildir. Asıl iyilik; Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden,[1*] Sevdiği malını Allah'ı hoşnud etmek için Yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, isteyenlere ve boyunduruk altında bulunup hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren, Namazı hakkıyla ifa edip zekâtı veren, Sözleştiği zaman sözlerinde duran, Hele hele sıkıntı ve hastalık hallerinde, Savaşın şiddetleri esnasında sabreden kimselerin davranışlarıdır. İşte onlardır imanlarında samimi olanlar ve işte onlardır Allah'ı sayıp günahlardan korunan takvâlılar![2*]
[1*] Burada imanın beş şartı sayılmış, altıncısı olarak bilinen “kadere iman” sayılmamıştır. Çünkü Kur’an’da, geleneksel anlamda kadere iman yoktur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
[2*] Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
178.
Ey inanıp güvenenler! Kısas[1*] size, öldürülenler konusunda farz kılındı[2*]. Hürü öldüren o hüre karşılık, esiri öldüren o esire karşılık, kadını öldüren de o kadına karşılık (kısas edilir)[3*]. Kim, öldürülenin kardeşi (mirasçısı) tarafından bir bedel karşılığı bağışlanırsa, gereğini (maruf olanı[4*]) yerine getirsin ve bedeli güzelce ödesin. Böyle olması, Rabbiniz / Sahibiniz tarafından yapılmış bir hafifletme ve bir iyiliktir. Kim bundan sonra da düşmanlığı sürdürürse, ona acı bir azap vardır.
[1*] Kısas, işlenen suç ile verilen ceza arasındaki denkliği ifade eder.
[2*] Tevrat’ta kısas; adam öldürme ile birlikte bütün yaralama olaylarında, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş şeklinde yapılırdı (Maide 5/45). Kur’an’da ise kısas, sadece adam öldürmelerde farz kılınmıştır. Böylece eski hükümler Allah tarafından hayırlısı ile neshedilmiştir (Bakara 2/106).
[3*] Ayette hür (الحر), esir (العبد) ve kadın (الأنثى) kelimelerinden her biri, elif lamlı (ال) olarak, arka arkaya iki kere tekrarlanır. Arap dilinde, bu şekilde tekrarlanan kelimelerden birincisi cins, ikincisi de ahd ifade eder ve aynı şeyi gösterir. Bu sebeple takdirin şöyle yapılması zorunludur:
Hürü öldüren, öldürdüğü hüre karşılık, esiri öldüren, öldürdüğü esire karşılık, kadını öldüren, öldürdüğü kadına karşılık kısas edilir.
Takdir yani cümleye, sözün akışına uygun kelime yerleştirme, Arap dilinin olmazsa olmazıdır. Ama takdir işlemi, hem ayetin iç bütünlüğüne hem de Kur’an bütünlüğüne uygun olmak zorundadır. Ayetin içi bütünlüğünü sağlayan ana kelime, işlenen suç ile verilen cezanın denkliğini ifade eden kısas (القصاص) kelimesidir. Kısasda, öldürülenin kimliğine bakılmayacağını gösteren ayet şudur: “Allah’ın haklı gördüğü bir sebep olmadıkça onun dokunulmaz kıldığı canı öldürmeyin. Kim haksız yere öldürülürse onun en yakınına (velisine) yetki vermişizdir. O da katili öldürme işinde aşırıya kaçmasın.” (İsra 17/33). Savaş esirlerinin öldürülmesi veya köleleştirilmesi diye bir şey de yoktur. Esirlere yapılabilecek tek muamele, onları karşılıksız veya fidye karşılığı serberst bırakmaktır (Muhammed 47/4).
[4*] Maruf, aklın veya dinin doğru saydığı her şeydir. Zıttı ‘münker’dir. (Müfredat)
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
179.
Ey akıl sahipleri!
Kısası uygulamada sizin için hayat vardır.
Umurlur ki (suç işlemeyerek) korunursunuz.[*]
İşlenen suçun cinsinden ceza vermek, misilleme yapmak, işlenen fiile ona denk bir fiille mukabele etmek anlamına gelen “Kısas”; hayat hakkının ve nesli korumanın bir gereğidir. Hukukta kısas; kasten işlenen adam öldürme ya da yaralama gibi herhangi bir suçun failinin işlediği fiilin cinsinden ona denk bir ceza ile cezalandırılmasıdır. Yani kasten öldüren ya da zarar veren kişinin benzeri bir şekilde cezaya uğratılmasıdır.
Kısas yoluyla hem suçlular hak ettikleri cezayı görür hem de intikam alma duygusu söner. Ayrıca kısas, caydırıcı olması bakımından da örnek teşkil eder. Kimse başkasına yapacağının aynıyla muamele göreceğini bilerek suç işleyemez. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
180.
Birinize ölüm gelir de geriye mal bırakmış olursa o malı; anası, babası ve en yakınları arasında, bu kitapta bildirilen paylara göre bölüştürme görevini yerine getirmek[*] size farz kılınmıştır. Bu, Allah’ın, müttakiler / yanlışlardan sakınanlar üzerindeki hakkıdır.
“paylaştırma görevi” diye anlam verdiğimiz el-vasiyyeh (الوصية), Nisa Suresinin 12. ayetinin sonunda yer alan Allah tarafından yapılan vasiyet (وَصِيَّةً مِنَ اللَّه)'tir. “Bu kitapta bildirilen paylar” anlamı verilen kelime el maruf (ٱلْمَعْرُوفِ)'tur. Bu paylar Nisa 4/11-12, 33, 176’da bildirilmiştir.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
181.
Bu emri duyduktan sonra kim onu (belirlenmiş payları) değiştirirse, günahı değiştirenin boynunadır. Allah Semî'dir; her şeyi duyar ve Alîm'dir; bilir.
182.
Mirası paylaştırma görevini yapan kişi[1*], bir tarafa meyletmekten veya günaha girmekten korkar da mirasçıları uzlaştırırsa[2*], günaha girmiş olmaz. Allah Gafûr’dur; çok bağışlayandır ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
[1*] “Mirası paylaştıran” diye tercüme ettiğimiz mûsin (موص) kelimesi sözlüklerde mûsil (موصل) maddesi altında açıklanmaktadır. Mûsil kelimesinin anlamı, bir şeyi diğerine ulaştırandır (Mekâyîs)."
[2*] Miras paylaşımında, malların değerini belirlemek zordur. Bu durumda yapılabilecek en iyi iş, tarafları uzlaştırıp aralarında kin ve düşmanlığın çıkmasını engellemektir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 23
183.
Siz ey iman edenler! Oruç tıpkı sizden öncekilere olduğu gibi size de yazıldı;[1*] belki bu sayede takvâya erersiniz:[2*]
[1*] Yani: “farz kılındı”. Zımnen: insanın ve insanlığın çağları aşan yazgısı kılındı. Bu âyet, İslâmî hükümlerin zamanlar ve zeminler üstülüğüne dikkat çekmekte ve tüm semavi şeriatların ortak noktalarından birinin de oruç olduğunu ortaya koymaktadır. Oruç insanlığa açılmış ilâhî bir kredidir. Bu yüzden oruç tutan bir mü’min, insanlıkla yaşıt bir kervana dahil olmuştur.
[2*] Bu cümle orucun gerekçesini teşkil eder. Zira oruç aç kalmak değil, ruhu beslemektir. Oruç tutmak kendini tutmaktır. Oruçla başını dik tutmak, imanını diri tutmaktır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
***
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
184.
(Orucu,) Sayılı günlerde (tutun). Sizden kim hasta veya yolculuk halinde olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun. Oruca gücü yetenlerin bir miskini doyuracak kadar fidye[1*] (fitre) verme görevleri vardır. Kim bir iyiliği fazlasıyla yaparsa onun için daha iyi olur. Bilseniz (hasta veya yolcu iken de) oruç tutmanız sizin için daha iyidir[2*]..
[1*] Fidye, kişinin sıkıntıdan korunmak için ödediği bedeldir (Müfredât). Bu ayet, Ramazan orucunu vaktinde tutana da hasta veya yolcu olduğu için Ramazan’da tutmayıp onu daha sonra kaza edene de fidye yani fitre verme sorumluluğu yüklemiştir. Abdullah b. Ömer şöyle demiştir: “Allah’ın Elçisi, fıtır veya Ramazan sadakasını, erkeğe, kadına, hüre ve esire, hurmadan bir sa’ (3920 gr) veya arpadan bir sa’ olarak farz kıldı. İnsanlar bunu yarım sa’ buğdayla denkleştirdi” (Buharî, Zekât 77). Resul, Kur’an’ın açık ayetini veya ayetlerden çıkardığı hikmeti tebliğ ile görevli olduğu için fitreyi farz kılan Muhammed aleyhisselam değil, bu ayettir.
[2*] Kimseye gücünün üstünde bir yük yüklemeyeceğini bildiren (Bakara 2/286) Allah, bize şu duayı tavsiye etmiştir: “Rabbimiz! Takat getiremediğimiz yükü bize yükleme.” (Bakara 2/286) Takat, (الطاقة) kelimesi, kişinin gücü dahilinde olan şey için kullanıldığından (Lisan’ul-arab) ayet, “Rabbimiz! Zorlanacağımız yükü bize yükleme” anlamındadır. Zaten Allah bu dinde bize bir zorluk yüklemez (Hac 22/78). Bu yüzden, hasta ve yolculara oruç tutmama ruhsatı verilmiş, gerekçesi de şöyle açıklanmıştır: “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.” Bu ayette, hasta ve yolcular için “Bilseniz oruç tutmanız sizin için daha iyidir.” denmesi bundandır. Buna göre, Ramazan’da oruç tutmaya gücü yetmeyenlerin, oruçlarını kaza etmeleri gerekmediği gibi fidye vermeleri de gerekmez. Onlara fidye görevi yükleyenler, bu ayetteki “Oruca gücü yetenler” ifadesini “Oruca gücü yetmeyenler” şeklinde olumsuza çevirmişler ve Kur’an’ın koyduğu sisteme aykırı bir yola girmişlerdir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
185.
(Sayılı günler)[1*] İnsanlığa rehber olan[2*] ve rehberin açıklayıcı ayetlerinden oluşan Kur’an’ın[3*], o Furkan’ın[4*] indirildiği Ramazan ayıdır. Sizden kim o ayı yaşarsa onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta yahut yolculuk halinde olursa, o günlerin sayısı kadar diğer günlerde oruç tutsun[5*]. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bunlar, sayıyı tamamlamanız, (orucun bittiği gün) sizi doğruya yöneltmesine karşılık Allah’ı tekbirlerle anasınız (bayram namazı kılasınız)[6*]. ve ona karşı görevinizi yerine getirmeniz içindir.
[1*] Burada, “sayılı günler”i gösteren gizli mübteda vardır. هي شهر رمضان takdirindedir.
[2*] Ayetler; ana hükümleri gösteren muhkem ve onları açıklayan müteşâbih ayetler diye ikiye ayrılırlar.
[3*] Kur’an, ayetler kümesi demektir. Ramazan için “Kur’an’ın indirildiği ay” ifadesinin kullanılması, ilk inen ayetlerin bir ayetler kümesi halinde olduğunu gösterir. Alak suresinin ilk ayetleri bu ayda inmiştir.
“Kur’ân” kelimesi “toplamak, bir araya getirmek” anlamına gelen “k-r-e (ق-ر-أ)” kökünden mastardır. “Okumak” anlamına gelen “kıraat (اَلْقِرَاءَة)” de bu anlamdadır. Okumak, harflerin ve kelimelerin bir araya getirilmesi ile oluşur. “K-r-e (ق-ر-أ)” fiilinin ifade ettiği “toplamak” anlamı bir “düzen ve ölçüt”ü içerir. Sabah namazının vaktini gösteren fecr ışıklarının toplanma anı da “kur’ân” kelimesi ile ifade edilmektedir (İsra 17/78). Kelime pek çok ayette, birbiriyle irtibatlı âyetlerin oluşturduğu küme anlamında kullanılır. Bu bağlamda anlama ve detaylara ulaşma maksatlı okuma için Kitab’ın “kur’an/anlam kümeleri” şeklinde düzenlendiğine dikkat çekilir (İsra 17/106). Bu sebeple Muhammed (a.s.)’ın şahsında tüm müminlere hüküm çıkarma konusunda aceleci davranmamaları emredilmiştir (Tâ Hâ 20/113, 114). Anlam kümelerinin tespitinde Arap dili belirleyicidir (Yûsuf 12/1, 2, Fussilet 41/3). Bu kümeler Kitabın içerisinde dağınık halde bulunabilirler. Yüce Allah bunlar arasında muhkem müteşabih ilişkisi oluşturarak ilgili konuda biraraya getirilebilmelerini sağlamıştır (Al-i İmrân 3/7; Zümer 39/23). Kadr sûresinin ilk âyetinde, Kur’ân’ın Kadir gecesinde indirildiği bildirilmektedir. Sûrenin ilk âyetinde geçen “(اَنْزَلْنَاهُ)” ifadesindeki “hüve (ه)” zamirini Kur’ân’ın tamamına hamletmek gerçeğe uygun düşmez. Çünkü bilinmektedir ki Kur’ân’ın indirilmesi yirmi yılı aşkın bir zamanda tamamlanmıştır. Aynı şekilde Duhân sûresinin ilk âyetlerinde de kitabın mübarek gecede indirildiği bildirilmektedir. O halde Kadr sûresinin ilk âyetindeki zamir, Kur’ân’ın bir kısmına, yaygın olarak kabul edildiği şekliyle Alak suresinin ilk ayetlerine hamledilmelidir. Bakara sûresinin 185. âyetinde, Ramazan ayında indirildiği bildirilen Kur’ân ile de bu ayetler kast edilmektedir. Bu yönüyle kelime Kur’ân’da geçen “Kitap” kelimesi gibi hem parçanın hem de bütünün ismi olarak kullanılmıştır (Râzî, Tefsîr, VI, 273). Kur’an kelimesinin ayet kümesi anlamında sahabe tarafından da kullanıldığı kayıtlarda mevcuttur: “Abdullah ibn Ömer’den: İnsanlar Kubâ Mescidi’nde sabah namazı kılarlarken birisi geldi: “Gece Nebî Aleyhisselama Kâ’be’ye yönelmesini emreden bir kur’ân indirildi; siz de Ka’be’ye: yönelin!” dedi. Onlar da Kâ’be’ye yöneldiler.” (Buhari, Kitabu’t Tefsir Bab 15 - 4488, 4490, 4491).
[4*] Buradaki furkan kelimesi, Furkan suresi 1. ayetten dolayı v’el-furkanu şeklinde nâib-i fail yani sözde özne sayılarak anlam verilmiştir. Furkan ile ilgili olarak 53. ayetin dipnotuna bkz. Bakara 2/53
[5*] Oruç tutmama ruhsatı, sadece hasta ve yolcular içindir. Bu ikisi dışında oruç tutmayan veya tuttuğu orucu sebepsiz bozanların kaza veya keffaret orucu tutmaları gerekmez. Bu kişilerin yapacağı tek şey, tövbe edip bir daha bu yanlışa dönmemektir. Nebimizin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Kim Ramazan günü bir özrü ve hastalığı olmadan yiyip içerse bütün zamanlarını oruçlu geçirse bile o günün eksiğini kapatamaz.” (Buhârî, Savm, 29; Tirmizî, Savm, 27; İbn Mâce, Sıyâm, 14; Dârimî, Savm, 18; Ahmed b. Hanbel, 2/458, 470.)
[6*] Tekbir, Allah’ın yüceliğini dile getirmek yani “Allahu Ekber” diyerek onu zikretmektir. Oruçla ilgili hükümler zikredildikten sonra Müslümanlara tekbir getirme emri verildiği için bu emir, bayram namazını göstermektedir. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Benim zikrim için namazı düzgün ve sürekli kıl!” (Taha 20/14) Güneşin doğmasından sonra namaz kılmanın caiz olduğu ilk vakit kuşluk vakti olduğu için bayram namazı bu vakitte kılınır. Nebimiz, Ramazan ve Kurban Bayramlarında, eşlerini ve kızlarını namaz kılınan yere çıkarır, bütün kadınların gelmelerini de emrederdi (Buhari, lydeyn 15, 20, Hayz 23, Salât 2, Hacc 81; Müslim, Iydeyn 10-890). Burada ‘namaz kılın‘ değil ‘tekbir getiresiniz’ denildiği için bu emir namazın içindeki tekbirlere de işaret etmektedir. Bayram namazlarını diğer namazlardan ayıran bu tekbirlerdir (Hac 22/37) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
186.
Kullarım sana benden sorarlarsa ben Karîb'im, gerçekten çok yakınım. Dua edenin çağrısına, bana çağırıp yakardığı anda cevap veririm. Hadi onlar da bana karşılık versinler, bana inansınlar ki doğru ve iyiyi bulabilsinler.
187.
Oruç gecelerinde kadınlarınıza yaklaşmanız size helal kılındı.[1*] Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz. Allah kendinize ihanet ettiğinizi bildi de yüzünüze baktı ve sizi affetti. Artık onlarla birleşebilirsiniz.[2*] Allah’ın sizin için yazacağını (çocuk sahibi olmayı) isteyin.[3*] Fecirden[4*] /doğu ufku boyunca oluşan yarılmadan dolayı, ak çizgi kara çizgiden size göre net olarak ayrılıncaya kadar yiyin, için; sonra orucu geceye[5*] kadar tamamlayın. Mescitlerde itikâf[6*] halinde iken kadınlarınızla birleşmeyin. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, bunlara yaklaşmayın. Allah ayetlerini insanlara böyle açıklar ki kendilerini yanlışlardan korusunlar.
[1*] 183. ayette, orucu önceki ümmetler gibi tutmamız emredilmişti. Bu ayette ise “sizin için helal kılındı”, “Allah kendinize ihanet ettiğinizi bildi de yüzünüze baktı ve sizi affetti” ve “artık onlarla birleşebilirsiniz” ifadeleriyle bir takım hükümlerde değişiklik yapıldığı görülmektedir. Bu durum, Kur’an ayetleri arasındaki neshe en güzel örneklerdendir.
[2*] Burada birleşme ile ilgili emrin kadına değil de erkeğe verilmesi bu konuda onu istekli kılma görevinin erkekte olduğunu gösterir (Bkz Bakara 2/223. ayetin dipnotu).
[3*] Bu ayette iltifat sanatı kullanılmıştır. Sözlükte eğmek /bükmek /çevirmek anlamındaki left (لفت) kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır; ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır.
[4*] Fecr, genişçe yarılma anlamındadır (Müfredat). Yarılma, doğu ufkunun üst tarafında hafif bir aydınlıkla başlar. Aydınlığın başladığı, sönük yıldızların kaybolmasıyla anlaşılır. Bu vakitte tabiat uyanır, vücut ısımız artar, seher ve sahur vakti girer. Buna astronomik tan (Astronomical Twilight) da denir. Sahur yemeği bu vakitte yenir. Karanlığa karışan kızıl ve beyaz ışıklar arttıkça, üstten aşağıya doğru büyük bir kubbe görüntüsü oluşturan ışıklar, ufku boydan boya sarar. Güneş ufka -10 derece yaklaştığında ufuk çizgisi net olarak gözükmeye başlar. Denizciler yollarını daha çok bu saatte belirledikleri için ona rasat tanı (observation twilight) derler. Aydınlığın yayıldığını görenler sabah namazı vaktinin girdiğini sandıkları için bu vakte fecr-i kazib = yalancı fecr de denir. Sonra ışıklar ayrışmaya başlar ve altta siyah kuşak, ortada kızıl kuşak, üstte de beyaz kuşak oluşur. Kızıl kuşak her yerde görülemeyeceği için, Bakara 187. ayette sadece siyah ve beyaz çizgilerden bahsedilmiştir. Bunlar, bu kuşakları ayıran ve çıplak gözle, net olarak gözüken iki ince çizgidir. Bu çizgilerin çıplak gözle görülmesiyle birlikte fecr-i sadık ve imsak vakti başlar. Bu sırada Güneş’in ufka yakınlığı -9 derecenin altına inmiş olur.
[5*] “Geceye kadar” yerine “Güneş batıncaya kadar” denseydi, kutup bölgesinde güneşsiz gündüzlerin veya beyaz gecelerin olduğu günlerde oruç tutmak imkânsız hale gelirdi.
[6*] İtikâf, bir yerde ibadet niyetiyle durmaktır. Nebimiz Ramazan’ın son on gününü itikâfla geçirirdi. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
188.
Birbirinizin malını gayr-ı meşru bir biçimde yemeyin[1*] ve günaha girerek bile bile insanların hakkını yemek için o malları kullanarak yetkililere ulaşmayın![2*]
[1*] Oruç insanın kendi malını yemesiyle ilgili bir iç disiplinin adıydı. Allah’ın emrine uymak maksadıyla insan kendi helâl kazancına dahi oruç müddetince el uzatmıyordu. Bu âyet ise insanın başkalarının malına karşı nasıl davranması gerektiğini işliyor. Bu âyet aynı zamanda, 168. âyetle başlayan konunun bel kemiğini teşkil ediyor. Âyette “gayr-ı meşru” şeklinde çevirdiğimiz ibarenin aslı bâtıldır. Bâtıl, “karşılığı olmayan şey” demektir. Hakkın zıddıdır. Zarar ve ziyan da bâtıl olarak adlandırılır. Âyet emeğe saygıya davet etmektedir: Emeğe saygı Allah’a saygıdır.
[2*] Âyetteki tudlû fiili, aslında “kova sarkıtmak” (krş: edlâ delveh 12:19) anlamındaki edlâdan gelir ki, mecazen yargıyı yanıltmak için sahte delil sunmak ya da rüşvet, torpil vs. gibi meşru olmayan yollarla resmi makamları kullanarak haksız kazanç sağlamak anlamına gelir. Bu aynı zamanda devlete kova sarkıtmaktır ki, bu da kamu malı yemeye bir atıftır. Râzî, bu ibareden yola çıkarak şu güzel tesbiti yapar: “Kova kuyuya su çıkarmak amacıyla sarkıtılır ve su çıkarılır. Mal (rüşvet) da hâkim ve yöneticilere lehte karar çıkarmak için verilir.” Eğer bihâdaki zamir emvâle gidiyorsa, bunun anlamı kesinlikle “rüşvet” olur. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
189.
Sana Ay’ın evreleri hakkında soru soruyorlar. Cevap ver: O insanlık için zamanın ölçü birimidir, haccın da. Bu arada, evlere arkasından girmeniz de erdemlilik değildir,[1*] gerçek erdem, sorumluluk bilinciyle hareket eden kimsenin erdemidir. O hâlde evlere kapılarından girin ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki, ebedî kurtuluşa erebilesiniz![2*]
[1*] Bu âyetin başı ile devamı arasındaki bağ dikkat çekicidir. Baştaki sorunun, eve kapıyı bırakıp bacadan girmek gibi ters bir mantıkla sorulduğunu ifade eder. Zira Ay’ın neden önce ince doğup sonra kalınlaştığı sorusu Allah Rasûlü’ne sorulacak soru değildir. Şu bir gerçektir ki, sormamaları gereken soruyu soranlar, sormaları gereken soruyu sormazlar. Hatta bazen bu sonucu almak için birincisine başvururlar. “Evlere kapısından girin” deyimsel ifadesi, “meseleye doğru yaklaşın” anlamına gelir. Zımnen: Yanlış soruya doğru cevap bulunmaz. Bu bağlamda “Haccın ruhunu ve maksadını gözardı etmeyin!” demektir. İbadetlerin ruhunu ihmal edip sadece biçimine odaklanan gösterişçi dindarlık veya dindarlık gösterisi yerilmektedir. Bu deyimsel ifadenin nüzûl ortamında örnekleri görülen bir bâtıl inançtan doğduğu rivayetleri vardır. Buna göre, bir Arap ihramlıyken evine arka kapıdan (veya dam kapısından) girmeyi dindarlık sayarmış (Taberî). Âyette, takvâ ile gösterişçi dindarlık birbirinin zıddı olarak takdim edilmektedir.
[2*] 177. âyette ibadetlerin illet ve gayelerinden arındırılarak kuru şekilciliğin kutsanması yerilirken, bu âyette örf ve âdetlerin kutsanması yerilmektedir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
***
Yeni ay, güneşten sonra batan hilal ile başlar. “Güneş ile Ay, bir hesaba göredir.” (Rahmân 55/5) Nebîmizin yanında bu hesabı yapacak kimse olmadığı için şöyle demişti: “Biz ümmi bir toplumuz; yazı yazmaz, hesap yapmayız.” “Hilali görünce oruç tutun, tekrar görünce orucu bırakın, hava bulutluysa ayı otuza tamamlayın.” (Müslim, Sıyâm, 1080, 1081)
Nebimize hilal hesapları sorulmuş olmalıdır. Resulullah’ı (s.a.v.) zor duruma sokmak için ona, uzmanı olmadığı bir soruyu sormak, evi arkadan dolaşmak gibi kötü niyetli bir iş olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 24
190.
Size savaş açanlarla Allah yolunda savaşın ve haksız yere saldırı yapmayın[*]. Allah, haksız yere saldırı yapanları sevmez.
Bizimle savaşmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmak gerekir (Mümtahine 60/8-9). Müslümanların savaş ilan edebilecekleri durumlar şunlardır: Kendileriyle din sebebiyle savaşılması ve yurtlarından çıkarılmaları veya buna destek verilmesi (Mümtahine 60/8-9, Bakara 2/190), ezilen toplumların çağrısı (Nisâ 4/75), barış anlaşması yapılmış bir toplumun antlaşmayı bozacaklarından delile dayalı olarak endişe edilmesi (Enfal 8/58) ve barış anlaşmasının bozulması (Tevbe 9/13). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
191.
Onları yakaladığınız yerde öldürün.[1*] Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkartın. Zaten, fitne[2*] öldürmekten daha kötüdür. Onlar, Mescid-i Haram çevresinde sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Eğer savaşırlarsa, siz de savaşın. İşte gerçeği yalanlayan nankörlere verilecek karşılık böyledir.
[1*] Ayetin, “Onları ele geçirdiğiniz yerde öldürün cümlesi, İslam karşıtları ve art niyetli kimseler tarafından, bağlamından kopartılarak ve ayetin yalnızca bu cümlesi dikkate alınarak; “İslam dininin, Müslüman olmayanları öldürmeyi emrettiği” iddia edilmektedir. Oysaki bu cümlenin bağlamına bakıldığında, öldürülmeleri istenen kimselerin “Müslüman olamayanlar” değil; “Müslümanlarla savaşanlar; Müslümanlarla yaptıkları antlaşmayı bozarak, onlara ihanet edenler, onların düşmanlarıyla iş birliği yaparak onları arkadan vuranlardır.” Keza; 190, 191,192 ve 193. ayetler birlikte ele alındığında; Müslümanlara, sizinle savaşmayanlarla savaşmayın; yalnızca sizinle savaşanlarla savaşın, savaşırken de sakın ileri gitmeyin, yani doğrudan savaşta yer almayanlara zarar vermeyin, savaş kurallarını çiğnemeyin, esirlere kötü davranmayın, eğer savaştan vazgeçerlerse siz de vazgeçin uyarısının yapıldığı açıkça görülmektedir.
[2*] Zulüm ve baskı. (Erhan Aktaş Tefsiri)
192.
Eğer yaptıklarına bir son verirlerse, şüphe yok ki Allah Gafûr'dur; çok bağışlayıcıdır ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.[*]
İlâhî kelâm, pişmanlık kapısını hep açık tutmakta, günahkârı tevbeye özendirmektedir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
193.
Sizinle savaşanlarla savaşın ki fitne (savaş ateşi) yok olsun ve Allah’ın dini / koyduğu düzen hâkim olsun[1*]. Savaşmayı bırakırlarsa yanlış yapanlardan[2*] başkasına düşmanlık yapılmaz.
[1*] Dinde zorlama olamayacağı için (Bakara 2/256) Allah’ın dininin hakim olması, herkesin Müslüman olması değil (Yunus 10/99), Allah’ın düzeninin hâkim olmasıdır (Fetih 48/28). O da herkesin hürriyet içinde yaşayacağı bir ortamın oluşmasıdır (Kehf 18/29-31).
[2*] Zalim, yapmaması gerekeni yapandır. Bunlar, savaş bittikten sonra da çatışmaya devam edenlerdir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
194.
Haram ay, (saldırmazlık örfünün geçerli olduğu aylar: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep düşmanlarınızın uyduğu) haram aya karşılıktır. Hürmetler (dokunulmazlıklar) da karşılıklıdır (düşman hangi aya hürmet gösterip savaş yasağına uyuyorsa siz de o aya hürmet gösterip savaş yasağına uymalısınız). Öyleyse kim size (savaş yasağına uyması gerektiği ayda) saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de ona saldırın.[*] Allah'ın emirlerine uygun yaşayın, ona karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah, kendisine karşı sorumluluk bilinciyle yaşayanlarla beraberdir.
Eski Arap geleneğine göre her türlü savaşın yasak sayıldığı “haram aylar”, birinci, yedinci, on birinci ve on ikinci kamerî takvim aylarıdır. Bu aylarda savaşmama geleneğine çevredeki bütün toplumlar uyuyordu. Allah bu geleneğe Müslümanların da uymasını emretmişti. Müşrikler haram aylarında Müslümanların savaşmayacaklarını öğrenince, bunu fırsat bilerek Zilkade ayında savaşa hazırlandılar. Bunun üzerine, “Onların hürmet göstermediği ayda siz tek taraflı olarak ateşkes ilan etmek zorunda değilsiniz ve onlarla savaşabilirsiniz.” emriyle Müslümanlara da savaş izni verildi. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
195.
Bir de Allah yolunda harcayın ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın![1*] Hep iyilik edin: Allah iyilik edenleri sever.[2*]
[1*] Yukarıda ele alınan hac ve İslâm’ı insanla buluşturmak için gösterilen her tür çabanın adı olan cihad ibadetleri hep ekonomik fedakârlık gerektiren ibadetlerdir. Bu ibadetler için harcanacak her kuruş “Allah yolunda harcanmış” demektir. Allah yolunda harcama emrinin ardından, bu emrin illet ve hikmeti şöyle açıklanır: “Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın”. Bu tehlike Allah yolunda harcamayı ve cihadı terk etmektir.
[2*] “Allah…sever” ya da “Allah…sevmez” diye son bulan âyetlerin hemen tamamına yakını Medenî sûrelerde yer alır. Mekkî sûrelerde ise azab ve ceza öndedir. Bunun nedeni Kur’an’ın eğitim sürecidir. Bu sürecin başlangıcında insanlar azab ile korkutuluyorlardı. Medine döneminde mü’minlerin Allah’la olan ilişkileri “sevgi” düzeyine yükseldi. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
196.
Allah için haccı[1*] ve ömreyi tamamlayın.[2*] Eğer (engellenmiş olursanız kolayınıza gelen kurbanı (gönderin); kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden hasta olan, ya da başından bir rahatsızlığı bulunan (bundan ötürü tıraş olmak zorunda kalan) kimse, oruçtan, sadakadan veya kurbandan (biriyle) fidye (versin). Güvene kavuştuğunuzda, hac (zamanın)a kadar ömre ile faydalanmak isteyen kimse, kolayına gelen kurbanı keser. (Kurban) Bulamayan kimse üç gün hacda, yedi gün de döndüğünüz zaman (olmak üzere) tam on gün oruç tutar. Bu, ailesi Mescid-i Haram (civarın)da oturmayanlar içindir. Allah'tan korkun ve Allah'ın cezasının çetin olduğunu bilin.
[1*] Hac, insanlığın Allah’a yürüyüş destanını her mü’minin kendi şahsında yeniden yaşamasıdır. Hac, Âdem rolünü oynayan her bir insanın yitirdiği cenneti aramaya çıkmasıdır. Hac, insanoğlunun uzaklaştığı fıtratına yeniden dönüşünü temsil eder. Hac, kendi kendisine yabancılaşan bireyin kimliğini, kişiliğini bulup kendisiyle barışık ve tanışık yaşamak için başlattığı soylu yolculuğun adıdır. Özetle hac, mahşerin provasıdır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
***
[2*] Bu ayet indiğinde hac ve umre yapanların eksik bıraktıkları görev sa’y idi. Burada emredilen, o görevin mutlaka yapılmasıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 25
197.
Hacc’ın (başlangıç ve bitiş) zamanı belli aylardır (Şevval, Zilka’de ayları ile Zilhicce ayının ilk on günü). İşte her kim o
aylarda (ihram ve Telbiye = Lebbeyk...) ile) Hacc’ı bilfiil kendine farz kılacak olursa, artık Hacc’ta karısıyla cinsel ilişki ile cinselliği tahrik edici söz ve hareketler, hakaret sözleri ve tartışma yoktur. Hayırdan ise, her ne yaparsanız, Allah onu bilir. Bir de, Hacc yolculuğu için azık hazırlayın (başkasına yük olmayın). Ancak şüphesiz azıkların en hayırlısı (öbür dünya yolculuğu için gerekli olan) takvâdır. Hem de, yalnız Bana karşı takvâ üzere olun (emre muhalefetten, cezadan sakının), ey gerçek akıl sahipleri!
198.
(Hac aylarında) Rabbinizden bir ikramın (bir ticaretin) peşinde olmanızın size bir günahı olmaz[1*]. Arafat’tan sel gibi aktığınız zaman Meş’ar-i Haram yanında (Müzdelife’de) Allah’ı anın (namaz kılın). O size nasıl gösterdiyse, öyle anın (namazı orada kılın)[2*]. Doğrusu, bundan önce yanlış yoldaydınız[3*].
[1*] Eskiden hac aylarında panayırlar kurulurdu. Ayete göre hacılar, kazanç amacıyla panayırlara katılabilir.
[2*] Taha 14. ayette “beni zikir için namaz kıl” emri verildiği için oraya vaktinde yetişenlerin akşam ve yatsı namazlarını kılmaları gerekir. Yetişemeyenler de sabah namazını beklerler. Rivayete göre Tay kabilesinden Urve b. Mudarris şöyle demiştir: Resulullah’a (s.a.v.) geldim, Cem’de (Müzdelife’de) vakfe yerindeydi. Dedim ki, “Ey Allah’ın Elçisi, Tay dağından geldim. Bineğim perişan oldu, kendimi de yordum. Vallahi üzerinde beklemediğim bir kum tepesi olmadı, ben hacı olabilir miyim? Resulullah (s.a.v.) dedi ki “Kim bizimle birlikte şu namazı kılar ve daha önce gece veya gündüz Arafat’a gelmiş olursa haccını tamamlamış, tefesini (Hac 22/29) yerine getirmiş olur.” (Ebû Davûd, “Menâsik”, 69; Tirmizî, “Hac”, 57; Nesâî, “Menâsik”, 211; İbn Mâce, “Menâsik”, 57; Ahmed b. Hanbel 4/ 261).
[3*] Cahiliye döneminde Kureyşlilere ve çevrelerindeki bazı kabilelere hums denirdi. Hums dinlerine bağlı, karşı konamayacak güçte kahraman anlamına gelir (el-Ayn). Bunlar kendilerini “ehlullah /Allah’ın yakını” gördüklerinden, Harem bölgesi dışında kaldığı için hac sırasında Arafat’a çıkmazlardı (Taberi Bakara 189’un tefsiri). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
199.
Sonra, insanların (sel gibi) aktığı yerden siz de akın![*] Allah’tan bağışlanma dileyin! Şüphesiz ki Allah Gafûr'dur; çok bağışlayandır ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
“Burada kastedilen, insanların Arafat’tan sel gibi akmalarıdır. Bu ayetin Kureyş ve onların müttefiki olan ve kendilerini ayrıcalıklı gören kabileler için bir emir olduğu ifade edilmektedir. Onlar vakfe için Müzdelife’den öteye geçmiyorlardı. Bazı kabileler diğer insanlara karşı üstünlük taslayarak, ‘Biz, [ehlüllah]ız; dolayısıyla Allah’ın haremini helâl saymayız’ diye övünüyorlardı. Bu kabileler, vakfe yerinin Harem bölgesi değil, Arafat olduğunu kabul etselerdi, bu durum Harem için bir eksikliği akla getirirdi. İşte bundan dolayı, kendilerine [hums] denen (Kureyş, Kinâne, Huzâ‘a, Sakîf, Heysem, Benû ‘Âmir ve Benû Nasr) kabileler, sadece Müzdelife’de vakfe yapıyorlardı. İşte bunun üzerine, Yüce Allah onlara Arafât’ta vakfe yapmalarını ve diğer insanlar gibi oradan sel gibi akıp gelmelerini emretmek için bu ayeti indirmiştir” (Râzî, [Mefâtîhu’l-Ğayb], V, 180) (Mehmet Okuyan Tefsiri)
200.
Hacda yapmanız gereken ibadetleri[1*] yerine getirirken[2*] Allah’ı, babalarınızdan öğrendiğiniz gibi,[3*] hatta daha güçlü dualarla anın. İnsanlardan kimi der ki: “Rabbimiz! Bize ne vereceksen, bu dünyada ver!” Onun ahiretle ilgili bir kazanımı olmaz.
[1*] Ayetteki menâsik kelimesi, hac sırasında yapılan ibadetler, o ibadetlerin yapıldıkları yer ve zamanlar anlamındadır. İbrahim aleyhisselam, Nuh tufanında yıkılan Kâbe’yi eski temelleri üzerine yeniden inşa edince: “(Rabbimiz) Bize menâsikimizi göster” (Bakara 2/127-128) diye dua etmiş ve o ibadetleri oralarda yapmıştı. O yerler Arafat, Müzdelife, Cemerât, Safa, Merve ve Kâbe’dir. Buralara makam-ı İbrahim de denir (Bakara 2/125).
[2*] (Kaza = قضي ) kelimesi bir işi tam ve sağlam yapma ve hedefine ulaştırma anlamındadır (Mekâyîs).
[3*] Ayetin açılımı şöyledir: “Allah’ı babalarınızdan öğrendiğiniz gibi hatta daha güçlü anın.”
" كذكركم آباءكم وهم يذكرون الله أَوْ أَشَدَّ ذِكْرًا "
Gelenekte bu ayete şöyle anlam verilir: “Hac ibadetinizi bitirdiğinizde, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın.” Hac ibadeti bittikten sonra yapılacak böyle bir görev yoktur. Ayrıca Allah’ı anma ile babaları anma arasında bir kıyaslama da kabul edilemez. Mekkelilerin babaları İbrahim ve İsmail aleyhisselam ve onların orada yaptığı dualarla ilgili ayetler şunlardır:Bakara 2/125, 127-128. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
201.
Onların kimi de: “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azabından koru” der.[*]
Allah’tan hem dünya hem de ahiret saadetini istemek en doğru yakarıştır. Bu ayetten anlıyoruz ki insan hem dünya hem de ahireti için çalışmalıdır. Dünya ve ahiret kavramları aslında tek bir hayatı ifade eder. Dünya, gerçek hayatın başlangıç kısmı ve geçici olanı olup insanların tekâmül etmesi ve bazı sınavlardan geçmesi için de kısa süreli bir yaşama alanıdır. “Dünya için çalışmaya değmez.” diyerek dünyadan el etek çekmek ve dünyalıklardan tamamen arınmak doğru olmadığı gibi (Kasas, 28/77; Mülk, 67/15; A’râf, 7/3), ahireti unutup tamamıyla dünyaya ve dünyalıklara odaklanmak da doğru değildir.
Dünya; ahiret yolculuğunda bir araçtır, amaç değil. Yani birer emanet olan evlat, mal, mülk, makam, şöhret gibi dünyalıkları kazanmak insan için ana gaye olmamalıdır. İnsan her iki âlemin de güzelliklerini istemeli, dünyasını imar ederken ahiretini, ahiretini inşa ederken de dünyasını berbat etmemelidir. Dünya-ahiret dengesini dikkate alarak bir hayat nizamı oluşturmalı ve bu nizamı oluştururken de Allah’ın istediklerini hayatının merkezine almalıdır. Yani hiç ölmeyecekmiş gibi güzel, faydalı ve kalıcı işler yapmalı; hemen ölecekmiş gibi ebedi hayat için hazırlıklı olmalıdır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
202.
Her iki tarafın da kazançlarından bir payı vardır[*]. Allah hesabı çabuk görendir.
İstediğini elde etmek için dua yetmez, çalışmak da gerekir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
203.
Allah’ı (babalarınızdan öğrendiğiniz gibi bayramın birinci gününün ardından) peş peşe gelen günlerde de anın[*]. Kim acele eder, iki gün içinde dönerse doğruluktan uzaklaşmış olmaz. Geciken (ve bir gün daha kalan) kişi de yanlış yapmış olmaz. Bu, yanlışlardan sakınanlar içindir. Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının ve onun huzurunda toplanacağınızı bilin.
(معدودات = madudât), ( معدود = madud )un çoğuludur, “Sayılan” ve “birbirine eklenmiş” anlamlarına gelir (Müfredat). Bunlar, Kurban Bayramının birinci gününe eklenen ve eyyam-ı teşriq olarak bilinen üç gündür. Bu günlere özel zikir, şeytan taşlama sırasında yapılan dualardır. Şeytan taşlama Kurban Bayramının birinci gününde de yapıldığı için toplam dört gün sürer.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
204.
İnsanlardan öyleleri vardır ki dünya hayatına dair konuşması senin hoşuna gider. Bir de kalbindeki (nifak ve menfaat düşüncesi)ne rağmen (din konusunda samimi olduğuna dair) Allah'ı şahit tutar. Hâlbuki o, düşmanlıkta en amansız olandır.
205.
Ancak hâkimiyeti eline alır almaz yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışır. Allah bozguncuları hiç sevmez.[*]
Kur’an, fesat çıkaranların yaptıklarını eleştirmekle yetinmez, bunların insanlık ve doğal düzen için de zararlı olduklarını ortaya koyarak onlara karşı mücadele edilmesini emreder.
Bugün, bizler de belli bir zümrenin bencillik ve açgözlülük yüzünden ekinin ve neslin bozulması konusunda çok büyük entrika içerisinde olduğunu görüyoruz. Az çalışarak dünyaya egemen olmak isteyen bu zümre, canlıların genleriyle oynayarak ekolojik sisteme ve biyolojik çeşitliliğe zarar verecek, dünya ve insanlık adına çok büyük felaketlere sebep olacak, erdemli bir neslin yetişmesini engelleyecek ve adil paylaşımı baltalayacak çalışmalar yapmaktadır. Bu ayet bunlara işaret ederek insanların tedbir alması gerektiğine vurgu yapıyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
206.
Kendisine ne zaman: “Allah'ın emirlerine karşı gelmekten sakın!” dense, yersiz gururu onu günaha sevk eder. Böylelerinin payına cehennem düşecektir. (Orası) ne kötü bir konaklama yeridir!
207.
İnsanlardan öylesi de var ki Allah’ın rızasını kazanmak için canını verir. Allah böyle kullarına karşı Raûf'tur, çok şefkatlidir
208.
Ey imana ermiş olanlar! Allah’a kendinizi tam olarak teslim edin ve şeytanın ardından gitmeyin, zira o sizin apaçık düşmanınızdır.
209.
Eğer size bunca gerçekler, açık deliller geldikten sonra haktan ayrılırsanız, İyi bilin ki: Allah Azîz'dir; daima üstündür ve Hakîm'dir; doğru kararlar verir.
210.
Bu insanlar, Allah’ın, Kendisini bulutların gölgeleri arasından meleklerle birlikte onlara göstermesini mi bekliyorlar? Ama [o zaman] her şeye karar verilmiş ve her şey Allah’a döndürülmüş olurdu.[*]
Yani, tevbe için çok geç (kalınmış) olacak. Bütün müfessirler, buradaki “karar”ın, “her şeyin Allah’a döndürüleceği zaman” sözleriyle işaret edilen Hesap Günü’nde Allah’ın iradesinin kesin tezahürü ile ilgili olduğunda hemfikirdirler. Bir sonraki ayette İsrailoğulları’na seslenildiğinden, bu belagat gereği sorunun, Hz. Musa döneminde onların “Allah’ı yüz yüze görmedikçe” ilahî mesaja inanmayı reddetmeleri ile bağlantılı olması muhtemeldir (Muhammed Esed Tefsiri)
BÖLÜM 26
211.
İsrailoğullarına, (mutlak hakikati gösteren) nice açık deliller vermiştik de ne olmuştu, sor onlara (hepsini inkâr etmişlerdi)! Kim (ayetler, mucizeler) kendisine geldikten sonra Allah'ın nimetini (Kitap'ının ayetlerini) değiştirirse (bilsin ki) Allah'ın azabı pek şiddetlidir.
212.
Yaşadıkları hayat, kâfirlere süslü gösterilir, inananları küçük görürler. Ama müttakîler / kendini yanlışlardan koruyanlar kıyamet / mezardan kalkış[*] günü kâfirlerden üstün durumda olurlar. Allah, tercih ettiği kişiye hesapsız rızık verir.
Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
213.
İnsanlar tek bir toplumdu[1*]. Allah, müjde veren ve uyarılarda bulunan nebiler görevlendirdi. Ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye nebilerle birlikte, gerçekleri içeren kitaplar da indirdi[2*]. İhtilafa düşenler, daima kendilerine kitap verilenler oldu. Bu da açık ayetler geldikten sonra birbirlerine üstünlük kurma gayretlerinden kaynaklandı. Sonra Allah, ayrılığa düştükleri gerçekler konusunda, inanıp güvenenleri, kendi onayıyla doğruya yöneltti. Allah, gereğini yapanı doğru yola yöneltir.
[1*] Başlangıçta sadece Âdem aleyhisselam ve çocukları vardı (Hucurat 49/13).
[2*] Ayete göre Âdem aleyhisselamdan Muhammed aleyhisselama kadar tüm nebilere kitap verilmiştir (Bakara 2/136, Al-i İmrân 3/81,84, En’âm 6/82-90). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
214.
Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sanmıştınız? Onların başına öyle şiddetli zorluklar, öyle boğucu darlıklar geldi ve öylesine sarsıldılar ki, mü’minlerle birlikte elçi de “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek!” diye feryat ediyordu.[1*] Bakın, Allah’ın yardımı yakındır.[2*]
[1*] Zımnen: Bedelsiz ödül olmaz. İman en büyük iddiadır, iddialar isbat ister. Krş: “Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri ve (yolunda) direnenleri seçip ayırmadan cennete girebileceğinizi mi sanıyorsunuz?” (3:142; ayrıca krş: 9:16). Üç âyetin muhatabı da farklıdır. Bu âyetin muhatabı Allah Rasûlü ve mü’minlerin tümü, Âl-i İmran’daki rasul hariç tüm mü’minler, Tevbe’deki ise mü’minler içerisinden çıkan mücahitlerdir.
[2*] Kulun gücü bitince Allah’ın yardımı başlar: “Bittim ya Rab!” diyene “Yettim kulum!” der. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
215.
Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "Hayır olarak ne harcarsanız o; ana baba, akraba, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak ne yaparsanız gerçekten Allah onu hakkıyla bilir."[*]
Bu sorudan önce bu surede infak konusu ile ilgili çok sayıda ayet yer aldı. İnfak ve yardımlaşma konusu, İslâm'ın
doğup geliştiği şartlara benzer ortamlarda müslüman cemaatin karşı karşıya kaldığı ve göğüslemek zorunda
tutulduğu sıkıntılarla, meşakkatlerle ve savaşlarla başa çıkabilmesi için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bunun yanı sıra
yardımlaşma toplumsal dayanışmanın, sosyal güvenliğin gerçekleşmesi ve fertler arasında duygusal farklılıkların
ortadan kaldırılması açısından da gereklidir. Öyle ki, her fert bu organizmanın bir üyesi olduğunu, onun hiçbir
imkânını kendinden esirgemediğini ve hiçbir şeyden onu mahrum tutmadığını hissetmelidir. Bu durum, cemaatin
duygusal oluşumu açısından çok önemlidir. Ayrıca fertlerin ihtiyaçlarını karşılamak, toplumun pratik oluşumu
açısından da önemlidir.
Burada bazı müslümanlar "Ne verecekler"ini soruyorlar. Bu soru, verecekleri şeyin türüne ilişkin bir sorudur. Bu
soruya verilen cevapta ise vermenin niteliği anlatılmakta, bunun yanı sıra yardım edilecek kimselerin öncelik ve
yakınlık sırası belirlenmektedir. Ayetin şu ifadesine dikkat edelim:
"De ki; `hayır (iyilik, yardım) olarak ne verirseniz..."
Bu ifade tarzı bize iki şeyi düşündürüyor: Birincisi verilen şey, yapılan yardım hayırdır, hayrın ta kendisidir. Veren
için hayırdır, alan için hayırdır, cemaat (toplum) hesabına hayırdır, başlı başına hayırdır, iyi bir davranıştır, iyi bir
sunuştur, iyi bir şeydir. Çünkü başkalarına bir şey vermek kalbi temizleyici, vicdanı arındırıcı bir davranıştır; Bunun
yanı sıra başkalarına sağlanan bir yarar, bir yardımdır. Asıl kalbi temizleyen, vicdanı arındıran ve özveriye soylu
anlam kazandıran hayırda bulunma, eldeki şeylerin en iyisini bulup başkaları adına onu gözden çıkarabilmektir.
Yalnız bu ima yollu teşvik, zorunluluk anlamı taşımaz. Çünkü, başka bir ayette belirtildiği gibi, yardım ederken
benimsenmesi zorunlu olan tutum, verenin elindeki şeyin normalini, ortalama kalitede olanını vermesi, bunun ne
daha kalitelisini ve ne de daha pahalısını vermemesidir. Fakat bu ayetin içerdiği imalı teşvik, nefsi, iyi olan malı
verebilmeye yatkın hale getirmeyi, Kur'an-ı Kerim'de izlenen nefis eğitimi ve kalpleri hazırlama metodu uyarınca bu
tür özveriyi sevdirmeyi sağlar.
Verilecek sadakanın türü belirlendikten sonra söz, verme biçimine ve kime sadaka verilmesi gerektiğine getiriliyor:
"Vereceğiniz mal (hayır) ana-baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir."
Ayetin bu cümlesi, toplumda yaşayan insanlardan birkaç grup insanı birbirine bağlıyor. Bu kesimlerin bazısını yakın
akrabalık bağı, bazısını uzak akrabalık bağı, bazısını merhamet bağı ve bazısını da bu inanç sisteminin çerçevesi
içinde yer alan kapsamlı insaniyet bağı yardım edene bağlıyor. Bütün bu insan kesimleri aynı ayette sıralanıyor: Ana-baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar. Bütün bu kesimler, sağlam bir inanç çerçevesi içinde
insanlar arasında sosyal güvenliği sağlama ilişkisi uyarınca dayanışmaya girişiyorlar.
Bu ayetteki sıralama başka ayetlerde de tekrarlanıyor ve Peygamberimizin bazı hadislerinde açık ve sınırlandırıcı bir
dille ifade ediliyor. Meselâ Cabir b. Abdullah'ın bildirdiğine göre Peygamberimiz bir sahabeye şöyle buyuruyor:
"Yardım etmeye, sadaka vermeye önce kendinden başla. Eğer kendinden bir şey artarsa ailene ver. Eğer ailenden
bir şey artarsa akrabalarına ver. Eğer akrabandan bir şey artarsa şunlara şunlara ver." (Müslim)
Bu sıralama insan nefsini eğitirken ve yönlendirirken kullandığı yalın ve hikmetli metod hakkında bize fikir veriyor.
İslâm, insanı olduğu gibi, yani fıtrî yapısı ile, doğal eğilimleri ve yetenekleri ile ele alıyor. Sonra onu olduğu
noktadan, durduğu yerden tutarak adım adım ileriye doğru, üst düzeye doğru zorlamaksızın yürütüyor. İnsan yukarı
çıkarken rahattır. İslâm onun fıtratını, eğilimlerini ve yeteneklerini hesaba katıyor. Onun aracılığı ile hayat düzeyini
geliştirip ilerletiyor. Bu sırada insan yorgunluk ve bıkkınlık duymuyor. İslâm, onu üst düzeylere tırmandırmak için
zincirler ve boyunduruklar aracılığı ile sürüklemiyor, onu yükseltmek için fıtri eğilimlerini ve içgüdülerini baskı altına
almıyor. Yolda onu kılavuzsuz bırakmıyor, onu bulutlar üzerinde uçuşa geçirmiyor. Bunlar yerine onu zorlamaksızın,
kolayına gelecek şekilde yukarılara çıkarıyor. Yokuşu çıkarken insanın ayakları yerde, gözleri semaya dönük, kalbi
yücelikler ufkunun heyecanı ile çarpmakta ve ruhu yukarılarda Allah'a bağlıdır.
Yüce Allah başkalarından çok insanın kendini sevdiğini iyi biliyor. Bu yüzden ona başkasına yardımda bulunmayı
emretmeden önce en başta kendi ihtiyaçlarını karşılamayı öneriyor, helâl nimetlerden yararlanmasını serbest
bırakıyor, onu savurganlığa ve bencilliğe düşmeksizin bu nimetleri kullanmaya özendiriyor. İşte bu yüzden şahsi
ihtiyaçlarını gidermedikçe sadaka vermeyi emretmiyor. Nitekim sahabelerden Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre
Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"En hayırlı sadaka varlıktan ayrılarak verilen sadakadır. Üstteki el, alttaki elden daha hayırlıdır. Yardım etmeye
geçindirmek zorunda olduğun kimselerden başla." (Müslim)
Bu arada sahabilerden Cabir b. Abdullah şöyle diyor:
"Adamın biri bir gün, elinde yumurta büyüklüğünde bir altın külçesi ile çıkageldi ve Peygamberimize `Ya Resulallah,
bunu bir maden ocağında buldum, bunu sadaka olarak al, başka hiçbir malım yok' dedi. Peygamberimiz yüzünü
başka tarafa çevirdi. Bunun üzerine adam Peygamberimize sağ yanından sokularak az önceki sözlerini tekrarladı.
Peygamberimiz yine yüzünü başka tarafa çevirdi. Adam bu defa Peygamberimize sol yanından sokularak aynı sözleri
söyledi. Peygamberimiz yine yüzünü başka tarafa çevirdi. Fakat adam bu kez de Peygamberimize arka tarafından
yaklaşarak aynı sözleri tekrarladı. Bunun üzerine Peygamberimiz adamın uzattığı altın külçeyi alarak üzerine
fırlatıverdi. Öyle ki, eğer külçe, adama isabet etseydi mutlaka canını acıtırdı. Arkasından da şöyle buyurdu:
"Aranızdan biri nesi varsa getiriyor ve `Bu sadakadır' diyor. Sonra oturup başkalarına el açıyor. En hayırlı sadaka
varlıktan ayrılarak verilen sadakadır."
Yüce Allah insanın en çok yakın aile fertlerini, yani ehli ile ana-babasını sevdiğini iyi biliyor. Bunun için ona kendi
ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra atacağı ilk yardımlaşma adımında bu sevdiklerine yararlı olmasını öneriyor. Bunlara
gönül hoşluğu ile yardım yapacak, böylece zararlı olmayan fıtri eğilimlerini tatmin etmiş olacaktır. Bu eğilimleri
tatmin etmenin zararlı bir şey olmadığı bir yana tersine bunun arkasında bir hikmet ve yarar vardır. Aslında kişinin,
geçimlerini sağladığı ve yardım elini uzattığı bu kimseler en yakın akrabalarıdır. Evet, ama bu insanlar ayni
zamanda bu ümmetin bir parçasıdırlar ve eğer bir yerden yardım görmezlerse muhtaç duruma düşeceklerdir. Buna
göre bunların yakınları olan birinden yardım görmeleri, yakınları olmayan bir yabancıdan yardım almalarından daha
onurlu bir şeydir. Aynı zamanda bu aile içi yardımlaşma yuvada sevgiyi ve iç barışı yaygınlaştırır, yüce Allah'ın
büyük insanlık camiası yapısının ilk tuğlası olmasını dilediği aile kurumunun bağlarını güçlendirir.
Yüce Allah bundan sonra sevgisini ve yardımseverliğini yakınlık derecelerinin öncelik sırasına göre bütün
akrabalarına yayacağını iyi biliyor. Bunun bir zararı yok. Çünkü bu kimseler aynı zamanda toplumun fertleri ve
ümmet organizmasının organlarıdırlar. Bu yüzden insana akrabalarını aşan bir adım daha attırılıyor. Böylece hem
duygularını ve fıtrî eğilimlerini tatmin ediyor hem bu kimselerin ihtiyaçlarım karşılıyor hem geniş anlamlı aile
bağlarım güçlendiriyor ve bunun sonucunda müslüman cemaatin üyelerinden biri, bağları güçlü ve ilişkileri kopmaz
sağlam bir birliğe kavuşuyor.
Eğer kendi geçimini sağlayan kişinin elinde, bu söylediğimiz yakınlarına yardım ettikten sonra verecek bir şey
kalırsa, İslâm onun elinden tutarak onu toplumun çeşitli muhtaç kesimlerine yardım etmeye götürüyor. Bu kesimler
ya zaten bozuk olan yaşam şartları ya da çeşitli sebeplerle maddî durumlarının bozulması yüzünden insanın
merhamet ve katkıda bulunma duygularını harekete geçiriyorlar. Bu kesimlerin başında yetimler, yaşları küçük
öksüzler gelir. Sonra zarurî ihtiyaçlarını karşılayamadıkları halde onurları ve saygınlıkları izin vermediği için el açıp
hiç kimseden bir şey istemeyen yoksullar gelir. Daha sonra sıra yolcularda, yolda kalmışlardadır. Bu kimselerin
memleketinde varlıkları olabilir. Fakat bu mallarından ayrı düşmüşler varlıkları ile aralarına çeşitli engeller girmiştir.
Böylelerinin sayısı ilk müslüman cemaatte fazla idi. Bunlar her şeylerini arkada bırakarak Mekke'den Medine'ye
hicret eden müslümanlardı.
Bütün bu kesimler toplumun üyeleri, bireyleridirler. İslâm, yardımsever bağlılarını bu ihtiyaçlı kesimlere yardım
etmeye yöneltiyor. Bu yönlendirmeyi onların arındırıp harekete geçirdiği doğal iyi duygularına bağlı olarak
gerçekleştiriyor ve böylece yumuşak ve zorlamasız bir biçimde bütün hedeflerine ulaşıyor. Bu hedefler nelerdir?
En başta yardımseverlerin vicdanlarını arındırma hedefine ulaşılıyor. Çünkü kişi verdiğinde gözü kalmayarak, yaptığı
yardımdan hoşnut olarak baskısız ve ısrarsız bir şekilde vermiştir. İkinci olarak sözünü ettiğimiz muhtaç kesimlere
yardım sağlama, onları sosyal güvenlik şemsiyesi altına alma hedefine ulaşılıyor. Üçüncü olarak da hiçbir baskıya ve
zorlamaya başvurmaksızın toplumun bütün fertleri arasında dayanışmalı ve yardımlaşmalı yoğun bir kaynaşma ve
bütünleşme meydana getiriyor. Görüldüğü gibi yumuşak, gönüllülük ilkesine dayalı istediği hedefe varabilen;
baskısız, yapmacıksız ve düzenli olarak hayırlı olanı tümü ile gerçekleştiren hünerli bir yönlendirme metodu ile karşı
karşıyayız.
Sonra bütün bunlar ile yüce ufuk arasında ilişki kuruyor; kalbi verdiğinde, yaptığında ve içinde saklı niyet ve
duygularında Allah'a bağlılığın coşkunluğu ile çarpmaya sevk ediyor:
"Hiç şüphesiz, Allah yaptığınız her hayrı bilir."
Hem bizzat yapılan hayrı hem onu yaptıran sebepleri ve hem de ona eşlik eden niyeti bilir. Onun için de bu iyilik,
bu hayır boşa gitmez, kaybolmaz. O, yüce Allah'ın hesabına geçer. O Allah ki, O'na ulaşan hiçbir şey kaybolmaz.
İnsanları aldatması, onlara haksızlık etmesi söz konusu olmadığı gibi O'na karşı ikiyüzlü davranmak ve olduğundan
farklı görünmek de mümkün değildir.
Bu metodu kullanan İslâm, insan kalbini kötülüklerden arındırarak Allah'a bağlılık derecesine yükseltir. Ancak bunu
yaparken zora başvurmaz, insan psikolojisini göz önünde bulundurarak çeşitli önlem ve dayatmalara başvurmaz.
İşte mutlak anlamda bilgi sahibi ve yarattığını en iyi tanıyan Allah'ın benimsediği ve üzerine sosyal düzenini
oturttuğu eğitim metodu budur. İslâm'ın öngördüğü sosyal düzen insanı olduğu gibi ve bulunduğu konumda kabul
ederek elinden tutar ve başka yollardan giderek ulaşamayacağı yüceliklere, aydınlığa ve zirveye ulaştırır. İnsanlık
geçen dönemlerde de ancak bu metodu ve yolu benimsediği zamanlar sözü edilen zirveye ve aydınlığa ulaşabilmişti. (Seyyid Kutub Tefsiri)
216.
Savaş size farz kılındı, gerçi o size hoş gelmez. Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.[*]
Allah yolunda savaşmak, meşakkatli bir farzdır. Fakat böyle olmakla birlikte yerine getirilmesi gereken zorunlu bir
görevdir de. Yerine getirilmesi zorunludur, çünkü gerek tek tek müslümanlar hesabına gerek İslâm toplumu
hesabına gerek tüm insanlık hesabına ve gerekse hakk, iyilik ve yapıcılık adına birçok yararlar içerir.
İslam insan fıtratının özelliklerini gözönünde bulundurduğu için bu farzın meşakkatini, zorluklarını inkâr etmez; onun
sıkıntılarını hafife almaz; insan nefsinin bu görevi ağır sayan, ondan hoşlanmayan fıtrî duygularına karşı çıkmaz.
Çünkü İslâm fıtratla çelişkiye düşmez, onunla çatışmaya girişmez, yok sayılmaları mümkün olmayan köklü
duygularından onu soyutlamaya, yoksun bırakmaya kalkışmaz. Bunun yerine soruna bir başka açıdan yaklaşarak
meseleyi aydınlığa kavuşturur.
İslâm açık açık söyler ki, bazı farzlar zor, buruk ve acıdır. Ama arkalarında öyle bir hikmet saklıdır ki, bu hikmet
onların zorluğunu önemsizleştirir, acılığını tatlıya dönüştürür, onun aracılığı ile dar görüşlü insanların fark
edemeyebilecekleri önemde bir hayır gerçekleştirir.
İnsan nefsi bu sözleri işitince önüne yeni bir pencere açılır, olaya bu pencereden bakar ve bu farklı bakış açısı
sayesinde de onu daha önceki algısından farklı bir şekilde değerlendirir. İnsan nefsi sıkıntılar tarafından kuşatıldığı
ve bu işin altından kalkamayacağını sandığı zor anlarda bu pencereden ılık bir meltem esmeye başlar. Belki de hoşa
gitmeyen şeyin arkasında hayır, buna karşılık arzulanan şeyin arkasından kötülük vardır. Bunu sadece uzun vadeli
amaçları bilen, gizli akıbetlerden haberdar olan yüce Allah bilir. İnsanlar böyle şeylerin içyüzü hakkında hiçbir şey
bilmezler.
Bu ılık meltem soluğunu insan nefsinin üzerine üfleyince artık o kişi sıkıntıları önemsiz görür, önünde ümit
pencereleri açılır, yakıcı sıcak altında kalan kalbine su serpilir, bunun sonucunda güven içinde ve gönüllü olarak
emre itaat etmeye, görevi yerine getirmeye atılır.
İşte İslâm'ın insan fıtratı karşısında benimsediği tutum budur. Onun içinden geçen doğal duyguları inkâr etmez, zor
bir işi sırf teklif edildi diye yapmasını istemez. Bunun yerine onu yavaş yavaş itaat eğitiminden geçirir, önünde ümit
kapılarını açık tutar. Böylece iyi olan şey uğruna asgarî gayreti harcamasını, başkalarınca zorlanarak değil, gönüllü
olarak kendini aşmasını ister. Yine böylelikle onun zayıf noktalarını bilen, omuzlarına yüklediği görevin zorluğunu
peşinen söyleyen, onu mazur gören, halini anlayan O'na hoşgörü, bağışlama ve ümitle yaklaşan yüce Allah'ın engin
şefkatini somut biçimde algılar.
İşte İslâm insan fıtratını böyle eğitir. Bu eğitimden geçen fıtrat yükümlülükten bıkmaz, ilk darbe karşısında paniğe
kapılmaz, işin başında zorluk görünce feryadı basmaz, zorluk karşısında zayıf kaldığı görüldü diye utanmaz, mahcup
düşmez. Aksine direnir. Çünkü yüce Allah'ın kendisini hoş gördüğünü, yardımını imdadına yetiştirdiğini ve
güçlendirdiğini bilir, sıkıntılara rağmen yoluna devam etmeye karar verir. Çünkü yapmakta olduğu işin sıkıntılarının
arkasında bir hayır, zorluğun ardında kolaylık, zahmetin ve yorgunluğun sonunda büyük bir rahat gizli olabilir. Buna
karşılık sevdiği ve yapmaktan haz duyduğu bir işe de düşüncesizce girmez. Çünkü hazzın arkasında pişmanlık gizli
olabilir, istenen şeyin ötesinde istenmeyen birşey saklı olabilir, yem olarak verilen tatlı yiyeceğin arkasında ölüm
pusuya yatmış olabilir.
Bu, şaşırtıcı bir eğitim metodudur. Kökleri derinlere inen, sadece bir eğitim metodu... İnsan psikolojisine sızmak,
onun ücra köşelerine ulaşmak için kullanacağı yolları, kanalları iyi bilir. Aracı doğruluktur, dürüstlüktür, yalancı
telkinlere, aldatıcı kaypaklıklara asla müracaat etmez.
Zira kısa görüşlü ve zayıf insan nefsinin bir şeyden hoşlanmaması, buna karşılık o şeyin tam anlamı ile hayırlı olması
sık sık karşılaştığımız bir gerçektir. Buna karşın insan nefsinin bir şeyi sevmesi, düşüncesizce o işe yapışması fakat
bu işin tam anlamı ile kötü olması da sıkça rastladığımız bir hayat realitesidir. Bunların yanı sıra yüce Allah'ın her şeyi
bildiği, fakat insanların bir şey bilmedikleri de bir gerçektir. İnsanlar, olayların akibetleri hakkında hiçbir şey bilemez.
Yine onlar önlerine çekilen perdenin arkasında nelerin gizlendiğini de bilemez. Zaten arzulara, cehalete, yetersizliğe
tutsak olmayan soylu gerçekler hakkında insanlar ne biliyorlar ki?
Yüce Allah'ın sözünü ettiğimiz bu kalbe değmesi, dokunuşu insanın önüne gözleri ile algıladığı sınırlı alemin dışında
başka bir alemin kapılarını açar; karşısına evrenin görünmez özünü etkileyen, gelişmeleri tersine çeviren, olayların
sonuçlarını sandığından ve umduğundan farklı biçimde düzenleyen başka faktörler çıkarır. Bu faktörler, onlara
gönüllü olarak uyduğu takdirde insanı kaderin eline bırakır. İnsan çalışır, umar, bekler ve korkar, ama her işi gönül
hoşluğu ve iç huzuru ile bu hikmetli ele ve geniş kapsamlı bilgiye havale eder.
Bu tutum, geniş bir kapıdan "barışa girmek"tir. İnsan nefsi hayrın Allah'ın
seçtiğinde olduğunu, Allah'ı tecrübe
etmeye, bunun için O'ndan kesin delil istemeye hiç kalkışmaksızın O'na itaat etmenin en yararlı yol olduğunu
kesinlikle anlamadıkça gerçek anlamda barışın bilincine varamaz. Güvene eşlik eden itaat, soğukkanlı umut ve
huzurlu çalışma, bunlar yüce Allah'ın mümin kullarını "tüm varlıkları ile içine girmeye" çağırdığı "barış"ın kapılarıdır.
Yüce Allah, müminleri bu barışa işte bu şaşırtıcı, etkili ve sade metod aracılığı ile iletiyor. Bu yönlendirmeyi kolayca,
soğukkanlılıkla ve sıkmadan gerçekleştiriyor. Allah, müminlerin omuzlarına savaşma yükümlülüğünü yüklerken bile
onları bu metod uyarınca barışa yöneltiyor. Çünkü gerçek barış, savaş alanında bile ruha ve gönüle egemen olan
barıştır.
Yukarıdaki ayetin taşıdığı bu mesaj., sunduğu bu telkin sadece savaş görevi ile sınırlı değildir. Çünkü savaş, insan
nefsine antipatik gelen, fakat arkasında hayır saklayan konuların sadece bir örneğidir. Bu mesaj, müminin hayatının
tümü için geçerlidir, bu hayatın bütün olaylarını kapsamına alır. (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 27
217.
Sana saldırmazlık ayında savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki: “O ayda savaşmak büyük bir hatadır. Fakat Allah’ın yolundan insanları çevirmek, O’nu ve Mescid-i Haram’ın hürmetini inkâr etmek, oranın sakinlerini oradan sürüp çıkarmak Allah katında daha büyük bir cürümdür. Fakat inanca yönelik baskı ve (hukuku yok eden) anarşi, adam öldürmekten daha beterdir.” Eğer düşmanlarınızın gücü yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler. Sizden her kim dininden döner ve kâfir olduğu hâlde ölürse, onun bütün yapıp-ettiği ameller dünyada da âhirette de boşa gitmiştir. Onlar ateş ashabıdırlar, onlar orada kalıcıdırlar.
218.
İnanıp güvenenler, hicret edenler[1*] ve Allah yolunda cihad edenlere / ellerinden geleni yapanlara gelince[2*], işte onlar Allah’ın ikramını bekleyebilirler. Allah Gafûr'dur; çok bağışlar ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
[1*] Hicret sözlükte, kişinin bir şeyden bedeniyle, diliyle veya kalbiyle uzaklaşmasıdır (Müfredat). Bir müslümanın, istenmediği bir yerden bedeniyle uzaklaşması (Nisa 4/97, Enfal 8/72-75); babası, annesi, eşi veya kendine yakın gördüğü kişilerin kafir olmalarından dolayı kalbiyle uzak kalması da hicrettir (Âl-i İmran 3/28, Nisa 4/138-144, Tevbe 9/23-24, Müzzemmil 73/10)
[2*] Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
219.
Sana içki ve uyuşturucu çeşitleri[1*] ile kumar çeşitlerini[2*] sorarlar. De ki ikisinde büyük günah[3*] ve bazı yararlar vardır[4*]. Her ikisinin de günahı yararlarından büyüktür. Hayra neyi harcayacaklarını da sorarlar. De ki: Artanı[5*]!. Allah, ayetlerini size böyle açıklar ki düşünesiniz.
[1*] Ayet metninde geçen (hamr = خمر)” kelimesi aklı örten anlamındadır. Sarhoş edici tüm içkileri ve uyuşturucu maddeleri ifade eder. Nitekim nebimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Sarhoşluk veren her şey hamrdır. Sarhoş eden her şey haramdır.” (Müslim, Eşribe,73; Ebû Dâvûd, Eşribe, 5)
[2*] Ayet metninde geçen (meysir =ميسر), (yüsr =يسر) yani kolaylık kökünden gelmektedir. Meysir, üç ayette “hamr” ile birlikte zikredilir (Bakara 2/219, Mâide 5/90-91). Kolayca mala kavuşmayı amaçlayan ve aynı zamanda malı kolayca kaybetmeye sebep olan piyango, toto, loto ve tombala gibi bütün şans oyunları; poker, rulet, kollu kumar makineleri gibi tüm kumar çeşitleri; iddaa, at yarışı, horoz dövüştürme vb. her türlü bahis bu kapsama girer. Kaybedenin hesabı ödemesi şartıyla oynanan tüm oyunlar da meysir kapsamında olduğu için bu tür oyunları oynamak haramdır.
[3*] ‘Günah’ anlamı verdiğimiz (ism = إِثْمَ), kişiyi sevaptan yani iyiliklerden uzaklaştıran davranış anlamındadır (Müfredât). Allah, ‘ism’ olarak tanımladığı her davranışı, haram saymıştır (A’raf 7/33). Bu sebeple içki ve kumar, büyük günahlardandır.
[4*] Sarhoş edici ve uyuşturucu maddelerden ve kumardan bazı menfaatler elde edilebilir. Ancak bunların zararı sağladıkları menfaatlerden fazladır. Bu özellik, bütün haramlarda vardır. Nefislerinin esiri olanlar, bu menfaatleri öne alarak kendilerini haklı göstermeye çalışırlar. Allah’a inanıp güvenenler ise onun emrine uyarlar.
[5*] Artan (El-afv =العفو) sözü temel ihtiyaçtan artan (es-Sıhah) ve çoğalan anlamındadır (Mekâyîs). Şu ayette, zenginleşme anlamındadır: “Sonra başlarındaki sıkıntıları giderir yerine güzel şeyler veririz. Sonunda zenginleşirler ...” (A’râf 7/95). Kişinin evi, ev eşyası, kendisinin ve bakmakla sorumlu olduğu kişilerin yiyeceği, bineği, işyeri, araç ve gereçler vs. temel ihtiyaçlarıdır. Onlar artan kavramına girmediği için onlardan sadaka /vergi alınmaz. “Kim bir iyilikle gelirse ona, onun on katı verilir.” (En’âm 6/160) ayeti gereği, bir ton cevizi olan biri, onun yüz kilosunu sadaka /vergi olarak verirse tamamını vermiş gibi olur. Tarım ürünlerinin sadakası /vergisi hasat günü tarlada alınacağından (En’âm 6/141) üretici onun nakliyesinden ve korumasından sorumlu olmaz. Alım satımını yapanlar ise nakliye, depolama, pazarlama ve satış sonrası doğacak sıkıntılara gireceğinden bu işlemlerin her biri sadaka /vergi oranını azaltır ve o, malının kırkta birini verince tamamını vermiş gibi olur. Altın, gümüş, para ve bütün ticaret malları aynı durumdadır. Bu sıkıntılar dikkate alınmazsa ekonomi durur ve bunun zararını herkes görür. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
220.
Bunlar hem dünya hem ahiret ile ilgilidir. Sana yetimleri de sorarlar. De ki: Hayırlı olan onların durumunu düzeltmektir. Eğer (koruyucu aile olarak) aranıza alırsanız bilin ki onlar (evladınız değil sadece) kardeşlerinizdir[1*]. Allah, bozanı düzeltenden ayırmasını bilir[2*]. Allah kuralı farklı koysaydı sizi sıkıntıya sokardı[3*]. Aziz; daima üstün olan, Hakim; doğru kararlar veren Allah’tır.
[1*] Kur’an evlatlıkların hiçbir yönüyle öz evlat sayılamayacağını bildirir (Ahzab 33/4-5). Allah nebîmizi, evlatlığı Zeyd’in boşadığı Zeynep ile evlendirdi ki evlatlığın kişinin kendi evladı konumunda olmadığı zihinlere yerleşsin (Ahzab 33/37-38).
[2*] Nisa 4/2,3 ve 6.
[3*] Kur’an, yetimlerin gözetilmesini emreder. Ancak bu gözetimin mutlaka müminlerin kendi evlerinde yapılmasını şart koşmaz. Yine de bir yetimi kendi evinde gözetimi altına alan kişi, onu din kardeşi olarak görecek, gerçek evladı gibi kabul etmeyecektir. Bunun sonucu olarak bir müminin evinde korumaya alınan yetimlere, miras hakkı ve evlenme yasağı gibi hukuki sonuçlar doğuracak evlatlık statüsü verilemez. Ancak mirastan yararlandırılabilir. (Nisa 4/8) Kur’an, müminlere, yetimlerin mallarını yönetme görevinin yanı sıra hukuki ölçüler çerçevesinde bu mallardan yararlanma hakkı da tanır. Tüm bunlar yetimler hususunda müminleri sıkıntıya sokmayan ilahi ölçülerdir (Nisa 4/6).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
221.
Allah'a inanıp güveninceye kadar, müşrik kadınlarla (Allah'la arasına başkalarını koyanlarla) evlenmeyin. Allah'a inanıp güvenen esir kadın[1*], müşrik kadından daha iyidir; isterse sizi çok etkilemiş olsun. Allah'a inanıp güveninceye kadar, müşrik erkeklere (Allah'la arasına başkalarını koyanlara) kız vermeyin[2*]. Allah'a inanıp güvenen esir erkek, müşrikten daha iyidir; isterse sizi çok etkilemiş olsun[3*]. Onlar sizi ateşe çağırırlar, Allah ise kendi izniyle Cennet’e ve günahlardan arınmaya[4*] çağırır. Allah ayetlerini insanlara açıklar ki bilgilerini kullansınlar.
[1*] Hür olmayan kadına eme (الأمة), erkeğe abd (عبد) denir (Sıhah). Bunların Türkçe karşılığı köle ve cariyedir.
[2*] “Kız vermeyin” ifadesi, velilere yapılan tavsiyedir. “Daha hayırlıdır” ifadesi onlar için de geçerlidir. Eğer kız evlenmekte kararlı ise Bakara 2/232 ve Nur 24/33’e göre onlara baskı yapılamayacağından evlenmelerine engel olmamak gerekir.
[3*] Nisa 4/22’den 24’e kadar, din farkına yer verilmeden evlenilmesi haram olan kadınlar sayılmış 25. ayette ise namuslu mümin kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyenlerin namuslu mümin esir kadınlarla evlenebileceği ama onlarla evlenmeyip sabretmenin daha hayırlı olacağı bildirilmiştir. Tevbe 9/31’de bugünkü Yahudi ve Hıristiyanların müşrik oldukları açıkça ifade edildiği halde Maide 5/5’te onların namuslu kadınları ile evlenmenin helal olduğu hükme bağlanmıştır. Hepsinin özeti olan bu ayete göre evlilikte ilk tercih edilecek kadınlar, namuslu mümin hür olanlar, ikinci tercih namuslu mümin esir kadınlar, son tercih de namuslu müşrik kadınlardır. Bu ayet aynı zamanda, kadın olsun erkek olsun din farkının evlenmeye engel olmadığını göstermektedir. Zaten Tahrim 66/10-11. ayetlerde bu konu örneklendirilmiştir. nebimizin Cüveyriye ile evlenmek için Müslüman olmasını şart koşmaması; kızı Zeyneb ile evli olan Ebü’l- s b. er-Rebî hicretin 6. yılına kadar Müslüman olmadığı halde, nikâhlarının devam etmesi ve nebimizin din farkından dolayı kimseyi eşinden ayırmamış olması, bunun uygulamadaki örneklerindendir.
[4*] İstiğfar, “söz ve davranışla mağfiret talep etmek”tir. Mağfiret ise, Allah’ın, kulunu azaptan korumasıdır (Müfredat). “Başı koruyan zırhlı başlık” anlamındaki “miğfer” kelimesi de aynı köktendir.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 28
222.
Sana “kadınların regl dönemini (âdet halini ve âdetli iken ne yapıp yapamayacaklarını) soruyorlar. De ki: “O, (kadını sıkıcı ve erkeği tiksindirici, cinsel ilişkiye engel olan bir çeşit) hastalık halidir. Bu yüzden adet halinde kadınlardan uzak durun ve temizleninceye kadar onlara (cinsel ilişki için) yaklaşmayın (fakat cinsel ilişki dışındaki olağan karı-koca ilişkilerini devam ettirebilirsiniz). Temizlendikleri zaman, cinselliğin fıtrî seyrine uygun olarak Allah'ın size emrettiği şekilde onlara yaklaşın.[*] Şüphesiz Allah, pişmanlıkla kendisine yönelenleri sever, özlerini temiz tutanları da sever.”
Bu ayetten anlıyoruz ki âdet gören kadına sadece cinsel ilişki yasağı vardır. Gelenekçi anlayışta sanıldığı gibi âdet gören kadın cünüp ya da Yahudi anlayışındaki gibi lanetli değildir. Çünkü regl (âdet hali) tıpkı burun kanaması gibi bir çeşit kanamadır, rahim iç astar dokusunu oluşturan endometrium tabakasının gebelik için her ay kendini yenilemesinin doğal sonucu olarak rahimden gelen kanın dışarıya atılmasıdır. Böyle bir durumda kadınları cünüp gibi değerlendirerek onlara ibadet yasağı getirmek doğru değildir.
Medine’de yaşayan o günün Yahudileri âdetli kadını cünüp ve lanetli kabul ederek onu her çeşit dinî ve sosyal hayatın dışında tutarlardı. Bunu gören Müslümanlar konuyu Hz. Peygambere intikal ettiriyor ve bu ayet nazil oluyor. Yani soru doğrudan Hz. Peygambere soruluyor, cevabı bizzat Allah veriyor ve bu mevzuda bir daha ne soru soruluyor ne de ayet geliyor ve böylece bu bahis buradaki cevapla olduğu gibi Kur’an’da kayıt altına alınarak kapanıyor. Ama çok açık ve net olan bu ayete rağmen gelenekçi, hurafeci anlayış, farklı görüşler öne sürerek ve bunların bazılarını Hz. Peygambere, bazılarını da sözde büyük İslam otoritelerine atfederek kadınları dini yaşamdan uzak tutuyor.
Adetli kadın fazla kan kaybından dolayı zayıf düşecekse sonra kaza etmek kaydıyla oruç tutmayabilir ama zayıf düşme endişesi yoksa orucunu tutar. Eğer kanama sürekli ise ve bunu önleyecek bir gücü de yoksa namazını kılmayabilir, kaza etmesine de gerek yoktur. Hz. Peygamber zamanında bugün olduğu gibi âdetli kadınların kendilerini koruma imkânları yoktu, böyle olunca da özel durumlarında mescide gitmezlerdi. Ama bugünün kadınının böyle bir sorunu yok, kendini koruyacak ve temiz tutacak her türlü olanağa sahiptir. Böyle olunca, âdetli kadın bütün tedbirleri aldıktan sonra her defasında abdest almak şartıyla namazını kılabilir; hac ve umre için Kâbe’de bulunuyorsa tavafını yapabilir, Kur’an okuyabilir ve dini sohbetlerde bulunabilir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
223.
Kadınlarınız sizin için ekim yeridir. Ekim yerinize istediğiniz şekilde girin[1*], kendiniz için ön hazırlık yapın[2*]. Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının ve onun huzuruna varacağınızı bilin. Bunu inananlara müjdele[3*].
[1*] Ekim yeri, ürün alınan yer yani döl yatağıdır; çünkü Bakara 2/187’de belirtilen çocuk sahibi olma talebi ancak bu şekilde yapılabilir. Döl yatağından olmak şartıyla hoşa giden şekilde ilişkiye girilebilir.
[2*] Kadınlar, kadın-erkek, her insana süslü gösterildiği için (Al-i İmrân 3/14) talep edilen konumdadırlar. Karı-koca ilişkileri ile ilgili ayetlerde emrin kocaya verilmesi (Bakara 2/187, Nisa 4/19), kadını talep eder konuma getirme görevinin kocaya yüklendiğini gösterir. Bunu göremeyenler, eşlerinin kendilerine soğuk davrandığından şikayet ederler.
[3*] Elimizdeki Tevrat mealine göre adetli ve lohusa kadın kirlidir, kanaması bitip üzerinden yedi gün geçmedikçe dokunduğu ve üstüne oturduğu her şey kirlenir. Ona veya onun dokunduğu şeylere dokunan da akşama kadar kirli kalır. O kadınla cinsel ilişki haramdır (Levililer 15/19-33) Bir üst ayetteki soru, bundan dolayı sorulmuş olmalıdır. Bu ayetler inince nebimiz şöyle demiştir: “Cinsel ilişki dışında her şeyi yapabilirsiniz.” (Müslim, Hayz, 16-302, Ebu Davud Tahâret, 258) Adet ve lohusalık, namaza ve oruca engel değildir. Çünkü yeme içme ve cinsel ilişki dışında orucu bozan bir şey yoktur (Bakara 2/187). Adet bunlardan hiçbirine girmez. Kur’an’ın namazla ilgili emirlerinde de kadın erkek ayrımı yoktur. Abdest, kişinin kendini rahat hissettiği bir yerde ön ve arka bölgeden çıkan; idrar, büyük abdest ve yellenme ile ve cünüplükle bozulur (Maide 5/6). Adet veya lohusalığın bunlarla da bir ilgisi yoktur. Adet kanının abdesti bozduğunu gösteren bir ayet veya sahih bir hadis de yoktur. Adeti ve lohusalığı biten kadının yıkanmasına dair bir emir de bulunmamaktadır. Öyle bir emir olsaydı su bulunmadığında ne yapması gerektiği de açıklanırdı. 222. ayetin sonundaki ‘Allah tövbe edenleri sever, iyice temizlenenleri de sever.’ ifadesi ise Arap dili açısından sırf kadına değil kocasına da hitap ettiğinden bu sırada aralarında karı koca ilişkisi olmuşsa tevbe edip günahlarından temizlenmeleri ile ilgilidir. Lohusalıkta akıntı doğumla başlar. Doğum esnasında oluşan sıkıntılardan dolayı namaz kılamayacak duruma gelenler olabilir. Allah kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemediği için onu namazdan sorumlu tutmaz (Bakara 2/286). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
224.
Sakın, Allah adına ettiğiniz yeminleri; iyilik yapmanıza, takva sahibi olmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel kılmayın.[*] Allah, Semî'dir; her şeyi dinler ve Alîm'dir; her şeyi bilir.
“Allah Teâlâ, nebimizin yaptığı böyle bir yemini bozmasını emretmiştir (Tahrim 66/1-2). Nebimiz şöyle demiştir: “Günaha yemin edenin yemini, yemin değildir. Akraba ile ilişkiyi kesmeye yemin edenin yemini de yemin değildir.” (Ebû Dâvûd, Talak 7). “Bir konuda yemin eder, sonra başkasını hayırlı görürsen, yeminini boz, keffaretini ver ve hayırlı gördüğüne yönel.” (Buhârî, Eymân, 1). (). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
225.
Allah, kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden sizi sorumlu tutmaz. Ancak, kasıtlı yaptığınız yeminlerden sizi sorumlu tutar. Allah Gafûr'dur, çok affeder; Halîm'dir, çok yumuşak davranır.
226.
Hanımlarından uzak durmaya karar verenler, ancak dört ay ayrı kalabilirler. Bu süre içinde eşlerine dönerlerse[*] Allah Gafûr'dur; çok bağışlar ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
Ayette geçen “yu’lûne” kelimesi uzaklaşmak veya uzaklaştırmak anlamındaki “îlâ” mastarından türemiştir. Fıkıhta bu ayetten çıkarılan meseleye “îlâ” denir ve “erkeğin yemin ederek karısından uzaklaşması” şeklinde tanımlanır. Ama ayetteki “yu’lûne” kelimesinin kökünde ‘yemin’ anlamı yoktur. Îlâ’nın kökü “yakın olma” anlamındaki “vely” mastarıdır. Üç harfliyken “yakın olma” anlamına gelen bu kelime, “if’al” babına geçince, zıt anlam kazanarak “uzak olma”yı ifade etmiştir. Çünkü Arap dil kurallarınca bu babın baş harfi olan hemzenin bir özelliği de fiilin anlamını zıddına çevirmektir. Bu fiile yemin anlamı verilemez. Kırgınlık, kızgınlık veya zıhâr gibi herhangi bir nedenden dolayı karısından uzaklaşan kimse yemin etsin veya etmesin ondan ancak dört ay uzak kalabilir. Bu süre içinde karısına dönerse evliliği devam eder. Dört ay bitene kadar dönmezse talak süreci başlar. Bu eylemi yapan erkek yemin etmediği sürece onun üzerine yemin keffareti yüklenemez. Nitekim nebimizin îla yaptığını söyleyen rivayetlerin hiçbirinde, bir ay içinde îladan dönmesine rağmen yemin keffareti ödediği dile getirilmemiştir. İlgili ayetler üzerinde dikkatle düşünülünce îlâ konusunun zıhârla ilgili olduğu ortaya çıkar. Zıhâr, kocanın, kendisine haram kılmak maksadıyla karısını veya karısının baş, yüz, sırt gibi bütünü ifade eden bir bölümünü evlenmesi ebediyen yasak olan bir kadına benzetmesi demektir. Zıhârla ilgili ayetlerde zıhar yapan kişinin, eşine dönmesinden bahsedilir ama dönmesi gereken süreden bahsedilmez. Mealini verdiğimiz yukarıdaki ayetin zıhârla ilgili ayetlerle ilişkisi koparıldığı için zıhâr yapılan kadın iki arada bir derede bırakılmış olmakta; ne kocasından boş sayılmakta ne de başka biriyle evlenmesine izin verilmektedir. İşte bu ayet zıhâr yapan erkeğin, eşinden en fazla dört ay ayrı kalabileceğini hükme bağlamıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
227.
Ama eğer ayrılmaya karar verirlerse,[*] bilsinler ki Allah Semî'dir; her şeyi dinler ve Alîm'dir; her şeyi bilir.
Erkek dört ay içinde eşine dönmezse, süre sonunda talak süreci otomatik olarak başlamış olur. Bir sonraki ayette belirtildiği gibi, kadın mutallaka sayılır. Talak süreci ve bundan sonraki ayette belirtilen iddet süresi başlar.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
228.
Kocaları tarafından boşanmış kadınlar da kendi başlarına üç kur / üç temizlik dönemi[1*] beklerler. Allah’a ve ahiret gününe inanmışlarsa, Allah’ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri[2*] onlara helâl değildir. Kocaları arayı düzeltmek isterse, bu süre içinde geri dönme hakları vardır[3*]. Marufa / Kur’ân’daki hükümlere göre kadınlardan yana olan haklar, kadınlardan yana olmayan haklara denktir. Erkeklerin (boşanma konusunda) onlara karşı bir basamak farkları vardır[4*]. Aziz; daima üstün olan ve Hakîm; doğru kararlar veren Allah’tır.
[1*] Bir erkek eşini ancak iddeti içinde boşayabilir. Bu süre içinde kadın evden çıkarılamayacağı için (Talak 65/1) ayetteki “kendi başına bekleme” ifadesi, eşiyle ilişkiye girmemesi anlamındadır. Adetli iken ilişkiye girmesi yasak olduğu için (Bakara 2/222) üç kur’, üç temizlik dönemi dışında bir şey olmaz.
[2*] İddeti hesaplama görevi erkeğe verildiğinden (Talak 65/1) kadın adeti ile ilgili doğru bilgi vermezse günaha girer.
[3*] Erkek iyi niyetli olmak şartıyla, iddet bitmeden eşine dönebilir. Buradaki ehakk = أحق kelimesi sıfat-ı müşebbehe, yani değişmez özellik belirten sıfattır.
[4*] Ayet boşanma konusunda olduğu için bu fark, eşlerin boşanma yetki ve sorumlulukları ile ilgilidir. Erkeğin bir basamak farkı, boşama kararını uygulamak için araya hakemlerin girmesine gerek olmamasıdır. Oysa bir sonraki ayette görüleceği gibi kadının kocasını boşama kararını uygulamaya sokmasından önce, biri erkeğin ailesinden biri de kadının ailesinden olmak üzere iki hakemin (Nisa 4/35) araya girmesi zorunludur. Bu sebeple erkeğin boşanmasına, evlilik düğümünü çözme anlamına gelen talak, kadının boşamasına da fidye vererek kendini kurtarması anlamına gelen iftida adı verilir. Hakemlerin araya girmesi, eşinden ayrılmak isteyen erkeğin baskı yaparak eşinin iftida yapmasını sağlayıp verdiklerini geri alması ihtimaline karşı alınmış bir tedbirdir (Nisa 4/19-21). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 29
229.
Geri dönülebilir talak[1*] iki defa olur. Her birinden sonra kadını ya marufa / Kur’an’daki hükümlere göre tutmak ya da güzellikle ayırmak gerekir. (Ey erkekler!) İkinizin de Allah’ın koyduğu sınırlarda duramayacağınızdan korkmanız dışında, kadınlara verdiklerinizden bir şey almanız size helâl olmaz[2*]. (Ey müminler!) Eşlerin, Allah’ın koyduğu sınırlarda duramayacaklarından siz de korkarsanız; kadının evliliği bitirmesine karşılık ödeme yapmasında her ikisi için de günah yoktur[3*]. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır; onları aşmayın. Her kim Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa işte onlar yanlış yapan kimselerdir.
[1*] “Geri dönülebilir talak” diye anlam verdiğimiz (الطلاق = et-talak taki elif-lam takısı ahd içindir yani bilinen talakı göstermek içindir. Bu da Talak suresinde anlatılan talak biçimidir.
[2*] Eşini boşayan bir koca, eşine verdiği mehir ve hediyeleri geri isteyemez.
[3*] Kadın ayrılmak isterse, biri kadının ailesinden diğeri de erkeğin ailesinden olmak üzere iki hakem görevlendirilir (Nisa 4/35). Karı-koca uzlaştırılamazsa kadın, eşinden aldığı mehir ve hediyelerden hakemlerin belirleyeceği kadarını (Nisa 4/19-21) geri verir ve kendi hür kararıyla ondan ayrılır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
230.
Erkek üçüncü defa boşarsa, artık o kadın ona helal olmaz[1*]. Ama kadın başka bir eşle evlenir, onu o da boşarsa o zaman bakarlar; eğer Allah’ın koyduğu sınırlarda duracakları kanaatine varırlarsa tekrar birbirlerine dönmeleri günah olmaz. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Allah bunları, bilen bir topluluk[2*] için açıklamaktadır.
[1*] Erkek üçüncü ve son hakkını da kullanmış olur.
[2*] Kur’an’ı Allah açıklamış (Hûd 11/1-2) ve açıklamayı bir ilme göre yapmıştır (A’râf 7/52). O ilmin bütün ayrıntılarını Kur’an’a yerleştirmiştir. Allah’ın yaptığı açıklamaya ancak bu ilmi bilenlerden oluşan bir topluluk ulaşabilir (Fussilet 41/3, Al-i İmran 3/7). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
231.
Kadınlarınızı boşadığınızda bekleme sürelerinin sonuna varırlarsa, ya marufa / Kur’an hükümlerine göre tutun ya da marufa göre ayırın. Onlara zarar vererek, haklarına girmek için onları tutmayın[*]. Bunu yapan, kendini kötü duruma sokmuş olur. Allah’ın ayetlerini hafife almayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini aklınızdan çıkarmayın. O, indirdiği kitap ve hikmet ile size öğüt vermektedir. Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının. Bilin ki her şeyi bilen Allah’tır.
Birlikte olmayı istemediğiniz halde, serbest kalmalarını engellemek ya da verdiklerinizin tamamını veya bir kısmını geri almak için onları nikahınızda tutmayın. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 30
232.
Kadınlarınızı boşadığınızda bekleme sürelerinin sonuna varırlarsa, koca adaylarıyla[1*] marufa uygun olarak anlaştıkları takdirde evlenmelerine engel olmayın[2*]. Bu, içinizden Allah'a ve ahiret gününe inananlara verilen öğüttür. Sizi daha geliştirecek ve daha da arındıracak olan budur. Bunları bilen Allah'tır, siz bilemezsiniz.
[1*] Kadın kocasıyla zaten evli olacağı için ayetteki “eşleri” ifadesi mecazdır, “koca adayları” anlamındadır.
[2*] Kadın eşini kendi seçer. Yaptığı seçim sadece marufa yani Kur’an’a uygunluk açısından denetlenir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
233.
Anneler çocuklarını tam iki (kamerî[1*]) yıl emzirsinler. Bu, emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir[2*]. Annelerin yiyeceğini ve giyeceğini marufa uygun olarak karşılamak babaların görevidir. Kimseye gücünün üstünde yük yüklenmez. Çocuğu yüzünden ne anne zarara sokulur ne de baba. Mirasçının[3*] sorumluluğu da aynıdır. Anne ve baba, birbirlerine danışıp anlaşarak çocuğu sütten kesmek isterlerse, ikisi için de günah olmaz[4*]. Çocuklarınıza sütanne tutmak isterseniz, ücretini marufa uygun olarak ödedikten sonra, bunun da size bir günahı olmaz. Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının. Bilin ki Allah, yaptığınız her şeyi daima görür.
[1*] Tevbe 9/36.
[2*] Talak 65/6.
[3*] Baba vefat etmişse emziren annenin masraflarını, babanın mirasçıları karşılar.
[4*] Eşlerin karşılıklı anlaşmalarıyla iki yıl dolmadan, çocuk sütten kesilebilir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
234.
Ölen kocaların geride bıraktıkları eşleri, kendi başlarına dört ay on gün beklesinler. Sürelerinin sonuna vardıklarında, kendileri hakkında marufa uygun olarak yaptıkları şeyin size bir günahı olmaz[*]. Yaptığınız her şeyin iç yüzünden haberdar olan Allah’tır.
Kocası ölen kadın, iddeti bitince istediği kişiyle evlenebilir. Evliliği sadece Kur’an’a uygunluk açısından denetlenir. Böyle bir kadın, başka biriyle evlenme konusunda görüşme, istişare ve nihayetinde evlenme gibi işleri örfe uygun ve Kur’an’ın hiçbir yasağını çiğnememek şartıyla yaparsa, sizlere bunun bir günahı olmaz. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
235.
Bu kadınlara üstü kapalı evlenme teklifi yapmanız veya niyetinizi içinizde saklamanız günah değildir. Allah biliyor ki siz bunu ileride onlara anlatacaksınız. Birbirinize gizlice vaatte bulunmayın ama marufa uygun bir söz söyleyebilirsiniz. Bu kitapta belirlenmiş olan bekleme süresi sona erinceye kadar[*], aranızda evlilik bağı kurma kararı almayın. Bilin ki Allah içinizde olanı bilir. Öyleyse dikkatli davranın. Bilin ki Allah Gafûr'dur; çok bağışlar, Halîm'dir; pek yumuşak davranır.
Bekleme süresi, kocası ölmüş kadın için dört ay on gün, boşanmış kadınlardan adet görenler için üç temizlik müddeti, adetten kesilmiş olanlar için üç ay, hamileler için doğuma kadar geçen süredir.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 31
236.
Kendilerine dokunmadığınız[1*] kadınları, mehirlerini[2*] kesinleştirmeden boşamanızın size bir günahı yoktur. Onlara; imkânı olan gücü ölçüsünde, darlık içinde olan da gücü ölçüsünde, marufa uygun bir ödeme yapsın[3*]. Bu, güzel davrananlara yüklenmiş bir görevdir.
[1*] Kadının mehrin tamamını hak etmesi için cinsel ilişki şart değildir. İlişkiye imkan veren bir alanda kocasıyla baş başa kalmış olması yeterlidir (Nisa 4/20-21). Buna fıkıhta halvet-i sahiha denir.
[2*] Mehir, evlenen erkeğin eşine vermek zorunda olduğu maldır. Miktarını eşler, karşılıklı anlaşma ile belirlerler.
[3*] Bakara 237’de kesinleşmiş mehrin yarısının verilmesi emredildiğine göre, “marufa uygun” yararlandırma, erkeğin imkânları dikkate alınarak belirlenen emsal mehrin yarısı olur. Çünkü Allah, kimseye gücünün üstünde yük yüklemez (Bakara 2/233). Mezhepler emsal mehri kadının konumuna göre belirlerler. Onların bu görüşü ayetlere terstir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
237.
Kendilerine dokunmadan boşadığınız kadınların mehirlerini kesinleştirmişseniz, kesinleşen mehrin yarısını vermeniz gerekir. Ama kadınlar veya nikâh düğümü elinde olan koca[1*] hakkından vazgeçebilir. (Ey erkekler!) Sizin vazgeçmeniz,[2*] kendinizi koruma açısından daha uygundur. Aranızdaki farkı[3*] unutmayın. Şüphesiz Allah, yaptığınız her şeyi daima görür.
[1*] Erkeğin boşamasına talak denir. Talak sözlükte düğümü çözmektir. Bu yüzden nikâh düğümü erkeğin elindedir. Kadının da boşanma hakkı vardır. O bu hakkını, hakemlerin kararından sonra eşinden aldığı şeylerin tamamını veya bir kısmını vererek gerçekleştirebileceği için ona iftida denir (Bakara 2/229). Kadın bu iftida hakkını hakemlerin kararından sonra kullanabildiğinden, nikah düğümü onun elinde sayılmaz.
[2*] Mehrin yarısını alma hakkı bulunan erkeğin bu hakkından vazgeçip tamamını eşine bırakması.
[3*] Erkekler kadınları koruyup kollamakla görevli olduklarından bu davranış onlar için daha iyi olur (Nisa 4/34) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
238.
Namazları ve (özellikle) orta namazı[1*] koruyun ve gönülden boyun eğerek Allah'ın huzuruna durun.[2*]
[1*] Ahmed bin Hanbel, Nesai ve İbnu Cerir`in Zeyd bin Sabit (r.a.)`ten rivayet ettiklerine göre Resulullah (a.s.) öğle namazını öğle sıcağında kıldırırdı. Arkasında ise bir veya iki saftan fazla kimse olmazdı. İnsanlar ya kaylule uykularında veya ticaretlerinde olurlardı. Bunun üzerine Yüce Allah bu âyeti kerimeyi indirdi.
[2*] Ayeti kerimenin ikinci bölümü ile ilgili olarak da kutubi sitte sahipleri ve daha başkaları Zeyd bin Erkam (r.a.)`ın şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir: "Biz Resulullah (a.s.)`ın zamanında namazda konuşurduk. Bizden bir adam namazdayken yanındaki arkadaşıyla konuşurdu. Bunun üzerine: "Gönülden boyun eğmiş kimseler olarak Allah`ın huzurunda ibadete durun" hükmü indi. Böylece (namazda) sessiz durmakla emrolunduk ve konuşmaktan nehyolunduk." İbnu Cerir de Mücahid`den bunu destekleyen bir rivayet nakletmiştir. (Ahmet Varol Tefsiri)
239.
Fakat tehlikedeyseniz, yaya ya da binek üzerinde eda edin! Tekrar güvenliğe kavuştuğunuzda, Allah’ı, bilmezken size bildirdiği gibi anın![*]
Zımnen: Cana, mala ve insan onuruna yönelik bir tehdit söz konusuysa ve siz de bunlara halel gelme endişesi taşıyorsanız Allah’ın huzurunda durmanın fiili tezahürü olan “kıyam”ı terk edebilirsiniz. Aynı şey namazın şartlarından kıble ve sabah namazı dışındaki namazlarda vakit için de geçerlidir. Temel haklara yönelik bir tehdit, bir mü’min üzerinden namazın ancak formel şartlarından bir ya da birkaçını kaldırabilir. Allah-insan ilişkisinin zirvesi olan namaz o kadar önemlidir ki, sadece normal zamanlarda değil olağanüstü zamanlarda da bu ilişki türü mutlaka sürdürülmeli ve kul Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olduğunu göstermelidir. Bu sorumluluğu insan, kendisine yönelik doğrudan bir tehditten dolayı özel bir vakit ayırarak ayakta kıyama duramadığı için erteleyemez. Böylesi bir durumda, vaziyet neyi gerektiriyorsa ibadet öyle eda edilir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
240.
İçinizden vefat eden kocaların geride bıraktıkları eşleriyle ilgili olarak size yüklenen görev[1*], onları evlerinden çıkarmadan, bir yıla kadar geçimlerini sağlamaktır[2*]. Eğer onlar çıkarlarsa, kendileri hakkında yaptıkları marufa / Kur’an’daki hükümlere uygun şeylerden dolayı size bir günah olmaz. Azîz; daima üstün olan ve Hakîm; doğru kararlar veren Allah’tır.
[1*] Ayette geçen (وَصِيَّة = vasiyyet) kelimesi, birine yüklenen belli bir görev anlamındadır (Lisân). Bu görev Allah tarafından yüklendiği için ondan kaçış olamaz.
[2*] Bu ayetin giriş cümlesi ile Bakara 2/234’ün giriş cümlesi aynı olduğundan her ikisinde de kocanın ölümünden sonra ne yapılacağı anlatılmaktadır. Ölmüş bir kişi vasiyette bulunamayacağı için buradaki vasiyet Nisa 4/12. ayetin sonunda olan vasiyet gibi Allah’ın vasiyeti yani mirasçılara ve müminlere yüklediği görevdir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
241.
Kocaları tarafından boşanmış kadınların da marufa / Kur’an’daki hükümlere göre geçindirilme hakları[*] vardır. Bu, müttakilere / yanlışlardan sakınanlara yüklenmiş bir görevdir.
Boşanmış kadınların geçindirilme hakkı iddet süresinin sonunda biter. (Bakara 2/228, Talak 65/6) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
242.
Aklınızı işletmeniz ümidiyle Allah, ayetlerini size işte böyle açıklıyor.
BÖLÜM 32
243.
Ölüm korkusuyla yurtlarından çıkmış binlerce kişiyi gözünde canlandırmaz mısın? Allah onlara: “Ölün!” demiş sonra tekrar diriltmişti[*]. Allah insanlara çok lütufta bulunur ama çoğu insan görevini yerine getirmez.
Bu ayette muhtemelen Firavun’un zulmünden kaçarak Mısır’dan çıkan İsrailoğulları anlatılmaktadır. Bakara Suresi 56. ayette geçen “Ölmenizin ardından yine de sizi kaldırmıştık ki görevinizi yerine getiresiniz.” İfadesi de bunu desteklemektedir. Zira bu ölüp yeniden dirilme olayı Mısır’dan çıkış hadisesinin hemen akabinde gerçekleşmişti. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
244.
Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah, Semî'dir; her şeyi dinler, Alîm'dir; her şeyi bilir.
245.
Kim Allah’a güzel bir ödünç verirse[*], Allah ona kat kat fazlasını verir. Daraltan da Allah’tır, genişleten de. Zaten onun huzuruna çıkarılacaksınız.
(قرض) Arapçada “kesmek” anlamındadır. Ayette geçen “güzel bir ödünç”, kendi malından kesip vermek, infak etmek anlamındadır. Kimseden bir karşılık beklemeden Allah rızası için infak edenlere Allah kat-kat fazlasını verecektir (Bakara 2/261, Hadid 57/11, 18, Teğabun 64/17, Müzzemmil 73/20).
Allah’a ödünç verme ifadesi Tevrat’ta da geçer: “Yoksula cömert davranan Rab’be ödünç vermiştir; karşılığını da Rab ona ödeyecektir.” (Tevrat-Özdeyişler 19:17)
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
246.
Musa’dan sonra, İsrailoğullarının önde gelen adamlarını gözünde canlandırmaz mısın? Onlar nebilerine “Bize bir kral görevlendir de Allah yolunda savaşalım!” demişlerdi. “Ya savaş emredilir de savaşmazsanız?” dedi. “Kaybedecek neyimiz kaldı ki Allah yolunda savaşmayalım! Hem yurtlarımızdan çıkarılmışız hem çocuklarımızdan ayrı düşürülmüşüz” dediler. İstedikleri savaş üzerlerine farz kılınınca, pek azı dışında hepsi kaçıverdi. O zalimleri bilen Allah’tır.
247.
Nebileri onlara “Allah, size kral olarak Tâlût’u görevlendirdi” dedi[*]. “O bize nasıl kral olabilir? Krallık ondan çok bizim hakkımızdır. Ona fazla bir mal verilmiş de değil!” dediler. Nebi, “Onu başınıza Allah seçti. Ona, bilgi ve vücut bakımından üstünlük de verdi. Allah yetkiyi, tercih ettiğine verir” dedi. Allah Vâsi'dir; imkânları geniş olandır ve Alîm'dir; daima bilendir.
Tevrat’ta, burada sözü geçen nebinin Samuel, kral olarak atanan kişinin de Saul olduğu ifade edilir. (Bkz 1. Samuel 9:15-17 ve 1.Samuel 8-9 babları).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
248.
Nebileri onlara dedi ki: “Ona krallık verildiğinin belgesi, size Sandık’ın[*] gelmesidir. İçinde Rabbinizden / Sahibinizden sizi rahatlatacak bir şey, bir de Musa ve Harun ailelerinin bıraktığı hatıralar olacak ve onu melekler taşıyacaktır. Eğer inanıyorsanız bunda sizin için gerçek bir ayet / gösterge vardır.”
On emrin yazılı olduğu levhaların muhafaza edildiği Ahid Sandığı. Bu sandık Musa aleyhisselam tarafından bizzat Rabbimizin emriyle yapılmıştır: “Akasya ağacından bir sandık yapsınlar. Boyu iki buçuk, eni ve yüksekliği birer buçuk arşın olsun. İçini de dışını da saf altınla kapla. Çevresine altın pervaz yap. Dört altın halka döküp dört ayağına tak. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olacak. Akasya ağacından sırıklar yapıp altınla kapla. Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçir. Sırıklar sandığın halkalarında kalacak, çıkarılmayacak. Antlaşmanın taş levhalarını sana vereceğim. Onları sandığın içine koy.” (Tevrat, Mısır’dan Çıkış 25:10-16). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 33
249.
Tâlût askerleriyle birlikte ayrılınca dedi ki “Allah bir ırmakla sizi ağır imtihandan geçirecektir. Kim ondan içerse benden değildir, kim de yiyeceğine bile katmazsa[*] bendendir. Ama eliyle bir avuç alan alabilir.” Sonra pek azı dışında hepsi ondan içtiler. O ve beraberindeki müminler ırmağı geçince şöyle dediler: “Bugün Câlût’a ve askerlerine karşı koymayı göze alacak durumda değiliz.” Allah’ın huzuruna çıkacakları inancında olanlar ise şöyle dediler: “Nice küçük birlikler, Allah’ın izniyle, büyük birlikleri alt etmiştir. Allah sabredenlerin / dirençli olanların yanındadır.”
Su, ağızda çiğnenen bir şeye katılınca taam yani yiyeceğin bir parçası olur. (Müfredat) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
250.
Câlût ve ordusuyla karşılaştıklarında şöyle yakardılar: "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı yere sağlam bastır. Ve küfre sapanlara karşı bize yardım et."
251.
Sonra Allah’ın izniyle onları yenilgiye uğrattılar. Davut, Câlût’u öldürdü. Allah, ona krallık ve hikmet[*] verdi; gerekli gördüğü her şeyi öğretti. Allah insanların bir kısmıyla diğerlerini engellemezse, yeryüzünde düzen bozulur. Neyse ki Allah herkese lütufta bulunmaktadır.
Doğru karar alma kabiliyeti. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
252.
İşte bunlar sana gerçek (doğru) olarak okuduğumuz Allah’ın ayetleridir ve şüphesiz, sen de Allah’ın gönderdiği elçilerdensin.
253.
İşte elçiler! Onlardan kimini kimine üstün kıldık. Allah kimiyle konuştu, kimini birkaç basamak yükseltti. Meryem’in oğlu İsa’ya da açık belgeler verdi ve onu Kutsal Ruh ile destekledi. Allah, tercihi (insanlara bırakmayıp) kendi yapsaydı, sonrakiler o açık belgeler geldikten sonra birbirleriyle savaşamazlardı. Ama ayrılığa düştüler; kimi inanıp güvendi, kimi ayetleri görmezlikte direndi (kâfir oldu). Evet, tercihi Allah yapsaydı birbirleriyle savaşamazlardı ama Allah dilediğini yapar.[*]
Burada Allah’ın iradesi ile meşieti arasındaki fark gösterilmiştir. Allah’ın iradesi, bir şeyin olmasını istemesi, meşieti ise iradesinin arkasından “ol” emrini vermesidir (Yasin 36/82). “Ol” emrini vermemişse iradesi gerçekleşmeyebilir (Nisa 4/26-27). Allah insanları imtihan ettiği için onun imtihanla ilgili iradesi, kulun da aynı şeyi irade edip yapması ile meşiete dönüşür (Tekvîr 81/26-29). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 34
254.
Siz ey iman edenler! Kendisinde pazarlığın, dostluğun ve şefaatin olmayacağı gün gelmezden önce size rızık olarak bahşettiklerimizden harcayın![1*] Zira nankörler zalimlerin ta kendileridir.[2*]
[1*] Allah’a güzel bir borç vermeden söz eden 245. âyete bir atıf var gibidir. Allah uğruna harcanmış hayat, servet ve buna benzer tüm değerlerin karşılığı kat kat fazlasıyla pazarlığın, dostluğun ve şefaatin olmadığı hesap günü geri ödenecektir (17:14; 43:67; 80:34-36). Âyet şu hakikati dile getirir: Gerçek bir ahlâkî davranışın garantisi âhiret inancıdır.
[2*] Allah’a borç verecek kadar O’na güvenmeyenler hem “nankör” anlamında kâfir olurlar, hem de Allah’a itimat etmedikleri için imanlarını zayi ederek akidevi anlamda “kâfir” olurlar. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
255.
Allah, kendisinden başka ilah olmayandır. Hayy’dır O; daima diridir, Kayyûm’dur O; sürekli işinin başındadır; Onu ne uyuklama ne de uyku tutar! Göklerde ve yerde olan her şey onundur. Ondan izinsiz, onun katında kim birine şefaat edebilir[1*]? O, onların önlerinde olan[2*] ve arkalarında kalan ne varsa hepsini bilir. Ama onlardan hiçbiri, onun bilgisinden onun imkân verdiği kadarı dışında bir şey kavrayamaz. Hâkimiyeti, gökleri de kapsar yeri de. Bu ikisini korumak ona zor gelmez. Aliyy'dir O; yüceliği sınırsızdır; Azim'dir O; büyüklüğü sınırsızdır..
[1*] Allah’tan başkasının şefaat yetkisi olmadığı için (En’âm, 6/51; Secde 32/4; Zümer, 39/43-44) şefaati ancak onun yetki vereceği kişiler yapabilirler. Ahirette kimileri doğrudan cennete gideceklerdir. Bunlar, büyük günah işlemedikleri (Nisa 4/31, Necm 53/31-32) veya sevapları günahlarından fazla olduğu için (A’raf 7/8, Karia 101/6-7). cehennemin hışırtısını dahi duymayacaklardır (Enbiya 21/101-103). Bilerek şirk günahı işlemediği halde (Al-i İmran 3/105-106, Nisa 4/115-116) günahı sevabından fazla olanlar ise cehennemde cezalarını çektikten sonra (Karia 101/8-11) cennete gireceklerdir (Meryem 19/68-72). Cennet ile cehennem arasında bir sur olacaktır (Hadid 57/12-15). Surun yüksek yerleri A’raf’tır (Fahrettin er-Razi). Cennete gidenler oradan cehenneme bakabileceklerdir (Saffat 37/50-59). A’raf üzerinde, herkesi yüzlerinden tanıyan değerli şahsiyetler olacaktır (A’raf 7/46). Çünkü o gün kafirlerin yüzü kara, müminlerininki ak olur (Al-i İmran 3/106-107). Allah’ın şefaatten yararlanma hakkı verdikleri, yüzleri ak olanlardır (Meryem 19/87). Onlara kimin şefaat edeceğini de Allah belirleyecektir (Taha 20/109, Sebe’ 34/23). Bunlar, şefaatten sonra cennete girecekler (A’raf 7/46-49) ve oradaki yakınlarının yanlarına yerleştirileceklerdir (Tur 52/21).
[2*] “Önlerinde olan, o anda var olandır (Sebe 34/9, Yasin 36/9, Hadid 57/12).
[3*] Bu ayetler, bazı tasavvufi ve felsefi akımların vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud gibi görüşlerini reddetmektedir(Bakara 2/164, Al-i İmran 3/190, En’am 6/99, Yunus 10/6-101, Ra’d 13/2, Rum 30/8, Casiye 45/12-13, Nuh 71/15-17).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
256.
Dinde zorlama yoktur.[1*] Artık, doğru olan yanlış olandan kesin olarak ayrılmıştır. Kim tâğûtu[2*] reddedip, Allah'a inanırsa, kuşkusuz ki kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur. Allah Semî'dir; her şeyi dinler ve Alîm'dir; her şeyi bilir.
[1*] Dini kabul etmede zorlamanın olmadığını bildiren bu ayete rağmen savaş zoruyla insanlara dinin dayatılması düşünülemez. Dinden dönenler hakkında ölüm fermanı verilmesi kabul edilemez. Hak ile batıl birbirinden ayrılmışsa ki öyle olmuştur; özgür iradeleri ellerinde bulunan insanların ne yapacağına başkalarının karar vermesi doğru olmaz. Baskının ve zorlamanın olduğu yerde de özgür iradeden söz edilemez. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
***
[2*] Allah'a isyan etmek anlamına gelen “tağa” kökünden türemiştir. Azgın, sapkın, kötülük önderi, zorba, şeytan, put, kâhin; Allah'ın buyruklarına itibar etmeyen kişi ve kurum anlamına gelen tağut aynı zamanda insanlara kaba kuvvetle hükmeden kişi veya kurum demektir. (Erhan Aktaş Tefsiri)
257.
Allah, iman edenlerin velisidir.[*] Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri ise tâğûtlardır; onları aydınlıktan çıkarıp karanlıklara sokar. İşte onlar ateş ehlidir ve orada sürekli kalacaklardır.
Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)
BÖLÜM 35
258.
Allah kendisine iktidar verdi diye şımararak İbrahim ile Rabbi hakkında tartışmaya girişen adamı görmedin mi? İbrahim "Benim Rabbim, diriltebilen ve öldürebilendir" deyince adam "Ben de diriltebilir ve öldürebilirim" dedi. Bunun üzerine İbrahim "Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de onu batıdan getir, bakalım" deyince o kâfir adam şaşırıp kaldı, söyleyecek söz bulamadı. Allah zalimleri hidayete erdirmez.[*]
Hükümdar (Nemrut): “Ben de hayat verir ve öldürürüm.” diyor ve bunu ispatlamak için öldürülmesi gereken idama mahkûm bir kimseyi belli bir müddet azap ettikten sonra bağışlıyor, bir suçsuzu da öldürtüyordu. Böylece, kendisinin güya yaşatmaya ve öldürmeye muktedir olduğunu göstermeye çalışıyordu.
Ayette zikredilen hükümdarın “Nemrutlardan herhangi birisi olduğu söylenmektedir. Nasıl ki, Eski Mısır hükümdarlarına “Firavun” deniyorduysa, Keldani kavmi hükümdarlarına da “Nemrut” denirdi. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
259.
Yahut şu kimse gibisini (görmedin mi) ki, duvarları, çatıları üstüne yığılmış (alt üst olmuş) ıssız bir kasabaya uğramıştı; "Allah, bunu böyle öldükten sonra nasıl diriltecek?" demişti. Allah da kendisini yüz sene öldürüp sonra diriltti. "Ne kadar kaldın?" dedi. "Bir gün, ya da bir günün birazı kadar kaldım" dedi. (Allah) "Hayır, dedi, yüz yıl kaldın. Yiyecek ve içeceğine bak, bozulmamış. Eşeğine bak, seni insanlar için bir ibret kılalım diye (böyle yaptık). Kemiklere bak, nasıl onları birbiri üstüne koyuyor, sonra onlara et giydiriyoruz!" Bu işler ona açıkça belli olunca: "Allah'ın her şeye kadir olduğunu biliyorum" dedi.[*]
Bu âyette öldükten sonra dirilme olayına tanık olan kişinin adı belirtilmemiştir. Âyetin içeriğinden, bu zâtın mü'min bir kişi olduğunu anlıyoruz. Müfessirlerden çoğuna göre bu zat, İsrâîl peygamberlerinden biridir. Uzeyr, Hilkiya oğlu Yeremya veya Hızır olduğu hakkında görüşler vardır. Abdullah ibn Abbâs, 243. âyetin tefsîrinde, bu âyette anlatılana benzer bir olay anlatır: "İsrâîl peygamberlerinden Hezekiel, ölmüş olan bir kent halkının yanından geçti, bunları diriltmesini Allah'tan diledi. Kemikler bir araya toplandı, toplanan kemiklere et giydirildi" der. Kitabı Mukaddes'in Hezekiel: 37/1-14. âyetlerinde bu olay anlatılır. Orada bu zât, Hezekiel'dir. Önemli olan, bu zâtın, ya da gördüğü yıkık kentin adı değildir. Kur'ân, 258 ve 259. âyetlerinde iki şahsı karakterize etmektedir. Birincisi Allah'a inanmayıp, kendisini tanrılaştıran, gördüğü delîller karşısında şaşırıp kaldığı halde kibir ve inâdı yüzünden inkârında direnen kâfir; ikincisi de virâne bir ülkeyi görüp bunun dirileceği hakkında umutsuzluğa düşen, fakat Allah'ın diriltici gücünü görünce bütün içtenliğiyle O'na yönelen mü'min bir insan karakteridir. Ayrıntıya dalmak, Kur'ân'ın amacına aykırıdır. (Süleyman Ateş Tefsiri)
260.
İbrahim de bir zaman: "Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!" demişti. (Allah); "İnanmadın mı?" dedi, (İbrahim): "Hayır (inandım), fakat kalbim kuvvet bulsun diye (görmek istiyorum) dedi. "O halde kuşlardan dördünü tut, onları kendine çek (kendine alıştır), sonra her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra onları kendine çağır; koşarak sana gelecekler. Bil ki Allah Azîz'dir; daima üstündür, Hakîm'dir kararları doğrudur" dedi.[*]
Taberî'nin belirttiğine göre İbrâhîm Aleyhisselâm, yolda yürürken hayvanlar ve kuşlarca parçalanmış bir hayvan ölüsü görüp düşünceye dalmış: "Biliyorum, bütün canlıları dirilteceksin, ama bu işi nasıl yapacağını bana göster!" diye Allah'a yalvarmış. Allah'ın emri uyarınca dört kuş, - rivâyete göre tâvûs, güvercin, karga ve horoz- almış, bunları inceledikten sonra kesmiş, her parçasını bir dağın başına koymuş, sonra bunları kendisine çağırmıştır. Dağılan parçaları bir araya toplayan Allah'ın kudretiyle can bulan hayvanlar, koşarak Hz. İbrâhîm'e gelmişlerdir. 'ïÑòçïæñî kelimesinin asıl anlamı "alıştır" demektir. Temel anlamına göre İbrâhîm'e, dört kuş alıp bunları kendisine alıştırdıktan sonra, her kuşu bir dağa koyması, sonra bunları çağırması emredilmiştir. Sâhibine alışan kuşlar, hemen onun sesine koşarlar. İşte ruhlar da Allah'ın çağırması üzerine tıpkı sâhibinin sesine koşan kuşlar gibi, bedenlerine koşar, hayât verirler. (Süleyman Ateş Tefsiri)
BÖLÜM 36
261.
Mallarını Allah yolunda infak edenlerin / harcayanların durumu, yedi başak bitiren bir tohumun durumu gibidir. Her başağında yüz tohum oluşur. Gerekeni yapana Allah, bunun kat kat fazlasını verir. Allah Vâsi'dir; imkânları geniş olandır, Alîm'dir, her şeyi en iyi biçimde bilir.
262.
Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden (bunları) başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin, Rab’leri katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.
263.
Güzel, yapıcı bir söz, bir bağışlama, ardından bir eziyet gelen sadakadan daha üstündür. Allah Ganî'dir, cömertliğine sınır yoktur; Halîm'dir, hoşgörüsüne sınır yoktur.
264.
Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde, insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu; üzerinde biraz toprak bulunan ve maruz kaldığı şiddetli yağmurun, kendisini çıplak bıraktığı bir kayanın durumu gibidir. Onlar kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.[*]
Birinci manzarada biz, katı bir kalp karşısında duruyoruz.
Bu kalp imanın yüceliğini hissetmemekte ancak bu katılığını riya örtüsüyle kapatmaktadır. Riya ile kaplı bu kaskatı
kalbi, "...toprakla örtülü bir kaya..." temsil ediyor. Nasıl ki riya, imandan yoksun kalbi örter, onun gibi hafif bir
toprağın, katılığını gözlerden sakladığı bitkiden ve yumuşaklıktan yoksun bir taş.. "...Sağanak halinde bir yağmura
tutulunca çırılçıplak kalır..." Şiddetli bir yağmur o hafif toprak örtüsünü giderince, hiçbir bitki yetiştirmeyen ve hiçbir
meyve vermeyen kayanın katılığı ve kasaveti ortaya çıkar. Tıpkı malını insanlara gösteriş yapmak için infak edenin
hiçbir iyilik, hiçbir sevap elde edememesi gibi... (Seyyid Kutub Tefsiri)
265.
Mallarını Allah'ın rızasını kazanmak ve kalben tatmin olmak için hayır yolunda harcayanların durumu, yüksek bir yerdeki bir bahçe gibidir: Bir yağmur yağar, bu sayede ürün iki misli artar; yağmur olmadığı zaman da oraya çise düşer de yine ürün verir. Allah yaptığınız her şeyi görür.[*]
Buna karşılık sahnede yer alan ikinci manzarada ise; iman ile onarılmış, sevgiyle yücelmiş, malını "Allah rızası için"
ve hayırda sabitleşip, imandan kaynaklanan ve vicdanın derinliklerinde yer eden güven duygusuyla infak eden bir
kalp yer almaktadır. Riya ile örtülü katı kalbi, üzerinde topraktan bir örtü bulunan kaya temsil edince, mümin kalbi
de bir bahçe temsil etmektedir. Bu bahçenin toprağı, üzerinde bir avuç toprak bulunan kayaya karşılık münbit ve
derincedir. Manzaradaki şekillerin uygunluk oluşturması için bir tepenin üzerindeki bahçeye karşılık, üzerinde bir
avuç toprak bulunan kaya yer almaktadır. Şiddetli bir yağmur yağdığı zaman oradaki hafif toprak örtüsünü giderdiği
gibi buradaki verimli toprağı gideremez. Üstelik bu, toprağı canlandırır, verimini artırır ve yeşertir.
...Bol yağmur alarak ürünlerini iki kat olarak verir..."
Sadakanın, mümin kalbi temizleyip Allah ile olan bağlarım güçlendirdiği, malını temizlediği ve yüce Allah'ın da onun
malını dilediği şekilde arttırdığı, ayrıca, müslüman cemaatin hayatının da infak ile arınıp, düzeldiği ve geliştiği gibi
yağmur da bu toprağı canlandırır.
"...Bol yağmur almasa da..." Çok şiddetli olmasa da verimli bir toprak için hafif bir "..Çisinti..." hatta daha da azı
yeterlidir.
Bu manzaralar karşılıklı, bölümleri uyumlu, uyum ve tavır mucizesi denecek bir yöntemle sunulan, kalbin
derinliklerinde somutlaşan tablolarda temsil edilen, sezgiler ve duyguları karşıt durum ve duyumlarla birlikte tasvir
eden ve şaşırtıcı bir kolaylıkla yolunu seçmesini kalbe ilham ettiren mükemmel bir sahnedir. Sahne bir yönüyle
gözlere ve görmeye hitap ettiğinden ayrı zamanda görüntülerin arka-planındaki yüce Allah'ın görüş ve bilgisine
döndürüyor işleri... Bu yüzden şimdiki ayetin sonuç cümlesi kalpleri okşar bir üslupta geliyor:
"...Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir." (Seyyid Kutub Tefsiri)
266.
Sizden biri, zemininden ırmaklar çağlayan, içerisinde her tür meyve yetişen asma ve hurma bahçesine sahip olsun, bu hâlde bakıma muhtaç çocuklarıyla yaşlılık yakasına yapışsın ve ardından samyeli vurup[1*] da onu yakıp kavursun ister mi? Allah, belki düşünürsünüz diye mesajları size işte böyle açıklıyor.[2*]
[1*] Lafzen: “yakıp kavurucu şiddetli rüzgâr”. İbare Türkçe’de tek kelimeyle karşılanır: “samyeli”.
[2*] İnsanın başkaları için yaptığı karşılıksız yardımın ödülü, içerisinde her tür meyvenin yetiştiği bir bahçeye benzetiliyor. Gösteriş için iyilik yapmak, yapılan iyiliği başa kakmak ve gönül incitmek de “samyeli”ne benzetiliyor. Âhiret hayatı da, insan ömrünün hasılatını derleme dönemi olan ihtiyarlığa benzetiliyor. İnsan, sonunda cennet getirecek bir iyiliği, kötü niyet ve ahlâkî olmayan tavırla tamamen boşa çıkarıp, kendi elleriyle mahvedebiliyor. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 37
267.
Ey iman sahipleri! Kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkarmış olduklarımızın temiz ve güzellerinden infak edin. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmadığınız pis / bayağı şeyleri vermeye kalkmayın. Bilin ki Allah Ganî'dir, cömertliğine sınır yoktur; Hamîd'dir, bütün övgülerin sahibidir / övgüye layık olanları gereğince över.
268.
Şeytan sizi fakirlikle korkutur, sizi görünür görünmez çirkinliklere sürükler, Allah ise size kendisinden bir bağışlanma ve lütuf vaat eder. Allah, Vâsi'di; varlığı sürekli genişletip büyütür, Alîm'dir; her şeyi bilir.
269.
Allah, hikmeti gerekeni yapana verir[1*]. Kime hikmet verilirse, ona çok hayırlı bir şey verilmiş olur. Bu bilgiye (hikmete) aklıselim sahibi olanlardan[2*] başkası ulaşamaz.
[1*] Hikmet, Allah’ın indirdiği ve yarattığı ayetlerden doğru bilgiye ulaşma yöntemi ve ulaşılan doğru bilgidir. Allah’ın indirdiği ayetlerdeki doğru bilgiye ulaşma yöntemi, o ayetlerin içindedir. Yaratılan ayetlerde yani tabiatta olan doğru bilgiye ulaşma yöntemi de onların üzerinde yapılacak dikkatli ve sabırlı bir çalışma ile ortaya çıkar. Her iki yöntemle doğru bilgiye ulaşmanın tek şartı, gereken gayreti göstermektir.
[2*] “Aklıselim sahibi olanlar” anlamı verdiğimiz “ulü’l-elbâb” Bunların özelliklerini şu ayetten öğreniyoruz: “Sözü dinleyip en güzeline uyanlardır.” (Zümer 39/18). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
270.
Allah (başkaları için) yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı bilir. (Fakir ve muhtaçları görmezlikten gelen, paylaşmayı bilmeyen, verse de verdiğini başa kakan, adaklarını yerine getirmeyen) zalimlerin yardımcıları yoktur.
271.
Eğer yardımları açıktan yaparsanız, o da hoş. Yok eğer onu ihtiyaç sahiplerine gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmına keffaret olur.[1*] Zira Allah yaptıklarınızın tümünden haberdardır.[2*]
[1*] Zımnen: Vermek yetmez, en güzel için veren güzel bir biçimde vermeli. Açılımı: Siz yoksullara yardım ederek onların onurunu korur, onların onurunu koruyarak onlara yardım ederseniz, Allah da mahşer günü, bütün insanlığın gözleri önünde sizin onurunuzu koruyarak size yardım eder.
[2*] Birine yaptığınız yardım onun saygınlığını ihlal ediyor, kişiliğini eziyor, şahsiyetini zedeliyor ve izzetini yaralıyorsa, bu yardım dışarıdan bakınca bir iyilik gibi görünse de, hakikatte telafisi oldukça güç bir kötülüktür. Çünkü hiç bir maddî bağış, ezilen kişiliğin, zedelenen şahsiyetin ve yaralanan onurun karşılığı olamaz. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
272.
Yardım ettiğin kişileri doğru yola getirmek senin görevin değildir[*] ama Allah, gerekeni yapanı doğru yola getirir. Hayra yapacağınız her harcamanın faydası kendinizedir. Harcamayı, sırf Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yapmalısınız. Hayra yapacağınız her harcamanın karşılığı size tam olarak verilir ve haksızlık görmezsiniz.
Yardım ettiğimiz kişinin doğru yolda olup olmaması yani dini kimliği önemli değildir. Muhtaç olan herkese yardım etmek gerekir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
273.
Kendilerini Allah yolunda vakfettikleri için (ticaret amacıyla) yeryüzünde dolaşamayanlara yardım yapın! İstemekten çekindikleri için, durumlarını bilmeyenler onları zengin zanneder. Onları kimi özelliklerinden tanırsın: (Mesela) insanlardan arsızca istemezler: Her ne iyilik yaparsanız yapın, doğrusu Allah onu kesinlikle bilir.[*]
Bu duygulandırıcı vasıflar, kendileri dışında, düşmanlardan hiç kimsenin yaklaşmaması için Resulullah'ın evlerini
korumak amacıyla Mescid-i Nebevi'de kalan, bu arada Allah yolunda cihad etmeye kendilerini adayan ve ticaret ve
kazanç için imkan bulamayan, buna rağmen insanlardan hiçbir şey istemeyen, ihtiyaçlarını açıklamaya onurları
elvermeyecek kadar güzel davranan, bu yüzden durumlarını bilmeyenlerin varlıklı sandığı ve gerçek durumlarını da
feraset sahiplerinden başka kimsenin bilmediği Ehl-i Suffa gibi, mallarını ve ailelerini Mekke'de bırakıp, Medine'de
oturarak kendilerini Allah yolunda cihad etmeye ve O'nun Resulünü korumaya adayan muhacirlerden bir topluluğun
durumunu yansıtmaktadır.
Ancak ayetin kapsamı geneldir, onların dışında her çağda aynı durumda olabilecek herkese şamildir. Şartların
kendilerini engellediği, çalışmaktan alıkoyduğu, onurlarının yardım istemelerine engel olduğu, buna rağmen
ihtiyaçlarını açıklamaktan kaçınmaları yüzünden durumlarını bilmeyenlerin, tok gözlülüklerinden dolayı zengin
sandığı, ancak, derin duygu ve açık basiret sahiplerinin bu rahat görüntünün ardındaki gerçek durumu kavradığı ve
onlar utançlarından her ne kadar gizleseler de ruhsal durumları yüzlerinden okunan saygıdeğer fakirlerin durumuna
uygun düşmektedir.
Bu, şu kısacık ayetin o saygın örnek için çizdiği derin duygular uyandıran ve başarıyla çizilmiş adeta canlı bir
tablodur. Her bir kelime neredeyse bir fırçanın dokunması gibi, çizgileri ve imgeleri çizmekte, duygu ve infialleri
somutlaştırmaktadır. İnsan, daha okuması tamamlanmamışken, bu yüzleri ve kişilikleri görür gibi oluyor. Kur'an'ın
insan tiplerini çizerken uyguladığı gibi bu yöntem, adeta canlı ve hareketliymiş gibi sunmaktadır manzaraları... (Seyyid Kutub Tefsiri)
BÖLÜM 38
274.
Mallarını; gece ve gündüz, gizli ve açık infak edenler var ya, işte onlar için Rableri katında kendilerine özgü ödüller vardır. Korku yoktur onlar için; tasalanmayacaklardır onlar.
275.
Faiz yiyenlerin duruşu, şeytanın kandırıp aklını çeldiği[1*] kimselerin duruşundan farklı değildir. Bu onların: “Alım-satım, tıpkı faizli işlem[2*] gibidir” demeleri sebebiyledir. Halbuki Allah, alım-satımı helâl, faizli işlemi haram kılmıştır. Kime Rabbinden / Sahibinden bir öğüt ulaşır da faizi bırakırsa, önceden aldıkları kendine kalır[3*]. Onun işi Allah’a aittir. Kim de devam ederse, onlar o ateşin ahalisidir, orada ölümsüz olarak kalacaklardır.
[1*] Ayetteki (tehabbut = تخبط) “takılıp aklını çelme ve aklını bozma” anlamına da gelir. (Lisân, Tâc’ul-arûs) Şeytanın yaptığı, insanın yanlış işlerini güzel göstermektir (En’am 6/43, Enfal 8/48). “Yanlışlardan sakınanlar, Şeytanın bir vesvesesini fark edince doğru bilgileri (ayetleri) hatırlar ve hemen gerçeği görürler” (A’raf 7/201).
[2*] Faizli işlem” anlamı verdiğimiz kelime (er-riba = الربوا)’dır. Mastar olarak ‘artma ve çoğalma’; isim olarak ‘artan’ yani ‘faiz’ veya ‘artmaya sebep olan eylem’ yani ‘faizli işlem’ anlamındadır. Burada riba, kâr ile değil, alım satım ile karşılaştırıldığı için ona ‘faizli işlem’ dışında bir anlam verilemez.
[3*] O ana kadar aldıkları kendine kalır ama tahsil etmediği faiz alacaklarını alamaz (Bakara 2/278). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
276.
Allah, faiz gelirinin bereketini giderir[1*], sadakaları ise bereketlendirir[2*]. Allah, gerçekleri görmezlikte direnip duran, günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.
[1*] “Bereketini giderir” anlamı verilen kelimenin kökü olan (mahk = مَحْق), bir şeyin hayrının, bereketinin gitmesi ve azalması anlamındadır. Gökteki hilalin, kamerî ayın sonunda kaybolup görünmez hale gelmesine de (mehak =محاق) denir (el- Ayn). Çünkü dolunay, günden güne küçülür ve tamamen kaybolur.
[2*] Faiz, ekonomiyi daraltır, zekât geliştirir.(Rum 30/39). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
277.
İman edip barışa / hayra yönelik değerler üreten, namazı / duayı yerine getiren, zekâtı verenler için Rableri katında kendilerine özgü ödülleri vardır. Korku yoktur onlar için. Tasalanmayacaklardır onlar...
278.
Ey inanıp güvenenler! Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının! Ona gerçekten güveniyorsanız, kalan faiz alacaklarınızdan vazgeçin!
279.
Eğer vazgeçmezseniz, Allah ve resulü[1*] tarafından açılmış bir savaşın içinde olduğunuzu bilin. Tövbe ederseniz / dönüş yaparsanız ana mallarınız sizindir;[2*] ne haksızlık eder ne de haksızlığa uğrarsınız.
[1*] Resul sözcüğüne verilen anlam için bkz. Bakara 2/143. ayetin dipnotu.
[2*] Ana malın yani borç olarak verilen şeyin üstündeki her fazlalık faizdir; ancak kağıt para sisteminde paranın satın alma gücü esas alınır. Ayetin devamındaki “haksızlık etmemek” ve “haksızlığa uğramamak” ifadelerine bakıldığında, satın alma gücündeki değişikliğin dikkate alınması, yani borcu öderken enflasyon farkına dikkat edilmesi gereği ortaya çıkar. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
280.
Borçlu darlık içindeyse rahata çıkıncaya kadar beklemek gerekir. Alacağınızı sadakaya / zekâta[*] saymanız, sizin için daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz!
Borçlular, sadaka yani zekat verilen sekiz sınıfın içinde olduğu için (Tevbe 9/60) bu ayet, zor durumda olan borçlunun borcunun sadakaya yani zekata sayılabileceğini gösterir.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
281.
Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hepiniz Allah’a döndürüleceksiniz; sonra herkesin kazandığı kendisine tam olarak ödenecek ve onlara haksızlık edilmeyecektir.
BÖLÜM 39
282.
Siz ey iman edenler! Birbirinizle vâdeli borçlanmaya girdiğiniz zaman, bunu belgeleyin.[1*] Onu, aranızdan âdil bir yazıcı kaydetsin![2*] Ve hiçbir yazıcı Allah’ın öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın! Borçlu olan taraf borcunu kaydettirsin, Rabbi olan Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olsun ve borcundan hiçbir şey eksiltmesin! Ve eğer borçlu aklî ve bedenî bakımdan yetersizse ya da kendisi kaydettirecek durumda değilse, o zaman onun velisi borcunu âdil bir şekilde kaydettirsin! Ve erkeklerinizden iki kişinin şahitliğine başvurun! Eğer iki erkek bulunmazsa, bu durumda doğruluğundan emin olduğunuz kimselerden bir erkekle iki kadını şahit tutun ki, kadınlardan biri şaşırır, unutur, yanılırsa diğeri ona hatırlatabilsin![3*] Ve şahitler de çağrıldıklarında kaçınmasınlar! Küçük büyük olduğuna bakmaksızın, vâdesiyle birlikte yazmaya üşenmeyin: Bu Allah katında daha âdil, isbatlama açısından daha güvenilir ve kuşkuya kapılmamanız açısından daha uygun olandır. Fakat eğer ticarî işleminiz aranızda karşılıklı peşin muameleye dayanıyorsa, onu belgelememenizde size herhangi bir vebal yoktur. Birbirinizle alışveriş yapacağınız zaman şahit bulundurun; ancak yazan da şahit de bir zarara uğramasın! Zira eğer zarar verirseniz, bu yoldan çıkışınıza delil olacaktır. Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun; zira Allah sizi eğitiyor: zaten her şeyi bilen de sadece Allah’tır.
[1*] Bu âyetle emredilen vâdeli borçlanmaların kayda geçirilmesi, duruma bağlı olarak kimi zaman farz, kimi zaman da nafile hükmündedir. Emrin gerekçesi âyette açıkça zikredilmiştir: “Bu Allah katında daha âdil, isbatlama açısından daha güvenilir ve kuşkuya kapılmamanız açısından da daha uygun olandır.” Bir Çin atasözünde şöyle denir: En soluk mürekkep, en iyi hafızadan daha kesindir. Gerekçe adâlet ve güvenin sağlanması, kuşkunun giderilmesidir. Bu gerekçe başka bir şeyle gerçekleşiyorsa, yazmak kişinin kendi tercihine kalmıştır. Yok eğer yazılmadığı zaman adâlet sağlanamayacak, güven zedelenecek ve karşılıklı kuşku oluşacaksa, bu durumda yazmak farz olur. Çünkü illet hükümde yer almıştır ve hiç bir tevile yer bırakmayacak kadar açıktır. Kur’an’ın en uzun âyeti olan bu âyette vadeli borçları yazmakla ilgili tam dört kez emir fiil geçer: “yazın”, “yazsın”, “yazsın”, “imla ettirsin”, “imla ettirsin”. Mezhep imamları da dahil İslam fakihlerinin kahir ekseriyeti bu âyetteki emirlerin vacip değil mendub olduğu görüşündedirler. Kur’an’ın emirlerinin hangilerinin neye göre vaciplik hangilerinin neye göre mendupluk bildirdiğiyle ilgili ikna edici metodik bir gerekçe sunamamış olmaları, gerçekten üzerinde durup düşünmeye değer bir husustur.
[2*] Nüzûl ortamında okuma-yazma bilenlerin sayısının oldukça sınırlı olduğu göz önüne alındığında, bu ifadenin ne demeye geldiği daha iyi anlaşılır (Ferrâ).
[3*] Bu ibare öyle sanıldığı gibi iki kadını bir erkeğe denk saymak değildir. Âyet haksızlığı önleyip adâleti sağlama konusundaki titizlikle alâkalıdır. Bu, kadının ticaret ve ticarî anlaşmalar konusundaki bilgisizliğinden kaynaklanabilecek muhtemel hataları önleyici bir tedbirdir. Zaten tadılle, “unutma, yanılma, şaşırma, haktan sapma” anlamlarının tümüne birden gelir. Sözgelimi iki kadından biri unutmuşsa, doğal olarak şahit ikiden teke düşecek, sonuçta şahitlik yapan iki kadın değil tek kadın olacaktır. Kur’an bire iki oranını şahitlikte nisap olarak belirlemez. Zira Nisâ 15 ve Nûr 4-8’de zina dâvâsında cinsiyete bakılmaksızın dört şahit istenir. Talak 2’de boşanma için iki şahit istenir. Hatta âdil yargılamayı sağlamak için bazı durumlarda erkeğin değil, sadece kadının şahitliği kabul edilir. Bunların hiç birinde de cinsiyet belirtilmez. Burada da maksat şahitlik yapacak kimsenin cinsiyeti değil, hatta şahitlik bile değil, vâdeli borçlanmalarda mağduriyeti önlemektir. Borç vermeyi aşırı teşvik eden vahyin verilen borçların tahsili konusunu ihmal etmesi düşünülemezdi. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
283.
Eğer seyahatteyseniz ve yazan birini de bulamamışsanız, bu durumda alınan bir rehin de yeterlidir. Birbirinize güveniyorsanız, kendisine güvenilen kimse, bu güvenin gereğini yerine getirsin ve Rabbi olan Allah’tan korksun:[1*] Artık şahit olduğunuz şeyi gizlemeyin; her kim onu gizlerse, işte onun kalbi günahkâr olur:[2*] zira Allah yaptıklarınızı çok iyi bilir.
[1*] Bir önceki âyetin devamı niteliğindedir ve güven ortamının oluşması hâlinde bu yükümlülüğün kalkacağını, yani bu emrin güveni tesis amacı taşıdığını ifade eder.
[2*] Müthiş bir ifade: Kalbin günahkâr olması, beden ülkesinin başkenti olan kalpte şeytanın iktidarını ilan etmesidir. Zımnen: Merkez bozulursa tohum çürür, insanın özü kurur. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 40
284.
Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. İçinizde olanı[*] açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi ondan hesaba çeker. Affın gereğini yapanı affeder, azabın gereğini yapana da azap eder. Allah her şeye ölçü koyar.
İnsan, içinden geçenden değil, içine yerleştirdiği iman, kâfirlik, şirk, münafıklık, niyet ve haset gibi şeylerden sorumludur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
285.
Bu elçi, Rabbinden / Sahibinden kendisine indirilen her şeye inanıp güvenmiştir, müminler de öyle! Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine inanıp güvenir. “Onun elçileri arasında ayırım yapmayız” derler. Şunu da derler: “Dinledik ve gönülden boyun eğdik! Bağışla bizi ey Rabbimiz! Dönüp varılacak yer, senin huzurundur.”
286.
Allah hiç kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemez. Kişinin kimi kazancı lehine, kimi kazancı da aleyhinedir. (Siz şöyle deyin:) “Rabbimiz / Sahibimiz! Eğer unutur veya hata edersek, bizi sorumlu tutma! Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin ısrı / ağır yükü[*] bize yükleme! Rabbimiz! Zorlanacağımız yükü bize yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize ikramda bulun! Bizim mevlâmız / en yakınımız sensin. Kâfirlere karşı bize yardım et!”
Üstlenilen ağır bir görev anlamındaki ‘ısr’ (Lisan’ul-arab), gelecek yeni resule /kitaba inanma görevidir. (Al-i İmrân 3/81) Kur’an’ın inmesi ile birlikte ısr yükü kalkmıştır (A’raf 7/157). O yükün artık bulunmadığı, buradaki dua cümlesi ile müminlerin zihinlerinde canlı tutulmaktadır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)