ANKEBUT / ÖRÜMCEK SURESİ

İniş Sırası: 85 • Mushaf Sırası: 29 • Mekki Sure • 69 Ayettir

Allah'ın yanı sıra veliler edinenlerin durumu, kendisine ev edinen dişi örümceğin durumu gibidir. Kuşkusuz evlerin en dayanıksızı dişi örümceğin evidir. Keşke bunu kavrayabilselerdi. Allah, onların, kendisinden başka ne gibi bir şeye yalvardıklarını / nasıl bir şey için çağrı yaptıklarını bilir. O'dur Azîz; daima üstün olan, O'dur, Hakîm; kararları doğru olan. İşte biz, bu misalleri insanlar için (ibret alsınlar diye) getiriyoruz. Onların anlamını ancak ibret almasını bilenler kavrayabilir. (Ankebut 41-43)

“Örümcek” değil de “dişi örümcek” denmesinin nedeni; dişi örümceğin yaptığı evde, çiftleştikten sonra erkek örümceği öldürmesindendir. Bu açıdan bakıldığında, dişi örümcek yuvası en yakın dostu için bile bir felaket, yok oluş yuvasıdır. Allah\ın yanı sıra veli edinenler de, tıpkı bu örnekte olduğu gibi, kendilerine örümcek yuvasına benzer bir yuva edinmiş olmaktadırlar.(Erhan Aktaş Tefsiri)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Elif, Lâm, Mim.
2. İnsanlar, imtihan edilmeksizin, “İman ettik” demeleriyle bırakıvereceklerini mi sandılar.[*]

İman, sırf dille söylenen bir söz değildir. iman, birtakım yükümlülükleri olan bir gerçektir. Kendine özgü ağırlıkları bulunan bir emanettir. Sabretmeyi gerektiren bir cihaddır. Katlanılması zorunlu olan bir çabadır. Bu yüzden, insanların "inandık" demeleri yeterli değildir. Sınavdan geçirilmeden, bu sınav esnasında kararlılıklarını ortaya koymadan, bu sınavdan cevherleri arınmış, kalpleri berraklaşmış olarak çıkmadan sırf böyle bir iddiada bulunmakla bırakılmazlar. Tıpkı ateşin altını eriterek, saf altın madeni ile karışımında bulunan diğer değersiz madenleri birbirinden ayırması gibi -sınav anlamına alınan fitne kelimesinin sözlük anlamı, altının eritilerek saflaştırılmasıdır. Bu açıdan kelimenin kendine özgü bir anlamı, bir çağrışımı ve bir işareti vardır.- Aynı şekilde sınavlarda kalpleri şekillendirir.

İşte, bu iman uğruna sınavdan geçirilme olgusu, yüce Allah'ın ölçüsünde değişmez bir temel, her zaman geçerli olan bir kanundur!

Kuşku yok ki, iman, yüce Allah'ın yeryüzündeki emanetidir. Bu emaneti ancak ona lâyık olanlar, onu taşıyacak güce sahip bulunanlar, kalplerini tüm diğer duygulardan soyutlayıp, içtenlikle ona özgü kılanlar yüklenebilir. Onu rahata ve konfora, huzur ve güvenliğe, nimet ve aldanmaya tercih edenler taşıyabilirler bu emaneti. Bu emanet, yeryüzü halifeliğidir. İnsanları Allah'ın yoluna sevk etme, yüce Allah'ın mesajını insanların hayatında gerçekleştirme görevidir. Hiç kuşkusuz bu, onur verici bir emanettir. Ve bu emanet oldukça ağırdır. Bu emanet., insanların yerine getirmekle yükümlü oldukları yüce Allah'ın bir emridir . Bu yüzden sınamalara sabredecek şekilde özel yöntemle hareket etmek gerekmektedir.

Bir mü'minin batıl ve batıl taraftarları tarafından eziyetlere uğratılması, sonra kendisini savunacak, destek olacak bir yardımcı bulamaması, kendi kendisini savunup kurtaracak durumda olmaması, tağutlara, zorbalara karşı koyacak güçten yoksun bulunması da bir imtihandır. Ve bu imtihanın en belirgin şeklidir. O kadar ki, imtihan sözü duyulur duyulmaz, zihinde uyanan ilk olgu budur. Ancak bu, imtihanın en ağır şekli değildir. Değişik şekillerde ve yöntemlerde beliren daha birçok imtihan vardır. Bunlar işaret ettiğimiz imtihan şeklinden daha acı ve sonuçları bakımından daha yıkıcı olabilirler.

Bir insanın kendisinden dolayı aile fertlerinin ve sevdiklerinin başına bir felâketin gelmesinden korkması, üstelik böyle bir durumda onları savunama-ması, son derece acı ve etkileyici bir imtihan şeklidir. Aile fertleri ve sevdik1eri ona gelip barış yapmasını ya da teslim olmasını telkin ederler. Sevgi adına, yakınlık adına eziyetlere ya da ölüme terk ettiği kimseler için Allah'dan korkması gerektiğini ileri sürerek, taviz vermesi çağrısında bulunurlar. Nitekim bu surede, bu tür bir imtihanın son derece ağır ve meşakkatlisi olan anne ve baba açısından imtihana tabi tutulmaya işaret edilmiştir.

Dünyanın batıl taraftarlarına yönelmesi, insanların onları başarılı ve zinde görmesi, herkesin onları övmesi, kitlelerin onların başarılarını alkışlaması, önlerine dikilen tüm engelleri bertaraf etmeleri, onların adına övgülerin düzülmesi, seçkin bir hayat yaşamaları, buna karşılık mü'minin ihmal edilmiş olması, sevilmemesi, hiç kimse tarafından bilinmemesi, kimsenin onu savunmaması, o hayatta pek bir şeyleri bulunmayan kendisi gibi az sayıdaki mü'minlerden başka savunduğu hakkın değerinin bilinmemesi de çok acı bir imtihan şeklidir. Çevreden uzaklaşmak, inanç adına yalnız kalmak da bir imtihandır. Bu durumdaki bir mü'min, çevresindeki toplumların ve fertlerin sapıklığa daldıklarını, kendininse yapayalnız, garip ve kovulmuş olarak kaldığını görür.

Bir diğer imtihan şekli de var ki, onu günümüzde açıkça görmek mümkündür. Evet, bir mü'minin, ahlâki açıdan, toplumsal değer yargıları bakımından kokuşmuş bazı milletlerin ve devletlerin toplumsal açıdan kalkınmış olmalarını, uygarca bir hayat sürdürmelerini, her ferdin bu toplumlarda insanın değerine yaraşır gözetim ve korunma imkânından yararlanmalarını, Allah'ın dinine karşı çıkıp isyan ettikleri halde güç ve zenginlik elde etmelerini görmesi de üstesinden gelinmesi çok zor olan bir imtihandır. Bir de en büyük imtihan vardır. Nefis ve ihtiras imtihanı. Toprağın çekiciliği, et ve kanın ağırlığı, nimet ve iktidar ya da rahatlık ve güven arzusu. Nefsin derinliklerinde, hayat şartlarında, toplumun mantığında ve devrin insanlarının düşüncelerinde yer eden engellere ve geçit vermez önlemlere rağmen iman yolunu izlemenin, imanın öngördüğü üstün düzeye ulaşmanın zorluğu bütün imtihan şekillerinden daha ağır ve daha büyük imtihandır.

Yol uzayıp Allah'ın yardımı gecikince, imtihan daha şiddetli ve daha ağır olur. Deneme her zamankinden çok şiddetlenir, sertleşir. Bu durum karşısında yüce Allah'ın koruduğu kimselerden başkası direnç göstermez, sabretmez. Bunlar iman gerçeğini içlerine sindiren kimselerdir, bu büyük emaneti, göğün yeryüzündeki emanetini, Allah'ın insan vicdanına yüklediği emaneti eksiksiz bir şekilde yüklenen ve gereğini yapan kimselerdir.

Hiç kuşkusuz yüce Allah, bu şekilde mü'minleri imtihan etmekle onlara azap etmeyi, sıkıntılara sokup denemekle, onlara eziyet etmeyi istemiyor. (Haşa Allah'a) Bu imtihan ve denemelerin asıl amacı, emaneti yüklenebilmek için gerçek anlamda hazırlanmaktır. Çünkü bu emanet özel bir hazırlığı gerektiriyor. Bu da ancak fiili olarak meşakkat çekmekle, zorlukları pratik hayatta tutmakla, gerçek anlamda ihtirasları yenmekle, acılara, ızdıraplara karşı hakkıyla sabretmekle, imtihanın uzun süreli olmasına ve denemenin çok ağır olmasına rağmen, gerçekten Allah'ın zaferine ya da sevabına güvenmekle mümkün olur.

Zorluklar, insan ruhunu adeta eritir, pisliklerini giderir. İçindeki potansiyel güçleri uyarır ve yoğunlaştırır. Sert ve şiddetli darbelerle döverek madenini sertleştirir, parlatır. Aynı şekilde zorlukların toplumlar üzerinde de büyük ve kalıcı etkileri vardır. Acıların, zorlukların potasında eritilen toplumlardan geriye sadece tabiat itibariyle en sarsılmaz olanları, karakterleri en sağlam olanları, Allah'la sıkı sıkıya ilişki halinde bulunanları, O'nun katındaki iki güzelliği; zafere ya da ahiret sevabına şiddetle bağlananları kalır. Böyle bir süreçten geçen toplumlar en sonunda bayrağı teslim alırlar. Çünkü bu hazırlık ve deneme devresinden sonra artık emaneti yüklenecek niteliklere sahip olmuşlardır.

Onlar, ağır bir bedel ödedikleri, sıkıntılara karşı sabrettikleri, uğrunda birçok acılara katlandıkları, büyük fedakârlıklarda bulunduklârı için bu emaneti teslim alırlarken, onu her şeyden üstün tutarlar.

Kanını feda eden sinirlerini yıpratan, rahatını, huzurunu bir kenara bırakan, arzularından ve zevklerinden vazgeçen sonra eziyetlere ve birçok şeyden yoksun olmaya karşı sonuna kadar sabreden biri kuşkusuz, uğrunda bunca fedakârlıkta bulunduğu emanetin ne kadar değerli olduğunun bilincinde olur. Bu yüzden çektiği bunca acıdan, katlandığı bunca fedakârlıktan sonra bu emaneti ucuza kaptırmaz.

İman ve hak davasının en sonunda üstün gelmesi, nihai zaferi kazanması ise, yüce Allah'ın vaadi ile garanti altına alınmıştır. Bir mü'min Allah'ın vaadinin yerine gelmesinden kuşku duymaz. Ama eğer bu vaad gecikirse hiç kuşkusuz yüce Allah'ın planladığı bir hikmetten dolayıdır. Ve mutlaka iman davası için, mü'minler için hayır kaynağıdır. Hiç kimse yüce Allah kadar gerçeğe ve gerçek taraftarlarına ilgi gösteremez, onları koruyamaz. İmtihandan geçirilen, çeşitli musibetlerle denenen mü'minler için, Allah'ın hak davasını yüklenecek güvenilir kimseler olarak Allah tarafından seçilmeleri yeterli bir ödüldür. Onları sınayarak seçmek suretiyle yüce Allah'ın imani direktiflerinin sağlam olduğuna şahitlik etmeleri en büyük onurdur.

Bir sahih hadiste Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar arasında en ağır imtihandan geçirilenler peygamberlerdir. Sonra salih kişiler gelir. Bu böylece devam eder gider. Kişi dini duygularının düzeyine göre, denenmek amacı ile imtihandan geçirilir. Eğer sarsılmaz bir inanca, köklü bir dini pratiğe sahipse, imtihanın dozajı arttırılır."

Mü'minleri dinlerinden döndürmek için onlara baskı uygulayanlara, eziyet edenlere, bu amaçla her türlü kötülüğü yapanlara gelince; onlar Allah'ın azabından kaçıp kurtulamazlar. Onların kof güçleri istediği kadar debdebeli, ihtişamlı görünsün, bir balon gibi şişirilmiş batıl sistemleri istediği kadar sağlam ve sarsılmaz görünsün, sonunda kesinlikle yakayı ele vereceklerdir. Allah'ın vaadi bu yöndedir, her zaman geçerli olan yasası eninde sonunda bunu öngörür. (Seyyid Kutub Tefsiri)

3. Biz elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik.[*] Allah elbette şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, samimiyetsiz olanları elbette bilecektir.

Fitne; yerinden yurdundan ayrılmak, düşmanla cebelleşmek, bazı ağır ibadet ve taatleri yerine getirip nefsanî zevkleri, arzu ve istekleri terketmek gibi ağır yükümlülüklerle denenmek; mallarda ve canlarda yaşanabilecek çeşitli belâ ve musibetlerle, fakirlik ve kıtlıkla sınanmaktır; [özellikle] kâfirlerin baskı ve işkencelerine, tuzak niteliğindeki stratejilerine, verecekleri zarara kararlılıkla direnme imtihanıdır. Mâna şudur: Diliyle kelime-i şehâdet getirip mümin olduklarını söyleyenler sırf bu iman ve ikrarlarından dolayı böylece bırakılıp sıkıntılarla imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar!? Hayır, bilakis Allah Teâlâ onları çeşitli sıkıntılarla imtihan ederek sabır ve sebatlarını, inançlarının sağlamlığını, niyetlerinin halis olup olmadığını sınayacak ve samimi olanla olmayan, dinde sabit olanla mütereddit ve kaygan olan, dinde sağlam temel üzerinde muhkem olanla iğreti olan belli olup birbirinden ayrılmış olacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Mallarınız ve canlarınız konusunda mutlaka deneneceksiniz ve gerek sizden önce kitap verilenlerden gerekse Müşriklerden pek çok incitici şey işiteceksiniz. Sabredip sakınırsanız, bu gerçekten azmetmeye değer işlerdendir.” [Âl-i İmrân 3/186] (Zemahşeri Tefsiri)

4. Yoksa kötülük işleyenler, kaçıp bizden kurtulacaklarını mı sandılar? Ne kötü hükmediyorlar![*]

Hiçbir bozguncu, yakayı kurtaracağını, bu işten sıyrılacağını kesinlikle beklemesin. Böyle sanan, kötü bir hüküm vermiş olur. Tasarladığı plan bozulur, düşüncesi boşa çıkar. Çünkü mü'minin imanını denemek, doğrularla yalancıları birbirinden ayırmak amacıyla imtihanı bir yasa olarak öngören yüce Allah, mü'minleri dinlerinden döndürmek için ellerinden gelen her türlü kötülüğü yapanları suçüstü yakalayıp cezalandırmayı da bir yasa olarak belirlemiştir. Bu yasa hiçbir şekilde değiştirilemez, yürürlükten kaldırılamaz ve herhangi bir bölgeyle veya toplumla sınırlandırılamaz.

Surenin girişinde yer alan ikinci mesaj da budur. Bu da ilk mesajı dengeleyen ve onu bütünleyen bir özelliğe sahiptir. Kalpleri denemek ve mü'min safları arındırmak için onları imtihandan geçirmek her zaman yürürlükte olan bir yasa olduğuna göre, bu mü'minleri dinlerinden döndürmek için her türlü kötülüğü yapanların ümitlerini boşa çıkarmaya, onları hezimete uğratmaya ve bozguncuları suçüstü yakalamaya ilişkin yasanın da yürürlüğe girmesi kaçınılmazdır.

Üçüncü mesaj ise, Allah'la buluşmayı umanlara güven aşılamayı, kalplerini her türlü kuşkudan uzak bir şekilde sıkı sıkıya Allah'a bağlamayı amaçlayan şu ifadede somutlaşmaktadır: (Seyyid Kutub Tefsiri)

5. Kim Allah’ın huzuruna çıkmayı bekliyorsa (bilsin ki) Allah’ın belirlediği vakit elbette gelecektir. O Semî'dir, daima dinler ve Alîm'dir; her şeyi bilir.[*]

Şu halde Allah'la buluşmayı uman kalpler sevinsinler, sarsılmaz bir güvenle yüce Allah'ın kendileri için vadettiği güzelliklerin beklentisi içinde olsunlar. Sonuçtan emin bir insanın güveni içinde beklesinler. Buluşma gününü coşkuyla gözlesinler. Ama kesinlikle bu anın gerçekleşeceğinden kuşku duymasınlar.

Ayetin ifade biçimi Allah ile buluşacakları anı gözleyen bu kalplerin son derece etkileyici mesajlar veren, insanı düşündüren canlı bir tablosunu tasvir ediyor. Umutla bekleyen, özlem duyan, oradaki güzelliklere bağlanan gönüllerin tablosudur bu. Ayet, bu arzuya, bu buluşma ümidine insanın içini rahatlatan vurgulu bir ifadeyle karşılık veriyor. Bunun üzerine, sözü edilen kalplere güven ve esenlik aşılayan bir değerlendirme cümlesi yer alıyor. Yüce Allah bu kalpleri işitiyor, buluşma anını en derin bir özlemle arzuladıklarını biliyor:

"O her şeyi işitir ve her şeyi bilir."

Surenin girişinde yer alan dördüncü mesajda ise, imanın yükümlülüklerine, iman uğrunda cihadın zorluklarına katlanan kalplerin aslında kendileri için, kendi iyilikleri için, kendilerine bahşedilen lütufların tamamlanması için, durumlarının ve hayat tarzlarının daha iyi bir düzeye yükselmesi için cihad ettiklerine dikkatleri çekiliyor. Yoksa yüce Allah'ın hiç kimseye ihtiyacı yoktur. Çünkü O, herkesten zengindir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

6. Kim cihad ederse / elinden geleni yaparsa ancak kendisi için cihad ederََ. Yoksa Allah’ın bir varlığa asla ihtiyacı olmaz.ََ[*]

Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

Yüce Allah, mü'minlerin zorluklarla denenmesini öngörüyorsa, meşakkatlere katlanabilmeleri için nefisleriyle cihad etme yükümlülüğünü getiriyorsa, bunda güdülen amaç; onların hayatlarının insana yaraşır bir düzeye gelmesidir, ahlaki ve ruhsal olgunluğa erişmeleridir, dünya ve ahirette iyilik elde etmeleridir. Cihad, cihad edenin nefsini ve kalbini onarır, düzeltir, kötülüklerden arındırır. Düşüncesini yüceltir, ufkunu genişletir. İçindeki can ve mal cimriliğini törpüler, bu kötü duyguları aşmayı sağlar. Onu her türlü maddi çıkarı aşacak düzeye getirir. Ruhsal ve bedensel yapısındaki meziyetlerin, seçeneklerin en iyilerini uyarır, ortaya çıkarır. Bütün bunlar mü'min topluma katılmadan, toplumun durumunu düzeltmek, topluma hakkı yerleştirmek; toplum içinde iyiliği kötülüğe, yapıcılığı bozgunculuğa egemen kılmak için üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesinden önceki aşama içindir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

7. İman edip iyi işler yapanların kötülüklerini elbette örtecek ve onlara, yaptıklarının en güzeli ile karşılık vereceğiz.[*]

Şu halde, imanın gerektirdiği olumlu ve yapıcı işler yapan mü'minler Allah katında kendilerini bekleyen kötülüklerin silinmesine ve iyiliklerin karşılık görmesine ilişkin müjde ile sevinsinler, cihadın gerektirdiği yükümlülüklere karşı sabretsinler. Dinden döndürme amaçlı baskılara, imtihanlara karşı dirensinler sarsılmasınlar. Çünkü, yolun sonunda kendilerini bekleyen son derece aydınlık bir ümit, her şeye değer güzel bir ödül vardır. Dünya nimetlerini kaçırsa bile bu ödül mü'min için yeterlidir.

Sonra, surenin baş tarafında işaret ettiğimiz mü'minlerin geçirildikleri imtihan türlerinden birine geliyor sıra: Mü'minin ailesi ile, sevdikleri ile denenmesine değiniliyor. Böylesine önemli ve kritik bir noktada kesin ve fakat dengeyi sağlayan ortalama açıklama ile sorun çözümleniyor. Ne aşırı gidilmesine, ne ipin ucunun kaçırılmasına, ne de tamamen edilgen bir tavır takınılmasına izin verilmiyor (Seyyid Kutub Tefsiri)

8. Biz, insana, ana-babasına iyilik etmesini emrettik. Şâyet onlar seni, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu takdirde onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak bana olacaktır ve ben yapmakta olduklarınızı size haber vereceğim.[*]

Anne-baba, akrabalar arasında insana en yakın olanlardır. Onların bir üstünlükleri vardır. Sevgi gösterilme bakımından önceliklidirler. Onlara karşı yapılması gereken zorunlu görevler vardır. Sevgi, saygı, değer verme, ihtiyaçlarını karşılama gibi. Ama Allah'ın hakkı gündeme gelince, onlara uymak, sözlerini dinlemek söz konusu olamaz.

Kuşkusuz Allah adına kurulan bağ, en öncelikli bağdır. Hiçbir zaman kopmayan sağlam kulp Allah'a bağlılıktır. Eğer anne ve baba müşrik iseler, onlara iyilikte bulunulur, bakımları, geçimleri üstlenilir. Ama onlara itaat edilmez, dedikleri yapılmaz. Şu dünya hayatı bir gün sona erecektir. Sonra herkes Allah'ın huzurunda toplanacaktır.

Tirmizi, bu ayeti açıklarken, ayetin Sa'd b. Ebu Vakkas -Allah ondan razı olsun- ile annesi Himne binti Ebu Süfyan hakkında indiğini söyler. Sa'd b. Ebu Vakkas annesine çok iyi davranırdı. Bir ara annesi "Bu yeni icad ettiğin din de neyin nesi Vallahi bundan sonra sen eski dinine dönmedikçe ya da ben ölmedikçe hiçbir şey yemeyeceğimiçmeyeceğini. Sen de yaşadıkça `Annesinin katili' diye ayıplanırsın" demiş ve bir gün, bir gece hiçbir şey yemeden, içmeden beklemişti. Bunun üzerine Sa'd yanına gelmiş ve şöyle demişti: "Anneciğim, yüz tane canım olsa ve bunlar teker teker çıksa yine de dinimi terk etmem. İster ye, ister yeme." Kadın da oğlundan ümit kesince tekrar yemeye, içmeye başlamıştı. Bunun üzerine yüce Allah bu ayeti indirerek anne-babaya iyi davranılmasını, onlara iyilikte bulunulmasını emretmiş, fakat şirk hususunda onlara uymayı yasaklamıştır.

Böylece iman, akraba ve yakınlık sınavından başarıyla çıkmış, ama müşrik akrabalara karşı iyilik ve güzel muamele, uyulması gereken bir kural olarak yerini korumuştu. Her mü'min her an için bu tür bir sınavla karşı karşıya kalabilir. Bu yüzden yüce Allah'ın açıklaması ile Sa'd b. Ebu Vakkas'ın fiili uygulaması onlara kurtuluş ve güvenlik sancağı olmalıdır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

9. İnananları ve iyi işlerde bulunanları elbette temiz kişilere katacağım.
10. İnsanlardan öyleleri vardır ki: “Allah'a inandık” derler. Ama Allah uğrunda bir ezaya uğratılınca, insanlardan gördükleri baskı ve işkenceyi Allah'ın azabı gibi görürler[*] (ve zalimlerin safında yer alırlar). Andolsun ki, (inananlara) Rabbinden bir yardım (ve zafer) gelecek olsa (münafıklar) mutlaka: “Biz (her ne kadar inkârcıların yanında yer almış gözüksek) de (aslında) sizinle beraberdik” derler (ve bu sözlerle sizi kandırmaya çalışırlar). Hâlbuki ki Allah, bütün yaratılmışların kalplerinden geçenleri en iyi bilen değil midir?

Buradaki yanılgı, azaba katlanamamalarından, dirençlerinin zayıf kalmasından, sabırlarının tükenmesinden kaynaklanmıyor. Çünkü gerçek mü'minler de böyle bir duruma düşebilirler. -Zaten insan gücünün de belli bir sınırı vardır. Ancak gerçek mü'minler her zaman duygu ve düşüncelerinde insanların yapabildikleri tüm işkence ve baskı yöntemleri ile yüce Allah'ın korkunç azabını kesin şekilde birbirinden ayırırlar. İnsanların uyguladıkları işkencelerin insan takatını, insanın dayanma gücünü aştığı anlarda bile küçücük fani dünya ile büyük ve sonsuz alemi birbirine karıştırmazlar. İşkenceler, baskılar, takatını, dayanma gücünü aşsalar bile hiçbir şey mü'minin düşüncesinde Allah'ın yerini tutamaz. İşte kalplerdeki iman ile münafıklık arasındaki yol ayırımı burasıdır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

11. Allah inanıp güvenenleri elbette bilecektir. Münafıkları / iki yüzlüleri de elbette bilecektir[*].

Bu ayet ve daha nice ayet, mezheplerin ortaya koyduğu kader anlayışının yanlışlığını açıkça göstermektedir. Kader, Allah Teâlâ’nın varlıklara istediği gücü verip sınırlar koymasıdır (Mekâyîs’ul-luğa). Allah, yarattığı her şeye bir ölçü koyar (Bakara 2/20, Ahzâb 33/38, Kamer 54/49). İnsanın önünde, biri doğru, diğeri yanlış olmak üzere iki yol bulunur (İnsan 76/3-12). İmtihan, bilgi imtihanı değil, sabır ve cihad imtihanıdır. Bildikleri doğrulara uyanlar, imtihanı kazanırlar, menfaatlerini öne alanlar ise kaybederler (Ankebut 29/2-3). Allah’ın belirlediği kaderi /ölçüyü bırakıp kendilerine göre bir kader /ölçü oluşturanlar, bunları kabul edenler, bütün bu ayetlerde anlam kayması yapmakla yetinmemiş, Allah’ı da kendilerine göre tanımlamak zorunda kalmışlardır. Bir şey, ona benzer şeylerle tanınıp tanımlanabilir. Allah’ın bir benzeri olmadığı için o kendini nasıl tanıtmışsa ancak öyle tanıyabiliriz (En’âm 6/103-104). Allah sistemini imtihan için kurduğunu, sonucu önceden bilmediğini söylüyorsa (Al-i İmran 3/142) ona inanmak gerekir. Yanlış kader anlayışını savunanlar, Allah’ın her şeyi bildiğine dair âyetlere de dayanırlar. Arap dilinde “şey” varlık anlamındadır. Olmayana şey denmez. Cihad, düşmanın, şeytanın ve arzuların baskısına var gücüyle direnmek, sabır ise şartlar ne olursa olsun kararlı davranıp duruşunu bozmamaktır. Bunlar, kişinin imtihanla yüz yüze gelmesinden önce bilinemez. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

Ayrıntılı bilgi için “Bedir Savaşı ve Kader” başlıklı yazıya bakılabilir.

12. Küfre saplanmış olanlar, iman etmiş olanlara şunu da dediler: “Siz bizim yolumuza (dinimize) uyun; sizin (bundan dolayı olacak) günahlarınızı biz yüklenelim!” Oysaki bu kâfirler, onların günahlarından hiçbir şeyi yüklenecek değillerdir.[*] Çünkü onlar gerçekten tam yalancı kimselerdir.

Bu sınav kapısı da böylece kapatılıyor. Böylece insanlar yüce Allah'ın onları gruplar halinde hesaba çekmeyeceğini, teker teker sorgulayacağını ve herkesin kendi yaptıklarından sorumlu olduğunu öğreniyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

13. Hem de, hiç kuşkusuz onlar, kendi yüklerini de, kendi yükleriyle birlikte nice yükleri de taşıyacaklar ve bu uydurdukları şeylerden kıyamet günü kesinkes sorumlu tutulacaklardır.
BÖLÜM 2
14. Yemin olsun, biz Nûh'u toplumuna gönderdik de o onların arasında bin yıldan elli yıl eksik kaldı. Sonunda onları tufan yakaladı. Çünkü zalimlerdi onlar.[*]

Tercih ettiğimiz görüşe göre, Hz. Nuh'un soydaşlarını Allah'ın ayetlerine inanmaya çağırdığı peygamberlik dönemi dokuz yüz elli yıl sürmüştür. Ayrıca peygamberlik döneminden önce belirsiz bir süre aralarında yaşamıştı. Yine Tufan'dan sonra ne kadar sürdüğü bilinmeyen bir süre daha yaşamıştır. Hiç kuşkusuz bu, son derece uzun ve insanların yaşam süreleri bakımından alışık olmadığımız, doğal olmayan bir ömürdür. Ancak biz bu bilgiyi varlık aleminin en doğru kaynağından ediniyoruz. Zaten doğruluğunun tek kanıtı da budur. Eğer Hz. Nuh'un bu uzun ömrüne bir açıklama getirmek istersek, şunları söyleyebiliriz: İnsanların sayısı o gün için az ve sınırlıydı. Bu yüzden, yüce Allah'ın yeryüzünün imarı ve hayatın sürmesi için zorunlu olan sayı çokluğunun yerine az sayıdaki insanlara uzun ömürler vermesi normaldir. Daha sonra insanlar çoğalıp yeryüzü imar edilince. artık insanların uzun süre yaşamalarına gerek kalmamıştır. Birçok canlının yaşam sürelerinde bu husus göz önünde bulundurulmuştur. Çünkü canlılar arasında sayı ve nesil azaldıkça, ömür uzuyor. Nitekim akbabalarda ve kaplumbağa gibi bazı sürüngenlerde durum bundan ibarettir. Bunlardan bazılarının ömrü yüzyıllar bulur. Öte yandan milyonlarca üreyen sinekler iki haftadan fazla yaşamazlar. Şair bu gerçeği şu şekilde ifade etmektedir!

Küçük kuşların çok olur yavrusu

Ama anne şahinin yavrusu azdır.

Bu yüzden şahin kuşunun ömrü uzundur. Zayıf ve küçük kuşlar ise az yaşarlar. Ama her şeyin arka planındaki olağanüstü hikmet Allah'a özgüdür. O'nun katında her şeyin belirlenmiş bir planı vardır. Dokuz yüz elli yıllık gibi uzun bir ömrün meyvesi ise sadece Hz. Nuh'a inanan az sayıdaki mü'min olmuştur. Kâfirliklerini, inatçılıklarını, yıllar yılı süren davete karşı olumsuz tavırlarını sürdüren zalim kalabalığı ise, Tufan önüne katıp götürmüştür. Gemiye binen az sayıdaki mü'min de kurtulmuştur. Böylece Tufan ve gemi kıssası "bütün insanların ders alacakları bir mucize" olarak kalmıştır. Bu mucize, yüzyıllardır insanlara küfrün ve zulmün acı akıbetini anlatıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

15. Onu ve gemidekileri kurtardık ve bunu, alemlere ibret olarak yaptık.
16. İbrahim'i de gönderdik. Toplumuna şöyle demişti: "Allah'a kulluk / ibadet edin, O'ndan sakının. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
17. Siz sadece Allah ile aranıza koyup putlaştırdıklarınıza[*] kulluk ediyor ve asılsız şeyler uyduruyorsunuz. Allah ile aranıza koyup kulluk ettikleriniz, size rızık verecek güçte değillerdir. Öyleyse siz rızkı Allah katından arayın, ona kulluk edin, ona karşı görevlerinizi yerine getirin. Onun huzuruna çıkarılacaksınız.

“Putlaştırdıklarınız” diye meal verdiğimiz “evsan (أَوْثان)”, “vesen (وثن)” sözcüğünün çoğuludur. Vesen, -yalnızca fiziksel put olan “sanem (صنم)”den farklı olarak- ister fiziksel isterse hayali olsun, ilahlaştırılan her türlü varlığı gösterir (Lisan’ul-Arab). Buna göre evsan, elle yapılan putların yanı sıra ay, güneş, yıldızlar, türbeler, insanlar, kavram ya da ideolojiler gibi ilahlaştırılmış her türlü varlıktır. Vesen ile sanem arasinda mahiyet açısından fark olsa da şeri açıdan aynıdır, yani onlardan hangisine taparsa tapsın, tapan kişi müşrik olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

18. “Ama eğer yalanlarsanız, iyi bilin ki sizden önceki toplumlar da yalanlamışlardı: zaten elçiye düşen de (İlâhi mesajı) bütün açıklığıyla iletmekten başkası değildir.”[*]

Âyetin içeriği, Hz. İbrahim’e değil de doğrudan Allah’a atfedilebilir. Bu durumda âyetin konusu Hz. İbrahim olabileceği gibi Rasulullah da olabilir (Taberî). Bu âyetin sonundaki ses (mubîn), aşağısıyla (yesîr) değil yukarısıyla uyumlu olduğu için, biz bu âyeti Hz. İbrahim’in sözünün bir devamı olarak tırnak içine aldık. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

19. Onlar, Allah'ın yaratmayı nasıl başlattığını hiç düşünmüyorlar mı? Sonra onu tekrarlayacak. Kuşkusuz bu, Allah'a çok kolaydır.[*]

Allah'ı ve onunla buluşmayı inkâr eden tüm kâfirlere yönelik bir hitaptır bu. Bu Kitab'ın kanıtı bütün evrendir. Alanı ise göklerle yeryüzüdür. Bu hitap, tüm evreni iman ayetlerinin ve kanıtlarının sergilendiği bir vitrin; kalplere ve duygulara hitap eden açık bir sayfa; Allah'ın ayetlerinin araştırıldığı bir alan; Allah'ın varlığının ve birliğinin vaad ve tehditlerinin gerçekliğinin kanıtlarını barındıran bir sahne olarak öngören Kur'an'ın ifade tarzı uyarınca yöneltiliyor. Evrensel sahneler ve evrende meydana gelen olaylar her zaman gözlemlenebilirler ve hiçbir zaman göz önünden kaybolmazlar. Ne var ki, uzun süre alışıldığı için, bu olaylar insan ruhu üzerindeki tazeliklerini yitirirler. Sürekli yenilendikleri için kalplere yönelik etkileri zayıflar. İşte Kur'an-ı Kerim onları yeniden yitirdikleri o engin ürpertiye,son derece anlamlı mesajlar kullanarak dikkatlerini o göz kamaştırıcı ayetlere yöneltiyor. Bu uyarılar aracılığı ile evrensel sahneleri ve evrende meydana gelen görkemli olayları kalplerde ve vicdanlarda canlandırıyor. Dikkatlerini ve kavrama yeteneklerini bu sahne ve olayların ardındaki sırlara ve insan hayatındaki etkilerine yöneltiyor. Bunları gözlerin gördüğü, duyguların etkilendiği kanıtlar, deliller olarak sunuyor. Hiçbir şekilde soğuk zihinsel tartışma yöntemlerine, hiçbir canlılık ve hareketlilik göstermeyen mantıksal önermelere başvurmuyor. Sözünü ettiğimiz donuk zihinsel tartışma yöntemleri ile mantıksal önermeler İslam düşüncesine dışarıdan bulaşmış, onun ruhuna yabancı unsurlardır. Oysa davayı sunmanın en güzel örneği, insanları ilahi mesaja inanmaya çağırmanın biricik metodu, en güzel düşünce yöntemi Kur'an-ı Kerim'de mevcuttur...

Hiç kuşkusuz onlar, yüce Allah'ın canlıları ilk kez nasıl yarattığını kesinlikle görüyorlardı. Bu işlemi yeşeren bir bitkide, yumurtada, ceninde ve daha önce olmayıp, sonradan ortaya çıkan her şeyde gözlemliyorlardı. Bunlardan hiçbirini insanlar fert-fert ya da topluca yaratmaya güç yetiremedikleri gibi yarattıklarını da iddia edemezler. Bir kere tek başına hayat sırrı bile bir mucizedir. Önce de böyleydi, şimdi de öyledir. Herhangi bir kimsenin hayatı var etmeye çalışması veya böyle bir iddiada bulunması bir yana, nereden ve nasıl kaynaklandığının bilinmesi bakımından da bir mucizedir. Allah'ın sanatının ürünü olduğundan başka herhangi bir açıklaması da yoktur hayatın. Yüce Allah her an insanların gözleri ve kavrayışları önünde ilk kez yaratma işlemini gerçekleştiriyor. İnsanlar bunu görüyor ve inkâr edemiyorlar.

İlk kez yaratma işlemini gözleriyle gördüklerine göre, ilk kez yaratanın, bu işlemi tekrarlayacağını da bilmeleri gerekir!

"Bu işlem, Allah için kolaydır."

Aslında yaratıklar arasında yaratılması yüce Allah'a zor gelen herhangi bir varlık yoktur. Ancak karşılaştırma insanların ölçülerine göre yapılıyor. Çünkü insanların değer ölçülerine göre yeniden yapmak, ilk kez yapmaktan daha kolaydır. Yoksa yüce Allah'ın gücüne oranla ilk kez yapmak yeniden yapmak gibidir, yeniden yapmak da ilk kez yapmak gibidir. Bu işlem için sadece yüce Allah'ın iradesinin yönelmesi ve "ol" sözü yeterlidir. "O da oluverdi". (Seyyid Kutub Tefsiri)

20. De ki: “Dünyayı gezin dolaşın da, Allah'ın yaratmaya nasıl başladığını anlamaya çalışın. Sonra, Allah tekrar yaratmayı da ölümden sonra diriltmeyi de gerçekleştirecektir. Allah elbette her şeye kadirdir. ”[*]

Yeryüzünde gezmek, gözün ve kalbin daha önce alışık olmadıkları, farkında olmadıkları yeni manzaralar, yeni sahneler görmelerini sağlar. Bu ifade son derece ince bir gerçeğe yönelik oldukça derin etkili bir işaret içeriyor. İnsanoğlu alışık olduğu yerde yaşamını sürdürürken, buradaki göz kamaştırıcı sahnelere, ilginç evrensel gelişmelere dikkat etmeye başlar. Fakat yolculuğa çıkınca, başka tarafa taşınınca, seyahat edince her sahne karşısında duyguları uyanır, bu yeni mekândaki her manzaraya dikkat kesilir. Oysa daha önce yaşadığı yerde bu sahne ve manzaraların aynısına hatta daha görkemlisine aldırmadan, dikkat etmeden geçip giderdi. Belki de, yolculuğundan ve bir süre ayrılışından önce fazla önemsemediği sahneleri, manzaraları düşünmek, onları açık bir kalple seyretmek üzere yepyeni bir duyguyla, değişik bir ruhla dönecektir eski yerine. Bu sefer yaşadığı yerdeki sahneler ve olağanüstü manzaralar ona daha önce farkında olmadığı, ya da kendisine göre bir anlam ifade etmediği, enterese etmediği şeyler söyleyecektir.

Kalplere giden yolları, ruhların gizli sırlarını en ince noktasına kadar bilen ve bu Kur'an'ı indiren Allah eksikliklerden uzaktır.

"Onlara de ki; yeryüzünde geziniz de Allah'ın canlıları ilk kez nasıl yarattığını görünüz."

İlk kez yaratmanın nasıl gerçekleştiğini görsünler diye yeryüzünde gezmelerine ilişkin emirden sonra geçmiş zaman kipi ile kurulan "ilk kez nasıl yarattı" cümlesi insan ruhunda belli bir duyguyu uyandırıyor. Yeryüzünde hayatın ilk ortaya çıkışına, ilk yaratma eyleminin nasıl başladığına tanıklık eden olayları ve manzaraları gözlemlemek mümkündür. Nitekim günümüzde hayatın gelişim sürecini; nasıl ortaya çıktığını, nasıl yayıldığını, nasıl geliştiğini hayatın sırrına ilişkin doyurucu bir sonuca ulaşmamış olsalar bile, hayatın ne olduğunu, yeryüzünde hangi kaynaktan. geldiğini, yeryüzündeki ilk canlı varlığın nasıl meydana geldiğini öğrenmek için çeşitli kazı faaliyetlerini yürüten arkeologların çalışmaları bu amaca yöneliktir. Yeryüzünde hayatın ilk kez ortaya çıkışını, arkeolojik kazılar yoluyla araştırmak, bunu öğrendikten sonra bu eylemi ahiretteki dirilişe bir kanıt olarak algılamak yüce Allah'ın bu ayette ifadesini bulan bir direktifidir.

Bunun yanı sıra bir başka düşünce de akla geliyor. Şöyle ki, bu ayete ilk kez muhatap olan Araplar günümüzde ortaya çıkan bu tür bilimsel araştırmalar yapacak durumda değildiler. Şayet bu ayette kastedilen bu tür bir bilimsel araştırma olsa bile o gün için ayetin arka planındaki gerçeğe ulaşmaya güç yetiremezlerdi. Şu halde Kur'an-ıKerim'in onların yapabilecekleri ve elde ettikleri sonuçla kolaylıkla ahiretteki diriliş gerçeğini kabul edebilecekleri bir şeyi istemesi kaçınılmaz oluyor. O zaman onlardan istenen her tarafta hayat olgusunun bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda ilk kez nasıl ortaya çıktığını gözlemlemeleridir. Biraz önce de değindiğimiz gibi, burada yeryüzünde gezmeye çıkmaya ilişkin buyruk, yeni sahneler görmek suretiyle duyguların uyanması amacına yöneliktir. Geçe ve gündüz her an, her saniye açıkça gözlemlenebilen hayat olgusunun ortaya çıkışı ile belirginleşen Allah'ın sonsuz gücünün eserlerini düşünmeye, etraflıca incelemeye bir çağrıdır.

Burada Kur'an'ın özelliğine uygun düşen önemli bir ihtimal daha var. Kur'an-ı Kerim insanlara direktifleriniyönlendirirken, bu direktiflerin insanlığın tüm kuşaklarının hayatlarına, yaşam düzeylerine, içinde yaşadıkları her türlü koşula, sahip bulundukları tüm araçlara uygun olmasını göz önünde bulundurur. Amaç her birinin kendi hayat şartlarına ve ölçülerine uygun direktifi alıp uygulamalarıdır. Bunun yanı sıra hayatın sürekli gelişimine yardımcı olacak, yol göstericilik yapacak direktifler de kalıcılığını sürdürür. Bu yüzden bu ayetin açıklamasına ilişkin olarak burada sunduğumuz bu iki düşünce arasında bir çelişki söz konusu değildir.

Ayeti bu şekilde açıklamak akla daha yatkın ve Kur'an'ın özelliği bakımından daha uygundur.

"Hiç kuşkusuz Allah'ın her şeye gücü yeter."

Allah bu sınırsız gücü ile hayatı ilk kez yaratır, sonra bu yaratmayı tekrarlar. Allah'ın bu sınırsız gücü, insanların yetersiz düşünceleri ile, sınırlı deneyimleri sonucu öğrendikleri ve mümkün olan ile mümkün olmayanı ona göre belirledikleri kanunlar olarak algıladıkları bağlar ile sınırlandırılamaz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

21. Allah, hak edene[*] azap edecek, hak edene de ikramda bulunacaktır. Siz ona döndürüleceksiniz.

Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

22. Siz, yerde de gökte de (Allah’ı) aciz bırakamazsınız. Allah ile aranıza girecek bir veliniz / yakınınız ve yardımcınız yoktur.
BÖLÜM 3
23. Allah'ın ayetlerini ve O'nunla buluşma gerçeğini yok sayanlar; işte onlar, Benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir. Onlar için acıklı bir azap vardır.
24. Toplumunun İbrahim'e cevabı sadece şunu söylemeleri oldu: "Bunu öldürün, yahut yakın!" Ama Allah onu ateşten kurtardı. İnanan bir toplum için bunda elbette ibretler vardır.
25. Ve (İbrahim) dedi ki: “Allah’ı bırakıp da birtakım heykeller peydahlamanızın tek nedeni, şu dünya hayatında (onlarla) aranızdaki (çarpık) sevgi bağıdır;[*] daha sonra, Kıyamet Günü’nde birbirinizi reddedecek ve birbirinizi lânetleyeceksiniz; en sonunda hepinizin varıp duracağı yer ateştir: size yardım eden biri de asla çıkmayacaktır.”

Bu sevginin çarpıklığını “insanlar içerisinde Allah’tan başka birtakım varlıkları Allah’a eşdeğer rakip güçler olarak görüp, onları Allah’ı sever gibi sevenler de var” (2:165) âyeti ortaya koymaktadır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

26. Bunun üzerine (önce yeğeni) Lût, ona (İbrahim'e) iman etti. Ve İbrahim dedi ki: “Ben, Rabbime hicret ediyorum.[*] Kuşkusuz, O, Azîz'dir; daima üstündür ve Hakîm'dir; doğru karar verir" dedi. "

Hz. Lût, İbrahim peygamberin kardeşinin oğludur. Hz. İbrahim, amcasının kızı ve aynı zamanda karısı olan Sâre ve yeğeni Hz. Lût ile birlikte önce Harran’a, oradan da Şam’a hicret edip Filistin’e yerleştiği ve Hz. Lût’un da Sodom’a hicret ettiği rivayet edilmektedir.

Hz. İbrahim’in “Ben, Rabbime hicret ediyorum.” demesi, rahat yaşamak ve menfaat elde etmek için herhangi bir bölgeye yerleşmek yahut ticari amaç gütmek için değil, sırf Allah’ın rızasını kazanmak ve O’nun Tevhid dinine hizmet etmek için her şeyiyle Rabbine yöneldiği anlamına geliyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

27. İbrahim’e İshak’ı ve (İshak’ın oğlu) Yakub’u bağışladık. Soyundan gelenlere nebilik ve kitap verdik. Onu dünyada ödüllendirdik. O, ahirette de kesinlikle iyilerden olacaktır.
28. Lût'u da gönderdik. Toplumuna şöyle demişti o: "Öyle bir iğrençliğe bulaşıyorsunuz ki, sizden önce âlemlerden bir tek kişi bunu yapmamıştır.[*]

Hz. İbrahim’in yeğeni olan Hz. Lût, İbrahim Peygamberle aynı dönemde yaşamış olup Hz. İbrahim’e komşu olan Sodom halkına elçi olarak gönderilmiştir. Kızıldeniz’in kuzeyinde yaşayan bu kavim, Kuran’da da belirtildiği gibi, o güne kadar dünya üzerinde görülmemiş bir iğrençliği, eşcinselliği uyguluyordu. Hz. Lût, onlara bu sapıklıktan vazgeçmelerini söylediğinde ona karşı çıktılar, onun peygamberliğini ve getirdiği öğretileri kabul etmediler ve sapıklıklarına devam ettiler. Bunun sonucunda da Kur’an’ın pek çok yerinde görüldüğü gibi Lût kavmi korkunç bir felaketle helâk edildi. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

29. Siz hâlâ (kadınları bırakıp) erkeklere yanaşacak, (neslin çoğalma) yol(unu) kesecek ve üstelik bu çirkinliği kamuya açık yerlerde güpegündüz guruplar halinde yapacaksınız öyle mi?” Kavminin cevabı: “Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi Allah'ın azabını getir bize!” demekten başka bir şey olmadı.
30. (Lût) Dedi ki: “Ey Rabbim! Bozguncu topluma karşı bana yardım et!”
BÖLÜM 4
31. Derken (Lût’un halkını imha edecek) elçilerimiz, İbrahim’e (İshak’ın doğumu ile ilgili) müjdeyi getirdikleri zaman, dediler ki: “Biz, bu memleket halkını helâk edecek olanlarız! Çünkü oranın halkı zalim oldular.”
32. İbrahim: “Ama orada Lût var” deyince, elçiler şöyle dediler: “Biz orada kimlerin olduğunu elbette ki çok iyi biliyoruz. Lût'u ve yakınlarını (Allah'ın emriyle) kurtaracağız. Yalnız karısı orada kalarak azaba çarpılanlardan olacaktır.”
33. Elçilerimiz Lût'a gelince, onları, halkının tecavüzlerinden koruyamayacağı düşüncesiyle üzüldü, eli kolu bağlanıp göğsü daraldı. Onlar dediler ki: “Bizden yana endişe etme, üzülme! Biz seni ve yakınlarını kurtaracağız, yalnız eşin geride kalanlar arasında yer alacaktır. ”
34. Büsbütün yoldan çıkmaları sebebiyle, biz bu şehir halkının üzerine gökten bir azap indireceğiz.”
35. Doğrusu Biz ondan geriye, akleden bir topluluk için hakikatin apaçık belgeleri olan işaretler bırakmışızdır.[*]

Lût gölünün bugünkü hali ve gölün güney yönündeki Lisân (Dil) adı verilen ucunda boydan boya görülen derin bir fay hattının günümüzde açıkça gözlemlenmesi, muhtemelen bu olay sonucunda göl suyunun hiçbir canlının yaşamasına izin vermeyen kimyasal yapısı, o beladan geriye kalan açık işaretlerden bazıları olarak sayılabilir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

36. Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Şöyle dedi: "Ey toplumum, Allah'a ibadet edin. Âhiret gününe umut bağlayın. Bozgunculuk yaparak ülkenin huzurunu kaçırmayın."
37. Fakat onlar kendisini yalancı saydılar. Bunun üzerine müthiş bir zelzele, kendilerini kıskıvrak yakalayıverdi, oldukları yerde çöke kaldılar.
38. Âd ve Semûd halklarını da imha ettik. Siz ey (Mekkeliler) bunu, kalan ev harabelerinden anlıyorsunuzdur. Şeytan onlara yaptıkları kötü işleri süsledi ve onları yoldan çıkardı. Halbuki onlar aklı fikri yerinde, açıkgöz kimselerdi.[*]

Hem sapmalarından kendilerinin sorumlu olduğunu hem de hayata bakışlarındaki mânevî körlüğün kendilerini düşürdüğü gülünç durumu ifade eden bir ibâre. Bunda elçilerinin uyarısına muhatap oldukları halde inkâra yeltendiklerine de bir gönderme vardır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

39. Kârûn’u, Firavun’u ve Hâmân’ı [da böyle cezalandırdık]: Musa onlara hakikatin bütün kanıtlarını getirmişti, ama onlar yeryüzünde büyüklük tasladılar [ve o’nu reddettiler]; halbuki onlar [elimizden] kaçıp kurtulamazlardı.
40. Nihayet her birini günahıyla yakaladık. Kiminin üstüne taş yağdıran bir fırtına gönderdik, kimini de korkunç ses yakaladı. Kimini yere batırdık, kimini de boğduk. Allah onlara zulmedecek değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
41. Allah'ın yanı sıra veliler[1*] edinenlerin[2*] durumu, kendisine ev edinen dişi örümceğin[3*] durumu gibidir. Kuşkusuz evlerin en dayanıksızı dişi örümceğin³ evidir. Keşke bunu kavrayabilselerdi..

[1*] Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)

***

[2*] Mürşid, efendi, âlim, mezhep, tarikat, ekol vb. şeyleri veli edinerek müşrik olanlar.

[3*] “Örümcek” değil de “dişi örümcek” denmesinin nedeni; dişi örümceğin yaptığı evde, çiftleştikten sonra erkek örümceği öldürmesindendir. Bu açıdan bakıldığında, dişi örümcek yuvası en yakın dostu için bile bir felaket, yok oluş yuvasıdır. Allah\ın yanı sıra veli edinenler de, tıpkı bu örnekte olduğu gibi, kendilerine örümcek yuvasına benzer bir yuva edinmiş olmaktadırlar. (Erhan Aktaş Tefsiri)

42. Allah, onların, kendisinden başka ne gibi bir şeye yalvardıklarını / nasıl bir şey için çağrı yaptıklarını bilir. O'dur Azîz; daima üstün olan, O'dur, Hakîm; kararları doğru olan.
43. İşte biz, bu misalleri insanlar için (ibret alsınlar diye) getiriyoruz. Onların anlamını ancak ibret almasını bilenler kavrayabilir.[*]

Kureyş’in ekâbir (!) takımı, “Muhammed’in Rabbi, gönderdiği kitapta sinekten, inekten, çiçekten, böcekten, örümcekten bahsediyor” diyerek Müslümanlarla alay ediyordu. Oysa ibret almasını bilenler için bu örnekler çok büyük manalar taşımaktadır. Varlık âlemini kudretiyle yöneten Allah’ın dostluğu ve yardımı dururken, insanın, kendisi gibi dünyada fani olan varlıklara sırtını dayaması, onlardan medet umması, onları Allah’a ulaşmak için aracı olarak kullanması yuvaların en zayıfı olan örümcek yuvasına sığınmaya teşbih ediliyor ki bu benzetme her kesimden insanın çok rahat anlayabileceği seviyededir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

44. Allah gökleri ve yeri gerçek varlıklar[1*] olarak yaratmıştır. Bunda inanıp güvenenler için kesin bir ayet / belge vardır.

Vahdet-i vücud, panteizm ve benzer felsefi akımlara göre Allah dışındaki varlıklar, ancak onun yansıması ya da gölgesidir; hatta gölge dahi yoktur. Kur’an ise Allah dışındaki varlıkların da gerçek olduğunu bildirmekte, böyle akımların görüşlerini çürütmektedir (Bakara 2/255, En'am 6/73, İbrahim 14/19, Hicr 15/85, Nahl 16/3, Rum 30/8, Zümer 39/5, Duhan 44/38-39, Casiye 45/22, Ahkaf 46/3, Tegabun 64/3). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 5
45. Sana vahyedilen bu Kitabı bağlantılarıyla birlikte oku, namazı da düzgün ve sürekli kıl. Namaz, cinsel günahlardan[*] ve kötü şeylerden sakındırır. Allah’ın zikri / Allah'a ait doğru bilgi elbette her şeyden büyüktür / önemlidir. Allah, yaptığınız her işi bilir.

'Cinsel günahlar’ diye tercüme ettiğimiz kelime fahşa’dır. Fahşa ile fahişe kelimelerinin ikisi de mastardır ve aynı anlamdadır (Araf 7/28). Mastar olduğu için çoğul anlamı da verilebilir. Bu ayette kelimeye çoğul anlamı vermemiz, Necm 53/32’den dolayıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

Bir de namazı kıl. Çünkü namaz -gerçekten kılındığı zaman- insanı iğrenç işlerden, kötülüklerden alı kor. Çünkü namaz Allah'a bağlanma durumudur. Bu yüzden kişi namazla birlikte büyük günah işlemekten, kötülüklere bulaşmaktan utanır, bu şekilde Allah'ın karşısına çıkmaktan sıkılır. Namaz arınmadır, kötülüklerden soyutlanmadır. Kötülüklerin kiri, iğrenç davranışların ağırlığı namazla uyuşmazlar: "Namaz kılan, buna rağmen namazı kendisini iğrenç işler-den ve kötülüklerden alıkoymayan birisinin kıldığı namaz, kendisini Allah'dan uzaklaştırmaktan başka işe yaramamıştır. (İbn-i Cerir rivayet etmiş ve "Bize Ali anlattı, ona da İsmail b. Meslem Hasan'dan aktararak anlattı. Hasan'da ona Resulullah şöyle buyurdu demiştir" der.) Böyle birisi namazı olduğu gibi kılmamıştır. Sadece namazın gerektirdiği davranışları yerine getirmiştir. Namazı gerçek anlamda kılmak ile, namazın gerektirdiği hareketleri yapmak arasında büyük fark vardır. Namaz gerçek anlamda kılındığı zaman Allah'ı anmaktır. "Allah'ı anmak en büyük ibadettir." Kesin olarak büyüktür, her türlü heyecandan, her türlü özlemden büyüktür. Bütün ibadetlerden ve içten yakarışlardan daha büyüktür. (Seyyid Kutub Tefsiri)

46. Yanlış davranış içinde olanları hariç[*] ehlikitapla / kitaplarında uzman kişilerle en güzel yöntemle mücadele edin. Onlara deyin ki: “Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilahımızla sizin ilahınız birdir. Biz ona teslim olmuş kimseleriz.”

Yanlış davranış içinde olanlar, Mümtahine 60/9. ayette belirtilenlerdir.

Allah’ın yasakladığı şey sadece, dininizden dolayı sizi öldürmeye kalkışanlara, sizi yaşadığınız yerden çıkaranlara ve çıkarılmanıza destek verenlere yakınlık göstermenizdir. Onlara yakınlık gösterenler yanlış yaparlar. (Mümtahine 60/9) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

47. Onlara indirdiğimiz gibi sana da bu Kitabı indirdik. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bu Kitaba inanırlar. Bunlardan / kitap bilgisi olmayanlardan da ona inananlar olacaktır. Kafirlerden başkası ayetlerimizi bile bile inkar etmez.
48. Sen bundan önce bir Kitabı ne okumuş ne de elinle yazmıştın. Öyle olsaydı batıla Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. dalanlar kesinlikle şüpheye düşerlerdi[*].

Kasas 28/86, Şura 42/52. Bu ayet Muhammed aleyhisselamın ve bütün Mekkelilerin ümmi olmasının sebebini açıklamaktadır. Daha önce ellerinde bir ilahi kitap yoktu (En’am 6/157, Cum’a 62/2). Bu yüzden Allah insanları, kitap verilenler ve ümmiler diye ikiye ayırmıştır (Al-i İmran 3/20). Nebimiz de Mekkeli olduğu için ümmi olarak nitelenmiştir. (A'raf 7/157-158) Kendilerine kitap verildiği halde o kitabın içeriğini bilmeyenler de ümmidir (Bakara 2/78). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

49. Aslında Kur’an, kendilerine bilgi verilenlerin içlerine sinen açık ayetlerden, inandırıcı kanıtlardan oluşmuştur. Bizim ayetlerimizi inkâr edenler, sadece inatçı zalimlerdir.
50. Dediler ki: “O’na Rabbinden mucizeler indirilmeli değil miydi?” De ki: “O mucizelerin gösterilmesi ancak Allah’ın izniyledir. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.”[*]

Onların kastettiği, insanlığın henüz emeklediği çağlarda gelen peygamberlerin getirdiği ilahi mesajların yanı sıra gösterdikleri ve sadece o anda seyreden kuşaklar için kanıt oluşturan somut mucizelerdir. Oysa Hz. Muhammed'in getirdiği mesaj, yüce Allah'ın içindeki canlı-cansız tüm varlıklarla birlikte yeryüzünün varis olacağı güne kadar ulaştığı herkes için bir kanıttır. Bu yüzden onun peygamberliğini destekleyen olağanüstü ayetler Kur'an-ı Kerim'in okunan ayetleridir. Bunlar olağanüstülükleri hiçbir zaman tükenmeyen mucizelerdir. Bu Kur'an'ın hazineleri tüm kuşaklara açıktır. Bunlar kendilerine bilgi verilenlerin içlerine sinen açık ve anlaşılır ayetlerdir. Bu ayetlerin üzerinde düşündükçe olağanüstülüklerini, mucizeliklerini hissederler. Bu ayetlerin sahip oldukları hayret verici etkileyiciliğin kaynağını düşünürler.

"Onlara de ki; mucizeler Allah'ın tekelindedir." Takdir ve planı uyarınca gerek duyulduğu zaman mucizeleri O gösterir. Ben bu konuda Allah'a herhangi bir şey öneremem. Böyle bir şey benim yetkimin dışındadır. Benim Rabb'ime karşı takınmam gereken edep de buna elvermez. "Ben sadece açık sözlü bir uyarıcıyım." Benim görevim uyarmaktır, sakındırmaktır. Gerçekleri ortaya koyup açıklamaktır. Ben ancak üstlendiğim görevi yerine getiririm.

Bundan sonrası Allah'a aittir. Gelişmeleri dilediği gibi planlar. Bu ifade inanç sistemini her türlü kuruntudan ve şüpheden soyutluyor. Peygamberin etki alanını seçilmiş, görevlendirilmiş bir insan olarak açık şekilde belirliyor. Peygamberin, caydırıcı güce sahip yüce Allah'ın sıfatlarına bürünmesi imkansızdır. Böylece somut mucizeler gösterildikten sonra geçmişteki risaletlerin etrafını saran şüphe bulutları bu son peygamberliğin üzerinde yoğunlaşmamış olur. Nitekim bu şüphe bulutları insanların duygularına karışmış gitgide kuruntu ve efsanelere bürünmüştür. Sapmaların ana kaynağı da burası olmuştur.

Bu türde somut mucizelerin gösterilmesini isteyenler, kendilerine bu Kur'an'ı indirmekle yüce Allah'ın ne büyük bir lütufta bulunduğunu değerlendirme yeteneğinden yoksundurlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

51. Kendilerine bağlantılarıyla birlikte okunan bu kitabı sana indirmiş olmamız (mucize olarak) onlara yetmiyor mu[*]? Bu kitapta, inanıp güvenen bir topluluk için kesinlikle bir ikram ve akılda tutmaları gereken bilgi vardır.

Nisa 4/82, Ra’d 13/43, Nahl 16/64, Şuara 26/192-200. Nebimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her nebiye mutlaka insanların inanmakta oldukları şeyler cinsinden bir mucize verilmiştir. Bana verilen mucize ise vahiydir /Kur’an’dır, bunu bana Allah vahyetmiştir. Bundan dolayı kıyamet günü, takipçisi en çok olan nebinin ben olacağımı ümit ediyorum." (Buharî, Fezâilu'l-Kur'ân 1, Î'tisâm 1; Müslim, İman 239, (152) Muhammed aleyhisselamın mucizesi Kur‘an-ı Kerim’dir. Kur’an ile tanışan herkes onu getirenin elçi olması gerektiğini anlar. Çünkü o, insanın yazabileceği bir kitap değildir. Bu, tıpkı İsa aleyhisselamın Allah’ın izniyle ölüleri diriltmesi, kuş heykeli yapıp Allah’ın izniyle üfürünce canlı hale gelmesi; Salih aleyhisselamın devesi gibi hiç bir insanın benzerini yapamayacağı bir mucizedir. Ama o kuş uçup gider, dirilen kişi tekrar ölür ve deve kesilirse bunlar ondan sonra gelenler için mucize olma özelliğini yitirmiş olur. Kur’an-ı Kerim’in mucizeliği ise süreklidir. Onu dünyanın neresinde, kim ne zaman okur ve manasını anlarsa onun bir mucize olduğunu ve onu getiren kişinin Allah'ın elçisi olması gerektiğini kavrar. Allah Teâlâ Kur’an'ı korumayı bizzat üstlendiği için onun mucizeliği kıyamete kadar devam edecektir. Kur’an var oldukça Muhammed aleyhisselamın Allah'ın elçisi olduğuna inanma mecburiyeti de var olacak ve yeni bir elçiye ihtiyaç kalmayacaktır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 6
52. [İman etmeyecek olanlara] De ki: “Benim ile sizin aranızda şahit olarak Allah yeter! O, göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Geçersiz ve uydurma şeylere inananlara ve bu suretle Allah’ı inkara şartlanmış olanlara gelince; işte ziyanda olanlar onlardır!”
53. Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer belirlenmiş bir süre olmasaydı elbette onlara azap gelirdi. Fakat onlar farkında değillerken o, kendilerine ansızın gelecektir.
54. Senden çarçabuk başlarına azabı getirmeni istiyorlar. Ama ne diye böyle sabırsızlanıyorlar ki? Zaten cehennem kâfirleri kuşatmış bulunuyor.[*]

Burada sebebin hâli, müsebbebin hâli durumunda gösterilmiştir. Zira cehenneme girme sebebi olan inkâr ve isyan, şimdiden, kâfirleri kuşatmış bulunmaktadır. (Suat Yıldırım Tefsiri)

55. (Ahiretteki cehennem azabına gelince;) o gün azap onları üstlerinden ve ayaklarının altından kaplayacak. Ve Allah onlara: “Yaptıklarınızı tadın bakalım!” diyecek.
56. Ey gerçeklere inanan kullarım! Şüphesiz yeryüzüm / arzım geniştir. (Bir işkence halinde hicret edebilir, yer değiştirebilirsiniz). O halde yalnız ve yalnız Bana kulluk edin.[*]

Bu ayet şu gerçeğe işaret etmektedir: Yeryüzü, insan hayatı için çok çeşitli ve sayısız imkanlar barındırdığından, “olumsuz şartların baskısından dolayı” Allah’ı unutmanın geçerli bir mazereti olamaz. Allah’a kulluk yapmak -sadece şekil olarak değil, gerçek anlamda- nerede ve ne zaman imkansız hale gelirse, müminin “kötülüğün egemenlik alanını terk etme”si ve “Allah’a sığınması”, yani inancına göre yaşayabileceği bir yere göç etmesi, zorunlu hale gelir. (Muhammed Esed Tefsiri)

57. Her nefis / can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.[*]

Ölüm her yerde kaçınılmazdır. Şu halde atılacak adımda ölüm riskini hesaplamak yersizdir. Çünkü onlar ölümün nedenlerini bilmiyorlar. Dönüş Allah'adır. En sonunda O'nun huzurunda toplanılacaktır. Üstelik onlar Allah'ın yarattığı geniş yeryüzünde O'nun himayesine doğru hicret ediyorlar. Ömürlerinin sonunda da O'na döneceklerdir. Onlar dünyada da ahirette de Allah'a dönmekten başka seçeneği bulunmayan kullardır. Bu yatıştırıcı mesajlardan sonra artık kimin içinden ölüm korkusu geçebilir? Hicret buyruğu karşısında kimin içi daralabilir?

Buna rağmen yüce Allah sadece kendisine döneceklerini vurgulamakla yetinmiyor. Bir de Ahirette kendileri için hazırlanan nimetleri açıklıyor. Onlar bir ülkeyi terk etmek durumunda kalıyorlar. Buna karşılık geniş bir yeryüzü bekliyor kendilerini. Evlerini barklarını geride bırakıyorlar. Karşılığında ise cennete konuyorlar. Geride bıraktıklarının türünde ama daha büyük bir karşılık elde ediyorlar! (Seyyid Kutub Tefsiri)

58. İman eden ve o imana yaraşır eylemler ortaya koyanları, içinde sürekli kalmak üzere cennetin zemininden ırmaklar akan yüce köşklerine yerleştireceğiz: (iyi) davranışta bulunanların ödülü pek güzeldir!
59. (Ödülü hak edenler) sadece Rablerine güvenerek sabredenlerdir.
60. Nice canlılar vardır ki kendi rızkını yanında taşımaz[*]. Onlara da, size de rızık veren Allah’tır. O, Semî'dir; daima dinler ve Alîm'dir; her şeyi bilir.

Allah Teala güneşin, hava, toprak ve topraktaki elementlerin bütün canlılarla etkileşimde olduğu bir ekolojik sistem kurmuştur. Karbon, hidrojen, oksijen, azot gibi inorganik maddelerin, cansız ortamdan bitkiler ve hayvanlar gibi canlı ögelere aktarılmasından sonra yine cansız ortama iadesini sağlayan bir kimyasal madde döngüsü vardır. Besin zinciri olarak tanımlanan bu döngünün enerji kaynağı güneştir. Bu sebeple hiçbir canlı rızkını biriktirmez, kendisine lazım olanı alır, gerisini bırakır. Bu sistem hiç aksamadan işlemeye devam eder (Hud 11/6). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

61. Gerçek şu ki, onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş'i ve Ay'ı yararınıza sunan kimdir?” diye sorsan, kesinlikle “Allah” diyecekler. O halde nasıl başka varlıklara yöneliyorlar!
62. Allah, kullarından tercih ettiği kişi için[*] rızkı genişletir de daraltır da. Şüphesiz Allah her şeyi bilir.

Şâe (شاء) fiili için bkz. Ankebut 29/21.ayetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

63. Onlara, “Gökten yağmur indirip, ölümünden sonra onunla toprağı dirilten kimdir?” diye sorsan, kesinlikle “Allah” diyecekler. De ki: “Bütün övgüler Allah'a aittir. Fakat onların çoğu bunu akletmezler.”[*]

Bu ayetler o zamanki Arapların bağlı bulundukları inanç sisteminin bir tablosunu çiziyor. Bu da gösteriyor ki, Araplar'ın inanç sistemlerinin temeli tevhidi, yani Allah'ın ilahlıkta ve Rabb'lıkta birliği ilkesiydi. Sapmalar daha sonra baş göstermişti. Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü Araplar Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'in soyundan geldikleri gibi İbrahim'in dinine bağlı olduklarına da inanıyorlardı. Bu noktadan harekétle bağlı bulundukları inanç sistemini üstün görüyorlardı. Yine Hz. İbrahim'in dinine bağlı olmakla övünerek yarımadada kendileri ile birlikte yaşayan Yahudi ve Hristiyanların inançlarını küçümsüyorlardı. Tabii kendi inançlarındaki çelişki ve sapmaları görmüyorlardı.

Gökleri ve yeri yaratanın, Güneş'i ve Ay'ı insanların yararına sunanın, gökten su indirip bu su aracılığı ile ölü toprağı canlandıranın kim olduğu sorulduğunda bütün bunları yapanın yüce Allah olduğunu söylüyorlardı. Buna rağmenonlar kendi elleriyle yonttukları putlara ya da cinlere yahut meleklere kulluk sunuyorlardı. Bu saydıklarımızı yaratma işleminde Allah'a ortak koşmamakla beraber kulluk sunarken bunları O'na ortak koşuyorlardı. Bu ise, tuhaf bir çelişkiydi. Yüce Allah bu çelişkinin tuhaflığını bu ayetlerde dile getiriyor. "Öyleyse nasıl gerçekten saptırılıyorlar" Yani nasıl oluyor da gerçek inançtan saptırılıp böylesine karmaşık, tuhaf bir inanca bağlanıyorlar? "Aslında onların çoğudüşünme yeteneğinden yoksun kimselerdir." Çünkü böylesine karmaşık, böylesine çelişkili bir inancı kabul eden birinin aklı çalışmıyor, düşünme yeteneğinden yoksun demektir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 7
64. Bu dünya hayatı oyundan ve eğlenceden başka bir şey değildir. Ebedî ahiret diyarı ise, hayatın ta kendisidir.[*] Keşke bunu bilselerdi.

Kişi dünya hayatının geçici ve oyuncak olduğunu, gerçek ve kalıcı hayatın ölümle başladığını bildiği halde yatırımını sadece dünyaya yapıyor ve ölümden korkuyorsa tümden cahildir. Yapılması gereken dünya-ahiret dengesini sağlayarak ölümden sonraki hayata hazırlanmaktır. Korkulması gerekense ölüm değil, yapılan kötülüklerin hesabının öldükten sonra verilecek olmasıdır. O halde hesabını veremeyeceğimiz işlere kalkışmayalım ve altından kalkamayacağımız kötülüklere bulaşmayalım. Unutmayalım ki; ölümden sonraki hayatımız, dünyada yaptıklarımızla şekillenecektir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

65. Bir gemiye bindikleri zaman [ve kendilerini tehlikede gördükleri sırada] [işte o anda] içten bir inançla yalnız Allah’a yalvarıp yakarırlar; sağ salim karaya çıkar çıkmaz da bazı hayalî güçleri (tekrar) O’na ortak koş[maya başl]arlar:
66. Böylece kendilerine bahşettiğimiz her türlü (nimete) karşı nankörlük yapar ve dünyadaki hayatlarından [ahmakça] zevk almaya devam ederler; fakat, günü gelince [gerçeği] öğrenecekler.
67. Görmüyorlar mı ki etraflarında bulunan insanlara saldırılırken, can güvenlikleri yokken, Biz Mekke'yi güvenli, emin bir belde yaptık. Hâlâ mı batıla inanıp Allah'ın nimetlerini inkâr edecekler?[*]

Dokunulmaz ve güvenli bir belde olan Mekke'de oturanlar hayatlarını güven içinde sürdürüyorlardı. İnsanlar Allah'ın evinden dolayı onlara saygı gösteriyorlardı. Öte yandan çevrelerinde yaşayan kabileler birbirlerini boğazlıyor, birbirlerinden korkarak can güvenliğinden yoksun bir hayat sürdürüyorlardı. Ancak Allah'ın içinde yaşayanlarla birlikte güvenli yaptığı evinin bulunduğu Mekke kentinde güvenlik içinde yaşayabiliyorlardı. Buna rağmen Allah'ın evini putların sergilendiği bir yere dönüştürmeleri, orada Allah'tan başka herhangi bir yaratığa ibadet etmeleri tuhaftır: "Buna rağmen hâlâ asılsız ilahlara inanıp Allah'ın nimetlerini inkâr mı ediyorlar?" "Allah hakkında yalan uydurarak O'na iftira edenler ya da gerçeği yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Kâfirlerin yeri cehennem değil mi?" (Seyyid Kutub Tefsiri)

68. Uydurduğu yalanı Allah'a isnat eden iftiracıdan veya kendisine gelen hakikati yalanlayandan daha zalim kim vardır? Gerçeği yalanlayan nankörler için Cehennem'de yer mi yok?
69. Biz uğrumuzda cihad edenleri / elinden geleni yapanları[1*] elbette yollarımıza[2*] yönlendiririz. Allah elbette güzel davrananlarla beraberdir.

[1*] Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

[2*] Lafzen, “Bizim yollarımıza”. Burada çoğul halin kullanılması, -Kur’an’da sıkça ifade edildiği gibi- Allah’ı bilmeye/tanımaya (ma‘rifet) götüren birçok yol bulunduğu gerçeğine işaret eder. (Muhammed Esed Tefsiri)