Cennet ile cehennem arasında bir engel bulunur. Araf üzerinde (cennetteki yüksek yerlerde) değerli şahsiyetler olur. Onlar herkesi yüzlerinden tanırlar. Cennet ahalisinden olup henüz oraya girmemiş ama girmeyi bekleyenlere şöyle seslenirler: “Siz esenlik ve güvenlikte olacaksınız!” (Cehennemde cezasını çeken müminlerin) Gözleri cehennem ahalisine çevrilince şöyle derler: “Rabbimiz! Bizi yanlışlar içinde olan bu toplumun yanında bırakma.” Araf ahalisi, (Cennet ile cehennem arasındaki yüksek tepelerden) yüzlerinden tanıdıkları bazı kimselere de şöyle seslenirler: “Gördünüz mü? Ne çevrenizdekilerin size bir yararı oldu ne de büyüklenmenizin. (Cennete girecek olanları göstererek müebbetliklere şöyle derler:) Sizin “Allah iyilikte bulunmaz” diye yemin ettikleriniz bunlar mıydı? (Cezasını çeken cennetliklere şöyle denecektir:) “Siz cennete girin. Artık üzerinizde ne bir korku kalacak ne de üzüleceksiniz.” Ateş halkı, cennet halkına seslenir: "Şu sudan yahut Allah’ın sizi rızıklandırdığından biraz da bize akıtın!" Şu cevabı verirler: "Allah, o ikisini de küfre sapanlara haram kılmıştır."
Onlar dinlerini oyun ve eğlence edinmişler ve dünya hayatı da kendilerini aldatmıştı. İşte onlar bu günlerine kavuşacaklarını nasıl unuttular ve âyetlerimizi nasıl inkâr edip durdularsa, biz de onları bugün öyle unuturuz (Araf 46-51)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Elif, Lâm, Mîm, Sâd.
2.
Bu Kur’an, kendisi ile insanları uyarasın
ve müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır.
O halde bu görevi yaparken sakın ruhun sıkılmasın.
3.
Rabbinizden / Sahibinizden size indirilene uyun;
Allah ile aranıza koyduğunuz velilere[*] uymayın.
Doğru bilgileri ne kadar az kullanıyorsunuz!
Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)
4.
Biz nice şehirler helâk etmişiz ki azâbımız gelip çattığı zaman ya geceydi;
halk, uykuya dalmıştı, yahut da gündüzdü, öğle uykusundaydı, dinlenmedeydi.
5.
Azap onların üzerine çöktüğünde, söyleyebildikleri tek söz
"Eyvah biz kendimize yazık etmişiz" olmuştur.
6.
Yemin olsun, kendilerine elçi gönderilenleri muhakkak hesaba çekeceğiz;
gönderilen elçileri de mutlaka hesaba çekeceğiz.
7.
Onlara olup bitenleri bilgimize dayanarak kesinlikle bir bir anlatacağız.
Zira onlar hiçbir zaman bilgi alanımız dışında kalmamışlardı.
8.
O gün tartı olacak, gerçektir bu.
Kimlerin iyi amelleri, terazide ağır gelirse onlardır kurtulanlar, muratlarına erenler.
9.
Kimin tartıları hafif gelirse onlar da ayetlerimize karşı haksızlık etmelerinden dolayı
kendilerini zarara sokanlardır.
10.
(Ey insanlar!) Doğrusu sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada geçiminizi sağlayacak bir ortam hazırladık: (Bu gerçeğe rağmen) şükredenleriniz ne kadar azdır?
BÖLÜM 2
11.
Andolsun sizi yarattık, sonra size biçim verdik ve sonra da meleklere, “Âdem`e secde edin” dedik. İblîs`in dışındakiler secde ettiler; o secde edenlerden olmadı.
12.
Allah İblis’e "Secde etmeni emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan ne oldu?" dedi. O da "Ben ondan üstünüm, beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın" dedi.
13.
"Çabuk in oradan!" buyurdu Allah, "Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!"
14.
(İblis) dedi ki: "Yeniden diriliş gününe kadar bana süre tanı!"
15.
Buyurdu: "Süre verilenlerdensin."[*]
Ayetten anlaşılacağı üzere melekler (cinler) ölümlü varlıklardır. Öyle olmasaydı İblis, ömrünün uzatılmasını istemezdi. Bunların bazılarına ve İblis’e belli bir güne kadar süre tanınmıştır (Hicr 15/38, Sad 38/81). Bu, bütün canlıların öldüğü gündür.(Kasas 28/88. Rahman 55/26-27) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
16.
İblis dedi ki: "Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.
Bu ayetten anlaşılacağı üzere İblis, kendini suça sevk edenin Allah olduğunu iddia etmektedir. Kadercilik anlayışının temelinde aynı mantık vardır. Kaderciler, her şeyi Allah’ın belirlediğini iddia ederek kendi hatalarını Allah’a mal ederler. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
17.
Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Böylece sen onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın."
18.
Allah şöyle buyurdu: "Alçak ve kovulmuş olarak çık oradan! Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki cehennemi sizlerle dolduracağım."
19.
Ve [Sana gelince] Ey Adem, sen ve eşin, yerleşin bu bahçede;[1*] ve yiyin, neyi gönlünüz çekerse; ama sakın şu ağaca yaklaşmayın,[2*] yoksa zalim kimselerden olursunuz!
[1*] Orası dünyadaki bir bahçedir. Arapçada bitkilerle örtülü bahçeye ‘cennet’ denir (Müfredat), (Ayrıca bkz. Bakara 2/266) Âdem, dünyada yaratıldı ve kendine dünyadaki varlıkların bilgisi öğretildi (Bakara 2/30-31). Onun, eşinin ve soyundan gelen bütün insanların yaşadığı ve kıyamet /mezardan kalkış günü yeniden diriltilecekleri yer burasıdır (Araf 7/25, Kalem 68/17). Âdem ve eşinin girdikleri cennet /bahçe, ahiretteki cennet olamaz. Çünkü orası bir imtihan yeri değil, imtihanı kazananlara ödül olarak verilecek yerdir (Al-i İmran 3/15, Kalem 68/34, Beyyine 98/7-8). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
[2*] Kur'an "Bu ağacın" hangi ağaç olduğunu belirtmez. Zira bu ağacın hangi ağaç olduğunu belirtmek, ondan sakınma hikmetine katkıda bulunmaz. Öyle anlaşılıyor ki, burada önemli olan yasağın çiğnenmesiydi. Çünkü yüce Allah orada her ikisinin de helal şeyleri kullanmasına izïn vermişti. Yasaktan da kaçınmalarını öğütlemişti. Bu insan cinsinin iradesini geliştirecek, kendisi için belirlenen sınırda durmasını sağlayacak, bünyesine yerleştirilen arzularına ve ihtiraslarına karşı direnmesini öğretecek, arzularına ve ihtiraslarına karşı galip gelmesini temin edecek, onu hayvanlar gibi bu arzuların ve ihtirasların mahkûmu olmaktan kurtaracak ve insanı onlara hakim konuma getirecek bir yasağın olması zaten gerekiyordu... İşte insanı hayvanlardan ayıran "İnsanın temel özelliği" de budur. Ancak bu özelliğin imanda gerçekleşmesiyle "insan olmanın içeriği" kavranabilir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
20.
Şeytan her birinin bedenindeki[1*] örtülü yerleri kendilerine göstermek için onlara fısıldayıp şöyle dedi[2*]: “Bakın, Rabbiniz bu ağacı size sırf ikiniz de hükümdar[3*] ya da ölümsüzleşenlerden olursunuz diye yasakladı.”
[1*] Beden diye meal verdiğimiz Sev’e (سوأة) kelimesine, tefsir ve meallerde edep yeri anlamı verilir. Bu anlam, Kur’an bütünlüğüne uymaz. Çünkü elbise, Allah’ın ayetlerinden bir ayettir. İnsanı diğer canlılardan ayıran şeylerdendir (A’raf 7/26). Adem ile Havva elbiseyi, sırf edep yerlerini örtmek için değil, vücudu sıcaktan, soğuktan korumak ve güzel görünmek için giymişlerdir (A’raf 7/26, Nahl 16/81, Enbiya 21/80). Nitekim Maide 5/31 ve A’raf 7/27 ayetlerinde “sev’e” kelimesi tüm beden için kullanılmıştır.
[2*] Âdem aleyhisselam ve eşi bu bahçede bulundukları sürece ne sıkıntı ne açlık çekecekler ne de çıplak kalacaklardı. (Taha 20/118)
[3*] Elimizdeki Kur'ân nüshalarında melek olarak harekelenen kelime, melik şeklinde de okunmuştur (Keşşaf). Melik, en üst yetkili, sultan ve hükümdar demektir. Bu okuyuşu, Taha suresinin konuyla ilgili 120. ayeti de onayladığı için ayete yukarıdaki anlam verilmiştir. Tefsir ve meallerde ‘melek’ kelimesi tercih edilmiştir. Ama Âdem aleyhisselamın kendisine secde eden meleklere özenmesi çok uzak bir ihtimaldir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
21.
Ve onlara, "ben size öğüt verenlerdenim" diye yemin de etti.
22.
Böylece ikisini de kandırıp bulundukları yerden indirdi. O ağaçtan tattıklarında ikisinin de bedenleri kendilerine göründü. Bahçenin yapraklarını üst üste koyup örtünmeye başladılar. Rableri onlara şöyle seslendi: “İkinize de bu ağacı yasak etmedim mi? ‘Şeytan, ikinizin de açık düşmanıdır’ demedim mi?”
23.
(İkisi de:) “Ey Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, hiç şüphesiz kaybedenlerden oluruz!” dediler.
24.
(Allah) buyurdu ki: “(Şeytana uyduğunuz için) buradan (şeytan ve siz) birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır.[*]
Hepsi birden yeryüzüne indiler. Adem ile eşi ve iblis ile soydaşları. Birbirleriyle mücadele etsinler, biri diğerine düşmanlık etsin diye indiler. İki yaratık ve iki karakter arasında savaş sürüp gitsin diye... Bu iki yaratıktan biri sırf kötülük için yaratılmış, diğeri hem iyiliğe hem de kötülüğe yönelebilecek çifte yetenekli kılınmıştır. Böylece sınav gerçekleşmiş ve Allah'ın takdiri yerini bulmuştur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
25.
Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan diriltilip mezardan çıkarılacaksınız."
BÖLÜM 3
26.
Ey Âdemoğulları! Size katımızdan, hem çıplaklığınızı örtmek hem de zarafet ve güzellik aracı olmak üzere giysi (yapma yeteneği) bahşettik; fakat takva elbisesi[*] var ya: işte o en hayırlı olandır. Bunlar da Allah`ın ayetlerindendir; belki insanlar ders alırlar.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
27.
Ey Âdemoğulları! Şeytan sakın sizi sıkıntıya sokmasın! Nitekim o, ana-babanızın bedenlerini birbirlerine göstermek için elbiselerini sıyırarak onları o bahçeden çıkartmıştı. İblis ve tayfası, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanların velileri[*] / en yakınları yaptık.”
Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)
28.
Onlar çirkin ve yasak bir şeyler yaptıklarında, "Biz atalarımızı böyle yaparken bulduk ve Allah da bize bu şekilde yapmamızı emretti" dediler.[*] De ki "Allah kötülükleri emretmez. Bilmediğiniz şeyleri Allah adına mı söylüyorsunuz?"
Arap müşriklerinin yaptığı ve söylediği buydu. Aralarında kadınlar da bulunduğu halde Allah'ın evini çıplak tavaf etme kötülüğünü işliyor sonra böyle yapmalarını emredenin yüce Allah olduğunu ileri sürüyorlardı! Oysa ataları böyle emredip yapmışlardı. Onlar da bu davranışı atalarından miras alıp uyguluyorlardı.
Onlar -müşrik olmalarına rağmen- dinin hayatın problemleri ile ne işi var? diyen ve Allah'ın dışında sistem, yasa, değer yargıları, ölçüler, gelenek ve görenekler belirleme hakkına sahip olduğunu ileri süren modern cahiliye toplumları gibi büyüklenmiyorlardı. Bir yalan uyduruyor, bir yasa belirliyorlardı. Sonra da "böyle yapmamızı emreden Allah'dır" diyorlardı. Kuşkusuz bu, son derece iğrenç ve alçakça bir plandır. Çünkü gönüllerinde dini duyguların kalıntıları bulunan kimseleri kandırıp bu uydurmalarının Allah katından gelmiş bir şeriat olduğu kuruntusuna kapılmalarına neden olmaktadır. Bununla beraber bunlar Allah'ın dışında insanların durumlarına en uygun olanı görüp, onlar için kanun koyma yetkisine sahip olduğunu iddia edenden daha az küstahtılar.
Yüce Allah Peygamberine, -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'a yapılan bu iftirayı yalanlamak, O'nun şeriatının tabiatını ve kötülükten uzak oluşunu açıklamakla onları karşılamasını emretmektedir. Çünkü yüce Allah'ın kötülüğü emretmesi O'nun yüce şanına yaraşır bir şey değildir. (Seyyid Kutub Tefsiri)
29.
De ki; "Rabbim bana ölçülü ve dengeli olmayı emretti. Her secde yerinde ve anında tüm varlığınızla O’na yönelerek, müşriklikten tamamen arınmış bir bağlılıkla O’na dua ediniz. Sizi ilkin yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz."[*]
Âdem aleyhisselam ve Havva’yı nasıl yarattıysa insanların sonraki yaratılışları da aynı şekilde topraktan olacaktır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
30.
Allah bir takımının doğru yolda olduğunu onaylar. Bir takımı da sapık sayılmayı hak eder. Sapıklar, şeytanları Allah’tan daha yakın[*] konumda tutan, üstelik kendilerini doğru yolda sananlardır.
Ayetin bu bölümüne “şeytanları evliya edindiler” şeklinde de meal verilebilir. Evliyâ, velinin çoğuludur. Burada veli, bir çocuğa veli olmak veya bir vilayete vali olmak gibi başkasını bağlayıcı söz söyleme yetkisine sahip olmak anlamındadır. Bu ayete göre, Allah’tan başka kayıtsız şartsız emrine uyulan her varlık, Allah ile araya konulmuş şeytan konumundadır. Sapıtanlar da bu şeytanların emrine girenlerdir. Bunlar, Allah’ı ikinci sıraya koydukları için müşrik olurlar. Her müşrik de kafirdir (Al-i İmran 3/ 151). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
31.
Ey Âdemoğulları! Secde edilen her yerde süslerinizi (size yakışanı) giyinin[1*]. Yiyin, için ama israf[2*] etmeyin. Allah israf / aşırılık edenleri sevmez.
[1*] Bu ayette “süs” diye meal verdiğimiz ziynet (الزينة) kelimesi, A’raf 26. ayette “güzel gösteren” anlamındaki “رِيش” kelimesi ile ifade edilmiştir. Elbise, hem kadının hem erkeğin ziynetidir. Onları güzel gösterir.
[2*] İsraf, sınırı aşmaktır (Müfredat). İsraf ile aynı kökten fiiller Kur’an’da, sınırı aşan her türlü davranış (Al-i İmran 3/147, Nisa 4/6) ve harcama anlamında kullanılır. Ayrıca Allah’ın ayetlerine aykırı olarak yapılan her davranış için de kullanılmaktadır (Taha 20/127. Zümer 39/53). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 4
32.
De ki: "Allah'ın kulları için çıkarmış olduğu süsü ve rızkların temiz olanlarını haram kılan kimdir?" De ki: "Onlar dünya hayatında iman edenler[*] içindir. Kıyamet gününde ise yalnız onlara özeldir." Bilen bir topluluk için ayetlerimizi işte böyle etraflıca açıklıyoruz.
Dünya’daki süsler ve temiz rızıklar aslında Allah’a inanıp güvenenler (müminler) içindir ancak Allah zorlayıcı düzen kurmadığı için tüm insanlar istifade ederler. Ahirette ise sadece cennet ahalisi bu imkanları kullanabilecektir (Hac 22/23, Fatır 35/33). Bu ayet ayrıca İslam’da “bir lokma bir hırka” düşüncesinin olmadığının delilidir. (Kasas 28/77) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
Bu iki ayetten anlıyoruz ki gerek giyim konusunda gerekse gıda konusunda insanlar, kafalarına göre kendilerine birtakım yasaklar getirmişlerdi. Cahiliye döneminde, erkekler gündüz, kadınlar gece olmak üzere müşrik Araplar “İçerisinde Allah’a isyan ettiğimiz elbiselerimizle tavaf etmeyiz” diyerekKâbe’yi çıplak olarak tavaf ederlerdive bunu da bir dindarlık, bir erdemlilik sayarlardı. Böylece hem günahlardan temizleneceklerini düşünürlerdi hem de bu durumun kendilerine uğur getireceğine inanırlardı. Yine aynı düşünceye bağlı olarak bazı hayvansal gıdaları da kendilerine yasaklamışlardı. Oysa En’am 6/145’de hangi yiyeceklerin yasak olduğu sıralanmıştı. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
33.
De ki: “Rabbim sadece şunları haram kılmıştır: Açık olsun, gizli olsun fuhuş çeşitleri[1*], günahlar[2*] / kişiyi doğruluktan uzaklaştıran davranışlar, haksız saldırı, Allah’ın hakkında kesin delil indirmediği bir şeyi ona ortak saymanız[3*] ve bilgisizce söylediklerinizi Allah’a mâl etmeniz.”
[1*] Fuhuş kelimesi Kur’an’da hem zina (İsra 17/32) hem de eşcinsellik (Neml 27/54-58) anlamında kullanılmıştır.
[2*] ‘Günah’ anlamı verdiğimiz ism (إِثْمَ), kişiyi sevaptan yani iyiliklerden uzaklaştıran davranış anlamındadır (Müfredât). Kur’an’da ism olarak nitelenen davranışların tamamı haram kapsamına girer.
[3*] Allah’ın, haklarında kesin delil indirdikleri onun elçileridir. Allah’ın elçisi, sadece Allah'ın sözlerini tebliğ eder ve insanları sadece onun emirlerine uymaya çağırır (Al-i İmran 3/21, Maide 5/92, 99, Ra’d 13/40, Nahl 16/35, 82, Nur 24/54, Ankebut 29/18, Yasin 36/16-17, Şura 42/48, Teğabun 64/12). Bu sebeple onların Allah’a ortak koşulması mümkün değildir. Ama insanlar, Allah’ın kitabındaki ayetleri çarpıtarak ve kelimelerin anlamıyla oynayarak onlara da yetkiler verir ve Allah’a ortak koşarlar (Al-i İmran 3/78-80). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
34.
Her toplumun belirlenmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde onu ne bir an erteleyebilirler ve ne de bir an öne alabilirler.[*]
Ecel bir şey için belirlenen süredir. Kur’an’da gökler ve yerler için bir ecelden bahsedilirken (Ahkaf 46/3) insanlar için iki ecelden bahsedilir (En’am 6/2). Bunlardan birincisi kişinin vücudunun dayanma süresidir (ecel-i tabii). Doktorlar hastalarına buna göre ömür biçebilirler. İkincisi ise ecel-i müsemma yani Allah tarafından belirlenmiş yaşama süresidir. Bunu ondan başkası bilemez. Bu süre, kişinin vücut sağlığına bakmaz, çok sağlıklı birisi dahi ecel-i müsemması geldiği için ölebilir (Mü’min 40/67). İnsanın ömrü ecel-i müsemmasını geçemez ama bunun altına inebilir (Ra’d 13/38-39, Fatır 35/11). Bu, kişinin kendini Allah yolunda feda etmesi, bir başkası tarafından öldürülmesi veya yaptığı yanlışlarla kendi ömrünü kısaltmasıyla gerçekleşir. Ecelin kısalmasıyla yeni ecel Allah katında yazılır ve kişi buna göre ölür (Al-i İmran 3/145).Yanlış yapan kişi yanlışlarından dönerse ömrünün tekrar uzamasını sağlayabilir. Örneğin, tabii eceli 90 sene olan birinin ecel-i müsemması 80 sene ise, bu kişi en fazla 80 yaşına kadar yaşayabilir. Aynı kişi sağlığını bozarsa, Allah da onun ömrünü kısaltır. Eğer bu kişi sağlığına dikkat eder, tedavi görürse zamanla hastalıklardan arınacağı için ömrü ecel-i müsemmasına kadar uzayabilir ama ecel-i müsemmasını geçemez.Toplumların da eceli vardır (Araf 7/34, Yunus 10/49). Bu ecel de kısalabilir. Kur’an’da bunun örneği Yunus’un (a.s.) kavmidir. Allah, herhangi bir konudaki cezalandırmayı bu sürenin dolmasına kadar ertelediğini bildirir (Ankebut 29/53, Nahl 16/61). Yunus (a.s.), tövbe ederek /dönüş yaparak kendisini düzeltmesiyle hem kendinin hem de kavminin kısalmış olan ecelini geri uzatabilmiş (Enbiya 21/87-88), böylece cezadan kurtulmuştur. Eğer bu süre dolduğu zaman tövbe etseydi tövbesinin bir faydası olmazdı ve cezayı çekerdi (Hud 11/3, İbrahim 14/10, Nahl 16/61). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
35.
Ey Âdemoğulları! Size, içinizden âyetlerimi anlatan elçiler geldiğinde, her kim takvalı[*] davranır ve kendisini düzeltirse, onlara kaygı yoktur ve onlar üzülmeyecekler de.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
36.
Âyetlerimizi yalanlayıp onları kabule tenezzül etmeyenlere gelince, onlar da ateş halkıdır; onlar orada sürekli kalacaklardır.
37.
Allah adına yalan uyduran ve ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır? Kitapta onlar için belirlenen paylarını mutlaka alacaklar. Canlarını almaya geldiklerinde elçilerimiz onlara, "Allah'tan başka yalvardıklarınız şimdi nerede?" diye sorduklarında, onlarda "Bizden uzaklaşıp kayboldular" diyecekler. İşte o anda inkârcı olduklarına kendi nefisleri üzerine şahit olacaklar.
38.
Bunun üzerine Allah diyecek ki: “Girin öyleyse ateşe, sizden evvel gömülüp giden insan ve cin toplulukları arasına.” Ve her bir gurup ateşe girerken, kendi yandaşlarına lanet edecek. O kadar ki, onların hepsi birbiri ardınca oraya doluştuklarında, sonrakiler önden gidenler[1*] için şöyle diyecek: “Ey Rabbimiz! Bizi yoldan çıkaran işte bunlardı, öyleyse onlara ateşle kat kat azap et.” Allah: “Hepinize kat kat azap vardır,[2*] ama bunu bilmiyor ve anlamıyorsunuz” buyuracak.
[1*] “Öncekiler” ile “sonrakiler” terimleri, burada, ya zaman içinde ardarda gelmeyi (“önce gelenler” ve “sonra gelenler” gibi), ya da konum ve statü bakımından bir sıralanmayı (“önderler” ve “onların izinden gidenler”) işaret etmektedir. Her iki durumda da bu terimler, sonraki cümleden de anlaşılacağı gibi, -ister toplumların önde gelenleri ve düşünce önderleri anlamında doğrudan olsun, ister ortaya koydukları örnekler aracılığıyla sonraki kuşaklar tarafından izlenen selefler anlamında dolaylı olsun-, öncekilerin sonrakiler üzerinde bıraktıkları kötü ve olumsuz etkiyi dile getirmektedirler.
[2*] Lafzen, “herkese iki katlı [azap]”: Yani, bir defa yoldan saptığı için, bir defa da, ortaya koyduğu kötü örnekle başkalarını saptırdığı için. Karş. 16:25 - “Kıyamet Günü’nde, onlar hem kendi yüklerini bütün ağırlığıyla taşıyacaklar, hem de yanlış yola saptırdıkları bilgisiz, eğitimsiz insanlara ait yükün bir kısmını taşıyacaklar”. (Muhammed Esed Tefsiri)
39.
Bu kez öncekiler sonrakilere: "İşte gördünüz, sizin bizden bir farkınız yok.[*] Öyleyse, kendi işledikleriniz yüzünden tadın azabı!" diyecekler.
Lafzen: “sizin bize karşı bir ayrıcalığınız”. Yukarıda verdiğimiz anlamın, bu bağlamda verilebilecek en isabetli anlam olduğu gözüküyor. Çünkü sonrakiler, kendilerinin izleyici olduğunu, asıl cezalandırılması gerekenin izleyenler değil izlenenler ya da kötülüğe öncülük edenler olduğunu düşünerek, savunmalarını bu mantık üzerine bina ediyorlar. Oysa onların hesap etmediği, böyle bir mazeretin geçerli olması durumunda şeytana kadar tüm nesillerin mazeret beyan edeceği gerçeğidir. Kaldı ki, izlenenler kötülüğe öncülük yaparak fıtrat sözleşmelerine ihanet etmişler, izleyenler ise onları körü körüne takip ederek irade ve akıl emanetine ihanet etmişlerdir. Sonuçta ikisi de ihanettir ve hainlerin cezası aynıdır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 5
40.
Hiç şüphesiz mesajlarımızı yalanlamaya kalkan ve onlara tepeden bakanlara yüce âlemlerin[1*] kapıları açılmayacak; ve onlar, halat[2*] iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremeyecekler. Biz, günahta ısrar edenleri işte böyle cezalandırırız.
[1*] İbni ‘Abbâs’a göre (Râzî’nin kaydettiği kadarıyla), bu mecaz, Allah’ın böyle günahkarların iyi eylemlerinden hiç birini kabul etmeyeceği gibi, onların sonradan yalvarıp yakarmalarını da kabul etmeyeceğini ifade etmektedir.
[2*] Lafzen, “halat iğnenin deliğinden geçinceye kadar (hattâ)”; Bu söz bir imkansızlığı dile getirdiğine göre, burada hattâ sözcüğünün işlevini, sözün gelişine bağlı olarak, “...den daha kolay” şeklinde karşılamak daha uygun gözüküyor. Cümlede geçen cemel sözcüğüne gelince, bunun, bu anlam örgüsü içinde “deve” olarak tercüme edilmesi, hiç şüphe yok ki yanlış olur. Zemahşerî’nin belirttiği (ve Râzî dahil diğer klasik müfessirlerin de teyid ettiği) gibi, İbni ‘Abbâs, sözcüğü, “kalın urgan” ya da “halat” anlamına gelen cummel şeklinde telaffuz ederdi; aynı kıraat Ali b. Ebî Tâlib’e de atfedilmektedir (Tâcu’l ‘Arûs). Belirtmek gerekir ki, sözcüğün, cumel, cuml, cumul ve nihayet Kur’an’ın genel kabul gören kıraatinde de yer alan cemel şeklinde değişik lehçesel (dialectial) telaffuzları dahî vardır. Bunların hepsi de “kalın, bükümlü urgan” anlamına gelmektedir (Cevherî) ve bu anlamda hepsi Hz. Peygamber’in Sahâbîleri ve onların erken-ardılları (tâbi‘ûn) tarafından kullanılmıştır. Keza Zemahşerî, İbni ‘Abbâs’dan nakille, Allah’ın “iğnenin deliğinden geçen deve” biçiminde münasebetsiz bir mecaz irad etmiş olamayacağını kaydetmektedir ki bununla, deve ile iğnenin deliği arasında hiçbir anlamlı ilginin bulunmadığı ama beri yandan iğne ile halat arasında (bu halat, mecazın amacına uygun olarak, sadece son derece kalın yani, iğne deliğinden geçmesi muhal bir ipi ifadeye yaradığına göre) belirli ve anlamlı bir ilginin pekala bulunduğu anlatılmak istenmiştir. Bunun içindir ki, bu bağlam içinde cemel sözcüğünün karşılığını “deve” olarak değil de “halat” olarak düşünmek her bakımdan daha uygundur. Her ne kadar, Sinoptik İnciller’in Yunanca nüshalarında yer alan benzer bir ifadede sözcük “deve” olarak geçiyor ise de (Matta xix, 24; Markos x, 25 ve Luka xviii, 25) bu durum bizim tartışmamızı pek etkilemez. Çünkü hatırlanmalıdır ki, İncil, ilk olarak Ârâmîce (Hz. İsa zamanında Filistin’de konuşulan dil) tedvîn edilmiştir ve bu Ârâmîce metinler de şimdi kaybedilmiş bulunmaktadır. İhtimalden de öteye geçerek denebilir ki, Ârâmîce yazısında sesli harflere karşılık gelen işaretlerin mutad olarak bulunmaması yüzünden, Grek mütercim sözcüğün yazılışındaki g-m-l sessizlerinin (ki Arapça’da bu, c-m-l’ye denk geliyor) telaffuzunu yanlış değerlendirmiş ve sözcüğü böylece “deve” anlamına gelen okunuşuyla aktarmıştır: O günden bu yana pek çok Müslümanın yaptığı gibi, bütün gayrimüslim şarkiyatçıların Kur’an’ın bu ayeti üzerinde de tekrarlayageldikleri bir yanlışlıktır bu. (Muhammed Esed Tefsiri)
41.
Onlara cehennem ateşinden bir döşek ve üzerlerinde de yine ateşten örtüler var.[*] İşte Biz zalimleri böyle cezalandırırız!
Cehennem ateşinden bir döşek vardır altlarında... Bu döşek -alaya almak için- yatak olarak nitelendirilmektedir. Yoksa bu bilinen bir yatak gibi değildir. Ne yumuşaktır ne de rahattır rahatlatır adamı. Aynı zamanda cehennem ateşinden yorganlar atarlar üstlerine. (Seyyid Kutub Tefsiri)
42.
İnanıp güvenen ve iyi işler yapanlara gelince -ki biz kimseye gücünün üstünde yük yüklemeyiz- böyleleri cennet ahalisidir; onlar orada ölümsüzdürler.
43.
[ki, oraya girmeden önce] onların içlerinde [takılıp kalmış] olabilecek düşünce ya da duygu türünden uygunsuz ne varsa silip atacağız; orada önlerinde dereler-ırmaklar çağıldayacak; ve onlar: “Bütün övgüler, bizi bu [bahtiyarlığa] eriştiren Allah’a yakışır; çünkü eğer O bize yol göstermeseydi biz asla doğru yolu bulamazdık! Ve Rabbimizin elçileri bize gerçekten de doğruyu söylemişler!” diyecekler. Ve [bir ses]: “işte geçmişte edip-eyledikleriniz sayesinde kazandığınız cennet, bu!” diye yankılanacak.
44.
Ve cennetlikler cehennemliklere: “Rabbimiz bize ne vaad ettiyse hepsini gerçekleşmiş bulduk; siz de Rabbinizin size vaad ettiklerinin hepsini gerçekleşmiş buldunuz mu?” diye seslenecekler. “Evet!..” diye cevap verecekler. Bunun üzerine içlerinden bir münâdî haykıracak: “Allah’ın laneti tüm zalimlerin üzerine olsun!..
45.
Onlar, Allah yolundan alıkoyan ve o yolu eğip bükmek isteyen zâlimlerdir. Onlar âhireti de inkâr edenlerdir.
46.
Cennet ile cehennem arasında bir engel bulunur. Araf üzerinde (cennetteki yüksek yerlerde) değerli şahsiyetler olur. Onlar herkesi yüzlerinden tanırlar[*]. Cennet ahalisinden olup henüz oraya girmemiş ama girmeyi bekleyenlere şöyle seslenirler: “Siz esenlik ve güvenlikte olacaksınız!”
Bunlar, henüz cehennemde olup Allah’ın sözü gereği ebedi cehennem cezası almamış olanlardır. O söz Allah’ın şirk günahı dışında kalanları bağışlayacağı sözüdür (Nisa 4/48). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
47.
(Cehennemde cezasını çeken müminlerin) Gözleri cehennem ahalisine çevrilince şöyle derler: “Rabbimiz! Bizi yanlışlar içinde olan bu toplumun yanında bırakma.”
BÖLÜM 6
48.
Araf ahalisi, (Cennet ile cehennem arasındaki yüksek tepelerden) yüzlerinden tanıdıkları bazı kimselere[*] de şöyle seslenirler: “Gördünüz mü? Ne çevrenizdekilerin size bir yararı oldu ne de büyüklenmenizin.
Bunlar yüzlerinden tanındıklarına göre kendi toplumlarının ve çağdaşlarının meşhur kimseleri, büyük kitleleri yanlış yola sürükleyen kimseler, tağutlar olmalıdır.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
49.
(Cennete girecek olanları göstererek müebbetliklere şöyle derler:) Sizin “Allah iyilikte bulunmaz” diye yemin ettikleriniz bunlar mıydı? (Cezasını çeken cennetliklere şöyle denecektir:) “Siz cennete girin. Artık üzerinizde ne bir korku kalacak ne de üzüleceksiniz.”
50.
Cehennem halkı, cennet halkına: “Üzerimize biraz su dökün yahut Allah'ın size bahşettiği azıklardan (atın bize)!” diye seslenecekler. (Fakat mü'minler:) “Doğrusu, Allah, gerçeği inkâr edenlere her ikisini de haram kılmıştır” diyecekler.
51.
Onlar dinlerini oyun ve eğlence edinmişler ve dünya hayatı da kendilerini aldatmıştı. İşte onlar bu günlerine kavuşacaklarını nasıl unuttular ve âyetlerimizi nasıl inkâr edip durdularsa, biz de onları bugün öyle unuturuz[*].
“Biz de onları unutacağız” cümlesini Allah’a bir eksiklik olarak yakıştırmak küfür olur. Zira Allah için unutmak, ihmal etmek, hatırlamamak diye bir şey düşünülemez. Bu ifade tamamen mecazi olup, “onların gözardı edileceğini, umursanmayacağını, unutulmaya terk edileceğini, affetme ve nimet verme konusunda hatırlanmayacağını, varlıklarından habersiz gibi davranılacağını, onların kendi hallerine bırakacağını” anlatmak için kullanılmıştır.
(Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
52.
Şurası bir gerçek ki, biz onlara, inanan ve güvenen bir topluluğa rehber ve ikram olması için, bir ilme göre ayrıntılı olarak açıkladığımız bir Kitap getirdik.
53.
Fakat onlar: "Hele bakalım nereye varacak?" diye sadece bu kitabın dâvetinin âkıbetini gözlüyorlar. O’nun haber verdiği müthiş âkibet geldiği gün, daha önce onu unutup bir tarafa bırakanlar şöyle diyecekler: "Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı tebliğ etmişler. Acaba burada bize şefaat edecek birisi bulunur mu? Yahut geri döndürülmemiz imkânı olur mu ki bu sefer yaptığımız kötü işlerin yerine güzel güzel işler yapabilelim? "Muhakkak ki onlar, kendilerini hüsrana uğrattılar. Uydurdukları sahte tanrıları da kendilerinden uzaklaşıp ortadan kayboldular.
BÖLÜM 7
54.
Sizin Rabbiniz / Sahibiniz, gökleri ve yeri altı günde[1*] yaratan, sonra arşa / yönetimin başına[2*] geçen Allah’tır. Gündüzü, sürekli peşinde olan gece ile örter. Güneşi, ayı ve yıldızları da koyduğu kanuna göre hizmetinize verilmiş olarak yaratmıştır. Bakın, yaratmak da kural koymak da onun işidir! Bütün varlıkların sahibi olan Allah, ne yüce bir bereket kaynağıdır!
[1*] Yer ve göklerin toplam altı günde yaratıldığını gösteren ayetler şunlardır: Yunus 10/3, Hud 11/7, Furkan 25/59, Secde 32/4-5, Fussilet 41/9-12, Kaf 50/38, Hadid 57/4. Allah katındaki bir gün bize göre bin yıl kadar olduğu için (Hac 22/47) bu ayetteki altı gün altı bin yıla denk gelir.
[2*] Kur’an, halkın diliyle inmiştir (İbrahim 14/4). Halk dilinde arş, “saltanat koltuğu”dur (Yusuf 12/100, Neml 27/23). Arşa istiva ise “yönetimin başına geçme” anlamındadır. Türkçede de bu anlamda, “padişah tahta çıktı”, “falan kişi cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu” gibi ifadeler kullanılır. Dolayısıyla “Allah arşa istiva etti.” sözü de kâinatın yönetiminin Allah’ın elinde olduğunu ifade eder (Yunus 10/3, Ra’d 13/2, Taha 20/5, Furkan 25/59, Secde 32/4, Hadid 57/4). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
55.
Rabbinize alçak gönüllü olarak[1*] ve derin bir acziyet duygusu içinde yalvarın![2*] Şüphesiz O haddi aşanları sevmez.
[1*] Tadarru‘an, muhtemelen nüzûl sürecinde ilk burada geçer. Hayvanın süt dolu memesi yere en yakın organ olduğu için dar’ adını alır. Dikenli bir çöl bitkisi olan şibrık, iyice kuruduğu zaman darî’ ismini alır (Lisân, şibrık md.). Ona bu adın verilmesinin nedeni, develerin onu dikenlerinden etkilenmeden koparmak için başlarını yere yatırmaları olsa gerek. Dara‘a kökünden gelen sekiz kelimenin tümü de Mekke döneminin sonlarında indirilen A’râf, En’âm, Ğâşiye ve Mü’minûn sûrelerinde yer almıştır. Dilimize “tazarru ve niyaz” biçiminde girmiş olan sözcüğe bu bağlamda verilebilecek en uygun anlam “alçak gönüllü” olacaktır. (Aynı kökten gelen darî’in âhirete ilişkin kullanımına dair bir not için bkz: 88:6, not 4.)
[2*] Hufyetene verdiğimiz karşılık (Krş: 11:70), sözcüğün “acziyetini bilmekten dolayı oluşan korku” anlamına gelen havf köküne dayanır. Haşyetle farkı için bkz: 10:62, not 83. Burada söz konusu olan yalınkat bir “korku ve endişe” değil, insanın kendi acizliğini ve yetersizliğini bilme duygusudur. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
56.
Bunun içindir ki, iyi bir düzene sokulmuşken yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Ve korkuyla ve umarak yalvarın O’na; çünkü Allah’ın rahmeti her zaman iyilik yapanlarla beraberdir!
57.
Rüzgârları ikramından önce müjde olarak gönderen odur. Rüzgârlar, yüklü bir yağmur bulutunu kolayca yükseltince onu ölü / çorak bir toprağa sevk ederiz. O bulutla oraya su indirir, o suyla her türlü ürünü çıkarırız. Ölüleri de işte böyle (topraktan) çıkaracağız. Belki (yeniden dirilme konusunda) bilgi sahibi olursunuz.[*]
Bu, 57-58. ayetlerde irad edilen teşbîh ya da mesel’in anahtar cümlesidir. Allah ekinleri yeşertirken tecellisini gördüğümüz aynı hayat verici, diriltici kudret ve iktidarını göstererek kıyamet günü ölüleri de diriltecektir. Müteakip cümle, gönlünü hakikate açık tutanları verimli toprağa, onu inkara kalkışanları da çorak toprağa benzetirken aynı meselin uzantısı durumundadır. (Muhammed Esed Tefsiri)
58.
(Toprağı) iyi ve elverişli beldenin bitkisi, Rabbinin izniyle bol ve bereketli çıkar. (Toprağı) kötü ve elverişsiz olandan ise, faydasız bitkiden başkası çıkmaz. Şükredecek bir toplum için biz âyetleri işte böyle değişik biçimlerde açıklıyoruz.[*]
Burada ders alınması gereken ciddi bir teşbih vardır. İnanan ve inandığını hayata geçiren erdemli insan verimli toprak gibi Allah’tan aldığı buyruklarla hayatını inşa ederek faydalı eylemler ortaya koyar. Bu faydalı eylemlerle dünyanın düzelmesine, insanlığın huzuruna ve saadetine vesile olur. Ama Hakk’a karşı direnmeyi âdet haline getirmiş ve Kur’an mesajına olan inancını bütünüyle yitirmiş olan kimse ise kötü toprak gibi kötü ve zararlı şeyler üretir. Bu da üretmiş olduğu kötülüklerle toplumu yozlaştırır, dünyanın düzenini bozar ve hayatı yaşanmaz hale getirir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 8
59.
Doğrusu Biz Nuh`u kendi toplumuna göndermiştik. Dedi ki: "Ey kavmim! Yalnızca Allah`a kulluk edin, sizin O`ndan başka ilahınız yok. Kuşkusuz ben, korkunç bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum."[*]
Bu 59-93 arası ayetler, Allah’ın sınırsız kudret ve iktidarı, aşkın (mute‘âl/transcendental) birliği konusunda önceki satırlarda ortaya konan vurguyu devam ettirerek aynı gerçeği tebliğ eden ve isimleri Kur’an’ın vahyinden önce de Araplarca bilinen muhtelif geçmiş peygamberlerden söz eder. İnsanlığa gönderilmiş ilk rasûl (elçi) olarak bilinen Hz. Nûh’unkiyle başlayan peygamber kıssaları, bu ayetlerde, onların, toplumlarını yalnız Allah’a kulluk yapmaları ve dürüst yaşamaları yolunda ikna için gösterdikleri sonuçsuz çabaları sırasında dile getirdikleri uyarılarla noktalanmaktadır. (Muhammed Esed Tefsiri)
60.
Halkının söz sahibi yetkilileri: "Biz seni besbelli bir sapıklık içinde görüyoruz!" dediler.
61.
"Ey kavmim!" dedi, "Ben sapıtmış değilim, aksine ben alemlerin Rabbi tarafından seçilen bir elçiyim.
62.
Rabbimin haberlerini bildiriyor, öğütler veriyorum size: çünkü ben, Allah’ın bana [vahiyle] bildirmesi sayesinde sizin bilmediğinizi biliyorum.
63.
Takvalı[1*] olmanızı sağlamak ve böylece merhamet olunmanız için; içinizden sizi uyaracak bir adama Rabb'inizden size bir zikir[2*] gelmesine mi şaştınız?”
[1*] Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
***
[2*] Öğüt içeren bir kitap. (Erhan Aktaş Tefsiri)
64.
En sonunda onu yalanladılar. Bunun üzerine Biz de onu ve onunla birlikte gemide bulunanları kurtardık; âyetlerimizi yalanlayanları ise boğulmaya terk ettik: Onlar gerçekten de kör bir topluluk idiler.
BÖLÜM 9
65.
Âd`a da soydaşları Hud`u (gönderdik).[*] "Ey kavmim!" dedi, "yalnızca Allah`a kulluk edin! Sizin O`ndan başka ilahınız yok. Şu halde hala (O`na ortak koşmaktan) sakınmayacak mısınız?"
Hz. Hûd’un ilk Arap peygamber olduğu söylenir; Kitâb-ı Mukaddes’de adı geçen ve çoğu Sâmî kavimler gibi muhtemelen güney Arabistan kökenli İbrânîlerin (‘İbrîm) atası olarak bilinen Êber’le aynı kişi olması mümkündür. (Êber’den, Eski Ahid’in Tekvîn bölümünde x, 24-25’de ve xi, 14 vd.’da söz edilmektedir). Hz. Hûd, bu eski Arap ismi, Yahudilere sonraki isimlerini sağlayan Yakub’un oğlu Yuda’da (İbranicesi Yahûdah) hâlâ yankılanmaktadır. Êber ismi -hem İbranice’de, hem de ‘Âbir şeklindeki Arapçasında- “karşıya geçen”, “bir yakadan bir beldeden ötekine geçen” anlamına gelmekte olup, mümkündür ki bu kavmin Hz. İbrahim’den önceki zamanlarda Arabistan’dan çıkarak Mezopotamya’ya geçişinin Kitâb-ı Mukaddes’deki bir yankısıdır. Hz. Hûd’un mensup olduğu (“Kardeşleri Hûd”) ‘Âd kavmi, Ahkâf adıyla bilinen ve ‘Umân ile Hadramevt arasında yer alan geniş çöl bölgesinde yaşamış ve büyük nüfûz ve iktidarıyla tanınmış bir kavimdir (bkz. 89:8 -“ki bütün o topraklarda bir benzeri inşa edilmemişti”). Bu kavim İslam’ın zuhurundan asırlarca önce tarih sahnesinden çekilmişti, ama hatırası Arap geleneğinde her zaman canlı kalmıştı. (Muhammed Esed Tefsiri)
66.
Toplumunun inkarcı kodamanları dediler ki: "Biz seni bir beyinsizliğe[*] düşmüş görüyoruz ve kesinlikle yalancılardan olduğunu düşünüyoruz."
Onu “aklı kıt, aklı az ya da beyinsiz” olarak görüyorlardı; çünkü o, onların kendi geleneksel inançlarını ve tanrılarını bırakıp yalnız Allah’a yönelmelerini umuyor, bekliyordu. Onu “yalancı” olarak da görüyorlardı, çünkü Allah’ın peygamberi olduğunu iddia ediyordu. (Muhammed Esed Tefsiri)
67.
Dedi ki: "Ey kavmim! Bende bir beyinsizlik yoktur. Aksine ben âlemlerin Rabbinden bir elçiyim.
68.
Size Rabbimin mesajlarını iletiyorum, sizin için güvenilir bir öğüt vericiyim.[*]
Aynı ifadeyi Hz. Nuh da kullanmıştır. “Size Rabbimin vahiy ile gelen buyruklarını tebliğ ediyorum” demek, “bu anlattıklarıma kendi düşüncelerimi katmıyorum” demektir. “Ben sizin için güvenilir bir elçiyim” ifadesi bu ayetle beraber Kur’an’da altı kez zikredilmiştir. 26/107’de Hz. Nuh, 125’te Hz. Hud, 143’de Hz. Salih, 162’de Hz. Lût ve 178’de Hz. Şuayip peygamberler kullanmıştır. Demek anlatılanların tek başına doğru olması yetmiyor, anlatanın da doğru ve güvenilir olması gerekiyor. Hz. Muhammed için “emin, güvenilir” vurgusu bu anlamda çok önemlidir. Bugün dünyanın geldiği noktada Kur’an’daki evrensel ahlâkî mesajlara şiddetle ihtiyaç duyulmasına rağmen İslam’ın ilgi görmemesinin temelinde “din adamları” diye adlandırdığımız -genelleme yapmıyorum- kesimin ve takipçilerinin payı var mıdır? Hz. Peygamber'in çağrısının getirdiği ahlakî ve manevî disipline uymak konusunda Müslümanlar olması gereken yerde midir? Yani İslam’ı sözde tebliğ için yola çıkanlar İslam’ın önünde bir model midir yoksa engel mi? Öyle ya, her mümin erişebildiği herkese güvenilirlik vasfıyla inandıklarını tebliğ etmekle yükümlüdür. Bu konuda biraz düşünmemiz gerekmez mi? (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
69.
“Sizi uyarmak için, içinizden biri vasıtasıyla Rabbinizden size bir öğüt / kitap gelmesine şaştınız mı? Düşününüz ki O sizi, Nûh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. O halde Allah`ın nimetlerini hatırlayınız ki kurtuluşa eresiniz.”
70.
Şöyle cevap verdiler: "Bir tek Allaha kulluk edelim de atalarımızın kulluk edegeldiği[*] bütün öteki tanrıları bırakalım diye mi geldin bize? Eğer doğru sözlü biriysen, haydi getir [de görelim] bizi tehdit edip durduğun azabı!"
Âd kavminin tevhidi reddetme sebebi “atalar dinini taklit”tir. İnkarcılar bir hatası olduğunda yani herhangi bir çirkinlik işlediğinde bahane olarak A‘râf 7:28’de belirtildiği gibi “atalarını böyle buldukları”, dahası “Allah’ın böyle emrettiği” yalanına sarılmışlardır. Mekkeli müşrikler işte bu ateşe çağıran hatalı yolu izleyenler olmuştur ancak mesaj onlarla sınırlı değildir. Şeytanın izini takip eden herkesin bu noktada muhatap olduğu unutulmamalıdır. (Mehmet Okuyan Tefsiri)
71.
Hud “Rabbinizden sizin başınıza bir pislik ve azap meydana gelecektir. Allah hakkında güçlü bir delil indirmediği halde, siz ve atalarınızın koydukları isimler hakkında[*] benimle tartışacak mısınız? Bekleyin, bende sizinle birlikte bekleyenlerdenim” dedi.
Hem Kur’an öncesi ve hemde Kur’an’dan sonraki dönemlerde, Allah bildirmediği halde O'na yakın olması gereken varlıklar tespit edilmiş ve onlara isimler verilmiştir. 43 Zuhruf 19'ncu ayette meleklere dişi isimler verilmiş, 53 Necim 23'ncü ayette Lat, Uzza ve Menat putlarının Allah’ın yanındaki şefaatçiler olduğu ve dişi isimler verildiği bildiriliyor. Bugün de Allah’a yakın ve görevli olarak, veliler, azizler, kutuplar, gavslar olduğu ve bunlardan müşahhas isimlerin aramızda dolaştığının iddia edildiğini hepimiz biliyoruz. (İlyas Yorulmaz Tefsiri)
72.
Sonra onu ve onunla birlikte olanları tarafımızdan bir ikram ile kurtardık. Ayetlerimiz karşısında yalana sarılanların da kökünü kuruttuk. Onlar inanıp güvenmiş kimseler değillerdi.
BÖLÜM 10
73.
Semûd kavmine de kardeşleri Salihi gönderdik.[1*] (Salih, onlara) dedi ki: "Ey kavmim, Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka bir ilahınız yoktur. İşte Rabbinizden kesin bir delil: Bu, Allah’ın dişi devesi, sizin için bir mucizedir. Onu bırakın, Allah’ın toprağında otlasın, ona bir kötülük etmeyin. Sonra sizi acı bir azap yakalar[2*].
[1*] Semûd’lu Nebatî (Nabataean) kabilesi, önceki satırlarda sözü geçen ‘Âd kavmi soyundan gelmektedir ve bu yüzden olacak, İslam öncesi Arap şiirinde çoğu zaman kendilerinden “ikinci ‘Âd” olarak söz edilmektedir. Arap kaynakları dışında, “Arap menşeli olmayan bir seri eski kaynak da Semûd isminin ve Semûd toplumunun tarihsel varlığını doğrulamaktadır. M.Ö. 715 yılına ait Sargon kitabesi, Semûd halkından Âsurlular’ın egemenliği altındaki doğu ve orta Arabistan toplumlarından biri olarak söz eder. Keza, Aristo, Ptolemy ve Pliny’nin Thamudaei (Semûdiye) ve Thamudenes (Semûdlular)dan bahsettiğini görüyoruz” (Encyclopaedia of Islam IV, 736). Kur’an’ın anlattığı dönemde, Semûd kavmi Hicaz’ın kuzey ucunda, Suriye sınırına yakın bir yerde meskundular. Onlara atfedilen kaya yazıtlarına Hicr bölgesine dağılmış olarak hâlâ rastlanmaktadır. ‘Âd kavmine mensup Hûd ve 85-93. ayetlerde sözü edilen Şuayb peygamber için olduğu gibi, burada Salih peygamber için de bir mensubiyet belirtmek üzere “kardeşleri” tabiri kullanılıyor.
[2*] Müfessirler, bu dişi devenin mucizevî bir yapıda olduğunu belirten çeşitli menkıbeler anlatmaktadırlar. Bu tür menkıbeleri ne Kur’an, ne de sahih hiçbir Hadis doğrulamadığı için, bunların birtakım duyarlı Müslümanları hayal ürünü düşünce ve anlayışlara sevk eden, ayetteki nâkatullâh (Allah’ın dişi devesi) tabirinden türetildiğine hükmetmemiz gerekir. Oysa Reşid Rıza’nın (Menâr VIII, 502) belirttiği gibi bu tür fantastik düşüncelere yol açan eğer devenin Allah’a izafe edilmesi ise, aslında bu, sadece sözü geçen hayvanın herhangi bir kişiye ait olmadığına ve dolayısıyla bütün bir toplumun onu korumakla yükümlü olduğuna işaret içindir; nitekim, aynı ayette “Allah’ın arzı” şeklinde benzer bir deyim daha vardır ki bu da her şeyin Allah’a ait olduğunu ifade içindir. Hz. Salih’in Kur’an’da muhtelif yerlerde sözü geçen bu sahipsiz hayvana iyi davranılması yönündeki özel ısrarı, müteakip ayetlerin de gösterdiği gibi, zayıf gördüğü herkese, her varlığa karşı kaba ve küstah davranmakta kendilerine gurur payı çıkaran ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak kötülüğü yayan bu kavmin kaba kuvvete dayanan tahakkümüne yönelmiştir. Başka bir ifadeyle, bu savunmasız hayvana karşı seçecekleri davranış tarzı, onların kalplerinin değişmesine bir “işaret” yahut (54:27’de açıklandığı gibi) “onlar için bir imtihan” olacaktı. (Muhammed Esed Tefsiri)
74.
Hatırlayın ki sizi Âd kavminden sonra hükümdâr etti[1*] ve yeryüzüne yerleştirdi, ovalarında köşkler kuruyor, dağlarında, kayaları yontup evler yapıyorsunuz.[2*] Allah’ın nîmetlerini anın ve yeryüzünde bozgunculuk etmeyin."
[1*] Karş. 69. ayetteki paralel ifade -“Nûh kavminin yerine”- ve ilgili not. Semûd soyuna ilişkin bütün tarihî veriler, bu soyun, döneminde, Arap kabilelerinin en güçlülerinden biri olduğunu ortaya koymaktadır.
[2*]Burada, Semûd’luların Kuzey Hicaz’da Hicr dağının batı yamaçlarında kayalara oydukları oldukça yüksek bir uygarlık ve dünyevî kudrete işaret eden ince bir emek ve zevk ürünü mesken ve mezarlara -bir ibret nesnesi olarak- dikkat çekiliyor. Kalıntıları bugün de görülebilir durumda olan birtakım hayvan figürleri ve kitabelerle süslü bu mesken ve mezarlar popüler Arap dilinde bugün Medâin Sâlih (“Salih’in Şehirleri”) olarak isimlendirilmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)
75.
Toplumun güçsüzlere karşı büyüklük taslayan seçkinleri, ezilenler arasındaki inanan kimselere dediler ki: "Siz Salih`in Rabbi tarafından gönderildiğine inanıyor musunuz?" Onlar "Elbette" dediler, "biz onunla gönderilene[*] de iman etmiş kişileriz!"
Hz. Salih’in getirdiği haberin kendi muhtevası, Hz. Salih’in görevi konusunda, ayrıca batınî ya da mucizevî bir “delile” ihtiyaç bırakmaksızın bu mesajın sıhhat ve değerini kabul etmeleri yönünde yeterli göründü onlara. Bu iman ikrarı, ince bir tarzda, Semûd kıssasının sadece tarihî bir olay olarak taşıdığı yüklemi aşan derin bir anlam ifade etmektedir. Bu, dinî bir mesajın ilahî kaynak ve niteliğine inanmakta güçlük çeken şüpheci kimseler için, onların asıl mesajın içsel anlamı ve değerini anlamaya, değerlendirmeye çalışmaları, fakat inanç ve tasdiklerini, gerçekleşmesi nesnel olarak imkansız bir takım zahirî ve mucizevî ispatlara dayandırmamaları yolunda yapılmış bir davet niteliğindedir. Çünkü bir mesaj, sıhhat ve doğruluğunu ancak muhtevasıyla, ifade ettiği anlamla ortaya koyabilir. (Muhammed Esed Tefsiri)
76.
Büyüklük taslayanlar, “Biz de sizin inandığınızı inkâr edenleriz” dediler.
77.
Ve böyle [diyerek] dişi deveyi yatırıp hunharca kestiler,[*] Rablerinin buyruğuna burun kıvırıp sırt çevirdiler. Ve [bununla da kalmayıp]: “Ey Salih,” dediler, “eğer gerçekten Allah’ın elçilerinden biriysen, haydi getir şu bizi korkutup durduğun azabı!”
Akara fiili, boğazlamadan önce kaçmasın diye hayvanın “bacaklarını kırmak, diz eklemlerini kesmek, koparmak” anlamına geliyor. Bu hunhar âdet İslam öncesi Arapları arasında oldukça yaygındı; işte bu yüzden olacak ki ‘akara (bacaklarını kırmak) fiili, zaman içinde, “hunharca boğazlama”nın eş anlamlısı haline gelmiştir. (Râzî, keza bkz. Lane V, 2107 vd.) (Muhammed Esed Tefsiri)
78.
Derken bir deprem ansızın yakalayıverdi onları ve kendi evlerinde cansız seriliverdiler. [*]
Lafzen, “kendi evlerinde yere serilip kaldılar”. Bu cümlenin baş tarafında geçen racfeh terimi, dehşet verici, şiddetli herhangi bir gürültü ya da sallantıyı ifade etmekte olup, her zaman olmasa da, çoğu zaman deprem için (racfetu’l-ard) kullanılır. Burada sözü geçen depremin, Semûd kavminin tarihsel yerleşim yerlerini bir vakit etkisi altına almış olduğu anlaşılan bir volkanik patlamayla birlikte vuku bulmuş olması da mümkündür. Nitekim, böyle bir volkanik patlamaya, kuzey Hicaz’da, özellikle Medâin Sâlih (bkz. 59. not) yöresinde görülen geniş, esmer renkli volkanik araziler (harrah) bugün bile şahitlik etmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)
79.
Salih onlardan uzaklaştı ve şöyle dedi: “Ey halkım! Ben Rabbimin mesajını size tebliğ ettim / bildirdim. İyiliğiniz için çaba gösterdim. Ama siz iyiliğinizi isteyenlerden hoşlanmıyorsunuz.”
80.
Lût’u da elçi gönderdik. Bir gün o, halkına şöyle demişti: “Siz eşcinsel ilişkide[*] mi bulunuyorsunuz? Böyle bir işi sizden önce hiçbir varlık yapmamıştır.
Eşcinsellik diye meal verdiğimiz kelime, fuhuş anlamında olan (el-fahişe = الْفَاحِشَةَ)’dir. Türkçede para karşılığı yapılan cinsel ilişkiye fuhuş dendiği için, yanlış anlamaya yol açmasın diye bu anlam verilmiştir. Kur’an’a göre, erkek erkeğe, kadın kadına ve nikahsız olarak kadınla erkek arasındaki ilişkilere fuhuş denir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
81.
Kadınları bırakıp da, şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Siz gerçekten ölçüyü aşan, sınır tanımayan bir toplumsunuz."
82.
Halkının ona verdiği cevap şundan ibaret oldu: "Çıkarın bu adamları memleketinizden! Çünkü bu beyler pek temiz insanlar!"
83.
Biz de onu ve ailesini kurtardık, hanımı[*] hariç! O geride kalanlardan oldu.
Bkz. 11/81, 21/74, 66/10Hz. Lût’un karısı inkârcıların zulmünü onaylayarak o zalimlerle birlikte hareket ediyordu. O da Hz. Nuh’un karısı gibi kocasına ihanet edenlerdendi. Bu konu Tahrim suresi 66/10. âyetinde şu şekilde anlatılmaktadır: “Allah, inkârcılara, Nuh’un karısı ile Lût’un karısını örnek gösterdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kişinin nikâhları altında bulunuyorlardı. Derken onlara hainlik ettiler de kocaları, Allah’ın azabından hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: “Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin ateşe!” denilir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
84.
Ve üzerlerine bir (taş) yağmur(u) yağdırdık; bak, işte suçluların sonu nasıl oldu!
BÖLÜM 11
85.
Medyene de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik.[*] Kavmine dedi ki "Yalnızca Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka hiçbir ilahınız yok. Rabbinizden açıklayıcı hükümler gelmiştir. Ölçüye ve tartıya uyun, insanlara vermeniz gereken şeyleri eksiltmeyin, düzelmiş ve yolunda giden düzeni bozup karışıklık çıkarmayın. Eğer inanıyorsanız bu şekilde davranmak sizin için daha hayırlıdır.
Hz. Şuayb’ın, Kitâb-ı Mukaddes’de (Çıkış ii, 18) “Allah’a inanan” anlamına Reu-el olarak da sözü geçen, Hz. Musa’nın kayınbabası Jethro olduğu söylenmektedir: Medyen -Kitâb-ı Mukaddes’e göre Midian- bölgesi bu günkü Akabe Körfezi’nin kuzeyinden Sina Yarımadası’nın içlerine ve Ölü Deniz’in doğusunda Moab dağına kadar uzanıyordu, sakinleri ise Arapların Emur (Amorite) koluna mensup kabilelerdi. (Muhammed Esed Tefsiri)
86.
"Ve her yolun başına oturup da tehdid ederek inananları Allâh yolundan çevirmeğe ve o(Hak yolu)nu eğriltmeğe çalışmayın; düşünün siz az idiniz, O sizi çoğalttı ve bakın, bozguncuların sonu nasıl oldu!"
87.
Madem ki aranızda, getirdiğim mesaja inanan bir topluluk yanında inanmayan bir topluluk da var; o hâlde Allah aramızda hüküm verinceye kadar sabredin:[*] Zira O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.
Bu çifte muhataplı ifade, Hz. Şuayb’in mü’min bağlılarına bir teselli tavsiyesi, mesajını inkâr edenlere ise kinayeli bir tehdit içermektedir. Bu ve bundan önceki kıssalarda ilginç olan, inanan kitlenin savunmada kalıp hiç saldırıya geçmemiş olmasıdır. Aksine bir sonraki âyette olduğu gibi, saldırgan taraf hep inkârcılar olmuştur. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
88.
Kavminin ileri gelenlerinden olup iman etmeyi kibirlerine yediremeyenler, "ey Şuayb" dediler; mutlaka seni de, sana inananları da hep berâber ya şehrimizden çıkaracağız, yahut da bizim dinimize dönersiniz. O da dedi ki: Biz istemesek de zorla mı yapacaksınız bunu?
89.
Allah bizi, sizin dini yaşama biçiminizden kurtardıktan sonra tekrar ona dönersek, Allah’a karşı tam bir yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah istemedikçe artık ona dönmemiz olacak şey değildir[*]. Rabbimizin bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah’a güvenip dayandık. Rabbimiz! Bizimle halkımızın arasını hakka uygun bir biçimde aç. Ayırmayı en iyi yapan sensin!”
Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
90.
Şu’ayb’ın kavminden inkâr eden ileri gelenler dediler ki: "(Ey ahali!) Andolsun ki eğer Şu’ayb’a uyarsanız, o takdirde mutlaka siz zarar edenler olursunuz."
91.
Derken, bir deprem onların işini bitirdi: kendi evlerinde cansız olarak yere serilip kaldılar.[*]
Bkz. yukarıda 62. not. Semûd kabilesinin bir vakitler yaşadığı harrah gibi, komşu Medyen (ya da Kitâb-ı Mukaddes’e göre Midian) ülkesi de bu civarda bir volkanik patlama ve deprem olduğunu gösterir çok sayıda izler taşımaktadır. (Muhammed Esed Tefsiri)
92.
Şuayb’ı yalanlayanlar sanki hiç orada yaşamamışlar gibi yok oldular. Şuayb’ı yalanlayanlar, asıl kaybedenler onlar oldular.
93.
Ve (Şuayb) onları ardında bırakırken "Ey kavmim!" diye mırıldanmıştı, "Doğrusu ben size Rabbimin mesajlarını tebliğ etmiştim ve size öğüt vermiştim. Şu halde ben (sizin gibi) nankör bir kavim için nasıl gam çekeyim!?"[*]
Buradaki “nankörlük”, içerisinde ısrarlı inkârı barındıran bir nankörlüktür. Bu ifade, kavmi topluca helâk olan bir rasulün iç dünyasını ele vermesi açısından hayli anlamlıdır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 12
94.
Hangi kente bir nebiyi elçi olarak göndersek, oranın halkını mutlaka maddi sıkıntılara ve bedensel sıkıntılara sokmuşuzdur ki bize yalvarıp yakarsınlar.[*]
Yüce Allah, iş olsun diye, kullarının canlarını, bedenlerini, rızıklarını ve mallarını boşu boşuna sıkıntıya sokmaz.
Putperest mitolojilerde boş işlerle uğraşan kindar ilâhlar gibi, kendi kinini dindirmek, öfkesini indirmek için onları
cezalandırmaz! Allah bu tür işleri yapmaktan tamamen uzak ve münezzehtir. Allah Teala sadece peygamberlerini yalanlayanları sıkıntılarla ve belâlarla cezalandırır. Çünkü zorluklarla deneme ve sınamanın tabiatı; henüz iyi tarafları bulunan, hayır ümidi olan fıtratı uyarmak, birtakım iyilik kalıntılarını içinde taşıyan, fakat aradan geçen uzun zaman nedeniyle üzeri küllenen kalpleri inceltmek, yumuşatın ak, zayıf olan insanları güçlü olan yaratıcısına yöneltmek, içtenlikle O'na yalvarmalarını sağlamak, merhametini ve bağışlamasını dilemelerini temin etmektir. İnsanlar bu niyazları ve yakarışları ile Allah'a taptıklarını ilân etmiş olurlar. Allah'a ibadet ise insanın varlığının amacıdır. Yoksa yüce Allah'ın ne insanların kendisine yalvarmalarına ne de O'na kulluk yaptıklarını ilân etmelerine ihtiyacı vardır! "Ben cinleri ve insanları sırf bana ibadet etsinler diye yarattım. Onların hiçbirisinden bir rızık istemem ve doyurmalarını da arzu etmem. Muhakkak ki, Allah bol bol rızık verendir ve sağlam kuvvet sahibidir." (Zariyat: 56-
58) Kutsi bir hadiste belirtildiği gibi, şayet bütün insanlar ve cinler tek bir yürek halinde birleşip Allah'a ibadet etseler Allah'ın mülkünde (hakimiyet ve otoritesinde) hiçbir şeyi arttırmış olmazlar. Yine şayet bütün insanlar ve cinler bir bütün olarak yüce Allah'a karşı gelseler de Allah'ın mülkünden hiçbir şeyi eksiltemezler... Şu kadar var ki, kulların Allah'a yönelmeleri, O'na niyazda bulunmaları, Allah'a kulluk yaptıklarını ilân etmeleri kendileri için, hayatları ve yaşayışları için yararlıdır. İnsanlar ne zaman Allah'ın kulu olduklarını ilân ederlerse, O'nun dışındakilere kulluk yapmaktan kurtulurlar. Surenin baş taraflarında belirtildiği gibi kendilerini saptırmak isteyen şeytana kulluk yapmaktan kurtulurlar. İhtiraslarının ve arzularının baskısından kurtulur özgürlüğe kavuşurlar. Kendileri gibi kullara kulluk yapmaktan kurtulurlar. Bundan böyle şeytanın izlerini sürmekten, onu adım adım takip etmekten haya ederler. Dara düştüklerinde kendisine yöneldikleri ve kendisine niyazda bulundukları Allah'ı herhangi bir hareket veya niyet ile öfkelendirmekten çekinirler. Kendilerini özgür kılacak, arındıracak ve tertemiz hale getirecek, kendilerini heva ve hevese kulluk yapmak, kullara kulluk etmek düzeyinden daha yüksek bir konuma getirecek dosdoğru yola sokarlar. Ondan sapmazlar!
İşte bu nedenle ilâhi irade, kendilerine bir peygamber gönderildiği halde onu yalanlayan her ülke ahalisini, canları ve ruhları ile sıkıntılara, bedenleri ve malları ile zorluklara düşürmeye hükmetmiştir. Böyle acılarla onların kalplerini diriltmeyi dilemiştir... Şüphesiz ki, acı en güzel eğiticidir. Bu öyle güzel bir hayır kaynağıdır ki, potansiyel enerji halindeki iyilik kaynaklarının kaynamasına neden olur. Diri olan vicdanlarda duyarlılığı bileyen ve keskinleştiren bir berekettir. Rahmetin gölgelerine yönelik bir berekettir. Bu rahmet ise, üzüntü ve kederle yoğrulmuş güçsüz insanların üzerine darlık ve sıkıntı anlarında rahat ve afiyet dolu, tatlı ve hafif meltemleri estirir.. "Ola ki, yalvarırlar..." (Seyyid Kutub Tefsiri)
95.
Sonra o kötü durumları değiştirip güzellikleri yayarız. Zamanla ahali çoğalıp “Vaktiyle atalarımız gâh üzülmüş, gâh sevinmişlerdi” derler fakat olaylardan ibret alıp şükretmezler. Derken, o bilinçsiz halleriyle, hiç hatırlarından geçmezken, ansızın onları kıskıvrak yakalarız.[*]
Birden şiddetin yerini rahat, zorluğun yerini kolaylık, kıtlığın yerini nimet, sıkıntının yerini huzur, kısırlığın yerini nesil, kıtlığın yerini bolluk, korkunun yerin güven alıverir. Bir de bakarsınız ki, ortalığı eğlence, rahat, yumuşaklık, nimetler, bolluk ve bereket alıp yürümüştür... Ne var ki, bunların hepsi, aslında birer deneme ve birer imtihandır...
Sıkıntılarla denenmeye karşı insanların çoğu dayanır ve sabreder. İnsanların çoğu sıkıntıların zorluklarına katlanırlar. Çünkü sıkıntı direnme güçlerini de harekete geçirir. Eğer sıkıntı ile imtihan edilen kişide hayır varsa, bu imtihan ona Allah'ı hatırlatabilir, O'na yönelmesini, O'nun huzurunda niyazda bulunmasını, O'nun gölgesinde huzura kavuşmasını, O'nun himayesinde bir enginliğe kavuşmasını, O'nun vereceği ferahlığa umut bağlamasını ve vaadini, sözcüğünü bir müjde kabul etmesini sağlayabilir. Bolluk ile denenmeye gelince, bu konuda dayanabilen, sabreden insanlar çok azdır. Bolluk insana her şeyi unutturur. Eğlence insanı aldatır. Servet insanlığı azgınlığa götürür. Allah'ın pek az kulları dışında kimse bolluk ile imtihandan başarı ile çıkamaz.
"Atalarımız da hem sıkıntılı hem de sevinçli günler geçirmişlerdi, dediler... Yani biz sıkıntılı günlerimizi geçirdik. Şimdi artık sevinçli, bolluk günlerimize sıra geldi! İşte görüyorsunuz, ya her şey sonuçsuz bir şekilde geçip gidiyor. Bizim durumumuz da böylece şuursuzca ve başıboş bir biçimde sürüp gidecektir!
İşte o zaman... Sürmekte olan gaflet anında, unutkanlık, eğlence ve azgınlığın bir ürünü ve yürürlükteki yasanın gereği olarak akıbetleri geliveriyor: "Bunun üzerine onları hiç ummadıkları bir sırada ansızın yakalayıverdik." Unutmalarının, gurura kapılmalarının, Allah'tan uzaklaşmalarının, şehvetlerinin, ihtiraslarının iplerini serbest bırakmalarının, yaptıklarından hiç sıkılmamalarının Allah korkusunun hiç akıllarına gelmemiş olmasının cezası olarak akıbetleri geliveriyor.
İşte bu şekilde Allah'ın yasası, insanlara yönelik iradesine uygun biçimde gerçekleşmeye devam edecek, yine bu şekilde insanın Allah'ın yasası ve iradesi çerçevesinde gerçekleşen iradesi ve eylemiyle insanlık tarihinin yönü ve hareketi belirlenecektir. İşte bu şekilde Kur'an-ı Kerim insanlara yasayı açıklıyor ve onları fitneden sakındırıyor. Sıkıntılar ve bolluklarla denenme ve imtihan edilme fitnesinden... İnsanların aşırı düşkünlük duygularını ve uyanıklığını sağlayan etkenlere dikkat çekiyor. Yönelişlerine ve davranışlarına gerçek anlamda denk bir cezayı içeren değişmez sonuçtan sakınmalarını istiyor. Buna rağmen kim gafletten uyanmaz, kendisini sakındırmaz ve Allah'tan korkmazsa, kendi kendisine zulmetmiş olur. Asla değiştirilmesi mümkün olmayan Allah'ın cezasına kendisini çarptırmış olur. Ve hiç kimseye asla zulmedilmez. (Seyyid Kutub Tefsiri)
96.
Eğer beldelerin halkı iman edip, takva[1*] sahibi olsalardı, muhakkak üzerlerine göğün ve yerin bereketini açardık.[2*] Ancak onlar yalanladılar, Biz de yaptıklarına karşılık onları kıskıvrak yakaladık.
[1*] Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
***
[2*] İşte bu, Allah'ın yürürlükteki değişmez yasalarının (sünnetullahın) öbür yüzüdür. Şayet o memleketlerin halkları yalanlama yerine iman etselerdi, şımarma yerine Allah'tan korksalardı, yüce Allah da onlara yerin ve göğün bereket kapılarını açardı... İşte böyle... "Yerin ve göğün bereketlerini" sonsuz ve hesapsız bir şekilde, üstlerinden ve altlarından sunarak, onları bereketlere boğardık. Kur'an-ın ifadesi burada genelliği ve kapsamlılığı açısından engin bir feyzin ışıklarını saçıyor. Öyle ki bu bereketleri insanların alışageldikleri rızıklar ve gıda maddeleri ile sınırlandırmak hiç de mümkün değildir.
Bu ayeti kerime ile ondan önceki ayeti kerime, hem akidenin (inanç sisteminin) gerçeklerinden, hem de insan hayatının ve evrenin gerçeklerinden biriyle bizi yüzyüze getiriyor. İnsanlık tarihinde fonksiyoner bir rol oynayan etkenlerden birini gözlerimizin önüne getiriyor. Ne var ki, pozitivist (rasyonel) ekollerin hepsi, bu gerçekten habersiz tam anlamıyla gaflet içinde bulunmakta hatta onu bütünüyle reddetmektedirler! ..
Hiç şüphesiz Allah'a iman ve Allah'tan korkma inancı, hayatın realitesinden ve insanlık tarihinin çizgisinden kopuk bir mesele değildir. Allah'a iman ve Allah'tan korkma, Allah'ın vaadine bağlı olarak insanı yerin ve göğün bereket kapılarının kendisine açılması için yeterli bir ehliyete kavuşturur. Ve hiç şüphesiz Allah kadar sözüne bağlı kimse yoktur! (Seyyid Kutub Tefsiri)
97.
O kentlerin halkı, uyudukları bir sırada, şiddetimizin bir gece kendilerine gelmeyeceğinden emin mi idiler?
98.
Yoksa o kentler halkının, bir kuşluk vakti oynayıp eğlenirken, azabımızın yakalarına yapışmayacağına ilişkin bir garantileri mi vardı?
99.
Peki ya şimdikiler Allah’ın planına karşı güvende midirler? Kaybeden topluluklar dışında hiç kimse Allah’ın planına karşı kendini güvende göremez.
BÖLÜM 13
100.
Eski sahiplerinden sonra o yere mirasçı olanları şu da mı yola getirmez? Gerekli görürsek günahları yüzünden onları da sıkıntıya sokarız. Kalpleri üzerinde yeni bir yapı oluştururuz da artık bir şey dinlemez olurlar.
101.
İşte bunlar, sana bir kısım haberlerini tam olarak anlattığımız kentlerdir. Kendilerine gönderilen elçiler açık belgeler getirdiler ama onlar önceden yalanlamış olmaları sebebiyle inanmaya yanaşmadılar. Allah, görmezlikte direnenlerin kalplerindeki yeni yapıyı işte böyle oluşturur.
102.
Onların çoğunda, sözünde durma[*] diye bir şey bulamadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk.
İman etme, sadece bir sözleşme tazelemedir. Asıl sözleşme fıtrat sözleşmesidir ki bu insanın saf doğası, bozulmamış karakteridir. İnsan kendi saf doğasına ihanet etmeden inkârda ısrar edemez. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
103.
Sonra onların arkasından Musa’yı mucizelerimizle Firavun’a ve topluluğuna gönderdik. Tuttular o mucizeleri inkâr ettiler. Ettiler de bak, o bozguncuların âkıbetleri nasıl oldu![*]
Kur’an’da Musa ve İsrâiloğulları kıssası, Mekkî ve Medenî bir çok sûrede farklı vurgular ve bölümlerle aktarılmıştır. Mekke’de inen bu âyetlerin içeriğiyle, Medine’de inen aynı konudaki âyetleri karşılaştırdığımızda, şu sonuç çıkar: ‘Hz. Musa’nın Mekke’si’ diyebileceğimiz büyük göç öncesi dönem, Hz. Muhammed’in Mekke’sinde ele alınır. Her elçinin Mekke’si birbirine benzer. Dolayısıyla Allah Rasûlü ve ona inananlar, tarihin bu yasasıyla teselli edilir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
104.
Mûsâ dedi ki: "Ey Firavun,ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim."[*]
Fakat Firavun ve kurmayları bu önemli ciddi çağrıya teslim olmak isterler mi? Alemlerin Rabbinin ilâhlığına teslim olmayı arzu ederler mi? Teslim oldukları zaman Firavun'un tahtı, tacı, hakimiyeti ve idare mekanizması hangi temele dayanarak ayakta duracaktı? Firavun'un kavminden seçilen kurmaylar ve onlara onun tarafından verilen makam ve mevkiler neye dayanacaktı? Onun tayini ve idaresi ile işleyen sistemin temeli neye dayandırılacaktı?
Allah, `Alemlerin Rabbi' olduğunda bunların hepsi hangi esasa dayandırılarak ayakta durdurabilecekti?
Allah'ın kendisi "Alemlerin Rabbi" ise, bu durumda hakimiyet ve egemenlik ancak Allah'ın şeriatını olabilirdi. Allah'ın emirleri dışında başka emirlere itaat edilemezdi. O zaman Firavun'un şeriatı, yasası (hukuku) ve hakimiyeti nereye gidecekti? Çünkü Firavun Allah'ın şeriatına dayanmıyordu ve O'nun emrine sırtını dayamamıştı... Eğer insanların ilâhı Allah olursa, hükmüne, şeriatına ve emirlerine bağlı kalacakları bir başka "Rabbleri, ilâhları" olamazdı.
İnsanların ilâhı ancak Firavun olduğu zaman, Firavun'un yasalarına ve emirlerine boyun eğebilirlerdi. Buna göre emirleri ve yasaları ile insanların hayatına hükmedenler aynı zamanda onların ilâhlarıdır. Bu adam kim olursa olsun, insanlar onun dininden olurlar!
Hayır! Zorba idareciler böyle kısa yoldan teslim olmazlar. Bu kadar kolay bir şekilde kendi hükümlerinin, hakimiyetlerin temelsiz, otoritelerinin gayri meşru olduğunu kabul etmezler! (Seyyid Kutub Tefsiri)
105.
Görevim, Allah hakkında sadece gerçeği söylemektir. Rabbinizden / Sahibinizden size açık bir belge de getirdim. İsrailoğullarını benimle beraber gönder.”[*]
Hz. Yusuf Mısır’da bakan olunca, babası Hz. Yakup ve oğulları (İsrailoğulları) Filistin’den çıkıp Mısır’a yerleşmişlerdi. Daha sonraki zamanlarda, Mısır Firavunları İsrailoğullarını esir gibi ağır işlerde kullanmaya başlamıştı. Hz. Musa da onları hem İslam’la şereflendirmek hem de Firavunların esaretinden kurtarıp, atalarının vatanı olan Filistin’e yerleştirmek istemişti. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
106.
Firavun: "Mademki sen mucizelerle birlikte geldin, eğer doğru söylüyorsan onu bize göster bakalım" dedi.
107.
Musa asasını yere atınca, asa birden bire açık bir şekilde yılan oldu.
108.
Ve elini (koynuna sokup) çıkardı ki, bir de ne görsünler o, bakan kimseler için parlak ve ışık saçıyordu![*]
Bu parlaklık, Eski Ahid’de (Çıkış 4:6) yazıldığı gibi “kar gibi bir cüzam” değil, mucizevî bir parlaklıktı. “Cüzzam beyazlığı” yorumu, Yahudileşen İsrâiloğullarının mucizevî işaretlere zorlama akılcı yorumlar getirme gayretinin bir sonucu olsa gerek. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 14
109.
Firavun’un topluluğundan olan önde gelenler “Bu bilgin bir sihirbaz.
110.
Sizi ülkenizden çıkarmak istiyor.” (Firavun dedi ki) Peki ne emredersiniz?”[*]
"Sizi yerinizden, yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Şu halde ne emredersiniz?" dediler. Şuarâ Sûresi'nde bu "ne emredersiniz" sözünü Firavun'un söylediği ifade buyuruluyor. Demek ki, onun danışma meclisi, onun görüş ve tekliflerini tasdik edip destekleyerek gereğini müzakereye sunduklarından dolayı bu söz yalnızca başkanın sözü değil, aynı zamanda cemiyetin sözü olmuştur. Burada "siz ne düşünüyor, ne diyorsunuz, ne teklif ediyorsunuz?" yerine "ne emredersiniz?" denilmiş olması, çok dikkat çekicidir. Dış görünüşüyle bu deyim, Firavun hükümetinin yönetim ve işleri yürütme yetkisinin bu danışma meclisinin elinde bulunduğunu gösterir. "O sizi yerinizden çıkarmak istiyor." cümlesi de bu danışma meclisinin tamamen Mısır'ın yerli halkından meydana gelmiş bir heyet olduğunu akla getirir. Ebussuûd tefsirinden anlaşıldığına göre; bazı tefsir âlimleri, meselenin halk oyuna sunulduğunu ve hitabın bütün Mısır halkına yapıldığını bile öne sürmüşlerdir. Yani bu "Siz ne emredersiniz?" hitabının danışma meclisi tarafından Mısır halkına söylendiğini beyan etmişlerdir. Buna verilen "Onu ve kardeşini beklet." cevabı bizzat Firavun'a hitap olarak gösterilmiştir. Bu ise muhatapların doğrudan doğruya Firavun ile konuşabilir bir mevkide bulunan kimseler olduğunu açıkça anlattığından âyetin zahirine göre, meselenin kamuoyuna sunulmuş olduğu sabit değil ise de her halde Mısırlılar'dan meydana gelen bir cemiyetin veya heyetin istişaresine sunulduğu ve bunlara da: "Siz ne emredersiniz?" denildiği kesindir. Böyle demek ise o cemiyetin Firavun hükümetinde karar yetkisine sahip olduğunu itiraf etmek demektir. Bu da "Ben sizin en yüce Rabbinizim." (Nâziât, 79/24) demekte olan Firavun'un güttüğü dava açısından en büyük bir çelişkidir. Demek oluyor ki Firavun, önemli bir olayın sıkıntısı altında kalınca tanrılık davasını geçici olarak da olsa bir tarafa bırakıp, kulları saydığı adamlarından ve memurlarından meydana gelen topluluğa veya kendi halkına karşı "ne emrediyorsunuz?" diyerek, emir sizindir, siz benim amirim veya efendimsiniz dercesine sahte ve riyakârca bir tabasbus tavrı takınarak, sanki tehlike kendisiyle ilgili değilmiş de halkla ilgiliymiş ve bundan dolayı da söz sahibi onlarmış gibi göstermiştir ki, bunda Firavun sihirbazlığının önemli bir misali vardır. Hz. Musa'dan "Eğer doğrulardan isen haydi getir bakalım onu!" diye mucize talep ettiğine göre, anlaşılıyor ki Firavun daha önce sadık peygamberlerin gelmiş ve hepsinin de mucizeler getirmiş olduğuna vakıftır.
Şu halde demek ki, göz önünde olup biten asâ ve "beyaz el" mucizelerinin de gerçekten birer mucizeden başka bir şey olamıyacağını anlamamış değildir. Fakat hakikatın kabulünü kendi düşüncesine ve özellikle siyasi çıkarlarına aykırı görmüş ve bir de zamanında sihir ve hokkabazlık gibi tezvir ve gözboyama sanatlarının çok yaygın olması dolayısıyla kendi emrinde yanıltılmaya müsait bir sürü halk bulunduğundan halkın siyasi çıkarlarına ve vatanseverlik duygularına ve damarlarına basarak Hz. Musa'yı bütün Mısırlılar'ı vatanlarından sürüp çıkarmak isteyen gizli bir düşman gibi göstermiş ve onun böyle bir art düşüncesi varmış da gizliyormuş gibi tanıtmaya çalışmıştır. Böylece Hz. Musa'nın hak davasını sihir, kendi çarpık görüşlerini de gerçekmiş gibi satmak istemiş ve bu meseleyi şûrânın müzakeresine o şekilde sunmuştur. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
111.
Dediler ki: "Onu ve kardeşini beklet, şehirlere toplayıcılar gönder.
112.
Bütün usta sihirbazları sana getirsinler.”
113.
Sihirbazlar Firavun'a geldiler, “Eğer üstün gelen biz olursak, bize kesin bir ödül var mı?” dediler.
114.
Firavun: “Elbette” diye karşılık verdi. “Üstelik o zaman benim en yakınlarımdan olacaksınız.”
115.
Sihirbazlar, Musa'ya: "Ey Musa! Önce sen mi hünerini ortaya koyacaksın, yoksa biz mi?" dediler.
116.
"Siz sergileyin" dedi. Hünerlerini ortaya atınca, halkın gözlerini büyülediler, onları dehşete düşürdüler. Çok büyük bir büyü sergilediler.[*]
Rivayet olunduğuna göre, iri iri halatları, uzun uzun sırıkları ve sopaları ortaya atıp bütün vadiyi sanki birbirine binmiş yılanlarla doluymuş gibi müthiş bir manzara içinde gösterdiler. Denilmiş ki, bunun sırrı civa idi. Ağaçtan ve deriden yapılmış bir takım iplerin ve sopaların içlerine özel olarak doldurulmuş civa, yerin ve güneşin ısısıyla ısındıkça bunlar oynayıp kıvrılarak hareket ediyorlar ve ortada korkunç birçok yılan dolaşıyormuş manzarası arz eyliyorlardı. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
117.
Biz de Musa'ya "Sen de asânı bırakıver" diye vahyettik. Birdenbire asâ, onların bütün uydurduklarını yakalayıp yutuverdi.
118.
Böylece (Musa ile ilgili) bütün gerçek ortaya çıktı. Sihirbazların yaptıkları da boş çıktı.
119.
Orada yenildiler ve küçük düştüler.
120.
Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar.
121.
"Tüm varlıkların Rabbine inandık" dediler.
122.
"Musa’nın ve Harun’un Rabbine!”[*]
Âlimler demişlerdir ki, bu âyet ilmin fazileti hakkında en büyük delillerdendir. Çünkü diğerleri bilgisizliklerinden dolayı "Bu bir sihirdir." denilince şüpheye düştüler, halbuki bu sihirbazlar sihrin sınırını ve ne demek olduğunu bilmeleri ve konuya vakıf bulunmaları sayesinde Hz. Musa'nın asâsı ile meydana gelen olayın sihirden bambaşka birşey olduğunu, bunun göz boyacılığı ve insan gücüyle olabilecek bir şey olmadığını hemen anlayıp, bunun ilâhî bir mucize olması lazım geldiğini anında farkettiler. Eğer bu hususta bilgileri ve maharetleri olmasaydı ve sihrin özüne hakkiyle vakıf olmasalardı, o zaman kendi kendilerine "Belki bu bizden daha iyi biliyormuş, onun için bizim bilmediğimiz ve yapamayacağımız bir sihir yapmıştır." diyebilirlerdi. Fakat böyle demediler ve bu hususta hiç şüphe ve tereddüde düşmediler ve kendilerini tutamayarak derhal küfürden imana geçtiler. Şu halde sihir ilminde bile ihtisas bu kadar faydalı sonuçlar verirse, Hakk'ın birliği itikadında ve tevhid inancında ihtisas, insanlığın gelişmesine ne kadar yüksek faydalar sağlar bir düşünmeli. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
123.
Firavun: "Demek siz ben izin vermeden ona inandınız ha?" dedi; "İyi dinleyin: Bu sizin kurduğunuz haince bir tuzaktır! (Üstelik bana ait) şehirde... Hem de şehrin ahalisini oradan çıkarmak için... Fakat yakında gününüzü göreceksiniz![*]
Bu şekilde küçük düşen Firavun, davet ettiği ve pek mühim menfaatler vaad eylediği sihirbazların bu kadar kalabalık halk önünde Hz. Musa'nın peygamberliğini tasdik edivermelerini görünce, bunun kamuoyunda Hz. Musa lehine çok güçlü bir delil kabul edileceğinden korktuğu için buna bir çare düşünmek ve bir şeytanlık yapmak istedi ve derhal halkın zihnine bazı şüpheler sokarak fikirlerini bulandırmak için sihirbazları azarlayıp tehdit etti. Dedi ki "ben size izin vermeden önce ona iman ettiniz öyle mi?" Vicdanlara baskı yapmak isteyen ve fakat kalblerin iman ve kanaatinin kendi hakimiyetinin sınırı dışında kaldığını gören Firavun hâlâ hakkı kabul edip ona teslim olmuyor, sihir meselesini çözmek için yetki ve ihtısaslarını beğenip takdir ederek topladığı ve böylece bir bilirkişi heyeti gibi başvurduğu sihirbazların kanaatleri kendisi için ölçü olması gerekirken, bu konuda kendisinin onlara uyması gerekeceğini hesaba katmıyor ve aslında onların iman etmelerine değil de bu işi kendisinden izin almadan yapmalarına karşı çıkıyormuş ve hakka iman etmek onun iznine bağlıymış gibi göstererek, iman için kendisinden izin alınmamış olmasını töhmet ve suç sebebi sayıyor. Ve böylece bütün meseleyi hükümdarlık şeref ve haysiyetinin ihlâl edilmesi ve şahsî gururunun çiğnenmesi noktasına toplayıp demiş oluyor ki: "Eğer siz iyi niyetle hareket etmiş olsaydınız, benim tarafımdan davet edilmiş olmanız bakımından kanaatinizin sonucunu önce bana arzetmiş olmanız ve bunun ilanı için benden izin almanız gerekmez miydi? Halbuki siz benim iznim ve iradem olmadan birdenbire ona iman ediverdiniz. Şüphesiz ki, bu bir hiledir, bir oyundur. Öyle bir hiledir ki, siz bunu şehirde kurdunuz. Yani müsabaka meydanına çıkmadan önce Musa ile şehirde bir araya gelip kararlaştırdınız ki, asıl halkını Mısır'dan çıkarasınız diye bunu yaptınız." (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
124.
Ellerinizi ve ayaklarınızı mutlaka çaprazlama keseceğim. Sonra hepinizi asacağım."
125.
Onlar şöyle cevap verdi: "(İyi ya), biz de Rabbimize kavuşmuş oluruz.
126.
"Sen bizden, sırf Rabbimizin ayetleri bize gelince, onlara iman ettiğimizden ötürü intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Canımızı müslümanlar olarak al."
BÖLÜM 15
127.
Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: "Sen (sihirbazları cezalandıracaksın da) Mûsâ’yı ve kavmini, bu ülkede fesat çıkarsınlar, seni ve ilâhlarını terk etsinler diye bırakacak mısın?" Firavun, "Biz onların oğullarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Biz onların üzerinde ezici bir güce sahibiz?" dedi.
128.
Musa halkına şöyle dedi: “Siz yardımı Allah’tan isteyin ve sabredin / duruşunuzu bozmayın. Bu topraklar Allah’ındır. Kulları içinden uygun gördüğünü buraya mirasçı kılar. Mutlu son, müttakilerin / yanlışlardan sakınanlarındır.”[*]
(İşte bu "peygamberin" ilâhlık gerçeğine ilişkin bakış açısıdır. Ve bu gerçeğin onun kalbinde parlamasıdır. Evren gerçeğinin ve evrende işleyen güçlerin gerçeğine bakış açısıdır. İlâhi yasaların (sünnetullah) gerçeğine ve direnen, sabreden insanların bu yasaya nasıl baktığını ortaya koymaktadır.
Hiç şüphesiz ki, alemlerin Rabbine çağıran dava erlerinin bir tek sığınağı vardır, bu gerçekten güvenli ve sağlam bir sığınaktır. Bir tek dostları vardır. Bu dost gerçekten dayanıklı ve kuvvetlidir. Dava erlerinin Allah'ın hikmeti ve ilmiyle belirlediği zamana, dostun zafere, desteğe izin verdiği ana kadar sabretmeleri, direnmeleri gerekir. Acele etmemeleri lazımdır. Çünkü onlar gaybı göremezler ve kendileri için neyin daha iyi olduğunu bilemezler.
Kuşkusuz yeryüzü Allah'ındır. Firavun da soydaşları da geçici birer konuktan başka bir şey değillerdir. Allah yeryüzünü, yasasına ve hikmetine uygun biçimde, dilediği kullarının emrine verir. Alemlerin Rabbine davet edenler eşyanın, olayların dış yüzeylerine takılmasınlar. Zorbaların, azgınların yeryüzüne sağlam biçimde yerleştiklerini, orada sökülüp atılmayacaklarını sanmasınlar. Çünkü onları yeryüzünden söküp atmaya karar verecek olan yeryüzünün sahibi ve maliki olan Allah'tır.
Hiç şüphesiz eninde sonunda zafer takva sahiplerinindir. Zaman uzasın, kısalsın farketmez... Öyleyse alemlerin Rabbine çağıran davetçilerin kalplerine işin sonuna ilişkin hiçbir endişe gelmemelidir. Kâfirlerin yeryüzünde sürekli kalacaklarını, orada diledikleri gibi iş yapacaklarını asla düşünmemelidirler... (Seyyid Kutub Tefsiri)
129.
[Fakat İsrailoğulları:] “Biz, sen gelmeden önce de çok eziyet çektik, geldikten sonra da!”[1*] dediler. [Musa cevaben]: “Belki de, Rabbiniz düşmanınızı yok edip yeryüzüne sizi varis kılacak: Ve sonra sizin nasıl (ve neler) yaptığınıza bakacak!”[2*]
[1*] Yukarıdaki anlatımın gelişi içinde bu ifade, İsrailoğulları arasındaki, Kur’an’ın sık sık suçlayarak dile getirdiği iman zayıflığına, bu konudaki isteksizliğe, kararsızlığa dair ilk îma durumunda. Zaten bunun için olacak ki, Hz. Musa kıssası da, burada, ve 138-140, 148 vd. ayetlerde, toplumları tarafından iyi karşılanmayan önceki diğer peygamberlerin kıssaları arasına alınmıştır.
[2*] Yani, “Eylemlerinize bakarak sizi yargılayacak”. İsrailoğulları’nın, 137. ayette görüleceği üzere, daha sonra gösterecekleri “darlıkta sabır”la ilgili atıftan da anlaşılacağı gibi, öyle görünüyor ki, Hz. Musa’nın onlara verdiği bu ümit ya da yüreklendirme, onların moral olarak güçlenmelerine yardım etmiştir. Ancak, Hz. Musa’nın “ve sonra sizin nasıl yaptığınıza bakacaktır” sözleri, yine de açık bir uyarıyı dile getirmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)
BÖLÜM 16
130.
Biz Firavun hanedanı düşünüp ibret alsınlar diye, senelerce onları kuraklık, kıtlık ve ürün azlığı ile cezalandırdık.[*]
İşte burada Kur'an'ın anlatım üslûbu Hz. Musa ve kendisiyle birlikte olanları orada bırakıyor ve sahnenin perdelerini kapatıyor. Öbür taraftan altıncı sahnenin perdeleri açılıyor. Bu Firavun ve ailesinin yer aldığı sahnedir. Bu sahnede yüce Allah onları zulümlerinin ve zorbalıklarının karşılığında cezalandırıyor. Hz. Musa'nın kavmine sözünü verdiği olay gerçekleşiyor. Rabbi hakkındaki düşüncesi gerçekleşiyor. Surenin havasını etkileyen ve kıssanın tümü onu doğrulamak amacıyla anlatılan uyarıcı olayı tasdik ediyor.
Sahne yumuşak bir halde meseleye giriyor. Fakat yavaş yavaş hızlanan hava zamanla fırtınaya dönüyor. Perdenin indirilişine kısa bir zaman kala fırtına kopuyor. Her şeyi yerle bir ediyor. Her şeyi darmadağın ediyor. Böylece, yeryüzü zorbalardan ve zorbaların yardakçılarından temizleniyor. Olayların seyrinden anlıyoruz ki, İsrailoğulları sabrettiler, direndiler ve güzel sabırlarının mükâfatına kavuştular. Firavun ve ailesi ise kötülük yaptılar.
Kötülüklerinin cezası olarak yok edildiler. Allah'ın hem ceza hem mükâfata ilişkin sözü gerçekleşti. Yüce Allah'ın yalanlayıcıları önce sıkıntı ve bollukla denedikten sonra yok etmesine ilişkin yasası gerçekleşti. (Seyyid Kutub Tefsiri)
131.
Onlara bir iyilik gelince hakkımızdı bu zâten derler, bir kötülük geldi mi Mûsâ’nın ve onunla berâber bulunanların uğursuzluğuna verirlerdi. İyice bil ki uğradıkları uğursuzluk, Allah’tandı, fakat çoğu bilmezdi bunu.[*]
İnsanın fıtratı Allah'a imandan saptığında yüce Allah'ın bu evrende işleyen yüce elini göremez. Eşyayı ve olayları yaratan ilâhi kaderi farkedemez. İşte bu esnada fıtrat evrenin pratikte uygulanan değişmez yasalarını kavrayamaz ve onları algılayamaz. Dolayısıyla olayları birbirinden ayrı ve kopuk bir biçimde açıklamaya, yorumlamaya kalkar. Aralarında hiçbir bağ, hiçbir kural, hiçbir ilişki bulunmadığını iddia eder. Birbirinden ayrı, eğri-büğrü yollara dalarak saçma yaklaşımlarda bulunur. Hiçbir kurala bağlı kalmaz. Ve hiçbir düzene uygun biçimde bir bütünlüğe ulaşamaz. Bu durumda o insan ürünlerin ve gelirlerin azalması halinde "Bilimsel Sosyalizm Kuramı"nın teorisyenlerinden olan Kruchev (Kruşcef)'in "Tabiat bizimle çatışıyor!" görüşüne paralel düşer! Bu sözde "bilimsellik" yolunun temsilcileri gibi bu tür olayları o şekilde yorumlar, Allah'ın kaderini reddeder... Bunların arasında "Allah'ın Gaybı"nı ve "Allah'ın Kaderini" reddettiği, Allah'a imanın ilkelerini kabule yanaşmadığı halde, "Müslüman" olduklarını ileri sürenler de vardır!
İşte Firavun ve hanedanı olayları bu şekilde değerlendiriyorlardı: Elde ettikleri güzel şeyler kendi güzel paylarındandı! Ve onlar bunu haketmişlerdi. Onların başlarına gelen kötü şeyler ise, Hz. Musa'nın ve O'nunla beraber olanların uğursuzluklarından, onların başlarının altından çıkıyordu! (Seyyid Kutub Tefsiri)
132.
Ve dediler ki: "bizi büyülemek için ne kadar mu’cize getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz!"
133.
Bunun üzerine onlara su baskınını, çekirge, kımıl zararlısı[1*], kurbağa ve kan afetini[2*], ayrı ayrı mucizeler olarak gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve suçlular topluluğu haline geldiler.
[1*] Yarım kanatlılardan, sap, çiçek, yaprak ve başakları emerek veya yiyerek ekin hastalığına yol açan, vücudu kalkana benzeyen zararlı bir böcek.
[2*] Kan afetinin ayrıntıları Tevrat’ta anlatılmaktadır: "Sonra RAB Musa'ya şöyle buyurdu: “Harun'a de ki, ‘Değneğini al ve elini Mısır'ın suları üzerine –ırmakları, kanalları, havuzları, bütün su birikintileri üzerine– uzat, hepsi kana dönsün. Bütün Mısır'da tahta ve taş kaplardaki sular bile kana dönecek.’ ”Musa’yla Harun RAB’bin buyurduğu gibi yaptılar. Harun firavunla görevlilerinin gözü önünde değneğini kaldırıp ırmağın sularına vurdu. Bütün sular kana dönüştü. Irmaktaki balıklar öldü, ırmak kokmaya başladı. Mısırlılar ırmağın suyunu içemez oldular. Mısır’ın her yerinde kan vardı. (Mısır’dan Çıkış 7:19-21) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
134.
Ve başlarına ne zaman bir bela ve musibet gelse, "Ey Musa!" derlerdi. "Sana verdiği söze karşılık Rabbine, bizim için dua et. Eğer bizden bu azabı kaldırırsan, andolsun ki, sana kesinlikle inanır ve israoğullarını seninle beraber göndeririz."
135.
Ama ne zaman ki, sözlerini yerine getirebilecekleri kadar bir zaman verip de, bu azabı kendilerinden kaldırsak, hemen verdikleri sözden geri dönerlerdi.
136.
En sonunda Biz de bunun acısını onlardan çıkardık: Ayetlerimizi yalanladıkları ve onlara karşı kayıtsız kaldıkları için onları suda boğduk.
137.
Ezilmekte olan kavmi; içini bereketli kıldığımız yeryüzünün doğularına ve batılarına mirasçılar kıldık. Sabretmeleri yüzünden, Rabbinin İsrailoğulları’na verdiği güzel söz tamam oldu. Firavun’un ve kavminin yapıyor olduklarını ve yükseltmekte oldukları şeyleri yerlere serdik![*]
Şimdi de "bakacak ki, nasıl yapacaksınız" (A'raf, 7/129) âyetinin hükmü uyarınca bundan böyle İsrailoğulları'nın kıssasına geçelim, bir de onların neler yaptığını izleyelim: (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
138.
İsrailoğullarını denizden geçirdik. Kendi putları karşısında saygıyla duran bir topluluğa rastladılar. “Ey Musa! Onların kendilerine özel tanrıları gibi sen de bize özel bir tanrı yapsana!” dediler. Musa: “Siz gerçekten cahilce davranan bir halksınız” dedi.[*]
Bu kıssanın yedinci sahnesidir. İsrailoğulları'nın denizi geçtikten sonraki durumunu canlandıran sahnedir. Biz bu sahnede, sağlıklı bir çizgi izlemeye karşı gelmiş sapık bir milletin karakteri ile yüzyüze geliyoruz. Onların bu karakteri, eskiye dayalı tarihlerinden kaynaklanıp gelmektedir. Bu sırada onların, Firavun ve onun destekçileri tarafından putperest cahiliyenin baskısı altında uğradıkları zilletin üzerinden uzun zaman geçmemişti. Peygamberleri ve liderleri Musa'nın, alemlerin Rabbi olan tek Allah adına, onları kurtarmasının üzerinden de çok zaman geçmiş değildi. Yüce Allah onların düşmanlarını yok etmiş, önlerinde denizi ikiye ayırmış ve onları karşı karşıya bulundukları korkunç ve barbarca azaptan kurtarmıştı. Onlar henüz yeni Mısır'ın putperestliğinden kurtulmuşlardı. Fakat şimdi onlar daha denizi geçer geçmez putperest bir topluluğa rastlıyorlar, kendi putlarına yönelen ve putperest ibadetlerinde kendinden geçen bu topluluk onları etkiliyor ve alemlerin Rabbi tarafından elçi olarak görevlendirilenden kendileri için yeniden ibadet edecekleri bir yurt yapmasını istiyorlar.
Bu bedenlere sirayet eden mikroplar gibi, ruhlara da sirayet eden bulaşıcı bir hastalıktır. Yalnız bu mikropların ruhlara sirayet etmesi için orada mikrobu almaya müsait bir zemin, hazır bir ortam ve yetenek olmalıdır.
Kur'an-ı
Kerim'in de detaylarına varıncaya kadar gerçekçi, doğru ve güvenilir bir şekilde çeşitli vesilelerle ortaya koyduğu gibi İsrailoğulları'nın karakteri kararsız, azimsiz, zayıf ruhlu bir karakterdir. Hidayete erer ermez hemen sapıklığa düşen, henüz yükselmeye başlamışken birden alçalıveren, doğru yola girer girmez hemen dönüş yapan, gerisin geriye dönen karakterdir. Bunun yanında yüreklerinde bir katılık, hakka karşı bir duyarsızlık, duygu ve bilinç alanında kabalık yer almaktadır. Şimdi onlar halâ kendi karakterlerini değiştirmemişlerdir. Kendi putlarına tapınan bir kavimle karşılaşır-karşılaşmaz, peygamberlerinin kendilerine tevhit ile gönderildiğini ve yirmi seneyi aşkın direktiflerini unutuyorlar. Hatta kendilerini Firavun ve tayfasından kurtaran, düşmanların hepsini yokeden mucizenin gerçekleştiği anı da hatırlamıyorlar. Bazı rivayetlere göre, Hz. Musa, Firavun'a ve onunla birlikte olanlara mesajını iletip İsrailoğulları'nı Mısır'dan çıkarıp, denizden geçirinceye kadar yirmiüç sene geçmişti. Firavun ve etrafındakiler putperest kimselerdi. Bu putperestliğin adına, onları kendilerine boyun eğdirmişlerdi. Nitekim Firavun'un kavminden ileri gelenler O'nu Musa ve Musa ile birlikte olanlara karşı: "Ey Musa, bu adamların nasıl ilâhları varsa, bize de öyle ilâhlar yap." cümlesiyle kışkırtıyorlardı. İsrailoğulları bunların hepsini unutuyor ve peygamberlerine, alemlerin Rabbi tarafından gönderilen elçilerinden bizzat kendi elleriyle birtakım ilâhlar yapmasını istiyorlar. Eğer onlar kendi elleriyle birtakım ilâhlar edinmiş olsalardı, bu durum, alemlerin Rabbi tarafından görevlendirilen bir peygamberden kendilerine ilâhlar yapmasını istemelerinden daha mantıklı olurdu. Ne var ki onlar İsrailoğulları'ydı!.. (Seyyid Kutub Tefsiri)
139.
"Şu gördüklerinizin, içinde bulundukları din çökmüştür. Yapmakta oldukları da boşa çıkacaktır.
140.
Allah, sizi alemlere üstün yapmış iken size Allah'tan başka bir tanrı mı arayayım? dedi.
141.
Şunu da hatırlayın: Sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Size azabın en kötüsüyle işkence ediyorlardı: Oğlanlarınızı katlediyor, kadınlarınızı diri bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden gelmiş büyük bir imtihan vardı.
BÖLÜM 17
142.
Mûsâ’ya otuz gece süre belirledik, buna on (gece) daha kattık. Böylece Rabbinin belirlediği vakit kırk geceye tamamlandı.[*] Mûsâ, kardeşi Hârûn’a, “Kavmim arasında benim yerime geç ve yapıcı ol. Sakın bozguncuların yoluna uyma” dedi.
Hz. Musa'nın gönderilişindeki görevinin birinci aşaması böylece sona ermiş oluyor. İsrailoğulları'nı zillet, horlama, cezalandırılma, Firavun ve yandaşlarından gördükleri işkence hayatından kurtuluş aşaması son buluyor. Onları zillet ve zulmün yurdundan çıkarıp alabildiğince özgür çöllere, oradan kutsal yurda doğru yola koyma merhalesi bitiyor. Fakat bu sırada İsrailoğulları, bu yüce göreve; Allah'ın dini için yeryüzünde hilafet görevini üstlenebilecek bir hazırlığa henüz sahip değillerdi. Daha önce İsrailoğulları'nın, sırf putlara tapan bir topluluk görmekle, nasıl şirke ve putperestliğe içlerinde bir eğilim duyduklarını, Hz. Musa'nın getirdiği tevhid akidesinden nasıl kuşkuya düştüklerini ve bu tevhidi çizgi üzerinde ancak çok kısa bir süre yürüyebildiklerini görmüştük. Bu topluluğun eğitilmesi ve yöneldikleri büyük göreve hazırlanmaları için detaylarına varıncaya kadar her şeyi ortaya koyan bir peygamberlik müessesesine ihtiyaç vardı. İşte bu detaylı risalet misyonu için yüce Allah, kendi kullarından biri olan Musa ile buluşmayı vadediyor. Bu buluşma sırasında direktiflerini ona ulaştıracağını bildiriyordu. Bu sözleşme, Hz. Musa'nın kendisi için bir hazırlıktı. Hz. Musa, bu günlerde o büyük görevi üstlenmek için hazırlanacak ve bu görevi üstlenmek için kendisini konsantre edecekti. (Seyyid Kutub Tefsiri)
143.
Mûsâ, bizimle sözleştiği yere gelip Rabbi de kendisine konuşunca, şöyle dedi: “Rabbim! Bana kendini göster, seni göreyim!” Allah, “Beni asla göremezsin; ama şu dağa bak! Eğer o yerinde durabilirse, sen de beni göreceksin” dedi. Rabbinin kudreti dağa tecelli edince, onu paramparça etti, Mûsâ baygın vaziyette yere yığıldı. Kendine gelince şöyle yakardı: “Seni noksan sıfatlardan uzak tutarım, tövbe edip sana yöneldim. Ben iman edenlerin ilkiyim.”[*]
“Tayin ettiğimiz” yani kendisi için belirlemiş olduğumuz “vakitte…”
( لِمِيقَاتِنَ ' daki) Lâm, ihtisas anlamı verir; adeta “Hususi olarak bizim belirlediğimiz
vakitte geldi” denilmiş olmaktadır. Bu tıpkı, eteytühû li-’aşrin halevne mine’ş-şehri
(ayın son on gününde ona geldim) ifadesi gibidir. “Rabbi onunla konuşunca”
yani tıpkı meleklerle konuştuğu gibi vasıtasız olarak konuştuğu zaman. Yüce Allah’ın konuşması, kelâmı Levh-i Mahfuz’da yazılı olarak yaratmış olduğu gibi bazı
cisimlerde de telaffuz edilir (mantūk) olarak yaratmasıdır. Rivayete göre Musa
Aleyhisselâm, kelâmı her yönden işitiyormuş. İbn Abbâs’ın, “Allah onunla kırk
gün kırk gece konuştu ve onun için levhaları yazdı” dediği nakledilmiştir. Bir
görüşe göre ise Allah Teâlâ onunla sadece bu kırk günün başında konuşmuştur.
أَرِنِي أَنْظُرْ إِلَيْكَ (Bana göster de Sana bakayım) ifadesinde erâ fiilinin
ikinci mef‘ûlü mahzuftur; “bana kendini göster de Sana bakayım” anlamındadır.
Şayet “Görmek bakmanın ta kendisidir; o halde nasıl olur da ‘kendini göster
de sana bakayım’ denilmiştir?” dersen şöyle derim: “Kendini bana göster” ifadesinin mânası, “Bana tecellî ederek beni Seni görebilir hale getir; böylece sana
bakayım ve seni göreyim” şeklindedir. Şayet “Nasıl olur da ‘Sana bakayım’ sözüne karşılık, ‘Bana bakamazsın’ değil de, ‘Beni asla göremezsin’ demiştir?” dersen şöyle derim: “Kendini bana göster” ifadesi “bana tecellî ederek, beni Seni görebilir, algılayabilir kıl” anlamında olduğu için, talep edilen şeyin, idrakin söz konusu
olmadığı bir bakış değil, [idraki içeren] görme olduğu anlaşılmış olmaktadır. Bu
yüzden, “bana bakamazsın” yerine “Beni göremezsin” denilmiştir.
Şayet “Musa Aleyhisselâm insanların Allah’ı en iyi bileni, O’nun
hakkında neyin mümkin neyin imkânsız olduğunu ve O’nun bazı duyu organlarıyla idrak anlamında görülmekten münezzeh olduğunu, böyle bir şeyin
[görmenin] ancak belli bir cihette bulunan [belli bir yön ile sınırlı olan] varlıklar
için söz konusu olacağını, cisim ve araz olmayan bir varlığın ise herhangi bir
cihette bulunmasının imkânsız olduğunu -ki cebir taraftarlarının bunun aklen
imkânsız olduğunu reddetmeleri bağlayıcı değildir. Çünkü bu, onların hakikate karşı ilk kibirlenişleri, aklın yasalarını ilk çiğneyişleri değildir!- insanların
en iyi bileni olduğu halde nasıl böyle bir talepte bulunabilmiştir?! Ayrıca ‘Bize
Allah’ı açıkça göster’ diyen kimselerin dağda bir sarsıntı olduğu esnada Musa
Aleyhisselâm’ın bizzat kendisi, “Ya Rabbi! Dileseydin, onları da beni de daha
önce helâk ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi mi helâk
ediyorsun?! Bu, Senin imtihanından başka bir şey değil; Sen bununla dilediğini
dalâlete düşürüyor, dilediğini hidayete erdiriyorsun.” [A‘râf 7/155] şeklindeki
sözleri ile kavminin davranışından uzak olduğunu bildirmiş ve onları beyinsiz ve sapkın olarak nitelemiştir; [O halde, onun Allah’ı görmeyi talep etmesi nasıl
mümkün olabilir?]” dersen şöyle derim: Onun Allah’ı görme talebinin sebebi,
kendilerini beyinsiz ve sapkın olarak niteleyip teberrî ettiği bu kimseleri susturmak, taleplerinin yanlışlığını itiraf ettirmektir. Zira onlar Allah’ı görmeyi talep
ettiklerinde Musa Aleyhisselâm onları yadırgamış, hatalarını bildirmiş, hakkı
kendilerine anlatmış fakat onlar inat etmişler, hatta inatta iyice aşırı giderek
“Hayır, kesinlikle görmek istiyoruz! Allah’ı açıkça görmeden sana asla iman
etmeyiz!” demişlerdir. Bu yüzden de Musa Aleyhisselâm onlara bunun imkânsız
olduğunu belirten ilâhî kelâmı, yani “Sen beni asla göremezsin” şeklindeki
ilâhî fermanı bizzat işittirerek emin olmalarını, içlerine düşen şüphenin ortadan kalkmasını istemiş; “Ya Rabbi! Bana kendini göster de Sana bakayım”
ifadesini bu yüzden kullanmıştır.
Şayet “Peki, neden Musa Aleyhisselâm ‘Ya Rabbi! Onlara kendini
göster de Sana baksınlar’ dememiş?” dersen şöyle derim: : Çünkü Allah Teâlâ
sadece Musa Aleyhisselâm ile konuşmakta, onlar ise dinlemektedir. Onlar mutlak izzetin sahibi Yüce Allah’ın kelâmını işittikleri zaman, tıpkı kelâmını Musa
Aleyhisselâm işittirip onların da onunla beraber bu kelâmı işitme fırsatı bulmaları
gibi, Allah’ın, zâtını Musa Aleyhisselâm’a göstermesini, kendilerinin de onunla
beraber görmelerini istemişlerdir ki bu [yani “Allah’ı görme”yi “Allah’ı işitme”ye kıyas
etme], bozuk bir kıyasa dayalı olarak ortaya çıkmış bir istektir. Bu sebeple, Musa
Aleyhisselâm “Bana kendini göster de Sana bakayım” demiştir. Ayrıca böyle bir
talep Musa Aleyhisselâm gibi Allah katında hususi bir makama sahip, ona yakın bir peygamber tarafından ifade edildiği zaman bile yadırganmış ve kendisine
“Böyle bir şey asla olmayacak!” denilmiş olduğuna göre, bu durum söz konusu
talebin başkaları tarafından ifade edilmesi halinde haydi haydi yadırganacağı,
reddedileceği anlamına gelir. Ayrıca, peygamber ümmetinin lideri olduğu için,
onun hitabı ya da ona yönelik hitap, toplumuna da yöneliktir.
“Sana bakayım” ifadesi ve bu buradaki karşılıklılık anlamı -ki teşbîh
ve tecsîmin (yani Allah’ı insana benzetme ve cisim olarak tasavvur etme düşüncesinin) ta kendisidir- bu ifadenin İsrâiloğullarına ait bir isteğin tercümesi ve onlara ait bir sözün nakli olduğunun delilidir. Şu cümlelerin sahibi bile, Yüce
Allah’ı böyle “karşıya alınıp” “kendisine göz organıyla bakılacak” bir varlık
olarak tasavvur edemezken, Allah’ı tanıma ( ma‘rifetullah) konusunda Vâsıl b.
Atā’dan [v. 131/748], Amr b. Ubeyd’den [v. 144/761], Ebû İshâk en-Nazzām’dan
[v. 231/845], Ebü’l-Hüzeyl el-’Allâf’tan [v. 131/748], iki büyük şeyhten [yani Ebû ‘Alî el-Cübbâî [v. 303/916] ve Ebû Hâşim el-Cübbâî’den [v. 321/933]] ve bütün kelâmcılardan daha derin bir noktada olan birinin [yani Musa Aleyhisselâm’ın] böyle bir
şeyi tasavvur etmesi nasıl mümkün olabilir?!
Şayet “Len (asla) edatının anlamı nedir?” dersen şöyle derim: Bu
edatın mânası, Lâ’nın verdiği olumsuzluk anlamının tekit edilmesidir. Zira Lâ,
gelecek zamanda bir işin olmayacağı anlamına gelir. Mesela lâ ef‘alu ğaden (yarın yapmayacağım) dersin, bu cümledeki olumsuzluğu tekit ettiğin zaman ise
lenef‘ale ğaden (yarın asla yapmayacağım) dersin. Bu durumda mâna, “Bunu yapmak bana aykırıdır” şeklinde olur. Nitekim لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ “Allah’tan başka taptığınız şeyler bir araya gelse asla bir sinek bile yaratamazlar” [Hac 22/73]) âyetinde de Len edatı bu mânada kullanılmıştır. لَا تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ (“gözler onu idrak edemez” [En‘âm 6/103]) âyeti, Allah’ın görülmesinin gelecekte söz konusu olmayacağının ifadesi, لَنْ تَرَانِي (“beni asla göremezsin”) ise bunun tekit ve beyanıdır. Çünkü olumsuzlanan şey [yani görülme] Yüce Allah’ın sıfatlarına aykırıdır.
“Peki, ‘Ama dağa bak’ ifadesindeki istidrâkin, bu ifadenin öncesiyle bağlantısı nasıldır?” dersen şöyle derim: Bu ifade şu anlamdadır: “Bana
bakmak imkânsızdır, dolayısıyla bunu isteme, ama bir başka şey iste; o da seni
ve aynı talepte bulunan diğerlerini bu talepten dolayı sarsacak olan dağa bakmandır. Bak ve ona ne yaptığımı, onun nasıl senin görme talebinden dolayı un
ufak ettiğimi gör. Böylece sana göstermiş olduğum şeyin sonuçlarının büyüklüğünden yola çıkarak, teşebbüs ettiğin şeyin ne kadar vahim olduğunu anla!”
Burada Allah Teâlâ sanki kendisine evlat nispet edildiği zaman gerçekleşeceğini söylediği şeyi, yani “Rahman’a çocuk isnat ettikleri için dağlar yığılıp yere
kapaklanacak!” [Meryem 19/90-91] âyetlerindeki hususu tahakkuk ettirmiştir.
“Şayet olduğu yerde kalırsa” yani daha önce olduğu gibi sabit kalırsa, dört bir tarafıyla aynı yerde kalmaya devam ederse “sen de Beni göreceksin.” Bu ifadede, ‘görülme’ dağın -Allah onu un ufak edip, yerle bir ettiği
sırada- yerinde durabilmesine, yani vâki olmayan bir şeye bağlanmıştır. Bu,
muhteşem bir üslupla ve harika bir tarzla söylenmiş son derece mütenasip bir
ifadedir. Dikkat edersen, Allah Teâlâ “ama” buyurarak [zatına] ‘bakma’dan dağa
‘bakma’ya geçmiş; sonra ‘[zatına] bakma talepleri yüzünden zangır zangır sarsılacakları’na yönelik tehdidini, ‘görmenin varlığının kendisine bağlandığı şey’in
üzerine kurmuştur. “Dağ yerinde durursa sen de beni göreceksin” ifadesini kastediyorum.
“Rabbi dağa tecellî edince” yani oraya Rabbinin kudreti tezâhür
edince, emri ve iradesi oraya yansıyınca “onu paramparça etti.” Dekken, “un
ufak edilmiş edilmiş” (medkûken) anlamında olup tıpkı darbu’l-emîr (emîrin
bastığı para) kullanımında olduğu gibi, mef‘ûl anlamında mastardır. ّ دكّ ve دقّ
kelimeleri شاكّ ve شَقّ [Yani Kāf - Kâf arasında geçişlilik
söz konusudur]. Dekken kelimesi dekkâ’e
şeklinde de okunmuştur. Dekkâ’e
tıpkı
dekketun gibi, yerden çıkan, biten şeyin ismi ya da dümdüz yer anlamındadır.
Arapların nâkatün dekkâ’u mütevâdı‘atü’s-senâmi
(sırtı düz, hörgücü alçak deve)
ifadeleri de bu kelimeden türemiştir. Şa‘bî’nin [v. 104/722], “Rebî‘ b. Huseym
[v. 65/685] bana, ubsut yedeke dekkâ’e
(elini düz bir şekilde uzat) dedi” dediği
nakledilmiştir. Yahyâ b. Vessâb [v. 103/721] kelimeyi, parça anlamındaki dekkâ’u
kelimesinin çoğulu olarak dükken şeklinde okumuştur.
“Musa da bayılarak yere düştü.” Gördüğü şeyin dehşetinden düşüp
bayıldı. Sa‘ika fiili fa‘altühû fe-fa‘ile (ben onu yaptım, o da yapıldı) kalıbında,
sa‘aktuhû fe-sa‘ika şeklinde kullanılmış olup, aslı es-sā‘ikatü kelimesidir. Buna
saka‘ahu (başına vurdu) fiilinden es-sākı‘atü da denilir. Âyette, “tıpkı ölüm baygınlığı gibi baygın bir şekilde düştü” anlamındadır. Rivayete göre baygın düştüğü esnada melekler Musa Aleyhisselâm’ın yanına gelip onu ayakları ile tekmeleyerek, “Be hey hayızlının evlâdı! Mutlak izzetin sahibi Yüce Rabbı göreceğini
mi sandın?!” demişler.
“Ayılınca” yani baygınlığı geçince “dedi ki:” Senin hakkında câiz
olmayan görme ve benzeri şeylerden “seni tenzih ederim!” Senin görülmez ve
hiçbir duyu ile idrak edilmez olduğuna “inananların ilki olarak” Seni görme
talebimden dolayı “Sana tövbe ediyorum.”
Şayet “Görme talebi senin [yukarıda] söylediğin amaçla ifade edilmiş ise [yani ‘O’nu görmeyi asıl isteyen, Musa değil kavmiydi’ demiştin]; o zaman Musa
Aleyhisselâm neden tövbe ediyor?” dersen şöyle derim: Sahih bir maksatla da
olsa böyle ağır bir sözü ağzına almış; Allah’ın bu konuda izni olmadığı halde
bunu söylemiş olduğu için tövbe etmiştir.
Bakın, ru’yetullah meselesini Allah Teâlâ nasıl ağır [vahim] bir mesele olarak ifade etmiş; olayın vahamet ve ağırlığını en etkili biçimde ifade etmek
için, görme talebinde bulunanların üzerinde oldukları dağı nasıl sarsıp un ufak
etmiş; onları baygın düşürmüş, hatta kelâm ettiği peygamberini dahi bundan istisna etmemiş... Bakın, Musa Aleyhisselâm nasıl Rabbine sığınmış; bu
kelimeyi telaffuz ettiği için tövbe ederek, “Ben inananların ilkiyim” demiş...
Bütün bunlara bakın da, kendilerini Müslüman diye, Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat diye isimlendirenlerin bu ağır sözü makbul bir görüş olarak kabul
etmeleri karşısında şaşırın! Bunların bilâ-keyf (Allah görülecek, fakat bunun
nasıl olacağı malum değil) örtüsüne bürünmüş olmaları sakın seni aldatmasın.
Çünkü bu, büyüklerinin uydurduğu bir ifadedir.
Bir tefsir de şudur: “Bana kendini göster de Sana bakayım” ifadesi;
Kıyamet alametleri görüldüğünde bütün kullarının seni bilmek zorunda kalışı
gibi bir mucize ile kendini bana öylesine açık bir şekilde tanıt ki açıklığı aynen
‘görme’ gibi olsun; ben de adeta sana bakarmış gibi seni zorunlu bir bilgiyle bileyim. “Rabbinizi Dolunay gecesinde Ay’ı gördüğünüz gibi göreceksiniz”
[Buhārî, Rikâk, 52] şeklindeki hadiste vârit olduğu gibi… Yani Allah’ı Ay’ı en tam
ve parlak olduğu sırada gördüğünüze benzer bir netlikte apaçık bir şekilde tanıyacak, bileceksiniz. “Dedi ki: Beni asla göremezsin” yani, beni asla bu şekilde
bilemezsin; böyle zorlayıcı bir mucizeyi taşımaya senin kuvvetin yetmez. “Ama
dağa bak” zira ben orada bu mucizelerden bir tanesini var edeceğim; eğer bu
mucizenin tecellîsi neticesinde dağ sabit durur, yerinde kalır, un ufak olmazsa
o zaman senin de bu mucizelere takatin yeter. “Rabbi dağa tecellî edince” yani
kudret ve azametinin alametlerinden, mucizelerinden biri dağa tezâhür edince
“onu un ufak etti ve Musa gördüklerinin muazzamlığından dolayı baygın düştü. Ayıldığında dedi ki: Seni tenzih ederim.” cür’et edip teklifte bulunduğum
şeyden -Senin azamet ve celâline; Senin azabına ve sert bir şekilde yakalayışına hiçbir şeyin dayanamayacağına “inananların ilki olarak- Sana tövbe ettim.” (Zemahşeri Tefsiri)
144.
Allah buyurdu: "Ey Musa! Ben, gönderdiğim vahiylerle, konuşmamla seni seçip yücelttim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol."[*]
"Seni diğer insanlar üzerinde seçkin bir konum bağışladım" sözünden anlıyoruz ki, Allah'ın Musa'yı üstün kıldığı insanlar, onun zamanındaki insanlardı. İşte bu işaretin hükmü ile, bu üstün kılmanın insanların bir nesline üstün kılma olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Hz. Musa'dan önce de peygamberler vardı, sonra da. Yüce Allah ile konuşan başka bir peygamber yoktur. Yüce Allah'ın, Musa'ya kendisine verdiğini almasını, nimetlerine ve peygamber olarak seçilmesine karşılık olarak şükretmesini emretmesi ise, Allah'ın nimetlerinin nasıl karşılanacağını belirten direktifler ve yönlendirmeler niteliğindedir. Peygamberler -salât ve selâm üzerlerine olsun- insanların önderleridir, insanlar onları örnek alırlar. Allah'ın kendilerine verdiklerini; insanlar, nimetin arttırılması, kalbin düzelmesi, şımarmadan uzaklaşılması ve Allah ile bir bağın kurulması amacı ile kabul etmeli ve şükretmelidirler. (Seyyid Kutub Tefsiri)
145.
Ona verdiğimiz levhalarda[1*] öğüt olmak üzere her şeyi açık bir şekilde yazdık. Onu kuvvetle tut ve halkına da onu en iyi şekilde tutmalarını buyur. Yakında size fasıkların[2*] yurdunu göstereceğim.
[1*] Tevrat, bu levhaların taştan olduğunu ve yazıların Allah Teâlâ tarafından yazıldığını bildirir. Kur’ân da bunu Allah’a izafe etmekle beraber yazının melek vasıtasıyla mı, Hz. Mûsâ tarafından mı, bizzat Allah tarafından mı yazıldığı tasrih edilmez. (Suat Yıldırım Tefsiri)
***
[2*] Vahyin belirlediği sınırların dışına çıkan. İyi, doğru, temiz ve güzel şeylerden uzak kalan. (Erhan Aktaş Tefsiri)
146.
Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzak tutacağım: çünkü, onlar [hakikatin] her türlü belirtisini görseler de ona inanmazlar; ve (yine) onlar doğruluğa götüren yolu pekala görüyor olsalar bile, onu izlenecek yol olarak seçmezler; tersine, eğri yolu görseler onu hemen kendilerine yol edinirler. Ayetlerimizi yalanlamalarından ve onlara karşı ilgisiz kalmalarındandır bu. [*]
Kur’an’da sık sık karşılaşıldığı üzere, Allah’ın günahkarları doğru yoldan “uzak tutması” ya da onların günah işlemesine “fırsat vermesi”, bu insanların kendi davranışlarının, kendi serbest seçimlerinin bir sonucu olarak gösterilmektedir. Haksız yere büyüklük taslayanlar denirken, eğriyle doğrunun belirlenmesinde kendi sübjektif yargılarını geçerli tek ölçü olarak gören ve dolayısıyla kişisel sorun ve kaygılarını vahyedilmiş mutlak ahlakî ölçülerin, mutlak değer yargılarının üstünde tutan, onlara karşı dikbaşlı bir tavır seçen kimselerin anlatılmak istendiği açıktır; karş. 96:6-7 -“ama insanoğlu kendini kendine yeterli görerek kurum kurum kurumlanır”. (Muhammed Esed Tefsiri)
147.
Nitekim, âyetlerimizi ve âhiret buluşmasını yalanlayan kimselerin yapıp ettikleri boşa gidecek. Ne yani, onlar yaptıklarının karşılığından başka bir şeyle ödüllendirilmeyi mi bekliyorlardı?[*]
Kötüyü tercih edip iyi sonuç bekleyenlerin içine düştükleri gülünç durumu îmâ eden örtülü bir istihza. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 18
148.
Ve Musa’nın halkı onun peşi sıra, takılardan mamul ses çıkaran bir buzağı heykelini ilâh edindiler.[1*] Onlar, onun kendileriyle konuşmayacağını, yol da göstermeyeceğini görmüyorlar mıydı sanki! (Yine de onu) ilâh edindiler; çünkü onlar zalim kimselerdi.[2*]
[1*] el-‘Icl: Muhtemelen, Kur’an’ın iniş sürecinde geçtiği ilk yer burasıdır. Erkek olsun dişi olsun “sığır yavrusu” anlamına gelen “buzağı”nın tam karşılığıdır. İsrâiloğullarının neden başka bir şey değil de buzağı heykeli yaptıklarının en makul açıklaması şöyle olabilir: Eski Mısır dininin en ünlü tanrılarından biri Apis (Eski Mısır dilinde hapi “kutsal boğa, sığır”) adını alır. Apis’e Menfis’te bereket tanrısı olarak tapılırdı. Kutsal sığırlardan biri öldüğünde yerini alacak bir buzağı bulunur ve Menfis’teki Apeion’a (:sığır mabedi. “İo” Eski Mısır dilinde “inek”) yerleştirilirdi. Apis rahipleri, kutsal sığırın hareketlerine bakarak kehanette bulunurlardı; bu kehanetlere hayli itibar edilirdi. Apis sığırları öldükten sonra görkemli bir törenle Sakkara’da Sarapeum adı verilen yeraltı dehlizlerine gömülürdü. Daha sonra Osiris kültü ile Apis’in birleşmesinden oluşan Serapis’e tapınılmaya başlandı. Eski Ahid’de “Mısır çok güzel bir genç inek” (Yeremya, 46:20) dendiğine göre, İsrâiloğulları içinden “genç inek” heykeline tapanların, aslında kendilerini tutsak eden Mısır’a olan özlemlerini, önceleri sıradan bir kült iken sonradan tüm Mısır’ın sembolü hâline gelen Apis heykeline taparak dile getirdiklerini düşünebiliriz. Kur’an vahyi onların bu sapmalarını şiddetle yererken, sapıtan İsrâiloğulları şahsında toprak aşkının bedelinin özgürlük, iman ve insan onuru olamayacağını vurgulamış olmaktadır.
[2*] Zımnen: “Bilinci alt üst olmuş kimselerdi”. Zulüm, kök olarak “bir şeyi yerinden etmek” anlamına gelir. Bu ise öncelikle “ters dönmüş bir bilincin” (Nukisû ‘alâ ruûsihim: 21:65) yanlış değerlendirmesi sonucu gerçekleşir. Ters dönmüş bir bilinç doğru algılayıp doğru göremez. Yahudileşen İsrâiloğulları, geçici de olsa işte böylesine bir ‘bilinç alaborası’ sonucu kendilerini Firavun toplumunun totemleri arasında yer alan inek yavrusuna taparken buldular. Bunun bir diğer anlamı can düşmanını tanrılaştırmaktı. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
149.
Pişman olup akılları başlarına gelince gerçekten sapmış olduklarını gördüler ve şöyle dediler: “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve suçumuzu örtmezse büsbütün kaybedenlerden oluruz.”
150.
Ve Musa, halkının yanına döndüğünde, hüzünle karışık bir öfkeyle dedi ki: “Benim ardımdan, bana ne berbat haleflik yapmışsınız öyle! Rabbinizin emrini çiğnemede bu ne acele böyle?” Hemen levhaları attı, kardeşinin başını kavrayıp kendine doğru çekti. (Harun): “Anamın oğlu!” diye yakındı, “Bu topluluk beni etkisiz hâle getirdi, hatta az kalsın canıma kıyıyorlardı! Sakin ol, beni düşmanıma karşı gülünç duruma düşürme ve bu zalimler güruhuyla beni bir tutma!”[*]
Burada Hz. Harun’un Musa Peygamber’e “annem oğlu” diye hitap etmesi çok manidardır. Annenin şefkati babaya nazaran daha fazla olduğu için onun merhametini celp etmek maksadıyla bu şekilde hitap etmiş olabilir. Ayrıca Kur’an’ın bu konuda bu kadar detaya girmesi de insana verilen değerin ehemmiyetiyle alakalıdır. Bu ayet, Hz. Harun’u altın buzağının yapımı konusunda suçlamaz. Onun tek hatası aralarında ayrılık doğmasından kaygılanarak halkın buzağıyı yapması ve ona tapması karşısında pasif kalmasıdır.
“Musa’nın elindeki Tevrat levhalarını bırakması” günümüz Müslümanına ciddi mesaj niteliğindedir. Hz. Musa, Tevrat levhalarını yere bırakarak âdeta şu mesajı veriyor: “İlahi emir ve yasaklarla dolu olan bu levhalara uymak zorundayız. Bizim için esas olan bunların fiziksel yapısı değil, üzerlerine yazılı olan ilahi metinlerin hayata geçirilmesidir. Madem bunlara uymayacağız o halde bunları taşımanın da bir anlamı yoktur.” Bu konuda Cuma suresi 62/5. Ayetinde muhteşem bir benzetme yapılmaktadır. Bugün aynı durum Müslümanlar için de söz konusudur. Kur’an, yaldızlı ve kaliteli sayfalara basılıyor, kaliteli kapaklarla Mushaf haline getiriliyor, kadife kumaşlarla kaplanıyor, pahalı kutularda saklanıyor, torpidolarda korunuyor, dikiz aynalarında asılıyor, sandıklarda muhafaza ediliyor ama maalesef Hz. Musa’nın toplumunda olduğu gibi hükümlerine itibar edilmiyor. Tevrat ve Kur’an ilişkisi konusunda Hz. Musa’nın kavmiyle Hz. Muhammed’in ümmetinin bir bölümü ne kadar da birbirine benziyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
151.
Mûsâ da, “Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bize merhamet et, zira sen merhametlilerin en merhametlisisin!” dedi.
BÖLÜM 19
152.
Elbetteki buzağı heykelini ilah edinenler Rablerinin öfkesine ve dünya hayatında da aşağılanma cezasına uğrayacaklar. Biz (Allah ile birlikte ilah) uyduranları böyle cezalandıracağız.
153.
Kötü işler yaptıktan sonra tövbe edip inananlara gelince: Şüphe yok ki Rabbin, tövbeden sonra Gafûr’dur; çok bağışlayıcıdır. Rahim’dir; ikramı bol olandır.[*]
Hiçbir günah Allah’ın rahmetinden büyük olamaz. Böyle bir yaklaşım, zımnen kişinin ‘ben öyle bir günah işlerim ki onu Allah bile affedemez’ demesine benzer. Bu gizli bir kibirdir. Allah’ın affından daha büyük günah olabileceği düşüncesi, ya Allah’ı hakkıyla takdir edememekten, ya da haddini bilmekten kaynaklanır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
154.
Öfkesi geçip sakinleşince, Musa levhaları aldı. Onlarda şöyle yazılıydı: “Bu, Rablerinden korkanlar için bir rehber ve bir ikramdır.”
155.
Musa, belirlediğimiz yere gelmek için halkından yetmiş adam seçti. Şiddetli bir yer sarsıntısı onları sarsınca dedi ki: “Rabbim! Gerek görseydin onları da beni de daha önce yok ederdin. Aramızdan akılsızca davrananların yaptıkları yüzünden bizi de mi yok edeceksin! Bu, senin imtihanından başka bir şey değildir. Böylece kimilerinin sapıklığına karar verir, kimilerinin de yola gelmişliğini onaylarsın. Bizim velimiz sensin. Bizi bağışla, bize ikramda bulun. Bağışlayanların en iyisi sensin.
156.
Bu dünyada da Ahirette de bize güzel şeyler yaz; biz sana yöneldik.” Allah dedi ki “saptığına karar verdiğim[*] kişiyi azabıma çarptırırım, rahmetim ise her şeyi kapsar. Onu, yanlışlardan sakınan ve zekât verenlere yazacağım. Ayetlerime inanıp güvenen şu kişilere de yazacağım:
Şâe (شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz Araf 7/89. ayetin dipnotu.
157.
Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı bulacakları ümmi[1*] nebi olan bu resule uyanlardır[2*]. O resul onların iyi şeyleri yapmalarını ister ve kötü şeylerden sakındırır. Onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar[3*]. Onların ısrını / ağır yükünü[4*] ve üzerlerindeki prangaları[5*] kaldırır. Ona güvenen, onun değerini bilen, ona yardımcı olan ve onunla birlikte indirilen nûra (Kur’ân’a) uyanlar var ya işte umduklarına kavuşacak olanlar onlardır.”
[1*] Kur’an’da ümmînin üç anlamı vardır: Biri, kendisine kitap verilmemiş olan (Al-i İmran 3/20), ikincisi inandığı kitabın içeriğini bilmeyen (Bakara 2/78), üçüncüsü de Mekkeli (Cum’a 62/2) anlamındadır. Nebimiz de daha önce ilahî kitap bilgisine sahip değildi (Şûrâ 42/52-53, Ankebut 29/47-48). Son nebinin İsmail aleyhisselamın soyundan geleceği ve Mekke’den çıkacağı Tevrat ve İncil’de yazılı olduğundan (A’raf 7/157-158), (Tevrat /Tesniye 18:18,19, Mezmurlar 84:6, 118:22-26), (İncil /Matta 21:42-44) Kur’an’da onunla ilgili olarak kullanılan ümmî kavramı, Mekkeli anlamındadır.
[2*] Tevrat'taki ifade şöyledir: "‘Onlara kardeşleri (İsmailoğulları) arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. Adımla konuşan bu peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım." (Tesniye 18:18,19). Yuhanna İncil'inde de şu ifadeler yer alır: "Şimdiyse beni gönderenin yanına gidiyorum. Ne var ki, içinizden hiçbiri bana, ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sormuyor. Ama bunları söylediğim için yüreğiniz kederle doldu. Size gerçeği söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem, Paraklit size gelmez." (Yuhanna 16:5-7). "Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız. Ne var ki O, yani Gerçeğin Ruhu (Paraklit) gelince, sizi tüm gerçeğe yöneltecek. Çünkü kendiliğinden konuşmayacak, yalnız duyduklarını söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek. O beni yüceltecek. Çünkü benim olandan alıp size bildirecek. Baba’nın nesi varsa benimdir. ‘Benim olandan alıp size bildirecek’ dememin nedeni budur." (Yuhanna 16:12-15).
[3*] Fıkıh geleneğinde bu ayete dayanılarak Muhammed aleyhisselâma haram koyma yetkisinin verildiği ve onun bu yetkiyle Kur’an’da bulunmayan bazı haramlar koyduğu kabul edilir. Hâlbuki Allah’ın elçisinin iyiliği emredip kötülüğü yasaklaması, tayyibâtı (iyi ve temiz şeyleri) helal, habâisi (kötü ve pis şeyleri) haram kılması, insanların üzerlerindeki ‘ısr’ı yani yeni gelecek resûle inanmak gibi ağır bir yükü kaldırıp zincirleri kırması, esasında Kur’an’da var olanı bildirmesidir. Bu fiillerin Resûlullâh’a izafe edilmesi, onun resûl /elçi olması sebebiyledir. Allah’ın elçileri, Allah’ın kitabındaki emir ve yasakları, hiçbir ilave veya eksiltme yapmaksızın olduğu gibi tebliğ ederler. Pek çok ayette Allah’ın, tayyibâtı helal, habâisi haram kıldığı bildirildiğine göre (Bakara 2/168; Mâide 5/88; Nahl 16/114-115) aynı fiillerin Resûlullâh’a nispet edilmiş olması, onun, yalnızca kitapta yani Kur’an’da bulunan hükümleri tebliğ etmesi anlamına gelir, ona kendiliğinden hüküm koyma yetkisi vermez. Bu sebeple Nebîmiz, Allah’ın helal kıldığı bir şeyi kendisine haram kıldığı için şöyle uyarılmıştır: “Ey Nebi! Allah’ın özel olarak sana helal kıldığını, neden kendine haram kılıyorsun?” (Tahrîm, 66/1) Bu, onun “nebî” vasfıyla yaptığı kişisel bir tercihi idi. Eğer bir şeyi haram kılma yetkisi olsaydı böyle bir uyarı yapılmazdı.
[4*] Bu, önceki ümmetlere yüklenen, gelecek nebiye inanma ve ona destek olma sorumluluğudur. (Bkz. Bakara 2/286 ve dipnotu).
[5*] Yaptıkları hatalar yüzünden İsrailoğullarına ağır sorumluluklar yüklenmişti. Tevrat'ta da bu durum benzer bir şekilde "zincir" kavramıyla mecazileştirilmiştir. "Alay etmeyin artık, yoksa zincirleriniz daha da kalınlaşır. Çünkü bütün ülkenin kesin bir yıkıma uğrayacağını Rab’den, Her Şeye Egemen Rab'den duydum." (Yeşaya 28:22) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 20
158.
De ki: “Ey insanlar! Ben Allah’ın hepinize gönderdiği elçisiyim. Göklerde ve yerde tüm yetkiler onundur. Ondan başka ilah yoktur. O, hem hayat verir hem de öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmi nebi olan resulüne güvenin. O, Allah’a ve onun sözlerine güvenir. Siz ona uyun ki doğru yola girmiş olasınız.”
Hz. Musa ve İsrailoğulları’nın kıssası arasında ara-anlatım olarak yerleştirilmiş bulunan bu ayet önceki bölümü aydınlatıcı, açıklayıcı mahiyyettedir. Önceki Peygamberlerin her biri sadece ve sadece kendi toplumuna gönderilmiştir: Bu itibarla Eski Ahid yalnızca İsrailoğulları’na hitab etmektedir. Hatta, mesajı daha geniş bir yüklem ve çerçeve ortaya koyan Hz. İsa bile, eldeki İnciller’e bakılacak olursa, kendisinin “yalnızca İsrail evinin yitik koyunlarına gönderildiğinden” söz etmektedir (Matta xv, 24). Buna karşılık Kur’an’ın mesajı cihanşumüldür -yani, bütün bir insanlığa hitab etmekte ve ne zamanla ne de belirli kültürel çevre ve şartlarla kayıtlı bulunmaktadır. Bunun içindir ki, bu mesajın tebliği için görevlendirilen bir elçi olarak Muhammed (s), Kur’an’da (21:107) “[Allah’ın] bütün dünyalara/bütün toplumlara (yani bütün bir insanlığa) bahşettiği rahmet”in bir delili, bir işareti ve “Peygamberler’in de Hâtemi” (Mührü) (bkz. 33:40), başka bir deyişle onların sonuncusu olarak tanımlanmaktadır. (Muhammed Esed Tefsiri)
159.
Mûsâ kavminden bir topluluk vardı ki halkı doğru yola sevk ederler ve adâletle muâmelede bulunurlardı.
160.
Onları ayrı ayrı toplumlar olarak on iki boya ayırmıştık. Halkı Musa’dan su isteyince: “Değneğinle taşa vur” diye vahyettik. Taştan on iki pınar fışkırdı. Her boy, su içeceği yeri öğrendi. Üzerlerine bulutları gölgelik yapmış, men / ekmek ve selva / bıldırcın indirmiş,[*] “Verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin” demiştik. Yanlışı bize yapmış olmuyor, kendilerine yapmış oluyorlardı.
Tevrat’ta “men” ile ilgili şu ifadeler vardır: “Rab Musa’ya, “Size gökten ekmek yağdıracağım.” dedi, “Halk her gün gidip günlük ekmeğini toplayacak. Böylece onları sınayacağım: Benim yasama göre yaşıyorlar mı, yaşamıyorlar mı, göreceğim.” (Çıkış 16/4-5)
“Akşam bıldırcınlar geldi, ordugahı sardı. Sabah ordugahın çevresini çiy kaplamıştı. Çiy eriyince, toprakta, çölün yüzeyinde kırağıya benzer ince pulcuklar göründü. Bunu görünce İsrailliler birbirlerine, “Bu da ne?” diye sordular. Çünkü ne olduğunu anlayamamışlardı. Musa, “Rabbin size yemek için verdiği ekmektir bu.” dedi” (Çıkış 16/13-15).
İsrailoğulları, Allah’ın men ve selva ikramı için “Tek çeşit yemeğe katlanamayacağız.” diye yakınmışlardı (Bakara 2/61). Buna göre men ve selvâ bir arada tek çeşit yemek sayılmaktadır. Bu da men için Tevrat’ta geçen “ekmek” tanımının uygun düştüğünü gösterir. Nitekim men ile ilgili şu bilgiler de mevcuttur: “Menin kırağı şeklinde küçük ve yuvarlak, kişniş tohumu gibi beyaz ve ak günnük görünüşünde olduğu, lezzetinin ballı yufkaya benzediği belirtilmektedir (Çıkış, 16/14, 31). Men hiçbir işleme tâbi tutulmaksızın tabii haliyle yenebildiği gibi ondan çeşitli yiyecekler de yapılıyordu. İsrâiloğulları men’i toplar, değirmende öğütür veya havanda döverek tencerede haşlar, pide yaparlardı ve bu taze yağ tadında olurdu (Sayılar, 11/8).” (DİA) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
161.
Hani, size şöyle dendiği zaman[ı hatırlayın]: “Bu ülkede yerleşin ve oranın ürünlerinden dilediğiniz gibi yararlanın; ve (bunu yaparken) “Bizden günahlarımızın yükünü kaldır!” diye niyaz edin. Ve alçak gönüllülükle (şehrin) kapı(sın)dan girin; [ki, böylece] sizin günahlarınızı bağışlayalım [ve] iyilik yapanları kat kat ödüllendirelim!”
162.
Fakat onlardan zâlim olanlar kendilerine söylenen sözü başka bir sözle değiştirdiler.[*] Biz de zulmetmeleri sebebiyle üzerlerine gökten bir belâ, bir âfet gönderdik.
Oraya girme emrine karşı çıkanlar, sanki Allah, o yerin halkı ile savaşmalarını emretmiş gibi şu sözü söylediler: “Bak Musa! Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla ikiniz savaşın! Biz işte şurada oturup bekleyeceğiz.” (Maide 5/22-24).
Tevrat’ta da o bölgeye hiç savaşmadan girecekleri bildirilir:
“Rab Musa’ya, “Buradan git” dedi, “Sen ve Mısır’dan çıkardığın halk İbrahim’e, İshak’a, Yakup’a, ‘Orayı senin soyuna vereceğim’ diye ant içtiğim topraklara gidin. Süt ve bal akan ülkeye senden önce bir melek gönderecek, Kenan, Amor, Hitit, Periz, Hiv ve Yevus halklarını oradan kovacağım…” (Mısır’dan Çıkış 33:1-3).
“Tanrınız Rab mülk edinmek üzere gideceğiniz ülkeye sizi götürdüğünde, birçok ulusu –Hititler’i, Girgaşlılar’ı, Amorlular’ı, Kenanlılar’ı, Perizliler’i, Hivliler’i, Yevuslular’ı- sizden daha büyük ve daha güçlü yedi ulusu sizin önünüzden kovacak.” (Yasanın Tekrarı 7:1). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 21
163.
Deniz kıyısında olan o kenti bunlara sor. O halk, Cumartesi ile ilgili kuralı çiğniyordu.[*] Bekledikleri balıklar çalışmalarının yasak olduğu günde (Cumartesi günü) onlara sürü sürü gelir, yasak olmadığı günlerde gelmezdi. Yoldan çıkmaları sebebiyle onları böyle zor bir imtihandan geçirdik.
Cumartesi yasağıyla ilgili Tevrat’taki hüküm şöyledir: “Tanrın Rabbin buyruğu uyarınca Şabat Günü’nü tut ve kutsal say. Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün bana, Tanrın Rabbe Şabat Günü olarak adanmıştır. O gün sen, oğlun, kızın, erkek ve kadın kölen, öküzün, eşeğin ya da herhangi bir hayvanın, aranızdaki yabancılar dahil, hiçbir iş yapmayacaksınız. Öyle ki, senin gibi erkek ve kadın kölelerin de dinlensinler.” (Tesniye 5:12-14). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
164.
Ne zaman ki onlardan bir topluluk (söz konusu sapkınlara karşı çıkanlara), "Niçin Allah`ın (bu dünyada) helak edeceği, veya (ahirette) şiddetli bir azaba uğratacağı birilerine öğüt verip duruyorsunuz ki?" dediklerinde, onlar şu cevabı verdiler: "Rabbinizin katında sorumlu olmayalım diye; bir de, belki sorumluluklarını hatırlarlar umuduyla!"[*]
Ayetin son cümlesinden anlıyoruz ki; mü’min etrafında olup bitenlere seyirci kalmamalı ve asla “her koyun kendi bacağından asılır” dememeli. Durum ne olursa olsun, inanan bir birey olarak toplumun sorunlarına karşı duyarlı olmalı ve bütün insanlığı ihtiva edecek büyük bir hidayet projesinin içinde yer almalıdır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
165.
Ne zaman ki onlar, kendilerine hatırlatılanı unuttular, biz de kötülükten menedenleri kurtardık; zulmedenleri de, yoldan çıkmaları yüzünden çetin bir azâb ile yakaladık.
166.
ve sonra da, kendilerine yasak edilen şeyleri yapmakta küstahça direttikleri zaman onlara: "Aşağılık maymunlar gibi olun!"[*] dedik.
Bu, onlara has fiziksel dönüşüm değil, benzer davranışları gösteren herkese uygulanan bir dışlama biçimidir.
Ey kendilerine kitap verilenler! Sizin yanınızda olanı tasdik edici olarak indirdiğimize (bu kitaba) inanıp güvenin. Bunu, itibarınızı yok edip sizi yüzünüze bakılmaz hale getirmeden veya cumartesi yasağını çiğneyen ahaliyi lanetlediğimiz / dışladığımız gibi sizi de lanetlemeden önce yapın. Allah'ın emri daima yerine gelir. (Nisa 4/47) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
167.
O zaman Rabbin şunu ilan etti: “Kıyamete / mezardan kalkış gününe kadar, onlara kötü bir azap vermek isteyenleri üzerlerine salacağım”.[*] Senin Rabbin, cezayı çabuk verir. Ama O, elbette Gafûr; çok bağışlayıcı ve Rahîm; ikramı bol olandır.
Bu mucizevî bir önceden haber vermedir (ihbar). Yahudi tarihi bunun tanığıdır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)
168.
Ve onları yeryüzünde birçok ümmetlere böldük. İçlerinde barışsever iyiler vardı ama böyle olmayan aşağılıklar da vardı. Belki dönerler ümidiyle onları güzelliklerle de kötülüklerle de imtihana çektik.
169.
Arkalarından, yerlerini alan halefler geldi. Bunlar, Kitap’a varis olmuşlardı. Şu basit dünyanın geçici menfaatini esas alıyorlar ve şöyle diyorlardı: "Biz zaten bağışlanacağız!"[1*] Kendilerine, bir menfaat daha gelse onu da alıyorlardı. Bunlardan, Allah hakkında, gerçek dışında bir şey söylememelerine ilişkin Kitap misakı alınmamış mıydı?[2*] O Kitap’ın içindekileri okuyup incelemediler mi? Ahiret yurdu, takvaya sarılanlar için daha hayırlıdır. Hala aklınızı işletmeyecek misiniz?
[1*] Yani, dünyevî kazançlar peşinden giderken Allah’ın buyruklarını ihlal etmeleriyle ilgili olarak sonunda affedileceklerini kuruyorlar. Buradaki ifade, onların “Allah’ın seçilmiş kavmi” oldukları ve ne yaparlarsa yapsınlar, Hz. İbrahim’in soyundan gelmiş olmaları sayesinde Allah’ın af ve merhametinin kendileri için muhakkak olduğu yolundaki sabit fikirlerine işaret ediyor.
[2*] Bu da, gerçek ve içten bir nedamet ve tevbe olmaksızın da Allah’ın affının elde edilebileceği yolundaki çarpık kanaatleriyle ilgili bir atıf. Burada iki kere sözü geçen kitaptan kasıt, besbelli Tevrat’tır. (Muhammed Esed Tefsiri)
170.
Kitaba sarılanlar ve namaz kılanlara gelince, iyiliğe çalışanları ödülsüz bırakmayız.
171.
Ve Sina Dağı’nı, adeta bir gölge gibi İsrailoğulları’nın tepesinde salladığımız ve onların da dağın üzerlerine yıkılacağını düşündükleri zaman[1*] [onlara dememiş miydik:] “Size bahşettiğimiz kitaba sıkıca sarılın ve onun içindekileri aklınızda iyi tutun, ki Allah’a karşı sorumluluk bilincine erişesiniz”?[2*]
[1*] Lafzen, “Dağı onların üzerinde silkelediğimiz zaman”: Bunun, Hz. Musa’ya Tevrat (“levhalar”) vahyedildiği zaman cereyan eden yer sarsıntısıyla ilgili bir atıf olması mümkündür.
[2*] Burası, bu surenin temas ettiği kadarıyla, İsrailoğulları kıssasının sonudur. Kur’an’ın genel yöntemine uygun olarak, “İsrailoğulları’nın kıssası da, hangi toplumdan ve hangi çağda olurlarsa olsunlar Allah’a inanan bütün insanlar için bir ibret, yaşanmıştan çıkarılmış bir ders olarak takdim edilmektedir; sonraki bölümde, yine aynı doğrultuda, bu sefer “Âdemoğulları”ndan, yani bütün bir insan soyundan söz açılıyor. (Muhammed Esed Tefsiri)
BÖLÜM 22
172.
Rabbin Âdemoğullarından, onların sırtlarından nesillerini alıp, onları kendilerini bağlayacak şekilde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye şahit tuttuğunda, onlar “Elbette Rabbimizsin! Biz buna şahit olduk!” derler[*]. Yoksa kıyamet / mezardan kalkış günü, “Biz bunun farkında değildik” derdiniz.
Ana rahminde vücut yapısının tamamlanmasından sonra üflenen ruh sayesinde insan, bilgi öğrenme ve öğrendiği bilgiyi değerlendirerek yeni bilgilere ulaşma kabiliyetine kavuşur (Müminûn 23/14, Secde 32/7-9). Yeni doğan çocukta bir bilgi olmaz (Nahl 16/78). Doğumdan itibaren kendini ve çevresini izlemeye ve belli bir aşamaya gelince sorular sormaya başlar. Sonra Allah’ın tek Rab yani kendinin ve tüm varlıkların sahibi ve yöneticisi olduğunu kesin olarak anlar. Allah, içsel olarak ona: ‘elestu bi Rabbikum = ben sizin Rabbiniz değil miyim’ diye sorar, o da içten tam bir kararlılıkla “bela = elbette Rabbimizsin!” der. Kur’an’da her şeyin örneği vardır (İsra 17/89, Kehf 18/54, Rum 30/58, Zümer 39/27). Bu konunun örneği de İbrahim aleyhisselamdır. Onun ailesi ve toplumu ile yaptığı mücadele, delikanlılığının ilk günlerindeki (Enbiya 21/60) gözlemlerinin hemen arkasından başlamıştır (En’am 6/ 74-81, Enbiya 21/53-70). Onunla bu konuda tartışan halkına: "Benimle Allah hakkında mı tartışıyorsunuz?" demesi, bu bilgiye onların da ulaşmış olduğunu gösterir (En’am 6/80). Yoksa onlar, “Tek Rab Allah mı?” diye sorarlardı. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
173.
Ya da şöyle derdiniz: “Sana bizden önce, atalarımız ortak koştu. Biz, onlardan sonra gelen bir nesildik (onlara uyduk). Batıla Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. dalan o kimselerin yaptıkları yüzünden bizi helak mı edeceksin[*]?”
Kendilerine elçi gelmeyen toplumlar, sadece şirkten ve evrensel doğrulardan sorumlu olurlar. Çünkü Allah’ın bir ortağının olamayacağını ve evrensel doğruları kendi gözlemleriyle öğrenmiş olurlar.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
174.
İşte Biz böylece, âyetleri iyice açıklıyoruz, olur ki düşünürler de inkârlarından dönüş yaparlar.
175.
Onlara, şu adamın haberini de oku: Kendisine ayetlerimizi vermiştik; onlardan sıyrılıp çıktı, şeytan da onu peşine taktı; nihayet o, azgınlardan oluverdi.
176.
Tercihi biz yapsaydık onu ayetlerimizle yüceltirdik. Ama o, arzularına uyarak dünyalığa kapılıp kaldı. Onun durumu köpeğin durumu gibidir. Üzerine gitsen de dilini çıkarıp solur, kendi haline bıraksan da dilini çıkarıp solur.[*] İşte ayetlerimiz karşısında yalana sarılan toplulukların örneği budur. Bu konuyu tam olarak anlat, belki düşünürler.
Köpekte ter bezi yoktur, dolayısıyla sıcak havalarda vücut ısısını dengelemek için dilini çıkarıp solur. Bu şekilde fazla ısıyı dışarı verir. Dinden dönenin durumu da köpek gibidir. Nasıl ki köpek, üzerine varsan da kendi haline bıraksan da sürekli dilini çıkarır, durumunu değiştirmezse, dinden dönen kişi de kendi haline bıraksan da, üzerine gitsen de durumunu değiştirmez. Vicdanının verdiği huzursuzluktan kurtulmak için ayetler hakkında yalan söylemeden duramaz. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
177.
Ne de çirkin bir örnektir delillerimizi yalanlayıp kendilerine zulmedenlerin hali.
178.
Allah’ın, doğru yolda olduğunu onayladığı kişi hidayete ermiş olur. Doğru yoldan saptığını onayladığı kişiler ise kaybedenlerdir.
179.
Cinlerin ve insanların çoğunu sanki[1*] cehennemlik olsunlar diye yetiştirdik[2*]. Onların kalpleri vardır ama onunla (gerçeği) kavramazlar; gözleri vardır ama ilerisini görmezler[3*]; kulakları vardır ama söz dinlemezler[4*]. Onlar en’âm (koyun, keçi, sığır ve deve) gibidirler. Hatta daha aşağı seviyededirler. Gerçeklere ilgisiz kalanlar işte bunlardır.
[1*] Allah, insanları ve cinleri kendisine kulluk etsinler diye yarattığı halde (Zariyat 51/56) onların çoğu kendi iradeleri ile isyan etmiş ve bu hale düşmüşlerdir. Bu durumda hakiki anlamı vermek mümkün olmayacağı için meale “sanki” ifadesi konmuştur.
[2*] Allah Zariyat Suresinde:“Cinleri ve insanları, kulluğu sadece bana yapsınlar diye yarattım.” (Zariyat 51/56) dediği halde gelenekte bu ayete, “İnsanların ve cinlerin çoğunu cehennem için yarattık” şeklinde anlam verilir. Zariyat 56’da (haleka) خلق fiili kullanıldığı halde bu ayette zerae (ذرأ) fiili kullanılmıştır. Zerae, yetiştirme anlamındadır (En’âm 6/136, Nuh 71/17, Müminûn 23/79).
[3*] “İlerisini görmek” diye tercüme ettiğimiz kelime “basiret”tir. Küçük ve büyük baş hayvanların da gözleri vardır ama basiretleri yoktur.
[4*] Sem’ /dinleme, basar /basiret ve kalp /kavrama kabiliyetleri, insana ruhun üflenmesiyle birlikte oluşan özelliklerdir (Secde 32/9). Ayette bu özelliklerin cinlerde de olduğunun bildirilmesi onlara da ruh üflendiğinin delilidir. Bu özellikler her iki varlığı da Allah’a karşı sorumlu hale getirmiştir (En’am 6/128-132, Zümer 39/42, Ahkaf 46/18-19, 29-32, Cin 72/14-15). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
“Birçok cin ve insan…” Bunlar Allah’ın kendileri için lütuf olmayacağını bildiği, kalpleri mühürlü kimselerdir ki Allah bunların, zihinlerini hakkı
tanımaya yönlendirmemiş; kendilerini gözleri ile Allah’ın yarattığı mahlûkata ibret nazarıyla bakmayan, okunan ilâhî âyetleri tedebbür maksadıyla dinlemeyen,
sanki kalp anlayışından, göz görmesinden ve kulak işitmesinden yoksun kimseler kılmış; küfürde iyice dibe battıkları ve bunda inatları çok şiddetli olduğu,
kendilerinden sadece cehennem ehli kimselerin fiilleri sadır olduğu için onların
“cehennem için yaratılmış mahluklar” olduğunu ifade etmiş; böylece onların cehenneme girmeye sebep olan şeylere iyice dalıp gitmiş olduklarını, kendilerini
cehenneme müstahak kılacak şeylere büsbütün kapıldıklarını göstermiştir. Bu
anlamda bu ifade tıpkı Ömer (r.a.)’ın Halid b. Velid’e yazmış olduğu mektupta
yer alan “Bana ulaştığına göre Şamlılar sana şarapla yoğrulmuş bir hamam lifi
almışlar. Ey Muğire ailesi! Öyle zannediyorum ki sizler cehennem için yaratılmışsınız!” şeklindeki sözüne benzer. Yine bazı işlere iyice dalıp gitmiş, o işlerde
derinleşmiş olan kimse hakkında, “Falanca sadece şu iş için yaratılmış.” denilir.
Âyette maksat Yahudilerin Peygamber (s.a.)’in vaat edilmiş peygamber olduğunu
bildikleri halde onu inkâr etmek gibi büyük bir hata işleme şeklindeki hallerini
betimlemek, onların sanki cehennem için yaratılmış ve asla kendilerinden iman
sadır olmayan güruha dâhil olduklarını ifade etmektir.
Anlamamak, ibret nazarıyla bakmamak ve tedebbür maksadıyla
dinlememek konusunda “Bunlar tıpkı hayvan gibidirler, hatta” anlama, ibret
alma ve işin önünü - ardını derinlemesine düşünme konusunda hayvanlardan
bile “şaşkındırlar. Bunlardır işte gafiller!..” Yani gafletin şahikasında, son noktasında bulunanlar! Denilmiştir ki hayvanlar, kendilerine fayda ve zarar verecek
şeyleri anlarlar ve anladıkları bazı şeylere bağlı kalırlar; bu kimseler ise, içlerinden çoğu inatçı olduğunu bilir, ama yine de kendini ateşe atar. (Zemahşeri Tefsiri)
180.
En güzel isimler Allah’ındır. O halde Allah’a o güzel isimleriyle dua edin. O’nun isimlerinin anlamını, eğip büken kimselerden uzak durun. Böyleleri yapıp ettiklerinden dolayı, er geç cezalandırılacaklardır.[*]
“En güzel isimler Allah’ındır.” Bunlar isimlerin en güzelleridir.
Çünkü Allah’ı yüceltme ve takdis etme gibi güzel mânalara delâlet ederler.
“O’na bu isimlerle dua edin” yani O’nu bu isimlerle isimlendirin. “O’nun
isimlerini eğip bükenleri bırakın.” Allah’ı isimlendirme konusunda haktan ve
doğrudan sapan ve onu en güzel isimler dışında başka isimlerle isimlendiren
kimselerin verdiği isimleri terk edin. Zira onlar ya Allah’ı, hakkında câiz olmayan
şeylerle isimlendirirler; nitekim bedevilerin cehaletlerinden dolayı, yâ
ebe’l-mekârim (ey ikramların babası), yâ ebyeda’l-vechi (Ey ak yüzlü), ya nahiyyü
(ey kibriya sahibi) şeklinde ifadeler kullandıklarını duymaktayız. Ya da onlar
[Müşrikler] yâ Allah dedikleri halde yâ Rahmân dememek gibi, bazı güzel isimlerini
kullanmaktan kaçınırlar. Nitekim “De ki: ister Allah diye çağırın, ister
Rahman diye çağırın; hangisi ile çağırırsanız çağırın; en güzel isimler O’na
aittir.” [İsrâ 17/110] buyrulmuştur. Yine burada, “en güzel nitelikler Allah’a aittir;
bunlar onun adalet, hayır, ihsan, mahlûkata benzememe gibi sıfatlarıdır.
Siz de O’nu bu niteliklerle vasfedin, O’nun sıfatları konusunda eğriliğe sapan
ve O’nu çirkin işleri dilemek, kötülükleri ve fuhşiyatı yaratmak ve teşbih kapsamına
girecek görülme ve benzeri niteliklerle vasfedenleri bırakın” anlamının
kastedilmiş olması da mümkündür. Allah’ın isimlerini eğip bükmelerinin,
putlara ilâh demeleri, el-Lât ismini Allāh isminden, el-’Uzzâ ismini de el-’Azîz
isminden türetmeleri olduğu da söylenmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)
181.
Yarattıklarımız içinde, daima Hakka giden yolu gösteren ve onunla adaleti gerçekleştiren bir topluluk vardır.[*]
Zımnen, “ve buna uygun olarak ödüllendirilecekler”. Bkz. 159. ayet: bu ayette Hz. Musa’nın kavmi içinden iyi olanlar da böyle nitelendirilmektedir. Bu ayette ise yapılan atfın, bütün çağları ve bütün toplumları -yani, Allah’ın mesajlarını yürekten kabul edip, Allah’ın mutlak hakikat olduğu inancı içinde, bu mesajların ışığı altında yaşamaya çalışan herkesi kucaklayacak kadar geniş tutulmuş olduğu görülmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)
BÖLÜM 23
182.
Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilemeyecekleri yerden adım adım helâke yaklaştırırız.
183.
Onlara mühlet veriyorum, çünkü benim pek sağlam planlarım var.[*]
O inkârcılara bilmiyecekleri bir taraftan istidrac yaparız. "İstidrac", aslında derece derece çıkarmak veya indirmek demek olup, bir kimseyi arzusuna göre bir noktaya kadar tedricen götürüp haberi olmayacak bir şekilde felakete atmak anlamına bir deyim olmuştur ki, o kimse onu kendi yararına bir terakki, hayırlı bir gelişme zanneder, gerçekte onun için o durum, bir anlamda uçuruma sürüklenmek demektir. Allah Teâlâ'nın istidrac yapması da uzun süre bir kimse hakkında hayırlı olmayan nimetler verip onun da bunu lütuf olarak görmesi ve kendi tuttuğu yolun kendisi için hayır olduğunu sanması, bundan dolayı da gitgide gurur, kibir ve taşkınlığını arttırması ve en sonunda da bütünüyle hayal kırıklığına uğrayıp en acı ve en feci bir şekilde hakkında azab hükmünün gerçekleşmesidir ki, bu çok çetin bir azap olur. Dış yüzüyle lutuf gibi görülen o nimetler, işin iç yüzü açısından gerçekten bir kahırdır. İşte bundan dolayı buna bir keyd (hile, oyun) adı verilmiştir. Bu bir zavallının başvurduğu bir hile bir keyd değildir, Kâdir-i Mutlak olan Allah'ın, o kulun azabını şiddetlendirmek için lütuf şeklinde ortaya koyduğu bir kahır ve hesaba çekme yöntemidir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
184.
Arkadaşlarında (Muhammed’de) cinlerin etkisi[*] olmadığını hiç düşünmediler mi? O sadece açık bir uyarıcıdır.
Peygamberimize (a.s) neden "mecnun-cinlenmiş" dediklerini anlayabilmek için o dönem Arapların Allah, melekler ve cinler hakkındaki inançlarını bilmek gerekir. O dönem Araplar Allah’a inanıyordu ama Allah’ı çok yüce kabul edip, insanları muhatap almayacağına inanırlardı. Alırsa da bu kişi o şehrin en zengin, en itibarlı, en sözü dinlenen insanı olmalıydı. O dönem Araplar Allah’ın gökyüzünün en üst katında ikamet ettiğine, meleklerin de kızları olarak etrafında Kendisini zikreden varlıklar olduğuna inanırdı. Melekler Allah’ın çevresinde olduğu için ilahi bilgiye sahiptir. Meleklerin altında da cinler vardır. Cinlerle melekler akrabalık bağı ile birbirine yakındır. Cin akrabalar meleklerin sahip olduğu ilahi bilgiyi kulak hırsızlığıyla çalarlar ve dünyaya şair ya da kâhin dostuna getirir anlatırlar. O dönem Araplar her şairin bir cini olduğuna inanırdı. Bu cin, şairin içini coşturur, şair bu sayede şiir yazar. Mecnun’nun cinlenmiş anlamına gelmesinin kökeni budur. O dönemde arrâf denen “kahinler” de vardı. Gelecekte ne olacağını haber veren kahinlerin de cinlerle bağlantısı olduğuna inanılırdı. Kahinlere gelecek bilgisini getiren de yine cinlerdir. Kur'an ayetleri de şiirsel vezne sahiptir. Peygamberimiz şiirsel vezni olan ayetleri okuyunca kendisine bu yüzden mecnun-cinlenmiş denmiş. (Onur)
185.
Hem bakmazlar mı göklerin ve yerin mutlak otoritesine, Allah’ın yarattığı her bir şeyin niteliğine? (Düşünmezler mi) ecellerinin yaklaşmış olma ihtimalini? Bu (vahiy) de değilse, artık hangi habere inanacaklar?!
186.
Allah’ın sapık saydığını yola getirecek kimse yoktur. Allah onları taşkınlıkları içinde bırakır, bocalar dururlar.
187.
Sana kıyametin ne zaman geleceğini sorarlar. De ki: “Onun ne zaman geleceğine dair bilgi yalnız Rabbimin nezdindedir. Vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O kıyamet öyle bir meseledir ki, ne göklerde ve ne de yerde ona tahammül edecek hiç kimse yoktur! ”O size ansızın gelecektir. Sen sanki onu biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar.[*] De ki: “Ona dair gerçek bilgi yalnız Allah'ın nezdindedir; Yanında, huzurunda, gözetiminde. ama insanların çoğu bunu bilmezler. ”
Ehfâ fiili “[bir şeyi] aşırı titizlikle/ ihtiyatlılıkla yaptı” yahut “[bir şeyi] yaparken alışılmış sınırların ötesine geçti” anlamına geliyor. Özellikle ‘anhu ya da ‘anhâ (“ona dair”) ile birlikte geçtiği ve bir şey hakkında bilgi almak eylemine ilişkin olarak kullanıldığı zaman bu fiil, “ısrarla peşine düşerek hakkında vukuf/bilgi sağlamaya çalıştı” demek oluyor. Burada da sözcük‘anhâ ile birlikte fail olarak kullanıldığına göre, “ısrarla peşine düşerek [bir şey] hakkında bilgi elde etmiş kişi” anlamında kullanılıyor. Yukarıdaki ifade, Son Saat’in hangi şartlarda ve ne zaman olacağı hakkında vukuundan önce, peygamberler de dahil kimseye herhangi bir bilgi, bir ipucu verilmediğini, verilmeyeceğini dile getiriyor. (Muhammed Esed Tefsiri)
188.
De ki: “Allah’ın onayladıkları dışında kendime herhangi bir fayda sağlamaya da kendime gelecek bir zararı gidermeye de gücüm yetmez. Eğer gaybı / gizli şeyleri bilseydim iyi şeylerden çokça elde ederdim. Bana kötülük de dokunmazdı. Ben, inanıp güvenen bir topluluk için sadece bir uyarıcı ve müjdeciyim.”[*]
Hz. Peygamber’in beşer oluşu konusunda ortaya konan sürekli vurgu, yaratılmış hiçbir varlığın, az ya da çok hiçbir şekilde Yaratıcı’nın sıfat ve gücüne ortak olmadığı, olamayacağı konusundaki temel ilkenin gereğidir, onun mantıkî sonucu durumundadır. Bu ilkenin yine mantıkî bir uzantısı olmak üzere, sonraki bölümde (189-198. ayetler) Allah’ın yaratıcı kudretinin tekliği ve Allah’a özgü oluşu belirtilmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)
BÖLÜM 24
189.
Allah, sizi bir tek nefisten yaratan ve kendisi ile huzur bulsun diye eşini de ondan var edendir. (İnsan) eşiyle birleşince eşi hafif bir yük yüklenir (gebe kalır) ve (bir müddet) onu taşır. Gebeliği ağırlaşınca her ikisi de Rableri Allah’a, “Eğer bize iyi ve sağlıklı bir çocuk verirsen, elbette şükredenlerden olacağız” diye dua ederler.
190.
Fakat Allah onlara iyi ve sağlıklı bir çocuk verince de, Allah’ın kendilerine verdiği çocuk konusunda O’na ortaklar koşarlar. Allah, onların ortak koştukları şeylerden yücedir.
191.
Peki bunlar hiçbir şey yaratmayan, tersine kendileri yaratılmış bulunan varlıklara mı, Allah’la beraber ilahlık yakıştırıyorlar?
192.
(Ortak koştukları) Kendi kendilerine yardım edemezken, yardım isteyenlere yardım etmeye, hiçbir zaman güçleri yetmez.
193.
Şayet siz onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar. O müşrikleri siz ha hakka çağırmışsınız, ha susmuşsunuz, size karşı onların durumu aynıdır.
194.
(Ey müşrikler!) Allah ile araya koyup yardıma çağırdıklarınız sizin gibi kullardır. İddianızda haklıysanız hadi onları çağırın da size cevap versinler.
195.
Yürüyecek ayakları mı var peki onların? Tutacak elleri mi? Görecek gözleri, işitecek kulakları mı var? De ki: "Haydi, Allaha ortak olarak gördüğünüz bütün o varlıkları çağırın, bana karşı elinizden geleni ardınıza koymayın ve böylece bana göz açtırmayın!
196.
Çünkü benim velim,[*] Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren Allah’tır. O, bütün salihlere velilik eder.
Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izsin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)
197.
(Ey müşrikler!) Allah ile aranıza koyup yardıma çağırdıklarınızın size yardıma güçleri yetmez. Onlar kendileri için bile bir şey yapamazlar.
198.
Onları doğru yola çağırırsan dinlemezler ve görürsün ki sana bakıyorlar, fakat baktıkları halde görmezler.[*]
Ve siz onları hidayete çağırsanız (yani doğruluğa veya herhangi bir konuda size yardımcı olmaya veya sizi hakka iletmek için rehberlik etmeye davet ederseniz), sizi işitmezler bile. Ey dinleyici! Sen onları sana bakıyorlar görürsün halbuki görmezler. Karşılarında duran ve görülebilen varlıklara bakarlar, ama görmeleri yoktur, basiretleri de yoktur. Keşşaf müellifi gibi, bazı tefsir âlimleri bu ifadelerin yalnızca putlara ait olduğunu sanmışlar ve demişlerdir ki, putlarına bir takım kıymetli taşlardan, inci boncuktan göz manzarası veren şeyler takıyorlardı. Bu takdirde ise âyette bir tekrar şaibesi söz konusu önceki benzerinin sadece tekrarı, başa vurmak gibi bir tekid olacağından önceki âyet sırf bir başa vurma, ikincisi ise tapılması caiz olanla olmayanı fark ettirmek amacına yöneliktir demişlerdir. Fakat doğrusunu isterseniz âyetlerde tekrar yoktur. Çünkü o müşriklerin ortakları yalnızca taptıkları cansız putlardan ibaret değildir. "Onlar da sizin gibi kullardır." âyetinde de ihtar olunduğu üzere, önceki âyet, müşriklerin taptıkları cansız putlar açısından, bu kısım içindeki benzer âyet, müşriklerin taptıkları ve tanrı yerine koydukları reisleri açısından geçerlidir. Gerçekten de Mücahid, Hasan Basrî ve Süddî, buradaki "ted'ûhüm"ün "hüm" zamirlerinin küffara ait olduğunu söylemişlerdir ki, zahir olan da budur. Bunlar hakkında "işitmezler, görmezler" buyurulması da kulaklarına laf girmez, gözleri görse de akılları ermez demektir. Bu noktada biz bir mânâ daha seziyoruz ki, o da şudur: Allah'tan başka kendisine tapınılan şeylerin hiç birisi, karşısında kendisine ibadet eden bir kulun iç dünyasında çalkalanan acılarını, gönlünden geçen arzu ve isteklerini, ümit ve dileklerini işitmez ve görmez. Bir hasta yatar kıvranır, karşısına bütün sevdikleri toplanır, ona bakarlar, fakat o hastanın neler çektiğini ve gönlünden neler geçirdiğini gerçek yönüyle ne görürler, ne de anlarlar, ne de gerçek anlamda ona yardım edebilirler. Şu halde karşılarındaki o hastayı gerçek anlamda görüyor ve işitiyor değillerdir. İşte Allah'tan başka tapılanların hali budur. Bu açıdan onların hepsi birer put ve heykel gibidirler. Hiçbirinden doğrudan doğruya bir yardım gelmesi söz konusu değildir. Allah ise, semî ve basîrdir, gaybların bilicisidir yani, hakkiyle gören, işiten ve gaybleri bilendir. Bundan dolayı Allah'tan başkasına tapınmak boştur, batıldır ve hiçtir. Allah da her şeyin Rabbi olmakla beraber, iyilere, yaratılıştan gelen fıtrî özellikleri ve kabiliyetleri bozulmamış olan iman ve güzel huy ehline dost olur. Bundan dolayı şirk geleneğinin, fıtrat ve akıl açısından nasıl tutarsız bir şey olduğu açıkça ispat edildikten sonra en büyük kurtuluşu ve bütün ahlâk güzelliklerini içine alan şu âyetle Hz. Peygamber'e buyuruluyor ki: (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
199.
Sen af yolunu tut; iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir![*]
Burada, hitap doğrudan Hz. Peygamber’e yapılıyor olsa da “sen” hitabı Kur’an’a bağlılık gösteren herkese, dolayısıyla her çağda bütün Müslümanlara yöneliktir. Bu ayette, İslam’ı tebliğ için yola çıkanların uygulayacakları metot hakkında adeta yol haritası veriliyor. Öncelikle İrşad vazifesini üstlenen Müslümanın bütün tepkilere karşı vakarlı, anlayışlı, müsamahakâr ve affedici olması gerektiği vurgulanıyor. Çünkü insan, doğal güdü ve sezgileriyle yaşayan diğer bütün yaratıklardan farklı olarak özgür ve ahlaki bir iradeye sahiptir. Dayatma, zorlama ve baskı ile terbiye edilecek bir varlık değildir. Şartlar ne olursa olsun her zaman iyi ve güzel, doğru ve yanlış hoş bir üslupla ona anlatılmalıdır. A. İmran 3/159’da “Eğer sert, katı kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı” fermanı da kabalık ve baskıdan uzak bir yöntemin insan için en doğru yol olacağını işaret etmektedir.
“Cahillerden uzak dur!” emri; onlara temkinli yaklaş, ihtiyatlı davran, meclislerinde fazla kalma, onlarla beraber olma, onların seviyesine inmeyi tevazu olarak görme, onlarla çok konuşma, arkadaşlık kurma, dost olma anlamındadır. Cehalet, kendi bildiğinin dışında bir bilgi ve düzey olduğunu bilmemektir. Cehalet bilmediğini bilmemektir, kindir, inattır, kibirdir, sefalettir, bağnazlıktır, yobazlıktır, vurdumduymazlıktır. Yoksulluğun, karanlığın, şiddetin, nefretin, hasedin en âlâsıdır cehalet. Bu bakımdan Kur’an cahilliği ortadan kaldırmak için seferberlik ilan emiş ve cahil kalan ve kalmak isteyenlerle ilişki konusunda ciddi prensipler ortaya koymuştur. Bunlardan bağlayıcı cümle olarak ayet sonlarında gelenlerden birkaç örnek: “Ben cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım”(Bakara 2/67), “Sakın cahillerden olma!”(En’am 6/35), “Sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim!”(Hud 11/46), “Biz cahillerle bir arada olmak istemeyiz”(Kasas 28/55) (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
200.
Eğer sana şeytandan aldatıcı ve yanlış bir fikir geldiğini hissedersen, Hemen Allah’a sığın. Zira Allah, Semî'dir; her şeyi işiten ve Alîm; her şeyi bilendir.
201.
Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.[*]
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
***
Bu kısa ayeti kerime hayrete düşüren direktifleri ve son derece engin gerçekleri, Kur'an-ı Kerim'in güzel ve veciz ifade gücü ile ortaya koymaktadır. Ayeti kerimenin: "Hemen gerçeği görürler" cümlesiyle bitmiş olması ayetin baş tarafına son derece büyük anlamlar katmaktadır. Baş tarafta bunları karşılayabilecek sözcükler bulmak çok zordur. Böylece anlaşılıyor ki, şeytanın dokunması insanı kör eder, gözlerini, basiretini bağlar ve kapatır. Yalnız, Allah'tan korkma, Allah'ın gözetiminde olduğunun bilincinde olma, öfkesinden ve azabından endişe etme gibi bağlar, kalpleri Allah'a bağlar ve onları gafletten kurtarıp doğru yola iletir. Takva sahiplerine hatırlatır. Onları da hatırladıklarında basiretleri açılır, gözlerinin önündeki perde kalkar. "Ve hemen gerçeği görürler." Şüphesiz ki, şeytanın dokunuşu insanı kör etmektedir. Allah'ı hatırlamak ise, gözlerin açılmasını sağlamaktadır. Şeytanın dokunuşu karanlıktır.
Allah'a yönelmek ise, aydınlıktır. Şeytanın dokunuşunu takva söküp atabilir, şeytanın takva sahipleri üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur... (Seyyid Kutub Tefsiri)
202.
Şeytanin kardeşleri ise onları azgınlığa sürüklerler, sonra da yakalarını / peşlerini bırakmazlar.
203.
Onlara bir âyet getirmediğin zaman, “Sen bir tane derleseydin ya!” derler. De ki: “Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana uyarım. Bu kitap, Rabbinizden gelen göz açıcı belgeler olup, inanmış bir topluma rehber ve rahmettir.”[*]
Onlar peygamberin özelliklerini ve görevini bilmiyor, anlamıyorlardı. Bunu bilmedikleri gibi, bir peygamberin Rabbine karşı nasıl edebini takındığını da anlamıyorlardı. Peygamberin, Rabbinin verdiklerini aldığını, Rabbinin önüne geçemeyeceğini ve ona hiçbir öneride bulunamayacağını, kendi isteğiyle bir şey yapamayacağını kavrayamıyorlardı...
"Bu Kur'an'daki ayetler, müminler topluluğu için uyarıcı kanıtlar, doğru yol kılavuzu ve rahmettir."
Bu, cahiliyeyi yaşayan cahil Araplar'ın kendisinden yüz çevirip daha önceki peygamberlerin eliyle gerçekleşen maddi/somut harikalar gibi bir harika istedikleri Kur'an'dır. Halbuki daha önceki mucizeler insanlığın çocukluk devresinde, evrensel olmayan bölgesel peygamberliklerde gerçekleşiyorlardı. Ayrıca bu harikalar her yerde ve her zaman için uygun düşmezlerdi. Ancak kendisini görüp gözlemleyenleri etkileyebilir, onlara yöneltilebilirlerdi. Ya onlardan sonra gelen nesiller ne yapacaklardı? Bu harikaları görmeyen daha sonraki dönemlerin ulusları onlardan nasıl yararlanabileceklerdi?
Bu hiçbir maddi/somut harikanın mucizevi niteliğine (aciz bırakıcı, bağlayıcı) asla kavuşamayacağı Kur'an'dır. Hangi yönden bakılırsa bakılsın, nerede ve ne zaman olursa olsun, insanların onun gibi bir mucizeye ulaşmaları mümkün değildir. Bu meydan okuyuş ve mucize şimdiye kadar var olan insanlar için sözkonusu olduğu gibi kıyamete kadar var olacak insanlar için de geçerlidir!
Bu sadece Kur'an'ın ifade tarzıdır. Diğer milletlere oranla edebi üslûb ve ifade gücü yönünden gelişmiş ve panayırlarında bu özellikleriyle övünen cahiliye Araplar'ı ile bir karşılaştırma yaptığımızda Kur'an'ın edebi üslûbunun o günden bugüne mucize niteliğini koruduğunu ve buna hiçbir beşer elinin ulaşmadığını rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Yüce Allah edebiyatta bunca ileri Araplar'a meydan okumuş ve O'nun bu meydan okuyuşu halâ yürürlükten kaldırılmamıştır! İnsanların ifade sanatı ile uğraşanlar ve bu konuda insanların ne kadarlık bir güce sahip olduklarını anlayanlar, Kur'an'ın ifade tarzının mucizenin mucizesi olduğunu daha iyi kavrarlar. Bunlar ister inanç yönünden bu dine iman etmiş olsun, ister iman etmemiş olsun farketmez. Bu konudaki meydan okuyuş bilimsel, rasyonal ilkelere dayandırılmıştır. Bu konuda iman edenlerle, inkâr edenler arasında bir fark gözetilmesine gerek yoktu. Nasıl ki cahiliye döneminde Kureyş'in ileri gelenleri bu Kur'an-ı inkâr etseler de, etmeseler de zevk alıyorlar, karşı koyamayacakları şekilde ondan etkileniyorlardı ise, bugün de yarın da cahiliye mantığı taşıyan her inkârcı istemese de cahiliye Araplarının etkilendiği gibi Kur'an'dan etkilenecektir! (Seyyid Kutub Tefsiri)
204.
Kur’ân okunduğu zaman ona kulak verin ve susun[*] ki iyilik bulasınız.
Namazda imamın Kur’an’ı sesli okuduğu rekatlarda, onu duyan cemaatin susup dinlemesi gerekir. İmamı duyamayan, Fatiha ve zamm-ı sureyi kendi başına okur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
205.
Öğle ve ikindide[1*], içten içe yalvararak, korku içinde, yüksek olmayan bir sesle[2*] Rabbini zikret[3*]. Sakın (ayetlere) ilgisiz davrananlardan olma!"
[1*] Öğle ve ikindi namazlarının sessiz kılınmasının delili bu ayettir. Ayetteki “el-ğuduvv (الْغُدُوِّ)” ve “el-âsâl (الْآَصَالِ)” kelimeleri öğle ve ikindi vakitlerini ifade eder. Başka bir ayette Allah Teâlâ bu kelimeleri şöyle açıklamıştır:
“Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de el-ğuduvv ve el-âsâl vakitlerinde ister istemez sadece Allah’a secde ederler.” (Ra’d 13/15)
Ayette işaret edilen iki vakitte gölgelerin secde ettiğinin bildirilmiş olması, bu iki vaktin, güneşin bulunduğu zaman dilimleri olduğunu göstermektedir. Zira Allah Teâlâ, güneşi gölgenin göstergesi yaptığını belirtmiştir: “Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmüyor musun? Eğer farklı bir kural koysaydı onu hareketsiz /sabit kılardı. Biz güneşi gölgenin göstergesi kıldık.” (Furkân 25/45)
Dolayısıyla ğuduvv ve âsâl, güneş ışıklarının bulunduğu gündüz vakitleridir. Gündüz kılınan farz namazlar da öğle ve ikindi namazlarıdır. Ayete sabah-akşam değil de öğle-ikindi şeklinde mana vermemiz bundandır. Bu vakitlerle ilgili olarak başka ayetler de vardır:
“(Bu kandil) birtakım evlerdedir ki Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir. Oralarda, “el-ğuduvv ” ve el-âsâl” vakitlerinde Onun şanını yücelterek tenzih eden öyle yiğitler vardır ki ne ticaret ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, namazı hakkıyla ifa etmekten, zekâtı vermekten alıkoyar. Onlar kalplerin ve gözlerin dehşetten halden hale döneceği, alt üst olacağı bir günden endişe ederler.” (Nûr 24/36-37)
Bu ayete göre “el-ğuduvv” ve “el-âsâl”, pazarların kurulup alışverişin kızıştığı zaman dilimlerini gösterir. Cuma namazının farziyetini bildiren aşağıdaki ayet de cumanın vaktinin alışverişin kızıştığı vakitte yani öğle vakti olduğuna işaret etmektedir. Çünkü pazarlar kurulduktan sonra alışverişin kızıştığı vakitlerin başlangıcı “genelde” öğle vaktine denk gelir. Ayet şöyledir:
“Ey inananlar! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah'ı anmaya koşun, alım satımı bırakın. Bilseniz bu sizin için daha iyidir.” (Cuma 62/9).
“El-ğuduvv” ile aynı kökten gelen “el-ğadâ (غَدَاءَ)” kelimesi de bunun bir başka delilidir. İlgili ayet şöyledir: “(Buluşma yerlerini) geçip gittiklerinde Musa genç adamına “Öğle yemeğimizi (غَدَاءَنَا) getir bize. Hakikaten şu yolculuğumuz yüzünden başımıza (epeyce) sıkıntı geldi.” dedi.” (Kehf 18/62)
Bu ayete göre “ğadâ (غَدَاءَ)” kelimesi, sabah kalkıp yorulana kadar yol yürüdükten sonra yenilen yemeğe denir. Bir kişinin gece dinlendikten sonra sabah kalkıp yorulana kadar yürümesi yaklaşık olarak öğle vaktine denk gelir. “Ğadâ” kelimesinin öğle vakti olduğunun başka bir delili de “el-âsâl” kelimesidir. Çünkü bu kelimenin müfredi/tekili olan “asîl (أَصِيلً)” Kur’an-ı Kerim’de “bükraten (بُكْرَةً)” kelimesinin zıddı olarak gelmektedir (Furkân 25/5, Ahzâb 33/42, Fetih 48/9, İnsân 76/25). “Bükraten (بُكْرَةً)” kelimesi, güneş ışıklarının yayılmaya başlamasından öğlene kadar olan zaman dilimini ifade eder. Buna göre “asîl (أَصِيلً)”, güneş ışıklarının zayıflamasıyla güneşin batışı arasındaki zamanı gösterir ki bu ikindi namazının vaktidir. “el-ğuduvv (الْغُدُوِّ)” vakti “asîl (أَصِيلً)” vaktinden önce olduğuna ve “asîl (أَصِيلً)” de ikindi manasına geldiğine göre ayetlerdeki “el-ğuduvv (الْغُدُوِّ)” öğle vaktini gösterir.
[2*] Bu ayetteki “öğle ve ikindi” ifadeleri, Allah’ı anmanın (zikir) ve bir önceki ayetteki Kur’an okumanın (kıraat) namazda olan ameller olduğunu gösterir. Buna göre, gündüz namazlarının (öğle ve ikindi) kıraati sessiz, gece namazlarının (akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rekâtı ve sabah namazı) kıraati sesli olur. Cemaatle namaz kılınırken sabah namazında, akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rekâtlarında -ki buna Cuma ve bayram namazlarının iki rekâtı da dâhildir- imam açıktan okurken cemaat susup imamı dinlemeli; imamın sessiz okuduğu diğer namazlarda (öğle ve ikindi namazlarının bütün rekâtlarında, akşamın üçüncü, yatsının üç ve dördüncü rekâtlarında) ve imamın sesinin duyulmadığı durumlarda ise cemaat de içinden kıraatte bulunmalıdır.
[3*] Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât ذكر md.). Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan ayetler ve indirilen ayetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24, En’âm 6/80). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder. (Ra’d 13/28) Allah’ı zikretmek; onu, kitabını ve yarattığı ayetleri dikkate almak, akıldan çıkarmamak ve onların üzerine düşünmektir. İnsan bunlardan bildiği kadarıyla sorumludur (Bakara 2/209). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
206.
Rabb'ine yakın olanlar, O'na kulluk etmekten asla kibirlenmezler; O'nu tesbih[1*] ederler ve O'na secde[2*] ederler.
[1*] Tesbih, Allah'ın, her türlü noksanlıktan arınık, tüm mükemmel niteliklere sahip olduğunu bilmek; Allah'ı kendisine özgü nitelikleri ile tanımak ve tanıtmak demektir.
[2*] İçtenlikle boyun eğerler.(Erhan Aktaş Tefsiri)