1. Dünya Savaşı, Çanakkale, Türk askelerleri siperlerinden hücuma kalkıyor.
14 Nisan 1915 tarihinde Seddülbahir’de şehit olan Yüzbaşı Kâzım Efendi’nin son mektubu...
Sevgili kardeşim
Ben vatan ve millet uğrunda bana düşen vazifeyi ifa ettim. Artık gerisini size terk ediyorum. Cümlenize hakkımı helal ettim, tabiidir ki siz de helal edersiniz. Hemşiremin, Ziya'nın Kemal'i hasretle gözlerinden öperim. Muhterem amcamın ellerinden öperek dualarını her zaman beklerim. Çoluk çocuğumu evvel Cenab-ı Hak'ka sonra vatan ve millete ve sizlere emanet ederim. Sevgili valideme, aileme, çocuklara güzel bakınız. Tahsillerine himmet ediniz. Maaşlarının tahsisi, icap eden muamelenin ifası için arkadaşlardan alayımızın tabur katibi ve aynı zamanda alay naibi bulunan Hasan Efendi’ye yazdım. Bulunduğum fırkanın kumandanı Miralay Remzi Bey, alay kumandanı Binbaşı Halil Bey’dir. Bu isimler size lazım olursa kendileriyle muhabere edersiniz. Binbaşımız Şevki Bey de benim gibi tehlikede bulunduğu için sağ kalırsa ona da müracaat edersiniz. Kolordu kumandanımız malum olduğu üzere Esat Paşa Hazretleri’dir. Hayvanım hakkında lazım gelen muamele için de kâtip efendiye yazdım. Oradaki hakkımı da çocuklarım için ararsınız. Sana çok rica ederim, efrad-ı ailemi, validemi hiçbir vakit üzme. Daima rıfk ile muamele et. Bana acımasınlar. Ben mukaddes vatan vazifem uğrunda terk-i can ettim, bahtiyarım. Cenabı Hak sizleri de bahtiyar buyursun. Baki cümlenizi Cenabı Hak'ka emanet ederim sevgili kardeşim.
Müminler, ahzabı (düşman birliklerini) gördükleri zaman: "İşte bu, Allah'ın ve Resulü'nün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Resulü doğru söyledi" dediler. Bu onların imanını ve teslimiyetini artırmaktan başka bir şey yapmadı. Mü'minler arasında Allah adına verdikleri söze sadık kalan nice yiğitler vardır. Onlardan kimileri verdiği sözü yerine getirdi (canını imanına şahit tutarak şehit oldu), kimileri de (Allah için savaşmaya devam ederek şehid olmayı) beklemektedir. Onlar (verdikleri sözü) hiçbir şekilde değiştirmediler.
Bütün bunlar Allah’ın, sözlerine sadık kalanları sadakatleri sebebiyle ödüllendirmesi ve gerek görürse münafıklara azap etmesi veya tövbelerini kabul etmesi içindir. Allah Gafûr'dur; daima bağışlar ve Rahîm'dir; ikramı boldur. (Ahzab 22-24)
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1.
Ey nebi! Allah'a takvalı[1*] ol. Gerçeği yalanlayan nankörlere ve münafıklara uyma.[2*] Allah Alîm; daima bilen ve Hakîm; kararları doğru olandır.
[1*] Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
***
[2*] “Allah’tan sakın!” Bulunduğun takva üzere devam ve sebat et; bu
halini ziyadeleştir; çünkü takva sonuna varılamayan bir yoldur. “İnkârcı nankörlere ve münafıklara boyun eğme!” Hiçbir şeyde onlara yardım
etme, onların hiçbir görüşünü kabul etme. Onlardan uzaklaş; çünkü onlar Allah’ın ve müminlerin düşmanlarıdır. Onlar için zarar ve zıtlıktan
başka bir şey istemezler. (Zemahşeri Tefsiri)
2.
Sana Rabbinden vahyedilene uy. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
3.
Allah'a dayanıp güven! Vekil[*] olarak Allah yeter.
Her şeyin koruyucusu, yöneticisi, dayanağı ve kefili olan; varlığı ayakta tutan, sürdüren, koruyan kontrol altında tutan, rızkını ve hak ettiğini veren. (Erhan Aktaş Tefsiri)
4.
Allah, hiçbir adamın içine iki kalp koymamıştır. Kendilerine zıhâr[1*] yaptığınız eşlerinizi de anneleriniz yapmamıştır. Yine evlatlıklarınızı[2*] da öz çocuklarınız (gibi) kılmamıştır. Bu, sizin ağızlarınızla söylediğiniz (fakat gerçekliği olmayan) sözünüzdür. Allah ise gerçeği söyler ve doğru yola iletir.
[1*] “Zıhâr”, bir kimsenin eşine, “Sen, bana anamın sırtı gibisin” demek sûretiyle, onu kendisine haram kılması demektir. Cahiliye döneminde zıhar yapmak, kadını kocasına ebediyen haram kılardı. İslâm ise kefaret uygulamasıyla, bu haramlığın ortadan kalkacağı hükmünü getirdi. Kefaret uygulamasının nasıl yapılacağı, Mücâdele sûresinin 2-4. âyetlerinde açıklanmaktadır.
[2*] Cahiliye Arapları, evlatlıklarını öz çocukları gibi kabul ederlerdi. Evlatlıklar, asıl babasının adıyla değil, evlat edinenin adıyla anılır ve onun mirasından öz çocuğu gibi pay alırdı. Âyetler, söz konusu bu uygulamayı kaldırmaktadır. (Diyanet İşleri Tefsiri)
5.
Onları babalarına nisbet ederek isimlendirin[*]. Allah katında düzgün olan odur. Babalarını bilmiyorsanız onlar din kardeşleriniz ve yakın dostlarınızdır. Hata yaptığınız bir konuda size günah yoktur ama kalpten kasıtlı olarak yaptığınız öyle değildir. Allah, Gafûr’dur; daima bağışlayandır ve Rahîm’dir; ikramı bol olandır."
Bir çocuğun evlatlık olduğu ve -biliniyorsa- kimin soyundan olduğu, çocuğun kendisinden ve toplumdan saklanmamalı, açıkça bildirilmelidir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
6.
Bu Nebi, müminler için kendi canlarından önce gelir. Nebinin eşleri de onların anneleridir.[1*] Allah’ın Kitabında, kan bağı ile akraba olanlardan biri diğerine (miras konusunda), müminlerden ve muhacirlerden[2] önce gelir[3*]. Yakın dostlarınıza bir iyilik yapmanız bunun dışındadır. Bu da zaten bu kitapta yazılıdır[4*].
[1*] Nebinin eşleri sadece evlenme yasağı açısından müminlerin anneleri gibidir (Ahzab 33/53). Diğer konularda özel hükümlere tabidirler (Ahzab 33/32-33, 53, 55).
[2*] Buradaki muhacirler, Mekke’nin fethinden önce Medine’ye göç eden Müslümanlardır.
[3*] Mezhepler, din farkının ve ülke farkının miras engeli olduğunu söylerler. Allah'ın Kitabına göre, din ve ülke farkına bakılmaksızın, miras, akrabalar arasında pay edilir. (Nisa 4/11, Enfal 8/75).
[4*] Bu ayete genellikle şöyle anlam verilir: “Dostlarınıza yapacağınız uygun bir vasiyet bunun dışındadır. Bu, kitapta yazılı bulunmaktadır.” Bu anlam yanlıştır. Çünkü Nisa 4/11,12 ve 176. ayette soy hısımlarının miras payları hükme bağlanmış, Nisa 4/8. ayette de miras paylaşılırken hazır bulunan yakınlar, yetimler ve çaresizlere de bir şeyler verilmesi emredilmiştir. Vasiyet konusunda bkz. Bakara 2/180. ayetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
7.
Unutma ki nebilerden söz aldık. Senden de; Nuh, İbrahim, Musa ve Meryem oğlu İsa'dan da... Evet, her birinden sağlam söz aldık.[*]
Burada sözleşme sağlam olarak nitelendirilirken ayetin orijinalinde geçen sözleşme anlamındaki
"misak" kelimesinin sözlük anlamı göz önünde bulundurulmuştur. Bu sözcük bükülmüş ip anlamındadır. Bu yüzden
antlaşmalar ve ilişkiler bu sözcükle ifade edilmiştir. Öte yandan sözcüğün duygulara yönelik mesajının etkinliğini
arttıran manevi bir vurgusu da vardır. Bununla yüce Allah ile seçkin kulları arasında; Allah'ın vahyini almak, onu
insanlara açıkça duyurmak, hiçbir taviz vermeden, sağa-sola sapmadan onun sistemini tam bir güvenle uygulamak
üzere gerçekleşen bu sözleşmenin sağlam ve dayanıklı bir sözleşme olduğu vurgulanmak isteniyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
8.
Allah bunu, doğru söyleyenlerin samimiyetlerini sorgulamak için yaptı. Kâfirlere de acıklı bir azap hazırladı.
BÖLÜM 2
9.
Siz ey imana ermiş olanlar! [Düşman] orduları üzerinize geldiğinde Allah’ın size bahşettiği nimetleri hatırlayın, ki o zaman üzerlerine bir kasırga ve göremediğiniz [semavî] ordular göndermiştik:[*] ama Allah yaptığınız her şeyi görmekteydi.
H. 5. yüzyılda meydana gelen Kabileler Savaşı (ahzâb) -ki, aynı zamanda Hendek Savaşı (Handek) olarak da bilinir- ile ilgilidir. Müslümanlarla imzaladıkları anlaşmayı bozmaları üzerine Yesrib’den (Medine) kovulmuş olan Yahudi kabilelerinden Benî Nadîr’in tahrikleri ile güçlü Arap kabilelerinin büyük kısmı, İslam’ın müşrik Arabistan’ın inanç ve gelenekleri için oluşturduğu tehdidi bertaraf etmek amacıyla bir araya gelip ittifak kurdular. H. 5. yılın Şevvâl ayında Kureyş ve müttefiklerinden -Benî Kinâne, Benî Esed ve sahil bölgesi (Tihâme) halkı ile büyük Necid kabilesi Gatafan ve müttefikleri, Hevâzin (veya Benî Âmir) ve Benî Süleym’den- oluşan on iki bin kişinin üzerindeki asker gücü Medine’ye doğru ilerlemeye başladı. Bu harekattan daha önceden haberdar olan Hz. Peygamber, İslam öncesi Arabistan’da bilinmeyen bir savunma tedbiri olan, şehrin çevresinde derin hendekler kazılması emrini verdi ve bu sayede müttefiklerin saldırısını durdurdu. Ancak bu noktada Müslümanlar için başka bir tehlike belirdi: Medine’nin dış mahallelerinde yaşayan ve o zamana kadar Müslümanlara bir dostluk anlaşması ile bağlı bulunan Yahudi Benî Kurayza kabilesi, bu anlaşmayı bozarak karşı tarafa katıldı. Ama haftalarca süren kuşatma boyunca müşriklerin hendeği aşma teşebbüslerinin tümü, sayıca daha az ve silah yönünden daha zayıf bulunan Müslümanlarca geri püskürtülerek saldırganlara ağır kayıplar verdirildi. Ayrıca, karşılıklı güvensizlikten kaynaklanan çekişmeler de, Yahudiler ile müşrik Arap kabileleri arasındaki iddialı ittifakı yavaş yavaş sarsıntıya uğrattı. Zilkâde ayında kopan müthiş soğuk bir fırtınanın günlerce devam ederek hayatı en sert savaşçılar için bile dayanılmaz hale getirmesiyle müttefik kuvvetlerin umutsuzluğu iyice arttı. Ve sonunda kuşatmayı kaldırarak geri çekildiler; böylece müşriklerin Hz. Peygamber’i ve toplumunu ortadan kaldırmaya yönelik son teşebbüsleri de akamete uğramış oldu. (Muhammed Esed Tefsiri)
10.
Onlar yukarıdan (vadinin doğusundan) ve aşağıdan (vadinin batısından) üzerinize geldiklerinde ve gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti. Allah hakkında (yardım edip etmeyeceğine dair türlü) zanlarda bulunuyordunuz!
11.
İşte orada mü’minler çetin bir imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.
12.
O gün münafıklar / iki yüzlüler ile kalplerinde hastalık olanlar[1*] / kafirler şöyle diyorlardı: (Meğer) Allah ve resulü sadece bizi aldatmak için vaatte bulunmuş!”
Bunlar, Hendek Savaşına müslümanlarla birlikte katılan Beni Kureyza Yahudileridir. Muhammed aleyhisselamın nebiliğini bile bile inkar ettiklerinden kalplerinde bir hastalık oluşmuştur. Münafıklar da kafirdir ama onların kalplerinde, kafirlik hastalığı yanında yalancılık hastalığı da oluşur (Bakara 2/6-10). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
13.
Ve (hatırla) içlerinden bazısı: “Ey Yesribliler (Medineliler)! Burada düşmana karşı koyamazsınız, mevzilerinizi bırakıp evlerinize dönünüz!” diyordu. Onlardan bir başka bölük: “Evlerimiz korunmasız!” diyerek nebiden izin istiyordu.[*] Hâlbuki gerçekte evleri tehlikeye maruz değildi, onlar sadece savaştan kaçmak istiyorlardı.
Müslümanların tarafında savaşan münafıklar, sürekli bahaneler uydurarak cepheden çekilmek istiyordu. Aslında onların maksadı, böyle kritik bir zamanda ordudan ayrılarak İslam ordusunu zayıf duruma düşürmek ve Müslümanlara yenilgi yaşatmaktı. Allah, gönderdiği bu âyetle münafıkların durumunu peygamberine haber veriyor. Münafıkların bu tavrı Müslümanların moralini bozamamış, aksine gayretlerini daha da artırmıştı. Çünkü eninde sonunda Allah’ın yardımıyla galip geleceklerine inanıyorlardı. Onlara göre zamanın uzamasının mutlaka kavrayamadıkları bir hikmeti vardı. Sıkıntısız netice almanın mümkün olmayacağını ama Allah yolunda çekilen sıkıntıların kendileri için bereket olacağını biliyorlardı. Ancak diğer savaşlarda olduğu gibi bu savaşta da Müslümanlar şiddetli bir sarsıntıyla ciddi bir imtihandan geçmişti. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
14.
Bulundukları yerin çevresinden yanlarına kadar (gizlice) girilse ve fitne çıkarmaları istenseydi fazla gecikmez kesinlikle çıkarırlardı.
15.
Halbuki daha önce sırtlarını dönüp kaçmayacaklarına dair Allah'a kesin söz vermişlerdi[*]. Allah'a verilen söz sorumluluk doğurur.
Müslümanlar ve Medine’de yaşayan farklı dinî ve etnik gruplar; Medine vesikası adı verilen siyasi ve hukuki bir belge üzerinde ittifak etmiş, Nebimizin başkanlığı altında birlikte yaşama ve şehre bir saldırı olması halinde orayı birlikte savunma konusunda anlaşmışlardı. (Medine Vesikası, DİA) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
16.
De ki: “Eğer ölümden ya da öldürülmekten kaçtıysanız, kaçmanızın size hiçbir yararı yok; zira böyle bir durumda bile, sadece kısa vâdeli bir haz elde etmiş olacaksınız.”
17.
De ki: "Allah sizin başınıza bir kötülük getirmek istese veya size bir ikramda bulunmak istese Allah’ın size bunları yapmasını kim engelleyebilir? Onlar, Allah ile aralarına girecek ne bir veli[*] / yakın bulabilirler ne de bir yardımcı."
Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)
18.
Allah içinizden (savaştan) alıkoyanları ve yandaşlarına[*] “Bize gelip (katılın)!” diyenleri elbette bilmektedir. Zaten bunlar savaşa çok az gelir.
Kur’an’da sadece bu ayette geçen [el-mu‘avvıkîne] kelimesi “engellemeye çalışanlar”, “alıkoyanlar”, “caydırmak isteyenler”, “savsaklayanlar” gibi anlamlar içermekte ve münafıkların Ahzâb Savaşı günlerindeki olumsuz tavırlarını ifade etmektedir. Ayette yer alan [li ıhvânihim] ifadesi “kendi kardeşlerine”, yani akrabalarına veya yandaşlarına, kafadarlarına, dostlarına demektir. (Mehmet Okuyan Tefsiri)
19.
(Bizim yanımıza gelin demeleri) Size düşkün olduklarını göstermek içindir. Korku gelip çattığında üzerine ölüm baygınlığı çökmüş biri gibi gözleri bir tarafa kaymış olarak sana baktıklarını görürsün. Korku geçince de mala olan düşkünlüklerinden dolayı sivri dilleriyle sizi incitirler. İşte onlar, inanıp güvenmiş kimseler değillerdir[1*]. Bu yüzden Allah onların amellerini yok saymıştır[2*]. Bu, Allah’a kolaydır.
[1*] “Ağır davranan ve kardeşlerine bizim yanımıza gelin diyenler”, Ahzab 33/12. ayette geçen münafıklardan ve kafirlerden farklı bir grup insandır. Bunlar başlangıçta Müslümandır, hatta böyle demeleri diğer Müslümanları çokça sahiplendiklerini göstermek içindir. Ancak ayette ağır bir imtihanla karşılaştıklarında imtihanı kaybettikleri ve aslında inançlarında samimi olmadıklarının ortaya çıktığı belirtilmiştir. Bunlar ortada bir mal ya da menfaat söz konusu olduğunda da müminleri kötü sözleriyle üzerler.
[2*] Benzer tavırlar Uhud Savaşında da sergilenmiştir (Al-i İmran 3/166-168). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
20.
Düşman birliklerinin çekilmediğini sanıyorlardı. O birlikler geri gelecek olsa bunlar çölde, taşralı Araplar arasında olmak ve haberlerinizi oradan sorup öğrenmek isterler. Zaten içinizde olsalar bile savaşa pek az girerler.
BÖLÜM 3
21.
Andolsun ki, sizden Allah'ın rızasını ve ahiretin saadetini arzu eden ve Allah'ı sürekli hatırda tutan (her an O'nunla beraber olduğu bilinciyle hayatına devam eden) kimseler için Allah'ın Resulü pek güzel bir örnektir.[*]
Sünnet, bir hayat tarzını veya davranış biçimini ifade eder. İslam terminolojisinde, kendisine tâbi olanlara bir model (prototip) olan Hz. Peygamber’in hayat tarzı için kullanılmaktadır. Ayette, Allah’ın rızasını kazandıracak davranışlarda bulunmak isteyenlere, ömrünün hemen her karesini çile ve ıstıraplarla geçiren Hz. Muhammed’in sarsılmayan imanını, çalışkanlığını, dürüstlüğünü, cesaretini, cömertliğini, sabrını ve kararlılığını, tertemiz ahlakını, fedakârlığını, kısaca bir hayat boyu yaşadığı kulluğunu örnek almaları tavsiye ediliyor. Bu tavsiye, kendine özgü koşullarda o günün inananlarına seslendiği halde, aslında bütün durumlar ve şartlar için geçerli olan zamanlar üstü bir muhtevaya sahiptir. Çünkü Kur’an 23 yıllık peygamberlik süresi içinde farklı zamanlarda, farklı şartlara ve sebeplere bağlı olarak inmiş olup kıyamete kadar yaşanacak olan hadiselere akılla uzlaşarak cevap verecek bir özelliktedir. İşte bu hadiseler bu özelliğin bir parçasıdır. Ayette geçen “güzel bir örnek vardır” ifadesi, İslam’ı yaşam konusunda onun hayatının tümünü kapsamaktadır. Yani “onun hayatı sizin için güzel bir örnektir. Onun gibi yaşarsanız iyi bir mü’min, faydalı bir kul, erdemli bir insan olursunuz” demektir. Bu ayet, aynı zamanda Hz. Peygamber’in, Allah’tan aldığı vahiy ile Kur’an mesajını yaşanılır kılmak ve inananların onu pratik hayatta uygulayabilmelerini sağlamak amacıyla verdiği emirleri her Müslümanın yerine getirme yükümlülüğünü de ortaya koymaktadır.Ancak bu ayet bağlamından koparılarak Hz. Muhammed’i putlaştırmak isteyenler tarafından maalesef suiistimal edilmiştir. “Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her türlü kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara 2/151) Bunlar, Hz. Peygamberin Kur’an ayetlerini nasıl uyguladığını, bu ayetlerden nasıl hikmet çıkardığını, insanları kötülüklerden nasıl arındırdığını ve Kur’an ahlakıyla nasıl ahlaklandığını düşünmeleri gerekirken, onun kişisel davranışlarını, giysilerini, giyim biçimini, yiyeceğini, içeceğini, saçını sakalını, diş fırçasını, oturuşunu kalkışını, yürüyüşünü, yatışını ve hatta tuvalet adabını taklit etmeyi, kutsallaştırmayı tercih ettiler ve bütün bunları da dinin aslıymış gibi insanlara dayatmaya kalktılar. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
22.
Müminler, ahzabı (düşman birliklerini) gördükleri zaman: "İşte bu, Allah'ın ve Resulü'nün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Resulü doğru söyledi" dediler. Bu onların imanını ve teslimiyetini artırmaktan başka bir şey yapmadı.[*]
Kuşkusuz onlar da insandılar. İnsanın gücü ise sınırlıdır. Bu yüzden yüce Allah insanlara güçlerini aşan
sorumluluklar yüklemez. Yüce Allah'ın en sonunda kendilerine yardım edeceğine ilişkin derin güvenlerine rağmen;
yine Peygamber efendimizin, içinde bulundukları bu sıkıntılı atmosferin boyutlarını aşan Yemen'in Şam'ın, Mağrib'in ve Maşrik'in fethedileceğini ima eden müjdesine rağmen. Bütün bunlara rağmen karşı karşıya
kaldıkları korku, onları sarsıyor, huzursuz ediyor, canlarını sıkıyordu.
Bu durumu en güzel Huzeyfe'nin sözleri tasvir etmektedir. Peygamber efendimiz arkadaşlarının durumunun
farkındadır. Ruhsal durumlarını görüyor. Bu yüzden: "Kim gidip düşmanın ne yaptığını görecek, sonra da gelip bize
haber verecek -Peygamberimiz burada o kişinin geri döneceğini garantiliyor-. Onun cennette benim arkadaşım
olmasını Allah'tan dileyeceğim" diyor Dönüş garantisine rağmen, cennette Hz. Peygamberle arkadaş olmaları
yönünden yapılan duaya rağmen kimse Peygamberimize cevap vermiyor. Hz. Huzeyfe'ye bizzat ismi ile hitap
edildiği zaman da şöyle diyor: Peygamber efendimiz beni çağırınca kalkmaktan başka çarem yoktu! Dikkat edin,
böyle bir şey ancak sarsıntının son noktaya vardığı durumlarda olur...
Ne var ki, sarsılmanın, gözlerin korkudan kaymasının, yüreklerin ağızlara gelmesinin yanı sıra, Allah'la aralarında
kopmayan bir bağlantı vardı. Yüce Allah'ın olaylara egemen olan yasalarına ilişkin şaşmaz bir anlayışları vardı. Bu
yasaların değişmezliğine, başlangıçları gerçekleştirdiğine göre sonuçlarının da gerçekleşeceğine ilişkin sonsuz
güvenleri vardı. Bunun için mü'minler meydana gelen sarsıntıyı yardımı beklemenin nedeni olarak algılıyorlardı.
Çünkü onlar, daha önce yüce Allah'ın şu sözünü doğrulamışlardı: "Acaba sizden öncekilerin başlarına gelenlerin
benzeri sizin de başınıza gelmeksizin, cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine ağır sıkıntılara ve zorluklara
uğradılar, öylesine sarsıldılar ki, Peygamberleri ile çevresindeki inanmışlar "Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?"
dediler. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır" (Bakara Suresi, 214)
Şu anda onlar da sarsılıyorlar, şu halde Allah'ın yardımı onlara da yakındır! Bu yüzden şöyle demişlerdi: "Bu Allah'ın
ve Resulü'nün bize vaad ettiği zaferdir." "Allah ve Resulü doğru söylemiştir..." "Bu, onların sadece imanlarını ve
teslimiyetlerini arttırdı." "Bu, Allah'ın ve Resulü'nün, bize vaad ettiği zaferdir."
Allah ve Resulü, bu korku, bu zorluk, bu sarsıntı ve bu sıkıntı karşısında bize zafer vaad ettiler. Şu halde Allah'ın
yardımının gelmesi kaçınılmazdır: "Allah ve Resulü doğru söylemiştir." Allah ve Resulü zaferin belirtileri hususunda
doğru söylemiştir. Bu belirtilerin ifade ettikleri anlam hususunda doğru söylemiştir. Bu yüzden kalpleri Allah'ın
yardımı ve vaadine yönelik sarsılmaz bir güvenle doludur: "Bu, onların sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı."
Kuşkusuz onlar da insandı. İnsana özgü duygulardan, zaaflardan kurtulmaları mümkün değildi. Zaten kendi
cinslerinin sınırlarını aşmaları, bu cinsin çerçevesi dışına çıkmaları, doğal özelliklerini ve yeteneklerini yitirmeleri
istenmiyordu. Çünkü yüce Allah onları bu nitelikleri için yaratmıştır. İnsan olarak kalsınlar; başka bir cinse, örneğin
meleğe, şeytana, hayvana yahut taşa dönüşmesinler diye yaratmıştır... Evet onlar da insandılar, bu yüzden
korkuyorlardı, bir zorlukla karşılaştıklarında sıkılıyorlardı, insan gücünü aşan bir tehlike ile yüz yüze geldiklerinde
sarsılıyorlardı. Ama, bununla beraber onlar, kendilerini Allah'a bağlayan, düşüp parçalanmalarını önleyen, içlerindeki
ümidi tazeleyen, onları ümitsizlikten koruyan sağlam, güvenilir bir kulpa bağlanmışlardı. Bu ve şu durumlarıyla
onlar, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş eşsiz bir örnektiler.'
Yüzyıllar içinde tanık olunan bu eşsiz örneği kavrayabilmemiz için, bu gerçeği kesinlikle algılamamız gerekir. Onların
insan olduklarını, güçlülüğüyle, zayıflığıyla insan tabiatından soyutlanmadıklarını kavramamız gerekir. Onların sahip
oldukları ayrıcalığın; göklerin kulpuna yapışmış olmakla beraber yeryüzündeki insana özgü nitelikleri
korumalarından, kendi insanlıkları çerçevesinde insanoğlu için hazırlanan en yüksek zirveye ulaşmış olmalarından
kaynaklandığını göz ardı etmememiz gerekir.
Bu açıdan, bir gün içimizde zaaf baş gösterdiğini yahut sarsıldığımızı, ya da
korktuğumuzu veya tehlikenin, şiddetin, sıkıntının ve dehşetin etkisiyle sıkıldığımızı görürsek, hemen karamsarlığa
kapılmamalıyız, telaşlanıp artık helâk olduğumuzu sanmamalıyız. Veya artık hiçbir zaman büyük bir sorumluluk
yüklenemeyeceğimizi, buna layık olmadığımızı düşünmemeliyiz. Ancak, insan oluşumuzdan kaynaklandığı
gerçeğinden hareket ederek kendi zaafımızın yanında durmamamız gerekir. Bizden daha iyi olanlarda baş gösterdi
diye kendi zaafımızda ısrar etmemeliyiz. Çünkü ortada sağlam ve güvenilir bir kulp var. Göklerin kopmaz kulpu var.
Sürçmekten kurtulmamız için ona sarılmalıyız, güven ve bağlılık tazelemeliyiz, içimizde baş gösteren sarsıntıyı
gelecek yardımın müjdesi olarak algılamalıyız. Böylece direncimizi ve kararlılığımızı korumuş, daha,güçlü ve
kendinden emin olarak yolumuza devam etmiş oluruz.
İşte islamın ilk yıllarındaki bu eşsiz örnekte meydana gelen denge budur. Kur'an-ı Kerim bu eşsiz örnekten,
geçmişteki tutumlarından, imtihanı başarıyla geçmelerinden, Allah yolunda giriştiği cihattan, kimilerinin Allah'la
buluşmasından, kimilerinin de bu buluşmayı beklemesinden şu şekilde söz ediyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)
23.
Mü'minler arasında Allah adına verdikleri söze sadık kalan nice yiğitler vardır. Onlardan kimileri verdiği sözü yerine getirdi (canını imanına şahit tutarak şehit oldu), kimileri de (Allah için savaşmaya devam ederek şehid olmayı) beklemektedir. Onlar (verdikleri sözü) hiçbir şekilde değiştirmediler.
24.
Bütün bunlar Allah’ın, sözlerine sadık kalanları sadakatleri sebebiyle ödüllendirmesi ve gerek görürse münafıklara azap etmesi veya tövbelerini kabul etmesi içindir. Allah Gafûr'dur; daima bağışlar ve Rahîm'dir; ikramı boldur.
25.
Allah, inkâr edenleri, hiçbir hayra ulaşmaksızın kin ve öfkeleriyle geri çevirdi. Allah, savaşta mü’minlere kâfi geldi. Allah Kavî'dir; çok güçlüdür, Azîz'dir' daima üstün olandır.
26.
Allah, kitap ehlinden olup müşriklere yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine büyük bir korku saldı. Siz onların bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir ediyordunuz.
27.
Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah'ın her şeye gücü yeter.
28.
Ey nebi! Eşlerine söyle: “Eğer siz (yalnız) bu dünya hayatını ve onun cazibesini istiyorsanız, gelin size istediğinizi (boşanma bedellerinizi) vereyim ve (sonra da) sizi uygun bir şekilde salayım (boşayayım).”[*]
İslamiyet bütün Arabistan’a yayılmış, Müslümanlar biraz daha evlerine çekilme ve dünyalık işlere yoğunlaşma fırsatı bulmuştu. Ayrıca savaş ganimetleri ve zengin tarımsal toprakların ele geçirilmesiyle İslam toplumu daha rahat bir safhaya ulaşmıştı. Böylece inananların iktisadi durumu bir nebze olsun düzelmiş, refah seviyeleri yükselmişti. Bunu fırsat bilen bazı Müslümanlar rahata ermiş, dünyaya ve dünyalıklara yönelmişti. Bu durum, Hz. Muhammed’in eşlerini de etkilemişti. Onlar da diğer Müslüman hanımların yaşadığı rahatlıktan ve bolluktan faydalanarak refah seviyelerini yükseltmek istiyorlardı. Bundan rahatsız olan Hz. Peygamber, her zaman olduğu gibi, kendisi ve ailesinin en sade hayatı sürdürmeleri gerektiğini, Allah’ın Resulü’nün ve ailesinin hayat standardının yoksul müminlerinkinden farklı olmaması icap ettiğini, dolaysıyla eşlerinin bu tarz taleplerinin karşılanmayacağını kendilerine bildirmişti. Bunun üzerine 28 ve 29. ayetler nazil oldu. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
29.
Yok eğer Allah’ı, Elçisi’ni ve ahiret hayatının [güzelliklerini] istiyorsanız, [bilin ki] Allah, içinizden güzel işler yapanlar için büyük bir ödül hazırlamıştır!” [*]
Hz. Peygamber, yukarıdaki iki ayeti, nazil olduktan hemen sonra eşlerine tebliğ ettiği zaman hepsi ayrılmayı kesinlikle reddettiler ve “Allah’ı, Elçisi’ni ve öteki dünya[nın güzelliklerini]” seçtiklerini bildirdiler (Buhârî ve Müslim dahil birçok Hadis külliyatında nakledilir). İlk dönem İslam alimlerinden bir kısmı (Taberî’ye göre Katâde ve Hasan Basrî) bu surenin daha sonraki 52. ayetinin, Allah’ın bu tavır için hazırladığı ödülü ortaya koyduğunu söyler. (Muhammed Esed Tefsiri)
30.
Nebi’nin hanımları! Sizden kim ispatlanabilir bir zina yaparsa[1*] zina cezası onun için ikiye katlanır[2*]. Bu, Allah'a kolaydır.
[1*] Zina diye meal verdiğimiz kelime, fuhuş anlamına da gelen (el-fahişe = الْفَاحِشَةَ)'dir. Türkçede para karşılığı yapılan cinsel ilişkiye fuhuş dendiği için, yanlış anlamaya yol açmasın diye zina kelimesi kullanılmıştır. Kur’an’a göre her zina fuhuştur. Bir ayet şöyledir: “Zinaya yaklaşmayın! O, bir fuhuş ve çok kötü bir yoldur.” (İsra 17/32)
[2*] Mezhepler, zina eden evli kadın ve erkeğin recm yani taşlanarak öldürme cezasına çarptırılacağında ittifak etmişlerdir. Ölüm cezası ikiye katlanamayacağından bu ayet, recm cezasının olamayacağının açık delillerindendir. Nebi eşlerinden biri, bu suçu işlemiş olsaydı ona verilecek ceza, bu suçu işleyen diğer kadınlara verilen 100 kırbaç cezasının iki katı olan 200 kırbaç olurdu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
31.
Öte yandan, hanginiz Allah’a ve Elçisi’ne samimiyetle itaat eder ve doğru, yararlı işler yaparsa onu iki kat ödüllendiririz: onun için [öteki dünyada] en muhteşem rızıkları hazırlayacağız.
32.
Ey Nebi'nin hanımları! Siz diğer kadınlardan biri değilsiniz. Eğer takvalıysanız,[1*] yabancı erkeklerle edalı bir üslupla konuşmayın. Zira kalbinde kötülük olan bir kimse buna yanlış anlam yükleyebilir. Sözün marûf[2*] olanını söyleyin.
[1*] Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)
***
[2*] Ma'rufa uygun söz, doğruluğu herkesçe bilinen söz demektir.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
33.
Evlerinizde de ağırbaşlı olun[*]. Önceki cahiliye döneminde yapıldığı gibi güzelliğinizi öne çıkarmayın! Namazı düzgün ve sürekli kılın, zekatı da verin. Allah'a ve elçisine gönülden boyun eğin. Ey Nebi'nin ailesi! Allah sizden sadece, pisliği uzaklaştırmak ve sizi tertemiz kılmak istiyor.
Bu ayet, Nebimizin evlerine gelen misafirlere karşı, eşlerinin gösterecekleri tavırla ilgilidir. Evlerine gelen müslümanların davranışları ile ilgili olarak da bkz. Ahzab 33/53. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
34.
Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti düşünün. Kuşkusuz, Allah Latîf'tir; bütün ayrıntıları bilir, Habîr'dir; her şeyden haberdardır.
BÖLÜM 5
35.
Allah’a teslim olmuş erkekler ve teslim olmuş kadınlar, inanmış erkekler ve inanmış kadınlar, samimi olarak yönelen erkekler ve yönelen kadınlar, (Allah’ın ayetlerini) doğrulayan erkekler ve doğrulayan kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, (Allah’a) boyun eğen erkeklerle boyun eğen kadınlar. (Allah ve elçisini) tasdik eden erkeklerle, tasdik eden kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve iffetlerini koruyan kadınlar, Allah’ı çokça anan erkekler ve çokça anan kadınlar, Allah onlar için bağışlanma ve çok çok büyük mükafaatlar hazırlamıştır.
36.
Allah ve resulü[1*] bir işe karar verdiği zaman artık mümin bir erkeğin ve mümin bir kadının[2*], o konuda tercih hakkı yoktur. Kim, Allah’a ve resulüne baş kaldırırsa açık bir şekilde sapmış olur.
[1*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmek için gönderilen elçi” anlamına da gelir. (Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü (رسول اللّه) ifadelerinde asıl vurgu ayetleredir. Muhammed aleyhisselam öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır (Âl-i İmrân 3/144).
Bu ve bir sonraki ayet, nebi ve rasul kavramları arasındaki farkı göstermektedir. Ahzab 33/36. ayette, Allah ve rasulünün bir işe karar vermesi durumunda hiçbir müminin farklı bir tercihte bulunma hakkının olamayacağı, aksi bir davranışın Allah ve rasulüne baş kaldırma kabul edileceği açık bir şekilde belirtilmiştir. Ahzab 33/37. ayette ise çok dikkat çekici bir örnek üzerinden, mutlak bağlayıcı otoritenin nebinin şahsına verilmediği, nebi vasfıyla onun her isteğine mutlak itaatin gerekmeyeceği öğretilmiş olmaktadır. Nebinin emirlerine uymak marufa uygunluk şartına bağlı iken (Mümtehane 60/12) rasul vasfıyla tebliğ ettiklerine mutlak surette itaat gerekir. Çünkü bu, doğrudan Allah’a itaat anlamına gelir (Nisa 4/80).
[2*] Muhammed aleyhisselam, müminlere örnek olmakla görevlidir (Ahzab 33/21). Evlatlığı Zeyd’in, eşi Zeyneb’i boşadığını ama henüz iddetinin bitmediğini öğrenince eşine geri dönme hakkını kullanması için ona: “Eşini nikahında tut” emrini verdi. Çünkü Nisa 4/23’te, öz oğulların boşadıkları eşleriyle evlenilmesi yasaklanmış ama evlatlıklar bu yasağın kapsamına sokulmamıştı. Allah’ın kendisini, insanlara bu konuda örnek yapmak için Zeynep ile evlendirmesinden ve insanların buna tepkisinden çekiniyordu. Çünkü bu tür bir evlilik o zamanın geleneklerine göre hoş karşılanmayan bir şeydi. Bu âyet onu uyarmakta ve Allah’ın, yapılmasını istediği bir konuda, ne onun ne de Zeyneb’in bir tercih hakkı olmadığını bildirmektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
37.
(Ey Muhammed!) Hani bir gün Allah'ın nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin kimseye: "Eşini nikahında tut, Allah'a karşı yanlış yapmaktan sakın!" diyordun. Aslında insanlardan çekinerek Allah'ın açığa çıkaracağı şeyi içinde gizliyordun[1*]. Oysa doğru olan, Allah'tan çekinmendir[2*]. Zeyd boşanıp eşiyle ilişiğini kesince seni onunla biz evlendirdik ki müminlerin evlatlıkları, eşleriyle boşanıp ilişkilerini kesince onlarla evlenmeleri konusunda kendilerine bir sıkıntı olmasın. Allah'ın buyruğu yerine gelmiştir.
[1*] Zeyd, eşini boşar da Allah. evlatlıkların boşadığı eşler konusunda örnek yapmak için beni Zeynep ile evlendirirse halkın içine nasıl çıkarım diye korkuyordun.
[2*] Çünkü “Allah'ın mesajlarını tebliğ edenler, Allah’tan korkar, başka kimseden korkmazlar.” (Ahzab 33/39). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
38.
Allah'ın, nebisi için farz kıldıklarında ona sıkıntı verecek bir şey yoktur. Bu Allah’ın, öncekilere de uyguladığı sünneti / yasasıdır. Allah'ın işi ölçülü biçilidir.
39.
Onlar; Allah'ın mesajlarını tebliğ eden, Allah’tan çekinen, başka kimseden çekinmeyen kimselerdir. Hesap görücü olarak Allah yeter.
40.
Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir.[*1] Fakat o, Allah'ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur.[2*] Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
[1*] Bu ayet, Muhammed aleyhisselamın oğulları Kâsım, Abdullah ve İbrahim’in, ergenlik çağına gelmeden öldüklerini gösterir.
[2*] Muhammed aleyhisselam, resullerin değil, nebîlerin sonuncusudur. Nebî, kendine kitap ve hikmet verilen kişidir (Al-i imran 3/81). Artık yeni bir nebî gelmeyecek ve yeni bir kitap inmeyecektir. Resul, elçi demektir. Herhangi bir ilave veya çıkarma yapmadan, Allah’ın âyetlerini, muhatabın anladığı dille tebliğ eden herkes elçilik görevi yapmış olur. Bu görev kıyamete /mezardan kalkış gününe kadar devam edecektir. Nebîler, kendilerine inen kitabı tebliğ ile görevli oldukları için her nebî resuldür ama her resul nebî değildir. Bu âyet bunu açıkça göstermektedir.
Ayette geçen ve mühür anlamına gelen “hatem” ifadesi de tasdik ilişkisi açısından büyük öneme sahiptir. Çünkü Tevrat ve İncil’de nebiliğin mühürleneceği bilgisi verilmiştir (Tevrat/ Daniel 9:24 ve İncil/ Vahiy 22:10). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
***
Hz. Muhammed evlatlığı Zeyd’in boşadığı Zeynep’le evlenince, münafıklar: “Muhammed oğlunun karısıyla evlendi” şeklinde dedikodu yaymaya başlamışlardı. Bunun üzerine yukarıdaki ayet nazil oldu. Bu âyete göre ne Zeyd Hz. Muhammed’in oğludur ne de Zeynep Hz. Muhammed’in gelinidir. Böyle olunca da Zeyd’in boşadığı kadınla evlenmesi haram değildir. Ayrıca aynı Sûrenin 4. âyetinde “...Evlatlıklarınızı da sizin gerçek çocuklarınız saymamıştır...” buyrulmaktadır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
BÖLÜM 6
41.
Ey inanıp güvenenler! Allah'ı çokça zikredin[*] / (onun sözlerini) hep aklınızda tutun!
42.
Kuşluk ile öğle vaktinde ve ikindide ona ibadet edin[*].
Buradaki tesbih emri kuşluk, öğle ve ikindide kılınan nafile namazlara işaret eder. Ayrıntı için bkz. A’raf 7/205 ve dipnotları, Taha 20/130, Fetih 48/9, İnsan 76/25.
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
43.
O Allah ve melekleri, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size her tür desteği vermektedir: zira O, mü’minler için sınırsız bir rahmet kaynağıdır.
44.
Allah'a kavuşacakları gün: “Selâm! ” iltifatı ile karşılanırlar. O, onlara pek değerli ve cömertçe, bir mükâfat hazırlamıştır.
45.
Sen ey Nebî! Elbet Biz seni bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik;
46.
Ve Allah'ın izniyle bir davetçi, ışık saçan bir kandil olarak...
47.
Müminlere, kendileri için Allah'tan büyük bir lütuf olduğunu müjdele!
48.
Kâfirlere ve münafıklara itaat etme! Onların eziyetlerine aldırma! Allah’a güven! [Vekil] olarak Allah yeter.
49.
Ey inanıp güvenenler! Mümin kadınları nikâhlar da onları kendilerine dokunmadan boşarsanız, sizin onlar için saymanız gereken bir iddet yoktur[*]. Bu durumda onları (marufa uygun olarak) yararlandırın ve güzelce kendinizden ayırın.
Talak 65/1 ayetine göre, iddeti bekleyecek olan kadın, onu sayacak olan erkektir. Bu ayette, gerdeğe girilmemişse, beklenecek ve sayılacak bir iddetin olmadığı anlatılmaktadır. Diğer durumlarda beklenecek iddet Bakara 2/228 ve Talak 65/4’te açıklanmıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
50.
Ey Nebi! Mehirlerini verdiğin eşlerini[1*]; Allah'ın sana fey olarak verdiğinden hâkimiyetin altında olanı[2*]; seninle beraber hicret etmiş olmaları şartıyla amca kızlarını, halalarının kızlarını, dayı kızlarını, teyzelerinin kızlarını[3*] ve bir de -nikâhlamak istersen-[4*] kendini sana hibe eden kadını, -diğer müminlere değil- sadece sana has olmak üzere helal kıldık. Müminlerin eşleri ve hakimiyetleri altındaki esirlerle ilgili hangi hükümleri koyduğumuzu elbette biliyoruz. Bütün bunlar sana bir sıkıntı olmasın diyedir. Çünkü Allah Gafûr'dur; daima bağışlar ve Rahîm'dir; ikramı boldur.
[1*] Bu ifadeye göre Nebimiz, eşlerinin mehirini evlenmeden önce vermek zorundadır. Halbuki diğer müminler karşılıklı anlaşmaya bağlı olarak daha sonra da verebilir (Bakara 2/236, 237).
[2*] Hür olsun, esir olsun hiçbir kadınla nikâhsız ilişki kurmak helal değildir. Savaş esiri kadınlarla /cariyelerle nikahsız ilişkiyi helal görenler, Nebimizin Mariye ile olan birlikteliğini de delil gösterirler. Halbuki Mısır mukavkısı tarafından Nebîmize gönderilen Mariye, bu ayete göre “fey” statüsündedir. (Fey, savaşmadan elde edilen şeylere; ganimet ise savaş sonucu elde edilenlere denir. Bkz. Enfal 8/41, Haşr 59/7. Savaş esirleri ganimete dahildir.) Hür bir kadınla evlenmeye gücü yeten müminlerin savaş veya fey yoluyla hakimiyet altına alınan kadınlarla evlenmesi haramdır (Nisa 4/25). Bu ayette, Resûlullâh’a diğer müminlerden farklı olarak, nikâhlı hür eşlerine ilaveten fey yoluyla hakimiyet altına aldığı kadını da hürriyetine kavuşturmadan nikâhlayabileceği bildirilmiştir. Ayetteki atfın “ev (أو)” ile değil de “vav (و)” ile yapılmış olması da bunu göstermektedir. Yani ayette “ikisinden biri” anlamına gelen “ev” bağlacı kullanılarak “Mehirlerini verdiğin eşlerini VEYA Allah'ın sana fey olarak verdiğinden hâkimiyetin altında olanı” denilmemiş, “hem o hem bu” anlamına gelen ve birlikteliği ifade eden “vav” atıf harfi kullanılarak “Mehirlerini verdiğin eşlerini VE Allah'ın sana fey olarak verdiğinden hâkimiyetin altında olanı” denilmiştir. Bir kadın ister savaş ister fey yoluyla hakimiyet altına alınmış olsun, kendi rızası ile nikâhlanmadığı sürece onunla ilişki haramdır (Nisa 4/3 ve 25, Nur 24/32-33). Bu yüzden Nebimizin de Mariye ile ancak nikah yoluyla birliktelik kurduğu anlaşılmaktadır. (Ayrıntı için bkz. Ali Rıza Demircan, Kur’an ve Sünnet Işığında Cariyeler ve Sömürülen Cinsellikleri)
[3*] Diğer müminlerin; amca, hala, dayı ve teyze kızlarıyla evlenmeleri için birlikte hicret etmiş olmaları şartı yoktur. Evlilik yasakları Nisa 4/23-24 ayetlerinde belirtilmiştir.
[4*] Bu ayette iltifat sanatı kullanılmıştır. Sözlükte eğmek /bükmek /çevirmek anlamındaki left (لفت) kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır; ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
51.
Eşlerinden istediğini kendinden uzak tutabilir, istediğini yanına alabilirsin. Ayrı tuttuklarından hangisini yanına almak istersen bunun sana bir günahı olmaz. Bu, onların mutlu olmaları, üzülmemeleri ve senin kendilerine verdiğine hepsinin razı olması için daha uygundur. Allah kalplerinizde olanı bilir. Allah Alîm'dir; her şeyi bilen ve Halîm'dir; pek yumuşak davranır.
52.
Bundan sonra, güzellikleri çok hoşuna gitse bile[*] (onların üzerine) başka kadınlarla evlenmen de eşlerini bırakıp yerlerine başkalarıyla evlenmen de helal olmaz, hâkimiyetin altında olan esir kadınla (evlenmen) başka. Allah her şeyi görüp gözetendir.
Bir kadının güzelliği, yüzü görülmeden anlaşılamaz. Bu ayet, kadınların yüzlerinin açık bulunabileceğinin delillerindendir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
BÖLÜM 7
53.
Ey inanıp güvenenler! Yemek için izin verilmedikçe Nebinin evlerine girmeyin, (izin verildiğinde de) erken gidip beklemeyin. Ama içeri çağrıldığınızda girin. Yemeği yiyince sohbete dalmadan hemen dağılın. Bunlar nebiye sıkıntı veriyor fakat o sizden çekiniyor, halbuki Allah hakkı söylemekten çekinmez. Nebinin eşlerinden bir şey istediğinizde perde[1*] arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz hem de onların kalpleri için daha nezih olur. Allah'ın elçisini incitmeye[2*] de ondan sonra eşlerini nikâhlamaya da asla hakkınız yoktur. Bunları yapmanız, Allah katında ağır bir kusur olur.
[1*] Kapı yerine kullanılan perde. O günün koşullarında iç odalarda kapı olmadığı için, kapı olarak perde kullanılmaktaydı. (Erhan Aktaş Tefsiri)
***
[2*] Başta geçen “nebiyi incitmek” ifadesi ayetin sonunda “Resulullah’ı incitmek” şekline dönmüştür. Çünkü nebiyi incitme ile resulü incitme arasında sonuca etki eden önemli bir fark vardır. Kur’an’da nebi ve resul kavramları birbirleriyle irtibatlı ama farklı anlamlarda kullanılır. Nebi, kendisine vahiy indirildiği için değeri yükseltilmiş kişidir. Bu yönüyle nebilik ünvandır ve beşerî özellikleri de kapsar. Resul ise kendisine indirilen vahyi tebliğ etme görevini ve tebliğ edilen şeyi ifade eder. Nebi olan kişi nebilik ünvanını, hayatının her anında taşır ama resullük sadece tebliğ faaliyetini sürdürdüğü anlar için söz konusudur. Bu sebepledir ki Kur’an’da nebiye mutlak itaatten bahsedilmezken (Mümtehine 60/12) resule mutlak surette itaat istenir ve bunun Allah’a itaat anlamına geldiği bildirilir (Nisa 4/80). Bu ayette de görüldüğü gibi nebiyi incitenler kınanır yahut en fazla uyarılırken resulü incitenler acıklı bir azapla tehdit edilir. Çünkü nebiyi incitme insanî ilişkilerle ilgili bir eksikliğin tezahürü iken resulü incitme onun tebliğ ettiği şeyi, dolayısıyla Allah’ı hedef alan bir karşı koyuş anlamına gelir. Bu sebeple Muhammed aleyhisselamın etrafındaki insanlar, onunla konuşur yahut tartışırken onun hangi sıfatla konuştuğuna dikkat etmeleri konusunda uyarılmışlardır (Hucurat 49/2). Zira nebiyle polemiğe girmek en fazla nezaketsizlik olarak değerlendirilebilecek iken resul vasfıyla tebliğ ettiği şeye karşı çıkmak, kişiyi Allah’ın yolundan çıkaracaktır (Ahzab 33/57). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
54.
Bir şeyi açığa vursanız da, yahut onu gizleseniz de (fark etmez), Allah her şeyi gayet iyi bilmektedir.
55.
Onlara (yani Peygamberin hanımlarına) ne babaları, ne oğulları, ne kardeşleri, ne kardeşlerinin oğulları, ne kızkardeşlerinin oğulları, ne kadınları ve ne de ellerinin altında bulunan(köle)leri hakkında bir günah yoktur, (bunlara karşı örtünmeleri gerekmez. Ey Peygamberin hanımları) Allah'tan korkun; şüphesiz Allah, her şeyi görmektedir.[*]
Kadınlarla, perde (kapı) ardından konuşmayı emreden âyet inince, âilede yakın akrabâ olan kişilerin, acaba kendilerinin de mi kapı ardından konuşmaları gerektiği konusunda tereddüdetmeleri ve bu hususu Allah'ın Elçisinden: "Ey Allah'ın Elçisi, biz de mi onlarla perde ardından konuşacağız?" diye sormaları üzerine inen bu âyet; bunun, sadece mahrem olmayan erkekler için konulmuş bir hüküm olduğunu belirtmiştir. (Süleyman Ateş Tefsiri)
56.
Şüphe yok ki, Allah ve melekleri, Peygambere destek veriyor.[*] Ey inananlar! Onu siz de destekleyin ve tam bir teslimiyetle onun rehberliğine teslim olun!
Ayette geçen “yusallûne” fiili “desteklerler” anlamında kullanılmıştır. “Allah ve melekleri peygamberi desteklediği gibi ey mü’minler siz de onu destekleyin, onun davasına omuz verin, onunla beraber Allah’ın dinini tebliğ edin, gelen vahyin hayata geçirilmesi ve diğer insanlara ulaşması için gayret gösterin” demektir. “Peygamberi övün, şanını yüceltin, onu tazim edin, onun adını anın!” demek değildir. 43. ayette mü’minlere hitaben; “O (Allah), sizi melekleri eşliğinde üzerinize indirdiği (vahiyle) destekleyip dimdik ayakta tutuyor…” buyruluyor. Burada da aynı kelime (“yusallî”) destek anlamında kullanılmıştır. “Övgü, yüceltme, tazim ve anma” gibi anlamlar verilseydi bu ayet “O sizi melekleri eşliğinde övüyor, tazim ediyor, yüceltiyor ve sizi anıyor” demek olurdu ki bu Allah’ın şanına yakışmaz. Bu kelimeye “dua ediyorlar” anlamı da veremeyiz çünkü duanın doğrudan muhatabı olan Allah’ın resulüne dua etmesi de düşünülemez. Dolaysıyla “salat” terimi burada destek anlamında kullanılmıştır.
Bu âyetin doğrudan muhatapları olan günümüz Müslümanları maalesef Hz. Peygambere salavat okumayı alışkanlık haline getirerek onun davasına verilmesi gereken fiili desteği dua desteğine dönüştürmüştür. Oysa Allah vahiy göndererek peygambere verilmesi gereken desteği zaten vermiştir, Müslümanların Allah’tan aynı desteği istemesi anlamsız bir tekrardır. Salavat diye adlandırdığımız cümlede Allah’ın mü’minlere peygamberlerine destek verme emri varken, mü’minlerin bu işi Allah’a havale etmesi ciddi bir saygısızlıktır. Mü’minlere düşen Hz. Peygambere salavat okumak değil, onun davasına destek vermektir. Nitekim ayetin son cümlesinde “tam bir teslimiyetle onun rehberliğine teslim olun!” buyrularak mü’minlerden desteklemeleri gereken davada Hz. Peygamberin rehberliğine teslim olmaları emrediliyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)
57.
Şüphesiz Allah ve Resûlünü incitenlere, Allah dünya ve ahirette lânet etmiş ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.[*]
Allah’ı incitme ifadesi mecâzî bir kullanımdır. Allah’ın hoşnut olmayacağı işler yapmak, Allah’a uygun düşmeyecek nitelemelerde bulunmak demektir. (Diyanet İşleri Tefsiri)
58.
Mü’min erkek ve kadınları, yapmadıkları bir şeyle suçlayıp inciltenler, iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar.
BÖLÜM 8
59.
Ey Nebi! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle de cilbablarını / büyük başörtülerini sıkıca örtsünler. Bu, onların tanınmaları, dolayısıyla incitilmemeleri açısından daha uygundur.[*] Allah Gafûr'dur; daima bağışlar ve Rahîm'dir; ikramı boldur.
Ey Peygamber! Hanımlarına da, kızlarına da, bütün müminlerin kadınlarına da söyle. Görülüyor ki, burada yalnız Peygamberin hanımlarına ve kızlarına değil, Nur Sûresi'ndeki "Baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar, zinet yerlerini göstermesinler." (Nûr, 24/31) âyeti gibi müminlerin kadınları dahi bu hükmün kapsamına dahil edilmiştir. Bununla birlikte müminlerin kadınlarında aslolan hürriyet olduğu için, bundan kastolunanın hür kadınlar olduğu beyan edilmiştir. Araplarda tesettür adet değildi. Cahiliyet devrinde kadına hürmet yoktu. Eski cahiliye kadınlarında erkeklerin dikkatlerini çekecek şekilde göz alıcı biçimde açık saçık çıkan, açılıp saçılan orta malı olanlar bulunurdu. Bundan dolayı kız çocuklarını diri diri gömenler olmuştu. İslam ise kadının şanını iffet ve ısmetle, vakar ve haysiyetle yükseltiyordu.
Nur Sûresi âyetleri "Mümin erkeklere söyle, gözlerini sakınsınlar" (Nur, 24/30) ve "Mümin kadınlara da söyle, gözlerini sakınsınlar." (Nur, 24/31), mümin erkeklerin ve mümin kadınların, yani bir cinsin karşı cinse göz dikmeyip, bakışlarını kısarak edeblerini ve iffetlerini korumayı öğreterek terbiyelerini yükseltmiş olduğu gibi, burada da imanlı hür kadınların hiçbir şekilde eziyete uğramamalarını pekiştirmek için buyuruluyor ki: Cilbablarından üzerlerini sıkı örtsünler.
CİLBAB: Baştan aşağı örten çarşaf, ferace, câr gibi dış elbisenin adıdır. "Kadınların elbiselerinin üstüne giydikleri her çeşit giysidir." " Tepeden tırnağa örten giysidir", "Kadınların tesettür ettikleri her türlü elbise ve başka şeylerdir." "Çarşaf ve peçedir".
İDNÂ: Yaklaştırmak demek ise de, âyette ile kullanılması, kapsamak suretiyle sarkıtmak mânâsını da ifade ettiğinden üzerinden sıkı örtmek demek olur. Cilbabdan örtmek tabirinde de iki şekil vardır. Birisi cilbablarından birisiyle bütün bedenini sıkıca örtmek, birisi de bir cilbabın bir tarafıyla başından yüzünü örtmek demek olur. Bu beyanda da iki suret vardır. Birisi kaşlarına kadar başını örttükten sonra büküp yüzünü de örtmek ve yalnız tek bir gözünü açık bırakmak. ikincisi de alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra, burnunun üzerinden dolayıp gözlerini ikisi de açık kalsa bile, yüzün büyük bir kısmını ve göğsü tamamen örtmüş bulunmaktır. Rivayet olunduğu üzere Ümmü Seleme (r.a.) demiştir ki: "Cilbablarından üzerlerini sıkı örtsünler' âyeti nazil olduğu zaman Ensar kadınları üzerlerine siyah elbiseler giyerek öyle bir ağırbaşlılık ile çıkmışlardı ki, başları üstünde kuşlar varmış gibi idi."
Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki; "Ensar kadınlarına Allah rahmet etsin. Bu "Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına bütün müminlerin kadınlarına da söyle" âyeti indiği zaman mırtlarını yardılar, onunla başlarını sardılar da Resulullah'ın arkasında öyle namaz kıldılar ki, sanki başlarında kargalar varmış gibi..." demiştir. Bu tesettür onların tanınmalarına, dağınık cariyelerden, adi kadınlardan vakar ve heybetle seçilerek hürmet edilmelerine ve dolayısıyla incitilmemelerine elverişli olan biçimdir. Gerçi eziyeti kendilerine davet edecek olan içi bozukları örtü tutacak değildir. Fakat imanlı, temiz kadınların, kirli bakışlardan yuvalarında gizli inciler gibi korunmuş kalmalarına en uygun olan biçim de budur. Asıl o zamandır ki onlara eziyet edecek olanların açık bir vebal ve iftira yüklenmiş oldukları ortaya çıkar. Ve dolayısıyla bundan önceki ve sonraki âyetlerin hükümlerine dahil olacakları anlaşılır. Bununla birlikte Allah bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulunuyor. Burada yukardaki âyetlerin eki gibi getirilen bu son cümle çok anlamlıdır. Bu bize şu mânâları ilham eder:
1- Allah'ın bağışlaması çoktur. Bugüne kadar geçmiş açıklıkları bağışlar. O kusurları örter. Rahmeti de çoktur; bundan böyle emrini tutanları rahmetiyle arzusuna çok ulaştırır.
2- Allah bağışlayıcı ve merhametli olduğu içindir ki, kadınlara eziyet edilmesine razı olmaz ve onun için örtülmelerini emreder.
3- Tesettür emrolunduğundan dolayı da kadınlar bir baskıya uğratılmasın, aşırıya gidilmesin; çünkü Allah bağışlayıcı ve çok merhametlidir. Bu emri onların aleyhine değil, lehine olarak vermiştir demek de olabilir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
60.
Eğer, münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar, şehirde yalan ve kötü haber yayanlar[*] bu davranışlarına son vermezlerse, ant olsun ki, seni onlara musallat ederiz de seninle bir arada daha fazla kalamazlar.
Allah’ın ayetlerini anlayıp kavradıktan sonra üstünü örtmek kafirlik hastalığıdır. Münafıklar da kafirdir ama onlar müminlere karşı yalan söyleyerek kafirlikliklerini gizledikleri için hastalıkları ikiye katlanır (Bakara 2/10). Medine’de kötü haber yaymak ise bazı münafıkların ve kafirlerin birlikte yaptıkları eylemdir (Al-i İmran 3/173, Nisa 4/83, Hucurat 49/6).
(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
Allah’ın geçmiş milletlere uyguladığı yasa budur ve Allah’ın yasasında bir değişme bulamazsın.
63.
İnsanlar sana kıyametin saatinden soruyorlar. De ki: "Ona ilişkin bilgi Allah katındadır." Ne bilirsin, belki de o saat yakındır![*]
Müşrikler alay etmek için, bir an önce olmasını isteyen bir eda ile,
Yahudiler de Allah Teâlâ Tevrat ve diğer kutsal kitaplarda zamanını gizli tuttuğu için imtihan etmek üzere, Hazret-i Peygamber’e kıyametin ne zaman
kopacağını soruyorlardı. Bunun üzerine, Allah Teâlâ önce Peygamber’e onlara buna dair bilginin tamamen Allah katında olduğu ve o bilginin ne bir
melek ne de bir peygambere verilmediği şeklinde cevap vermesini emretti,
sonra da acele edenleri tehdit edip, imtihan edenleri susturmak için, ona
kıyametin kopmasının yakın olduğunu açıkladı. (Zemahşeri Tefsiri)
64.
Allah kafirlere[*] lanet etmiş ve onlar için çılgın bir ateş hazırlamıştır.
Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)
65.
Onlar orada ebedîyen kalacaklar: ne bir dost ne de bir yardımcı bulacaklar.
66.
Yüzlerinin ateşte bir yandan bir yana döndürüleceği gün;
“Ne olurdu Allah’a ve Rasûl’e itaat edeydik” diyecekler.
67.
Ve “Ey Rabbimiz!” diyecekler, “Biz liderlerimize ve ileri gelenlere uyduk, bizi doğru yoldan uzaklaştıranlar onlardır!
68.
Ey Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver
ve
onları büyük bir lânete uğrat.”
69.
Ey inanıp güvenenler! Siz, Musa'yı incitenler[1*] gibi olmayın. Allah onu, onların söyledikleri şeyden temize çıkardı[2*]. O, Allah katında itibarlı bir kişidir.
[1*] Bir gün Musa halkına şöyle demişti: “Ey halkım! Ne diye beni üzüyorsunuz; çok iyi biliyorsunuz ki ben, Allah’ın size gönderdiği elçiyim.” Onlar yoldan çıkınca Allah da onların kalplerini kaydırdı. Yoldan çıkan bir topluluğu Allah yola getirmez. (Saf 61/5)
[2*] Musa aleyhisselam 40 günlüğüne Sina dağına gittiğinde İsrailoğulları buzağıyı tanrı edinmiş, onun Musa’nın da tanrısı olduğunu ama unutup gittiğini söyleyerek Musa aleyhisselamı üzmüş ve öfkelendirmişlerdi (A’raf 7/152-154, Taha 20/86-88) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
70.
Ey iman edenler! Allah'a saygı gösterin ve doğru söz söyleyin!
71.
(Böyle davranırsanız) Allah sizin için işlerinizi düzeltir ve sizin için günahlarınızı bağışlar. Kim Allah’a ve Elçisine gönülden itaat ederse elbette büyük bir kurtuluşa ulaşmış olur.[*]
Allah'a ve Peygambere itaat, başlı başına bir başarıdır. Çünkü itaat Allah'ın hayat sistemine göre hareket etmektir.
Allah'ın hayat sistemine göre hareket etmek huzur ve güven kaynağıdır. Gerisinde bir başka ödül olmasa bile açık,
hedefe ulaştırıcı ve doğru bir yolda yürümekte başlı başına bir mutluluktur. Düz ve aydınlık bir yolda yürüyüp de
çevresinde Allah'ın yarattığı tüm varlıkların kendisine eşlik ettiği, yardımcı olduğu kimse, dar, dolambaçlı ve karanlık
bir yolda yürüyüp de çevresinde Allah'ın yarattığı tüm varlıkların saldırdığı, çarptığı, incittiği bir kimse gibi değildir.
Allah'a ve Peygambere itaat etme eylemi özünde kendi ödülünü de taşımaktadır. Buna göre Allah'a ve
Peygamberine itaat etmek, hesaplaşma gününden ve cennetteki sınırsız nimetlerden önce elde edilen büyük bir
başarıdır. Ahiretteki nimetler ise itaatin ödülünün. yanında artı bir lütuftur. Yüce Allah'ın kereminden ve bol
nimetlerinden kaynaklanan bir lütuftur. (Seyyid Kutub Tefsiri)
72.
Biz emaneti[1*] göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar yüklenmekten kaçındılar, ondan korkup titrediler. Onu insan yüklendi, o da sürekli yanlış yapan ve cahillik edip duran[2*] bir hale dönüştü[3*].
[1*] Burada emanet, Allah’ın emir ve yasakları karşısında özgür iradeyle seçim yapma, böylece imtihana tabi olma yükümlülüğüdür. Gök, yer ve dağların bu imtihana tabi olacak güçte olmadıkları Haşr 59/21 âyetinden anlaşılmaktadır. Onlar da kendilerine sunulan bu emanetten korkmuşlar, onun yerine Allah’ın onlara yüklediği görevi yerine getirme konusunda gönülden boyun eğmişlerdir (Fussilet 41/11).
[2*] ‘Bilmemek, yanlış düşünmek, yanlış hareket etmek’ anlamlarına gelen cehl (جهل) kökünden türemiş olan cehûl (جهول) kelimesi, “sürekli cahillik eden, cahillik edip duran” anlamındadır (Müfredat). Yusuf aleyhisselamın “Rabbim! … Kadınların oyununu benden savmazsan nlara kapılırım ve cahillik edenlerden olurum. (Yusuf 12/33)” demesi de, Musa aleyhisselamın “Cahillik edenlerden/kendini bilmez biri olmaktan Allah’a sığınırım! (Bakara 2/67)” demesi de bu anlamdaki cehalettir. Cehûl’un buradaki manası da aynıdır yani sorumluluk yüklenmesine rağmen kendini tutamayarak onu yerine getirmemek anlamındadır.
[3*] Bu ayetteki nakıs fiil olan “kâne (كان)”ye “sâre (صار):dönüştü” anlamı verilmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)
73.
Allah bunu / emaneti sunma işini, münafık erkeklerle münafık kadınlara, müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azap etmek ve mümin erkeklerle mümin kadınların da tövbesini kabul etmek için yaptı. Allah Gafûr'dur; daima bağışlar ve Rahîm'dir; ikramı boldur.